EVREN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER
Doğa dinamik bir
sistemdir. Dinamik sistemlerde her şey “information & self*organisation”
kurallarına göre gerçekleşir. “Information = bilgi’dir”. Bilgi varlığın
kimyasal yapısına ve fiziksel dokusuna işlenmiş olarak bulunur. Yani
varlıkların kimyasal bileşimleri ve fiziksel dokuları, enerji dediğimiz yapıcı
veya yıkıcı faktörün hangi yönlerde hangi oranlarda iletilmeleri gerektiğini
belirleyen trafik işareti görevini yerine getirirler. Bu nedenle de “zaman”
denilen değişim-dönüşüm belirleyici süreç içinde değişirler.
Doğadaki tüm oluşumlar kuantsal
öğelerle başlar, çünkü enerji dediğimiz kuvvet oluşturucu sistem bu kuantlarda
bulunmaktadır. Güneşten gelen ışık (fotonlar) bu kuant dediğimiz öğelerden
oluşurlar. Yine dinamik sistemler fiziğinin ortaya koyduğu üzere, enerji madde
olarak da depolanabilir bir öğedir ve Einstein’ın ortaya koyduğu E=mc2
bunu açıklayan evrensel bir formüldür. Dolayısıyla her varlığın yaşamı için
gereken enerji doğada ya radyasyonlar şeklinde ya da madde olarak
bulunmaktadır. Radyasyon enerjisi madde bileşimine göre değişmektedir. Madde
bileşimi ise zaman içinde sürekli değişimlere uğramaktadır. Örneğin yıldızlar
içindeki madde bileşimi kimyasal elementler şeklinde iken, gezegenlerdeki madde
bileşimi çeşitli mineraller, büyük moleküller veya hücreler şeklindedir. Buna
ek olarak dünyamız gibi yaşayan gezegenlerde, hücresel bileşimler sürekli
değişmekte, aynı miktardaki bir kimyasal element kompleksi, kâh bir böcek
olarak, kâh bir dinozor olarak kâh bir memeli hayvan olarak farklı görüntüler
sunabilmektedir. Durum böyle olunca, yani varlıkların yapısal dokusal durumları
sürekli değişme uğramak zorunda olunca, varlıklar arasında birbirlerinin
yapısal-dokusal durumlarını takip etme ve kendilerini bu yeni yapısal durumlara
göre yeniden ayarlama zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Her varlık bir diğer
varlıktaki değişim-dönüşümleri takip etmek zorundadır, çünkü besin kaynağı o
varlığa bağlıdır. Tüm bu bilgiler ise, varlıkların yapısal-dokusal durumlarına
işlenerek, kodlamalar şeklinde nesilden nesile aktarılmaktadır.
Dinamik sistemlerde her şey
tavuk-yumurta döngüsü içinde ve de bilgi ile oluşturulur. Bilgi yapıya
yansıtılır. Örneğin bir şey öğrendiğimizde, bu işlemi beynimizdeki hücreler
yapmış olurlar ve onlar kendi aralarında yen bir sinaps bağlantısı yaparak yapı
ve dokularını değiştirmiş olurlar. Yapıların değiştirilmesi karşılıklı sinyal
alıcı-verici sistemler oluşturulması şeklinde gerçekleşir. Sinyal olarak
kullanılan bilgi paketçikleri ise, atom-altı parçacıklardan başlanarak, atom,
molekül, hücre, beden, toplum gibi üst sistemlere doğru geçildikçe, gittikçe
değişen değer sistemlerinden oluşurlar.
spin, polarizasyon, elektrik yükü, manyetik alan, basınç, sıcaklık,
koku, ses, para, vs. değişik sistemlerde kullanılan değişik değer
ölçütleridirler. Her değer ölçütü, ait olduğu sistem içinde bir kuvvet alanı
oluşturur ve o sistem içindeki tüm öğeler bu kuvvet alanına uyarlar. Buna
köleleştirme etkisi denir. Yani çocuğunuza küçükken hangi değer yargılarını
belletirseniz, çocuğunuz büyüdüğünde o değer yargısına uygun davranmak zorunda
kalır, yani o bilgilerin kölesi olur. Kuvvet alanının oluşması ve etki derecesi
ise, öğelerin kendi aralarındaki karşılıklı anlaşma-uzlaşma derecelerine
(alıcı-verici devrelerine) göre olur. Hangi sistem daha güçlü bir karşılıklı
alış-veriş bağlantısı oluşturuyorsa, o sistem daha başarılı olur, çünkü enerji
hep en ekonomik ve doğal sisteme en uygun olan yapısallaşmalara akar ve bu
akımın temelinde atom-altı-parçacıkları dediğimiz en temel öğeler yer alırlar
ve global ölçüde düzenlemeler yaparlar. Yani bilgiler alt sistemlerde
depolanırlar ve işlenirler ve bu bilgilerin çevredeki diğer sistemlere uyumuna
göre üst sistemler hep yeniden yapılırlar. Dolayısıyla gerek hücreler, gerek
moleküller ve atomların her biri birer bilgi yumaklarıdır. Çevrelerindeki
değişim-dönüşümlere göre yapılarını değiştirirler ve o yeni bilgilerin
çevrelerindeki diğer sistemlere uyumuna göre, bedenleri yeniden düzenlerler.
Klasik fizikçiler doğayı dinamik
sistemli olarak değil de, statik sistemli olarak düşündüklerinden, ne zaman
kavramını, ne de bilgi kavramını anlayamamışlar ve hem dünyamız hakkında hem de
evrenimiz hakkında çok yanlış teoriler oluşturmuşlardır. Bunlardan biri de
Big-bang teorisidir.
Bigbang mı, big-inflation mu, yani atom-altı-öğelerden atomlara geçiş mi?
Halton Arp, evrenin genişlediği görüşünü ilk ortaya atan Hubble adlı astrofizikçinin yanında çalışmaya başlamış bir astrofizikçidir. 1957’den 1983’e kadar Palomar Gözlemevinde (USA) çalışmış, 1983’den itibaren ise, Almanya’da Max Planck Institute for Astrophysics’de çalışmıştır.
Big-bang teorisinin ortaya konulmasına neden olan kızıla-kayma “sabiti”ni ilk defa ortaya atan Hubble’in asistanı olarak onunla ilk astrofiziksel çalışmalarına başlayan Halton Arp (1988, 1998) ise yayınlarında, uzaydaki tüm galaksilerin zaman içinde birbirlerinden türediklerini iddia eder. Dolayısıyla big-bang diye bir başlangıç dönemi olmayan bir evrensel sistemin söz konusu olduğunu savunur.
Ancak geleneksel astrofizikçiler Arp'in gözlemlerini, farklı galaksilerin üst-üste çakışırcasına görüntü algılanması, yani yakın bir galaksi ile uzak bir galaksiden gelen radyasyonların tesadüfen aynı yerde bulunmaları şeklinde yorumlamayı tercih emektedirler.
İşte astrofizikçiler arasındaki kavga hala bu merkezde sürmektedir.
Şimdi astrofiziksel verileri ortaya koyup, hangi tarafın daha mantıklı olduğu konusunu görelim.
Evrenin sürekli genişlediği varsayımı, uzaydan gelen radyasyonlarda red-shift (kızıla-kayma) denilen bir dalga-boyu büyümesi gözlemlenmesinden kaynaklanır.
Şimdi önce dalga boyu büyümesi (kızıla kayma) nasıl oluşur onu görelim.
Bir sinyal kaynağı size yaklaşıyorsa, sinyalin dalga boyu küçülmüş (maviye kayma = blue-shift) olarak algılanır. Sinyal kaynağı sizden uzaklaşıyorsa, dalga boyu büyümüş (kızıla kayma = red-shift) olarak algılanır. Bu olayı yaklaşan bir arabanın sesinin tizleşmesi, uzaklaşan bir arabanın sesinin boğuklaşması olarak günlük hayatımızda yaşarız. Fizikte bu olaya Doppler olayı denir
Şekil 1: Doppler olayı (from: cyberphysics.co.uk)
Uzaydan gelen radyasyonlarda dalga-boyu ölçümlerinin farklı değerler göstermesi, bizlerden uzaklaşma oranlarıyla bağlantılı düşünülmüştür. En fazla dalga-boyu büyümesi gösteren galaksilerin çok uzakta, diğerlerinin daha yakında olması şeklinde bir uzay algılaması sistemi benimsenmiştir.
Uzaydan gelen radyasyonlarda görülen bu kızıla kayma olayı, astrofizikçilerin evreni gittikçe genişleyen bir sistem olarak yorumlamalarına ve evrenin büyük bir patlamayla (Big-Bang) oluştuğu hipotezini oluşturmalarına neden olmuştur. Mademki evren büyük bir patlamayla oluştu ve gittikçe genişliyor, o zaman genişleme hızını belirleyen bir katsayı bulunursa, ‘evrenin ne zaman oluştuğu da saptanabilir’ bakış-açısından gidilerek, kızıla-kayma oranı olarak Hubble-sabiti denilen bir katsayı hesaplanmıştır. En fazla kızıla kayma gösteren gök cisimlerinin değerlerinden yararlanarak da, Big-Bang oluşum zamanı hesaplamaları yapılmış ve evrenimizin yaklaşık 13.5 milyar yıl önce oluştuğu öne sürülmüştür. Günümüz dünyasında genel olarak kabul edilen evren görüşü bu şekildedir.
Bazı astrofizikçiler ise, uzaydan gelen radyasyonlardaki kızıla-kayma olayının, maddelerin oluşum yaşlarına bağlı olarak değişebileceğini, çok eski zamanlarda oluşan maddelerin elektronlarının zaman içinde daha fazla karşılıklı etkileşime maruz kalmış olmalarından dolayı, daha enerjik olacaklarını, dolayısıyla daha küçük dalga-boylu radyasyonlar yayacaklarını, daha genç oluşmuş maddelerin elektronlarının ise, daha büyük dalga-boyunda radyasyonlar yaymasının gerektiğini, dolayısıyla big-bang görüşünün yanlış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü ileri süren astrofizikçiler arasında Arp, Narlikar, Burbidge gibi astrofizikçiler gelmektedir. Bu bilim adamlarına göre, evrenden gelen radyasyonlardaki dalga boyu değişimleri, evrendeki madde yapısına bağlı olarak değişiklik gösterecektir, dolayısıyla, yeni oluşan galaksilerde daha fazla kızıla kayma, daha yaşlı galaksilerde ise, daha az kızıla kayma görülecektir.
Teorik gerekçe şöyledir:
Jayant Narlikar 1977’de (Annals of Physics, 107, 325), Einstein’ın genel rölativite formülünün daha genel bir şekilde ifade edilecek olursa, zaman ve mekan içinde sabit olamayan kütle (m) terimini de içerecek şekilde yazılacağını; bu durumda rölativite denkleminin şu şekle (m = at2) dönüşeceğini ileri sürer.
Bu formülde (m) zamanın karesiyle değişen temel parçacık kütlesini ifade eder. (a) ise bir sabit katsayıdır. Bu durumda “curved space-time” (uzay-zaman bükülmesi) kavramı oluşmasına gerek yoktur.
Narlikar eşitliğinin önemi, kütlenin zamanla değişmeye uğrayacağını göstermesinde yatar. Yani, genç oluşturulan elektronların kütlesi daha az, eskiden oluşmuş elektronların kütlesi daha fazla olmak zorundadır. Kütlesi az olan bir elektron, atomların çevresinde yörünge değişimlerine uğradığında, o elektronun çevresine yayacağı fotonların enerjisi de az olacaktır, yani kızıla kayma denilen durum ortaya çıkacaktır. (Arp, 1998, s. 228).
►1: Bu görüşlerin değerlendirilmesi
►1.1. ARP VE EKIBININ GÖRÜŞLERI
Aşağıdaki paragraflar (ARP, H.C. 1998. Seeing Red: Redshifts, Cosmology, and Academic Science, 306 p., Apeiron, Montreal) adlı eserden yararlanılarak hazırlanmışlardır.
► 1.1.1. ANAÇ VE YAVRU GALAKSILER
Arp 1998’de, astrofiziksel gözlemlerin yukarıda özetlenen teorik öngörüyü desteklediği belirtilir. Şöyle ki:
Uzaydan gelen radyasyonlar genellikle, gözle görülen ışınlar, radyo dalgaları, X-ışınları veya Gamma-ışınları şeklindedirler. Bu radyasyonlar ölçülüp- görüntülendiğinde, genellikle “çift” olarak bulundukları dikkati çekmiştir. Örneğin Cygnus A galaksisinden gelen radyo dalgaları, ortadaki bir anaç galaksinin iki tarafına doğru saçılmış “radio lobe”ları olarak görülmektedir. Bu olgu, eski bir galaksinin, zamanla değişime uğrayarak patladığı ve iki yöne doğru yeni galaksiler oluşturacak şekilde yayıldığı şeklinde düşünülmektedir. Anaç-galaksi ile yavru-galaksiler arası uzaklık ise, yaklaşık 160 bin ışık-yılı (48000000000 km ) tahmin edilmektedir.
Şekil 2: Radio lobe galaxies (from: http://physics.uoregon.edu/~soper/ActiveGalxy/lobe.html
Bu galaksi sistemlerinde gözlenen kızıla kayma oranlarına bakıldığında, Şekil 3’de görülen değerler ölçülür: Anaç galaksi en yaşlı olandır, dolayısıyla en küçük kızıla-kayma değerini verir (z=0.007). Anaç galaksinin patlamasıyla oluşan ve iki zıt yöne savrulan 268 ve 119 nolu gök cisimleri ise, daha fazla kızıla kayma gösterirler: 268’in kızıla kayma değeri z=0.136, 119’un kızıla kayma değeri ise z=0.334 olarak ölçülmüştür. Onların aynı yaşta olmalarına rağmen farklı değer göstermeleri ise, birinin dünyamıza yaklaşan yönde, diğerinin ise dünyamızdan uzaklaşan yönde olmasındandır.
Şekil 3: Şekilde Seyfert Galaksileri içindeki NGC4235 sistemine ait üç farklı kızıla-kayma değeri gösteren 3 farklı oluşum gösterilmektedir. Ortadaki 129 nolu galaksi çok düşük bir kızıla-kayma değerine sahiptir: z=0.007. Onun iki tarafında aynı bir ortak eksen üzerinde bulunan 268 nolu gök cismi (BL LAC) z=0.136 gibi daha büyük bir kızıla-kayma değeri gösterir. Diğer taraftaki 119 nolu gök cismi (QSO) ise z=0.334 gibi çok daha büyük bir kızıla-kayma değerine sahiptir. (Arp (1998)den).
Halton Arp görüşüne gerekçe olarak, uzaydaki galaksilerden gelen radyasyonlardaki kızıla-kayma olayının, galaksilerin oluşum yaşlarına bağlı olarak gelişen dalga-boyu farklılıklarının bir sonucu olduğunu ileri sürer. Ona göre, eski galaksiler çok uzun süreçlerde çevrelerindeki radyasyonlardan etkilenirler ve atomları çevresindeki elektronlarının depoladıkları enerji zamanla artar (dolayısıyla momentleri-kütleleri fazlalaşır). Yeni oluşan galaksilerde ise tersi durum söz konusudur. Momenti fazla olan cisimlerin yaydığı radyasyon daha enerji-dolu (dalga boyu daha küçük) iken, momenti az olan cisimlerin yaydığı radyasyon daha büyük dalga boyundadır, yani kızıla-kayma oranları fazladır. Dolayısıyla uzaydan gelen radyasyonların gösterdikleri dalga-boyu farklılıkları onların dünyamızdan uzaklaştıkları için değil, farklı yaşlarda olmalarındandır. Bunun böyle olduğu, orta konumlu olan galaksilerin düşük kızıla-kayma değeri gösteren eski (anaç) galaksi olmaları, yanlarda olan galaksilerin ise, onun patlamasıyla oluşmuş yeni galaksiler olmaları ile de anlaşılır. Bu uzayda her ayrıntılı ölçümde gözlemlenir.
Halton Arp’ın bu görüşüne karşılık, diğer taraf, ‘düşük ve yüksek kızıla-kayma gösteren gök cisimlerinin yan-yana bulunuyormuş gibi olmaları, çok uzak bir galaksi ile çok yakın bir galaksinin aslında birbirlerinden çok-çok uzaklarda olmalarına karşın, tesadüfen aynı resimkaresi içine düşmüş olmalarındandır’ şeklinde açıklamaktadır.
Halton Arp bu görüşe şu argümanlarla karşı çıkar:
►1- Düşük ve yüksek kızıla-kayma değeri gösteren galaksilerin birbirlerine yakın konumda olmaları tek bir-iki noktada değil, bir sürü noktada gözlenmektedir. Bu kadar çakışma ve yakınlığın rasgele olması olasılığı milyonda bir gibi çok düşük olasılıktır.
►2- Farklı kızıla-kayma gösteren galaksiler birbirlerinden çok uzakta olsalardı, onlardan gelen radyasyonların şiddetini gösteren izopak çizgileri ayrık olurdu. Halbuki şekilde görüldüğü gibi, izopak hatları nesneleri birbirlerine bağlarcasına geçişlidirler. Bu onların birbirlerine yakın olduklarını gösterir.

Arp’in öne sürdüğü deliller arasında şunlar da çok önemli görülmektedir.
► 1.1.2. Kızıla kayma değerleri arasında kuantlaşma bulunması (Redshift Quantization as a Function of Electron Spin)
Arp (1998), Kızıla kayma değerleri arasında belli bir periyodik ardalanma bulunduğunun, Geoffrey and Margaret Burbidge tarafından 1967’de saptanmış olduğunu ve Karlsson tarafından 1971’de (1+z2)/(1+z1) = 1.23) formülüne uygun bir dağılım gösterdiklerinin belirlendiklerini (z1 ve z2 birbirini takip eden kızıla-kayma değerleridir) ifade ettikten sonar şunları ileri sürer.
Gök cisimlerinde kızıla kayma değerleri 0.061, 0.30, 0.60, 0.91, 1.41, 1.96 gibi ilginç aralıklarda gözlemlenmişlerdir. Yukarıdaki formülde z1= 0.061 olarak alıp, z2, z3, z4, vs gibi değerleri o formüle göre hesaplanırsa, 0.30, 0.60, 0.91, 1.41, 1.96 gibi bir ardalanma oluştuğu görülür.
Kızıla kayma değerlerinde görülen bu düzenli (kurallı) sıçramalar, gök cisimlerinin belli aralıklarda oluştuğunu gösterir. En küçük sıçrama aralığının hangi faktöre bağlı olarak gelişmiş olacağını araştıran Arp, bu faktörün evrensel bir sabit (fine structure constant) değerine denk geldiğini görmüştür. Fine structure constant, bir elektronun ne kadar enerji artışı veya azalması halinde yörüngesini değiştireceğinin belirlenmesinde geçerli sabit değeri tanımlar. Kuantlaşma (quantization) terimi bu sıçramalı oluşumlara dikkat çekmek için oluşturulmuştur. Bunun anlamı ise büyüktür, zira doğadaki tüm oluşumlarda belli doğal kriterler hep geçerliliğini korumaktadır.
► 1.1.3. Gezegenlerin oluşumunda da kuantlaşma görülür.
Galaksi oluşumlarında birbirini takip eden oluşumlar arasında (1.23)n oranının bulunması ve bu oranın elektron kütlesi artışından başlayarak, galaksilere kadar geçerli olması, Arp’ı şu araştırmaya yöneltmiştir. ‘Güneş sistemindeki gezegenlerde de acaba geçerli mi?’
Galaksi sistemlerindeki kızıla-kayma dereceleri faktörü olan 1.23 rakamı daha ayrıntılı incelendiğinde, değerin yaklaşık 1.2288 olduğu hesaplanmıştır.
İşte durum böyledir.
Arp’in sunduğu argümanların daha gerçekçi olduğu görülür, çünkü gözlem yapılan nokta (veya galaksi) sayısı bir tane değildir. Gözlem sadece bir noktada yapılmış olsaydı, denilebilirdi ki, o noktada, tesadüfen yakın bir galaksi ile uzak bir galaksi aynı hizada bulunuyor, bunlardan birinden gelen radyasyon az-kızıla-kayma gösterirken, diğeri çok kızıla-kayma gösteriyor. Böyle bir tesadüf olabilir.
Ama Arp bir tane değil, birçok galakside bu gözlemi yapmış durumda ve hepsinde, birçok uzak galaksi ile birçok yakın galaksinin aynı hizada buluşmaları tesadüflerle açıklanacak bir olay değil.
İşte bu nedenle Arp isyancıları oynuyor; yani bilim adamlarının şartlanmışlıklardan kurtularak, olayları daha gerçekçi olarak görmeye yanaşmamalarından yakınıyor.
Yani sonuç olarak, Arp, evrende galaksilerin de, aynen dünyamızdaki maddelerde gerçekleşen değişim-dönüşüm sistemleri gibi, değişim-dönüşüme uğrayıp, yaşlanan galaksilerin bir-birine zıt yönde iki yeni galaksi doğuracak şekilde parçalandıklarını ve yeni galaksiler ortaya çıktığını gözlemleriyle ileri sürüyor ve evrenin de yaşayan bir sistem gibi davrandığını iddia ediyor.
DOM bilgileriyle ne kadar da örtüşüyor, değil mi? Peki bu da mı tesadüf?
Arp’ın "Bilim adamları, özellikle de çok meşhur kurumların başında bulunanlar, kendi görüşlerine uymayan teorileri ve yorumları sistemli bir şekilde yok etmeye ve önemsizleştirmeye çalışırlar.” şeklindeki görüşü, DOM-sistemi bilgilerinin günümüz medyası, bilimsel kuruluşları ve siyasetçileri tarafından neden görmezlikten gelindiğini açıklaması bakımından da çok ilginç bir saptamadır.
Yine Arp’ın “Bilimsel araştırmaların nerdeyse tümü toplumsal kaynaklarla finanse edildiğinden, bu paraların toplumun geleceği açısından amacına uygun şekilde mi harcandığının denetlenmesi halkın görevidir.” şeklindeki uyarısı, toplumu oluşturan bireylerin nasıl davranmaları gerektiğini hatırlatması bakımından çok önemlidir.
Yani sonuç olarak şu belirtilmelidir:
1- H. Haken'in dinamik sistemler fiziği ilkeleri doğada her şeyin "information & selg-organisation" ilkelerine göre gerçekleştiğini
2- Chaisson'un "Energy rate density" hesaplamaları evrende her şeyin kuantsal enerji paketçiklerini en verimli şekilde kullanan yapısallaşamaların devam ederek geliştiğini
3- ve H. Arp'ın evrende bir genişleme olmadığını gösterdiğine göre,
Big-bang diye bir olay yoktur, atom-altı-öğelerden atomlara geçiş nedeniyle ortaya çıkan milyonlarca katlık bir şişme-genleşme (inflation) söz konusudur. Şimdi bu şişme-genleşmenin nasıl olduğunu görelim.
Evrenimizin nasıl “doğduğu” konusuna bakalım.
Jeolojik ve astrofiziksel
verilere göre tasarlanan zaman olgusu, blog-sayfamızın ilk dosyalarında özetlendiği gibidir ve
evrenimizin başlangıcında her şeyin enerjiye dönüşmüş şekilde olduğunu
göstermektedir. Madde dediğimiz varlıklar moleküllerden oluşurlar. Moleküller
ise, bir atom-çekirdeği ve onu diğer atom-çekirdekleriyle bağlayan elektron
halelerinden oluşurlar. Yani moleküller farklı atom çekirdeği ile paylaşılan
elektronlarla birbirlerine bağlanırlar. Doğadaki maddeler (moleküller),
atom-altı ünitelere dönüştürüldüğünde, (evrenin başlangıcında), evrenimizin
büyüklüğünde çok büyük bir büzüşme yaşanmış olması zorunludur. Çünkü:
Moleküller, atomların
çevresindeki elektronların ortak kullanılmaları prensibiyle oluşurlar. Yani elektronlar olmazsa, moleküller
oluşturulamazlar. Moleküller parçalanıp, atomlar tek olarak izole edildiğinde,
atom-çekirdekleri ortaya çıkar. Elektron halesinden yoksun bir çekirdeğin
boyutu 1-2 femtometredir. 1 femtometre, milimetrenin trilyonda biri kadardır
(10-15 m). Halbuki çevrelerinde elektron halesi olan atomlar (yani
molekül yapıcılar) 100.000 femtometre’den büyüktürler. Bu farkı anlamanız için
şunu tasarlayın: Bir atomun çekirdeği İstanbul’da Kız-Kulesinin tepesindeki bir
portakal ise, onun elektronları, Büyükada’daki bir toplu-iğne ucu boyutundadır.
Moleküller, çekirdeklerin bu kadar uzakta olacak şekilde birleşmelerinden
oluşurlar. Bu nedenle bizlerin (su, taş, toprak) olarak gördüğümüz maddeler,
sabun-köpüğü gibi boşluksu şeylerdir. Köpüksü yapılı-dokulu varlıklar ile
atom-çekirdeği gibi yoğun dokulu varlıklar arasında çok temel bir fark vardır,
o da hareketlilik faktörüdür. Köpüksü
dokulu maddeler, örneğin bir mermi saniyede yüzlerce metre, bir uzay uydusu
saniyede bin metre hızla gidebilir. Ama asla ışık hızıyla 300.000.km/sn
gidemez. Ama atom çekirdekleri ışık hızında ilerleyebilirler. Yani radyasyon
oluştururlar. Bu nedenle, bizlerin aşina olduğumuz moleküller-şeklindeki
alemden, atomlar şeklindeki aleme geçince, varlıkların hareketlilik
yetenekleri, enerji potansiyelleri anormal artmış olur.
Bu küçülmenin evrenin tüm
atomlarında (10 üzeri 80) meydana geldiğini düşündüğünüzde, küçülmenin ne kadar
devasa olduğunu tasarlayabilirsiniz! Bu nedenle, evrenin başlangıcında, tüm
maddeler atom-altı-öğelere (enerjiye) dönüştürüldüğünde, evrenimizin çok yoğun
bir plazma durumunda olması gerekmektedir.
Bu durum fizikçiler
tarafından da öngörülmüş ve evrenimizin çok yoğun bir plazma şeklindeki ilksel
durumundan, bir patlamayla genleşmeye başladığı (Gamov 1948, Penzias &
Wilson 1965, vb.) öne sürülmüştür.
Şimdi bir nokta koyup,
zaman kavramının bilgi oluşumuyla bağlantılı olarak gerçekleşen
değişim-dönüşümler olduğunu bilmeyen fizikçilerin, böyle bir genleşmeyi nasıl
açıklayacaklarını tasarlayın: Büyük bir patlama oldu ve evren genleşmeye
başladı ve soğudu; bu soğumanın sonucu da 3 derece Kelvin radyasyonu (Cosmic
Microwave Backgrond = CMB, Penzias & Wilson 1965) olarak günümüzde bile
hala evrende mevcut!
Şimdi olayı bir de “bilgi”
faktörünü dikkate alarak, varlıkların karşılıklı etkileşimlerle daha rahat bir
duruma ulaşma çabaları sonucu geçekleşen “zaman” görüşüne göre yorumlarsanız,
nasıl bir değerlendirme ortaya çıkar?
Maddeler (moleküller)
dünyası ile atom dünyası (atom-çekirdeği) arasında çok büyük bir fark vardır.
Moleküllerin boyutları nano-metre ölçekli, yani metrenin milyarda biri, (10-9
m) iken, nükleon (çekirdek) boyutu femto-metre (10-15 m)
ölçeklidir. (1 femtometre, milimetrenin trilyonda biri kadardır,10-15
m). Bir milyon katlık bir fark söz konusudur. İşte evrenin genişlemesi atomlar
aleminden moleküller alemine geçişin bir sonucu olarak başlar. Yukarıda
vurgulandığı üzere, atomlardan moleküllere geçişte milyon katlık bir hacim
artışı olur. Evrendeki on üzeri 80 kadar atomun da aynı anda moleküllere
dönüştüğünü dikkate alırsanız, genişlemenin boyutunu tasarlayabilirsiniz.
Günümüzde evrenin Big-Bang adı
verilen büyük patlamayla başladığı ve hemen ardından çok büyük ve ani bir
genişlemeye (inflation) uğradığı ve halen de genişlemeye devam ettiği görüşü
egemendir. Evrenin hala genişlediği görüşüne, galaksilerden gelen
radyasyonlarda “doppler-olayına bağlı kızıla kayma” adı verilen bir görüş neden
olmuştur. Ancak “kızıla kayma” durumunun, galaksilerin yaşı ile ilgili olduğu
(Halton Arp, 1998) tarafından gösterilmiştir. Dolayısıyla, evrenin hala
genleştiği görüşü doğru değildir. Ani bir genleşme atom-altı-öğelerden atomlara
geçişte gerçekleşmiştir, ama ondan sonra sürmesi ve evrenin sürekli genleştiği
görüşünün kabulü için hiçbir neden yoktur.
Bu nedenle Arp, benim gibi isyancıları oynuyor; yani bilim
adamlarının şartlanmışlıklardan kurtularak, olayları daha gerçekçi olarak
görmeye yanaşmamalarından yakınıyor. Bunun nedenini anlamak pek zor değil:
Çünkü dünya, zenginler kulübü diyebileceğimiz ağalar, holdingler, bankacılar,
vs gibi parayı kontrollerinde tutan bir zümre tarafından yönetilmektedir.
Bilimsel dergiler dahil, tüm gazeteler ve diğer medya kuruluşları para-babalarının
ellerindedir. Ve bu yayın-organları, toplumun sevk ve idaresinin hep kendi
tekellerinde olmasını isterler, ve bunu tehlikeye sokacak her girişimi
engellerler.
Güneş sistemimiz ve dünyamızın oluşumu
Jeolojik ve astrofiziksel verilere göre ortaya
çıkan zaman olgusu 4 değişik konuda çok önemli sonuçlar ortaya koymaktadır:
i-- Evrenimizin başlangıçta sadece
atom-altı-öğelerden oluşan yoğun bir plazma olduğu;
ii-atom ve molekül oluşumuna geçişle çok büyük
bir genleşmeye maruz kalıp, soğuması sonucu 3º K radyasyonu (Cosmic Microwave
Background) yaydığı;
iii- Her şeyin BİLGİ ile oluşturulduğu;
iv- BİLGİ düzeyinin ZAMAN içinde geliştiği, doğa
ve dünyamızın evrimsel bir gelişme içinde olduğu; yani doğada,
düzensizliğe-kaosa doğru değil, düzenli sistemler oluşumuna doğru bir gidişat
olduğu kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Yaklaşık 10-13
milyar yıl önceleri yukarıda ve daha önceki bölümlerde (enerjiden maddeye
geçiş, vs.) açıklanan şekilde kuantsal enerji öğelerinin birleşerek atomları
oluşturmasıyla başlayan evrenimizin başlangıcında sadece proton-nötron ve
elektron gibi öğelerden oluşan bir karmaşa bulunması gerekir. Nitekim galaksilerin
bileşimlerinde günümüzde hala %73 oranında hidrojen bulunur, hidrojen ise proton
+ elektrondan oluşan bir
atomdur, yani bir protondan oluşan bir çekirdek ve onun çevresindeki bir
elektron halesi. Yani evren hidrojen gibi en temel kimyasal elementlerden oluşan
bir bulutsu sistemdir.
Şekilde
dünyamızdaki ve yıldız-galaksi gibi uzay cisimlerindeki element oranları
verilmiştir. Görüldüğü üzere evren genelde %73 H, %25 He elementlerinden oluşur
ve oksijen, karbon, demir vs gibi tüm diğer elementlerin miktarı ancak %2 etmektedir.
Dünyamızda ise tam tersi durum söz konusudur.
Bu bulutsu sistemde hidrojen atomları gravite
kuvvetiyle birleşerek yıldızları oluştururlar. Yıldız içinde ise hidrojen
atomlarının birleşmeleriyle He (helyum) elementi oluşturulur. Yıldızlar
içindeki bu element oluşturma işlemi yıldızın kütlesine göre değişmektedir.
Güneşten büyük kütleli yıldızlar içindeki nükleer tepkime hızlarının yüksek
olması nedeniyle bu yıldızların içindeki kimyasal element oluşumları hızlı
gerçekleşir ve helyumdan sonra karbon, azot, oksijen gibi kimyasal elementlerin
oluşur; sonra yıldız patlar ve bu elementler çevreye saçılır. Daha büyük kütleli (Süper-Nova) yıldızlarda Fe=demire kadar varan elementler oluştuktan sonra yıldız patlaması
oluşur. Altın, platin gibi çok ağır elementler ise "Nötron yıldızları" denilen sistemler içinde oluşur ve bunların patlamaları sonucu uzaya yayılırlar.
Bu patlamalar sonucu çevreye yayılan elementler ve atom-altı-öğeler birbirleriyle tekrar etkileşime girerler. Hidrojen ve helyum atomları kümeleşerek tekrar güneş gibi bir yıldız oluştururken, diğer ağır elementler çeşitli moleküller oluşturacak şekilde birleşirler. Bu moleküllerin ağır olanları dünyamızdaki gibi kayaç oluşturucu gezegenler veya göktaşları olarak bir araya gelir ve güneşe yakın olan Merkür, Venüs, Mars gibi iç-gezegenleri oluşturur. Su, metan, karbondioksit, amonyak gibi daha hafif moleküller ise Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün gibi dış-gezegenleri oluştururlar.
Görüldüğü üzere, bir yıldızın çevresinde oluşabilecek yaşama elverişli bölge (sadece Venüs ile Mars arasındaki) çok dar bir zon ve de belirli büyüklükte olması gereken bir gezegen olarak karşımıza çıkmaktadır.
"Yaşanabilir kuşak" adlı bir bölgenin oluşmasının da rastgele değil de, Güneş ve Jüpiter arası etkileşimler sonucu oluştuğuna dair astrofiziksel veriler bulunduğu Cox & Cohen (2019) tarafından "The Planets" adlı eserde ifade edilmektedir.
Bu patlamalar sonucu çevreye yayılan elementler ve atom-altı-öğeler birbirleriyle tekrar etkileşime girerler. Hidrojen ve helyum atomları kümeleşerek tekrar güneş gibi bir yıldız oluştururken, diğer ağır elementler çeşitli moleküller oluşturacak şekilde birleşirler. Bu moleküllerin ağır olanları dünyamızdaki gibi kayaç oluşturucu gezegenler veya göktaşları olarak bir araya gelir ve güneşe yakın olan Merkür, Venüs, Mars gibi iç-gezegenleri oluşturur. Su, metan, karbondioksit, amonyak gibi daha hafif moleküller ise Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün gibi dış-gezegenleri oluştururlar.
Görüldüğü üzere, bir yıldızın çevresinde oluşabilecek yaşama elverişli bölge (sadece Venüs ile Mars arasındaki) çok dar bir zon ve de belirli büyüklükte olması gereken bir gezegen olarak karşımıza çıkmaktadır.
"Yaşanabilir kuşak" adlı bir bölgenin oluşmasının da rastgele değil de, Güneş ve Jüpiter arası etkileşimler sonucu oluştuğuna dair astrofiziksel veriler bulunduğu Cox & Cohen (2019) tarafından "The Planets" adlı eserde ifade edilmektedir.
Bir
mineralin ne zaman oluştuğu içindeki radyoaktif atomların parçalanma süreleriyle
tayin edilebilmektedir. Örn. Zirkon minerali içinde eser miktarda Uranyum 238
bulunur. Bu uranyum 4.46 milyar yılda kütlesinin yarısını kaybeder ve Kurşun Pb206ya
(Kurşun) dönüşür. Herhangi bir kayacın içindeki bu elementlerin oranlarının saptanmasıyla,
kayacın veya mineralin ne zaman oluştuğu saptanır. Bu yöntemle Güneş, dünyamız
ve diğer gezegenlerin ne zaman oluştukları araştırıldığında, hepsinin 4.6
milyar yıl önce oluştukları görülmektedir. Bu durum tam 4.6 milyar yıl önce bir
büyük yıldız (süpernova) patlaması olduğunu ve güneş sistemimizin de o
patlamayla uzaya saçılan elementlerden oluştuklarını göstermektedir.
Bir yıldızın (örn. Güneş) çevresinde yaşam
oluşabilmesi şu iki temel faktöre bağlıdır:
1- Güneşe yakınlığı
2- Gezegenin büyüklüğü
1- Güneşe yakınlık:
a) Merkür, Venüs gibi Güneşe çok yakın gezegenlerde, gündüzleri sıcaklık birkaç
yüz dereceyi aşar; bu durumda sular tamamen buharlaşmakta ve hayat sistemi
olanaksızlaşmaktadır.
b) Jüpiter, Satürn gibi güneşe çok uzak gezegenlerde, geceleri sıcaklık
sıfır derecenin çok altlarına düşmekte ve sular tamamen donmaktadır.
2-Gezegen büyüklüğü:
a) 1/20 ile 1/100 Güneş kütleli gezegenlerde yoğun çekirdek reaksiyonları
nedeniyle sıcaklık çok yüksektir.
b) 1/1000 Güneş kütleli gezegenlerde, gezegen soğuk olacaktır, fakat
atmosferinde NH3, CH4, CO2 gibi
gazlar o kadar yoğun olacaktır ki, güneş ışınları bu yoğun atmosferi
delemeyecektir (Jüpiter, Satürn gibi).
c) Yaşam ancak Yeryuvarı, Venüs ve bir dereceye kadar Mars gibi, Güneş
kütlesinin 1/300000 oranına yakın bir kütleye sahip olan gezegenlerde
oluşabilir. Merkür gibi gezegenler ise çok küçük- hafif olduklarından bir
atmosfer tutacak çekim kuvvetine sahip değillerdir.
Görüldüğü üzere, bir yıldızın çevresinde
oluşabilecek yaşama elverişli bölge (sadece Venüs ile Mars arasındaki) çok dar
bir zon ve de belirli büyüklükte olması gereken bir gezegen olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu nedenle Dünyamız çok özel bir gezegendir.
Devam edecek bölümlerde bu özel gezegende yaşamın
nasıl oluştuğunu göreceğiz.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil