Yaraticinin kuantsal kitaplari-2

 

Yaraticinin kuantsal kitaplari-2

 

Bölüm 24- Yaratıcı neden yanlış anlaşılıyor

 

En yaygın mantık bozukluğu

 

Günümüz insanlığının en temel hatası doğadaki oluşturucu veya yaratıcı güç sistemini yanlış anlamasıdır. Bu yanlışlığın temeli ise, Atlantis-Ovasından göçen insanların toplumların yönetimlerinin nasıl olması gerektiği konusunda iki zıt görüş etkisi altında olmasıdır.

 


Şekil 55: Şimdiye dek yaratıcı hep varlıkların dışında varsayılmıştır.

                                                            

Bu görüşlerden biri Anadolu’ya ilk yerleşen Göbekli-Tepeliler, Çatalhöyüklüler gibi doğal sistemin canlı olduğu ve tüm varlıkların karşılıklı etkileşimlerle doğadaki bu yaşam sistemini geliştirdiği şeklindeki ANİMİZM olarak özetlenebilinecek hayat görüşüdür ve Anadolu’da günümüzde hala varlığını sürdürmeye çalışan Alevilik kültürünün ilk versiyonlarıdır.

 

Diğeri ise, Atlantis-bölgesindeki ADALARDA yaşayarak, 6 bin yıl önceleri Basra-yöresinde karaya çıkarak DEVLET denilen tepeden yönetimli toplumsal sistem görüşünü ortaya atan SÜMERLER adlı kavmin görüşüdür.

 

Bunlardan ikincisi, zaman içinde yaygınlaşmış ve kapitalizm denilen tüm güç ve kuvvetlerin tepedeki bir ZENGİNLER kulübünde toplanmasına yol açmıştır. Günümüz dünyasında bilimsel gelişimler bile hala bu tepeden yönlendirilen bilim adamlarınca denetlenmekte ve yönlendirilmektedir. Çünkü herşey parayla yapılabilinmekte, para ise sadece tepedeki bu zümrenin tekelindedir.

 

Bilimsel değil kıstası

Bilim alemi günümüzde fizikçi – evrimci gibi bilim-insanlarınca kontrol edilmekte ve yönetilmektedir. Onların sahip oldukları bilgilere göre, varlıklar bilinçsizdirler ve doğa-yasalarına birer robot gibi uyarlar. Halbuki doğada her şey tabandaki öğelerden enerjilerini alırlar. Bu nedenle her şey tabana dayalıdır. En tabandaki öğeler ise kuantlar alemidir. Ve kuantlar alemi robotsu davranmaz, tam tersine çevresindeki her şeyle etkileşim içindedir ve olasılık hesapları yaparak en olası duruma göre davranırlar. Ve en önemlisi, observer-effect = gözlemci etkisi denilen bir özelliğe sahiptirler. Bu özellik şudur: Kuantlar çevresindeki varlıklar kendileriyle ilgileniyorlarsa, onların niyetlerine göre davranırlar.

Halbuki bilim insanları varlıkları bilinçsiz kabul ederler ve deneyler her koşulda aynı sonucu verirse o deneyi bilimsel olarak doğru kabul ederler. Ama kuantsal sistem bilinçsiz değil ki, çevresinde kendisiyle ilgilenen bir varlık gördüğünde, onun isteğine göre davranıyor.

 

Fotonlar tipik birer kuant’tırlar. Çevresindeki varlıklar kendileriyle ilgileniyorlarsa, onların niyetlerine göre davranırlar.

 

Tüm medya ve bilimsel dergiler para-babaları tarafında sahiplenmişlerdir ve onların kontrolündedirler. Bilim alemi denilen tepedeki bir zümre tamamen bu tepedekilerce yönlendirilmektedirler. Aşağıda verilen Benveniste olayı ve benzeri birçok araştırma bilim alemince “bilimsel olmamakla” damgalanmıştır ve ancak yıllar geçtikten sonra insanlar tarafında kabul edilmeye başlanmaktadır.

 

Bilim aleminin “bilimsel değil” kıstası nasıl bir şeydir?

Bilim-insanlarına göre bilimsel olmanın koşulu şudur: Her yerde aynı sonucun elde edilmesi gerekir!

 

Halbuki kuantlar aleminde varlıklar kendilerini gözlemleyenin niyetine göre davranırlar. Yani her yerde aynı tepkiyi vermezler.

 

Bilim alemi yukarıda özetlendiği gibi, varlıkları bilinçsiz sayar. Bu düşüncedeki bir bilim adamının bir biyofoton detektörü ile su moleküllerinin bilinçli mi bilinçsiz mi davrandıklarını ölçmeye çalıştığını düşünün. Su çevreye fotonlar gönderiyor, ama o fotonu algılayacak olan insan suyun bilinçsiz olduğuna inandığından fotonların bilgi içermediklerini düşünür. Fotonlar gözlemcinin bu niyetini algıladıkları için ona uygun davranırlar ve hiçbir bilgi sahibi değilmiş gibi davranırlar.

 

Bilim insanlarının önyargılı davranıp, bazı araştırmaları bilimsel olarak kabul etmeyerek, insanlığı yanlış etkilediklerinin birkaç örneği Kervran-etkisi, Benveniste-etkisi gibi örneklerle sunulmuştur.

 

 Bilim insanlarının günahı başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları atom-molekül gibi küçük öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve çevrelerini algılayarak, ona uygun bir davranışta bulunduklarını kabul edemediklerinden, kavgalar ve anlaşmazlıklar hep süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.

 

Yani özetleyecek olursak, “Bilim-insanları” hala dogmatik gelenek görüş etkisi altında davranmaktadırlar.

 

Nedir bu dogmatik görüş?

 



Şekil 56: Bir şey yapma bilgisi hep varlıkların içsel bileşenlerinde oluşturulur.

 

Doğadaki oluşum ve gelişimler doğa-üstü bir güç sistemi tarafından yönlendirilirler; varlıkların bilinçli davranmazlar, rastgele davranışlar söz konusudur, doğa-yasalarına birer robot gibi uyarlar, doğa-üstü bir güç iyileri seçer.

 

Halbuki doğada her şey tabandaki öğelerden enerjilerini alırlar. Bu nedenle her şey tabana dayalıdır.

 

Bölüm 25- Akıllı At Hans Olayı

 

Varlıklar arasında elektromanyetik bir sinyal aktarımı olduğunu ve bir hayvanın bir insanın yayınladığı sinyalleri algılayabildiğini gösteren aydınlatıcı bir olay 1900lü yılların başında yaşanmıştır.

“Das Kluge Pferd = Akıllı At Hans” Olayı

 

1900’ lü yılların başında, Almanya’da bir matematik öğretmeni (Wilhelm von Osten) bir ata sayı saymayı ve hesap yapmayı öğretebildiğini iddia eder ve gösteriler düzenler. Gerçekten de herkesin önünde, “Hans” ismi verilen at, kendisine sorulan soruların cevabını, ayağı ile zemine vurarak (veya başını sallayarak) verebilmektedir.

 

Bu durum ilgililerin dikkatini çeker ve bir komisyon kurularak, olay araştırılmaya başlanır. Uzun süren araştırmalar sonunda, at’ta, insan mimiklerini ve insanların yaydıkları sinyalleri algılayabilen bir rezonans devresi oluşturulduğu anlaşılır.

 

Soruyu soran kişi, sorunun cevabını biliyorsa, “Hans” doğru cevap verebilmektedir ama soruyu soran cevabı bilmiyorsa, cevap verememektedir.

 

Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) çevresindeki canlılarca algılana bilinmektedir. Köpekten korkan bir insanı çevredeki bir köpek hemen algılar. Köpeğe karşı dostça duygu besleyen bir insanı da köpek algılar.

Bir gün sabah erkenden evden çıkıp, iş yerime doğru yürürken, güneşin ısıtmaya başladığı asfalt yol üzerine uzanmış hiç tanımadığım bir köpeğe rastladım. Köpek beni uzaktan görünce, yattığı yerden doğru kuyruğunu sallamaya başladı. Tam yanından geçerken ayağa kalkıp, bana sürtünmeye, benimle ilişki kurmaya başladı. “Hadi bırak beni!” gibi bir davranış gösterdim. O yine bana yaklaşmayı sürdürdü, ellerimi koklayıp, yalamaya çalıştı. Benimle karşılıklı bir ortaklık ilişkisi içine girmek istediği belliydi ve bana ne gibi bir hizmet sunacağını ıspatlamak için olsa gerek, havlayarak ileri doğru koştu ve yol üzerinde yem bulmaya çalışan birkaç kargaya saldırıp, onları kaçırdı; ve sonra tekrar geri dönüp bana sürtünmeye devam etti. Hiç tanımadığım bir köpeğin bana gösterdiği bu yakınlaşma ve ortaklık kurma çabasından çok duygulandım; ama apartman yaşamlı hayat tarzımız, köpek beslemeye uygun olmadığı için, köpeğe hiç umut vermek istemedim ve “olmaz, haydı bırak beni!” davranışımda ısrar ederek yoluma devam ettim. Köpek bir süre daha beni takip etti ve sonra ayrıldı.

 



Şekil 57: Hayvanlar insanların düşüncelerini algılayabilirler.

 

Bilgi aktarımı, rezonans oluşturularak gerçekleşen bir olaydır. Hayvanlarla insanlar arası ilişkilerde de rezonans oluşturulursa, canlılar birbirlerini anlayabilmektedirler.

 

Bu örnekten gidilerek, hayat konusunda neden ortak bir görüşte uzlaşılmanın, insanların davranışlarının tayininde şart ve gerekli olduğu anlaşılabildi mi? Bedenlerimizdeki atomların, moleküllerin davranışları, çevrede etkili ve geçerli kuvvet alanına göre belirleniyor. Hücrelerin davranışları bu moleküllerin davranışlarına göre ayarlandığına göre, ortak bir hayat görüşünde uzlaşmanın önemini anlayabildik mi?

 

 

Bölüm 26- Canlıların Bağımlı Oldukları Toprak, Su Gibi Ortamlar Değişen Çevre Koşullarına Uyacak Şekilde Sürekli Değişime Uğrarlar.

 

Kervran’ın dediği gibi “Life is nothing but chemistry= hayat sadece kimyadır”. Kimyasal olaylar ise sulu ortamlarda geçekleşir. Bu nedenle canlılığın bağımlı olduğu en temel unsur Su’dur. Ve su molekülleri çevrelerindeki insanlardan ve insanların yaptıklarından etkilenerek değişime uğrarlar.

Doğadaki tüm oluşumlar “bilgi” ile oluyor. Canlıların yaşamında da en önemli faktör su olduğuna göre, bilgi aktarımlarında su moleküllerinin çok büyük bir rolü olmalı. Önceki bir bölümde açıklanan Benveniste deneyi 1988 yılında yapılmış ve bu konuda ilk kıvılcımı oluşturmuştu.

 



Şekil 58: Su molekülleri çevrelerindeki varlıklarla karşılıklı bir etkileşim içindedirler.

Daha sonra Masaru Emoto bu konuda araştırmalarda bulunmuş ve farklı çevresel etkilere maruz kalmış su damlalarını inceleyerek her farklı çevresel faktörün, su moleküllerinde farklı izler bıraktığını göstermişti. Bu amaç için aynı kaynaktan alınan su moleküllerini, farklı sinyaller etkisi altına almış; sonra bu farklı sulardan aldığı damlacıkları dondurarak, ne tür kristaller oluşturduklarını gözlemlediğinde su moleküllerinin farklı tepkiler gösterdiklerini saptamıştı.

 

Bunlara ait örnekler şekilde gösterilmiştir. Örneğin, kaynatılmış bir su, iki ayrı kaba konularak iki farklı ortam koşulunda insanların etkisi altında bırakılmıştır. Ortamın birindeki insanlar kaptaki suya kötü sözler söylemiş, diğer ortamdaki kaptaki suya ise güzel sözler söylenmiştir. Bu iki farklı ortamdaki su molekülleri incelendiğinde yukarıdaki şekilde görülen çok çarpıcı farklılıklar ortaya çıkmıştır.

 

Benzer bir durum Japonya’daki suyu kirlenmiş bir gölün çevresinde yaşayan insanların topluca ayinlere katılarak, gölün sularının tekrar güzelleşmeleri yönündeki dualarda bulunmaları sonrası göl suyu incelenmesi sonucunda gözlenmiştir.

 

Burada dikkati çeken temel nokta, insan davranışlarının su üzerindeki etkisidir. İnsanlar iyi niyet ve sevgi ile su moleküllerine yaklaşırsa, su molekülleri de güzel kristaller oluşturarak tepki veriyor.

 

Bu tür araştırmalar son yıllarda hız kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi, Stuttgart üniversitesi profesörlerinden Bernd Helmut Kröplin ve ekibi tarafından başlatılan bir araştırmadır.

 

Bu araştırmada “dark field microscope = karanlık alan mikroskobu” denilen bir aletle su damlalarının özellikleri araştırılmıştır.

Araştırmanın ilk aşamasında, bir grup öğrenci, aynı kap içindeki bir sudan, aynı anda bir şırınga ile su almıştır. Aldıkları bu suyu, mikroskop altına konacak bir cam (lam) üzerine küçük damlalar şeklinde dağıtmışlardır. Bu damlacıklar mikroskop altında incelendiğinde, damlaların her birinin bir diğerinden farklı olduğu ama her farklı öğrencinin damlalarının kişiye has bir özellik taşıdığı dikkat çekmiştir.

 

Daha sonra şöyle deneyler yapılmıştır:                                                                    ,

 

Aynı kaynaktan üç bardak su alınır.



Şekil 59: Su molekülleri hangi varlıkla etkileşimde ise, o varlığı tanımlayıcı bir durum sergiler

 

Birinci bardağa bir petunya çiçeği daldırılır;

İkinci bardağa bir karanfil batırılır;

Üçüncü bardağa bir taş bırakılır.

Sonra bu bardaklardan alınan su damlaları incelendiğinde şekildeki farklılıklar dikkat çeker.

 

Görüldüğü üzere, aynı kaynaktan gelen su damlaları, hangi madde ile etkileşime girdiyse, o maddeyi simgeleyen bir görüntü sunarlar.

 

Su moleküllerinin kişilerin düşünce sistemlerinden etkilenip etkilenmedikleri de incelenmiştir. Musluktan alınan iki farklı bardak suyun birinin başındaki insan yoğun bir konsantrasyonla bir şeyler düşünmüş (bu bir dua da olabilir), diğer bardak başında ise aynı kişi hiçbir şey düşünmeden beklemiştir. Bu iki farklı su damlacıkları incelendiğine, şekildeki gibi bir farklılık gözlemlenmiştir:



Şekil 60: Su molekülleri etkileştiği varlığın bir şey düşünüp-düşünmediğini bile algılar.

Düşünme, dua konsantrasyon etkisi altındaki su damlacıklarının merkezinde bir yoğunlaşma oluşmuştur. Diğer bardaktaki su damlacıklarının merkezinde bir yoğunlaşma olmamıştır.

 

Bedenimizin yüzde 70-80’i sudan oluşmaktadır. Su molekülleri çevredeki her değişimi algıladıklarından, çevredeki değişimlere göre, bedenimizdeki işlevlerde de farklılıklar ortaya koyacaklardır.

 

Dinlediğimiz her müzik, çevremizdeki her kavga, savaş, hırsızlık, yolsuzluk, vs. gerek su molekülleri gerek onun gibi daha yüzlerce faktör tarafından bedenimize yansıtılır ve bizlerin bedensel ve ruhsal durumumuzu kontrol ederler.

 

Toprak bir sürü canlının yaşam ortamıdır. Bunlardan biri olan solucanlar, toprağın kimyasal bileşimini değiştiren önemli organizmaların başında gelirler. Bir solucan 10 saniyede bir gram toprağı bedenine alır, yani “yer”. Bu yılda 3 ton eder. Solucan gövdesinden geçen toprağın kimyası çok değişir, topraktaki azot 5 kat, kireç 2 kat, magnezyum 2.5 kat, fosfor 7 kat, potasyum 11 kat artmış olur.

Solucanların toprağı ne kadar verimli hale getirdikleri daha iyi anlaşıldı mı? Yani doğa, kendi dengesini sağlayacak bir mekanizmaya sahiptir.

 

Özetle: Canlı Cansız Tüm Varlıklar Doğa Koşullarının Değişmesiyle Sürekli Dönüşüme Uğrarlar.

 

Bölüm 27- Dinamik Sistemler Fiziği

 

Şimdiye kadarki bölümleri özetlersek şu genellemeler ortaya çıkar:

       Doğada herşey bilgiyle oluşturulmaktadır,

       Bilgiler kimyasal elementlerde kaydediliyor. Bu nedenle zaman içinde sürekli yeni elementler ve izotopları oluşturuluyor.

       Bilgiler ElektroManyetik Sinyallerle (EMS) aktarılıyor.

       EMSlerin aktarılması özellikle su molekülleri yardımıyla oluyor.

       Zaman denilen 4. boyut bu nedenle kimyasal elementlerin ve çeşitli molekül türlerinin artması şeklinde gerçekleşiyor; yani bir evrimsel gelişim ve ilerleme söz konusu.

       Bu nedenle doğada sürekli bir değişim-dönüşümlü sistem var ve bu sistem “information & self-organisation” olarak özetlenen “Dinamik Sistemler Fiziği” ilkeleri çerçevesinde geçekleşiyor.

 

Şimdi bu “information & self-organisation” olarak özetlenen “Dinamik Sistemler Fiziğinin” temel ilkelerini görelim.

 

Doğa bilimlerindeki araştırmalar sonucu son çeyrek asırda ortaya çıkan ve Haken (2000) tarafından “Information & Self Organization = Bilgilen ve Örgütlen” şeklinde özetlenen dinamik sistemli doğa görüşü doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin tabana dayalı şekilde ve de tabandaki bu ögelerin karşılıklı etkileşimleriyle, rezonansa girerek gerçekleştiğini ortaya koymuştur. En tabandaki ögelerin de atomlar âlemi olarak bilinen atom altı ögeler dünyası olduğu yine fiziksel ve kimyasal araştırmalarla gösterilmiştir.

 

Dinamik sistemler fiziği = İnformation & Self-Organisation = Bilgilen ve Örgütlen (Sinerjetik = Birlikte iş yapma)

 

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri:

 

• Doğanın alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru geliştiğini,

• Oluşumları tetikleyici faktörün (yani kuvvet oluşturma erkinin) alt-sistemlerde olduğunu,

• Böylelikle doğada bilgi oluşturmaya dayalı gittikçe gelişen ve “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik bir sistemin ortaya çıktığını;

• her varlığın çevresini algılama ve onlara göre kendisini yönlendirme yeteneğine sahip olduğunu;

• yönlendirmelerin “bilgi” sinyalleriyle olduğu ve bilgilerin hep varlıkların içsel bileşenlerinde kaydedilip- işlendiğini göstermiştir.

Şimdi bu dinamik sistemler fiziğinin temellerini görelim.

 

Bölüm 27a- Sinerjetik 1. Bölüm

 

Zaman dosyasında gösterildiği üzere, doğadaki her şey atom-altı-öğeler denilen çok kısa ömürlü ve çok devingen canlı öğelerle başlamaktadır. Saniyenin milyarlarda biri gibi kısa sürelerde, devinip dururlar. Yani çok rahatsız bir zor-durum söz konusudur. Dinamik sistemler fiziği zor-durumlardan kurtulma yöntemlerini açıklayan bilim dalıdır.

 

Hermann Haken, «zor durumdan» çıkışların, «birlikte işlem yapılarak» gerçekleştiğini fark eder ve Synergetics (1983) adıyla yayınlar. Bu çalışmasını 2000 yılında «information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen» olarak geliştirir. «Dinamik Sistemler Fiziği» bu şekilde ortaya çıkar.

 

Görüldüğü üzere doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Zor-durumda kaldıklarında karşılıklı uzlaşarak ortak davranışa geçerler. (Sinerjetik = birlikte işlem yapma)

 

Doğadaki enerjinin kuantsal sistemde, yani atom-altı-öğeler aleminde bulunduğu fizik araştırmalarıyla ortaya konmuştur.

 

Doğada değişip-dönüşmeyen, sabit-değişmez olarak kalan hiçbir şey yoktur.

 

O zaman hemen bir soru: İnsanların yaratıcı dedikleri ve doğanın- evrenin sahibi olarak düşündükleri varlık sabit-değişmez, ebedi olarak hep var olan bir varlık mıdır?  Böyle değişip-dönüşmeyen bir varlık mevcut olabilir mi?

 

bu konu, insanların doğa ve dünyanın oluşum ve gelişimi hakkında pek bir şey bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Yeryuvarı ARŞİV-SAYFALARI bilgileri yaklaşık 2 asırdır bilinmeye başlanmıştır ve bunu bilen de çok sınırlı sayıda insan vardır.

 

 Varlıkları oluşturup-etkileyen ve yönlendiren faktör fizikçilerce “kuvvet” olarak tanımlanmıştır ve 4 farklı (strong force, weak force, elektro-magnetic force ve gravity-force)  kuvvet türü olduğu ortaya konmuştur. Bu kuvvetlerin atomik sistemden kaynaklandığını yine fizikçiler saptamışlardır. Ancak fizikçiler “BİLGİ” diye bir parametreyi fiziksel olayları açıkladıkları formülasyonlarda kullanmadıklarından, atom-altı-öğelerde bulunan enerjinin nasıl kuvvet oluşturduğu ve doğadaki oluşumları nasıl etkileyip-yönlendirdikleri konusunda pek aydınlatıcı çözümler ortaya koyamamışlardır. Ta ki Hermann Haken adlı bir Alman fizikçisinin dinamik sistemlerin oluşumlarını açıklayan, önce “Synergetics”, sonra  “Information & Self-Organisation” olarak yayınladığı esere  kadar. 

 

Haken bu eserinde doğadaki oluşumları yönlendiren faktör olarak fizikçilerin kullandıkları “kuvvet alanı” kavramının atomlar tarafından oluşturulan bir etkileşim (bir haberleşme) alanı olduğunu ve bu şekilde “doğadaki kuvvet alanları” sistemlerinin, harici bir kaynaktan değil, varlıkların içlerindeki atomlardan kaynaklandığını ortaya koyar.

 

Haken’in bu görüşü oluşturmasına iten temel neden “ laser”  teknolojisi olmuştur. Yani Haken’in bu düşünceye ulaşmasının ardında «laser teknolojisi» yatar.

 

Laser ışığı sıkışık, yani zor durumdaki atomların uzlaşarak zor durumdan güçlü bir enerji oluşturarak kurtulduklarını gösteren bir sistemidir.

Doğada varlıkları ortak davranışa iten faktör, hep “bir zor-durumda olma” olmuştur. Sıkışan her varlığın sıkışık durumdan kurtulmak için nasıl davrandığı laser teknolojisiyle anlaşılmıştır.

 

Şöyle ki: Çelik levhaları bile peynir keser gibi kesen Laser ışığı şöyle elde edilir.

 

Bir tüp içine belli bir bileşime sahip olan moleküller hapsedilir. Tüpün bir ucu tam yansıtıcı bir ayna ile, diğer ucu ise yarı yansıtıcı- yarı geçirgen bir ayna ile kapatılmıştır. Sonra bu moleküllerin duyarlı oldukları bir ışın dışarıdan tüpün içindeki moleküllere gönderilmeye başlanır. Dışarıdan gelen ışınları alan moleküllerin elektronları önce bu ışını alırlar, ama hemen sonra tekrar çevreye yayarlar. Çevreye yayılan ışınlar aynalardan geri yansır. Dışarıdan gelen radyasyonlar da sürekli devam ettiğinden, aynalardan yansıyan ışınların da bunlara eklenmesiyle tüpün içindeki moleküller çok bunaltıcı bir duruma girerler.

 

Bu zor durumdan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Her molekülün elektronları, çevreye salacakları ışınları yarı-yansıtıcı ayna yönünde ve birbirleriyle aynı fazda ve frekansta olacak şekilde gönderirlerse, bu ışınlar üst-üste çakışacak durumda olduklarından güçleri birbirine eklenirler ve yarı-geçirgen aynadan dışarı çıkabilirler.

 

Ve sıkışık durumda olan moleküller böylece tüp içindeki baskıyı azaltırlar ve düzeneği yapan insanlar da muazzam güçlü bir laser ışığı elde etmiş olurlar.

Hermann Haken adlı bir Fizikçi tarafından Synergetics adıyla 1983te ortaya atılan ve 2000 yılında “information & self-organisation” olarak özetlenen Dinamik Sistemler Fiziği böyle bir doğa olayından esinlenilerek ortaya konulmuştur.

 



Şekil 61: Lazer teknolojisi atomların birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak güçlerini birleştirmelerine dayanır.

 

Burada bir noktaya dikkat etmek gerek: Tüpün bir ucundaki ayna, gelen tüm ışınları geri yansıtırken, diğer uçtaki ayna yarı-yansıtıcıdır. Yani radyasyon şiddeti belli bir değeri aşarsa, o güçlü ışının dışarı çıkmasına engel olmaz. Kuantsal öğelerin çevrelerindeki tüm durumları algılayıp, ona uygun davrandıkları hatırlanırsa, tüpteki atomların da bunu yapacakları ve yarı-yansıtıcı aynadan dışarı çıkılabileceğimi fark etmiş olacakları anlaşılır.

 

İşte laser tüpü içindeki atomların da yaptıkları budur. Zor durumdan kurtulabilmenin yolu, yarı-yansıtıcı aynadan geçebilecek derecede güçlü bir sinyal oluşturabilmektir. Bunun için ise ortak davranışa geçerek güçlerin birleştirilmesi gerekir.

 

Atomların yaydıkları sinyaller uyumlu olduklarında tüp ucundaki yarı-yansıtıcıyı delerek dışarı çıkar ve tüpde rahatlama olur. Yani doğal sistemde varlıklar sorunlarını ortaklıklar yaparak çözerler.

 

Bölüm 27b- Sinerjetik 2. Bölüm

 

Görüldüğü üzere atomlar zor-durumda kaldıklarında, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, sorunlarını çözerler. Karşılıklı anlaşma-uzlaşma yeteneği tüm varlıklarda vardır. Aşağıda zor durumda kalan su moleküllerinin birbirleriyle anlaşarak sorunlarını nasıl çözdükleri gösterilmektedir. Çünkü doğadaki tüm varlıklar arasında şekildeki gibi bir karşılıklı etkileşim ve haberleşme yeteneği vardır.

 

Haken’in canlı veya cansız varlıkların karşılıklı olarak birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, zor durumdan kurtulacak çözüm formülleri ürettikleri görüşüne ulaşmasında şu iki olay da yer alır.

 

Birincisi Kaynayan kazanlarda veya cezvede görmeye alışık olduğumuz durumdur: Su Moleküllerin zorlukları aşma-yöntemi

Kaynayan kazanlarda veya cezvede görmeye alışık olduğumuz durum bunun güzel bir örneğidir. Kaynayan kaplarda hava kabarcıkları oluşmasının nedeni Benard-hücreleri oluşumudur. Hava kabarcıkları hep aynı noktalardan çıkarlar. Acaba neden?

 

Cezvedeki su molekülleri, ortam sakin ve sıcaklık her yerde aynı ise, durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun yok demektir.

 



Şekil 62: Moleküller de zor durumda kaldıklarında güçlerini birleştirerek, zorluğu aşmanın yolunu bulurlar

Cezve ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için sorun ortaya çıkar. Moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar; bardaktaki su molekülleri arasında bir hareketlilik başlar, kaotik bir durum oluşur. Kaos bir süre devam eder. Sonra su molekülleri birbirleriyle uyum içine girerek şekilde gösterildiği gibi bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar ve içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, hep aynı yerdedir.

 

Cezvede olan olay şudur. Sıcaklıktan etkilenen su molekülleri birbirleriyle haberleşmeye başlar. Her molekül kendisine gelen her sinyalin değerini, kendi durumuyla kıyaslayarak, davranışını belirler. Bu şekilde sıcak moleküller, daha az sıcak olanlar yönünde yükselmeye başlar ve tabandan tavana doğru bir akım oluşur.

 

Moleküller davranışlarını yukarıdaki şekilde gösterilen formüle göre ayarlarlar.

 

Kuantsal sistemi oluşturan atom-altı-öğelerin çevrelerindeki her varlığın enerji durumunu anında algılayıp, nereye gideceğini (veya gitmeyeceğini) anında hesapladığı hatırlanırsa, moleküllerin de buna benzer şekilde yukarıdaki formül uyarınca davranmaları normal durumdur.

 

Yukarıda verilen formüle göre hareket ilişkileri ayarlanır. Böylelikle kabın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir. Belli kanallar boyunca yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar, içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider.

 

Bölüm 27c- Sinerjetik 3. Bölüm

 

Önceki bölümlerde atomların ve moleküllerin zor durumda kaldıklarında birbirleriyle uzlaşarak ortak bir çözüm yolu oluşturdukları ve sorunları aştıkları gösterildi. Aşağıdaki bölümde amip gibi tek hücreli yaratıkların da birleşerek sorunlarını çözdükleri gösterilecektir. Yani sorunlardan kurtulmanın tek yolu “sinerjetik = birlikte işlem yapma” olmaktadır.

 

Haken’in “information & self-organisation” olarak özetlediği dinamik sistemler fiziği kurallarının matematiksel ve fiziksel formülasyonlarını oluşturmasında esinlendiği diğer bir olay da “Sosyal amip” olarak da bilinen Dictyostelium discoideum adlı tek hücreli canlının zor durumlar karşısındaki davranışları olmuştur.

 

“Sosyal amip” olarak da bilinen Dictyostelium discoideum adlı tek hücreli canlı (amip), yaklaşık 20-30 mikron boyutundadır ve bahçelerde- ormanlarda çürümeye başlamış organik maddelerde bulunan yaklaşık 1 mikron boyutlu bakterilerle beslenir. Dakikada 10 mikron kadar ilerleyebilirler. Beslenme kaynakları olan bakterilerin doğadaki dağılımları homojen değildir, parça parça kümeleşmeler halinde bulunurlar. Amipler ise günde yaklaşık 1-2 cm kadar ancak ilerleyebildiklerinden, bulundukları yerdeki bakteri kaynağı kuruduysa, desi-metrelerce uzakta olabilecek diğer bir bakteri kümeleşmesine ulaşmaları günler-aylar sürebilir. Ama onlar uzun süre besinsiz kalamazlar, bu nedenle çok büyük strese girerler. Strese giren bu amipler acaba hayatta kalabilmek için ne tür bir yöntem bulmuşlardır?

 


Şekil 63: Tek hücreli canlılar da zor durumda kaldıklarında, birleşerek zorluğu aşacak bir yol bulurlar.

 

Slaytta bu sosyal amip’in nasıl sosyal-toplumsal bir davranış içine girerek, neslinin devamını sağladığı ve hayatta kaldığı gösterilmiştir.

 

Besin darlığına giren amipler, hücreler arası haberleşmede çok önemli bir madde olan cAMP (cyclic Adenosin-Mono-Phosphate) adlı bir kimyasal bileşik salgılamaya başlarlar. Amip yoğunluğu nerede fazla ise, salgılanan bu maddenin yoğunluğu da orada fazla olacağından, amipler bu sinyalin en yoğun olduğu noktaya doğru ilerlerler ve slaytta gösterilen amip kümeleşmesi oluşur.

 

Daha sonra bu amip kümeleşmesi önce “mound” adı verilen kubbemsi bir yapıya, sonra “slug” adı verilen sümüklü-böceğe benzer bir yapıya dönüşür. Oldukça hızlı hareket edebilen bu “slug”, yaşama uygun olmayan noktalardan uzaklaşacak tarzda ilerler ve en sonunda da yeni amipler üretecek “spor”ları salgılayacak çok hücreli bir yapıya dönüşür. Yarım santimetre boyutunda olabilen bu yapı, içindeki sporları çevreye saçar, ve hava akımlarıyla bu yeni sporlar yaşamlarını sürdürebilecek yeni ortamlarda tekrar birer amip oluştururlar. Böylelikle amipler sorunlarını, karşılıklı etkileşimlerle sağladıkları anlaşıp-uzlaşma yetenekleriyle, çözmüş olurlar.

 

(Bir dip-not: Amiplerin bir araya gelerek oluşturdukları “çok hücreli” aşama, gerçek birçok hücreli canlı oluşumundan tamamen farklıdır; çünkü gerçek çok-hücreli canlılar, aynı bir hücrenin çoğalması ile oluşurken, bu amiplerin oluşturdukları yapı, birçok farklı amip’in oluşturdukları bir yapıdır.)

 

Amip gibi tekhücreli bir canlı bile, zor durumda birleşip bir "topluluk" olarak davranır. Peki biz insanlar asırlardır zor-durumdan kurtulmak için neden bir "toplum" olarak davranmayıp, çobanların güttükleri sürüler olarak davranıyoruz.

 

 

Bölüm 27d- Sinerjetik 4. Bölüm

 

Önceki bölümlerde varlıkların zor durumda kaldıklarında, zor durumdan kurtulmak için birleşerek ortak davranış bilgileri oluşturdukları ve zor durumdan kurtuldukları gösterildi. Peki “zor durumlar” neden oluşur?

 

Nedeni, doğada her şeyin sürekli değişim-dönüşüm içinde olmasıdır.  Dünyamız sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir, denizler karalara, karalar denizlere dönüşmekte, yüksek dağlar aşınıp, denizlerde tortul katmanlara dönüşmekte, bir bölgenin iklimi kah buzul çağına, kah sıcak bir döneme geçebilmektedir. Dolayısıyla bir yerde bulunan varlıklar aşırı-sıcak-soğuk, aşırı- kurak-yağışlı gibi çok değişik koşullara uğrarlar.

 

Kızgın bir sobaya eli değen kişinin içgüdüsel olarak elini çekmesi gibi her varlık tehlikeden kaçmak ister. Zor durumlar da böyle tehlikeli durumlardır ve varlıklar kurtulmak isterler. Tek bir bireyin çabası zorluğu aşmak için yeterli olmadığında, varlıklar birbirleriyle anlaşıp-uzlaşmak zorunda kalır, çünkü uzlaşılmazsa hepsi zarar görecektir.

 

Haken (1983 ve 2000) yukarıda sunulan örneklerdeki gözlemlerine dayanarak, doğadaki oluşum ve gelişimlerin varlıkların içsel dürtüleri sonucu birleşerek yeni üst-sistemler oluşturmaları şeklinde gerçekleştiğini ve bu oluşum mekanizmasının yeni bir “BİLGİ” oluşturulmasıyla sağlandığını fark eder. O zamana kadar hiçbir fizikçi doğadaki oluşumlarda “BİLGİ” diye bir faktör kullanmazken, Haken “BİLGİ” parametresini doğadaki oluşum ve gelişimlerin merkezine koyarak yeni bir çığır açar.

 

Doğadaki canlı ve cansız tüm varlıkların oluşum mekanizmasını açıklayan ve “information & self-organisation” olarak özetlenen Haken’in bu eseri, ülkemiz bilim insanlarınca “KKO = kendi-kendine-organizasyon” olarak tercüme edilmiş, “information” sözcüğü tamamen görmezlikten gelinmiştir. Bu tamamen bilinçli ve önyargılı bir davranıştır, çünkü bilim-insanları varlıkları bilgisiz-bilinçsiz robotsu varlıklar olarak öğretmeye devam etmektedirler.

 

Haken Varlıkları etkileyen faktöre “informator, veyahut order-parameter” adlı bir yeni terim oluşturarak başlar. Informator “bilgilendirici” gibi bir anlam taşır ve söz konusu öğelerin davranışlarını nasıl belirleyecekleri konusunda bilgi taşır. “Order-parameter” terimi de aynı amaçla türetilmiştir ve bir sistem içinde geçerli olacak “kural-düzenleyici” anlamına gelir.

 

İki nesneyi birbirine yaklaştıran veya uzaklaştıran KUVVET dediğimiz faktör nasıl oluşmaktadır?

 

Haken “enerjinin kuvvete” dönüşümünü şu şekilde yeni kavramlar oluşturarak açıklar.

İnformator veya kural-düzenleyici tüm katılımcıların uzlaşmasıyla sağlandığından, tüm ilgililer (veya katılımcılar) buna uyarlar. Bu nedenle “kuvvet alanı, atomları köleleştirir” denmiştir.

 

Şimdi kuvvet alanı kavramının nasıl varlıkları etkileyip-yönlendirdiğini görelim.



Şekil 64: Kuvvet alanları varlıkların karşılıklı ortak davranış içine girmeleri sonucu oluşur.

Doğa ve dünya sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Bu değişim-dönüşümlerin ise “bilgi” oluşturularak ve bu bilgilerin de sürekli geliştirilmeleri sayesinde, gittikçe evrimleşen bir yönde ilerleyeceği dinamik sistemler fiziği denilen yeni bir fizik dalı ile anlaşılmaktadır. Bu nedenle dinamik sistemler fiziği “information & self-organization” olarak özetlenmiştir. Dinamik sistemler fiziğinin en önemli ilkelerinden biri bu nedenle “Maximum Information Principle”dir. 

 

Peki BİLGİ nerededir?

Bilgi aşağıda gösterileceği üzere “kimyasal bileşimler ve fiziksel dokulardadır”.

Bileşim ve doku kavramlarını anlayabilmek için şu deneyi tasarlayın:

 

Bir karton alıp, üzerine bir miktar demir-tozunu gelişi-güzel dağıtın. Sonra bir mıknatıs alıp, kartonun altına tutun. Karton üzerindeki gelişi-güzel dağılmış demir tozlarının çok belirgin ve düzenli hatlar boyunca sıraya girdiklerini görürsünüz.



Şekil 65: Kuvvet alanları varlıkların yaydıkları sinyallerden oluşur.

Değişim-dönüşümler kuvvet alanları olarak ortaya çıkar ve tüm varlıklar bu kuvvet alanlarından etkilenirler. Bu kuvvet alanının elinize aldığınız iki mıknatısı birbirlerine yaklaştırdığınızda veya uzaklaştırdığınızda sizler de hissedersiniz. 

 

Bir elektrik kablosundan elektrik akımı geçtiğinde, kablonun çevresinde de yine manyetik bir alan oluşur ve bir pusula iğnesi, şekilde görüldüğü gibi kablo etrafında yönlenir.

 

Yani elektrik akımı manyetik alan oluşturur, manyetik alan elektrik akımı oluşturur.

Mıknatıs Fe2O3 kimyasal bileşimli bir maddedir ve çok güçlü bir manyetik alan oluşturur. Diğer kimyasal bileşimli maddeler de farklı şiddetlerde manyetik alan veya başka türlerde kuvvet alanları oluştururlar.

 

Dolayısıyla doğadaki her madde belli kimyasal element bileşimlerine sahiptirler ve sahip oldukları kimyasal bileşimlere uygun bir kuvvet alanı oluşturarak, çevrelerindeki diğer maddelerle etkileşirler.

 

Bu şekilde ETHER dediğimiz sinyaller okyanusu oluşur ve zaman içinde madde bileşimlerinin çeşitlenerek artması nedeniyle gittikçe gelişerek dinamik sistemler fiziğinin “Maximum İnformation Principle” ilkesi ortaya çıkar.  

 

Yani atomlar çok zor durumda kaldıklarında, birbirleriyle haberleşmeye başlar, ve bu zor durumdan çıkabilmek için birlikte-işlem-yaparak, yaydıkları sinyallerin aynı yönde, ve aynı fazda olmalarında uzlaşırlar. Bu sayede atomların yaydıkları sinyaller üst-üste çakışacak şekilde olur ve birbirleriyle birleştiklerinden ortaya muazzam bir güçlü sinyal çıkar. Bu tür sinyallere koherent sinyal denir.



Şekil 66: Güç taşıyıcısı sinyallerin üst-üste çakışmaları ve koherent bir sinyal oluşturabilmeleri ancak aynı faz ve aynı frekansta sinyal oluşturmaları sayesinde mümkündür.

 

Koherent sinyal canlı varlıkları birlikte yaşamaya, belli üst-sistemler içinde bir araya getirmeye yarayan bir ortaklık sinyalidir.

Popp, Fritz-Albert (2002) Leben und Licht – Biophotonen, Kohärenz und Kommunikation. Tattva Viveka 18, 20-29.

Popp, Fritz-Albert (2003) Properties of biophotons and their theoretical implications. Indian Journal of Experimental Biology, Vol 41, May 2003, pp. 391-402

 

Popp bu yayınlarda her çok hücreli canlının, kendine has bir BİYOFOTONa sahip olduğunu ve bu biyofotonların koherent sinyaller olduklarını göstermiştir. Yani bedenlerdeki hücreler bu ortak haberleşme sinyalleriyle birbirleriyle haberleşmekte ve karşılıklı ortaklık ilişkilerini bu şekilde denge ve düzende tutabilmektedirler. Bu sayede hiçbir organ belli bir büyüklükten fazla veya az büyümez, yaşlanan hücreler belli süreçlerde yenilenir, kazara yok olan hücreler yerine, onların görevlerini yerine getirecek şekilde yeni hücreler görevlendirilir. Yani bedendeki hücreler arasında çok belirgin ortakça oluşturulmuş kurallar vardır ve hücreler o kurallara uyarak yaşarlar. Kanser bu ortaklık ilişkilerinin bozulması olayıdır.

 

 “Uyumlu çalışarak bir bütünlük oluşturma” anlamına gelen Koherens (coherence), sadece sinyallerin üst-üste çakıştırılıp-toplanmasıyla değil, “olasılık hesaplarında, birden büyük sayıların karelerinin çok büyürken, birden küçük sayıların karelerinin gittikçe küçülmesi” olayı ile de çok yakından ilişkili olmalıdır. Birin karesi birdir, 0.5’in karesi 0.25 gibi daha küçük iken 2’nin karesi 4 gibi çok büyük bir değer verir. “2 delik” deneyi sonuçlarını tekrar hatırlayın: 2 deliğin her biri tek-tek açık olduklarında içlerinden sadece birer foton veya elektron geçer. Ama 2 delik birlikte açıldıklarında ve delikler arası mesafe birbirlerine ve hedefe uyumlu olduklarında, en fazla 2 geçebilecek deliklerden 4 tane öğe geçmektedir.

 

Bu durum toplum hayatında insanlar arası (toplumda insanlar yerine meslek sahipleri kullanılmalı) uyumun ne kadar önemli olduğunu gösterir. Din, ırk, işveren-işçi, vs. A-partili- B-partili gibi ayrımlar kesinlikle uyumsuzluk yaratır. Toplum bir bütündür, parçaları olamaz.

 

 

Bölüm 27e- Sinerjetik 5. Bölüm

 

Maksimum Enformasyon prensibi = MİP



Şekil 67: Bilgi üstel fonksiyon şeklinde gerçekeştiğinden "eigen-value = özdeğer" özelliklidir ve asla sıfırlanamazlar ve kuantsal sistemden kaynaklanırlar.

Maksimum Enformasyon prensibi Dinamik sistemlerin en önemli özelliğidir, çünkü her şeyin değişip-dönüştüğü bir dünyada değişim-dönüşümler hakkında «Bilgi» toplama en ön plandadır. Sunulan şu slaytta varlıkların bilgi düzeyinin nasıl patlamalı şekilde geliştiği görülmektedir.

 

“İnformation & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” ilkesi dinamik sistemli doğanın ANAYASASIdır.

 

Doğada bilginin nasıl arttığını anlatmak için “ether” terimini açıklamak gerekir.

 

Doğa ve dünyanın “hava, su, ateş, toprak” gibi dört temel elementten oluştuğu şeklindeki görüşün egemen olduğu dönemde “ether” beşinci element olarak kabul edilmiş ve ilahi güçlerin bu elementi soludukları varsayılmıştır. Yani atalarımız doğadaki yapıcı-yönlendirici güç sistemini doğa-üstü bir sisteme atfetmişlerdir. Halbuki tam tersi durum söz konusudur.

 

Çevremizdeki her yer (atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay boşluğu, vs.) çeşitli radyasyonlarla doludur. Bizler bunu doğrudan algılayamayız, ama bir radyo alıcısının düğmesini sağa-sola kaydırdıkça işittiğimiz farklı yayınların dalgalarını aldığımızda, çevremizde ne kadar farklı sinyal bulunduğunu fark ederiz. Ether dediğimiz şey bu sinyaller okyanusundan oluşur.

 

Varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapılarını değiştirirler. Yapıları değişince çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş olurlar. Bu nedenle ether okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm içinde olur.

 

Günümüzde bu ether okyanusunun içinde cep-telefonu, internet ortamı, televizyonlar gibi bir sürü yeni sinyal türü daha bulunmaktadır. Halbuki yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu tür sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu sinyalleri üreten maddeler henüz doğada yoktu. Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin var olabilmesi için o sinyali oluşturan maddenin doğada oluşmuş olması şarttır.

 

Doğada maddelerin oluşum sıralanması dikkate alınıp, buna göre zaman içinde uzayda ether çeşitliliği ve yoğunluğu hesaplandığında, ether yoğunluğu ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe doğru gittikçe azalacağı anlaşılır.

 

Varlıklar davranışlarını ether içindeki sinyallerden yararlanarak belirler. Örneğin göçmen kuşlar, balıklar vs. yeryuvarının manyetik alanından yararlanarak yönlerini belirler ve bu sayede Afrika’daki bir noktadan kuzey Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler ve yollarını-yuvalarını hiç şaşırmazlar. Tüm canlılar çevrelerindeki ether okyanusundaki sinyalleri algılayarak ne zaman çoğalacaklarını ne zaman uyku moduna geçeceklerini bilirler. Kısacası, ether tüm varlıkların haber kaynağını oluşturur.



Şekil 68: Canlılar aleminde bilgi artışı varlıkların çeşit ve karmaşıklık düzeyinde artma ile belirgindir

ZAMAN ve BİLGİ ilişkisi

Yukarıdaki şekilde görüleceği gibi, ZAMAN varlıkların kimyasal bileşimlerinde gerçekleşen değişimler nedeniyle ortaya çıkan görüntülerden oluşmaktadır. Kimyasal bileşimler BİLGİ depolayıcıları ve aktarıcıları olduklarından MİP ile Zaman birbirleriyle iç-içedirler.

 

Bu nedenle doğada bilgi üstel (patlamalı) fonksiyon olarak gelişir ve bu nedenle Maksimum Enformasyon Prensibi doğadaki dinamik oluşum mekanizmasının (DOM) tam merkezindedir.

 

Hücrelerin insan beynini muazzam bir yorumlama ve bilgi oluşturma yeteneğiyle donatmasının nedeni şu değil midir?

Doğada her şey bilgiye göre oluşturuluyor ve gelişiyor. Hücreler milyarlarca yıllık geçmişlerinde çok farklı değişim-dönüşümlere şahit olmuşlar ve kuantsal sistemli evrenin nereye doğru gideceği kesin belli değil, çünkü her şey olasılık hesaplarına dayanıyor. Böyle bir durumda yorumlama yeteneği çok gelişmiş bir canlı türünün oluşturulması en makul işlem değil mi?

Bölüm 27f- Sinerjetik 6. Bölüm

“Information & self-organisation“ sisteminin temel bileşenleri: Simetri kırılması

 

Doğadaki yapıcılık veya yıkıcılık en temeldeki kuantsal sistemdedir. Her şey onlarla başlar ve onlar «omnipotent» (herşeye kadir)dirler. Herşeyi yapabilirlikten, belli bir şeyi yapar duruma geçilmesi durumuna “simetri kırılması” denir.  



Şekil 69 «Her şeyi yapar» durumundan, «belli bir şeyi yapar» duruma geçilmesi olayına «simetri-kırılması» denir.

 

Tepedeki bu nesne bilye gibi bir şey değildir. Tam tersine doğadaki en temel canlılık öğesidir. Gideceği yöndeki salınımlarını 360° değiştirebilir; sağa veya sola dönecek şekilde hareket edebilir; hedefte yapıcı veya yıkıcı davranabilir, vs.

 

Yani kuantsal sistem denilen en temel canlılık öğeleri doğadaki tüm oluşum ve yönlendirmelerden sorumludurlar ve evrensel ölçekli haberleşme yetenekleri nedeniyle doğadaki enerjinin en ergonomik şekilde kullanılmasını sağlayacak şekilde davranırlar.

 

Her şeyi yapabilecek yetenekteki çok devingen ve çok kısa ömürlü atom-altı-öğeler, zor-durumdan kurtulmak için, önce atomlar oluşturacak şekilde simetri kırılmasına uğrar; sonra moleküller, hücreler, bedenler vs. oluşturacak şekilde bilgiler oluşturarak doğal sistemi oluşturma işlevlerini sürdürürler.

 

Toplum hayatına sahip çıkmak ve arılar gibi onu korumak insanların görevi olmalı. Ama bu bilinci insanlara vermek devlet yöneticilerinin görevidir. Biçtiğini beğenmiyorsan ektiğine bakacaksın. Bir ülkede insanların iyi veya kötü olması, sistem gereği, devleti yönetenlerin ne ektiklerine bağlıdır. Çünkü, “Ağaç yaşken eğilmektedir ve ne ekilirse o biçilmektedir” Neyin ekileceğine ise devleti yönetenler karar verdiğine göre, bir insanın toplumsal sisteme zarar vermesinin suçu yöneticilere aittir; çünkü yöneticiler bireyi toplumsal sisteme sahip çıkacak şekilde eğitememişlerdir.”

 

Şimdi beden oluşturulurken hücrelerin geçirdikleri simetri kırılmasını görelim.

 

Alt-sistem – Üst-sistem ilişkilerinde, yapma-yeteneği alt-sistemlerde bulunduğundan, onlar kendilerine gösterilen hedefe gidecek (veyahut verilen görevi yapacak) şekilde davranırlar. Örneğin bedenimizde karaciğer, böbrek gibi yüzden fazla organ bulunur. Tüm bu farklı organlar başlangıçta tek bir hücreden oluşurlar. Kök hücre dediğimiz bu hücreye hangi organ hedef gösterilmişse, o organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar.

 

Hücreler, 2-4-8-16-vs. gibi geometrik dizi şeklinde çoğalmaya başlarlar ve bedenin temeli atılır. Blastula adı verilen bu evreye kadar, tüm hücreler birbirlerinin tamamen aynı olacak şekilde çoğalırlar ve içi sıvıyla dolu küresel bir şekil oluştururlar. Dolayısıyla, çok hücreli tüm hayvanların büyümelerinin ilk safhaları tamamen birbirlerine benzerler.

 

Bu safhadaki hücrelerden herhangi birini alıp, tekrar çoğaltmaya başlatırsanız o hücre tekrar 2-4-8-16- vs. şeklinde çoğalır ve yeni bir canlı oluşturabilir.



Şekil 70: Çok hücreli hayvanlarda simetri kırılması, "karın-boşluğu" oluşumu aşamasıyla gerçekleşir.

 

Ama bu yapı, içe doğru bir «karın-boşluğu» oluşturmaya başladığında, bedeni oluşturacak hücrelerin hepsinin kaderi ve özellikleri değişir! Hücreler öylesine kökten bir değişikliğe uğrarlar ki, artık bu hücreler bedenden koparılıp tekrar çoğalmaya bırakılırlarsa, önceki safhadaki kardeşleri gibi, 2-4-8-16 şeklinde çoğalıp, tekrar yeni bir beden oluşturamazlar. Bu yetenek kaybının nedeni simetri kırılmasıdır. Bir şeyin nasıl yapılacağı, hangi şekli alacağı, vs hep bilgiye göre olur ve bilgiler de moleküllerin kimyasal bileşimlerinde depolanır.

 

Yani kök-hücreler bedendeki tüm farklı organlardaki farklı görevleri yapacak çok yönlü bir yeteneğe sahiptirler; ama bir organda görev yapmaları istenildiğinde, diğer tüm yetenekleri kapatılıp, sadece gösterilen organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar. Kök hücre tedavisi denilen tıbbi yöntem bu simetri kırılması olayından yararlanır. Hasta bir organa yerleştirilen kök hücreler, o organı tekrar tamir ederler.

 

Dinamik sistemler fiziğinin en temel kavramlarından biri, Simetri kırılması denilen bu olaydır. Yetenek sınırlanması anlamındaki bu terim doğadaki canlılığı, yani dinamizmi anlayabilmenin ilk adımıdır. Çünkü atom-altı-öğeler doğadaki tüm olayları-gelişimleri başlatıp-sürdüren en temel canlılık öğeleridirler. Süper-simetriktirler, yani her yönde bir işlem yapabilecek yetenektedirler.

 

Şimdi alt-sistemlerin bir üst sistemde birleşebilmek için uyguladıkları yöntemi görelim.

 

Feibleman (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı eserinde , alt-sistem – üst-sistem ilişkilerinin ana-hatlarında şunları vurgular:

i-Her düzey altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

ii-Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

iv-Her zaman, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;

v-Karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

 

Toplum insanların oluşturacağı bir üst-sistemdir. Oluşturulabilmesi için "bireysellik düşüncesinin" kırılıp, "toplumsallık bilincinin" kabulü şeklinde bir simetri kırılması şarttır.

 

 

Bölüm 27g- Sinerjetik 7. Bölüm

Karşılıklı Etkileşim -karşılıklı bağımlılık parametreleri

Doğada her şey birbirine bağımlıdır, ama tüm sistemler en tabandaki kuantsal sistemle yönlendirilir, çünkü doğadaki tüm enerjilerin kaynağını kuantsal sistem oluşturur.

Şimdi varlıkların neden bir-birleriyle etkileşim ve bağımlılık içinde yaşamaya mecbur oldukları konusunu görelim.

 

Doğada yeni üst-sistemler oluştukça, enerji farklı şekillere dönüşmüş olur. Bu nedenle farklı kuvvet türleri ortaya çıkar. 


Şekil 71: Fotosentez olayında güneşten gelen fotonlar kimyasal molekül değişimi yapılarak depolanırlar.

Enerjin maddelere nasıl bağlanır?

 

Dünyamızın temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten gelen ışınlar fotosentez olayıyla şeker gibi bir madde içinde depolanırlar. Bu denklemin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri, polarizasyonları, vs.) H2O ve COmoleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır.

 

Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir enerjiye dönüşmüş olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür.

 

Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur.

 

Doğada çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.

 



Şekil 72: Bir varlığın oluşumunda, sadece bileşenlerin değil, çevredeki diğer varlıkların da katkıları vardır.

Ovadaki bitki farklı, denizdeki farklıdır. Her farklı maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar farklı çekim güçleri oluştururlar.

 

Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır.

 

Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapı türlerini algılamaya yönelik organlar oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Bu nedenle varlıklar bilgilerini sürekli geliştirmek zorundadırlar.

 

Şimdi “karşılıklı etkileşim ve karşılıklı bağımlılık” sisteminin dikkate alınmamasının yarattığı bir olayın hikayesini görelim:

Doğada tüm varlıklar birbirlerine bağımlıdırlar ve karşılıklı etkileşim sonuçlarına göre yaşarlar. Toplum iş-ve-meslek mensupları arası ilişkiler olduğundan, sadece onların aralarındaki etkileşimlere göre yasalar oluşturulmalıdır.

 

Hayatta doğru-yanlış değerlendirilmesi yapılamaz. Çünkü bir kurdun bir geyiği öldürmesi olayını doğru veya yanlış olarak değerlendiremeyiz. Kurt açısından doğrudur, çünkü onun yararınadır; ama geyik açısında kötüdür. Bu nedenle olayları tüm varlıkların yararına mı zararına mı olduğuna göre, farklı açılardan görmek zorundayız.

 

Kontrol-parametreleri + karşılıklı etkileşim

 

Amerika‘ya insan göçünün 1800-1900lü yıllarda anormal hızlanmasıyla Kuzey Amerika’da insanların doğal sistemi bozmaya başlaması hızlanır. İnsanların çiftlikler oluşturarak yaban hayvanlarının yaşam ortamlarını daraltması, yaban hayvanlarının sığır-koyun yanında insanlara da sıkça saldırmalarına neden olmaya başlar. En fazla saldırılar da kurtlar tarafından yapılır. Bunun üzerine insanlar kurtları öldürmeye başlar. Kurt katliamı özellikle Yellowstone Milli Parkı ve çevresinde o kadar aşırıya gider ki, 1926da en son kurt öldürülür ve yörede hiç kurt kalmaz.

 

Kurtların yok olmasından en fazla etkilenen hayvanlar geyikler olmuştur. Ayı, puma gibi yırtıcılar geyik popülasyonuna zarar verse de, geyiklerin sayısı hızla artmaya başlar ve kış-mevsiminde bile artık Yellowstone’dan ayrılmaz olurlar.

 

Geyikler özellikle kavak ve söğüt sürgünlerini tüketirler, bunun sonucu bu ağaçlar gittikçe azalır. Ağaçların azalması, kuş ve böcek popülasyonunu azaltır.

 

Kurtlar yok olunca, geyikler kaçmak zorunda kalmayıp, vakitlerinin çoğunu dere-kenarı gibi söğüt ve kavakların yoğun olduğu ortamlarda geçirirler. Bunun sonucu, daha az hareket edip, daha çok yemek-içmekle vakit geçirirler.

 

Sürekli geyik ayakları altında kalan otlar gelişemezler ve bitki-örtüsü fakirleşir.

Kurt korkusu altında yaşayan geyikler küçük topluluklar halinde yaşarlarken, kurt olmayan ortamlarda büyük geyik toplulukları halinde yaşarlar.

 

Kurt olmayan ortamlarda geyiklerin ölümü genelde kışın kar altında olur; dolayısıyla geyik leşinden yararlanarak yaşayan kuzgun, kartal, saksağan, çakal, ayı, böcek (kurtçuklar) gibi canlıların beslenme ortamı sınırlandırılmış olunur.

 

Kunduz gibi hayvanların kış mevsimini geçirmeleri kavak, söğüt gibi ağaçlara bağlıdır. Kunduzlar bu ağaç dallarından barajlar yapıp, özel gölsü yapılar oluşturarak yer-altı yuvalarında yaşarlar. Kunduzları sayısının azalmasıyla, onların yaptıkları barajlar ve özel gölcükler de azalır. Bu azalma:

• hem yer-altı-suyu düzeyini düşürür, kuraklık artmaya başlar,

• hem dere-kenarı kuşlarının sayısını azaltır

• hem balık popülasyonu azalır,

• yaz-kış mevsimsel farklığı artar, yağmur düzeni değişir,

• kuraklık artar, bunun sonucu orman yangınları (1988 yangını gibi) artmaya başlar,

 

Ekolojik sistemin büyük zarar görmesi, toplumda girişimlere neden olur ve 1966 yılında Yellowstone parkına kurt popülasyonunun tekrar geri getirilmesi hükümetin dikkatine sunulur ve 1995te tekrar kurt popülasyonu geri getirilir. Ve ondan sonraki yıllarda ekolojik denge tekrar normal döner.

 

Görüldüğü üzere, doğa dinamik sistemlidir ve varlıklar arasında karşılıklı bir bağımlılık (circular-causality) ilişkisi vardır. Bir üst-sistemde geçerli olacak kuralları (düzen-ölçütü = order parameter) doğrudan etkileyip, yönlendiren birçok faktör (örn. kurtlar) vardır ve bunlara kontrol-parametreleri denir. “Kontrol-parametreleri” olarak adlandırılan bir faktörün (örn. kurtların) ortadan kaldırılması, ekosistemde çığ-etkisi yapar ve tüm sistem bozulur. Çünkü tüm varlıklar karşılıklı bir bağımlılık-etkileşim (circular-causality) içindedirler.

 

Statik sistemli (yani tepeye bağımlı) hayat görüşlü kral, sultan veya liderlerin, devleti (toplumu) kendi malları sayıp, istedikleri şekilde hükmettikleri gibi, insanlar da sahip oldukları arazileri istedikleri gibi kullanmaktadırlar. İnsanların bu aymazlıkları, yukarıda açıklanan türde ekolojik bozulmalara yol açar ve doğal denge alt-üst olur. Toplumsal hayatımızın düzenli-dengeli olmasını sağlamanın da tek yolu, doğada dinamik sistemin geçerli olduğunu hatırlayıp, Yellowstone olayında olduğu gibi, denge ve düzen oluşumunu, halkın karşılıklı etkileşimlerine bırakmaktan geçer.

 

Ekolojik ortamda görülen bu doğal denge bozulması, toplum hayatında da aynen geçerlidir. Tüm toplum öğelerinin aktif olarak toplumsal sistemin kurallarının belirlenmesinde aktif rol almaları ve görüşlerini bildirmeleri bu nedenle de zaruridir.

 

Doğada bir yaratıcılık sistemi vardır ve dinamik sistemler fiziği bunu “information & self-organisation” olarak özetlemiştir. Yani doğal sistemin sahibi olan yaratıcılık bir enerji sistemidir ve en iyi bilgiye göre oluşturulan varlıkları tercih edip, kötülere yatırım yapmayan bilgi – bilinç sahibi bir sistemdir. Bir enerji alanıdır. Ama insanlık 4-5 bin yıldır yaratıcılığı varlıkların dışında olduğunu sandıkları bir güç sisteminde aradıklarından, bir türlü tabana dayalı içsel güç sistemini anlayamamaktalar. Alevilik-Bektaşilik- sufilik, vs gibi düşüncelerle semavi dinciler arası kavganın kaynağı buna dayanır.

 

 

Bölüm 27h- Sinerjetik 8. Bölüm

 

Düzen (yasa) oluşturma:

Doğada herşey proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğelerin birleşmelerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla ortaya sürekli yeni-değişik atomlar, yeni moleküller, hücreler vs. gibi gittikçe büyüyen sistemler ortaya çıkmaktadır. Bu yeni oluşan üst-sistemlerin dağılmadan bir arada tutulmaları için onları birbirlerine bağlayan ortak-yaşam kuralı (toplum hayatındaki yasalar) gibi bir düzenleme gerekir. Dinamik sistemler fiziğinde “order-parameter” veya “informator” denilen kavram buna denir.



Şekil 73: Yasa-Düzen Oluşturma

Doğal sistem büyüyerek gelişir. Büyüme atomlarla başlar, moleküller oluşturulur. Moleküllerin büyümeleriyle hücreler ortaya çıkar. Hücrelerin büyüyüp-çoğalmalarıyla da bedenler oluşurlar. Tüm bu büyümeler, öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle, yani anlaşıp-uzlaşmalarıyla (rezonans oluşumuyla) gerçekleşir. Hücrelerin birleşerek farklı türlerde hayvan veya bitki türleri oluşturmalarının nedeni doğadaki enerji dağılımının zamanla çeşitlenmesi nedeniyle, bu farklı enerji kümeleşmelerinden yaralanabilecek yeni beden tasarımları oluşturma çabalarıdır. Toplum hayatı insanların farklı iş-ve-mesleklerde uzmanlaşmaları sonucu çeşitlenen ürünlerin dağıtım ve paylaşımları sonucu ortaya çıkmaya başlar.

Dinamik sistemler fiziği, her bireyin görüşünü bildirmesini öngörür. Dolayısıyla “Her kafadan bir ses çıkması toplumsal denge ve düzen oluşumu için şart ve gereklidir.”



Şekil 74: Toplumsallaşma, insanların farklı iş-ve-mesleklerde uzmanlaşmasından sonra başlamıştır. Bu nedenle eğitimle her birey bir iş-veya-meslek sahibi yapılmadan toplumsal yaşam oluşamaz.

Ama burada şu noktaya dikkat edilmelidir. “Her kafadan” derken toplumsal yaşamın her ferdi anlaşılmalıdır. Topumun her ferdi deyince de, toplumdaki her iş ve meslek mensubu anlaşılmalıdır. Toplumda asalaklara, dilencilere yer yoktur. Bu nedenle toplumsallaşmanın ilk adımı, herkesin bir iş ve meslek sahibi olacak şekilde yetişmesini sağlayan bir eğitim sistemi oluşturmaktan geçer. Liderlik kendi dediklerine uyan kişiler istediklerinden, liderli sistemlerde gerçek bir toplum hayatı oluşturulamaz.

 

Toplum iş-ve-meslek sahipleri arası ortaklık olduğundan din adamlarının topluma hangi hizmeti sunduğu konusu öne çıkar. Öteki dünya kavramı Sümerlerin dünya ve hayat görüşüne göre tasarladıkları, cennetin gök-kubbe üstündeki hayali bir cennet ülke ve cehennemin de, yer-altındaki volkanların çıktıkları bir ateşli ortam alemi inancına dayanır. Hayat sadece güneş gibi yıldızlar çevresindeki yaşama-uygun kuşak denilen gezegenlerde oluşabilmektedir. Günümüzde gökyüzü ve uzay oldukça ayrıntılı olarak bilinmektedir. Güneş sistemi içinde dünyadan başka bir gezegende insanın yaşayabileceği bir başka dünya yoktur. Başka yıldızların gezegenlerinde yaşam olanağı bulunan bir gezegen var ise, o gezegenin kendisine has bir canlılar alemi olacaktır ve bizim dünyada yaşayanlar o dünyada yer olmayacaktır. Bunlar doğa-bilimsel gerçeklerdir, dolayısıyla din-adamları asırlardır insanları kandırarak yaşayan, dolayısıyla toplum hayatına hiçbir katkısı olmayan bir kesimi temsil emektedirler.

 

Bedenlerimizin yaratıcısı olan hücreler hiçbir bedeni diğerinin aynısı olacak şekilde oluşturmaz. Bu nedenle her insan bir diğerinden farklıdır. Kiminin ses telleri şarkıcı olmasına uygunken, kimininki değildir. Bu nedenle, bedenlerin hangi mesleklerde başarılı olacakları genetik yapılaşmayla ilişkilidir. Dolayısıyla, her insan her meslekte aynı başarıyı gösteremez. Bu nedenle insanlar, hücrelerine gösterecekleri hedefleri (yani toplum hayatında üstlenecekleri hizmetleri) kendi hücrelerine “sorarak” kendileri belirlemek zorunadırlar. Hiçbir insan diğerinden üstün değildir. Her insanın kendine has bir değeri vardır ve o değeri keşfedilirse, toplum o insanın enerjisinden yararlanır ve kalkınır. O gizli değer ancak ve ancak çocuklar özgür bırakılıp, benim çocuğum “doktor, mühendis, vs olacak” türde yönlendirmelere maruz kalmazsa ve toplumda hiçbir meslek diğerinden üstün görülmezse ortaya çıkar. Bedenimizde yüzlerce farklı organda görevli hücre çalışır. Bir beyin hücresi, bir popo hücresini hor görür mü? Hayır, çünkü onlar birbirlerine bağımlıdırlar. Toplumlarda da durum aynıdır, her bir meslek sahibi bir alanda bir hizmet üretir ve binlerce farklı hizmeti başkalarından alır.

 

Günümüzde bunun sıkıntılarını yaşıyoruz, yüzlerce faklı iş ve meslek mensupları sorunlarının çözümünü tepedeki birinden bekliyorlar. Bu işlem tepedeki birilerinin çözeceği bir şey değildir. Tepedekilerin yapması gereken tek şey, iş ve meslek mensupları (odalar, vs.) arası bir konsey oluşturarak onların kendi aralarında bu sorunu çözmeleridir. Ama bunun da tek yolu, millet meclisi denilen yasa oluşturucu kurulun adını “İş ve meslek mensupları meclisi” olarak değiştirmekten geçer. Başkanlık diye bir sistem olamaz, çünkü yasalar tüm “iş ve meslek temsilcileri meclisi” kararı olarak ortaya çıkmalıdır.

 

Toplumun kendilerine ait olduğu ve kurallarının da kendilerinin oluşturacakları bir meclis tarafından yapılması gerektiği bilinciyle yetişen hiçbir insan topluma zarar verecek bir davranışta bulunmaz.

 

Hiçbir mevcut yönetici, bu bilgilerin duyurulması için çaba göstermez, çünkü onların çıkarlarına terstir. Bu nedenle “Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu ve kurallarını da kendilerinin oluşturmaları gerektiği” bilgisini halka vermekten başka bir çıkar yolu yoktur.

Sorunlarımızı çözmenin tek yolu budur. Bilgi tohum gibidir, dağıtıldıkça çoğalır. Halkımıza bu bilginin aşılanması umuduyla.

 

 

Bölüm 27i- Sinerjetik 9. Bölüm Attractor = Çekim Merkezi

ve DEĞERLENDİRME

Kısa ömürlü, çok devingen ve en temel canlılık unsuru olan kuantlar rahatlamak için üst-sistemlerde önce atom sonra molekül, hücre, hayvan gibi artan ömürlü ve çok çeşitli varlıklar oluşturarak bilgi-artışına dayanan dinamik sistemli doğayı oluşturmayı sürdürmektedirler. Bu nedenle doğa sürekli bir gelişme içindedir, ve bu gelişme BİLGİye göre yapılmaktadır.

Her yeni bilgi yeni bir madde, yeni bir varlık oluşumuna yola açar. Her yeni varlık ise yeni bir çekim-merkezi oluşturur. Bu yeni varlıktan yararlanmak isteyen varlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu defa bu yeni varlıklardan yararlanmak isteyenler ortaya çıkar, vs.

 



Şekil 75: Toplum iş-ve-meslek mensupları arası ortaklık olduğundan kuralları onlar tarafından oluşturulmalıdır.

 

İşte bu şekilde doğadaki basitten gelişmişliğe doğru ilerleyip-gelişen-evrimleşen dinamik = canlı doğa ortaya çıkmış olur. Ve doğadaki bu gelişim tam bir BİLGYE dayalı evrimleşmedir. Bu nedenle Maksimum Enformasyon Prensibi (MEP) doğal sistemin temel taşıdır. Hücrelerin “yaratıcılık yetenekli” yani BİLGİ oluşturucu bir beyne sahip insan gibi bir canlı türü oluşturmasının temel nedeni, doğada MEP sisteminin egemen oluşudur.

 

Toplum biz insanların karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarımız sayesinde oluşturacağımız bir ÜST-SİSTEMdir. Bunun için bireysellik davranış özelliğimizin kırılması ve toplumsal davranış bilgilerinin yerleştirildiği bir zihinsel değişim gereklidir. Yani MEVCUT SİMETRİMİZ KIRILMALIDIR.

 

Her türlü işlem veya oluşum mutlaka enerji gerektirir. Tüm enerjilerin kökenini ise yukarıda açıklanan kuantlar, örn. fotonlar oluşturur. Fotonların maddelere bağlanma şekline en güzel örnek, fotosentez olayında görülür. Fotosentez olayında, bitkilerin yapraklarında bulunan kloroplast adlı madde, bir fabrika gibi işlem yapar ve eşitliğin sol tarafından aldıklarını, sağ tarafındaki ürünlere dönüştürür.

 

6 H2O + 6 CO+ Güneşten gelen fotonlar = C6H12O6 + 6O2

 

Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri H2O ve CO2. moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur.

 

Düşünün ki, bir varlığın hiç alıcısı –yani onu tekrar parçalarına ayıran bir başka varlık– yok. O durumda, o varlık için zaman durmuş olur, çünkü ömrü sonsuzlaşmıştır! O durumda, çevresindeki her şey değişip-dönüşürken, o varlık çevresiyle ilişkisiz bir sistem oluşturmuş olur ki, doğada çevresinden etkilenmeyen, çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Bu nedenle zaman “değişim-dönüşüm” ürünü, sonucu ve göstergesidir. Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut ebediyet gibi bir sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.

 

İşte bu durum atalarımız tarafından anlaşılamamıştır. Atalarımız canlılık oluşturan, enerji veren şeyi, varlıkların kendi iç bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde olduğunu varsaydıkları ebedî bir ekstra varlıkta aramışlardır. Dolayısıyla sürekli değişim-dönüşüm içinde bilgi oluşturarak kendi kendilerine örgütlenip-gelişen, zaman içinde daha karmaşık üst-sistemler oluşturacak şekilde bir evrimsel gelişim düşünülememiştir.

 

Dağdaki bitki türleri farklıdır, ovadaki farklı, denizdeki farklıdır. Her bir farklı bitki türüne uyum sağlamış bir sürü canlı oluşur. Bu canlıların yedikleri bitkiler farklı olduğundan, kendi bileşimleri de değişik protein bileşimleri gösterirler. Bu defa bu canlıların gövdelerini yiyecek başka canlı türleri oluşur. Kısacası doğada sürekli yeni “attractor=çekim merkezi, hedef”ler ortaya çıkar.

 

Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri (veya foton türleri) oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır.

 

Salınımcılar sürekli hareket halinde oldukları için çok enerji harcarlar ve bu nedenle, birleşip atom, molekül, hücre gibi üst-sistemler oluşturarak, daha az enerji harcayan durumlara geçme çabası içindedirler. Enerji taşıyıcıları olan bu temel canlılar çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapılaşma türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar.

 

 

Bölüm 28-“Bir şeyler yaratan” İnsanın Oluşturulması

Bölüm 28a: Giriş

BİLGİnin doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin merkezinde olduğu “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği verilerinden anlaşılmaktadır.

 

Doğayı oluşturan kuantsal sistem canlıdır, bilinçlidir. En iyi bilgilere göre oluşturulan en ergonomik yapıları tercih edip, kötüleri terk etmektedir. Böylece doğa ve dünyayı sürekli bir evrimsel sürece sokmuştur. Anında tüm evrenle etkileşim içinde olan ve bilgi oluşturup, olasılık hesapları yaparak evreni oluşturan bir yaratıcılıkla karşı karşıyayız. Bedenimiz böyle mucizevi özellikli atomlarca oluşturulmaktalar.

 

Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Değişim-dönüşümlerin başlangıç noktası on küsur milyar yıl öncelerine dayanır ve o anda her şeyin atom-altı-öğeler dediğimiz enerji dünyası veya kuantsal alem olduğu anlaşılmaktadır.  Kuantum fiziği ve dinamik-sistemler-fiziği bölümlerinde gösterildiği üzere, doğal sistem bilgi oluşturularak enerjinin daha ergonomik ve rahatlatıcı şekilde kullanılmasını sağlayacak kimyasal oluşumlar yapılarak gelişmektedir, yani bir evrimleşme söz konusudur. Bu nedenle bilgi dediğimiz mucizevi faktör üstel (patlamalı) fonksiyon olarak gelişir ve bu nedenle Maksimum Enformasyon Prensibi doğadaki dinamik oluşum mekanizmasının (DOM) tam merkezindedir.

 

Hücrelerin insan beynini muazzam bir yorumlama ve bilgi oluşturma yeteneğiyle donatmasının nedeni evrensel düzeydeki bu evrimsel gelişime uygun bir beden tasarımı çabasıdır.

 

Doğada her şey bilgiye göre oluşturuluyor ve gelişiyor. Hücreler milyarlarca yıllık geçmişlerinde çok farklı değişim-dönüşümlere şahit olmuşlar ve kuantsal sistemli evrenin nereye doğru gideceği kesin belli değil, çünkü her şey olasılık hesaplarına dayanıyor. Böyle bir durumda yorumlama yeteneği çok gelişmiş bir canlı türünün oluşturulması en makul işlem değil mi?

 

Her canlı hücrelerden oluşur ve hücreler canlının gereksinimlerine uygun şekilde organ veya organeller oluşturarak canlının doğal koşullara uyumlu davranmasını sağlarlar.

 

İnsanı oluşturan hücreler bu temel ilkeyi biraz genişleterek davranmışlar ve çevreyi çok geniş tasarlayan bir yola sapmışlardır. Nedir o geniş tasarım?

 

Bir canlının yaşamını etkileyen faktörler öncelikle en yakın çevre koşullarıdır. Fakat uzun vadede düşünülünce, o anki coğrafik koşullar jeolojik zaman dikkate alındığında, değişebilmektedir. Yeryuvarının taşküresi birçok parçadan oluşur ve bu parçalar okyanuslarda yüzen buz-dağları gibi, yer değiştirmekte, kah ekvator gibi sıcak bölgeye, kah kutup gibi soğuk bir bölgeye göçebilmektedir. Ayrıca dünyamıza sık-sık göktaşları düşebilmekte ve hayat koşullarını anormal etkileyebilmektedir.

 

Başka hiçbir canlı,

Dünyamız nasıl oluştu,

Dünyamızdan başka yerlerde de hayat var mı?

Güneş nasıl oluştu?

Evren nasıl oluştu?

Hayat nedir, niçin doğum-ölüm döngülü?

gibi düşünceler üretmez.

 

Ama biz insanlar sürekli olarak yeni bilgiler oluşturmakta, bu yeni bilgilere dayanarak yukarıdaki gibi yüzlerce soruyla meşgul olmaktayız. Bu tür düşüncelere uğraşan bir insan beyni tasarlayan hücrelerin böyle bir tasarıma yönelmelerinin nedeni maksimum enformasyon prensibine uygun davranarak doğa, dünya, hayat hakkında en doğru bilgileri edinerek hem toplumsal sorunlarını çözmek hem de hayatın evrensel evrimleşmesine uygun olarak davranmak ve cehenneme dönüştürülen bu dünya hayatını tekrar doğal güzergâhına çekmektir.

 

3.5 milyar yıllık bir geçmiş deneyim bilgisine sahip olan insan hücrelerinin insan beynini, çok farklı senaryolar üretecek, çok geniş çerçeveli düşünüp- davranacak bir yetenekle donatmış olmalarının nedeni bu olmalıdır.

 

Dolayısıyla insanlık bilgiye hasrettir. Peki bilgi nerde üretilir?

Maalesef şimdiye dek, bilginin bir Doğa-Üstü-Güç (DÜG) sisteminde olduğu ve varlıkların birer robot gibi bu DÜG sisteminin oluşturduğu yasalara uyarak yaşaması gerektiği şeklinde çok ama çok yanlış bir doğal sistem bilgisi (veyahut bu görüşün temelini oluşturan dinsel bilgiler) verilmektedir. Halbuki doğa sistemde DÜG sistemi yoktur Doğa-Altı-Güç (DAG) sistemi vardır. Ve bu DAG sistemi kuantum fiziği ve dinamik-sistemler-fiziği ilkelerine göre işlemektedir.

 

Doğada her şey bilgi ile yapıldığından, hücreler BİLGİ oluşturmayı en ön plana alan, yaratıcı özellikli İNSAN türünü oluşturur.

 



Şekil 76: İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya alan bir hücresel tasarımdır.

 

Şekilde görüldüğü üzere insan beyni korteksinin çok büyük bölümü, beyaz renkte gösterilen yorumlama bölgesine ayrılmıştır. Duyu organlarına ayrılan turuncu bölge ve hareket organlarına ayrılan lacivert bölge çok az yer kaplar. Bu durum maymunlarda dengelidir, kedilerde ise, yorumlamaya ayrılan bölge çok daha küçülmüş, buna karşın hareket ve duyu organlarına ayrılan bölgeler çok büyüktür. Farede ise, yorumlama bölgesi yok denecek kadar küçülmüştür.

 

Bu nedenle biz hayvanlar kadar iyi hareket edemeyiz, onlar kadar göremeyiz, işitemeyiz, koklayamayız, vs. Ama muazzam bir hayal kurma ve yorumlama yeteneğimiz vardır. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.

 

Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturucu-yaratıcı” özellikli bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.

 

İnsan yaratıcılığı sayesinde doğayı çok değiştirmektedir. Böylelikle doğal sistem dengesi alt-üst edilmiş, evrensel ölçekte ilerlemekte olan evrimsel gelişim olumsuz etkilenmiştir. İnsanlığın bindiği dalı kesen bu yanlış davranışının nedeni kendisine doğal sistem ve hayat hakkında yanlış bilgi verilmesindendir. 

 

Yanlış bilgilerin en kötüsü toplum yönetim ve sahipliğinin kutsal soylu olduğuna inanılan kişilerde olmasına dayanan devlet sistemidir. Devlet tepeden sahiplenince insanların yaşadıkları topraklar “tepedekinin mülkü” sayılmıştır. Bu durum tepedekiler arasında mülk mücadeleleri başlatmış, savaşlarda patlayan bombalar, kullanılan zehirli maddeler vs. ile hem insan hayatları hem doğal sistem tahrip edilmeye başlanmıştır.

 

İnsan insanlık dediğimiz günümüz dünyası özelliklerini aniden bir defada kazanamamıştır. Bu özellikler milyonlarca yıllık süreç içinde asım-adım ve sürekli yeni bilgiler oluşturularak, adım-adım kazanılmıştır.

 

Bölüm 28b- İnsanlaşmanın aşamaları-1

Günümüz insanlığı milyonlarca yıldır beynini geliştirerek bu günkü bilgi oluşturucu ve yaratıcılık yeteneğine ulaşabilmiştir. 

 

İnsanlık milyonlarca yıldır devam etmekte olan bir gelişim içindedir. Bu gelişim, hücrelerin bilgi oluşturmayı en ön plana alan bir canlı türü olarak planladıkları insan beyninin gelişim evreleriyle sürmektedir. İnsan beyninin tüm doğa ve dünya olaylarını değerlendirerek doğadaki hayat sistemi gelişimini dikkate alacak muazzam bir bilgi oluşturma ve yorumlama yeteneğiyle donatılması pek kolay olmamıştır. Çünkü beynin büyüklüğü kadınların leğen kemiği yapısıyla ilişkilidir. Ana karnında beyin çok büyütülürse, doğum zorlaşır. Bu nedenle insan türünün oluşumu bu leğen (pelvis) kemiğinin büyütülmesiyle başlamıştır.

 




Şekil 77: Lucy adı verilen 3.2 milyon yıl önceki insansının pelvis boşluğu çeperi 20 cm kadardır. 1.2 milyon yıl öncelerinin Homo erectus’ta bu boşluk çeperi 35 cm, günümüz insanında ise 39 cm olmuştur.

 

 Şekilde görüldüğü üzere, kadınların pelvis boşluğu zaman içinde gittikçe büyütülerek daha büyük beyinli çocuklar doğurulması sağlanmıştır. Ama beynin gelişmesi sadece pelvis boşluğunun büyütülmesiyle sınırlı kalmamış, beynin içindeki hücrelerin de daha iyi organize edilerek, daha ergonomik ve doğal sistem gelişimine uygun bedenler oluşturulması yönünde ilerlemeler yapılmıştır.

 



Şekil 78: 2.5 milyon yıllık insanlık geçmişinde, en fazla değişiklikler beyinsel donanımda olmuştur.

Bu süreçte özellikle frontal ve parietal loblarda düzenlemeler yapılarak çok farklı zihinsel yetenek gelişimleri oluşturulmuştur. Bu yeteneklerden en önemlileri şunlardır:

Öz-farkındalık: Kendini ayna karşısında tanıyabilme yeteneği Homo erectus ile başlar.

Empati kurabilme: diğer insanların zihnine girebilme ve onların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini bilebilme becerisi Homo s. neandertalensis ile başlar.

İçe-bakışçı benlik ve zamansal bellek: Bir insanın başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünebilmesi içe-bakışçı benliktir. İnsanların süslenmesinin temelinde bu duygu yatar. Modern insanlarda vardır.

 

Görüldüğü üzere insanların zihinsel yetenekleri zaman içinde gelişmektedir. 1 milyon yıl önceki insanlarda günümüzdekilerdeki gibi bir tanrı arayışı yoktur. Tanrı denilen kavram sadece günümüz insanlarında vardır. Bu konuda ayrıntılı bilgiler https://tanriyianlamak.blogspot.com/2020/11/beyin-ve-tanri-1.html adresli blog sayfasındadır.

 

O makalede görüleceği üzere, tanrı denilen bir kavram, insanın kendisinin bir şeyler yapıp, yeni bir şeyler ortaya koyduğunu fark edecek bilinç düzeyine ulaşmasından sonra başlar. Kendisinin balta, mızrak, heykel, kayık gibi yeni bir şeyler ürettiğini gören insan, kendisinin nasıl yaratıldığını düşünmeye başlar. Kendisinin taşları yontarak bir heykel yapması gibi, kendisinden çok daha büyük bir varlığın da insana şekil ve “soluk” verdiğini tasarlar.

 

Halbuki hayvanları evcilleştirmişler, bitkileri ıslah etmişlerdi. Yani bir canlının nasıl oluştuğunu görüyorlardı. Nitekim bunları gören Anadolu çiftçileri gibi başka toplumlar doğal sistemin canlı olduğunu fark edip, yaratıcılık yeteneğinin varlıkların içsel bileşenlerinden kaynaklandığını hissedip, Alevilik, Şamanizm, Taoizm gibi günümüz doğa-bilimsel bilgilerine yakın görüşler ortaya koymuşlardı.

 

Ama Sümerler gibi Basra-Hürmüz-Ovasındaki göldeki adalarda yaşayan insanlar, binlerce yıl, dağ tepelerindeki ergiyen kar ve buzulların oluşturdukları her yıl tekrarlanan sel felaketlerinden o kadar çok etkilenmiş ve korkmuşlardı ki, yaratıcıyı insansı varlıklar olarak tasarlamışlar, tanrıların birbirleriyle evlendikleri, çocuk sahibi oldukları ve o çocukların da kutsal krallar olarak insanları yönettikleri şeklinde çok farklı bir inanç sistemi oluşturmuşlardır.

 

Özetle şu denilebilir: İnsan beyni zamanla gittikçe daha iyi bilgiler üretecek şekilde gelişmektedir. Bu farklı düzeylerdeki gelişimlere göre de insanlar farklı hayat görüşleri oluşturmuşlardır.

 

2.5 milyon önceki insanın hemen hemen hiçbir hayat görüşü yoktur, onun beyni sadece sert taşlardan (çakmak taşı) kesici yongalar üreterek, bunlarla yaşamını daha kolay hale getirmiştir.

 

1 milyon yıl önceki insan çakmak taşlarını kırarken çıkan kıvılcımlardan ateş yakmasını da öğrenebilmiş ve kontrollü olarak ateş yakabilmiştir. Ateş sayesinde hem soğuk ortamlarda yaşamı kolaylaşmış, hem pişirmeyle yedikleri daha kolay sindirilir olmuş, hem de yaban hayvanlarına karşı savunması kolaylaşmıştır.

 

2-3 yüz bin yıl önceki insanların beyni daha gelişmiş, çevresindeki insanlarla empati kurup, onlarla daha kolay anlaşıp-uzlaşarak yaşamı daha da kolaylaştırmıştır.

 

50 bin yıl önceki insanların beyni daha gelişmiş, ve kendisini diğer insanlara nasıl beğendirip, onlarla nasıl daha iyi yaşanabileceğini öğrenebilmiştir.

 

10 bin yıl önceki insanların beyni daha gelişmiş, çevresindeki insanları rakip olarak değil, iş-birliği ve iş-bölümü ortaklıkları yaparak toplum-denilen koloni yaşamı sistemi oluşturacak düzeye yükselmiştir.

 

Tüm bu oluşum ve gelişimler insanların beyinlerinde gerçekleşen sinaps-oluşumları, yani BİLGİ üretimi sayesinde gerçekleşmiştir. Höyük tipli Anadolu kültüründe insanların KAFATSI-KÜLTÜ gibi inançlara yer vermeleri, BİLGİNİN beyinde (kafatası) içinde geliştirildiğine inandıklarını gösterir. Yani Atlantis Ovasından 10-12 bin yıl öncesi göçmüş olan insanlık, bilginin beden içinde (beyinde) oluşup-geliştiği inancındadırlar.

 

Atlantis-Ovası içindeki adalarda yaşayarak 6-7 bin yıl öncesine kadar sürekli su ve sel taşkınlarıyla mücadele ederek yaşayan bir kavim olan Sümerler tam tersi bir hayat görüşü geliştirmişler ve BİLGİNİN beden içinde değil, beden dışındaki Tanrı dedikleri kutsal varlıklarca oluşturuldukları ve “uygarlık sanatı bilgileri” adını verdikleri “ME” adlı bir mesaj sandığı içinde insanlara verildiği şeklinde bir hayat görüşü ileri sürerler.

 

UYGARLIK SANATI BİLGİLERİ adı üzerinde toplumsal davranış bilgileri anlamındadır. Yani bir toplumda insanların nasıl davranmaları gerektiği bilgileridir.

Peki toplumda insanlar nasıl davranmalıdır? Tepeden gelen emirlerle mi, karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla mı?

 

 

Bölüm 28c- İnsanlaşmanın aşamaları-2

Psikiyatri gibi beyin-ruh ilişkileri ve de antropoloji uzmanı bir bilim adamı olan Edwin Fuller Torrey’in yeni (2017) çıkan “Evolving Brains, Emerging Gods: Early Humans and the Origins of Religion = Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk İnsanlar ve Dinlerin Kökeni” adlı eseri de insanlığın nasıl evrimleştiği konusunda bilgiler içermektedir.

 

Şekilde görüldüğü üzere, insanlık üç çok farklı beyin büyümesi aşamasından geçerek günümüz modern insanlığına ulaşmıştır. Bunlar Homo habilis, Homo erectus, ve Homo sapiens olarak bilinir. Homo sapiens’in de arkaik ve modern olmak üzere iki alt türü vardır. Arkaik türün en tanınanı neandertal insanıdır.



Şekil 79: İnsanlaşma sürecinde özellikle frontal ve pariyetal loblarda gelişmeler olmuştur.

Canlıların gelişmesi, bilgiye göre olur. Bilgi de nesilden nesile aktarılarak birbirleriyle bağlantılı gelişimler ortaya çıkarır. Bu durum Ernst Haeckel tarafından 1866’da  “ontogeny recapitulates phylogeny = bireysel gelişim evrelerinde soy geçmişi kayıtlıdır” şeklinde ifade edilmiş ve “Haeckel’s biogenetic law” olarak literatüre girmiştir.



Şekil 80: Bireysel gelişimde, canlının soygeçmişi özetlenir: (1) numara 2 milyar yıl, (2) numara 650 milyon yıl, (3) numara 500 milyon yıl, (4) numara 350 milyon yıl, (5) numara 200 milyon yıl önceki atalarla ortak bilgiler.

 

Torrey, insanın geçmişinde görülen bu üç farklı beyin büyüklüğünün günümüz çocuklarının büyüme aşamalarında da görüldüğünü dikkate alarak, günümüz insanının çocukluktan ergenliğe kadar olan evrede gösterdiği davranış değişimlerinin, ataları olan habilis, erektus ve neandertal türleriyle benzerlik gösterip-göstermediğini araştırmıştır.



Şekil 81: Haeckel'in biyogenetik kuralının insanın bireysel gelişiminde de geçerli olduğunu Torrey (2017) yayınında göstermiştir.

 

Bunu saptamak için beyinlerin büyümesi evrelerindeki nöronal = sinirsel bağlantı ilişkilerini gösteren manyetik rezonans görüntüleriyle (MRI), bir kişiden başka birinin ne düşündüğünü düşünmesi istenerek bu sırada fMRI ile hangi beyin bölgelerinin harekete geçirildiği belirlenebilir.

 

Beyin bölgeleri arasındaki bağlantıları değerlendirmede yararlı olan difüzyon tensör görüntüleme (DTI) işlemleri sonuçlarından yararlanılır. Yakın zamanlarda kullanıma giren difüzyon tensörü görüntüleme (DTI) tekniği canlılarda beynin beyaz madde bağlantı yollarım ilk kez görüntüleyebilmemizi sağlamıştır. Beyinde bugüne kadar 15’in üzerinde farklı bağlantı yolu tespit edilmiştir.

 



Şekil 82: Bizi insan yapan beceriler açısından önemli olan beyaz madde bağlantı yolları.

Çocuklar ve genç yetişkinler üzerinde yapılan DTI incelemeleri ile her yolun farklı yaşlardaki olgunlaşma derecesini değerlendirmek mümkündür. Bazı bağlantı yolları doğumdan kısa bir süre sonra olgunlaşır. Örneğin, iki beyin yarımküresini birbirine bağlayan büyük bir yol olan korpus kallozum böyledir.

 

Doğumdan kısa bir süre sonra olgunlaşan bir diğer beyaz madde yolu da prefrontal beyin bölgesini beynin arka kısmındaki oksipital lob ve görsel kortekse bağlayan inferior longitudinal fasikulustur (alt boylamsal sinir demeti). Buna karşın, dört beyaz madde bağlantı yolu en son olgunlaşanlar arasında olup, bunlar modern Homo sapiens in insan hâline gelmesinde çok önemli rol oynayan beyin bölümlerini birbirine bağlar. Bu dört bağlantı yolu superior longitudinal fasikulus (üst boylamsal sinir demeti), arkuat fasikulus (kavisli sinir demeti), unsinat fasikulus (çengelsi sinir demeti) ve cingulum’dur (singulum). Tüm bu sinir demetleri yukarıdaki şekilde gösterilmiştir.

 

 

Bölüm 28d- İnsanlaşmanın aşamaları-3

İnsan beyninin evrimini incelemek için çocukların bilişsel gelişiminden yararlanılır. Çocuklarda şu bilişsel gelişim aşamaları tipiktir:

 

(1)- Öz-farkındalık = Kendini tanıma yaşı 



Şekil 83: Yeni doğan çocuk genetik olarak zekidir, ama zihni boştur. 3 yaşlarında çocuk kendini aynada fark eder, 12-13 yaşlarında empati duygusu gelişir, ergenlikte içe-bakışcı benliğe kavuşur.

 

Öz-farkındalık ne demek?

 

Yaşları üç ay ile yirmi dört ay arasında değişen çocuklarla bir deney yapılır. 88 çocuk birer birer aynanın önüne konur ve kendisini tanıyıp-tanıyamadığına bakılır. “Bu kim?” diye sorulur. Kendisini tanımasını kolaylaştırmak için her çocuğun burnuna kırmızı bir işaret sürülmüştür. Çocuğun burnuna dokunması veya aynada burnunu incelemesi durumunda kendini tanıyacağı varsayılır. On sekiz aydan küçük çocukların hiçbiri kendisini tanımaz. On sekiz ila yirmi ay arasında çok az çocuk bunu yapabilmiştir. Yirmi ile yirmi dört ay arasındaki çocukların üçte ikisi kendini tanır. Bu, aynı zamanda çocukların “ben” ve “benim” gibi kişi amirlerini kullanmaya ve “Ben top atıyorum” gibi kendileri hakkında konuşmaya başladıkları gelişim aşamasıdır. Tüm bunlar oluşmaya başlayan öz-farkındalığın göstergeleridir (Torrey 2017, s. 61)

 

(2)- Empati kurabilme:

Empati diğer insanların zihnine girebilme ve onların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini bilebilme becerisidir.

Çocukların ne zaman empati yeteneği kazandığını saptamak için Sally-Anne testi olarak adlandırılan standart bir senaryo kullanılır.

Sally bir top alır ve sepetine gizler. Daha sonra odayı "terk eder" ve yürüyüşe çıkar. O yokken, Anne sally'nin sepetinden topu alır ve kendi kutusuna koyar. Sally daha sonra geri döner.

 

Şimdi çocuklara şu soru sorulur: "Sally topu nerede arayacak?"

 

Bir çocukta zihinsel gelişim tamamlandıysa “Sally'nin topu kendi sepetinde arayacağını” söylemesi gerekir. Bu şekilde cevap veren çocuklar genellikle 4 yaşından büyük çocuklardır.

 

Dört yaşından küçük olanların ve otistik çocukların çoğu ise Sally’nin topu, şu an olduğu yerde (yani Anne’nin kutusunda) olduğunu söyleyeceklerdir.

 

Dört yaşından itibaren, çocuklar başkalarının zihnine girme becerisine sahip olmaya başlarlar. Böylece Sally’nin topu en son bıraktığı yerde, sepetin içinde arayacağını söylerler. Çünkü Sally topun hâlâ orada olduğunu düşünmektedir.

 

Buna Torrey  “empati kurabilme anlamında = birinci derece zihin kuramı” der, başkalarının düşüncelerine karşı farkındalık anlamına gelir.

 

Çocuklarda empati duygusunun dört yaş civarında gelişmeye başladığı ve on bir yaş civarına kadar gelişmeye devam ettiği görülmektedir. Çocuklardaki bu farkındalık çocuğun iki yaş civarında kendisini fark etmesinin ardından gelişir.

 

(3)- İçe-bakışçı benlik ve zamansal (otobiyografik) bellek

Bir insanın başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünebilmesi içe-bakışçı benliktir. İnsanların süslenmesinin temelinde bu duygu yatar. 

 

Çocuklar iki yaş civarına geldiklerinde aynada kendilerini tanıyıp tanıyamamaları ile değerlendirilen bir özfarkındalık geliştirirler. Homo erectus’un yaklaşık 1,8 milyon yıl önce buna benzer bir öz-farkındalık kazanmış olduğu arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır.

 

Yaklaşık dört yaşına geldiklerinde çocuklar, Sally-Anne testinde gösterildiği gibi başkalarının düşüncelerine karşı da bir farkındalık geliştirmeye başlarlar. Arkaik Homo sapiens’in (neandertal) türünün bu empati kurma yeteneğini aşağı yukarı 200.000 yıl önce kazanmış oldukları anlaşılmaktadır.

 

İçe-bakışçı benlik kişinin kendi benliğini bir nesne olarak görmesini gerektirir. Bu sadece bir aynaya bakıldığında kendini tanımak değil, diğer insanlara nasıl göründüğünüzü, onların sizi nasıl gördüğünü ve onların sizi nasıl gördüklerine dair düşüncelerinizi de içerir. Arkeolojik bulgular bu özelliğin eski insanlarda yaklaşık 100 bin yıldan sonra görülmeye başladığını göstermektedir. Bu da içe-bakışçı benlik özelliğinin arkaik insanların son dönemlerinde de geliştiğini gösterir.

 

 

Bölüm 28e- İnsanlaşmanın aşamaları-4

Homo habilis- Zeki beyin, ancak boş zihin

Yeni doğan bir bebeğin beyni, ilk şekildeki Australopitecus beyni, yani 400 cm3 kadardır. Bebekler büyüdükçe beyinleri de büyür. Bebeklerin beyinlerindeki büyümenin en fazla olduğu yerler frontal ve parietal bölgelerdir. Homo habilis’in beyninde de frontal ve parietal bölgeler diğer insansı’lara oranla çok fazla büyümüştür. Bu nedenle ilk insan türü olan H. habilis çok daha zeki olmuştur.

 

Homo habilis konusunda bir uzman olan Phillip V. Tobias, şunları yazar: (The brain of Homo habilis: A new level of organization in cerebral evolution. Journal of Human EvolutionVolume 16, Issues 7–8, November–December 1987, Pages 741-761)

 

“Homo habilis kafatasları “beyne ait madde miktarındaki artışın... esas olarak frontal ve parietal loblarda daha çok, temporal ve oksipital loblarda ise daha az” olduğunu göstermektedir. Özellikle frontal lobda “yanal bölümlerin belirgin biçimde yeniden şekillenmiş olduğu” görülür ve parietal lobda hem yukarı parietal lobül hem de aşağı parietal lobül “özellikle iyi gelişmiştir”.

 

Homo habilis şu şekilde tanıtılır:

“Bir zamanlar insanların atası olan, bilinçten yoksun hayvanlar vardı. Ancak bu, bahsedilen hayvanların beyninin olmadığı anlamına gelmiyor. Kuşkusuz, bu atalar iç kontrol mekanizmaları birçok bakımdan bizimkilerle aynı olan, algı yeteneğine sahip, zeki ve karmaşık bir şekilde dürtüsel yaratıklardı. Fakat sahip oldukları mekanizmanın farkına varmış değillerdi, üstelik bunun varlığı hakkında da hiçbir fikirleri yoktu. Akıllı beyinlere sahiptiler ancak zihinleri boştu. Zekâları duyu organlarından gelen bilgiyi algılıyor ve işliyordu ama zihinleri eşlik eden herhangi bir duyunun bilinçli bir şekilde farkına varmaktan yoksundu. Söz gelimi, zihinleri eşlik eden herhangi bir duygunun bilincinde olmaksızın, beyinleri açlık ya da korku ile harekete geçiyordu, beyinleri istemli eylemlerde bulunurken zihinleri buna eşlik eden iradenin farkına varmıyordu... Ve böylece, bu atalar davranışlarına dair iç-görüden habersiz yaşamlarını sürdürmekteydiler.” Torrey 2017, s. 47.

 

Homo habilis’in zekâsına ilişkin diğer bir kanıt, alet olarak kullanmak amacıyla işe yarar belirli türlerde taş elde etmek için kilometrelerce yol kat etmeleridir. “Zeki beyin, ancak boş zihin” ifadesi Homo habilis’in özünü tam olarak yakalamış gibi görünüyor.

 

Homo erectus- Öz-farkındalıklı beyin

Homo habilis yaklaşık 2 milyon yıl öncelerine kadar yaşamış, sonra ondan evrimleşen yaklaşık 950 cm3 beyinli Homo erectus onun yerini almıştır.



Şekil 84: Homo habilis ve Homo erectus beyinleri

Bu Homo erectus Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Homo erectus odundan iki ucu sivriltilmiş mızraklar ve büyük el-baltaları gibi daha gelişmiş aletler yapma becerileri yanında “Ateş yakması”nı da keşfeden insan olarak bilinir.

 

Homo erectus kafataslarını inceleyen araştırmacıların Homo erectus’un beyni “modern insan beyniyle ilginç benzerlikler” gösterdiklerini, bu benzer özellikler arasında ön singulat, insula ve alt parietal alanların da bulunduğunu saptarlar. (Singulat ve insula korteksin daha derinlerdeki en son gelişen bölgelerdir.)

 

Söz konusu alanların bilinen çok sayıda fonksiyonu olsa da paylaştıkları tek işlev öz-farkındalıktır.

 

Homo erectus’un “farkındalığı olan benlik =öz-farkındalık” denilen beyinsel gelişime ulaştığı anlaşılmaktadır. Homo erctus’un diğer insanlarla ortaklaşa avlanmaya gidişi gibi özellikleri onun bu “öz-farkındalık” duygusuna sahip olduğunu gösterir. Bazı hayvanların da kendilerini aynada tanıyabildikleri gözlenmiştir. Ancak hayvanlarda bu özellik süreklilik arz etmez. (Torrey 2017).

 

Homo erectus’un beyin büyüklüğündeki müthiş artış göz önüne alındığında, beyindeki beyaz madde bağlantı yollarının da daha karmaşık hâle gelmesi beklenir.  Şekilde gösterilen superior longitudinal fasikulus (üst boylamsal sinir demeti), ön singulat, insula ve alt parietal alanlarla bağlantıları içerir ve bu nedenle öz-farkındalıkta önemli bir rol oynar.

 

İnsanlığın daha zeki olması sadece beyindeki belli bölgelerin büyütülmesi nedeniyle değil, aynı zamanda farklı beyin bölgeleri arasında veri-akışını hızlandıran sinir-bağlantı-yol-ağlarının çok daha gelişmiş olmasıdır.

 

İnsanların kendi resimlerine bakarken yapılan beyin görüntüleme çalışmalarında, ön-singulatın ve ön-insulanın, özellikle beynin sağ tarafında aktifleştiği gösterilmiştir. Bu çalışmalar bahsedilen beyin bölgelerinin “insanların kendilerinin farkında olma yeteneklerinin evrilmesi için anatomik altyapıyı” oluşturduklarını gösterir. Bazı demans (bunama) vakalarında olduğu gibi bu iki bölgede hasar meydana gelmesi “seçici bir bilinçli davranış kaybına ve kişinin kendisi ile diğerlerine karşı sahip olduğu duygusal farkındalığın yok olmasına” yol açmaktadır.

 

Alt parietal lob, farkındalıkla ilgili olarak ön-singulat ve ön-insulayı tamamlar; aynı zamanda kişinin vücut bölümlerini ve bu bölümlerin birbirleriyle olan ilişkilerini izleme işlevi de görür.

 

Tüm bu belirtilen beyin öğeleri, bebeklikten sonra gerçekleşen beyinsel gelişimler olduklarından, Homo erectus evresinde ortaya çıkan özellikler olmalıdırlar.

 

 

Bölüm 28f- İnsanlaşmanın aşamaları-5- Homo sapiens

 

Arkaik Homo sapiens- Empati duyan beyin

Arkaik Homo sapiens (neanderthalensis, denisova (altayensis), Homo rhodesiensis  vd.) gibi eski zaman insanlarıdır. Ve yaklaşık 500 bin ile 20 bin yıl önceleri arası yaşamıştır.

 

Arkaik Homo sapiens’in en yaygınları Homo sapiens neanderthalensis ve Homo sapiens denisova’dır. Neandertal insanı Avrupa’da, denisova insanı Asya’da yaklaşık 500 bin yıl önceleri ortaya çıkmışlar ve modern insan tarafından yaklaşık 20 bin yıl önceleri yok edilmişlerdir.

 

Neandertal insanlarının “empati duygusu” geliştirmiş olduğu (Torrey 2017 s.77-78)den aktarılan şu paragraflardan anlaşılmaktadır:

“Yaşlı bir erkekte ölümünden yıllar önce oluştuğu düşünülen çok sayıda kırıkla birlikte ciddi yaralanmaların bulunduğu anlaşılmıştır. Yaralanmalar arasında sakat bırakması olası sağ kol ve sol bacak travması ile kafasında körlüğe yol açmış olması muhtemel bir darbe de bulunmaktaydı. Böyle bir hominin, kendi başına uzun bir süre hayatta kalamayacağı için, yanındaki diğer Neandertallerin yıllarca ona bakmış olduğu düşünülmektedir... Başka Neandertaller üzerinde yapılan araştırmalar bu bireylerin de “eklem iltihabı nedeniyle çok acı çektiklerini, bazılarının da kol ya da bacaklarını kaybettiğini” göstermiştir. Sakatlanmış olanların hayatta kalabilmeleri için “gruptaki diğer homininlerin yemeklerini bu kişilerle paylaşmaları ve bir kamptan başka bir kampa giderken onlara yardım etmiş olmaları gerekir. Tüm bunlar merhamet ve şefkatin kanıtlarıdır” … “Başka bir kişiye ilgi ve bakım göstermeniz, o kişinin duygusal bakış açısını paylaşabileceğinizi, diğer bir deyişle onunla empati kurabildiğinizi gösterir. Bu nedenle empati diğer insanların zihnine girebilme ve onların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini bilebilme becerisi gerektirir. Psikologlar bunu zihin okuması ya da bir zihin kuramına sahip olmak şeklinde ifade ederler. Zihin kuramı, başkalarının davranışlarının düşünceler, duygular ve inançlar gibi içsel durumlar tarafından motive edildiğinin anlaşılmasıdır.

 



Şekil 85: Empati duygusu Homo sapiens'le başlar.

Neandertaller mükemmel avcılardı. Yaptıkları taş aletler, kemik aletler ve silahlar Homo erectus un yaptıklarından daha karmaşıktı. Mızrakları “Neandertal buluşlarının en üst noktasını” oluşturmaktaydı. Neandertallerin yaptığı mızrakların “olimpiyat ciritleri kadar hassas bir şekilde dengelenmiş” olduğu söylenir. Bu mızraklar büyük ölçüde protein içeren beslenmelerinin kaynağı olan hayvanları avlamak için kullanılıyordu. Avlanmanın büyük bir kısmı gruplar hâlinde yapılıyordu. Neandertallerin bizon ve mamut sürülerini bir uçuruma doğru kovalayarak avlamak gibi koordine edilmiş eylemlerde bulunduklarına ilişkin kanıtlar mevcuttur. Ayrıca balık ve kuş da yakalıyorlardı.

 

Homo sapiens sapiens = Modern Homo sapiens- İçe-bakışçı Benlik ve Zamansal bellek

Gümümüz modern insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 70 bin yıl önceleri yine Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır.

 

İçe-bakışçı benlik, diğer insanlara nasıl göründüğünüz, onların sizi nasıl gördüğü ve onların sizi nasıl gördüklerine dair düşünceler sistemidir ve modern insanlara özgüdür. . Süslenme bir insanın kendini diğer insanlara beğendirme arzusu ürünüdür. Dolayısıyla içe-bakışçı bir yetenek gerektirir. Süs veya takı gibi eşyalar 75 bin yıldan beri arkeolojik kazılarda ortaya çıkmaktadır Afrika’daki Homo sapiens rhodesiensis insanlarının 75 000 yıldan sonraki bireylerinde süs ve takılar bulunmuştur. Altay dağlarındaki Ayı mağarasındaki kazılarda 45 bin yıl öncelerine tarihlenen   ve takılar bulunması, arkaik sapiens olarak tanımlanan eski sapiens (neandertalensis, denisova, vs.)  mensuplarının da, içe-bakışçı benlik denilen özelliğe kavuştuklarını gösterir.

 

Zamansal bellek ise, insanların gelecekteki davranışları planlarken geçmişte yaşadıkları çeşitli olayları esnek bir şekilde dikkate almalarını sağlayan yetenektir. Ve sadece modern insanlarda görülen bir yetenektir. Şöyle ki:

 

Yetmiş beş bin yıl önce bir avcı şu şekilde planlar yapmış olabilir: “Güneş tepenin ardından batarken ren geyiğinin vadiden inerek nehri geçtiğini hatırlıyorum. Bu geyiklerden ikisini öldürdüm ve gelecek sene yine avlanacağım.”

 

Buna karşılık, 25.000 yıl önce yaşamış olan bir avcı şu şekilde plan yapmış olabilir: “Güneş tepenin üzerindeki büyük ağacın yanından batarken ren geyiğinin vadiden inerek nehri geçtiğini hatırlıyorum, çünkü tam o sırada kız kardeşim doğum yaparken ölmüştü. Birlikte avlandığımız kayınbiraderimin kabilesi yanlarında çok gürültü yapan ve emirleri yerine getiremeyen küçük oğlan çocuklarını getirdiği için sadece on iki ren geyiği öldürebilmiştik. Bu yüzden önümüzdeki sonbaharda onlarla beraber avlanmayacağız, annemin kız kardeşinin kabilesiyle avlanmak daha iyi. Ayrıca kadınları nehrin kenarında tutacağız, böylece onlar ölü geyikleri sudan çıkarırken biz bu işle vakit kaybetmeden diğer geyikleri avlamaya devam edebileceğiz. Kayınbiraderim bana kızabilir ama ona geçenlerde çok hoşuna giden tilki-dişli kolyeyi veririm, böylece aramız açılmaz. Eğer avı dikkatlice planlayıp herkese görev verirsek otuz ya da daha fazla ren geyiği öldürmeliyiz. Bu bize kış için saklayacak bolca yiyecek verecek.” (Torrey 2017, s.135)

 

Bir Not: içe-bakışçı benlik ve otobiyografik bellek konularıyla ilgili ayrıntılı beyin bölgeleri terimleri ve özellikleri içeren bir bölüm burada ilgi çekmeyeceği için atlanmıştır. Bu konuda bilgi isteyenler şu adreste bulabilirler: https://tanriyianlamak.blogspot.com/2020/11/beyin-ve-tanri-1.html

 

ÖZETLE,

İnsanlık Homo habilis olarak, yaklaşık iki milyon yıl önce, önemli ölçüde daha zeki olmaya başladılar.

Homo erectus yaklaşık 1,8 milyon yıl önce özfarkındalık sahibi oldu.

Arkaik Homo sapiens in Neandertal türü, yaklaşık 230.000 yıl önce başkalarının düşünceleri konusunda bir farkındalık edinmeyi  başardı.

Erken dönem Homo sapiens ise, yaklaşık 100.000 yıl önce kendisi hakkında düşündüğünü düşünmesine olanak tanıyan içebakış becerisi kazandı.

Son olarak, modern Homo sapiens yaklaşık 40.000 yıl önce, geleceği planlamak için geçmişten gelen deneyimlerini kullanarak kendisini zamanda geriye ve ileriye doğru düşünebilme becerisini, yani otobiyografik belleği geliştirdi. Bu bilişsel evrimin her aşamasına beyinde oluşan ve günümüzde en azından kabaca tanımlanabilen anatomik değişiklikler eşlik etti.

 

2.5 milyon yıl önceleri Afrika’da ortaya çıkan ilk insanla, onlardan sonra dünyanın farklı yerlerinde, farklı zamanlarda ortaya çıkan insanlar, ve gümümüz insanları arasında çok önemli farklar bulunduğu antropolojik-arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır.

 

Doğada evrimsel bir gelişme olmadığı, varlıkların ilk yaratıldıkları şekilde yaşamalarına devam ettikleri şeklinde bir inanca sahip insanların bu inançlarını tekrar gözden geçirmeleri çok önemlidir. Çünkü “Zamansal bellek yeteneği” geleceğinizin nasıl olacağı konusunda önemlidir. Zaman içinde değiştiğinizi anlamazsanız, gelecek planlaması yapamazsınız.

 

RUH NEDİR?

Bölüm 29- Toplumsal hayattaki insan

Önceki bölümlerde insanların zihinsel yeteneklerinin 2.5 milyon yıllık evrimsel gelişim süreci içinde geliştiği ve yaklaşık 10-12 bin yıl önceleri bireyselliğe dayalı yabani hayattan (avcı-toplayıcılıktan) toplumsal yaşama geçecek BİLGİ düzeyine ulaştığı gösterildi. BİLGİ varlıkların davranışlarını belirleyen en önemli parametredir, çünkü varlıkların kimyasal bileşimlerinde kaydedilirler. Varlığın kimyası ne ise, davranışı da ona göre olur.

 

Bölüm 29a- İlk BİLGİLERin Önemi

Edinilen ilk bilgiler canlıların davranışlarını belirleyen en önemli faktördür. Bu nedenle yumurtadan çıkan bir civ-civ ilk gördüğü canlıyı kendisine en yakın varlık olarak kabul eder. Hayvanların evcilleştirilmeleri bu bilgiye ulaşmaları sayesinde olmuştur.

 


Şekil 86: Bir hayvan küçükken zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış onun bilinçaltına yerleştirilir ve hayvan bu şartlanmaya uyarak yaşamaya devam eder.

 

İnsanlar da 0-6 yaşları arasında çevresindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.

 

Davranışlarımızı etkileyen bilinç-altı devreleri bebeklik-çocukluk evrelerinde oluşurlar. Yani Bir insanın kişiliğinin temel çatısı, bebeklik ve çocukluk evresinde atılır, çünkü beyinlerdeki değerlendirme bağlarının çoğunluğu o zaman oluşturulmaktadır.

 

Çocukların beyni bir sünger gibi çevrelerindeki her bilgiyi emer. Bunun en güzel delilini, çocukların çevrelerinde kaç lisan konuşuluyorsa, o kadar lisanı aksansız konuşacak şekilde öğrenmeleri oluşturur. Annesi İngiliz, babası Fransız olan bir aile iki çocuğu ile benim de bulunduğum Almanya’daki bir öğrenci yurdunun müdürüydüler. Çocukları Almanca, İngilizce ve Fransızcayı çok akıcı şekilde konuşuyorlardı. Ergen bir insanın bir lisan öğrenmesi ise yıllar sürer ve yinede asla aksansız konuşamazlar.

 


Şekil 87: Davranışlarımızı etkileyen sinaps yapılaşmalarının çoğu bebeklik ve çocukluk evresinde oluşturulur.

 

Beyin, insan davranışlarının koordine edildiği tek merkez olduğundan, beyin gelişmesi hakkında çok önemli birkaç noktayı vurgulamak gerekir.

 

Ana karnında iken sinir sistemi oluşmaya başlar. Nöral tüp içindeki hücreler tekrar tekrar bölünür, önce sinir hücreleri veya nöronlar haline gelen hücreler oluşur, sonra nöronlar yanısıra glia adı verilen destekleyici doku bileşenleri oluşur. Sinir hücreleri oluştuktan ve göç etmeyi bitirdikten sonra, aksonları ve dendritleri hızla uzatırlar ve genellikle nispeten uzun mesafelerde sinaps adı verilen birbirleriyle bağlantılar kurmaya başlarlar. Bu bağlantılar sinir hücrelerinin birbirleriyle iletişim kurmasını sağlar.

 

İnsan beyninin diğer hayvanlarınkiyle kıyaslanmasında şu önemli farklar görülür:

Beyin büyüklüğünün beden büyüklüğüne oranı insanlarda çok daha fazladır.

Beyin korteksinin 1 mm küpteki Nöron sayısı insanda 25.000 ila 30.000 iken, balina, fil gibi hayvanlarda bu sayı 6-7 bin kadardır.

Miyelin denilen yalıtkanlık kılıfı oluşturan glia hücreleri sayı bakımından nöronlardan 10 kat daha fazladırlar ve hücreler arası sinyallerin daha hızlı iletilmesinde baş rol oynarlar. Bu kılıf ne kadar kalın olursa, haberleşme o kadar hızlıdır. Bu kılıf insanlarda çok kalın olduğundan balina ve fillerden 5 kat daha hızlı iletim söz konusudur.

İnsan beyninde nöron oranı şempanzelerden sadece %2  fazla iken, glia hücreleri oranı %31 daha fazladır. Bu durum sinir bağlantı yollarının, dolayısıyla iletişim hızının insanlarda çok arttığını gösterir.

Beyin geliştikçe kıvrımlaşma (girufikasyon) artar. Kıvrım oluşumu, beynin boyutlarını büyütmek zorunda kalmadan yüzey alanının artırılmasını sağlamıştır. İnsanlardaki kıvrımlaşma rhesus maymunlarına göre yüzde 49, şempanzelere göre ise yüzde 17 daha fazladır.

En fazla kıvrıma sahip olan bölgeler en son evrilen bölgelerdir. Bunlar da PREFRONTAL KORTEKS ile PARİETAL LOBdur.

 

 

Bölüm 29b- Bilinç-Altı sistemi davranışlarımızın %90dan fazlasını etkiler

 

17 kişilik bir araştırmacı ekibinin 2.5 yıl süren yoğun çalışması sonucu ortaya çıkan “The Science of Early Childhood Development = Erken çocukluk gelişimi Bilimi” adlı eser Jack P. Shonkoff and Deborah A. Phillips (Editors) 2000 yılında yayınlamıştır.

                                                            

Bu çalışmanın ortaya koyduğu bazı önemli bilgiler:

 

Bedendeki organlar arası eş-güdümü sağlayan beyin ana karnında iken oluşmaya başlar ve doğuma kadar gelişir. Doğumdan sonra ise, bebeğin yaşayacağı ortamdaki verilere göre gelişmesini sürdürür.

 

Eşgüdüm sağlanması nöron adı verilen sinir hücrelerince yapılır. Nöronların işlerini iyi yapabilmeleri için glia hücreleri adı verilen destekleyici doku bileşenleri de oluşur.



Şekil 88: Beyinde doğumdan sonra muazzam bir sinirsel bağlantı ağı oluşturulur, bu sayede canlının yaşadığı ortama en uygun bir bedensel donanım oluşturulmuş olur.

Beyindeki nöron sayısı yaklaşık 100 milyar kadardır. Bedendeki tüm organlara ve onların hücrelerine uzanan ve onlardan veri alıp, bilgi aktaran nöron uzantıları vardır. Bu uzantılar nöronların akson ve dendritleridir. Nöronların birbirleriyle veri alış-verişleri yaptıkları bağlantı noktalarına da sinaps denir.

 

Nöron, glia hücreleri, sinaps gibi kavramların açıklanmaları verilen şekilde açıklanmıştır. (1) ile başlayıp, (2, 3, 4) şeklinde okunup-değerlendirilmesi gerekir. Bu uyarıyı yapmanın nedeni bedendeki hücrelerin bedende işlerin yolunda gitmesi için ne kadar karşılıklı bir etkileşim içinde olduklarının farkına varılmasıdır.

 

Bu etkileşimlerde duyu organları çok önemli bir rol oynar. Şöyle ki: Doğanın sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğunun bilinci içindeki hücreler, çocuk doğar-doğmaz, içine yeni girdiği dünyada nelerin eskiye göre değiştiğinin kayıtlarını oluşturmaya başlarlar.

 

Geçmiş zamana ait davranış bilgileri, ana karnında iken hem genetik (kalıtsal) verilere, hem de ana-bedeni içindeki geçirilen ortamsal değişimlere uygun olarak doğum öncesi süreç içinde oluşturulmuştur.

 

Bu nedenle, bebek beyni, doğumdan sonraki süreçte, çevresinde neler olup-bittiğinin kayıtlarını tutacak şekilde nöronlar (sinir hücreleri) arası bağlantıları oluşturmaya devam eder.



Şekil 89: Bebeklik-çocukluk evresinde onlara sadece doğada olup-bitenler öğretilmeli, asla doğada olmayan, başkalarının uydurdukları görüşler verilmemeli.

Duyu organları verilerinin doğadaki gerçek değişim-dönüşümleri yansıtması bu nedenle çok önemlidir.

 

Çocuk çevresinde neler olduğu hakkında bilgi toplamaya başlar, herşeyi eller, ısırır, koklar. Bu deneyimlerine göre de beyninde yeni sinaps bağlantıları oluşur. Çocukların bu işlemleri yamaları engellenirse, beyinde gerekli bağlantılar oluşmaz. Bu konuda yaşanmış bir olayı vererek, çocukların özgürce çevrelerini algılayıp-değerlendirmelerinin önemini göstermek istiyorum.

 

1970 yılında Amerika’nın California eyaletinde bir evde 13 yaşında bir kız çocuğu ‘Genie’, komşuların ihbarı üzerine, bir koltuğa bağlı olarak bulunmuştur. Çocuğun annesi kör denecek kadar görme özürlü bir kadın, babası ise ruh hastası bir kişidir. Çocuğun hareketlerinden, ağlamasından vs.den rahatsız olan baba, çocuk 20 aylıkken, onu özel kemerlerle bir oturağa bağlar ve bir odaya kapatır. Annesine de, çocuğa mama verme haricinde her şeyi yasaklar. Çocuk bu koltuğa bağlı olarak 13 yaşına kadar başkalarınca fark edilmeden yaşar ve bulunduğunda tam bir zavallıdır ve hiçbir insansı davranışı yoktur. Hemen bir uzman eğitimcinin bakımına verilir ve eğitilmesine başlanır. 6 yıllık yoğun bir eğitimden sonra Genie ancak yaklaşık 2 yaşlarında bir çocuğun konuşabileceği kadar bir dil öğrenebilmiştir ve artık daha fazla öğrenebilmesi mümkün olmamaktadır. “Süt istemek”, “iki el” gibi ancak 2 sözcüklü ifadeler kullanabilmenin ötesine ulaşamamıştır. Genie’nin mekansal yetenekleri de son derece sınırlı kalmıştır. Bulunduğu evden dışarı çıkıp, en fazla bir köşe dönüp bir dükkana gidip-gelebilmektedir. İki veya daha fazla köşe (sokak) dönülmesi durumunda, kaybolmaktadır.

 

Verilen örnek, çocukların yetiştirilmesinde çevreyle etkileşime sokulmalarının önemini vurgulamak için yeterlidir sanıyorum. Çevreyle etkileşimde çevredeki insanların düşünce ve davranışları da çok önemli yer tutar. Örn. doğada bir şey nasıl oluşur ve davranışını ne belirler? Varlıkları etkileyip-yönlendiren kuvvetler, varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mi oluşur, yoksa varlıklara tepeden birileri tarafından mı dayatılır?

 

Bebeklik ve erken çocukluk evresinde oluşturulan sinapslar çok önemidirler, çünkü bilinç-altına yerleştirilirler ve gelişmiş insanların davranışlarında en büyük payı oluştururlar: %95.

 

Sinaps oluşumlarının çoğu bebek ve çocukluk evresinde gelişir. Çocuğun beyninde önce aşırı bir sinaps üretimi gerçekleşir ve bunların çevreyle etkileşim içine girenleri korunur, diğerleri budanır, yani silinir.

 

Beyin korteksinin gelişme evresinde sinapslar önce hızlı şekilde aşırı çoğalırlar. Daha sonra sinapslarda bir budanma gerçekleşir ve ergenlikteki sayıda sinaps kalır. Bu süreç, yaşamın ilk birkaç yılında çok coşkuludur, ancak ergenliğe kadar uzanabilir. Bununla birlikte, bu gelişim süresi içinde, farklı işlevlere sahip farklı beyin bölgeleri farklı zaman süreçlerinde gelişmektedir. Görsel kortekste sinaptik aşırı üretimin zirvesi, yaşamın ilk yılının ortasında meydana gelir ve ardından okul öncesi dönemin ortasına kadar kademeli bir azalma oldur ve sinaps sayısı yetişkinlerdeki seviyelerine ulaşmış olur. Konuşma ve işitme işlevli beyin bölgelerinde benzer bir gelişim olur, ancak daha geç yaşlarda olur. Bununla birlikte, prefrontal kortekste (üst düzey bilişin gerçekleştiği beynin alanı), çok farklı bir resim ortaya çıkar. Burada, aşırı üretimin zirvesi yaklaşık bir yaşında gerçekleşir ve sadece orta ve geç ergenlik döneminde yetişkinlerdeki sayıya ulaşılır.

 

Doğumdan hemen sonra beyinlerde önce muazzam sayıda sinaps oluşturulması ve belli süreçler sonunda bu sinapsları çoğunun yok edilmesi, bedenlerin çevreye uyumları için çok gereklidir. Çocuk çevresinde neleri görüyor-işitiyorsa, onları tanımlayan sinapsları hayatta kalırlar ve tüm diğerleri tekrar yok edilirler. 

 

Beyindeki belirli bölgelerin büyüklüğü ile ilgili olarak beynin gelişiminde belli bir bölgenin büyüklüğü o bölgenin sunduğu işlevin önemi ile ilişkilidir. Bu ilke şu şekilde özetlenmiştir: “Belli bir işlevi kontrol eden sinir dokusu kitlesi, bu işlev yerine getirilirken işlenen bilgi miktarı ile paralellik gösterir.” Örneğin, sesle yönünü bulan yarasa büyük bir işitme korteksine sahiptir; görme duyusunun önemli olduğu maymunda geniş bir görsel korteks, koku duyusuna bağlı olan sıçanda ise büyük bir koku korteksi bulunur. Sakladığı tohumların bulunduğu yeri hatırlamak için hafızaya ihtiyaç duyan çöl faresi oldukça gelişmiş bir hafıza alanına (hipokampus) sahiptir.

 

Bir insanın oluşum ve gelişimi tamamen insanın hücreselliğine dayalı ve insanın davranışlarının belirlenmesi tamamen hücrelerinin etki ve yetkisi altında iken, Sümerler neden tam tersi bir inanç sistemi geliştirmişler ve insanların gökten geldiğine inandıkları tanrılara hizmet için onlar tarafından çamurdan yaratıldığına inanmışlar?

 

Bu sorunun yanıtı Sümerlerin Tufan mitinde verilmektedir. Sümerler 50-60 bin yıl süren buzul devri boyunca bir ada üzerinde (tanrılar diyarı Dilmun’da) mutlu ve huzurlu bir hayat sürdürdükten sonra, buzul devri sonunda başlayan sel ve taşkın felaketleri sonunda yaşadıkları adanın sulara gömülmesinin nedenini anlayamamışlardır. Bir suç işledikleri için tanrılar tarafından cezalandırıldıklarına inanmışlardır. Dindar ve tanrılara saygılı olan kralları Ziusudra rüyasında veya vahiyle, tanrılardan birinin kendisini uyararak, bir gemiyle tanrıların göndereceği büyük bir sel felaketinden kurtulabileceği bilgisi sayesinde tanrıların bu cezasından kurtuldukları inancı, onların böyle bir inanç sistemi oluşturmalarında temel bir rol oynamıştır.

 

Bedenlerimizin tasarımcısı da, yapımcısı da içlerindeki hücreleridir. Ama Sümerler bunun tam tersi bir hayat görüşü ortaya atarak insanlığın doğru yoldan sapmasına yol açmışlardır.

 

Kramer’in yazdıklarından Sümerler’in 4-5 bin yıl önceleri edubba adı verilen okullar oluşturduklarını öğreniyoruz. Bu okullarda okuma-yazmayı öğretme yanında matematik, ziraat, din-bilgisi, coğrafya, zooloji, botanik, gibi bilgiler de öğretilmektedir. Okullarda katı disiplin uygulanır ve günümüz orta-doğu ülkelerinde halen sürdürülmekte olan “dogmatik bilgiler” öğretilir. Bu nedenle insanlarda sorgulama yeteneği gelişmez.

 

Katı disiplinli, baskıya dayanan ve dogmatik bilgiler öğretilen okullarda yetişen kişiler kişiliksiz olurlar, öz benliklerini geliştirmezler ve değişen doğa koşullarına uyumlu olamazlar.

 

Görüldüğü üzere bilgi varlıkların içsel bileşenlerince oluşturulup-işlenmektedir. Nitekim höyük tarzlı özgür ve eşitlikçi yaşamın sürdürüldüğü Anadolu kültüründe BİLGİNİN varlıkların içlerinde oluşturulup-geliştirildiği şeklinde bir inanç sistemi vardır. Bunu “bir ben vardır bende benden içeri” ifadesinde görmekteyiz. Henüz bedenlerin hücre gibi minik canlılardan oluştuğunun bilinmediği o çağlarda, Anadolu kültürlü insanlar içlerindeki bir şeylerin düşünce ve davranışlarını etkileyip-yönlendirdiklerini hissetmişlerdir.

 

Ve günümüz araştırmaları, BİLGİNİN hücrelerde işlenip, kimyasal element değişimleriyle depolanmakta olduğunu ve zaman içinde de geliştirildiğini göstermektedir. Yani “Life is nothing but chemistry= hayat sadece kimyadır” diyen Kervran’ın (1980) tamamen haklı olduğu anlaşılmaktadır.

 

 

Bölüm 29c- RUH NEDİR?

 

İnsan yaşadığı bu doğa ve dünyada kendisinin ne olduğunu anlamak ve bu sistem içinde kendi hayatına bir anlam bulmak arayışı içindedir. Çevresine bakınca bitkiler, hayvanlar, taş, toprak, dağ dere, göl, deniz görmekte; güneş gibi ışık saçan ve ısıtan bir gök cismi, ay gibi gecelerin karanlığını aydınlatan bir başka gök cismi görmektedir.

 

Bu gördükleri varlıkların bazılarının hareket ettiğini, taş, toprak, dağ, deniz gibi bazılarının ise hareket etmediklerini görür. Hareket eden varlıklara canlı, etmeyenlere cansız demiştir. Uykuya dalan insanların hareket etmediklerini de gördüklerinden, hareket ettirici faktörün uyku halinde varlığı terk ettiği de düşünülmüştür. Ölümle birlikte hareketliliğin tamamen yok olduğunu gördüğünden hareket ettirici faktörün ölümle bedeni terk ettiği düşünülmüştür.

Böyle bir bakış açısıyla insanlar kendilerine canlılık veren bu faktöre RUH demiştir.

 

RUH bir şeyi hareketlendiren faktör olarak kabul edilmiştir. Hareket enerjinin bir yerden bir yere akmasıyla oluşur. Bilgi enerjinin nerden nereye akacağını gösteren trafik işaretleridir. Öyleyse RUH hem bilgi, hem de enerji faktörleriyle bağlantılıdır.

 Bu nedenle rüzgâr, deniz dalgaları, yağmur gibi cansızlar alemi öğeleri dahil, tüm hareket eden varlıkların bir ruhu olduğu kabul edilmiştir.

 

Şimdi şu soruyu sormak ve yanıtını almak gerek:

Bir nesneyi hareket ettiren kuvvet varlığın içindeki bir yönlenme dürtüsü müdür, yoksa varlığın dışındaki bir varlığın isteğine göre bir şeyi hareket ettirme gücü müdür?

 

Bu sorunun yanıtı “hareket” denilen olgunun nasıl oluştuğunun anlaşılmasından geçer.  Hareket ise varlığı etkileyen kuvvet alanlarına bağlıdır. Kuvvet alanları da enerjinin bir yerden bir yere akmasıyla oluşur. Varlıkların enerji dağılımı durumunu algılayarak yönlenmeleri sonucu da hareket oluşur.

 

Öyleyse RUH kavramının temelinde ENERJİ olgusu yatar.

 

Enerji hakkında neler bilinmekte? Enerji aktarımlarında kullanılan “entropi” terimi ne ifade eder?

Fizikçiler enerji konusunu termodinamik adı altında işlemişlerdir. Bu konuda oluşturulup-geliştirilen düşünceler şöyle özetlenebilir.

Enerji ne yaratılabilir ne de yok edilebilir. Sadece bir şekilden diğer bir şekle dönüştürülebilir. Ancak bu dönüşümlerde randıman yüzde yüz olmayıp, bir kısım enerjinin kullanılabilirliği azalır.

 

Örneğin otomobille seyahat ederken depodaki yakıtın küçük bir kısmı kinetik enerjiye dönüştürülürken, kalan kısım sürtünme vs nedenlerle ısı enerjisi olarak çevreye saçılır. Yani yüzde yüz verimli bir enerji aktarımı mümkün değildir. Doğadaki oluşumlarda veya insanların yaptıkları motorlarda bu nedenle sürekli olarak bir kısım enerji atık = kullanılamaz enerji olarak kaybolur.

 

Bu görüş ilk defa Sadi Carnot adlı bir Fransız fizikçi tarafından 1824te ortaya atılır. Daha sonra bir Alman fizikçi Rudolf Clausius 1865’te termodinamik fiziğin bu konusunu daha derinlemesine inceleyerek termodinamiğin iki temel yasasını tanımlar:

Termodinamiğin birinci yasası: Evrendeki enerji miktarı sabittir.

Termodinamiğin ikinci yasası: Evrende zamanla entropi artacaktır.

Clausius’un formülü basit olarak şöyledir: dS = dQ/T

S = entropi

Q= enerji

T = mutlak sıcaklık

(d) harfi ise o birimdeki değişim miktarı anlamına gelir.

    

Fizikçiler şunu örnek vererek doğada düzensizliğe doğru bir gidişat olduğunu ileri sürerler: Bir kadeh masadan düşüp kırıldığında, kadeh ve içindeki sıvının başlangıçtaki düzenliliği bozulur. Yere düşüp parçalanan kadeh masanın üstüne tekrar zıplayamaz, yani zaman içinde düzensizliğe gidiş olacaktır. Veyahut bir yumurta yere düşüp kırılırsa, asla tekrar tam bir yumurtaya dönüşemez.

Şekil olarak da şöyle ifade edilir.



Şekil 90: Fizikçiler BİLGİ diye bir birleştirici parametre kullanmadıklarından zaman içinde varlıkların dağılacağını düşünürler.

 

Termodinamiğin 2. Yasası şunu gösterir: Doğada bir iş-eylem (üretim, büyüme, tamirat, vs.) yapılması için enerji gerekir. Eylem için enerji kullanıldığında, bu enerjinin bir kısmı işe-yaramayan enerji olarak boşa harcanır. Bu nedenle zaman içinde doğadaki işe-yarar enerji miktarı azalacak, işe yaramayan enerji artacaktır. Bu ise, evrendeki enerji ve kütle miktarının sabit olduğu düşünülünce, doğada zaman içinde düzensizliğe doğru bir gidişat (entropi-artışı) olacağı anlamına gelir. Yani fizikçilere göre evrenin sonu kaosa, düzensizliğe gitmektedir.

 

Termodinamiğin 2. Yasası, doğada her şeyin zaman içinde dağılıp-parçalanacağını gösteriyorsa, doğal sistemin tarihsel gelişiminin başlangıcında evrende muazzam bir düzenli sistem var olmalı ki, o düzen bozula – bozula günümüze gelinmiş, bundan sonra da gittikçe bozularak kaotik bir sona gidilecektir.

 

Peki dünyamızın oluşum ve gelişim tarihinin kayıtlı olduğu yeryuvarı Arşiv-sayfaları bu konuda ne gösteriyor?

 

Doğa ve dünyamızın geçmişi yukarıda özetlendi ve bilgi ve bilince dayalı sürekli daha düzenli ve gelişmiş üst-sistemlere (yani düzene) doğru bir gelişim olduğu görülüyor. Öyleyse fizikçilerin görüşü yanlış olmak zorunda değil mi?

 

Evet ortada bir yanlışlık var, o da şu: FİZİKÇİLER STATİK SİSTEMDE DÜŞÜNMEKTE, bir şeyin oluşumunun varlıklar arası etkileşimlerle oluşturulan BİLGİ ile gerçekleştirildiğini bilmemektedirler.

 

Yani fizikçilere göre kırılan bir yumurta asla tekrar sağlam yumurta olamaz. Fizikçiler bu noktada bir konuyu atlıyor ve göremiyorlar. O nokta şu: yumurta kendiliğinden oluşmaz, o yumurtayı yapan bir varlık önceden oluşmuştur ve yumurtayı o varlık yapar. Yani doğada düzenli bir yapı var ise, o yapı bir bilgi ile oluşturulmuştur ve o bilgiye sahip olan bir varlık da vardır. Dolayısıyla, bilgi denilen bir parametre doğadaki oluşumların hepsinin temelinde bulunmak zorundadır. Ama fizikçiler böyle bir parametre kullanmamışlar, varlıkları bilinçsiz- robotsu varsaymışlardır. Halbuki bölüm 27de, atom-altı-öğelerin bilinçli davrandıkları fizik deneyleriyle gösterilmişti.

 

Termodinamiğin 2. Yasası doğadaki oluşumlarda bir iş veya eylem yapılırken “geri dönüşü olmayan bir ısı kaybı” olacağını öngörür. Ve o tarihten beri termodinamiğin şu iki yasası fizik bilimin temel taşı olarak kabul edilir.

Bu iki temel prensip doğru kabul edildiğinden, geri dönüşü olmayan enerji miktarının gittikçe artması nedeniyle evrenin sonunun kaos ile biteceği şimdiye dek fizikçilerce savunulmuştur ve maalesef hala daha savunulmaktadır.

 

Görüldüğü üzere 2. Yasada entropi diye bir terim kullanılmıştır. Clausius entropi terimini Sadi Carnot adına atfen S-harfi ile simgeler. ENTROPİ sözcüğünü ise yunanca `en-tropie' sözcüklerinden alır. Anlamı ise “içsel-yönlenme”dir.

 

“İçsel-yönlenme” anlamındaki entropi terimi atom ve atom-altı-öğelerden oluşan kuantsal alemin keşfinden sonra farklı anlamlarda da kullanılmaya başlanır, çünkü en içsel öğe eskiden moleküller olarak düşünülürken, içsel öğe önce atomlara, daha sonra kuantsal aleme indirilmiştir.

 

1850-1900lü yıllar henüz maddelerin atomik yapılarının tam bilinmediği zamandır. Termodinamik sadece moleküller sistemlerde geçerlidir. Halbuki maddelerin davranışlarında atomik özellikler de etkilidir. Çünkü moleküller atomlardan oluşurlar. Atomlar mikro-alem, moleküller makro-alemdir. Bu nedenle “içsel-yönlenme” anlamında kullanılan entropi davranışı, her iki alemi de içerecek bir şekilde tanımlanmalıdır.



Şekil 91: Halbuki doğada bilgisiz hiçbir şey yapılmamaktadır.

Bu temel düşünceden hareket eden Ludwig Boltzmann (1872 ve 1975’te) bir cismin entropisi ile makroskobik durumunun olasılığı arasındaki kesin bağlantı olduğunu ileri sürer ve entropiyi farklı bir şekilde tanımlar: S = k.LnW

Bu formülde

S = entropi,

Ln = doğal logaritma

W= Wahrscheinlichkeit = probability= olasılık. Yani bir sistemin girebileceği durumların sayısı

k= Boltzmann sabitidir.

 

Entropinin bu şekilde tanımlanması doğadaki gelişimlere uygun olmaktadır, çünkü doğa küçük-çok sayıda alt-sistemlerin birleşerek daha gelişmiş üst-sistemler içinde bir araya gelmeleri sonucu oluşmaktadır. Bu işlemler ise hep BİLGİ oluşturularak yapılmaktadır. Bu da doğanın düzensizliğe-kaosa doğru gitmeyip, düzenli ve gelişen bir yönde ilerleyeceği anlamına gelir.

 

Termodinamik sadece moleküler sistemlerde geçerlidir. Halbuki maddelerin davranışlarında atomik özellikler de etkilidir. Çünkü moleküller atomlardan oluşurlar. Doğada mikro-alemden makro aleme doğru BİLGİ oluşturma potansiyeline dayanan bir gelişme vardır: Information & self-organisation. Bu da mikro-alemin bilgili ve bilinçli davranarak bakterilerle başlayıp, amipler, omurgasızlar, omurgalılar, memeliler, insangiller gibi bilgi oluşturma yeteneği gittikçe gelişen bir canlılar alemi oluşturulmasına yol açmıştır.

 

Kuantum fiziğiyle atomların atom-altı-öğeler denilen daha küçük öğelerden oluştuğunun saptanması ve bu kuantsal öğelerin bilgi ile ve de olasılık hesaplarıyla işlem yaptıkları ortaya çıktıktan sonra Shanon-entropisi terimi ortaya atılır ve entropi “information = bilgi” anlamında kullanılmaya başlanır. Bunun sonucu da Haken (2000) ile “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği gelişir. Dinamik sistemler fiziği ise, doğada “maximum information principle” yani bilgi oluşturma yeteneğinin artarak gelişeceğini öngörür. Yani termodinamiğin 2. Yasasının tam tersine bir doğada yaşanmaktadır. Doğa düzensizliğe doğru değil, düzenliliğe doğru gitmektedir.

 

Ancak yaşadığı dönemde insanlar dogmatik düşünce sistemleriyle şartlanmış olduklarından, Boltzmann’ın bu yeni görüşüne çok karşı çıkmışlardır. Başa çıkmayı çok zor bulduğu amansız bir muhalefet Boltzmann’ın depresyona sürüklenmesine ve intihar etmesine neden olur.

 

 

Bölüm 29d- Ruhun kaynağı ve kökeni nerededir?

RUH ve Atomik hayat ilişkisi

       Doğada en temelde bir Entropi= İçsel yönlendiricilik olgusu var mıdır?

Evet vardır ve var olduğu şu şekilde anlaşılmıştır

Şimdi kuant (quantum) teriminin nasıl ortaya çıktığını görelim.

Quantum terimi Latincede “ne kadar” anlamına gelen bir kökten türetilmiştir.

“Ne kadar?” teriminin merak edilmesi şu açıdan ortaya çıkmıştır.

İnsanlık doğada bir işlev için gerekli enerjiyi merak ediyordu. Yani bir şey yapılması-oluşturulması için gereken en küçük enerji miktarı= Planck terimiyle “elementary quantum of action”). Bir şey yapılması bir güç sistemi gerektirir. Varlıkları bir araya getirmek veya ayırmak için mutlaka bir güç gerekir.

20.yüzyıl başlarına kadar bir şeyi yapıcı veya yaratıcı güç sisteminin, varlıkların dışında olduğu varsayılan bir Doğa-Üstü-Güç (DÜG) sisteminde olduğu düşünülüyordu. Bu DÜG’ün de her şeyi istediği kadar küçük boyuta indirgeyebileceği ve bu küçük şeyleri birleştirerek gittikçe büyük şeyler yapabileceği tasarlanıyordu. Böyle düşünülünce, “en küçük” değerin “sıfır = 0” bile olabileceği düşünülüyordu.



Şekil 92: Kuantum kavramının oluşumu, enerji denilen bir iş-veya-eylem yapıcı faktörün "sıfır" gibi değerde olamayacağı, mutlaka çok belli bir değere sahip olacağı ve o değerin katlanması şeklinde gittikçe büyüyen sistemler oluşturulacağı görüşüne dayanır.

Bu tür bir düşünceyle doğadaki enerji aktarımlarını tasarlamaya çalışan fizikçiler böyle bir sistemde doğa ve dünyanın mor-ötesi felaketi (ultraviolet catastrophe) adı verilen bir sona doğru gitmesi gerektiği sonucuna varıyorlardı. Çünkü yayılan enerjinin radyasyonun dalga boyuyla ilişkisi vardı. Dalga boyu büyük radyasyonlar düşük enerjili oluyorlardı ve dalga boyu küçüldükçe yayılan enerji artıyordu. Bu tür bir görüşe göre oluşturulan Rayleigh-Jeans yasasına göre de (1)numaralı güzergahtaki “ultraviolet catastrophe = mor-ötesi felaketi” oluşması bekleniyordu.

 

Halbuki doğada (2)numaralı güzergahta görülen Blackbody radyasyonu grafiği şeklinde bir oluşum vardı.  

Böyle bir çelişkiyi Max Planck adlı Alman fizikçisi çözmeye çalışır ve en küçük enerji aktarımı (quantum of action) değerinin sıfırlanamayacağı ve çok belirli sabit bir değerde olması gerektiğini bulur.

Doğadaki varlıklar arası etkileşimlerde “en küçük etkileşim enerjisi ne kadardır? sorusunun yanıtı 1901 yılında Max Planck tarafından verilmiş ve (h) simgesiyle 6.62607015×10−34 Joulesaniye değerli ve “Planck-sabiti” olarak bilinen bir temel etkileşim birimi bilim dünyasına girmiştir.

Bu birim doğadaki her hareket, her canlılık işlevini başlatıp, sürdüren en temel öğedir. Yani RUH dediğimiz canlılık veren sisteminin başlangıç noktasıdır, çünkü bizzat Max Planck tarafından “quantum of action = bir işlev için gerekli en küçük değer” olarak tanımlanmıştır. RUH terimi de canlıları hareket ettiren unsur olduğuna göre, quantum tam manasıyla buna denk gelir.

 

Yani özetleyecek olursak, atom-altı-öğeler alemini oluşturan kuantsal sistem, kendilerini enerji-gradyanlarına göre ayarlayıp, nereye gideceklerine kendileri karar veren bilinçli varlıklardır. Doğadaki tüm varlıklar bu atom-altı-öğelerin kombinasyonlarından oluştuklarından, onlar da çevrelerindeki enerji kaynakları durumlarına göre nereye yönleneceklerine kendileri karar verecek bir temele oturtulmuşlardır.

 

Doğadaki tüm diğer enerji birimleri bu (h)nın katlarından oluşurlar. Buna kuantizasyon sistemi denir, yani tam sayılı katlar söz konusudur, asla buçuklu veya ondalıklı vs. olamaz. Kuantizasyonun bilinen en temel örneği, doğadaki maddelerin oluşumunda görülür: Tüm elementler birer proton eklenmesiyle oluşur, asla yarım veya 1.5 protonlu element yoktur. Bunun anlamı, doğadaki hareketliliği, canlılığı vs. oluşturan en temel bir birim vardır ve o hep TAM olarak işe girer, yani parçalanamaz. Bu nedenle canlılığın-hareketliliğin temeli bu kuant öğesindedir.

 

Yani RUH denilen canlılık unsurunun kaynağı, tüm varlıkların temel bileşenleri olan proton ve nötronların içsel dürtülerinden gelmektedir. Şimdi bunu gösterelim.

 

 

Bölüm 30- Kuantsal Enerji Aleminden atomlu-moleküllü maddeler alemine geçiş

 

Dünyamızın geçmişinin kayıtlarının bulunduğu Jeolojik katman verileri dünyamızın yaklaşık 4.6 milyar yıl önce oluşmaya başladığını ortaya koyar. Ondan önceki zamanlar hakkında ise fizik ve astrofizik araştırmaları bilgi vermektedir. O bilgilere göre de evrensel sistem 10-13 milyar yıl önceleri kuantsal sistem denilen enerji öğelerinden oluşmaktadır. Yani evren bir hiçlikten değil, bir enerji sisteminden oluşmaktadır.

Şimdi bu çok eski geçmişimiz hakkında pek bir şey bilmediğimizden, biraz masalsı olarak konuyu ele alalım.

Evvel zaman içinde- kalbur saman içindeyken ve dünyamız, Güneşimiz ve gökteki yıldızlar oluşmamışken evrende çok ama çok küçük enerjik öğeler (canlılar) varmış.

Bunlar o kadar küçüklermiş ki, boyları 1.6×1035 (10 üzeri eksi (-) 35) metre imiş.

Çok sıfırlı sayılar kısaltılmış olarak şöyle gösterilir:

Bin = 1.000 = 10

Binde-bir = 10-3

Milyon = 1.000.000 = 106

Milyonda-bir = 10-6

 

Dolayısıyla 10−35  değeri, 35 sıfırlı bir değerin sadece biri (burada 1.6) demektir. 

Bu mini-minnacık canlıların ömürleri o kadar kısa imiş ki saniyenin kuintilyonda-birden daha kısa süreçlerde doğup- ölürlermiş.

Kuintilyonda-bir = 0.000.000.000.000.000.001. Bu kadar kısa süreye verile isim ise atto-saniyedir.

Bu kadar küçük değerli sayıların kısa gösterim şekli ise şöyledir: 10-18 Bu kısa gösterim ise şöyle okunur: 10 üzeri eksi (-) 18.

 

Bu mini-minnacık canlılar o kadar hızlı hareketliymişler ki, saniyede 300.000.000 metre yol alabiliyorlarmış.

 

Atom-altı-öğeler iki gruba ayrılır: Fermiyon, genelde kütlesi olan atom-altı öğelerine verilen isimdir. Boson (bozon) ise foton (ışık) gibi kütlesi olmayan ama enerji (veya yaptırım potansiyeli, yani bilgi) sahibi olan atom-altı öğeleridir.

Laboratuvar deneyleri, kütlesi olmayan foton denilen kuantsal öğelerin gamma ışınları gibi çok enerjik olanlarının bir atom-çekirdeği çevresinden geçerlerse, pozitron ve elektron gibi kütlesi olan fermiyon öğelerine dönüştüklerini göstermektedir. Bu olaya pair production = çift-üretimi denilmektedir. Yani enerji madde ve anti-maddeye dönüşebilmektedir.



Şekil 93“Pair-production = çift-üretimi“ denilen olayla enerji madde dediğimiz öğelere dönüşebilmektedir.

Enerjinin korunumu yasası, bir çift fermiyonun oluşturulması için gereken minimum foton enerjisini belirler: bu eşik enerjisi, oluşturulan fermiyonların Toplam Durgunluk enerjisinden daha büyük olmalıdır.

 

Bir elektron-pozitron çifti oluşturmak için, fotonların toplam enerjisi, en az 2mec= 2 × 0.511 MeV = 1.022 MeV olmalıdır; bu değer yumuşak gama ışını fotonlarına karşılık gelen bir enerji değeridir. (me, bir elektronun kütlesidir ve c, vakumdaki ışığın hızıdır).

Proton ve antiproton gibi çok daha büyük bir çiftin oluşturulması, 1.88 Gev'den (sert gama ışını fotonları) daha fazla enerjiye sahip fotonlar gerektirir. Fotonun enerjisi Einstein'ın denklemine göre parçacık kütlesine dönüştürülür, E = mc2; burada E enerjidir, m kütledir ve c ışığın hızıdır. Foton, üretimin gerçekleşmesi için bir elektron ve pozitronun geri kalan kütle enerjilerinin toplamından daha yüksek enerjiye sahip olmalıdır (2 ≈ 511 keV = 1.022 MeV, 1.2132 pikometrelik bir foton dalga boyu ile sonuçlanır). Foton, momentumun korunmasını karşılamak için bir çekirdeğin yakınında olmalıdır, çünkü boş alanda üretilen bir elektron–pozitron çifti hem enerjinin hem de momentumun korunmasını tatmin edemez. Bu nedenle, çift üretimi gerçekleştiğinde, atom çekirdeği bir miktar geri tepme alır.

 



Şekil 94: Yüksek enerjili fotonların madde ve antimaddeye dönüşümleri laboratuvarlarda gözlenebilmektedir.

Şekil 2 m yüksekliğindeki bir atom-altı-öğeleri gözlem odası görüntüsüdür. Şekilde gözlem odasında gama–ışınlarının nasıl madde ve antimaddeye dönüştükleri görülmektedir.

Gözlem odasına üstten gama ışınları girerler. Bu ışınlardan bir tanesi (A) noktasında bir atom çekirdeğiyle karşılaşır ve enerjisi maddeye dönüşür ve üç yeni öğe açığa çıkar.

•          Bunlardan bir tanesi negatif-manyetik kutba doğru yönelip, dönerek ilerler ve saatin tersi yönünde bir spiral iz bırakır (pozitron).

•          Diğeri pozitif-manyetik kutba yönelir; saat yönünde dönen spiral bir iz bırakır (elektron).

•          Üçüncüsü yine bir elektrondur ve kısa turlu bir spiral yapmaksızın ilerlemesini sürdürür.

 (B) noktasında etkileşime giren gama ışını da yine bir elektron-pozitron çifti oluşturur, ancak bu çift çok daha enerjik olduklarından, spiral şekilde değil, hafif bir bükülme ile ilerleyen bir iz bırakırlar.

Görüldüğü üzere madde üretecek ışının enerji potansiyelinin, oluşturulacak madde- antimadde çiftinin durgunluk kütlesinden daha fazla bir enerjiye sahip olması temel koşuldur.

 

Bu olay ters yönde de işlemekte, elektron ve pozitron birbirleriyle birleşince (çarpışınca) foton denilen kütlesi olmayan enerji kümelerine dönüşebilmektedir. Yani madde ve anti-maddesi birleşince, enerjiye dönüşmektedir.

 

İşte evrensel sistemin başlangıcındaki bu enerji kümeleri, “pair production = çift-oluşturma” yöntemiyle madde ve onun antimaddesini üreterek, doğadaki maddi varlıkları oluşturmaya geçtikleri, yukarıda açıklanan zaman oluşum aşamalarından anlaşılmaktadır.

 

 

Bölüm 31- Enerjiden madde oluşturmanın ilk adımı = Strong-Force = Güçlü etkileşim

 

Enerji dünyası, çok değişik enerji-düzeylerine sahip, enerji düzeylerini sürekli değiştirebilen (yani osilasyon döngülü), başlı başına bir canlılık alemdir. Doğadaki tüm diğer sistemleri onlar oluştururlar. Yani doğadaki tüm varlıklar proton + nötron + elektron üçlüsünden oluşur.

NÜKLEON denilen atom çekirdekleri, proton ve nötronlardan oluşurlar; farklı atomlar ise, proton sayıları ile belirlenirler.

 

Doğada 92 civarında sabit kimyasal element olduğu bilinmektedir. Bu elementlerin en basiti tek bir protondan oluşan H=hidrojen elementidir. Diğer tüm elementler birer proton eklenmesiyle oluşurlar. 2 protonlu (1 veya 2 nötronlu) element helyum, 3 protonlu (3 veya 6 nötronlu) element lityum, 4 protonlu (3 veya 6-9 nötronlu) element berilyum, 5 protonlu (3 veya 6-11 nötronlu) element bor, 6 protonlu (3 veya 14 nötronlu) element karbon, vs. devam eder. Uranyum gibi 92 protondan oluşan çekirdekteki nötron sayısı ise 146yı bulur.

 

Yani kimyasal elementlerin temel özellikleri proton sayıları ile belirlenir, ama nötron sayıları proton sayısından az veya çok olabilmektedir. Bu sayede aynı kimyasal özellikli ama farklı enerji düzeyli izotoplar oluşurlar. İzotopların bazıları sabit-kararlı, bazıları ise parçalanabilirdirler, yani radyoaktiftirler.

 

Şimdi bu konuya bakalım.

Proton (+) elektrik-yüklüdür; elektron (-) elektrik yüklüdür. Bu nedenle birbirlerine yaklaşma dürtüleri altındadırlar. Ama birbirlerine tam yaklaşıp birleşirlerse, nötron gibi nötr bir madde ortaya çıkar ve maddeler arasında birbirlerini çekecek bir güç-sistemi oluşmaz. O zaman da doğadaki tüm oluşum ve gelişimler durmuş olur.

 

Diğer taraftan, protonlar (+) elektrik-yüklüdür ve aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar ve asla yan-yana gelemezler. Tek bir protonlu elementle doğadaki binlerce farklı madde oluşturulamaz; ama iki proton da bir araya gelemez, çünkü aynı elektrik yüklü olduklarından birbirlerini itmek zorundadırlar. Yani protonların atom çekirdekleri gibi femtometre boyutlu dar bir alanda bir arada yan-yana bulunmaları olanaksızdır. Çünkü protonlar (+) elektrik yüklüdürler ve birbirlerini itmek zorundadırlar.

 

İşte bu zorluğun üstesinden gelebilmek için doğadaki tüm enerjinin %99.2si fizikçilerin “strong force = güçlü çekirdek kuvveti” dedikleri bir etkileşim sistemine tahsis edilmiş; protonların yanına nötron denilen ve protonla karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşen bir mekanizma oluşturulmuştur. Proton ve nötronlar atom çekirdekleri içinde sürekli birbirleriyle etkileşerek çok sayıda protonun bir arada tutulmasını sağlarlar. Madde oluşumu bu yöntemle gerçekleşmektedir. Doğadaki enerjinin en büyük kısmı “strong force” için ayrılmış olmasaydı doğada hiçbir madde veya varlık oluşamayacaktı.

 

Peki doğa bu sorunu nasıl çözmüştür?

 

“Güçlü-kuvvet = strong-force” adlı bir etkileşim sistemi oluşturarak!

Şöyle ki doğadaki “oluşturucu” güç sistemini 100 birimlik bir bütün olarak varsayarsanız, bu 100 birimlik enerjinin 99.2si “strong-force = güçlü kuvvet” adı verilen bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir. Geriye kalan 0.8lik birim ise elektromanyetik, zayıf-etkileşim ve gravite gibi tüm diğer etkileşimlere kalmıştır. Bu nedenle güçlü-etkileşim 1 olarak kabul edildiğinde, elektromanyetik etkileşim 1/137 değerini alır, diğer kuvvetler milyonda-milyarda bir gibi çok ama çok daha az bir değerdedirler.

 

Peki bu güçlü-etkileşim nasıl işler?

 



Şekil 95: Kuark denilen atom-altı-öğeler arasında “quantum-chromodynamics = kuantum renk dinamiği” adı verilen renk-yükü değiş-tokuşuna dayalı bir çekim sistemi vardır.

Güçlü etkileşim protonları bir arada tutan kuvvettir. Şöyle ki: proton kuark denilen daha küçük öğelerden oluşmaktadır, 2 up ve 1 down kuarktan oluşur. Nötron da yine 3 kuarktan oluşur, ama 2 down ve 1 up kuarktan. Kuark denilen bu atom-altı-öğeler arasında “quantum-chromodynamics = kuantum renk dinamiği” adı verilen renk-yükü değiş-tokuşuna dayalı bir çekim sistemi vardır. Gluon adı verilen bir bağlayıcı faktörün, kuarkların renk-yüklerini değiştirerek, up-kuarkı down kuarka, down-kuarkı up-kuarka dönüştürdüğü ve bu sayede protonu nörona, nötronu protona dönüştürerek, protonların birbirlerini itmelerine engel olmaktadır. Yani atom çekirdeklerinin içi kaynayan kazanlardan oluşmaktadırlar ve saniyenin trilyonlarcada birlik çok kısa süreçlerde nötronların protona, protonların nötrona dönüşümlerini sağlayarak protonların birbirlerini itmelerine engel olunmaktadır. Ne dahiyane bir çözüm!

 

Hidrojen elementi 1 proton ve ona bağlı bir elektrondan oluşur. Proton ise 2 up ve 1 down kuarktan oluşur.

Şekilde görüldüğü üzere up-quark kütlesi 2.3 MeV, down-quark ise 4.8 MeV değerlerine sahiptirler. 2 up-kuark = 4.6 MeV eder. Buna 1 down-kuark kütlesi (4.8) eklenince 9.4 MeV ortaya çıkar. Halbuki proton’un kütlesi 938 MeV değerindedir. Neredeyse 100 kat daha ağırdır. Bu 100 kat kadar kütle artışının nedeni nedir?

 

Önce protonu ele alalım.

Proton içindeki kuarklar arasında sürekli bir etkileşim vardır. Gluon adlı güçlü-etkileşim öğesi farklı kuarkları birbirlerine bağlayıcı rol oynarlar. Ayrıca kuarklar arasında bir renk-yükü (color-charge, chromo-dinamik) denilen bir enerji değiş-tokuşu sürmektedir. Bu enerji alış-verişleri kuark-antikuark çiftleri oluşumlarına da yol açarlar. Dolayısıyla proton içinde sürekli bir hareketlilik vardır.

 

Kuantsal sistem öğeleri sürekli bir osilasyon, yani döngüsel hareketlilik içinde olduklarından, onlar için sabit bir enerji-potansiyeli değeri söz konusu değildir, çünkü hareket düzeylerine göre enerji-potansiyelleri artar veya azalırlar. Bu nedenle atom-altı-öğelerin enerji-potansiyelleri, onların en durgun oldukları  “Rest mass= durgunluk kütlesine” denk gelen değer olarak hesaplanır.

 

Up-kuark’ın (u) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 2.3 MeV/c2

Down-kuark’ın (d) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 4.8 MeV/c2 dir.

2 up kuark kütlesi 4.6 MeV eder. Buna 1 down kuark kütlesi (4.8 MeV) eklenirse 9.4 MeV eder. Halbuki protonun durgunluk kütlesi yaklaşık 938 MeV/c2 gibi muazzam bir değere sahiptir. Peki proton bu ekstra kütleye nasıl ulaşır?

 

Protonun böyle büyük bir kütleye ulaşabilmesi, onun içinde muazzam bir hareketlilik var olmasıyla olasıdır. Yani proton içinde muazzam bir enerji depolanmıştır ve E = mc2 formülüne göre ortaya çıkan nükleer enerji bu güçlü-etkileşim etkisinden kaynaklanmaktadır.

 

Ancak 2 ve daha fazla protonlu elementlerin oluşumları, nötron adı verilen bir başka atom-altı-öğenin katılımıyla mümkün oluyor. Yani temel kimyasal elementler, nükleon adı verilen proton+nötron yığışımlarından oluşuyorlar.

 

Atom çekirdekleri femtometre ölçekli çok ama çok küçük boyutludurlar. Ve bu çok küçük boyutlu sistemlerde ise, doğadaki tüm enerji miktarının %99.2sine yakınını kapsayan strong-force = güçlü etkileşim sistemi depolanmış bulunmaktadır. Çekirdeğin çevresindeki angström boyutlu elektron bölgesinde ise doğadaki enerjinin sadece binde 8ine yakın diğer kısmı bulunur.

 




Şekil 96: Atom çekirdeklerinde proton ile nötron arasında sürekli bir enerji alış-verişi vardır. Bu sayede çok sayıda proton bir arada tutulabilmekte ve doğadaki yaygın 92 element oluşumu mümkün olmaktadır.

Protondaki kütle artışı, kuarkların kinetik ve potansiyel enerjileriyle, strong-force = güçlü etkilşim faktörü gluon’un etkileşimleri sonucu oluşmaktadır. (Bak: Dove, J., Kerns B. et al. 2021 The asymmetry of antimatter in the proton. Nature Vol 590, 25 February 2021, 561-573)



Şekil 97: Proton ile nötron arasında sürekli bir madde - anti-madde çifti şeklinde enerji alış-verişi yapılarak, doğayı oluşturan temel elementlerin oluşumu sağlanmaktadır.

Yani protondaki (ve de nötrondaki) kütle artışının nedeni, onların içinde çalışan-işleyen muazzam fabrikanın bulunmasıdır. Bu fabrika “Quantum-Chromo-Dynamic” adı verilen ve doğadaki enerjilerin &99.2sine yakın muazzam bölümünü içeren “strong-force = güçlü-kuvvet” sistemidir. Maddelerin en temel bileşeni olan kuarklar birbirlerine renk-enerjisi denilen bu güçlerce bağlanır. Onların hareketlerinden oluşan kinetik ve potansiyel enerjiler proton ve nötrondaki kütle artışını sağlar.

 

Nükleon adı verilen proton ve nötronların “quark”  adı verilen daha ufak öğelerden oluştukları anlaşılır. Bu kuarkların ise başlı-başına kendi içlerinde bir “hayat-döngüsüne” sahip oldukları ortaya çıkar. Kuarklar, color-charge (renk- yükü) denilen ve gluon adı verilen kuvvet taşıyıcısıyla aktarılan sürekli bir enerji-değiş-tokuşu içindedirler. Gluonların aktardıkları bu enerjiler kuarkların sürekli bir “renk”-değişim-dönüşümü içinde olmalarına yol açar.

 

Yandaki animasyonlu şekilde, çekirdekteki proton ve nötron arasındaki etkileşimler yansıtılmaktadır. Görüleceği üzere, proton ile nötron arasında sürekli bir enerji alış-verişi var. Bu enerji alış-verişlerinde madde – antimadde oluşumlarının da bulunması, atomlar aleminde canlılığın başlangıcındaki anizotropik durumun devrede olduğunu gösterir. Bu etkileşimler sırasında pion adlı bir kuvvet aktarıcısı da ortaya çıkar ve proton ile nötronu bir arada tutar.

 

 

Yukarıda “dikkat edilmesi gereken bir nokta” olduğu ve “bu üç kuarkın kütleleri toplanırsa bir proton kütlesi oluşturamadıkları belirtilmişti. Peki proton (veya nötron) kütlesi oluşturmak için nereden yatırım yapıldı? Sorusu sorulmuştu. Bu sorunun yanıtı, yukarıda açıklanan “güçlü-etkileşim” sisteminde verilmiştir. Gluon adlı yapıştırıcı sisteme o kadar enerji yatırımı yapılmıştır ki, bu yatırım proton ve nötronların kütlelerinin artırılmasına yaramıştır.

 

Görüleceği üzere, doğadaki olaylar ve işlemler varlıklar arası etkileşimlerle sağlanıyor. Etkileşimler ise varlıklar arası karşılıklı uzlaşmalarla (rezonans), varlıklar-arası bilgi oluşumlarına dayalı rahatlama çabalarıdır.

 

Görüldüğü üzere, atomların içinde sürekli bir canlılık döngüsü sürmektedir. Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronların içleri kaynayan kazanlar gibidir. Proton içindeki kuarklarla nötronlar içindeki kuarklar arasında sürekli bir enerji-değiş-tokuşu vardır. Bu süreç içinde madde-antimadde arası bir değişim-dönüşüm gerçekleşir. Yani asıl hayat, bedenlerimizi oluşturan atomların içinde yaşanmaktadır. Yaşam onların içinde başlar ve enerjinin maddelere bağlanarak çeşitli doğal ürünlere dönüşmesiyle çeşitlenerek devam eder.

 

Ama doğada herşeyin sürekli değişim-dönüşüm içinde olması gibi, hem protonların içinde, hem nötronların içinde, hem de proton-nötronlar arası ilişkilerde sürekli bir değişim-dönüsü oyunu sürmektedir.

 

 

Bölüm 32- Madde oluşturmanın 2. adımı- Elektromanyetik kuvvet

 

Güçlü-etkileşimden 137 kat daha zayıf olan elektro-manyetik kuvvet, belli bir hacmi ve kütlesi olan ve bizlerin gerçek anlamda madde dediğimiz 3 boyutlu doğal sistemi oluşturan etkileşim türüdür. Pozitif yüklü çekirdek ile ondan çok uzak bir mesafede durmaya mecbur olan negatif yüklü elektronlar arasında elektro-manyetik etkileşim kuvveti vardır ve foton denilen etkileşim faktörüyle ilişkilerini düzenlerler.  Bu elektromanyetik etkileşim, güçlü etkileşimin 1/137 si kadardır, yani ona göre çok azdır. Gluon etkileşimi, foton etkileşimine göre 137 kat daha fazla olduğundan, aynı yüklü olan protonların birbirlerini itme kuvveti olan elektromanyetik kuvvete (foton etkileşimine) baskın çıkarlar ve çekirdek içinde tüm protonları (ve nötronları sıkı bir şekilde bir arada tutarlar. Elektronlar da bu baskın kuvvet nedeniyle çekirdeğe yaklaşamadan, belli bir uzaklıkta durmaya mecbur kalırlar.

 

Bu 1/137 katsayısı evrensel bir değer olup, fine-structure-constant = hassas-etkileşim (etkileme-ilişki-oluşturma) sabiti (katsayısı) olarak bilinir. Elektronların çekirdeğe yakınlaşmayıp, belli bir uzaklıkta bulunmaları da aynı faktörle (137nin karesi) ilgilidir.

 

Elektronlar foton alışverişlerini gerçekleştirirler. Bir elektronun bir foton gönderecek derecede enerji depolama eşiği 1/137 dir.

 

En temel enerji-alış-veriş öğesi olan Planck öğesinin, temel yük (elementary charge) denilen proton yüküne oranının karekökü de 1/137dir.

 

En temel element olan hidrojen atomunun çekirdek merkeziyle, (protonun merkeziyle), çevresindeki elektron arasındaki mesafeye Bohr-radius = Bohr-yarı-çapı denir ve değeri (a0) ≈  5.29177×10−11 m olarak saptanmıştır. Elektronun yarı çap değeri ise re ≈ 2.81794x10-15 m olarak hesaplanmıştır. Bu iki değerin oranlarının kare-kökü 1/137 dir.

 

Hartree-enerjisi olarak tanımlanan Hidrojen atomunun potansiyel enerji yükü 27.2 eV; normal durumdaki elektronun enerjisi ise 511 keV’dur. Bu iki değerin oranının kare kökü de 1/137’dir.

 

Bu gizemli 1/137 sabiti Fine-structure-constant =  coupling constant = etkileme-ilişki-oluşturma sabiti olarak tanımlanmıştır. Sadece kuantum fiziği ilişkilerinde değil, Gravite-kuvveti – elektrostatik itme ilişkilerinden tutun, zayıf-etkileşim ile elektromanyetik etkileşimler arasındaki tüm doğal olay ilişkilerinde ortaya çıkan olağanüstü bir etkileşim faktörüdür.

 



Şekil 98: Doğadaki maddeler up ve down kuarklardan oluşurlar.  c, s, t, b simgeleriyle gösterilen diğer kuark türleri ise, maddelerin birbirlerine dönüşümlerinde çok kısa bir süreliğine oluşturulup, sonra yok olan sanal-öğelerdir.

Şekilde c, s, t, b simgeleriyle gösterilen diğer kuark türleri ise, maddelerin birbirlerine dönüşümlerinde kuantsal enerji öğeleri tarafında çok kısa bir süreliğine oluşturulup, belli bir reaksiyonu geçekleştirdikten sonra tekrar ortadan kaldırılan sanal-enerji-öğeleridirler. Dikkat edilirse, t= top-kuark denilen öğe ve onun eşi olan b-kuark protondan bile daha fazla bir enerji-potansiyeline sahiptirler ve çekirdek reaksiyonlarında çok kısa bir süreliğine devreye sokulurlar ve sonra sönümlenirler.

Yani atom-altı-öğeler dünyasını oluşturan varlıklar da, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan varlıklardır, canlıdırlar ve doğadaki tüm diğer canlı sistemleri onlar oluştururlar.



Şekil 99: Şekilde kuantların daha rahat bir duruma ulaşabilmek için oluşturdukları ilk üst-sistem öğeleri olan kuarklar ve leptonlar gösterilmiştir.

Atom-altı-öğeler diğer bir sınıflama türünde Kuarklar ve Leptonlar olarak iki gruba ayrılırlar. Kuarklar atom çekirdeklerini oluştururlar ve “strong force = güçlü etkileşim” etkisi altındadırlar.

Leptonlar ise elektromanyetik kuvvet etkisiyle, farklı atom çekirdeklerini birbirlerine bağlarlar, yani molekül oluştururlar.

 

Bunu şu deneylerden anlıyoruz. Doğadaki maddeleri oluşturan proton, nötron, elektron gibi öğelerin nelerden oluştuğunu anlayabilmek için CERN gibi laboratuvarlarda deneyler yapılmaktadır. Bu deneylerde atom dediğimiz temel elementler ve onların alt-öğeleri olan proton, nötron elektron gibi öğeler birbirleriyle çarpıştırılarak, ne tür daha küçük öğelerden oluştukları saptanmaya çalışılmaktadır.

 

Yıllar süren araştırmalar sonunda şimdilik elektronların (lepton grubu) kendilerine has özel öğeler oldukları ve daha küçük sistemlere bölünmedikleri, ama proton ve nötronların birbirlerine çok yakın ve benzer bileşimli quark (kuark) adı verilen daha ufak öğelerden oluştukları gözlemlenmiştir.

 

Kuarklar atom dediğimiz en temel madde parçalarının çekirdeğini yani ana-kütlesini oluştururlar. Leptonlar ise bu çekirdekleri birbirlerine bağlayarak bizlerin aşina olduğu, su, tuz, mineral vs. gibi maddelerin ortaya çıkmasını sağlarlar. 

 

Hem kuantlar hem leptonlar üç farklı enerji potansiyelinde oluşturulmuşlardır.

Yüksek enerjili kuarklar Top ve Bottom kuarklardır.

Orta derece enerjili olanlar Charm ve Strange kuarklarıdır.

En düşük enerjili kuarklar ise Up ve Down kuarklarıdır. Doğadaki varlıklar oluşturan proton ve nötronlar bu en düşük enerjili up ve down kuarklardan oluşurlar.

 

Şimdi akla şu soru gelir: Madem doğa sadece bu en düşük enerjili up ve down kuarktan oluşuyor, öyleyse diğer çok enerjili kuarklar ne işe yararlar?

Bu sorunun yanıtını yukarıda sözü edilen “tünelleme etkisi” olayında buluruz.

 



Şekil 100: Tünelleme olayında, daha ergonomik bir yere ulaşmak isteyen bir atom-altı-öğesi engeli aşmasına yetecek kadar bir enerjiyi sanal öğeler denilen bir sistemden alır.

Tünelleme olayında, daha ergonomik bir yere ulaşmak isteyen bir atom-altı-öğesi engeli aşmasına yetecek kadar bir enerjiyi sanal öğeler denilen bir sistemden alır. Yani kuantsal sistemde yedek enerji deposu işlevi gören sistem vardır. Yüksek enerjili kuarklar, proton, nötron gibi çekirdek öğelerinin parçalanmaları sırasında oluştuklarına göre, bu yedek enerji deposunun atom çekirdeklerinde depolanan strong-force = güçlü etkileşimden kaynaklanması beklenir.

 

Çok yüksek enerjili kuarklar, normal maddelere radyasyonla başka enerji öğelerinin çarpması sonucu oluşurlar. Yani doğada maddeleri oluşturan atomların içlerindeki proton-nötron gibi öğeler sabit- değişmez değiller. Tam tersine doğadaki radyasyonlarla değişip-dönüşüyorlar. Bu değişim-dönüşümlere en çok şimşekli-fırtınalı havalarda ve gama ışınları vs gibi radyasyonlara maruz kalan varlıklarda rastlanılır.

 

Leptonların da üç farklı enerji düzeyine sahip öğeleri vardır. Ve doğadaki normal maddelerin yapısında en düşük enerji düzeyine sahip olan elektronlar bulunur.

Yani doğal sistem en ergonomik öğeler kullanılarak oluşturulmuştur. Ama bu en ergonomik bileşenli öğeler, evrensel ölçekte bir enerji dengeleme sistemi denetimi altındadırlar. Evrensel ölçekte bu enerji dengeleme sisteminin ajanları ise nötrino denilen bir nötr lepton öğesidir.

 

Yani atomlar 10-13 milyar yıl önceleri doğmuşlardır. Ve o zamandan beri dünyada hayat başlamıştır, çünkü atomlar da, kuantsal sistem gibi canlıdırlar.

 

Görüldüğü üzere, doğada sadece proton, nötron, elektron gibi gerçek (reel) ögeler değil, birçok da, W+, W-, Z bozon gibi sanal öge (virtual particle) bulunmaktadır. Sanal ögeler, saniyenin çok çok küçük bir süresince bir reaksiyona katılırlar ve hemen sonra tekrar kaybolurlar.  W+, W- ögelerinin, biri “madde” diğeri anti maddedir. Aynı şekilde elektron madde, pozitron anti maddedir. (Nötrino madde, anti nötrino anti madde.) Yani, bilgi ve olasılık hesapları yaparak doğa ve dünyamızı oluşturan kuantsal sistem, madde ve anti madde karışımı ve etkileşmesi içindedir.

 

Enerjinin kuvvet-sistemlerine dağıtımı:

Fizik araştırmaları doğada 4 farklı kuvvet veya etkileşim-sistemi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunlar

1-) Strong-Force = Güçlü-etkileşim (Çok küçük boyutta, yani sadece atom-çekirdeklerinde etkilidir)

2-) Electromagnetic-Force (Her boyutta etkili)

3-) Weak-Force = zayıf-etkileşim (Çok çok küçük boyutta, yani proton veya nötronların içinde etkilidir)

4-) Gravity-force= Yer-çekimi (Her boyutta etkili)

 

 

Bölüm 33- Evrenimizin nasıl “doğduğu” konusu

 

Evren bir patlamayla değil, “Information & Self-organisation” gereği BİLGİ oluşturularak ve o bilgilere uygun yapılar oluşturularak oluşmaktadır. Bu konu şu adreste ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Okunması mutlaka önerilir. 

http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/10/bigbang-var-m-yok-mu.html

 

Jeolojik ve astrofiziksel verilere göre tasarlanan zaman olgusu, blog-sayfamızın ilk dosyalarında özetlendiği gibidir ve evrenimizin başlangıcında her şeyin enerjiye dönüşmüş şekilde olduğunu göstermektedir. Madde dediğimiz varlıklar moleküllerden oluşurlar. Moleküller ise, bir atom-çekirdeği ve onu diğer atom-çekirdekleriyle bağlayan elektron halelerinden oluşurlar. Yani moleküller farklı atom çekirdeği ile paylaşılan elektronlarla birbirlerine bağlanırlar. Doğadaki maddeler (moleküller), atom-altı ünitelere dönüştürüldüğünde, (evrenin başlangıcında), evrenimizin büyüklüğünde çok büyük bir büzüşme yaşanmış olması zorunludur.

Çünkü:

Moleküller, atomların çevresindeki elektronların ortak kullanılmaları prensibiyle oluşurlar.  Yani elektronlar olmazsa, moleküller oluşturulamazlar. Moleküller parçalanıp, atomlar tek olarak izole edildiğinde, atom-çekirdekleri ortaya çıkar. Elektron halesinden yoksun bir çekirdeğin boyutu 1-2 femtometredir. 1 femtometre, milimetrenin trilyonda biri kadardır (10-15 m). Halbuki çevrelerinde elektron halesi olan atomlar (yani molekül yapıcılar) 100.000 femtometre’den büyüktürler. Bu farkı anlamanız için şunu tasarlayın: Bir atomun çekirdeği İstanbul’da Kız-Kulesinin tepesindeki bir portakal ise, onun elektronları, Büyükada’daki bir toplu-iğne ucu boyutundadır. Elektronlar çekirdekten bu kadar uzakta olacak şekilde yerleşirlerse moleküller oluşurlar.

Bu nedenle bizlerin (su, taş, toprak) olarak gördüğümüz maddeler, sabun-köpüğü gibi boşluksu şeylerdir. Köpüksü yapılı-dokulu varlıklar ile atom-çekirdeği gibi yoğun dokulu varlıklar arasında çok temel bir fark vardır, o da hareketlilik faktörüdür.  Köpüksü dokulu maddeler, örneğin bir mermi saniyede yüzlerce metre, bir uzay uydusu saniyede bin metre hızla gidebilir. Ama asla ışık hızıyla 300.000.km/sn gidemez. Ama atom çekirdekleri ışık hızında ilerleyebilirler. Yani radyasyon oluştururlar. Bu nedenle, bizlerin aşina olduğumuz moleküller-şeklindeki alemden, atomlar şeklindeki aleme geçince, varlıkların hareketlilik yetenekleri, enerji potansiyelleri anormal artmış olur.



Şekil 101:  "BİG-BANG" denilen bir patlama yoktur, femtometre boyutlu atom-altı-öğelerin, nanometre ölçekli boyuta genleşmeleri sonucu olan bir ŞİŞME-Genişleme olayı vardır.

 

Bu küçülmenin evrenin tüm atomlarında (10 üzeri 80) meydana geldiğini düşündüğünüzde, küçülmenin ne kadar devasa olduğunu tasarlayabilirsiniz! Bu nedenle, evrenin başlangıcında, tüm maddeler atom-altı-öğelere (enerjiye) dönüştürüldüğünde, evrenimizin çok yoğun bir plazma durumunda olması gerekmektedir.

 

Bu durum fizikçiler tarafından da öngörülmüş ve evrenimizin çok yoğun bir plazma şeklindeki ilksel durumundan, bir patlamayla genleşmeye başladığı (Gamov 1948, Penzias & Wilson 1965, vb.) öne sürülmüştür.

 

Şimdi bir nokta koyup, zaman kavramının bilgi oluşumuyla bağlantılı olarak gerçekleşen değişim-dönüşümler olduğunu bilmeyen fizikçilerin, böyle bir genleşmeyi nasıl açıklayacaklarını tasarlayın: Büyük bir patlama oldu ve evren genleşmeye başladı ve soğudu; bu soğumanın sonucu da 3 derece Kelvin radyasyonu (Cosmic Microwave Backgrond = CMB, Penzias & Wilson 1965) olarak günümüzde bile hala evrende mevcut!

 

Şimdi olayı bir de “bilgi” faktörünü dikkate alarak, varlıkların karşılıklı etkileşimlerle daha rahat bir duruma ulaşma çabaları sonucu geçekleşen “zaman” görüşüne göre yorumlarsanız, nasıl bir değerlendirme ortaya çıkar?  

 

Maddeler (moleküller) dünyası ile atom dünyası (atom-çekirdeği) arasında çok büyük bir fark vardır. Moleküllerin boyutları nano-metre ölçekli, yani metrenin milyarda biri, (10-9 m) iken, nükleon (çekirdek) boyutu femto-metre (10-15 m) ölçeklidir. (1 femtometre, milimetrenin trilyonda biri kadardır,10-15 m). Bir milyon katlık bir fark söz konusudur. İşte evrenin genişlemesi atomlar aleminden moleküller alemine geçişin bir sonucu olarak başlar. Yukarıda vurgulandığı üzere, atomlardan moleküllere geçişte milyon katlık bir hacim artışı olur. Evrendeki on üzeri 80 kadar atomun da aynı anda moleküllere dönüştüğünü dikkate alırsanız, genişlemenin boyutunu tasarlayabilirsiniz.

 

Atom-çekirdeği çok küçük boyutlu olduğundan, çevresindeki hiçbir şeye çarpmadan ışık-hızıyla hareket edebilir; ama bizlerim madde olarak algıladığımız şeyler devasa balon gibi şişmiş olduklarından, çok ama çok yavaş hareket ederler.

 

Yani madde dediğimiz varlıklar sabun-köpüğü gibi boşluksu bir yapıdadırlar. Maddenin temel kütlesi (protonların bulunduğu yer olan) atom-çekirdeğindedir. Molekül oluşturmak için gereken ikinci bir atomla arasında böyle muazzam bir boşluk vardır. Ve molekül oluşturacak atomları birbirlerine bağlayanlar ise elektronlardır.

 

Güçlü-etkileşim sadece atom çekirdekleri içinde etkilidir. Atom çekirdekleri de bir-kaç femtometre gibi çok küçük boyutlu olduklarından, çok ama çok dar alanlarda etkili olurlar. Bizlerin yaşamını etkileyip yönlendiren elektromanyetik kuvvet ise, çok daha geniş alanlarda etkilidirler. Şimdi kuvvet dediğimiz varlıkları birbirine çeken veya iten faktörün, çok farklı etki alanlarına sahip olduklarını tasarlayabilirsiniz. Bir hücrenin içindeki atomlar ve moleküller birbirleriyle etkileşirken yapıcı veya yıkıcı bir faktöre gereksinim olduğunda, sadece atom-çekirdeği içinde (bir femtometrelik bir alanda) değişim-dönüşümlerle gerekli düzenleme yapılabilmektedir.

Atom-altı-öğelerden atomlara-moleküllere geçildiğinde evrensel sistemin, muazzam bir genleşmeye uğraması kaçınılmazdır. 3° kelvin radyasyonu bu genleşme sonucu oluşan soğuma sonucudur.

İşte evrenin genişlemesi, atom-altı-öğeler aleminden atomlar alemine geçişte gerçekleşen bu 1 milyon katlık genleşmedir. Bu genleşmenin evrendeki 10 üzeri 80 kadar atom-altı-öğede gerçekleştiğini düşünürseniz, genleşmenin ne kadar büyük olduğunu tasarlaman daha kolay olur.

Zaman kavramının bilgi oluşumuyla bağlantılı olarak gerçekleşen değişim-dönüşümler olduğunu bilmeyen fizikçilerin, böyle bir genleşmeyi nasıl açıklayacaklarını tasarlayın: Büyük bir patlama oldu ve evren genleşmeye başladı ve soğudu; bu soğumanın sonucu da 3 derece Kelvin radyasyonu (Cosmic Microwave Backgrond = CMB) olarak günümüzde bile hala evrende mevcut!

 

E= mc2 formülüyle ifade edilen Atom enerjisi neden çok önemlidir?

Önemlidir çünkü 1 gramlık bir maddenin içinde 900,000,000,000,000,000,000,000.0 erg kadar enerji vardır. Bu kadar enerji 100 watt'lık bir ampulün 30.000 yıl boyunca yaydığı enerjiye eşittir. Yani 1 gram madde o kadar enerji içermektedir.

Şimdi doğadaki sistemin varlıkları oluşturmak için ne kadar büyük bir yatırımda bulunduğunu tasarlayabilir misiniz? Yaratıcılık ne ile başlamıştır ne kadar yatırım gerekmiştir, biraz düşünün.

 

Günümüzde evrenin Big-Bang adı verilen büyük patlamayla başladığı ve hemen ardından çok büyük ve ani bir genişlemeye (inflation) uğradığı ve halen de genişlemeye devam ettiği görüşü egemendir. Evrenin hala genişlediği görüşüne, galaksilerden gelen radyasyonlarda “doppler-olayına bağlı kızıla kayma” adı verilen bir görüş neden olmuştur. Ancak “kızıla kayma” durumunun, galaksilerin yaşı ile ilgili olduğu (Halton Arp, 1998) tarafından gösterilmiştir.

 

Dolayısıyla, evrenin hala genleştiği görüşü doğru değildir. Ani bir genleşme atom-altı-öğelerden atomlara geçişte gerçekleşmiştir, ama ondan sonra sürmesi ve evrenin sürekli genleştiği görüşünün kabulü için hiçbir neden yoktur.

 

Bölüm 34- Yaratıcılık-yapma-oluşturma BİLGİ ile olmaktadır

Doğa alt-sistem – üst-sistem yapılaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. En alt sistemi kuantlar (atomlar) alemi oluşturur. Onların birleşmeleriyle atom- molekül- hücre- beden- koloni gibi üst sistemler oluşur. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Entegre Düzeylerinin Teorisi (EDT)” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

 

I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

IV- Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

 

Feibleman’ın “Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.” şeklindeki ifadesinin dinamik-sistemler fiziği ilkeleri ile açıklanması şöyledir:

 

Her şey tabandaki kuantsal sistemle yapılıyor, çünkü enerji onlarda var. Enerjinin nerden nereye akacağı ise “bilgi” faktörü ile oluyor. Bilgiler enerji akışı yönünü belirleyen trafik işaretleri görevini üstlenirler. Doğada atomlardan moleküllere geçişle, bir sürü yeni madde ortaya çıkar, ve bu maddelerin her biri farklı anizotropi özelliğine sahiptir. Anizotropi, enerjinin nerede fazla, nerde daha az dağılacağını belirler. Örn. Hidrojen atomu yanıcı, Oksijen atomu yakıcı bir element iken H2O molekülü söndürücüdür, tamamen farklı özellikler gösterir. Yani H ve O atomları Su molekülü içinde öz özelliklerini bırakıp, başka özellikli olmuşlardır.

 

Su molekülleri diğer moleküllerle etkileşerek, protein, şeker gibi daha büyük molekül kompleksleri oluştururlar. Bu kompleks moleküller birleşerek hücre gibi daha kompleks varlıklar oluştururlar, vs. Bu şekilde gittikçe karmaşıklaşan yeni üst-sistemler ortaya çıkar.

 

Ama tüm bu yeni oluşan üst-sistemler, hep bir alt-düzeydekilere bağımlıdır, çünkü enerjilerini onlardan alırlar.

 

Şimdi tavuğun yumurta kabuğu için Ca ihtiyacını düşünelim. Dünyanın her yerinde kireç taşı yok, Ca’lu mineral de yok. Ama tavuk orada yaşamaya mecbur. O zaman tavuğun içindeki hücreler, Ca’u nasıl sağlayacakları arayışında olurlar. Moleküllerin birbirlerine dönüşümleri enerji gradyanları oluşturulmasıyla gerçekleşir. Aynı yöntem elementlerin birbirlerine dönüşümlerinde de geçerlidir. Dolayısıyla hücreler içinde çeşitli küçük ortamlar oluşturularak, moleküllerin, atomlarına ayrışmaları sağlanacak mikro-ortamlar oluşturulur; sonra atomların birbirlerine dönüştürülecekleri daha küçük mikro-ortamlar oluşturularak, varlığın gereksinimi olan element elde edilir.

 

Atomların birbirlerine dönüşümleri, hücreler tarafından değil, atomların algılama ve o algıya göre davranmalarına dayanılarak atomlar (dolayısıyla içlerindeki atom-altı-öğelerce) yapılmaktadır, çünkü yapıcılık-kuvvet oluşturma ve aktarma erki hep alt-sistemlerdedir. Hücreler sadece enerji gradyanı değişimleri yaparak, enerjinin nereden nereye akması gerektiği bilgisini (kuvvet alanını) oluştururlar; atomların içlerindeki atom-altı-öğeler de o kuvvet alanına uyarak, bir atomdan diğerine akarak, atomların birbirlerine dönüşmelerini gerçekleştirirler.

 

Bilgi aktarımı en net olarak bitkiler aleminde görülür. Her bitkinin tohumunda o bitkinin soyunun devamını sağlayacak bilgiler kayıtlıdır. O tohum, uygun çevre koşulları bulduğunda hemen filizlenir ve bir tek tohumdan yüzlerce tohum oluşturacak yeni bir bitki ortaya çıkar.

 

Doğa dinamik sistemde işler. Dinamik sistemdeki bu işleyiş information & self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre gelişir. Dinamik sistemlerin temel noktası doğada alt-sistemlerden başlanarak, yeni bilgi oluşturulması yöntemiyle, yeni üst-sistemlere doğru bir ilerleme, bir evrimleşme olmasıdır.



Şekil 102: Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Bu nedenle her gün yeniden düzenlenir.

 

Zaman 4.boyut olarak da tanımlanır ve doğada hiçbir şeyin sabit-değişmez olarak kalamayıp, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olacağı anlamına gelir. Yeryuvarının arşiv sayfalarını oluşturan jeolojik katmanlar da, bu değişim-dönüşümlerin küçük boyutlu alt-sistem öğelerden başlayarak, gittikçe daha gelişmiş büyük üst-sistemlere doğru ilerlediğini göstermektedir.

 

EDT ilkeleri, zamanın bu tanımıyla birlikte değerlendirildiğinde, doğal sistem ilerleyen ve gelişen bir sistem olarak karşımıza çıkar. Haken (2000) ise doğadaki bu gelişimlerin “information & self-organisation” olarak özetlediği sinerjetik bir yöntemle gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Sinerjetik birlikte-işlem-yapma anlamındadır. Sinerjetik sistemde üst-düzeyde geçerli olacak kurallar bir-üst düzeyde bir araya gelecek öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle belirlenir.

Tüm bu bilgiler birlikte değerlendirildiğinde atalarımızın doğal sistemin yaratıcısı ve sahibi anlamında kullandıkları terimdeki TANRI kavramının KUANTSAL SİSTEM olduğu görülür.

 

Nitekim kuantlar

her an her yerdedirler, (omni-present)

herşeye kadirdirler, (omni-potent)

Herşeyi anında görüp-değerlendirirler (omni-scient)

 

Zaman kavramın 4.boyut oluşturucu olması, herşeyin sürekli değişim-dönüşüm içinde tutulmasını gerektirir. Dolayısıyla yaratıcı veya oluşturucu terimleri yerine, DEĞİŞTİRİCİ veya DÖNÜŞTÜRÜCÜ teriminin kullanılması daha mantıklı olur. Çünkü doğada her şey sürekli değişim-dönüşüm içinde olmak zorundadır.

 

 

Bölüm 35- Doğada yönlenme ve etkileşim BİLGİ İLE olmaktadır.

 

Sharov (2006), canlılar alemindeki bu basitten karmaşıklığa doğru gidişin de canlılar alemindeki bilgi-oluşturma kapasitesine dayalı olması gerektiğini düşünür. Canlılara ait bilgilerin canlıların genetik kayıtlarında bulunduğu bilindiğine göre, canlılar aleminde bu bilgi nasıl bir değişim göstermektedir?

 

Bu soru Adami ve diğ. tarafından (2000) araştırılmıştır. Adami ve diğ. karmaşıklığın canlıların genetik kayıtlarındaki işlevsel ve vazgeçilemeyen genom kapasitesi (size of functional and non-redundant genome) ile orantılı olduğunu göstermişlerdir.

 

Bu saptamadan giden Sharov (2006), canlılar alemindeki bu basitten karmaşıklığa doğru gidişteki bilgi kapasitesini araştırır. Canlılar alemindeki önemli grupların “işlevsel ve vazgeçilemeyen genom boyutlarına” ait verileri birbirleriyle kıyaslar ve bilgi kapasitesinin (dolayısıyla karmaşıklık düzeyinin) eksponansiyel (üstel) şekilde arttığını fark eder.

 

Sharov’un verileri diyagramda görülmektedir.



Şekil 103Sharov diyagramından genetik BİLGİ oluşumunun başlangıcının yaklaşık 9.5 milyar yıl önceleri olduğu anlaşılmaktadır. Canlıların genetik bilgi potansiyelleri zaman içinde üstel şekilde artmıştır.

Genom boyutları nükleotid-çiftleri = base pair = bp olarak verilmiştir.

Adenin (A), timin (thmine) (T), guanin (G) ve sitozin (cytosine) (C) molekülleri nükleotid olarak bilinirler.

A-T ile, G-C ile eşlenik olduklarından, bunlara nükleotid-çiftleri denir.

 

Yukarıdaki veriler, bu canlı grupların yeryüzünde ortaya çıkış zamanlarına göre bir diyagrama yerleştirilirse, aşağıdaki görüntü ortaya çıkar. (Şekil 1)

Genom boyutu verileri logaritmik ölçekli bir diyagramda gösterince, dağılım çizgisi lineer olur, bak şekil 2.

 

Görüldüğü üzere canlılar aleminde geçmişe doğru gidildikçe genom boyutu (bilgi kapasitesi) gittikçe azalıyor. Ama sıfır olmuyor.

Peki ne zaman sıfır olur? Bu soruyu kendisine soran Sharov, diyagramdaki doğrusal hattın ne zaman (0) sıfır değerine ulaşacağını, eksponansiyel büyüme oranı eğiminden yararlanarak hesaplar. Hesaplama yöntemi şekil 3de gösterilmiştir. Bu hesaplamaya göre, yeryüzünde hayatın başlangıcının, dünyamızın oluşum yaşı olan 4.5 milyar yıldan çok daha önceleri (yani yaklaşık 9.8 milyar yıl önceleri) başlamış olması gerektiği görülür.

 

Sharov’un görüşünün anlamı şudur: Hayat sistemi dünyamızda 5.105 bp değerine sahip bir prokaryot canlıyla başlamaktadır. Bu 5.105 (yani 500 000) bp (nükleotid-çiftinin) oluşması için bir zaman gerekmektedir. Bu kadar büyük bir genetik bilgi kaydının oluşması için gereken zaman hesaplanırsa, şekilde görülen kadar bir süre geçmesi gerekmektedir. Dolayısıyla hayat yaklaşık 10 milyar yıl önceleri oluşmaya başlamış ve ilk nükleotid çiftleri oluşturacak bilgi o zaman oluşmuş olmalıdır.

 

Görüldüğü üzere, doğa enerjinin daha ergonomik yapılar oluşturacak şekilde, BİLGİ oluşturularak öğelerin birleştirilmeleriyle oluşmaktadır. Ve canlıları oluşturan bilgilerin gen denilen ve kimyasal elementlerden oluşan yapıda olması bunu doğrulamaktadır.

 

 

Bölüm 36-Bilginin Üstel Oluşumunun Anlamı ve Sonuçları

Doğa sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik bir sistem olduğundan, varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapmak zorundadırlar. Bu nedenle bilgi oluşumu sürekli artırılmış olur. Canlıların genetik kayıt verileri bu bilgi artışının eksponansiyel (üstel) şekilde geliştiğini göstermektedir.

 

Üstel fonksiyonlar y=eλx şeklindedirler ve üstel fonksiyonların türevleri hep eλx olarak kalırlar ve asla sıfırlanmazlar. Bunun anlamı, bilgi oluşturma yeteneğinin sadece insan veya hücre gibi canlılarla sınırlı olamayacağı ve maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam edeceğidir.

Bilginin kuantsal sistemden kökenlendiğini şu şekilden anlayabiliriz:



Şekil 104: Bilgi üstel fonksiyon olarak geliştiğinden, "bilgi oluştur" şeklinde bir dürtü evrendeki her şeyin içinde olmak zorundadır.

 

Şekilde görüldüğü üzere, bilgi hem insanlarda, hem canlılar alemi gelişiminde, hem de evrende enerji-akışı-yoğunluğu artışı gelişiminde devrededir. Bu da bilginin taa kuantsal sistemden kökenlenmesini zorunlu kılar.

 

 Her şey alt-sistemlerin üst-sistemler içinde birleşmeleri şeklinde gerçekleşiyor. En alt sistem kuantum-alemidir; nitekim “kuantum” terimi, doğadaki en temel etkileşim öğesinin tarifidir. Her şey onlarla başlar ve onlar tarafından yönlendirilir. Kuantsal öğelerle yapılan deneyler, onların bilinçli-yetenekli davrandıklarını göstermektedir. Zaten yeteneğin üstelliği = eksponansiyelliği (yani zaman içinde sürekli artması) bilinç oluşturma yeteneğinin kuantsal alemden kaynaklanmasını gerektirir.



Şekil 105: Bilgi üstel gelişim gösteren bir faktörüdür. Moleküller oluştu, tekrar bilgilen ve örgütlen; hücreler oluştu, bilgilen ve tekrar örgütlen, vs.

Şöyle ki:

Bir şey üstel (eksponansiyel) şekilde gelişiyorsa, onu sürekli olarak iten-dürten bir faktör olması gerekir. Bilinç üstel geliştiğine göre, “bilinçli ol” şeklinde bir dürtü, doğadaki tüm oluşumların temelinde bulunması gereken bir faktördür.

Yani en temeldeki kuantsal canlılar rastgele değil, bilgi ve bilinçli şekilde davranıp-hareket etmektedirler.

 

Özetleyecek olursak: kuantsal canlıların maddeleri oluşturması, yani doğa ve dünyamızın oluşumu, rastgele değil, belli kurallara ve bilgiye dayanmaktadır.

 

Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, kuantsal canlılar sabit bir enerji sistemi değil, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan ve saniyenin milyarlarca biri gibi kısa sürelerde oluşup, tekrar başka bir kuantsal enerji düzeyine dönüşen, çok aktif öğelerden oluşmakta ve birbirleriyle etkileşerek evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilmektedirler.

 

Bilgi oluşumunun üstel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir faktörün bulunmasını zorunlu kılar.

 

Doğa alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru ilerleyen dinamik bir sistemde gelişmektedir. Bu gelişmeler ise, information & self-organisation olarak özetlenen dinamik-sistemler fiziği ilkelerine göre olmaktadır. “Bilgi faktörü” Dinamik sistemler fiziğindeki “Maximum Information Principle” olarak tanımlanan parametrenin oluşmasının temel nedenidir.

 

Bilgi, enerjinin nerden nereye akacağını gösteren trafik işaretleri görevini gördüğünden, varlıkların yapıları anizotropik özelliklidir;

 

bir taraf eksi, bir taraf artı; bir taraf soğuk, bir taraf sıcak, vs.

Bu anizotropi, genetik kodlamada da vardır:

Genlerin bir tarafı N-terminali, diğer tarafı C-terminali özelliği gösterir. İşlemler N-den başlanarak yapılır.

Sperminin yumurtaya giriş noktası bile anizotropi özelliği sayesinde belirlenir: Spermler, yumurta üzerindeki “Spemann-organizer” adı verilen çok özel bir noktanın tam karşısındaki bir noktadan giriş yapmak zorundadırlar.

 

Yani, “bilgi” faktörünün her sistemde özel bir “eigenvalue =öz-değeri” vardır. Doğada hiçbir şey rastgele, gelişi-güzel davranamaz.

 

Bilgi oluşumunun üstel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir faktörün (“öz-değerin = eigenvalue”) bulunmasını zorunlu kılar. Bu nedenle bilgi bir yaşam dürtüsüdür. Tüm varlıklarda fiziko-kimyasal yapılarındaki bilgiyi aktarma dürtüsü vardır, ki bu genellikle seks dürtüsü olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Bilgilerin atomlar ve atom-altı-öğelerde kaydedildiği önceki bir bölümde gösterilmişti.

 

 

Bölüm 37- Varlıkların davranışları kimyasal bileşimlerince yönlendirilmektedir.

 

Bizlerin tüm işlerini bedenimizdeki hücrelerimiz (ve de onların içlerindeki atom-altı-öğeler) yaparlar. Peki hücreler bu işleri nasıl yapıyorlar? Ne tür bilgilerle işlemler yaparak bizleri ayakta tutuyorlar?

Bir iş veya eylem yapılması enerji ile mümkündür. Yediğimiz tüm besinler, sindirim sistemindeki hücrelerce, önce amino-asit moleküllerine kadar parçalanırlar. Sonra o amino-asit molekülleri kemik, kan, kas, tırnak, saç vs. gibi farklı beden-öğeleri oluşturacak şekilde ihtiyaca göre yeniden kombinasyonlara sokularak ve farklı amaçları gerçekleştirecek organlar ve bedenler oluşturulur.

 

 Bizler hayvansal ve bitkisel besinlerden enerjimizi alırız. Hayvanlar bitkilerle beslenirler. Bitkiler ise enerjilerini güneşten gelen ışınlardan (fotonlardan) alırlar. Fotonlar ise kuantsal enerji öğeleridir.

 

Yani enerji kaynağımız besinlerin kökeni kuantsal enerji öğelerine varıp-dayanmaktadır. Peki bu enerji aktarımları nasıl olmakta, hangi bilgilere göre gerçekleşmektedir?

 

Sümerlerin devletlerin (toplumların) yönetiminin gökten indirilen kutsal krallar ait olduğu görüşü, yönlendirme erkinin varlıkların dışındaki bir güç sisteminde olması gerektiği şeklinde bir mantıksal yanılgıya götürmüştür. Bilgi denilen bir şey yapma erkinin de bu kutsal kişilerde bulunduğu ve onlar tarafından insanlara öğretildiği görüşü de buna eklenince, RUH denilen yönlendirici-hareket ettirici faktörün de varlıkların dışındaki bu kutsal varlıkta olduğu inancı insanlarda asırlar boyunca egemen olmuştur.



Şekil 106: RUH nedir? sorusunu yanıtlamak için şöyle bir deney yapılmalı.

Ruhla beden arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için şu yapılmalı.

Ölmek üzere olan kişi tamamen izole edilmiş bir kabın içine konur ve nefes alış-verişini sağlayacak bir giriş-çıkış valfi eklenir. Valften giren ve çıkan her şey anında ölçülür.

Bu izole kap, çok hassas bir dijital kantar sistemi üzerine konur ve kantar sürekli olarak kontrol edilir.

Valflerden giren-çıkan hava miktarı, kantarın gösterdiği değerle birlikte değerlendirmeye alınır. Kişinin kalbi durduğunda (ve de daha sonra beyin dahil diğer organlarda hücreler arası faaliyetler kesildiğinde) kantar değerlerine bakılır. Kantar değerleri bir azalma gösterir mi, göstermez mi?

 

Buna benzer bir deney, 1907 yılında Amerika'nın Massachusetts eyaletinde Duncan Macdougall adında bir doktor tarafından yapılmış ve 21 gramlık bir azalma olduğu sonucuna ulaşıldığı belirtilmiştir. Kaba giriş-çıkış valfleri gibi hassas ölçüm aletleri olmadığından kaptaki bedenden dışarı bir kütle kaybı olup-olmadığı dikkate alınamamıştır ve de deney yeterli istatistiksel veriye dayanmamış olduğundan bilim alemince değerlendirilmemiştir.

 

Böyle bir deney yapılacak olsa ve çok hassas ölçümler yapılsa, beden ağırlığında ölümden sonra bir azalma olması teorik olarak beklenir. Nedeni ise şudur: Hareket halindeki bir madde ile tamam durgun haldeki aynı maddenin ağırlıkları farklıdır. Bu atom ve atom-altı-öğeler aleminde çok belirgindir ve atom-altı-öğelerin ağırlıkları bu nedenle durgunluk kütlesi (rest-mass) olarak verilir. Çünkü hareketli olduklarında ağırlıkları kat be kat artar.

Beden içinde de atomlar ve moleküller sürekli hareket halindedir. Bu nedenle daha ağır olurlar. Ölümden sonra onların hareketliliği sona erer ve beden biraz hafifler. Ama daha sonra bakteri gibi mikro-organizmaların beden içindeki faaliyetleri artmaya başlayacağından, ağırlık değeri tekrar artmaya başlayabilir.

                                                                   

RUH varlıkların içinden gelen bir dürtü mü, yoksa dışarıdaki RAB denilen ve kendisine tapılan bir varlığın insanı n içine üflediği bir canlılık mı?

Tüm varlıklar hareketli olduklarına göre, RAB her varlığın içine nasıl davranacağı bilgi sini üflüyor mu?

 

İnsanların bilgi düzeyleri ve mantıksal değerlendirme yetenekleri zamanla gelişmektedir.

Günümüzde artık yönlendirici faktörün

       Enerji olduğunu,

       Enerjinin kuant denilen en temel atom-altı-öğede bulunduğunu,

       Kuantsal öğelerin birer birer birbirlerine eklenerek veya çıkartılarak (kuantizasyonla) atom denilen kimyasal elementler oluşturduklarını,

       Bu şekilde enerjinin farklı kimyasal bileşikler şeklinde depolanıp-aktarıldığını,

       Varlığın gereksinimine göre enerjinin maddeye, maddenin enerjiye dönüştürüldüğünü,

       Büyürken tohumdaki atomların canlıların ihtiyaçların göre başka atomlara dönüştürüldüklerini (transmutasyon),

       Enerjinin bilgi faktörüyle yönlendirildiğini, dolayısıyla doğadaki varlık çeşitliliğinin bilgi oluşturma potansiyeline bağlı olarak arttığını,

       Tüm varlıkların atom denilen kimyasal elementlerden oluştuklarını,

       Bilginin kimyasal elementler olarak kaydedildiğini,

       Dolayısıyla tüm varlıkların davranışlarının kimyasal bileşimleri tarafından etkilenip-yönlendirildiğini bilmekteyiz.

 

Durum böyle olunca, RUH kavramının kuantsal kökenli olduğu kesinlik kazanmaktadır.

 

Bölüm -38- Doğa nasıl oluşup-gelişiyor? Harici bir yaratıcı kendisine hizmet için mi varlıkları oluşturuyor, yoksa varlıklar daha rahat bir duruma ulaşmak için kendileri mi çabalıyorlar?

Bu sorunun yanıtı için, doğadaki bu yaratıcılık sistemini mercek altına almak zorundayız.

Doğada işler rastgele olmuyor, bilgiye göre gerçekleşiyor. Peki bilgiler kimde veya nerede? 

Biz insanlar bilgileri kitap dediğimiz yazılı belgelerde depolayıp-aktarıyoruz ve onlara göre çeşitli aletler, motorlar, uydular vs. yapıyoruz. Kitap gibi yazılı belgeler yaklaşık 5 bin yıldan beri oluşturulabiliyor. Ondan önceki zamanlarda bilgi düzeyimiz o kadar düşüktü ki, insanlar geçmiş deneyimlerini sadece öyküler-efsaneler şeklinde gelecek nesillere aktarabiliyorlardı.

 

Ama hayat milyarlarca yıldır oluşup-gelişmeye devam ediyor. Hayatın gelişimini sağlayan bu bilgiler kim veya kimler tarafından oluşturulup-nesilden nesile aktarılıyor?

Bölüm -38a- Doğa ve dünyayı oluşturan güç sisteminin kayıtları vardır: KUANTSAL KİTAPLAR.

Bu kayıtlar kimyasal bileşimlere yazılıdır. Bunun en kesin delili, bir canlının bedeninin nasıl yapılacağının yazılı olduğu genetik bilgi kayıtlarıdır. Tüm canlıların oluşum bilgileri kromozom sarmalı şeklindeki iplikçiklerde yazılıdır. Bu kayıtlardaki bilgilere göre canlının kaç kollu, kaç bacaklı olacağından tutun, rengi, boyu, besinleri nasıl sindireceği, solunum sisteminin nasıl işeyeceği gibi tüm özelliklerinin ve işlevlerinin nasıl olacağı yazılıdır. Canlı o bilgilere göre oluşturulur. Bir örümcek o kayıtlardaki bilgilere göre o muhteşem ağını örer. Bir midye o bilgilerle en şiddetli dalgalara dayanacak şekilde kayalara kendisini bağlar. Bu nedenle her canlı bu genetik bilgileri gelecek nesle aktarmak için çabalar. Seks ve aşk bu dürtülerin tipik görüntüleridir.

 



Şekil 107: Yaratıcının kitapları kuantsal bir alfabe ile yazılmaktadır.

Bilgiler kromozom ipliciklerindeki DNA dizilimlerinde kayıtlıdır. DNA dizilimleri A (adenin)- T (thymin) ve G (guanin) – C (citosin) çiftlerinden oluşur. Bu A-T ve G-C çiftleri ise azot, hidrojen, karbon, oksijen gibi kimyasal elementlerden oluşurlar. Dolayısıyla tüm bilgiler kimyasal elementlerle, yani atomlarla yazılmış olmaktadırlar.

 

Atomlar atom-altı-öğeler denilen kuantsal sistemden oluştuklarından, tüm bilgiler kuantsal sistemde işenip-depolanmış olmaktadır. Yani yaratıcının kitapları atomlarla yazılmış, kuantsal kitaplar şeklindedirler. Bu nedenle bedenlerdeki hücrelerin içlerindeki atomlar kaynayan kazanlar gibi sürekli bir değişim-dönüşüm içindedirler.

 

Cansızlar alemi denilen inorganik varlıkların oluşum bilgileri de, kimyasal elementlerde kayıtlıdır. Yani yeryuvarının arşiv-sayfaları olan jeolojik katmanlar da kuantsal dilde yazılmış olmaktadırlar, çünkü tüm mineraller Si, Ca, Fe, K, Na, O gibi kimyasal elementlerden oluşurlar. 

 

Ruh denilen canlılık özelliğinin kuantsal kökenli olmasının nedeni de, bilgi faktörünün kökeninin de kuantsal kökenli olmasıyla ilişkilidir.

 

Yukarıda açıklanan veriler doğadaki yaratıcılığın kuantsal kökenli olduğunu ve varlıkların bizzat bilgi ve bilinçle daha rahat bir duruma ulaşabilmek için bilgi oluşturarak kendilerini geliştirdiklerini göstermektedir. Bilgi yapıya yansıtıldığından varlıkların kimyasal bileşimleri değişmekte bu nedenle görünüşleri de değişmektedir.

 

Doğadaki oluşumlar birbirleriyle rastgele çarpışan değil, birbirleriyle etkileşen kuantsal öğelerin karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarıyla (rezonansa girmeleriyle) gerçekleşmektedir. Bu ise kuantsal sistemin bilgili ve bilinçli davranmasıyla olmaktadır.

 

Bu bilinçli davranış şuradan anlaşılır.

Maddeler atomlardan, atomlar ise protonlardan oluşurlar. Bir protonlu ise hidrojen, 6 protonlu ise karbon, 7 protonlu ise azot, vs. ortaya çıkar. Protonlar atom çekirdeğinde femtometre boyutlu çok dar bir alanda bulunurlar. Böyle dar bir alanda (+) elektrik-yüklü protonların bir arada bulunması olanaksızdır çünkü aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar ve asla yan-yana gelemezler. Tek bir protonlu elementle de doğadaki binlerce farklı madde oluşturulamaz.

                    

İşte bu zorluğun üstesinden gelebilmek için doğadaki tüm enerjinin %99.2si fizikçilerin “strong force = güçlü çekirdek kuvveti” dedikleri bir etkileşim sistemine tahsis edilmiş; protonların yanına nötron denilen ve protonla karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşen bir mekanizma oluşturulmuştur. Proton ve nötronlar atom çekirdekleri içinde sürekli birbirleriyle etkileşerek çok sayıda protonun bir arada tutulmasını sağlarlar. Madde oluşumu bu yöntemle gerçekleşmektedir. Doğadaki enerjinin en büyük kısmı “strong force” için ayrılmış olmasaydı doğada hiçbir madde veya varlık oluşamayacaktı.

 

Atomların içinde sürekli bir canlılık döngüsü sürmektedir. Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronların içleri kaynayan kazanlar gibidir. Proton içindeki kuarklarla nötronlar içindeki kuarklar arasında sürekli bir enerji-değiş-tokuşu vardır. Bu süreç içinde madde-antimadde arası bir değişim-dönüşüm gerçekleşir. Yani asıl hayat, bedenlerimizi oluşturan atomların içinde yaşanmaktadır. Yaşam onların içinde başlar ve enerjinin maddelere bağlanarak çeşitli doğal ürünlere dönüşmesiyle çeşitlenerek devam eder.

 

Anlaşılacağı üzere bir madde, bir varlık oluşturulması erki sadece maddelerin içlerindeki kuantsal sisteme aittir. Yani yaratıcımız içlerimizdedir.

 

İnsanlık yaklaşık 10-12 bin yıl önceleri toplumsal yaşama başlamıştır. Toplum yaşamı insanlar arasında karşılıklı ilişkilere dayanır. Bu ilişkiler ise hizmet-alışverişleri temeline dayalıdır. Yani toplumsal davranışın başlangıcı insanların farklı iş-ve-meslek dallarına ayrılması ile başlamıştır.

 

Toplumsallaşma 10-12 bin yıl önceleri Anadolu’nun merkez olduğu Bereketli-Hilalde başlamıştır

2.5 milyon yıldır insan türü olarak yaşamaktayız. Ama bu 2.5 milyon yılın iki-milyon-dört-yüz-doksan-bin yıl gibi devasa bir bölümünü yabani bir hayat içinde geçirmişiz.

10-12 bin yıl önceleri Anadolu’nun merkez olduğu Bereketli-Hilal bölgesinde toplumsal yaşama geçilmiştir. Bunun kesin delilleri Anadolu’daki Höyük şeklindeki toplu yaşam ortamlarıdır. Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi yerlerde oluşturulun toplumlarda insanlar doğadaki tüm hayatın varlıkların içlerindeki bir yaşam dürtüsünden kaynaklandığını görmüşler ve tabana dayalı, küçükten büyüğe doğru gelişen, Anadolu-kültürü denilebilecek bir doğal sistem tasarlamışlardır. 

 

Anadolu kültürü deyince, tarihsel olarak Anadolu’ya ilk yerleşen ve Türkçe gibi eklenmeli (aglütine) bir dil konuşan toplulukları kastediyorum. Onlar tepeden yönetimli değil, karşılıklı hizmet-alışverişine dayalı, kendi kendilerine üretip-yaşayan, sömürücü olmayan bir kültürü temsil ederler. Anadolu kültürü “Bilgi” faktörünü ön plana almıştır. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik sisteminin egemen olduğu AHİLİK gibi karşılıklı hizmet alış-verişine dayanan bir kültür sahibidirler. İnsanlar bu nedenle, doğal sistemin işleyişine uygun yaşamışlardır. Yani Tabana dayalılık, Karşılıklı etkileşim ve “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğine uygun bir yaşam sistemi söz konusudur.

 

Anadolu kültürü orijinal haliyle yaklaşık 4.500 yıl öncelerine kadar ülkemizde etkili olmuştur. Ondan sonra değişmeye başlamıştır.

 

İlk değiştirici faktör 5 bin yıl önceleri komşu yöredeki Sümerlerden gelmiştir. Sümerlerin hayat anlayışı yukarıdaki 15. bölümde sunulmuştu ve toplumların kutsal krallık gibi tepeden yönetilmesi gerektiğine dayanıyordu.

 

İkinci değiştirici faktör, yaklaşık 2 bin yıl önceleri ortaya çıkan semavi dinler olmuştur. Semavi dinler toplumların davranışlarının gökteki bir yaratıcının sevdiği insanlara gönderdiğine inanılan bir kutsal kitaba uyacak şekilde davranmalarını öngörür. Semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bilgilerin çoğunun Sümer belgelerinden kaynaklanmış olduğu önceki bölümde gösterilmişti. Bu da bize zaman içinde insanların bilgi ve mantıksal değerlendirme yeteneklerinin değişip-geliştiğini gösterir. Nitekim ilk kutsal kitapla, sonrakiler arasında da çok farklar bulunur.

 

Neyse konumuza dönersek, Anadolu kültürü semavi dinlerin kabul edildiği devlet sistemlerinde de değişime uğramak zorunda kalmıştır. Kutsal bir krallığa ve kutsal bir kitap olgusuna dayanmayan özgürlük-eşitlik-kardeşlik sistemli bir hayat görüşüne göre yaşayan Anadolular, sürekli baskı ve zulüm altında yaşamaya mecbur kalmışlardır. Asırlarca süren bu baskı ve işkencelerden kurtulmak için zamanla epey değişimler geçirmiş olmalılar.

 

Bu eski Anadolu Kültürünün günümüze gelebilen temsilciliğini ALEVİLİK oluşturmaktadır. Aleviliğin İslamiyet’le Hazreti Ali taraftarlığı gibi bir bağlantısı olduğu yönünde görüşler ortaya çıkmıştır. Hazreti Ali, yedinci asrın ilk çeyreği sonunda (622) kurulmuş olan Arap-İslam devletinin dördüncü halifesidir ve 656-661 yılları arası halifelik yapmıştır. Dolayısıyla 10 bin yıllık bir ön-geçmişe sahip Anadolu kültürünün temsilcisi olan Aleviliğin 1360 yıl önce yaşamış olan Hazreti Ali ile hiçbir ilişkisi olamaz. Bu ilişki, yukarıda belirtilen baskı ve zulümlerden kurtulmak için takınılmış bir saklanma olmalıdır.

 

 

Bölüm -38b- Sümerlerin oluşturdukları KUTSALLIK KAVRAMI VE KUTSAL KİTAPLAR

 

Önceki bölümlerde ayrıntılı olarak Sümer kültürünün nasıl ve ne zaman geliştiği açıklanmıştı. Sümerler yaratıcının varlıkların dışındaki harici bir kutsal insansı varlık olduğu ve tüm diğer varlıkları kendine hizmet etmek için oluşturduğunu, tüm bilgilerin bu insansı tanrılarda olduğunu ileri sürerek, KUTSALLIK VE KUTSAL KİTAP şeklinde bir hayat görüşü ortaya atmışlardır. Sümerlerin kutsal kitap diye bir kavram ortaya atmalarının tek bir nedeni vardır: toplum denilen ortak yaşam sisteminde halkın bir sürü gibi davranıp, tepedeki kutsal bir krala veya lidere biat edecek şekilde davranmalarını sağlamak!

 

Sümerler doğal sistemin gökte oturan insansı tanrılarca ve insanların da bu tanrılara hizmet için çamurdan oluşturulduğu, insanların nasıl davranacaklarının ise kutsal kitaplar olarak insanlara verildikleri şeklinde bir görüş okul ve eğitim sistemlerine entegre edilmiş, yetişen nesiller bilinç-altlarına yerleştirilen bu görüşe göre binlerce yıl süren bir kulluk-kölelik dönemine girmişlerdir.

 

İnsanlara doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilir. Doğa tepedekilerce parsellenip sahiplenilir ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze edilir. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir güç sistemi ortaya çıkmış olur. Bu hayat görüşünde, tepedeki efendiler (kral, vs) ilahi gücün dünyadaki temsilcisi olarak görülürler. Devlet sahibi olan bu kişilere kutsal mesajlar gönderildiğine inanılır. Bu kutsal mesajları yaymak uğruna savaşanlar ölürlerse şehit olarak ahiret hayatında ödüllendirileceklerine inandırılmışlardır. Bu onları birer ölüm makinesine dönüştürür ve dünyada gerçekleştirilen sayısız katliam oluşmasına yol açar.

 

Tepedekilere riayeti sağlamlaştırmak adına her millete (devlete) kendi dillerinde bir peygamberle bir kutsal kitap gönderildiği ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.

 

Devlet denilen ve tepedeki bir kutsal kişilikçe sahiplenilen sistemde tüm güç tepedeki kralda olunca, tepedekiler bu mali güç sayesinde özel görevliler tutarak, tüm halkı ve onların davranışlarını kontrol etme olanağına kavuşurlar. Halk kendi emeği ile oluşturduğu gücü tepedekilere verince tepedeki halkın “parasıyla” halkı baskı altında tutacak görevliler (asker vs.) tutarak, halkın ayaklanması veya karşı çıkmasını sürekli engellemiş ve hiç kimsenin toplum yararına olacak bir işlem veya eyleme kalkışmasına engel olunmuştur. İşte o tarihten beri dünyada hak-hukuk kalmamış, eşitlik-özgürlük-kardeşlik denilen değerler tamamen ortadan kalkmıştır. Tepedekiler bu olanağı sonuna kadar kullanıp, halkı sömürmeye ve kendileri şatafat içinde yaşamaya başlarlar.

 

Tüm bu inanç sistemlerinde insanlara şu görüş aşılanmaktadır: Yaratıcının emirlerine göre yaşanırsa öldüklerinde cennete gideceklerdir. Yaratıcının emirleri arasında, onun görüşlerini yaymak için diğer kavimlerle yapılan savaşlarda ölenlerin de şehit olacakları ve cennete gidecekleri şeklinde hükümler bulunması çok düşündürücüdür. Çünkü tüm insanlığın değil, belli kavimlerin çıkarlarının ön plana alındığı açıkça bellidir.

 

Görüldüğü üzere, dünyadaki son 4-5 bin yıldır oluşan gelişmeler tepedeki efendiler sınıfının siyasi ve ekonomik çıkarları dikkate alınarak, tepedeki zümrelere itaatkâr insanlar yetiştirecek şekilde planlanmıştır. Halk genelinin huzur ve refahını sağlamak hiç ön planda olmamıştır. Yani farklı dinsel inanç sistemlerinin tamamen pasif ve itaatkâr insan yetiştirmek amacıyla ortaya çıkarıldıkları anlaşılmaktadır.

 

Bu yapılırken insanlara “hırsızlık yapmamak, insan öldürmemek, vs.” gibi iyi niyet kavramları sunulmuştur. Ancak bu iyi niyet terimlerinin tüm insanlık için olmadığı aşikardır, çünkü, inandıkları kutsal kitap görüşünü yaygınlaştırmak için başka kavimleri öldürmek sevap sayılmakta, cennetle ödüllendirilmektedir.

 

Kutsal görüş uğruna savaşırken ölenlerin “şehit” olacakları ve öteki dünyada cennete gidecekleri vaadi tepedeki efendilerin ganimetçilik hırslarının bir göstergesi değil midir?

 

Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin, insanlara öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır?

 

Toplumu (devleti) yönlendirmek için, halkı bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın yolu, para ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki efendilerin uşakları olurlar. Uşaklar efendilerinin mülkleri üzerinde çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve boğaz-tokluğuna yaşarlar.

 

İnsanlar böyle bir doğal sistemde yaşadıklarına neden inanıyorlar? Çünkü din-adamları ve bilim-insanları böyle söylüyorlar- söylemek zorunda bırakılıyorlar.



Şekil 108: Yaratıcının kitapları kuantsal bir alfabe ile yazılmakta ve tamamen karşılıklı enerji-alışverişlerine dayalı iken, KUTSALLIK bunu tersine çevirip, tüm güç ve kuvveti tepedeki PARA sahiplerine bırakmıştır.

Tüm emek ve ürünler çalışanlara ait olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları baskı altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin köleleştirme etkisi).

Statik sistemde güç, yani yönlendirici (Allah veya doğal seçici), “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir.

• Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.

Halk, maaşı kesilirse:

● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;

● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. 

Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.

 

Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Sorunlardan kurtulmak, “para” denilen köleleştirici faktörü ortadan kaldırmakla; “para” faktörünü ortadan kaldırmak ise, doğadaki yönlendirici gücün, içlerimizdeki kuantsal öğelerde olduğunu anlamakla mümkündür. Huzurlu bir toplum, her insanın toplumu karşılıklı bir hizmet alış-verişi ortaklığı olarak görmesiyle mümkün olacaktır. Bu ise tamamen bir eğitim sorunudur. Çözümü ise çok basittir: Statik (Tepeye Bağımlı Örgütlenme = TBÖ) sisteminin zararlarını görüp, bu zararları yok edici dinamik sisteme geçmek!

 

Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz.

 

BÖLÜM 39- Cennet Nerededir? İnsanlar neden “öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır?

 

Bir insan, mensubu olduğu toplumdaki hayat sisteminin daha iyi yönde geliştirilebilmesi konusunda bir şeyler biliyor, buna kesin inanıyor ve bu bildiklerini topluma duyurmuyorsa, topluma karşı ihanet etmiş olmaz mı? Mademki bir görüşün, toplumca bilinip, uygulanması halinde, toplum daha iyiye gidecek, öyleyse, o görüşün toplumdan saklanması veya duyurulmaması, topluma karşı bir kötülüktür. Diğer taraftan, toplumun geleneksel düşünce ve inanç sistemi, bu yeni görüşü kabullenmeye uygun değilse; yani bu görüş toplumun geleneksel düşünce sistemini ve yaşam tarzını rencide edecek bilgiler içeriyorsa, o insan hemen “aforoz edilir” ve düşman olarak görülmeye başlanır.

İşte ben bu durumdayım. Gerçekleri yazdığımda, “Hocam bu din düşmanlığı niye” diyen arkadaşlarımla-öğrencilerimle karşılaşıyorum. Ben dinamik sistemli doğayı oluşturan bir yaratıcı sistemi bilimsel verileriyle tanıtıyorum, ama insanlar yazdıklarımı okuyup-değerlendirmeden “bodoslama” karşı çıkıyorlar.

Kafanızdaki “Allah” kavramı:

       Dünyanın ne zaman oluşmaya başladığını, nerelerden geçerek günümüz görüntüsüne ulaşıldığının kayıtlarını YERYUVARININ ARŞİV SAYFALARInda yazan yaratıcı mı?

       Bir canlının nasıl oluşup gelişeceği bilgilerini o canlının GENETİK BİLGİLER KİTAPÇIĞINA yazan yaratıcı mı?

       Yaratıcı sistemin bu kitapları doğada herşeyin bilgiyle oluşturulacağını ve yaratıcı sistemin de hep en iyi bilgilere yatırım yaparak, “Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik, yani doğum-ölüm döngülü sürekli evrimleşen bir doğal sistem ortaya koymaktadır.

       Ve sizler yaratıcının bu gerçek kitapları hakkında ne biliyorsunuz?

       Yaratıcın bu gerçek kitaplarındaki verileri bilmeden nasıl yaratıcıyı doğru anlayıp, onun yolundan gittiğinizi iddia edebilirsiniz?

       Sizin kafanızdaki yaratıcı, Sümer krallarının toplumları etkileyip-yönlendirmek ve halkın kendilerine hiç-düşünüp- sorgulamadan itaat etmelerini sağlamak için tasarladıkları, bir KUTSALLIK sisteminin devamı değil midir?

İnternette bir tanıdığım, benim bir DOM-görüşü savunucusu olarak Kuranı anlamadığımı yazmış.  Ben de kendisine şöyle bir teklifte bulundum: “Benim mi Kuranı daha iyi anladığımı, yoksa Siz ve sizin gibi Kuran savunucularının mı daha iyi anladıklarını saptamak için Kurandan bir bölüm vererek bunların nasıl yorumlanabileceğini tartışalım” şeklinde bir teklifte bulundum.

Yorumlanacak Kuran bölümü, Er-Rahman suresinin Cennet ile ilgili ayetleridir. Er-Rahman Suresi “Cennet” hakkında bilgi veren en önemli suredir.

55:46 - Rabbinin makamından korkan kimselere İKİ CENNET vardır.

 55:48 - İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.

 55:50 - İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.

 55:52 - İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.

55:62 - Bu ikisinden başka İKİ CENNET DAHA vardır.

 55:64 - (Bu cennetler) yemyeşildirler.

 55:66 - İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

 55:68 - İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

 

Şimdi size sorum şu: kutsal kitabımızda 2+2 = 4 adet cennetten söz ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? O cennetlerde yetişen meyvelerden “hurma ve nar” hangi dünya parçasını simgeler?

Bu soruyu Diyanet işleri başkanlığı ilgililerinden 15 yetkiliye - ve İlahiyat Fakültelerinden yine 15 profesöre de yönelttim (2015 yılı baharında), ama hiçbir yanıt gelmedi.

Şimdi bu konuyu jeolojik- arkeolojik verilerden yararlanarak, doğa-bilimsel bakış açısıyla açıklamaya çalışalım.



Şekil 109: 20 bin yıl öncelerinin Basra-Hürmüz Boğazı arasının paleocoğrafik görüntüsü. Harita Alman araştırma gemisi Meteor’un (1971) verileri, Roberts (1984), Swift and Bower (2003), Yao (2008) ve Würm-buzul çağına ait diğer jeolojik bilgilerden yararlanılarak hazırlanmıştır.

15 – 115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok soğuktur ve Würm-buzul devri denilen bir dönemden geçmektedir (İmbrie ve diğ. 1984, Hays ve diğ. 1976).

 

Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da sıcaklığın en düşük olduğu 20 binyıl öncesinde yaklaşık 130 metrelik bir deniz seviyesi alçalması demektir.

 

Deniz seviyesinin bu kadar alçalması, en fazla coğrafik değişikliği Basra-Hürmüz-boğazı arasındaki bölgede gösterir. Çünkü Basra körfezinin en derin noktası yaklaşık 90 metredir ve Dubai – Bander-e Lengeh hattının hemen batı tarafında bulunmaktadır. Dubai – Bander-e Lengeh hattı ise yaklaşık 70 m. derinlikte bir sırt şeklinde İran ile Dubai arasında uzanır.

 

Bu coğrafik özellikler nedeniyle, deniz seviyesi 130 m. düşünce, tüm Basra Körfezinden deniz çekilmiş olur ve bu devasa bölge, iki tane büyük ırmakla sulanan çok verimli bir ovaya dönüşür. Sadece güney-doğu ucunda 15-20 m. derinliğinde sığ bir GÖL kalır. Bu gölün suyu da, birkaç yıl içinde tatlı suya dönüşür. Üzerinde ise yoğun insan yaşamlı birkaç tane adası vardır.

 

Kuzeydeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altında, güneydeki Arabistan düzlüğü susuz kurak bir bölge olarak yaşama pek imkan vermez iken, bu devasa ova, hem soğuk kuzey rüzgarlarından korunmuş olması, hem deniz seviyesinin bile altında olması ve iki büyük ırmak tarafından sulanır olması nedeniyle, orada yaşayanlar için büyük bir nimettir. Bu verimli ovada her tür meyve ve sebze bol olarak yetişmekte, onlara bağlı olarak da yoğun bir hayvan topluluğu bulunmakta, bu ise avcılık ve toplayıcılıkla geçinen o devir insanları için olağan-üstü bir yaşam ortamı sunmaktadır. Yani tam bir CENNET – ÜLKEsidir.

 

Şimdi bu ideal CENNET-ÜLKENİN sonunun nasıl olduğunu görelim.

Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu CENNET-ÜLKE, buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence ortamına dönüşmüştür. Çünkü Zağros Dağlarının tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin ısınmaya başlaması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara, buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Jeolojide solifluksiyon olarak bilinen olay).

 



Şekil 110: Cennet-Ülke, buzul devrinde kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz-Ovasıdır.

 

Her yıl tekrarlanan bu çamurlu sel felaketlerine, bir yeni felaket daha eklenir: Deniz ilerlemesi ve yükselmesi. 15 bin yıl öncelerine gelindiğinde, buzul devri sona ermiş, sıcaklık artmaya başlamıştır. Yani buzullar tekrar ergimeye ve deniz seviyesini yükseltmeye başlamıştır.  14 bin yıl önceleri, deniz tekrar Basra Körfezine girmiş ve CENNET-ÜLKE yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır.

 

 Denizin istila ettiği düzlüklerde yaşayan insanlar:

-ya ırmak vadileri boyunca kuzey-batıya doğru gitmek,

- ya kuzeydeki Zagros dağları yönünde kaçmak,

- ya güneydeki Arabistan düzlüklerine kaçmak,

- ya da, bu devasa ovada rastlayacakları  50-60 m. yüksekliğindeki yükseltilere sığınmak zorunda kalmışlardır.

 

Bunlardan ilk üç şıktan birini tercih edenler, bu felaketler zincirinden kurtulmuşlardır. Ama son seçeneği tercih edenler (ve daha önceleri zaten bir ada üzerinde yaşayanlar) için işkenceler daha yeni başlamaktadır. Çünkü onlar bu yükseltilerde hapis edilmişlerdir! Deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1.5 cm kadar yükselmektedir dolayısıyla, Basra-körfezinin tekrar denizle kaplanması –yani sel felaketleri ve deniz seviyesi yükselmesi- yaklaşık 7-8 bin yıl daha sürecektir (Brentjes 1981).

 

Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan adalarda mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.

Dinamik sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar (Haken (2000)). Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıkar. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor. Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine girerek hayvancılık, ziraat gibi farklı alanlarda uzmanlaşmışlardır. 

 

Bu zor koşullar insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. 

 

Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir sorunla karşı-karşıya getirmiştir. İlk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden oluşur. Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır. 

 

Böyle bir ortamda toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin, tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılmasının nedeni budur (Ceram 1972). 

 

Buzulların ergimesiyle oluşan çamurlu sel felaketlerinin en korkuncu, en son “buzul” kütlesinin ergidiği yıldır. Çünkü en son yıla kalan buzlar, ergimeye başladıklarında, suyla dolu bir balon gibidirler. Daha önceki yıllarda buz kütlesinin dış-zarı gibi az bir kısmı ergirken, son aşamada tüm kalan buz kütlesi aniden sıvılaşır ve patlayan bir balondan boşalan su misali, çevresinde çok büyük hasara yol açar. Bu son sel felaketinde boşalan su, daha önceki yıllarda boşalan sudan onlarca kat fazladır. İşte tufan denilen olay bu son yılda gerçekleşir.

 

Sözün kısası, CENNET-ÜLKEnin adalarında hapis kalan insanlar, zorluklarla mücadele ederek, bilgi düzeylerini geliştirmişler, karşılıklı hizmet-alış-verişi sistemi olan toplumsal hayatı başlatmışlar, ama son tufan olayıyla birlikte, yaşadıkları adadan sallarla, sandallarla, vs kaçarak, kendilerini kaderlerine terk etmişledir. Bilgi düzeyleri diğer çevre toplumlarına göre, inanılmaz derecede yüksek olan bu insanlar, ulaştıkları yerlerdeki insanlarca, “efendiler”gibi muamele görmüşlerdir. 

 

Sümerler insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır. Arkeolojik kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği, insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir. 

 

Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden = Adn, Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Öteki-dünya kavramı oluşturulmasının tek nedeni budur.

 

Sümerlerin doğa anlayışı statik sistemli olduğundan, dinamik sistemli doğum-ölüm döngüsünü anlayamamışlardır. Bu nedenle de, öteki dünya şeklinde bir tasarım, ebedi bir hayata orada devam edileceği şeklinde bir hayat anlayışı oluşturulmasına vesile olmuştur.

 

Şimdi önce “Öteki-dünya” ile “cennet” arasındaki bağlantıyı oluşturalım: 

 

Cennet Neresi?

Kutsal kitaplara göre,

– Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);

– Sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);

– Sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);

– Sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);

– Sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün); – Ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).              

(Tekvin, 1.Musa, Martin Luther tercümesi -Bibel)  

 

Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu aşikardır. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir.

 

Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler?

 

Bu sorunun yanıtı ise 15-20 bin yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:

– Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası” diye adlandırdığımız bu CENNET-ÜLKE ovasındaki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler.

 

– Buzul devrinin sona ermesiyle hem sel felaketleri hem de deniz seviyesi yükselmesi başlar.

 

– Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki tepeler üzerine çıkarlar; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Adalar üzerindeki yaşam binlerce yıl sürer. Dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.

 

– Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Ama deniz seviyesi yükselmesi, 12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, 6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder.

 

– Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar. (Kramer 1963)

 

– Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.

 

– Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..

 

– Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.

 

Şimdi 2+2=4 cennet konusunu aydınlatmaya çalışalım.

  

Verilen  “CENNET-ÜLKE” haritasında, KB ve GD olarak işaretlenmiş iki farklı bölgeyi düşünün. Çok farklı konumdalar ve çok farklı çevre-şekillerine sahipler. O zamanın insanlarının coğrafik bilgileri de çok sınırlı. Doğal olarak o bölgede yaşayan insanlar bu ırmakları farklı adlandıracaklardır. Örn. KB’da yaşayanlar Dicle ve Fırat olarak adlandırmışlardır.

 

 Güney-Doğudakilerin nasıl adlandırıldığını ise şu paragrafları okuduktan sonra anlayacaksınız:

 

"7. Böylece Efendi Tanrı topraktan insan yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve böylelikle insan canlılık kazandı.

8. Ve Efendi Tanrı doğuda (Kudüs gibi kutsal topraklara oranla, Eden Bahçesi (Cennet), "doğuda" olacaktır; Basra Körfezi dibindeki eski verim­li ovalar da, doğudadır!) bir yerde Eden bahçesini dikti ve yarattığı insanı bu bahçenin içine koydu.

9. Ve Efendi Tanrı, yeryüzünde, güzel görünüşlü ve tadlarına doyum olmayan ağaçlar büyüttü, ve bahçenin ortasında, iyi ve kötüyü ayırt etme ağacını, hayat ağacını yeşertti.

10. Bu Eden bahçesinde, bahçeyi sulamak için bir ırmak akıyordu, ve orada dört kola ayrılıyordu.

11. Birinci kolun adı Pişon'du ve altın ülkesi Hevila yöresinde akardı;

12. ve bu ülkenin altını değerlidir. Orada ayrıca Bedolak-zifti ile Şoham süstaşı bulunur.

13. İkinci ırmağın adı Gihon olup, Kuş ülkesi yöresinde akar.

14. Üçüncü ırmağın adı Dicle olup, Asur ülkesinin doğusunda akar. Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır.

15. Ve Efendi Tanrı insanı alıp, bahçeyi işleyip bakması için Eden bahçesine bıraktı."  (Tekvin, 1.Musa, 1.2 bab, 7-15)

 

Bu paragrafları okuduktan sonra, Kurandaki o ayetlerin anlaşılması kolay olmadı mı?

 

SONUÇ: Tevrat ve Sümer belgeleri okunmadan ve gerekli doğa bilimsel veriler bilinmeden, yukarıda verilen Kuran ayetler asla anlaşılamazlar. Bu nedenle Kuran’ı anlayabilmek için eski kitapların okunması – ve doğa-bilimlerinin bilinmesi şart ve gereklidir.

 

”Hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu”  bile açıklayamayan “kutsal kitapların” ilahi bir kaynağı olabilir mi?

 

 

Bölüm -40- İnsanlık günümüzde doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır.

Önceki bölümde doğadaki oluşumların enerji ve kuvvet kaynağı olan kuantsal öğelerle başlatıldığı, kuantsal sistemin bilgili ve bilinçli olup, en ergonomik yapıları oluşturan sistemlere göçerek evrensel ölçekte “Information & self-organisation = bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemi oluşturdukları gösterilmişti. Yine orada bilginin varlıkların kimyasal yapılarında oluşturulup-depolandığı özetlenmişti.

 

Varlıklar bağımlı oldukları değişim-dönüşüm döngülerini birer iç-saat oluşturarak kayıt altına alırlar. Bu iç saatlerini de sürekli olarak, yeni değişimleri dikkate alarak düzeltirler. Örneğin, bizler ve diğer çoğu canlılar, güneş ışığına ve enerjisine bağımlı olduğumuzdan, bedenimizde 24 saatte bir değiştirilen moleküler osilasyon (döngü) bulunmaktadır.  Bedenimizdeki “melatonin” denilen bir hormonun miktarı 24 saatlik bir döngü içerisinde artırılıp-azaltılmakta, bizler de bedenimizdeki bu kimyasal değişimlere uygun olarak, uyumakta veya uyanmaktayız. 

 

Doğa her gün yeniden canlanıp-örgütlenir. Bu nedenle her varlığın ömrü sınırlıdır. Bir varlık ölünce, kurtçuklar(K), mantarlar(M) ve bakteriler(B) gibi organizmalarca, moleküllerine-atomlarına kadar parçalanırlar.  Değişen enerji yoğunluğuna göre, atomlar, elektron-pozitron tünellemeleriyle güncelleşirler ve tekrar etkileşerek, yeni molekül kombinasyonları oluştururlar. Doğa yeniden re-organizasyona uğrar. Yeni oluşacak hücreler, bu yeni kombinasyonlarla hayatı yeniden canlandırırlar. Varlıklar değişim-dönüşümleri takip ederek geleceklerini planlarlar, aktiftirler ve kaderlerini belirler.  İnsanlar da aktif olmak ve kaderlerini kendileri belirlemek zorundadırlar.

 

Bilim insanları şimdiye dek, atom, molekül gibi alt sistem ögelerinin canlı ve bilinçli davrandıklarını kabul edemiyorlardı. Su moleküllerinin davranışlarında yukarıdaki bölümlerde gösterildiği üzere, varlıklar çevrelerindeki her değişimi algılıyorlar ve ona göre davranıyorlar. Onları birer robot gibi görmek bilim insanlarının yaptıkları en büyük yanlışlıktır. Çünkü alt sistem dediğimiz atom, molekül gibi unsurlar, çevrelerindeki her olaydan etkileniyorlar ve çevreden aldıkları sinyallere göre davranışlarını değiştiriyorlar.

 

Ama bilim insanları hala geleneksel (yani Tepe’den yönetimli, tepeden yönlendirmeli) düşünce sisteminin etkisiyle, tepeden konmuş doğa yasaları var olduğuna inanıyorlar ve bu yasaların evrenin her yerinde geçerli olduğuna ve tüm atom moleküllerin bu yasalara uymak zorunda olduğuna inanıyorlar. Hâlbuki doğa yasaları tabandaki bu alt-sistemlerce oluşturuluyor ve sürekli değiştirilip, güncelleniyorlar.

 

Önemli Bir Son Not:

İnsanlık günümüzde doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır. Bu nedenle her toplum deniz ve gölleri, atmosferi, taşı, toprağı ve onların içlerindeki molekülleri etkileyerek, bu sistemlerin davranışlarını ve gelişimlerini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle toplum olarak ortak bir görüş, ortak bir TOPLUM RUHU, ortak bir İNSANLIK RUHU oluşturmak ve doğal sisteme zarar vermeyecek şekilde bir yaşam sürdürmek zorundayız. Bu çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras olacaktır.

 

                Toplumumuzun gün geçtikçe daha kötü yöne kaydığını göremiyor muyuz?

                Toplumsal düzenimizi oluşturmak için “başka” devletleri mi örnek alacağız?

                Bu “başka” devletler dünyadaki diğer devletleri sömürerek kalkınmış durumda değiller mi?

                Biz de başkalarını sömürerek mi kalkınmış bir ülke olmayı hedefliyoruz?

                Neden sağlam bir toplum oluşturamıyoruz?

                Neden hala sağcı-solcu, dindar-ateist, Marksist-kapitalist, milliyetçi, İslamcı, vs. gibi birçok gruba bölünmüş olarak davranıyoruz?

                Amacımız tek, yani bir toplumsal birlik oluşturmak değil mi?

                Toplumsal birlik, bireysel yaşamın bir üst sistemi değil mi?

                Doğada bir üst sistem oluşturulmasının teorik ve bilimsel temelleri ortaya konmuş değil mi?

                Bu kitap toplumsal sorunlarımızın nedenini kesin delillerle ortaya koymuş değil mi?

                Bu kitapta önerilen çözüm formülünde bir veri veya mantık hatası bulunuyor mu?

                Toplum bir ortak yaşam sistemi olduğuna göre, ortaklıkta nasıl uzlaşılma sağlanacak?

                Toplum biz insanların oluşturması gereken bir sistemdir. Kimse uzaydan, gökten gelerek bizim düzenimizi oluşturmaz.

 

Peki, biz hangi bilgiyle toplum oluşturacağız?

 

İnsanlar birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları için bir araya gelirler. Dolayısıyla, toplum kurallarını da kendi aralarında oluşturmalıdırlar. 

 İşte bu noktada, binlerce yıl önce uyanıklar, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğunu ve insanların bu efendilere hizmet etmek için yaratıldığı bilgisi verilmeye başlanır.

Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor.

Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır.

Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur.

Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu,

Bu dünyanın fani, geçici olduğu,

Gerçek ve ebedi bir hayatın öteki bir dünyada olduğu,

Kutsal kitabın hiç sorgulanmadan kabul edilmesinin imanın şartı olduğu

Kutsal kitaptan asla şüphelenilmemesi gerektiği, şüphelenildiği anda cehennemlik olunacağı, vs. öğretilir.



Şekil 111: Eğitilmemiş kişi bilgisiz olduğunu bilir ve esnek davranır. Olanların yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşten şüphelenmemesi gerekliliğiyle şartlandırılmış insanlar zır-cahilleşmiş olurlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler.

Peki yaratıcı insanı neden muazzam bir yorumlayıcı-sorgulayıcı bir beyinle donattı? Çünkü yaratıcı doğa-ve-dünyayı sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi içinde oluşturdu. Her şey sürekli değiştiği için de insanın bu değişim dönüşümleri algılayıp, onlara uyacak şekilde davranışlarını ayarlaması için insanı böyle bir beyinle donattı.

 

İnsanlar böyle bir doğal sistemde yaşadıklarına neden inanıyorlar? Çünkü din-adamları ve bilim-insanları böyle söylüyorlar- söylemek zorunda bırakılıyorlar.

 

Bilinç denilen duygu insanlarda yaklaşık 50 bin yıldan beri vardır. Çünkü mağara duvarlarına resim yapmak, insanın çevresindeki canlıları ve onlarla ilişkisini fark etmeleri sonucudur. 500 bin yıl önceki insanların beyinlerinde bu tür bir eylem geçekleştirecek bir bağlantı sistemi yoktur. Olsaydı onlar da yaşadıkları mağara duvarlarına düşüncelerini yansıtan işaretler bırakırlardı.

 

 

Bölüm -41- SON BÖLÜM- İnsan Yaratıcı ve Yönlendirici sistemi arıyor

       Yazı dizinimizde şimdiye dek şu konularda kesin bilgiler edindik:

       Doğada bir denge ve düzen vardır ve bu düzen rastgele olaylarla değil, bilgi oluşturularak yapılmaktadır.

       4. bölümde gösterilen yeryuvarı arşiv sayfalarının doğada zaman içinde gittikçe gelişip-evrimleşen bir sistem olduğunu göstermesi, fizikçilerin doğada zamanla herşeyin dağılacağı ve kaosa gidileceği görüşlerinin geçersiz olduğunun kesin göstergesidir.

       Evrimcilerin varlıkların doğa yasalarına bilgisiz ve bilinçsizce uyan robotsu varlıklar olduğu şeklinde görüşleri de doğal sistemin gelişimine terstir, çünkü herşey bilgi ile yapılmaktadır ve bilgiler varlıkların kimyasal bileşimlerinde kaydedilip-depolanmaktadır.

        “Information & self-organisation” olarak özetlenen Dinamik sistemler fiziğinin evrimcilerce KKO=Kendi Kendine Organizasyon şeklinde kullanılması, bilim insanlarının ne kadar tarafgir olabildiklerini göstermesi açısından utanç vericidir, çünkü en önemli bileşen olan “information = Bilgi” faktörü kasıtlı olarak kullanılmamıştır.

       Bölüm 17’de Sümerlerin doğa anlayışı anlatılmıştır. Sümerler doğa ve dünyanın oluşumunu şöyle tasarlamışlar ve hayatı çok değişik yorumlamıştır.  İnsanın bir kazma, kürek yapıp sahiplenmesi gibi, doğa ve dünya ve üzerindeki herşey insan gibi olan ama çok daha büyük ve güçlü tanrılar tarafından oluşturulmuştur. Bu tanrıların erkek ve dişi ilk ikisi yer ve göğü oluşturur. Onların evliliklerinden olan diğer tanrılar da doğadaki diğer varlıkları oluştururlar. İnsan da bu tanrılara hizmet için çamurdan yapılır ve içine RUH üflenerek canlılık verilir. Bu görüş maalesef toplumlarda yayılır ve yaklaşık 4-5 bin yıldan beri dünyada egemen olmaya başlar ve toplumsal hayat anlayışı kökten değiştirilir. Halkın bu kutsal kişiliklere biat etmelerini sağlamak için de yaratıcının, her topluma toplumsal davranış kurallarını içeren kutsal kitap gönderdiği bilgisi aşılanır. Yani kutsal kitaplar halkın bir sürü gibi devlet sahiplerince yönetilmesini sağlayan davranış bilgileri olmaktadır.

       Bilim insanları doğal sistem işleyişini açıklamakta duyarsız kalıp, gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olmayınca, sömürücüler Sümerlerin 5 bin yıl önceki kutsallık efsanesini insanlara aşılayarak insanları bir sürü olarak görüp, onları istedikleri gibi yönlendirmeye ve halkın uyanmasını engellemeye devam etmektedirler.

       Toplum yönetimi kral, lider gibi tepedeki birilerine terkedilince, Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) sistemi ortaya çıkmıştır. TBÖ sisteminin de tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu Bölüm 2’de net bir şekilde gösterilmiştir.

       Bilgilerin kimyasal elementlerde kaydedilip-depolandığı özellikle Bölüm 20 ve Bölüm 30da gösterilmiştir. Su dediğimiz maddenin H2O ile tuz dediğimiz maddenin NaCl ile temsil edilmesi gibi kimyasal bileşimler maddelerin özelliklerini yansıtırlar. Bedenlerimizi oluşturan kas, kalp, beyin gibi tüm organlar farklı kimyasal bileşimlere sahiptirler. Yani Kervran’ın (1962, 1982) dediği gibi “Life is nothing but chemistry = hayat sadece kimyadır”.

       Bilgi varlıkların kimyasal bileşimlerinde kayıtlı ve depoludur ve en fazla bilgi de organik alemde gelişmiştir, çünkü inorganik alemde oluşturulan molekül türü 3-4 bin kadardır. Halbuki organik alemde bu sayı yüzlerce-binlerce milyonu bulmaktadır.

       Bizlerin çevremizde gördüğümüz her nesne beynimizde yeni bir sinaps bağlantısı dolayısıyla yeni bir molekül oluşturulmasına yol açar. Bu nedenle beyin hücrelerindeki kimyasal elementlerin kompozisyon oranı değişmiş olur. Hücrelerdeki kimyasal oranların değişmesi, moleküllerdeki kimyasal oranların değişmesine, moleküllerdeki kimyasal oran değişimi, atomların bileşimlerinde (proton-nötron-elektron sistemlerinde) değişiklik olmasına yol açar. Proton-nötron-elektron sistemlerindeki değişimler, kuantsal sisteme geri yansıtılır, böylelikle doğada her yeni oluşan varlık, kuantsal sisteme kadar geri-beslenmeli etki yapar ve kuantsal sistem değişim-dönüşüme uğrar. Doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin başlatıcısı ve sürdürücüsü (yani yaratıcısı) olan kuantsal sistem sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olur. Yani doğal sistemin yaratıcısı, kutsal kitap sisteminin öngördüğü gibi ebedi sabit değişmez yaratıcı olamaz.    

       Zaman denilen 4. boyut bu nedenle kimyasal elementlerin ve çeşitli molekül türlerinin artması şeklinde gerçekleşiyor; yani bir evrimsel gelişim ve ilerleme söz konusu.

       Bu nedenle doğada sürekli bir değişim-dönüşümlü sistem var ve bu sistem “information & self-organisation” olarak özetlenen “Dinamik Sistemler Fiziği” ilkeleri çerçevesinde geçekleşiyor, bak Bölüm 27.



Şekil 112: Kutsal kitaplı liderli sistemde mi, kuantsal kitaplı karşılıklı hizmet-alış-verişli sistemde mi yaşamak mantıklıdır?

İnsanın yaratıcısı, bedenini oluşturan hücreleridir. Biri anadan, biri babadan gelen iki hücre birleşip, ana rahminde çoğalmaya-büyümeye başlamazsa asla bir insan oluşmaz. Hücrelerin genetik bilgi kitapçıklarında, zaman içinde hangi bilginin nelere bağlı olarak oluştuğunun kayıtları vardır. Örn. Bölüm 4’de hayatın milyarlarca yıl önceleri denizlerde başladığı ve karalara 400 küsur milyon yıl önceleri geçebildiği vurgulanmıştı. Bölüm 27c, şekil 76’da ise, bir canlının bireysel gelişim evrelerinde onun soy geçmişinin özetlendiği gösterilmişti. Bu bilgiler insanın genetik bilgi kitapçıklarında tam öyle yazılı olduğundan, her bebek ana rahminde bir su torbası içinde gelişir ve doğumundan sonra kara hayatına uyuma geçerek nefes almaya başlar. Tüm bu genetik bilgiler ise H, O, C, N gibi atomlardan oluşan KUANTSAL bir alfabe ile yazılmıştır. Yani yaratıcı kuantsal alfabe kullanmaktadır. Kutsal bir alfabe yoktur. Yani çamurdan bir heykel yaparak, içine ruh üflenmesi şeklinde bir yaratıcılık sadece Sümerlerin bir uydurmasıdır. Yani bedenlerimizin yaratıcısı, içlerindeki hücreleridir. Harici bir yaratıcılık söz konusu değildir.

        Yöneticilik konusuna gelince: Bedenlerimizin yönetimi de tamamen içindeki hücrelerin yetki ve sorumluluk alanına aittir. Yöneticilik sadece toplumsal hayat sistemi için söz konusudur. Toplumsal hayat ise yaklaşık 10-12 bin yıldan beri vardır. 5 bin yıl öncesine kadar karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalı bir yönetim sistemi uygulandığı, Anadolu’daki Höyük kültüründen anlaşılmaktadır. 5 bin yıl önceleri Sümerler tepeden sahiplenilen ve yönetilen Devlet sistemli toplum hayatını başlatırlar. O zamandan beri yöneticilik diye ekstra bir meslek ortaya çıkar ve o zamandan beri dünyada sömürgecilik- emperyalizm egemen olur. 

 

Bilgisiz bir şey yapılamıyor.

İş başa düştü kendi kendimizi kurtarmak zorundayız.

Ülkemiz batmak üzeredir, işsizlik, pahalılık hat safhada, hak ve hukuktan söz edilemezken, siyasi parti liderleri ve medya hala sen-ben kavgası içindeler. Neymiş efendim, o daha iyi yönetirmiş. Hangi lider binlerce farklı iş ve meslek dalı arasında adil bir denge ve düzen oluşturabilir?

Toplumda denge sadece iş ve meslek mensupları temsilcilerinin karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulabilir. Tepeden birleri tarafından oluşturulması olanaksızdır. Şu an bu durumu yaşıyoruz, çiftçiler dertli, esnaf dertli, öğrenci dertli, öğretmen dertli, yani dertli olmayan sadece tepedekiler, yani bizi yönetmek için seçtiklerimiz. Onlar hep kendilerini ve yakınlarını zengin etmeye çalışmışlardır. İşler çığırından çıkmaya başlayınca da birbirlerini suçlamaktadırlar.

İnsanlığın sorunlar içinde yaşamasının temel nedeni toplum yönetimini tepedeki bir lider veya kral gibi birilerine bırakmak olmuştur. Doğada “lider” sadece sürü yaşamında vardır, koloni gibi toplumsal sistemlerde demokrasi benzeri hizmet-alışverişlerine dayalı ortaklık sistemi vardır. Arılar ve karıncalarda bu ıspatlanmıştır. “Arı kraliçesi” bir lider değil, koloni sistemini temsil eden bir “koku” yayıcıdır, bir bayrak gibi düşünülmelidir.

Doğa tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluşup gelişmektedir, tepeden icazet alma, tepeden yönetilme gibi bir şey yoktur. Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisini edinen insanlar asla topluma zarar verecek bir davranışta bulunmazlar.

Toplumun mülkiyeti halka aittir. Ama nasıl bir halk? Toplumun iş ve meslek mensupları arası bir ortaklık olduğunu bilen ve bu nedenle yeteneğine uygun bir iş veya meslek edinip, topluma ortaklık hakkına erişen halk.

Bu konuda şunu vurgulamak gerekir. Her insan bir diğerinden farklıdır. Bu farklılık toplum hayatında üstlenilecek görevlerin yerine getirilebilmesi için şart ve gereklidir. Bu nedenle insanların birbirleriyle kıyaslanması yapılamaz. Her insan bir özelliğiyle çevresindeki diğer insanlardan üstündür. İşte insanların bu özellikleri dikkate alınarak her birey eğitilmeli ve bir meslek sahibi yapılmalıdır.

Yani bir toplum yaratmanın ilk adımı eğitimden geçer: Her insan doğal yeteneklerine karşılık gelen bir iş ve meslek eğitimi almadan o toplumdaki iş ve meslek mensupları arasında bir organizasyon sistemi oluşturulamaz.

Hiçbir lider bu konuda bir bilgiye sahip olmadığından, üstelik liderlerin böyle bir bilgiyi halka duyurmamak için asırlardır çabaladıkları görüldüğünden, iş bize, yani halka düşmektedir. Yapılması gereken ise burada özetlenen BİR SAYFALIK BİLGİYİ duyurmaya çalışmaktır. İş bize kalmış durumda. Daha neyi bekliyoruz?

Sevgi ve saygılarımla, Prof. Dr. İsmet Gedik


DEVAMI İÇİN TIKLA

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder