Kutsal kitaplar gerçekten kutsal mı?

 

Kutsal kitaplar hanedanlarca yazdırılmışlardır

Doğa ve dünyanın nasıl oluştuğu önceki bölümlerde açıklanmıştı ve özet olarak şöyleydi:

ARŞİV-SAYFALARI verileri yaratıcılığın varlıkların içlerinde bulunan en temel bir içsel-dürtü öğesi (İÇ-GÜDÜ)= “elementares Wirkungs-QUANTUM” tarafından başlatıldığını göstermektedir. Bu içsel dürtü öğesine OLUŞTURUCU demek gerekir, çünkü tüm maddeler bu temel öğenin katlanarak çoğalmasıyla (quantisation) oluşturulmaya başlanır. Bu oluşturucu güç varlıkları oluşturdukları bilgi derecesine göre değerlendirerek, dahi iyi bilgi oluşturanları destekleyip, kötülerden desteğini çeken bir özelliktedir.

Arşiv-sayfaları ve astrofizik verileri bu en temel canlılık öğelerinin 12-13 milyar yıl önceleri, kuantizasyonla, yani katlanıp- birleşerek evreni oluşturmaya başladığını gösteriyor. İlk oluşturulan üst-düzey varlıkların atom-altı-öğeler olarak bilinen proton-nötron-elektron olduğu görülüyor. Bu atom-altı-öğelerin birleşmeleriyle atom denilen temel kimyasal elementler ortaya çıkmıştır. Bu şekilde doğal sistemin küçük boyutlu alt-düzey öğelerin birleşerek daha büyük üst-düzey öğeler oluşturması şeklinde geliştiği anlaşılmaktadır.

 Günlük hayatımızda kullandığımız her 2-3 sözcükten biri Allah veya Tanrıdır. Allah doğa ve dünya dahil herşeyi yaratan olarak kabul edilir. Tanrı terimi çok eskilerden beri kullanılmaktadır, ancak bu terimden ne anlaşılması gerektiği konusunda yazılı bir eser yoktur. Ama Allah terimi kutsal kitaplarla hayatımıza girmiştir. Dolayısıyla hangi anlamda kullanıldığı kesin olarak bellidir.

Kutsal kitaplarda Musa, Yakup, Yusuf gibi Mısır firavunları ile yoğun ilişkileri olduğu belirtilen peygamberlerden söz edilmektedir. Mısır firavunlarının tüm hayat hikayeleri kral mezarlarında ayrıntılı olarak yazılmışlardır. Mısır hiyerogliflerinin okunabilmesinden sonra tüm mezarlar açılıp, mısır tarihi ayrıntılı olarak ortaya konulmaya başlandığında Kutsal Kitap taraftarları kutsal kitap bilgilerinin doğrulanacağını ummuşlardı. Ama mısır tarihindeki hiçbir firavun döneminde ne İsrailoğulları, ne Musa-Yakup-Yusuf gibi kişilerden söz edilmediği ortaya çıkınca, kutsal kitap taraftarları çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardır.

Buna ek olarak Şlomo Sand (2011) adlı bir tarih profesörü “Yahudi halkı nasıl icat edildi” adlı eserinde arkeolojik araştırmaların Tevrat bilgilerini doğrulamadığını vurguladıktan sonra şunu belirtir:  MÖ VI. yüzyıl sonundan II. yüzyıl başına dek yazılmış, üzerinde çalışılmış ve gözden geçirilmiş çok sayıda çalışmadan oluşturulmuş bir Tevrat söz konusudur. 

Kutsal kitaplar hanedanlarca yazdırılmışlardır

Tanrı terimi çok eskilerden beri kullanılmaktadır, ancak bu terimden ne anlaşılması gerektiği konusunda yazılı bir eser yoktur. Ama Allah terimi kutsal kitaplarla hayatımıza girmiştir. Dolayısıyla hangi anlamda kullanıldığı kesin olarak bellidir.

 Şimdi Kuran verilerine göre Allah’ın nasıl yorumlandığını görelim.

 Kuran’dan sure ve ayet numaraları vererek, kutsal kitabın yaratıcısının doğa ve dünyayı nasıl tasarladığı, yaratıcının insanlar arasında ayrımcılık yaptığı, bilginin varlıkların kimyasal bileşimlerinde kayıtlı olduğunu bilmediği gibi çok konuda yanlışlıklar bulunduğunu gösterelim.



Şekil 56: Kutsal kitaplar 3-4 bin yıl önceki insanların doğa algılamasına göre zamanın yöneticileri tarafından hazırlanmışlardır. 

1.1.     Gök-kubbe kavramı ve tatlı su ile, tuzlu suyun neden birbirinden ayrı oldukları konusu

13/2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, … Allah'tır.

25/53. Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur.

31/10. O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, …

78/12. Üstünüzde yedi kat sağlam göğü bina ettik.

Bu ayetler kutsal kitabın yaratıcısının “Yağmurun denizlerdeki tuzlu suyun buharlaşmasıyla atmosfere yükselen su buharlarının yoğunlaşmasıyla oluştuğunu” bilmediğini gösterir. 

1.2.     Kuran’ın Arapça olması:

41/44. Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? …

Dünyada yüzlerce farklı dil konuşan ulus var. Onların bu soruyu sorma hakkı yok mu?

 

1.3.    Kutsal kitabın Allah’ı yarattığı insanlar arasında ayrım yapmaktadır ve bir ırkı seçilmiş ırk ilan etmektedir:

45/16. Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık.

Uluslar arasında ayrım yapıp, bir ulusu diğerlerine üstün kılan bir yaratıcı sizlerin kafasındaki yaratıcı olabilir mi?

1.4.    Bilgi oluşturma konulu ayetler:

2/31.  Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. …

2/33.  Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.”  Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince …

İnsanlığın şekilde gösterilen bir evrilme içinde olduğu jeolojik-paleontolojik-antropolojik-arkeolojik ve genetik araştırmalardan anlaşılmaktadır. Kuran’daki Allah’ın Adem’i bu diyagramda nereye konulabilir? 

Şekil 57: Kutsal kitapların ADEM'i bu diyagramda nereye konulur?

Doğal sistemin yaratıcısı, varlıkların davranışlarını onların kimyasal yapılarına işlemiştir. Genom denilen kalıtsal bilgiler hem canlının bedeninin nasıl oluşacağı hem de canlının nasıl davranacağı bilgilerini içerirler. Bir somon balığı hayatını geçirdiği okyanuslardan binlerce km yüzerek doğduğu ırmağa döner. Irmak boyunca karşısına çıkan şelaleri büyük çabalarla atlamaya çalışır, kendilerini yemeye çalışan ayılardan kaçar ve doğduğu dere yatağına ulaştığında yumurtalarını bırakır ve hayatı sona erer. Van gölü inci kefali de aynı şekilde davranır. Bu balıklar neden genetik bilgilerini gelecek nesle aktarmak için hayatlarını feda ederler? Çünkü bu davranış tarzı onların genomlarına yazılmıştır, yaratıcı kuantsal-kimyasal bir dil kullanır ve her varlığın hem bedeninin nasıl yapılacağı hem de gelecek hayatında nasıl davranması gerektiğini onun kimyasal bileşimine yazmıştır. 

1.5.    Kıyamet Korkutması

Kuran’ın “mutlaka gerçekleşecek olan kıyamet” anlamına gelen 69. dan Hâkka suresi tümüyle KIYAMET konusundadır.

69 HÂKKA SÛRESİ

1.  Gerçekleşecek olan kıyamet!

2.  …

3.  …

4.  Semûd ve Âd kavimleri, yüreklerini hoplatacak olan büyük felaketi (Kıyameti) yalanladılar.

5.  Semûd kavmi korkunç bir sarsıntı ile helâk edildi.

6.  Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli bir rüzgârla helâk edildi.

7.  …

8.  …

9.  Firavun, ondan öncekiler ve yerle bir olan şehirler (halkı olan Lût kavmi) hep o suçu işlediler.

10.  …

11,12. Şüphesiz, (Nûh zamanında) su bastığı vakit, sizi gemide biz taşıdık ki, bu olayı sizin için bir uyarı yapalım ve belleyecek kulaklar da onu bellesin.

13,14,15. …

16.  Gök de yarılmış ve artık o gün o da çökmeye yüz tutmuştur.

17.  Melekler onun kıyılarındadır. …

18.  …

19.  İşte o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!”

20.  …

21.  …

22.  Yüksek bir cennettedir.

23.  Onun meyveleri sarkar.

24.  (Onlara şöyle denir:) “Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık, afiyetle yiyin, için.

25.  Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke kitabım bana verilmeseydi.”

26.  “Hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim.”

27.  “Keşke ölüm her şeyi bitirseydi.”

28.  “Malım bana hiçbir yarar sağlamadı.”

29.  “Saltanatım da yok olup gitti.”

30.  (Allah, şöyle der:) “Onu yakalayıp bağlayın.”

31.  “Sonra onu cehenneme atın.”

32.  “Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu.”

33.  “…”

34.  “...”

35.  “...”

36.  “Kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.”

37.  ….”

38,39,40. Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’an), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür.

41.  O, bir şairin sözü değildir. …

42.  …

43.  O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.

44,45. …

46.  ...

47.  ...

48.  Şüphesiz Kur’an, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.

49.  ...

50.  ...

51.  Şüphesiz Kur’an, gerçek kesin bilgidir.

52.  ..sen, yüce Rabbinin adıyla tespih et.           

Bu surenin haricinde daha birçok başka surede KIYAMET konulu ayet vardır. Örnekler:

3/185.  Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten  kurtuluşa  ermiştir.  Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.

30/14.  Kıyametin kopacağı gün, işte o gün mü’minler ve kâfirler birbirinden ayrılacaklardır.

            54/1.  Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.

57/20. Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. ... Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.

73/14. O gün (kıyamet günü) yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına döner.

75/1.  Kıyamet gününe yemin ederim. 

Doğal afetlerin insanların Allah’ın emirlerine uymadıkları için ceza olarak verildiği Kutsal kitap felsefesinin temelini oluşturur. Kutsallık ve Kutsal Kitap kavramı Sümerler tarafından ortaya atılmıştır. Sümerler tarafından 5500 yıl önceleri temelleri atılan otoriter sistem tepeden yönetime dayanır. Tepedeki yöneticiler halka “krallığın gökten indirildiğini ve kendilerinin gökten inen kutsalların soyundan geldiklerini, emirlerine uyanların, öldüklerinde RAB nezdinde hoş görülüp cennete alınacakları, uymayanların cehenneme gidecekleri” şeklinde bir görüşü sunarak, devlet yöneticilerine biat etme geleneğini ortaya koymuşlardır. Tamamen korkutmaya dayalı bu görüş, doğar doğmaz insanlara belletilince, insanların bilinç-altına yerleşmiş olur ve ondan sonra da din adamları vasıtasıyla sürekli olarak körüklenerek günümüze kadar sürdürülmektedir. 

Şekil 58: Eskiden tüm doğal afetler gökte oturan bir EFENDİNİN (RAB) insanlara cezası olarak görülmüştür. 

Hâkka suresinde adı geçen Semûd ve Âd kavimleri, Lût kavmi (+Sodom\Gomorra kavimleri) Ölü-Deniz-Fayı denilen yırtılma hattı bölgesinde yaşamışlardır.

Kızıldeniz’den Kuzeye doğru uzanan "Ölü Deniz Fayı" yeryüzünün en meşhur kırık zonlarından biridir. Yeryuvarının bu tür büyük yırtılma zonlarının her iki tarafındaki zemin, birbirine göre, sağa\sola, ve aşağıya \yukarıya doğru, sık sık kaymalara uğramakta, ve bunun sonucunda da buralarda depremler ve volkan patlamaları gerçekleşmektedir. Her defasında kırık zonunun bir başka yerinde, onlarca veya yüzlerce yıllık aralıklarla, bu gibi doğal olaylar (yani depremler ve volkan patlamaları) gelişmektedir. Kırık zonlarındaki yerleşim yerleri ve insanlar, bu olaylardan en fazla zararı görürken, kırık zonundan uzakta bulunanlar, ya hiç zarar görmezler, veya çok az etkilenirler.

Bu fay ülkemizdeki Doğu-Anadolu-Fayı ile birleşmektedir. 6 şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ta meydana gelen ve tüm çevresinde çok büyük yıkımlara neden olan deprem felaketi, birkaç bin yıl önceleri Semûd ve Âd veya Sodom-Gomorra yörelerini yerle bir eden yerkabuğu hareketlerinin bir devamıdır. Bu tür yerkabuğu hareketleri hep davam edecektir, çünkü dünyamız hareketli-canlı bir gezegendir. Yerkabuğunun çok hareketli olmadığı çok büyük bölgeler de vardır. Örneğin Ukrayna, Rusya gibi devasa büyüklükteki alanlarda deprem olmaz. Yani deprem, volkan püskürmesi vs. gibi olaylar doğayı yaratanın yaptırımları değildirler. Canlı-devingen olmak zorunda olan gezegenlerin değişim-dönüşüm sonuçlarıdır.

 Görüldüğü üzere Kuranda birçok surede dünyamızda KIYAMET gibi çok büyük bir felaket olacağı ve bu felaketle insanların hepsinin öleceği, cennet-cehennemli öteki dünyaya gideceği, kutsal kitaba uygun yaşamayanların öteki dünyada çok büyük azap içinde olacakları gibi çok korkutucu ifadeler yer almaktadır. 

1.6.     Cennet- Cehennem konusu:

18/ 31. İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın dîbâdan yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!

61/12. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.

64/9. Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. Kim Allah'a inanır ve yararlı iş yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini), içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur.

98/8. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler) içindir. 

Kuran kurslarıyla eğitilen çocukların davranışlarını düşünün. Çocuklarımızın bu dünya koşullarına uyum sağlamaları gerekir. Onların olmayan bir öteki dünya yaşamına inandırılmaları topluma karşı işlenilen en büyük günah değil midir?  

Kuran’da bu dünya hayatının geçici olduğu, gerçek ebedi bir hayatın ahiret hayatı olduğu, Allah’ın yolunda çabalayanların ahirette Adn cennetlerinde yaşayacakları, Adn cennetinin içinden ırmaklar akan her türlü meyve vs.nin bulunduğu bir verimli yer olduğu gibi ayetler vardır. Adn sözcüğü diğer kutsal kitaplarda “Garden Eden” olarak geçer ve Sümerce ova anlamındaki “eden” teriminden alınmıştır. 

Şimdi Sümer tarihine kısa bir göz atalım. Sümerler denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini yazmışlardır (Ceram 1972). Denizde insan yaşayamadığından, şimdiye dek Sümerlerin nerden Basra Çevresine geldikleri hep muamma olarak kalmıştır.

 

Şekil 59: Kutsal Kitaplar tamamen 5 bin yıl önceki Sümer kavminin doğa görüşüne göredirler. 

Sümerlerin çivi yazılı "Krallar listesi” kil tabletinde Tufandan önce 5 farklı şehirde yaşadıkları; zamanla şehirlerin "düştüğü=battığı" ve krallık gemisinin başka bir yere taşındığı belirtiliyor. Büyük bir selin sonunda son şehrin tamamen yok olduğu, selden sonra Basra çevresinde yeni krallıklarla hayatın devam ettiği yazılıyor. 

Başka bir tablette, insanlığın ilk doğduğu ve çok mutlu yaşadığı bir Dilmun yöresinden söz ediliyor. 

Yukarıdaki şekilde Basra Körfezinin 3 farklı zamana ait haritaları verilmiştir. En sağdaki 5 dolum haritası Meteor Araştırma gemisi verilerine göre Basra körfezinin 15 bin yıldan 7 bin yıl öncesine kadar dolum aşamalarını gösteriyor.  (1) nolu harita buzul dönemindeki durumdur, deniz tamamen çekilmiş, Basra körfezi kara haline geçmiştir. Hürmüz boğazına yakın bir yerde büyük bir göl kalmıştır. Gölde birkaç ada vardır, bunlardan biri Dilmun olmalıdır. 70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanın ataları, yaklaşık 60 bin yıl önceleri bu cennet ülkeye gelerek, günümüz insanlarının gelişmelerini sağlamışlardır. 800 km uzunluğunda ve 200 km genişliğinde olan ve içinden Dicle ve Fırat ırmaklarıyla sulanan bu Atlantis ovası buzul devrinin soğuğunda ılıman iklimiyle insanlığa en ideal yaşam koşullarını sunmuştur. Bu cennet ülkeye gelen insanların büyük çoğunluğu ırmaklarla sulanan ova düzlüğünde, ama bir kısmı da göldeki adalarda yaşamaya başlamış olmalıdır. Adalarda yaşayanlar Sümerlerdir, çünkü Basra-Körfezi tamamen dolana kadar, bir adadan diğerine göç ederek tam beş göç yaptıklarını yazmışlardır.   

Anlaşılacağı üzere, Sümerlerin Dilmun adını verdikleri ebedi ömürlü tanrılarının yaşadıklarını varsaydıkları Dilmun, Basra Körfezi suları altında kalmış göldeki bir adadır. Ama zamanın devasa ovasında yaşayan insanlar için de tüm verimli ova bir cennet ülkedir, çünkü Dicle- Fırat ırmaklarıyla sulanmakta ve ılıman ikliminde her tür meyve ve av bulunmaktadır. Kutsal kitaplarda adı geçen Adn cennetleri, Sümerlerin eden-bahçeleri adını verdikleri bu verimli topraklardır. 

Şimdi aşağıdaki haritaya bakalım ve bin yıl önceki insanların Ademle Havva’nın yaratıldığı Cennetin neden Kudüs’ün doğusunda bir yerde gösterildiğini anlamaya çalışalım.

Şekil 60: Sümerlerin doğa görüşü bin yıl öncelerine kadar tüm dünyada kabul görmüştür. 

Bin yıl önceleri sadece Asya – Avrupa ve Afrika kıtaları var sanılıyordu. Beatus haritası olarak bilinen bu harita, Ortaçağ boyunca etkili ve yaygın dünya görüşünü yansıtır (Wood 1993)). Haritalar, yapıldıkları zamanın insanlarının “dünya” görüşlerinin tam bir aynasını oluştururlar. Haritada görüldüğü gibi, “dünya” Sümerler’in görüşlerine uygun olarak, bir dünya okyanusu içindeki bir tabak gibidir ve doğuda bir yerde (haritanın doğusu üstte) “Cennet Bahçesi ve Adem’le Havva” konuşlandırılmıştır. Yani, Orta Çağ dediğimiz dönemde Kutsal Kitaplardaki dogmatik görüşlerin etkili olduğu toplumlardaki tüm insanlar “Cennetin” dünyanın doğusunda bir yerde olduğuna kesinlikle inanıyorlardı. Bu nedenle “Cennet-bahçesi” doğuda bir yerde gösterilmiş. 

Neden doğuda bir yerde? Çünkü kutsal kitaplarda Kudüs merkez olarak düşünülmüştür. Yukarıda özetlenen Sümer tarihi verileri de insanlığın Atlantis Ovası olarak adlandırdığım Basra-Hürmüz-Ovasında geliştiğini ve oradan dünyaya yayıldığını göstermektedir. 

Yukarıdaki ayetleri anlayabilmek için şu tarihsel gelişim bilinmelidir: “Kutsallık” kavramı Sümerlerce oluşturulmuştur. Oluşturulma nedeni, binlerce kişiden oluşan toplumsal kalabalıkların sevk ve idaresinin kolaylaştırılmasıdır. Sümerler “Krallık gökten indikten sonra” kavramlı bir yönetim tasarlayıp, gökte oturan tanrılarca belli insanlara kutsal kitap (ME) gönderilerek halkın bu kitaptaki görüşlere uyarak yaşamaları halinde halkın kolayca yönlendirilebileceğini tasarlamışlardır. Ve nitekim de öyle olmuş, insanlık 4-5 bin yıldan beri, zombileştirilerek, bir koyun sürüsü gibi güdülmüştür ve hala da güdülmektedir. 

Ahiret ve cennet konularındaki tüm ayetler, doğa bilimsel verilere terstir. Ayetler doğal sistemin yaratıcısına ait olamaz, çünkü doğayı yaratan yarattığı sisteme ters görüş bildirmez. Dolayısıyla kutsal kitaplar toplumları yönetmeye kalkan hanedanlar sınıflarınca halkı uyutup, birer robot gibi davranmalarını sağlamak için oluşturulmuşlardır. Bu nedenle din adamlarımız halkımıza karşı asırlardır büyük bir suç işlemektedirler. Doğal sistem verilerine tamamen ters olan bir durum söz konusu. Kutsal kitapları gönderdiğine inanılan gökteki bir RAB sizin kafanızda tasarladığınız ALLAH olabilir mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizlerin bir koyun sürüsü gibi davranmanızın temel suçlusu değiller mi? 

1.7.    Dört-Cennet konusu

Er-Rahman Suresi “Cennet” hakkında bilgi veren en önemli suredir.

 55:46 - Rabbinin makamından korkan kimselere İKİ CENNET vardır.

 55:48 - İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.

 55:50 - İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.

 55:52 - İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.

 55:62 - Bu ikisinden başka İKİ CENNET DAHA vardır.

 55:64 - (Bu cennetler) yemyeşildirler.

 55:66 - İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

 55:68 - İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

 

Şimdi soru şu: kutsal kitabımızda 2+2 = 4 adet cennetten söz ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? O cennetlerde yetişen meyvelerden “hurma ve nar” hangi dünya parçasını simgeler? 

Bu soruyu Diyanet işleri başkanlığı ilgililerinden 15 yetkiliye- ve İlahiyat Fakültelerinden yine 15 profesöre de yönelttim, ama hiçbir yanıt gelmedi. 

Şimdi bu konuyu jeolojik- arkeolojik verilerden yararlanarak, doğa-bilimsel bakış açısıyla biz açıklamaya çalışalım. 

Şekil 61:  15–115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok soğuktur ve Würm-buzul devri denilen bir dönemden geçmektedir (İmbrie ve diğ. 1984, Hays ve diğ. 1976).

Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da sıcaklığın en düşük olduğu 20 binyıl öncesinde yaklaşık 130 metrelik bir deniz seviyesi alçalması demektir. 

Deniz seviyesinin bu kadar alçalması, en fazla coğrafik değişikliği Basra-Hürmüz-boğazı arasındaki bölgede gösterir. Çünkü Basra körfezinin en derin noktası yaklaşık 90 metredir ve Dubai – Bander-e Lengeh hattının hemen batı tarafında bulunmaktadır. Dubai – Bander-e Lengeh hattı ise yaklaşık 70 m. derinlikte bir sırt şeklinde İran ile Dubai arasında uzanır. 

Bu coğrafik özellikler nedeniyle, deniz seviyesi 130 m. düşünce, tüm Basra Körfezinden deniz çekilmiş olur ve bu devasa bölge, iki tane büyük ırmakla sulanan çok verimli bir ovaya dönüşür. Sadece güney-doğu ucunda 20 m. derinliğinde sığ bir GÖL kalır. Bu gölün suyu da, birkaç yıl içinde tatlı suya dönüşür. Üzerinde ise yoğun insan yaşamlı birkaç tane adası vardır . 

Kuzeydeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altında, güneydeki Arabistan düzlüğü susuz kurak bir bölge olarak yaşama pek imkan vermez iken, bu devasa ova, hem soğuk kuzey rüzgarlarından korunmuş olması, hem deniz seviyesinin bile altında olması ve iki büyük ırmak tarafından sulanır olması nedeniyle, orada yaşayanlar için büyük bir nimettir. Bu verimli ovada her tür meyve ve sebze bol olarak yetişmekte, onlara bağlı olarak da yoğun bir hayvan topluluğu bulunmakta, bu ise avcılık ve toplayıcılıkla geçinen o devir insanları için olağan-üstü bir yaşam ortamı sunmaktadır. Yani tam bir CENNET – ÜLKEsidir. 

Şimdi bu ideal CENNET-ÜLKENİN sonunun nasıl olduğunu görelim. 

Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu CENNET-ÜLKE, buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence ortamına dönüşmüştür. Çünkü Zağros Dağlarının tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin ısınmaya başlaması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara, buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Jeolojide solifluksiyon olarak bilinen olay). 

Her yıl tekrarlanan bu çamurlu sel felaketlerine, bir yeni felaket daha eklenir: Deniz ilerlemesi ve yükselmesi. 15 bin yıl öncelerine gelindiğinde, buzul devri sona ermiş, sıcaklık artmaya başlamıştır. Yani buzullar tekrar ergimeye ve deniz seviyesini yükseltmeye başlamıştır.  14 bin yıl önceleri, deniz tekrar Basra Körfezine girmiş ve CENNET-ÜLKE yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Denizin istila ettiği düzlüklerde yaşayan insanlar:

►-ya ırmak vadileri boyunca kuzey-batıya doğru gitmek,

►- ya kuzeydeki Zagros dağları yönünde kaçmak,

►- ya güneydeki Arabistan düzlüklerine kaçmak,

►- ya da, bu devasa ovada rastlayacakları  50-60 m. yüksekliğindeki yükseltilere sığınmak zorunda kalmışlardır.

Bunlardan ilk üç şıktan birini tercih edenler, bu felaketler zincirinden kurtulmuşlardır. Ama son seçeneği tercih edenler (ve daha önceleri zaten bir ada üzerinde yaşayanlar) için işkenceler daha yeni başlamaktadır. Çünkü onlar bu yükseltilerde hapsedilmişlerdir! Deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1.5 cm kadar yükselmektedir dolayısıyla, Basra-körfezinin tekrar denizle kaplanması –yani sel felaketleri ve deniz seviyesi yükselmesi- yaklaşık 7-8 bin yıl daha sürecektir (Brentjes 1981). 

Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan adalarda mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler. Bu zor koşullar insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar.  

Sözün kısası, CENNET-ÜLKEnin adalarında hapis kalan insanlar, zorluklarla mücadele ederek, bilgi düzeylerini geliştirmişler, karşılıklı hizmet-alış-verişi sistemi olan toplumsal hayatı başlatmışlar, ama son tufan olayıyla birlikte, yaşadıkları adadan sallarla, sandallarla, vs kaçarak, kendilerini kaderlerine terk etmişledir. 

Sümerler insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır. Arkeolojik kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği, insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.  

Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden = Adn, Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Öteki-dünya kavramı oluşturulmasının tek nedeni budur. 

Sümerlerin doğa anlayışı statik sistemli (yani değişmez-ebedi bir yaratıcılığa dayalı) olduğundan, dinamik sistemli doğum-ölüm döngüsünü anlayamamışlardır. Bu nedenle de, öteki dünya şeklinde bir tasarım, ebedi bir hayata orada devam edileceği şeklinde bir hayat anlayışı oluşturulmasına vesile olmuştur. 

Şimdi önce “Öteki-dünya” ile “cennet” arasındaki bağlantıyı oluşturalım:  

Cennet Neresi? 

Kutsal kitaplara göre,

– Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);

– Sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);

– Sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);

– Sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);

– Sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün); – Ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).              

(Tekvin, 1.Musa, Martin Luther tercümesi -Bibel)   

Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu aşikardır. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir. 

Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler?

Bu sorunun yanıtı ise 15-20 bin yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:

– Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası” diye adlandırdığımız bu CENNET-ÜLKE ovasındaki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler.

– Buzul devrinin sona ermesiyle hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmesi başlar.

– Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki tepeler üzerine çıkarlar; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Adalar üzerindeki yaşam binlerce yıl sürer. Dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.

– Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Ama deniz seviyesi yükselmesi, 14–15 bin yıl öncelerinden başlayarak, 7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder. (Bu konuda Atlantis’in yazarı Eflatun’un Kritias ve Timaios adlı eserlerine bakınız).

– Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar. (Eflatun ve Sümer belgeleri)

– Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.

– Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..

– Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur. 

Şimdi 2+2=4 cennet konusunu aydınlatmaya çalışalım.  

Verilen  “CENNET-ÜLKE” haritasında, KB ve GD olarak işaretlenmiş iki farklı bölgeyi düşünün. Çok farklı konumdalar ve çok farklı çevre-şekillerine sahipler. O zamanın insanlarının coğrafik bilgileri de çok sınırlı. Doğal olarak o bölgede yaşayan insanlar bu ırmakları farklı adlandıracaklardır. Örn. KB’da yaşayanlar Dicle ve Fırat olarak adlandırmışlardır. 

 Güney-Doğudakilerin nasıl adlandırıldığını ise şu paragrafları okuduktan sonra anlayacaksınız:

 "7. Böylece Efendi Tanrı topraktan insan yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve böylelikle insan canlılık kazandı.

8. Ve Efendi Tanrı doğuda (Kudüs gibi kutsal topraklara oranla, Eden Bahçesi (Cennet), "doğuda" olacaktır; Basra Körfezi dibindeki eski verim­li ovalar da, doğudadır!) bir yerde Eden bahçesini dikti ve yarattığı insanı bu bahçenin içine koydu.

9. Ve Efendi Tanrı, yeryüzünde, güzel görünüşlü ve tadlarına doyum olmayan ağaçlar büyüttü, ve bahçenin ortasında, iyi ve kötüyü ayırt etme ağacını, hayat ağacını yeşertti.

10. Bu Eden bahçesinde, bahçeyi sulamak için bir ırmak akıyordu, ve orada dört kola ayrılıyordu.

11. Birinci kolun adı Pişon'du ve altın ülkesi Hevila yöresinde akardı;

12. ve bu ülkenin altını değerlidir. Orada ayrıca Bedolak-zifti ile Şoham süstaşı bulunur.

 13. İkinci ırmağın adı Gihon olup, Kuş ülkesi yöresinde akar.

14. Üçüncü ırmağın adı Dicle olup, Asur ülkesinin doğusunda akar. Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır.

15. Ve Efendi Tanrı insanı alıp, bahçeyi işleyip bakması için Eden bahçesine bıraktı."  (Tekvin, 1.Musa, 1.2 bab, 7-15) 

Bu paragrafları okuduktan sonra, Kurandaki o ayetlerin anlaşılması kolay olmadı mı? 

“Hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu” bile açıklamaktan aciz olan “kutsal kitapların” ilahi bir kaynağı olabilir mi? 

Dolayısıyla kutsal kitaplar toplumları yönetmeye kalkan hanedanlar sınıflarınca halkı uyutup, birer robot gibi davranmalarını sağlamak için oluşturulmuşlardır. Toplum yönetimini eline geçirmiş olan tepedeki efendiler camiası, halkın kendilerine itaatkâr olması için kutsallık dedikleri bir hikâye uydurmuşlardır ve kutsal emirlere uyanların öldükten sonra cennet denilen bire mekanda ebedi olarak yaşayacaklarını vaat etmişlerdir. Tepedeki birileri egemenliklerini koruyup-sürdürebilmek için halkı sürekli baskı altında tutmaya çalışırlar. En etkili baskı KORKU yaymaktır. Kıyamet konulu ayetlerde görüldüğü üzere, eski zamanlarda yaşanmış felaketler örnek verilerek, önceki peygamberlere inanmayan kavimlerin nasıl cezalandırıldıkları örnek gösterilip, kutsal kitaba (dolayısıyla Muhammed’e) inanılması öğütlenmektedir. Âyetlerde, Kıyamet gününün dehşeti içinde insanların en kıymetli mallarından bile vazgeçip terk edecekleri şeklinde korkutucu ifadeler bulunmaktadır. 

Mısır tarihi kral mezarları yazıtlarıyla en iyi araştırılan tarihsel dokümanlar sunmaktadır. Bu tarihsel verilerde Musa, Yakup, Joseph gibi kutsal kitap kişilikleri hakkında hiçbir ibare bulunmadığı ortaya çıkmış ve kutsal kitapların tamamen uydurma oldukları anlaşılmıştır. Yani kutsal kitapların doğal-sistemin yaratıcısı ile hiç ilişkisi yoktur ve kesinlikle devlet yönetimindeki hanedanlar, rahipler gibi tepedeki bir zümre tarafından halkın kendilerine biat etmeleri için yazdırılmışlardır (Dick Harfield 2023, https://qr.ae/pyaYk4). 

Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin, insanları öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır? 

Dolayısıyla, Kuran dahil tüm kutsal kitaplar hanedanlarca yazdırılmış, yöneticilerin halkı yönlendirmesini kolaylaştırmaya yarayan derleme eserlerdir. Arapça harflerle yazılan Kuran halk arasında öylesine “kutsal” sayılmaktadır ki, insanlar arapça yazılmış bir kağıt parçasını bile kutsal sayıp, onu saklayıp-korumaktadır. Bu konuda yaşanmış bir olayı anlatarak, bu şartlandırmanın insanları nasıl mantıksız yaptığını görelim.

-Bir Levhanın İlginç Hikayesi-

Resimde görmüş olduğunuz Arap alfabesi ile yazılmış, ebru sanatıyla süslenmiş eski Türkçe yazılı levhanın ilginç hikayesini öğrenince bilgisayarıma indirdim ve yazıcıdan çoğaltıp sokaklarda kendimce bir iki deneme yaptım…

Resmi bir caminin yakınında yere bıraktığımda, resmi gören hemen hemen herkesin resmi üç kez öpüp başına koyarak ya cebine koyduğunu ya da yüksek bir yere koyduğunu gördüm…

Daha sonra sokakta bazı kimselere (çoğunlukla yaşlı amca ve teyzelere) resimde ne yazdığını sordum, ezici çoğunluk anlamından bahsetmeden ayet dedi birkaç kişi ise eski Türkçe yazı dedi…

Bir caminin bahçesinde herkesin görebileceği şekilde resme bakıp buruşturup yere attığımda ise neredeyse dayak yiyecektim…
Bu denemeleri yaptıktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Önce bu levhada ne yazdığı ile daha doğrusu bu levhanın ilginç hikayesi ile başlayalım yazımıza…
Resimdeki ebru sanatıyla süslenmiş levhada Arapça abecesiyle eski Türkçe “şimdi b.ku yedik” yazıyor…

Levhanın hikayesi ise şöyle…
“Bu levha Necmeddin Okyay’a ait ebruyla süslenmiş ve “celi sülüs” yazı çeşidiyle yazılmış olan ibaresi ile meşhur…
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermeniler’den Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açmıştı.

Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakmıştı ama savaşla birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her geçen gün bir öncekini aratmaktaydı.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943’un sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştı.

Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte’ye, Nisan başında ise Viyana’ya girerek Berlin’e doğru ilerlediler ve 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar.

Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağında kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler.

Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı.
Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir işti.
Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asil mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı.
Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı.
Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktı.

Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu.
Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmedi.

Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi.
Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi.

Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaştı ve elini uzattı.
Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan’ın şakağına dayadı.

Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş karısına döndü ve ağzından,
– “Şimdi b.ku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sordu:

– “Ne dedung? Ne dedung?…”
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:

– “Simdi b.ku yedik”.
O anda sanki bir mucize oldu.
Asker ani bir hareketle silahını indirerek yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarıldı.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu.

Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız Türkçesi ağzıyla,
“Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam” yani “Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyrediyordu.

Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yasamışlardı.
Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes aldı.

Askerler özür dilediler, çaylar içildi, konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaptılar.
Sovyet ordusunda farklı milletlerden askerler vardı.

Bu iki Kırgız asker de Sovyet ordusu ile Berlin’e kadar gelmişlerdi ve 1945’te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin’e diken üç Sovyet askerinden biri de, Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov idi.

Savaş bitmiş, sıkıntılı günler geride kalmıştı.
Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin’deki mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanıştılar ve gazeteciyi evlerine davet ettiler.
Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlattılar.

Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylediler.

Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek üzere hattat ve mucellid Emin Barın’ın Çemberlitaş’taki atölyesine gitti.

Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi (şimdi b.ku yedik) duyunca şaşırdı.
Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karsılaşıyordu.

Hemen “Yazarım” diyemedi, düşünmek için zaman istedi ve kendisi de Almanya’da cilt eğitimi sırasında yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul etti.

Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi yazabileceğini söyleyerek bu fotoğrafını görmüş olduğunuz “celi sülüs” levhayı hazırladı.

Levhanın etrafı “Hatip ebrusu” ile süslendi ve Almanya’ya doğru yola çıktı.
Levhanın hikâyesi işte böyle…
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü…

Emin Barın, dostlarına daha sonraları “Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek zorunda kaldım” diyecekti.

Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin’e götürüldü ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete’ye de “Levhaya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı” başlığıyla haber oldu…

Şimdi levhada ne yazdığını, levhanın ilginç hikayesini ve bu levhanın yazılışından tam elli yıl sonra sokakta yaptığım denemeleri öğrenmiş oldunuz…

O zaman başlıktaki soruyu tekrar sorayım mı?
Bugün Müslüman Türk için kutsal olan ne?
Allah Kelâmı Kur’an ve anlamı mı yoksa arap abecesi mi?
Saygılarımla…
Murat Çalık 15.11.2019 

 

 Günlük hayatımızda kullandığımız her 2-3 sözcükten biri Allah’tır. Allah herşeyi yaratan olarak kabul edilir. Günümüzde dünyamızın Güneş etrafında dönen 8 gezgenden biri olduğunu, Güneşin Samanyolu galaksisi içindeki milyarlarca yıldızdan biri olduğunu, evrende ise Samanyolu gibi daha milyarlarca galaksi bulunduğunu biliyoruz. Ve o yaratıcının dünyadaki bakterilerden başlayıp, bitkiler, hayvanlar, insanlar gibi tüm canlılar alemini yarattığına inanıyoruz.

Peki Allah kavramını ilk ortaya atan insanların dünyası ve evreni nasıldı?

Halbuki 4-5 bin yıl öncelerinin insanları Allah deyince farklı düşüncelere sahipti. Çünkü onların dünyası ve evreni çok sınırlıydı.

4-5 bin yıl öncelerinin insanlarının kafasında yukarıda sıralanan kavramlardan çoğu yoktu. Onlar atom ve molekül gibi temel öğelerden habersizdiler. Bu temel öğelerin birleşmeleriyle 3.5 milyar yıl önceleri bakteri gibi tek hücreli canlılarla hayatın başlatıldığını da bilmiyorlardı. Canlı-cansız tüm varlıkların yüz kadar atom denilen kimyasal elementin farklı kombinasyonlarından oluştuklarını bilmeyen atalarımızın dünyamızın coğrafik görüntüsü hakkında bildikleri de çok sınırlıydı. İnsanların jeoloji, biyoloji gibi doğal bilimlerden hiç haberleri yoktur. Dünya coğrafyası hakkındaki görüşleri de yok denilecek kadar sınırlıydı.

Allah terimi 4-5 bin yıl önceki insanların doğa anlayışına göre oluşturulmuştur. O zamanlarda insanlık Sümerler’in  "krallık gökten indikten sonra" görüşündeydi. Yani toplumu yöneteceklere gökteki Allah kutsal kitap gönderiyordu. Kutsal kitapların Allah’ı bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir RAB = EFENDİ idi.

 Peki günümüz insanlarının kafasında Allah deyince ne tür bir varlık tasarlanıyor?

Allah deyince iyi düşünmek gerekir. Çünkü günümüz insanları Allah deyince, evreni, dünyayı oluşturan, doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkları ve onlar arası ilişkileri düzenleyen bir yapıcı-oluşturucu güç sistemi tasarlar. Çünkü günümüz bilgileri doğada herşeyin atomlarla oluşmaya başladığını, sonra molekül-hücre beden gibi gittikçe büyüyerek gelişen bir sistemde olduğunu göstermektedir.

Oysaki 3-4 bin yıl öncelerinin insanları doğa ve dünyanı göğün 7 katında oturan RAB yani bir süper-insan =EFENDİ tarafından 6 günde yaratıldığı ve ilk insan ADEM’in de çamurdan yaratılıp, içine RAB tarafından ruh üflenerek canlılık kazandığı şeklinde bir bilgiye sahptiler.

Bu RAB her kavimden bir kişiyi sevgili kulu olarak seçip, ona bir kutsal kitap gönderir, ve o  kavim halkı da bu kutsal kitap-bilgilerine göre yaşardı. Kutsal Kitaba uygun yaşayanlar öldüklerinde CENNET denilen ebedi bir ahiret hayatıyla ödüllendirilir, diğerleri CEHENNEM denilen ebedi bir azaba mahkum olurlardı.

Peki günümüz insanlarının kafasında Allah deyince ne tür bir varlık tasarlanıyor?

(A)-Bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir Allah mı?

(B)-Yoksa, 13 milyar yıl önceleri evreni oluşturmaya başlayan kuantsal canlılık sisteminini mi?  Önce atomları, sonra molekülleri, sonra hücreleri, sonra bedenleri milyarlarca süren bir zaman içinde BİLGİye dayalı olarak oluşturan ve sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğal sistem oluşturmaya devam eden bir Allah mı?

Bu konuyu iyi düşünün, çünkü dinciler hala (A) şıkkındaki gibi tanımlanan bir Allah kavramını insanlığa aşılamaya çalışıyor. Halbuki normal bir insan (B) şıkkındaki gibi bir Allah düşünür.

Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindeki dinamik bir sistemdir. Kutsal-Kitaplı yaratıcılık sistemi ise hiç değişmeyen ve herşeyi önceden bilerek yapmış olan sabit-değişmez, yani statik sistemli bir hayat görüşüdür ve ebedi bir öteki-dünya vaat eder. Böyle bir görüş doğal sistemin dinamik olmasına tamamen terstir. Yani ALLAH kavramı sabit değişmez bir güç sistemi olamaz.

 Devamı var

 


 





 

1.     Doğada herşey BİLGİYLE oluşturulur

Bilgiler ise, içsel bileşenlerde oluşturulur.

 

1.1.   Şimdi BİLGİnin içsel bileşenlerde nasıl oluşturulduğunu görelim.

 

Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Böylelikle çevredeki değişim-dönüşümler, bir “BİLGİ” olarak hücrelerimize aktarılır.

 

İnsanların tüm eylemleri, beden içindeki hücrelerce yapılıyor. Bizler sadece onların belli işlemleri gerçekleştirebilmek için oluşturdukları birer aygıtız. Bedenlerimizin tasarımcıları da, tamircileri de hücrelerimizdir. Yaralandığımızda, yarayı onlar kapatmaya başlarlar; bedenimize bir zararlı mikrop girdiğinde, zararlı mikropla savaşacak “askerleri” de onlar yetiştirirler, oluşacak “ordunun sayısını” da onlar ayarlarlar; deniz kenarındaki evimizden kalkıp, 2-3 bin metrelik bir yaylada yaşamaya başladığımızda, o yükseklikte oksijen oranının azaldığını algılayıp, bu az yoğunluktaki oksijenden gerektiği kadarını taşımak için gerekli alyuvar sayısını artıran da yine hücrelerimizdir; uzayda bir uydu içinde çalışanların, her zıplayışta 3-5 m. yükselip, kafasını tavana çarpmasının gravite kuvvetinin azaldığından olmasını algılayıp, bu kadar yükselmeyi gerektirecek kas hücrelerine gerek olmadığı kararını alan ve fazla kas hücrelerinin intihar etmelerini sağlayanlar da yine hücrelerimizin taa kendileridir!!!

 

Canlıların bir işi nasıl yapacakları bilgisi, onların genom denilen genetik bilgi kitapçıklarında yazılıdır. Genomlar o canlının bedenin de nasıl yapılacağı verilerini de içerirler. Canlının kaç kollu, kaç bacaklı olacağından tutun, rengi, boyu, besinleri nasıl sindireceği, solunum sisteminin nasıl işeyeceği gibi tüm özellikler ve işlevler de genomlarda yazılıdır. Canlı o bilgilere göre oluşturulur. 



Şekil 1: Canlıların genomları atom denilen kimyasal elementlerden oluşur. Kimyanız ne ise siz "O"sunuz.

 

Bir canlı bedenin nasıl yapılacağı, organların nasıl çalışacağı, vs. gibi tüm bilgiler canlının genetik kayıtlarında yazılıdır. Genetik bilgiler kromozom ipliciklerindeki DNA dizilimlerinden oluşurlar. Bu dizilimler ATC, GTA, TGA, vs. gibi üçlü nükleotidlerden oluşan kodonlarla yazılı bilgiler içerirler.  Bu 3-lü kodonlar AMİNOASİT olarak bilinir. Bunlardan bazıları, örn. ATG (methionin) BAŞLAT komutu anlamını taşırken; bazıları, örn. TAG, “STOP = DUR” anlamı taşır. Bu sözcükler tüm canlılar tarafından aynı anlamda kullanılır. Bu şekilde, devam eden tüm harfler 3’er 3’er yazılarak, yapılacak işlemler tarif edilirler.

 

Bilgiler kromozom ipliciklerindeki DNA dizilimlerinde kayıtlıdır. DNA dizilimleri A (adenin)- T (thymin) ve G (guanin) – C (citosin) çiftlerinden oluşur. Bu A-T ve G-C çiftleri ise azot, hidrojen, karbon, oksijen gibi kimyasal elementlerden oluşurlar. Dolayısıyla tüm bilgiler kimyasal yapıda depolanmış olurlar.



Şekil 2: Tanrı doğal sistemdeki kuantlar olarak anlaşılmalıdır.

Şimdi doğadaki varlıkların nasıl oluşturulduklarına bakalım. Önceki bölümde gösterildiği üzere, evrensel sistemin başında sadece kuantsal enerji öğeleri var ve her şey onların birleşmeleri sonucu ortaya çıkıyor. İlk ortaya çıkanlar proton-nötron ve elektron adlı atom-altı-öğelerdir. Tüm kimyasal elementler bu üçlüden oluşurlar.

Tüm Bilgiler de atom dediğimiz kimyasal element-kombinasyonları olarak kaydedildiğinden, yaratıcının eserleri tamamen kuantsal alfabe ile yazılmış olmaktadır.  

 

En temeldeki bileşen kuantlar olduğundan tüm bilgiler kuantsal alfabeyle kaydedilmiş olur.

 

 

 

1.2.    Canlılar aleminde bilgi nasıl geliştirilmiştir?

 

ARŞİV SAYFALARINDA hayatın yaklaşık 3.5 milyar yıl önceleri arkea, bakteri gibi prokaryotik tek hücreli canlılarla başladığı görülür. Bu canlıların genomları hücre sitoplazması içindeki tesbih şeklinde bir kromozom iplikçiğinden oluşmaktadır. Tesbih şeklindeki bir yapıda çok fazla bilgi depolanamaz, çünkü çok uzun olan tesbihlerde taneler birbirleriyle karışıp kör düğümler oluşturur.

 


Şekil 3: Bakteri gibi prokaryotların geni bir tesbih şeklindedir.

Prokaryotların genomu bir tesbih şeklindedir.

 

Yaklaşık 2 milyar yıl önceleri amip gibi ökaryotik tek hücreli canlılar ortaya çıkar. Ökaryotik hücrelerde kromozom iplikçikleri için çekirdek denilen özel bir bölüm ayrılmıştır. Çekirdek içinde korunan kromozom iplikçikleri tesbih şeklinde değil, histon denilen protein kümesine sarılmış genetik bilgi zincirleri şeklindedir.




Şekil 4: Ökaryot hücrelerde çekirdek gibi özel bir bölüm oluşturularak genetik bilgiler histon denilen makara gibi özel yapılara sarılarak depolanırlar.

 

Böylelikle genom bilgileri makaraya sarılmış iplikler şeklinde depolanmış, BİLGİ depolama kapasitesi muazzam artırılmış olur. Ökaryot hücreler muazzam bilgi depolama kapasitelerine sahip olduklarından, bu bilgiler sayesinde enerjiyi daha ergonomik kullanmanın yolunun birleşerek ortaklık kurmak olduğu bilgisine ulaşıp, yaklaşık 700 milyon önceleri ilk çok hücreli canlıları ortaya çıkarmışlardır.

 

Dünyamızdaki bu hayat sisteminin gelişimleri konusunda ayrıntılı bilgilere şu linkten ulaşabilirsiniz:

https://tanriyianlamak.blogspot.com/2023/07/ek-dosyalar.html

 

 

 

1.3.             Varlıklar Bilgi-oluşturmanın ve aktarmanın öneminin farkındadırlar


Şekil 5: Varlıklar arasındaki çekim gücü, BİLGİnin aktarılmasındaki önemi gösterir.

Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri koruyup aktarmak o kadar önemlidir ki, atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve muazzam bir zevk-duygusu ile donatılmıştır.

 

Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü bizleri sürekli olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına yönelik bir eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında hep bir çekim kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular oluşturarak, böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak bir eylem gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak birbirlerine cazip gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi kapasitelerinin aktarılmasına yarayacak işlevlere girişirler.Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur.

 

Canlıların genetik bilgi depolarında, bedenlerin nasıl oluşturulacağı, bu bilgilerin nasıl aktarılacağı vs. konularında kesin yönlendirmeler vardır ve canlılar bu bilgilere göre davranırlar. Bir somon balığı, genlerinde kayıtlı bu bilgileri gelecek nesle aktarmak için, bulunduğu açık denizlerden doğduğu ırmağın kaynağına dönerek orada karşı cinsle buluşup döllenme işlevini yerine getirebilmek için, tüm hayatını tehlikeye atacak bir dönüş yolculuğuna çıkar. Çağlayanları zıplayarak aşmaya çalışır; bir sürü yırtıcı hayvana yem olmamak için çabalar ve hedeflerine ulaşanlar yumurtalarını ve spermlerini 20-30 saniye içinde üst-üste bıraktıktan sonra da, çoğunlukla yorgunluktan bitap düşüp ölürler.

BİLGİ denilen yol-göstericilik, varlıkların kimyasal bileşimlerinin sürekli değiştirilip-düzenlenmesi şeklinde onların içsel öğelerinde gerçekleşmektedir. Yani yaratıcı-yönlendirici güç, varlıkların içlerindedir, kuantsal öğelerindedir. 

 

2.     Balina ve yunusların hikayesi

 

Önce memeli hayvanların gelişimleri hakkında öz bir bilgi verelim. Memeli hayvanlar yaklaşık 200 milyon yıldan beri vardırlar, ancak 200 milyon ile 65 milyon yılları arası dünyada egemen olan canlı grubu dinozorlar olduğundan, memeliler ancak onların gölgelerinde yani yeraltı ortamlarında saklanarak yaşamışlar ve gelişememişlerdir.

 

65 milyon yıl önce dünyaya çarpan büyük bir göktaşı, “Kretase-Tersiyer yok-oluşu” adı verilen muazzam bir felakete yol açar, bu felaket sonucu dünyada yaşayan canlıların dörtte-üçü yok olur. Yok olan canlıların arasında DİNOZORLAR da bulunmaktadır.

 

Dinozorlardan boşalan ekolojik ortamlar ise MEMELİLER tarafından doldurulmaya başlanır ve atlar, domuzlar, geyikler gibi canlıların ataları ortaya çıkarlar. Ortaya çıkan bu yeni memelilerin çoğu tam karasal ortam koşullarında yaşarken, bazıları da göl, lagün gibi sulu ortamlarda yaşayacak şekilde değişime uğrarlar.

 

Bu değişimlerin birkaç milyon yıllık süreçler aldığı paleontolojik araştırmalardan anlaşılmaktadır. Çünkü fosil bulgular ilk defa sulu ortamlarda yaşayan memeli fosillerine 50 milyon yıl öncelerinin (Eosen) kayaçlarında rastlarlar (Thewissen et al. 2009). Bu yazarların “From Land to Waterthe Origin of Whales, Dolphins,and Porpoises” adlı çalışmalarında Eosen dönemine ait 50 milyon yıllık kayaçlarda Pakicetidae ailesinden Pakicetus fosilleri ve daha bir çok sulu ortamlarda yaşayan organizma fosilleri tanımlanmıştır. Göl, lagün gibi su ortamlarında yaşamış bu taksonların bedenleri zaman içinde tamamen aerodinamik şekil kazanarak 43 milyon yıl önceleri Basilosaurus örneğindeki şekli almışlardır.

 

 


Şekil 6: Sulu ortamlarda yaşamış 40-50 milyon yıl öncesi Eosen dönemi fosilleri. Thewissen ve diğ.2009'dan alınmıştır.

Bu da demektir ki, karada yaşayan memelilerin göl deniz gibi sulu ortamlara uyum sağlayacak şekilde genetik değişimlere uğramaları en az 10 milyon yıl almıştır.

 

Doğa alt-düzey – üst-düzey yapılaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. En alt düzeyi kuantlar (atomlar) alemi oluşturur. Onların birleşmeleriyle atom- molekül- hücre- beden- koloni gibi üst düzeyler oluşur. Böyle düzeylerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Entegre Düzeylerinin Teorisi (EDT)” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-düzey – üst-düzey” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

IV- iv-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;  üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.

V-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

 

Bir uyarı notu: Bir insan olarak hücrelere hedef göstermek, lafla olamaz. İnsan neyi yapmak istiyorsa o şeyi azimle-istekle yapmaya çabalar-çalışırsa, bu hücrelere bir hedef gösterme işlemi olur. Onun için azimle ve sabırla bir şeyi yapmaya çalışanlar bir süre sonra o işi yapacak duruma ulaşırlar, çünkü hücreler o süre içinde bedende gerekli düzenlemeleri yapmışlardır ve o insan da o işi yapacak duruma gelmiş olur.

Aşağıda bu konuda çok daha büyük ölçekli, yani milyonlarca yıllık bir uğraş sonucu, karasal oramda yaşayan bir canlı grubunun denizel ortamda yaşamaya uygun bir yapıya kavuşturulmasının hikayesi verilecektir.

 

İnsanlar evlerini, çevre koşullarına uydurmak için değiştirip-düzenlerler. Hücrelerin evleri de oluşturdukları bedenlerdir. Onlar da değişen doğa koşullarına göre, beden yapılarında düzeltmeler-değişiklikler yaparlar. Bu olay en belirgin şekliyle, kara hayatına yaşamak için oluşturulmuş olan memeli hayvanların, deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde değişim-dönüşüme uğratılmalarında görülür. Bunun en güzel örneğini ise, balina ve yunus gibi hayvanlar oluştururlar. Bu canlılar milyonlarca yıllık bir süreçte, denizdeki besin kaynaklarından yararlanmak için sürekli denize dalarak, hücrelerine “hedef” göstermişler ve yaklaşık 10 milyon yıllık bir uğraş sonucu, hücreler genlerde gerekli değişiklikleri yaparak kara hayatından denizel hayata uyumlu yeni bedenler ortaya çıkarmışlardır.

 

Aşağıdaki paragraflarda bu dönüşümün mekanizması, yani alt-düzey öğelerin kendilerine gösterilen bir hedefe nasıl ulaştıkları açıklanacaktır.

 

Almanya’da “Max Planck Institute of Molecular Cell Biology and Genetics” kuruluşu ekiplerince (Huelsmann et al.(2019)) balina, yunus gibi tamamen denizel ortamlarda yaşayan bu canlıların kara hayatından denizel hayata nasıl geçiş yaptıklarını genetik kodlamalarında gerçekleştirilen değişikliklerle göstermişlerdir. Bak: Huelsmann M., Hecker N., Springer M.S., Gatesy J., Sharma V. & Hiller M. 2019: Genes lost during the transition from land to water in cetaceans highlight genomic changes associated with aquatic adaptations. Science Advances 2019; 5 : eaaw6671 

 

Balinalarda ve yunuslarda (deniz memelilerinde) karadan suya geçişte dikkat çekici adaptasyonlar görülür. Bu geçiş sırasında meydana gelen genomik değişiklikleri ortaya çıkarmak için, atalara ait cetacean soyunda inaktive edilmiş protein kodlayan genleri taranmış ve 85 Gen kaybı bulunmuştur.

 

Cetacean anatomisindeki dikkate değer değişiklikler arasında, yüzme sırasında sürtünmeyi azaltmak için aerodinamik gövdeler ve vücut kıllarının dökülmesi, ter ve yağ bezlerinden yoksun ve gelişmiş fiziksel bariyer özelliklerine sahip çok daha kalın bir cilt, yalıtım için kalın bir yağ tabakası yer alır.

Bunların yanısıra, enerjinin anlamlı ve amaçlı kullanılması için işe yaramayan genlerin kaldırılması denizel ortama geçişte dikkate alınmış ve birçok gen tamamen kaldırılmış- silinmiştir veya etkisizleştirilmiştir. Araştırmada ortaya konulan 85 gen kaybından bazıları aşağıda gösterilerek, canlıların doğal ortamlara uyum sağlamalarının ne derecede hücrelerin insiyatifine bağımlı olduğu belirtilecektir.

 

2.1.             Kan pıhtılaşmasının kaldırılması: F12 faktörü

 

F12 yaklaşık 14 exson içeren, 5. kromozom (5q35.3.) üzerinde bulunan XII numaralı faktördür. Bu faktör kanda pıhtı oluşmasını sağlar.

 



Şekil 7: Kan pıhtılaşması F12 proteini etkisizleştirilerek balina ve yunuslarda önlenmiştir.

 

Şekiller hakkında genel açıklamalar:

Ekzonlar, boyutlarıyla orantılı kutularla temsil edilir. İntronlar yatay çizgilerle temsil edilir. Sol ve sağdaki küçük kutular genin başlangıcını ve sonunu gösterir. İnsan geninin ekson-intron yapısı üstte referans olarak gösterilmiştir. Ensembl Biomart'tan indirilen insan proteinindeki fonksiyonel alanların konumu renkli kutularla gösterilir. İnsan geninin altında gösterilen ekson-intron yapıları, deniz memelilerinde ortolog gende meydana gelen mutasyonları görselleştirir. Burada, dolu bir kırmızı kutu, ekson silme ve dolu gri kutu eksik genomik diziyi gösterir. Dikey kırmızı çizgiler çerçeve kaydırma silmelerini gösterirken, dikey mavi çizgiler çerçeve koruma silmelerini gösterir. Ok başları, çerçeve kaydırma (kırmızı) veya çerçeve koruma (mavi) eklemelerini gösterir. Silmelerin veya eklemelerin boyutu mutasyonun üzerine verilir.

Erken durdurma kodonları siyah dikey çizgiler ve karşılık gelen üçlü ile gösterilir. Ekleme bölgesi mutasyonları, bir eksonun sonunda (donör mutasyonu) veya bir eksonun başlangıcında (alıcı mutasyonu) kırmızı harflerle gösterilir. Mutasyona uğramış ATG başlangıç kodonları 'noATG’ olarak belirtilir.

 

2.2.  SLC4A9 geni kaldırılması


nolu kromozom (5q31.3) üzerinde bulunan SLC4A9 geni tükürük üretimiyle ilgilidir. Tükürük karada yaşayan memelilerde ağza alınan katı maddelerin ıslatılarak yumuşamasını sağlar. Denizde yaşayanlar için bu gereksizdir. Bu nedenle Balina, yunus gibi sürekli denizde yaşayan hayvanlarda bu geni kodlayan kodonlar tamamen silinmişlerdir.

 


Şekil 8: Tükürük oluşturmak denizel ortamda gereksiz olduğundan Balina ve yunuslarda hiç yoktur.

 

2.3.             Peptidoglycan recognition protein 4 (PGLYRP4) kaldırılması

Peptidoglikan tanıma proteini 4 PGLYRP4 geni tarafından kodlanan antibakteriyel ve antienflamatuar doğuştan gelen bir bağışıklık proteinidir. Bu gen tüm balina ve yunuslarda tamamen kaldırılmıştırir. Şekilde görüldüğü üzere, bu genin olması gereken yerdeki tüm kodonlar tamamen silinmiştir.

 



Şekil 9: PGLYRP4 geni de balina ve yunuslarda tamamen kaldırılmıştır.

 

2.4.   Yedi nolu kromozomda bulunan POLM geninin kaldırılması:



Şekil 10: Polm geni de tamamen silinmiştir.

 

Denize dalan canlılarda basınç artışı nedeniyle damar daralması olur. Daralan damarın çevresinde oksijen azalması (ischemia) olur. Kan akışı hızlandırılarak oksijen artırılır. Ama bu olay reaktif oksijen türü (ROS) oluşturur, ki bu da DNA’ya zarar verir. Bu nedenle DNA bozulmasını önlemek için Cetacea’larda POLM kaldırılmıştır, ama daha etkili olan Polλ varlığı doğru homolojiye yönelik DNA onarımının kullanımını artırarak dalışa bağlı oksidatif stresin mutajenik potansiyelini azaltmıştır.

 

2.5.             SLC6A18 geni kaldırılması

nolu kromozom (5p15.33) üzerinde bulunan SLC6A18 geni kaldırılması, damar genişlemesine yarayan nitrik oksit oranını azaltır, dolayısıyla damar daralmasına yol açar ve derinlere dalma kolaylaşır.



Şekil 11: Nitrik oksit oluşumunu azaltan SLC6A18 geni de kaldırılmıştır.

 

 

2.6.             ASIC5 geni kaldırılması

nolu kromozom üzerinde  (4q32.1) bulunan ASIC5 geni, beden dengesi ve göz hareketinin düzenlenmesinde görevlidir. Bu gen de balina ve yunuslarda ya tamamen kaldırılmış, ya da pasif kılınmıştır.



Şekil 12: ASİC5 geni de çoğu balina ve yunuslarda iptal edilmiştir.

 

Balina ve yunuslar gibi karada yaşamak üzere oluşturulmuş hayvanlar, sürekli denize dalarak yıllarca denizel ortamdan beslenmeye çalışmışlar. Bu çabalar bedenlerini oluşturan hücrelerce hedef kabul edilmiş ve karada yaşamak üzere oluşturulan bu hayvanlar tekrar bir balık gibi denizel ortamda yaşamaya uygun bir bedene dönüştürülmüşlerdir. Bu olay doğadaki alt-düzey ve üst-düzey varlıklar arası ilişkilerin anlaşılması açısından çok büyük önem taşımaktadır.

Canlıların bedenlerinin tasarımcıları da tamircilerinin de hücreler olduğu, dolayısıyla doğada ani bir yaratıcılık değil, sürekli değişim-dönüşüm içinde bir evrilme-ilerleme-gelişme olduğu net bir şekilde görülmektedir.

Genom denilen bir beden oluşturma bilgisi kitapçığı, canlının doğayla uğraşmasında ortaya çıkan sonuçlara göre, sürekli değiştirilip-dönüştürülmektedir. Önceden oluşturulan bir gen bilgisi, kâh tamamen silinmekte, kâh bilgi başlangıcı kodonu önüne bir harf (nükleotid) eklenerek etkisiz duruma sokulmakta, kâh bilgi sonu kodonu değiştirilerek komut devam ettirilmektedir. Yani hücreler bir sürü mantıksal işlemle beden yapma işlemini sürekli güncellemektedirler.

Kitabın başlangıcında sunulan ARŞİV-SAYFALARI bölümü sonunda ortaya konulduğu üzere, doğa harici biri tarafından bir anda yaratılmamıştır, tam tersine varlıkların en temel bileşeni olan KUANTSAL sistem tarafından sürekli olarak oluşturulma içindedir.

                                                                           

Şimdi burada kutsal kitap savunucularına bir soru sormak gerekir: Kutsal Kitapların Allah’ının Balina ve yunusların yukarıda anlatılan hikayesindeki rolü nedir? O yaratıcı balina ve yunusları karada yaşamak için mi yaratmıştı, yoksa denizde yaşamak için mi? Hani evrim gibi bir değişim-dönüşümü kabul etmeyen kutsal kitapçılar bu soruyu nasıl yanıtlayacaklar?

 

3.     Ebediyet olası mı?

 

Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve her şey zaman içinde doğum-ölüm döngüsüne uğramak zorundadır. İnsanların ebedi bir hayat özlemi, doğal sistemin tamamen yanlış yorumlanmasından kaynaklanır. Nedir bu temel yanlışlık?

 

İnsanın ebediyet diye bir kavram oluşturmasının tek nedeni doğadaki tabana dayalı oluşumculuğu bilmeyip, bu oluşumculuğu varlıkların dışındaki doğa-dışı-bir-güç sisteminde varsaymalarıdır. Bilim insanları doğadaki oluşumların, varlıkların bilinçli davranışlarıyla değil, rastgele çarpışmalarla oluştuğu ve doğa-dışı bir güç sisteminin de en iyi olanları seçtiği yönündedir. Zaman kavramının başı-sonu olmayan bir sonsuzluk olarak algılana gelinmesinin de nedeni budur. Zaman olgusu doğa-dışı bu güç sisteminin ömrüne endekslenince, bu doğa-dışı gücün ebedi olması gerektiği kabul edilmiştir, yoksa doğada hiçbir şey oluşup-gelişemez.

 

Neden gelişemez? Çünkü oluşumların tepeden yönlendirildiği varsayılmıştır. Tepedeki ölecek olursa, oluşumları kim yönlendirecek?

 

İşte ebediyet kavramı bu nedenle oluşturulmuştur. Halbuki doğada ebedi olan hiçbir şey yoktur, çünkü oluşumlar tepeden değil, tabandan yönlendirilmektedir. Her şey enerjisini tabandaki (içlerindeki) öğelerden alır. En temeldeki atom-altı-öğeler (kuantsal sistem) hep en iyi bilgiye göre oluşturulan en verimli yapıları tercih edip, onlara "tünelleme" yaparak göçtüklerinden- bedenlerin sürekli yenilenmeleri gerekir. Bu nedenle bizlerin bedenlerindeki hücreler birkaç ayda bir hep yenilenirler ve yerlerine yenileri oluşur. Bu yenilenme moleküllerde daha kısa sürede, atomlarda daha da kısa sürede hep olmaktadır. Bu nedenle doğal sistemde ebediyet diye bir şey mümkün değildir.

 

Bedenlerimizi hücrelerimiz oluşturur ve yönlendirir. Biz hücrelerimize bağımlıyız, onlar bizim yaşamımızı düzenlemektedirler. Tüm öğrendiklerimiz ve düşündüklerimiz hücrelerimize aktarılır ve onlar tarafından işleme konur. Bizlerin çevremizle etkileşerek oluşturduğumuz tüm bilgiler hücrelerimize aktarılır ve onlar atalarından kendilerine miras kalan kalıtsal bilgilerle, bizim onlara aktardığımız verileri harmanlayarak hayatımızı yönlendirirler. Bedenler yaşlanıp hücrelere-atomlara ayrıştığında, onlarda depolanan bilgiler doğal sistemle harmanlanır, onlarla kalibre edilir ve aralarında karşılıklı bilgi aktarımları gerçekleşir. Bu yeni bilgi harmanlamasına dayanılarak varlıklar yeniden birbirleriyle etkileşerek, doğal sistemi yeniden inşa etmeye başlarlar. Ve bu döngü böylece devam eder. Doğa ve dünya ilk bölümlerde açıklandığı şekilde evrimleşerek yaşamın devamı ve sürekliliği sağlanır. Yani doğada ölüm denilen bir şey yoktur, geri-dönüşüm = recycling vardır.

 

Bu “geri-dönüşüm = recycling” olayını sindirim sistemimizin işleyişinde net olarak görürüz. Şöyle ki: Tüm canlılar yedikleri besinleri sindirim sisteminde parçalarına ayırırlar ve amino-asit denilen temel moleküllere dönüştürürler. Amino-asitler hayat sisteminin en başlangıcındaki temel moleküllerdir. Yani geri-dönüşüm 3-4 milyar yıl önceki temel öğelere kadar geri gitmiştir. Her canlı bu temel amino-asit moleküllerini, kendi genetik bilgi kayıtlarına göre tekrar düzenlemeye başlarlar; bazı canlılar midye gibi sert kayalıklara tutunarak yaşayacak bedenler, bazıları bir örümcek gibi dayanıklı iplicikler, bazıları da kıl, kanat gibi organlar yaparlar. Ve tüm bu oluşumlar bir geri-dönüşüm ve tekrar düzenleme olayıdır.

 

Gerçekte durum böyledir ve hayat sürekli değişim-dönüşüm içinde devam eder. Bedenler yaşlanıp, değişen doğa koşullarına uymakta zorlanmaya başlayınca, geri-dönüşüm başlatılır ve beden tekrar hücrelerine ve moleküllerine ayrışır. Doğal sistemle kalibrasyon gerçekleşir ve dünya her gün yeniden oluşturulur.

 

Ölüm ve ölüm korkusu, tamamen yanlış bir hayat görüşünün gelenek-göreneklere aktarılması sonucu, bilinç-altımıza yerleştirilmiş hatalı bir programdır.

 

Her şey çok kısa ömürlü ve çok hareketli olan atom-altı ögelerinin, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, bedenler) içinde birleşmeleri şeklinde olmaktadır. Oluşturulan hiçbir sistem ebedi olamamakta, belli bir ömür-döngüsünden sonra tekrar alt-bileşenlerine ayrışmakta ve doğa bu şekilde sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi içinde gelişmektedir.

 

Doğa sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğundan, hiçbir üst-düzey varlık sonsuz ömürlü olamaz. Oluşan varlıklar ebedi olurlarsa, kuantsal öğeler bu ebedi varlıklar içinde hapsedilmiş olurlar ve yeni üst-düzey varlık oluşturulması engellenmiş olur, çünkü hepsi hapistedir. Bu nedenle tüm varlıklar doğum-ölüm döngülüdür.

 

Doğada değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur, çünkü her şey kuant denilen en temel bir canlılık öğesiyle başlamaktadır. Kuantlar en temel canlılık öğesi olduklarından, doğadaki herşey onların çoğalmaları şeklinde gerçekleşir. Buna kuantizasyon denir. Atomlar bu kuantizasyonun birer ürünüdür. Atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle de insan dahil tüm canlılar alemi oluşur. Böylelikle alt-düzey – üst-düzey tarzında bir evrilme ortaya çıkmıştır. Yapma-yaratma erki hep alt-düzey öğelerine aittir, yani hücre bedeni oluşturur, beden hücre oluşturamaz. Biz bir hücre yapamayız, ama hücreler genetik bilgi içeriklerine göre, binlerce farklı beden oluştururlar.

 

Neden ölmek zorundayız?

       Evrensel sistemin nereye doğru gideceği önceden belli değildir, kuantsal sistemin yapacağı olasılık hesaplarına göre ilerlenmektedir.

       Kuantlar atom- molekül-hücre gibi üst-sistemler içinde birleştikçe, girdikleri üst-sistemin kendilerine gösterdikleri hedeflere göre simetri kırılmalarına uğrarlar ve o üst-sistemdeki kurallara uyarlar. Bunu su molekülü örneğinde açıklarsak: H yanıcı, O yakıcıdır; ama H2O bileşimli suda bu özellikler tamamen kaybolmuştur. Yani H ve O simetri kırılmasına uğrayarak su molekülünü oluşturmuştur.

       Evrensel sistemi oluşturan kuantlar özgür olurlarsa olasılık hesaplarına göre en uygun sistemlere yatırım yapabilmektedirler. Bir insanın içindeki kuantlar özgür değillerdir, onların simetrileri o insanın gösterdiği hedeflere uyacak şekilde kırılmıştır. Bu nedenle evrensel ölçekte bir evrimleşmeye devam edile bilinmesi için, insanın ölüp, atomlarına ayrışması gerekir ki, kuantlar evrensel sistemle etkileşime girip, bilgiye dayalı evrensel evrimleşmeyi sürdürebilsinler. 

 

Ben yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (jeoloji-paleontoloji) konularını araştıran ve öğreten 83 yaşında emekli bir öğretim üyesiyim. 1970’li yıllarda verdiğim derslerin birinde bir öğrencimin “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini gösterdiniz. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz?” sorusunun yanıtını araştırmış ve 1990lı yıllarda da çözmüş birisiyim. Bu formül, toplum hayatımızın düzenlenmesi konusunda kesin öngörüler sunuyor, çünkü tüm toplumsal sorunların nedenini ortaya koyduğu için kesin bir çözüm yolu gösteriyor.

Önceki bölümlerde doğa ve dünyanın oluşum ve gelişiminin ana-hatları verildi ve hayatın en temel öğeleri olan kuantlar aleminin yaratıcımız olduğu gösterildi.

 

4.  Aşağıdaki verilerde bir veri veya mantık hatası var mı?

       1)- Arşiv sayfaları verileri doğadaki herşeyin KUANTUM denilen en temel bir eylem öğesi (en temel canlı varlık) ile başladığını gösteriyor.

       2)- Kuantum fiziği ve dinamik-sistemler fiziği bu temel canlıların kuantizasyon denilen çoğalma yoluyla gittikçe büyüyüp-gelişen atom-molekül-hücre gibi üst-düzey varlıklar oluşturduğunu ortaya koyuyor.

       3)- Bir şey yapılması için enerji gerekir. Peki enerji nerde veya kimdedir? Kuantlar aleminde, yani doğadaki en alt-düzey olan kuantsal öğelerde.

       4)- Arşiv sayfaları verileri, kuantum fiziği, dinamik-sistemler-fiziği doğadaki gelişimlerin rastgelelikle değil, bilgiye göre geliştiğini gösteriyor. Yani doğada “information & self-organisation” sistemi geçerli.

       5)- Felsefeciler bu konuda ne derler?

       Feibleman (1954) “Theory of Integrative Levels = Entegre Düzeylerinin Teorisi” yayınında “alt-düzey – üst-düzey” ilişkilerinin ana-hatlarında  şunları vurgular:

       I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

       II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

       III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

       IV- iv-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;  üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.

       V-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

        6)- Yukarıdaki maddelerden doğadaki oluşumların varlıkların bilgi oluşturma potansiyellerine dayanılarak gerçekleştirildiği anlaşılıyor. Peki BİLGİ nerede?

       7)- BİLGİ varlıkların kimyasal yapısındaki değişiklikler olarak kaydediliyor. Dolayısıyla her varlık kimyasal bileşimine uygun davranmak zorunda kalıyor. Life is nothing but chemistryKervran (1982)

       8)- Bizler kimyasal yapımızdaki bilgilere göre davranıyorsak, kimyasal yapımız nasıl belirleniyor?

       Kimyasal yapımız iki farklı şekilde belirleniyor: Birincisi genetik bilgilerle, ikinci olarak da eğitsel bilgilerle. Genetik bilgiler milyarlarca yıllık hücre tarihimizdeki değişim-dönüşümlere göre oluşturulmuştur. Onları değiştirmek bizlerin elinde değildir. Ama eğitsel bilgiler bizlerin ana-babalarımızdan ve çevremizden (okul, vs.) aldığımız bilgilerden oluşur ve onları belirlemek bizlerin elindedir.

       Yukarıdaki bölümlerde doğa ve dünyamızın dinamik bir sistem olduğu gösterilmişti. Dinamik sistemlerde varlıkların bizzat kendileri uğraşarak yaşamlarını kolaylaştırıcı yenilikler ortaya koyar ve ürünlerini takas ederek diğerleriyle ortaklıklar içinde birleşip yeni üst sistemler oluşturur.

İnsan dahil, tüm varlıklar, kimyasal bileşimlerine göre davranırlar. Kimyasal bileşimler ise, genetik ve eğitsel bilgilere göre oluşturulurlar. Toplumun bir ortaklık sistemi olduğu bilgisi ile eğitilen insanın kimyasal bileşimi (beynindeki sinaps yapılaşması) bir arı veya karınca kolonisindeki gibi, öylesine etkili olur ki, kişi bu davranışı sergilemek (yani toplumuna sahip çıkmak) zorunda kalır. Buna dinamik sistemler fiziğinin SimKırKölSab etkisi denir ve çok etkilidir. Japon kültürüyle yetişen insanlar toplum hayatında başarısız olunca hara-kiri yaparken, cihad-cennet görüşüyle yetişenlerin canlı bomba eylemcisi olarak yüzlerce insanı öldürecek bomba patlatmaları bu etki nedeniyledir.

 

 

4.1. Cehaleti nasıl yeneceğiz

Zombileşme hatalı bilgiyle yapılır. Şöyle ki: insanlığa şu tür bir inanç sistemi belletilmiştir: “Allah’ın elçilerine gönderdiği kutsal kitaplara göre yaşayanlar ebedi bir cennet hayatı sürdüreceklerdir”. Bu inanç geleneklere işlenmiştir ve sorgulanması yapılamaz, sorgulayan cehennemlik olur.

Doğa sistemin yaratıcısı her varlığın kimyasal bileşimine nasıl davranacağını işlemiştir. Her varlık ona uygun davranarak yaşamaktadır. Onların başka bir kutsal kitaba gereksinimleri yokken, insanlara neden ekstra bir kutsal kitap gönderilmiştir?

 

Doğada her şey en temel etkileşim-eylem-öğeleri olan Kuantlarla başlar. Onların “quantization=kuantlanma” denilen sistemle, yani birer birer eklenerek birleşmeleriyle daha gelişmiş üst-düzey varlıklar oluşturulur, proton-nötron-elektron denilen atom-altı-öğeler ortaya çıkar. Onların kuantizasyonuyla, H, O, C, N gibi kimyasal elementler oluşur, Onların kuantizasyonuyla moleküller oluşur ve böylece devam edilerek hücreler-bedenler, koloniler şeklinde canlılık alemi gelişir. Yani doğada herşey Alt-düzey öğelerin birleşmeleriyle oluşan Üst-düzey yapılaşmalar şeklinde gelişir. Tüm bu üst-düzey öğeler yaşamları için gerekli enerjiyi içlerindeki Alt-düzey öğelerden alırlar. Bu nedenle yapma-yönlendirme erki hep alt-düzey öğelerdedir.

Doğada herşey Alt-düzey öğelerin birleşmeleriyle oluşan Üst-düzey yapılaşmalar şeklinde gelişir. Tüm bu üst-düzey öğeler yaşamları için gerekli enerjiyi içlerindeki Alt-düzey öğelerden alırlar. Bu nedenle yapma-yönlendirme erki hep alt-düzey öğelerdedir. Toplumda tüm işler halk tarafından yapıldığından, yönetme hakkı da halka ait olmalıdır. Peki halka "toplumun sahibi olduğu" bilgisi neden verilmiyor?

 

 



Şekil 13: Bir toplumun kalkınması ancak tüm halkın gerçek doğal ortam bilgileriyle donatılmasıyla gerçekleşir.

 

Günlük hayatımızda kullandığımız her 2-3 sözcükten biri Allah’tır. Allah herşeyi yaratan olarak kabul edilir. Günümüzde dünyamızın Güneş etrafında dönen 8 gezgenden biri olduğunu, Güneşin Samanyolu galaksisi içindeki milyarlarca yıldızdan biri olduğunu, evrende ise Samanyolu gibi daha milyarlarca galaksi bulunduğunu biliyoruz. Ve o yaratıcının dünyadaki bakterilerden başlayıp, bitkiler, hayvanlar, insanlar gibi tüm canlılar alemini yarattığına inanıyoruz.

Peki Allah kavramını ilk ortaya atan insanların dünyası ve evreni nasıldı?

Halbuki 4-5 bin yıl öncelerinin insanları Allah deyince farklı düşüncelere sahipti. Çünkü onların dünyası ve evreni çok sınırlıydı.

4-5 bin yıl öncelerinin insanlarının kafasında yukarıda sıralanan kavramlardan çoğu yoktu. Onlar atom ve molekül gibi temel öğelerden habersizdiler. Bu temel öğelerin birleşmeleriyle 3.5 milyar yıl önceleri bakteri gibi tek hücreli canlılarla hayatın başlatıldığını da bilmiyorlardı. Canlı-cansız tüm varlıkların yüz kadar atom denilen kimyasal elementin farklı kombinasyonlarından oluştuklarını bilmeyen atalarımızın dünyamızın coğrafik görüntüsü hakkında bildikleri de çok sınırlıydı. İnsanların jeoloji, biyoloji gibi doğal bilimlerden hiç haberleri yoktur. Dünya coğrafyası hakkındaki görüşleri de yok denilecek kadar sınırlıydı.

 

Allah terimi 4-5 bin yıl önceki insanların doğa anlayışına göre oluşturulmuştur. O zamanlarda insanlık Sümerler’in  "krallık gökten indikten sonra" görüşündeydi. Yani toplumu yöneteceklere gökteki Allah kutsal kitap gönderiyordu. Kutsal kitapların Allah’ı bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir RAB = EFENDİ idi.

 Peki günümüz insanlarının kafasında Allah deyince ne tür bir varlık tasarlanıyor?

(A)-Bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir Allah mı?

(B)-Yoksa, önce atomları, sonra molekülleri, sonra hücreleri, sonra bedenleri milyarlarca süren bir zaman içinde BİLGİye dayalı olarak oluşturan ve sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğal sistem oluşturmaya devam eden bir Allah mı?

 

Şimdi kutsal kitaplardaki doğa ve dünya anlayışının nasıl olduğunu görelim ve bu görüşlerin güncel bilgilere mi, yoksa 3-4 bin yıl öncesinin bilgilerine mi uygun oldukları konusunu tartışalım.

 

5.  Doğa ve dünyanın nasıl algılandığına ilişkin Kuran’daki ayetler 

Aşağıda Kuran’dan sure ve ayet numaraları verilerek, doğa ve dünyanın nasıl algılandığına ilişkin ayetler sunulmuştur.

5.1.     Gök-kubbe ve üzerindeki tatlı su ile, denizlerdeki tuzlu su konulu ayetler:

2/22- O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. 

13/2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır.

21/104. (Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz. (Bu,) üzerimize aldığımız bir vaad oldu. Biz, (vâdettiğimizi) yaparız.

25/53. Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur.

27/61. (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından (yer altından ve üstünden) nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar.

31/10. O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik.

35/12. İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze et (balık) yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız. Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayıp da şükretmeniz için gemilerin, denizi yarıp gittiğini görürsün.

41/12. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîzalîm Allah'ın takdiridir.

50/6- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok.

50/7- Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk.

50/38- Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi.

67/5. Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.

67/30. De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?

71/15. Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak nasıl yaratmış!

71/16. Onların içinde ayı bir nûr kılmış, güneşi de bir çerağ (kandil) yapmıştır.

78/12. Üstünüzde yedi kat sağlam göğü bina ettik.

 

1957’lerden sonra uzaya uydular gönderileceği şeklinde haberler çıkmaya başladığında, dinciler arasında “gök-kubbe”yi parçalayacaklar şeklinde çok büyük kaygılar ortaya çıkmıştı. Bu durumun ben bizzat şahidiyim. 1957 ve 1958 yıllarında Sovyetler Birliği ve Amerika ilk uyduları uzaya fırlatmışlardı. Gök-kubbe diye bir şeyin var olmadığı kesinleşmişti. Ama din adamları hiç utanmadan Kuran’ın Allah’ın kitabı olduğu konusunda halkı yanıltmaya hala devam etmekteler.

 

Yağmur sularının denizlerdeki tuzlu suyun buharlaşmasıyla atmosfere yükselen su buharlarının yoğunlaşmasıyla oluştuğunu bilmeyen bir yaratan düşünülebilir mi?

 

Soru: Yukarıdaki ayetler evrensel sistemin yaratanı olarak kabul edilmesi gereken ALLAH’ın sözleri olabilir mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizleri aldatmış olmuyorlar mı?

 

5.2.    Gece ve gündüz oluşumu hakkındaki ayetler

25/45. Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra biz güneşi, ona delil kıldık.

25/46. Sonra onu (uzayan gölgeyi) yavaş yavaş kendimize çektik (kısalttık).

25/47. Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de dağılıp çalışma (zamanı) yapan, O'dur.

27/86. Dinlensinler diye geceyi (karanlık) ve (çalışsınlar diye) gündüzü aydınlık kıldığımızı görmediler mi? İman eden bir kavim için elbette bunda birçok ibretler vardır.

31/29. Bilmez misin ki Allah, geceyi gündüze ve gündüzü geceye katmaktadır. Güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır. Bunların her biri belli bir vâdeye kadar hareketine devam eder. Ve Allah, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.

35/13. Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.

39/5. Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azîzdir, ve çok bağışlayandır.

40/61. İçinde dinlenesiniz diye geceyi, görmeniz için de gündüzü yaratan Allah'tır. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

45/5. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır.

78/9. Uykunuzu bir dinlenme kıldık.

78/10. Geceyi bir örtü yaptık.

78/11. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık.

79/29. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı.

 

Yukarıdaki ayetler sabit, düz bir dünyada yaşadığını sanan insanlarca düşünülebilinir. Halbuki günümüz insanları kendi ekseni etrafında dönmekte olan bir Dünyada yaşadıklarını ve gölgelerin bu nedenle gün içinde değiştiğini bilmektedirler. Güneş sabahleyin görüldüğünde bir cismin gölgesin çok büyük olur. Öğle vakti gölge küçülür, akşama doğru tekrar büyür. Dönme sırasında güneşin görüldüğü süreç gündüz, güneşin görülmediği süreç gece olarak algılanır. Bu gerçekleri görüp, halka gerçek yaratanın kuantsal sistem olduğu bilgisini vermeyen din adamları, insanlığa ihanet etmiş olmuyorlar mı?

 

Soru: Yukarıdaki ayetler evrensel sistemin yaratanı olarak kabul edilmesi gereken ALLAH’ın sözleri olabilir mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizlere ihanet etmiş olmuyorlar mı?

 

5.3.    Kuran’ın Arapça olması:

14/4. (Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.

28/59. Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.

41/3. (Bu,) bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.

41/44. Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)

42/7. Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik. (İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir.

 

Kuran’ın sadece ve sadece Araplar için indirildiği yazılan bir kitabı, Türkçe konuşan ülkemiz insanlarının temel inanç merkezine koyan din adamlarında hiç onur duygusu yok mudur?

 

Soru: Türkçe konuşan bizlerin kafasındaki yaratan yukarıdaki ayetleri gönderen bir ALLAH olabilir mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizleri aptal yerine koymuş olmuyorlar mı?

 

5.4.    Bir ırkı seçilmiş kabul eden kutsal kitap ayetleri:

3/3- Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.

45/16. Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık.

 

Soru: Dünyada onlarca farklı ulus var. Bu uluslardan birini seçip, onu tüm diğerlerine üstün kılan bir kutsal kitap Allah’ı sizlerin kafasında tasarladığınız ALLAH olabilir mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizleri aşağılatmış olmuyorlar mı?

 

 

5.5.    Bilgi oluşturma konulu ayetler:

2/31.  Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.

2/32.  Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.

2/33.  Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.”  Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi.

42/51. Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.

 

Kutsal kitap kuranda tüm bilgilerin gökte oturan ebedi ömürlü bir RAB tarafından insanlara verildiği yazılı. Doğa ve dünyanın yaratıcısının Arşiv-sayfaları ve genom verileri ise, bilginin varlıkların içsel bileşenlerince oluşturulduğunu gösteriyor. Gökte oturup, herşeyi aniden yarattığı söylenen ve kendisine tapılması-kurban verilmesi gereken bir RAB=EFENDİ’ye mi inanılmalı, yoksa doğayı milyarlarca yıllık bir süreçte atom-molekül-hücre-beden gibi gittikçe geliştiren kuantsal yaratıcıya mı?

Doğal sistemin yaratıcısı, doğada ebedi ömürlü, değişip-dönüşmeye hiçbir şey olamayacağını bilendir, çünkü doğadaki her şeye yaşam enerjisi verenin kendisi olduğunu bilmektedir. Doğa sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğundan, hiçbir üst-düzey varlık sonsuz ömürlü olamaz. Oluşan varlıklar ebedi olurlarsa, kuantsal öğeler bu ebedi varlıklar içinde hapsedilmiş olurlar ve yeni üst-düzey varlık oluşturulması engellenmiş olur, çünkü hepsi hapistedir. Bu nedenle tüm varlıklar doğum-ölüm döngülüdür. Bu gerçeği bilmeyen ve insanlara ebedi bir öteki dünya hayatı vaat eden bir yaratıcı olabilir mi? Böyle bir kutsal kitap, ancak halkın bir sürü gibi kendilerine biat etmesini isteyen bir efendiler kulübünce yazılmış olabilir.

Soru: İnsanların doğa ve dünyayı gözlemleyerek bizzat bilgi edinmelerini ve yeni keşifler yapmalarını engelleyen bir inanç sistemini kutsal kitap diye halkına sunan din adamları toplumumuzun geri kalmasının baş sorumluları değil mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizlerin bilgi edinmenizi engellemiş olmuyorlar mı?

 

5.6.    KIYAMET Günü konulu ayetler

 

Dünyamızın arşiv-sayfaları tüm tarihsel geçmişimiz hakkında kesin bilgiler sunmaktadır. Bu verilere göre dünyamız ve Güneş sistemi yaklaşık 4.6 milyar yıl önce oluşmuştur. Prokaryotik bakterilerle başlayan hayat ise yaklaşık 3.8 milyar yıl önce oluşmuştur. Bakterilerle başlayan hayat gittikçe evrilerek günümüze gelinmiştir. Ancak bu 3.8 milyarlık geçmişte bir çok defa büyük felaketler olmuş ve canlı varlıklar önemli yok oluşlar yaşamışlardır. Bu yok oluş felaketlerinin en büyüklerinden biri 65 milyon yıl önce dünyaya büyük bir göktaşı düşmesi sonucu, diğeri 250 milyon yıl önce çok büyük bir volkanik faaliyet sonucu oluşmuş ve her ikisinde de dünyadaki canlıların 4te üçü yok olmuş, kalanlar yeniden gelişerek kaybolanların yerini doldurmuşlar ve hayatı devam ettirmişlerdir.

 

Dünyamızdaki hayat en temelde Güneş enerjisine bağımlıdır. Güneşin ise yaklaşık 5 milyar yıllık bir ömrü daha olduğu hesaplanmaktadır. Dolayısıyla dünyamızda hayatın daha miyarlarca yıl devam etmemesi için bir neden bulunmamaktadır. Elbette yukarıda belirtilen türde felaketler olacaktır. Ama dünyamızda tüm hayat yok olmayacaktır.

 

Şimdi Kuran’dan ayetler vererek, KIYAMET hakkında neler yazıldığını görelim. KIYAMET konusunu temel alan ve “mutlaka gerçekleşecek olan kıyamet” anlamına gelen Hâkka suresini vererek, neden kıyamet beklentisi içinde olma korkusunu açıklayalım. Sûrede Kıyameti inkâr edenlerin görecekleri cezalar ve mü’minler ile kâfirlerin dehşetli Kıyamet günündeki hâlleri konu edilmektedir.

 

69 HÂKKA SÛRESİ

1.  Gerçekleşecek olan kıyamet!

2.  Nedir o gerçekleşecek olan kıyamet?

3.  Gerçekleşecek olan kıyametin ne olduğunu sen ne bileceksin?

4.  Semûd ve Âd kavimleri, yüreklerini hoplatacak olan büyük felaketi (Kıyameti) yalanladılar.

5.  Semûd kavmi korkunç bir sarsıntı ile helâk edildi.

6.  Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli bir rüzgârla helâk edildi.

7.  Allah, onu kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş hâlde görürdün.

8.  Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?

9.  Firavun, ondan öncekiler ve yerle bir olan şehirler (halkı olan Lût kavmi) hep o suçu işlediler.

10.  Öyle ki Rablerinin elçilerine karşı geldiler. Bunun üzerine Allah da onları gittikçe artan bir azap ile yakaladı.

11,12. Şüphesiz, (Nûh zamanında) su bastığı vakit, sizi gemide biz taşıdık ki, bu olayı sizin için bir uyarı yapalım ve belleyecek kulaklar da onu bellesin.

13,14,15. Sûr’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş)tur.

Kıyamet konulu ayetlerden örnekler

2/174.  Allah’ın indirdiği kitaptan bir kısmını gizleyip onu  az  bir  bedel  ile  değişenler  (var  ya);  işte  onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah, onlarla ne konuşacak, ne de onları arıtacaktır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.

3/77.  Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur.  Allah, kıyamet günü onlarla  konuşmayacak,  onlara  bakmayacak  ve  onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.

4/159.  Kitab ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce,  ona  (İsa’ya)  iman  edecek  olmasın.  Kıyamet günü, o (İsa) onların aleyhine şahit olacaktır.

5/36.  Şüphesiz yeryüzünde olanların hepsi ve yanında bir o kadarı daha kendilerinin (kâfirlerin) olsa da onu kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye  verecek  olsalar,  onlardan  yine  kabul  edilmez. Onlara elem dolu bir azap vardır.

7/167.  Hani Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü tattıracak kimseleri göndereceğini bildirmişti. Şüphesiz Rabbin, elbette cezayı çabuk  verendir.  Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

25/69.  Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve horlanmış olarak orada ebedî kalır.

28/41.  Biz onları, ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü de kendilerine yardım edilmeyecektir.

28/42.  Bu dünyada onları lânete uğrattık. Kıyamet gününde de onlar iğrenç kılınmış kimselerden olacaklardır.

28/61.  Kendisine güzel bir vaatte bulunduğumuz ve o vaat edilen şeye kavuşacak olan kimse, dünya hayatının geçimliklerinden yararlandırdığımız, sonra da kıyamet günü (hesaba çekilmek için) huzura getirilecek kimse gibi midir?

29/13.  Andolsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir.

30/14.  Kıyametin kopacağı gün, işte o gün mü’minler ve kâfirler birbirinden ayrılacaklardır.

39/15.  “Siz de Allah’tan başka dilediğiniz şeylere ibadet edin!” De ki: “Şüphesiz hüsrana uğrayanlar, kıyamet gününde kendilerini ve ailelerini hüsrana sokanlardır. İyi bilin ki bu, apaçık hüsranın ta kendisidir.”

39/31.  Sonra şüphesiz siz kıyamet günü Rabbinizin huzurunda muhakeme edileceksiniz.

39/60.  Kıyamet günü Allah’a karşı yalan söyleyenleri görürsün, yüzleri kapkara kesilmiştir. Büyüklük taslayanlar için cehennemde bir yer mi yok!?

40/59. Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar.

         41/40.  Âyetlerimiz konusunda (yalanlama amacıyla) doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz. O hâlde kıyamet gününde ateşe atılan mı, yoksa güven içinde gelen kimse mi daha iyidir? Dilediğinizi yapın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.

42/18.  Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler. İnananlar ise, ondan korkarlar  ve  onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, Kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.

45/17.  Onlara din işi konusunda açık deliller verdik.  Ama onlar ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki hasetten  dolayı  ayrılığa  düştüler.  Şüphesiz Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri  şeyler konusunda kıyamet günü, aralarında hüküm verecektir.

45/26.  De ki: “Allah  sizi  yaşatıyor.  Sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde sizi bir araya getirecek, ama insanların çoğu bilmezler.”

45/27.  Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Kıyamet kopacağı gün, işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır.

46/5.  Kim, Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapıktır? Oysa onlar, bunların tapınmalarından habersizdirler.

46/18.  Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar.  Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar). Kıyamet kendilerine gelip çatınca öğüt almaları kendilerine ne fayda verecek?

54/1.  Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.

54/46.  Hayır, kıyamet, onların (görecekleri asıl azabın) vaktidir. Kıyamet (azabı) ise daha müthiş ve daha acıdır.

60/3.  Yakınlarınız ve çocuklarınız size asla fayda vermeyecektir. Kıyamet günü Allah aranızı ayıracaktır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

75/1.  Kıyamet gününe yemin ederim.

 

Doğal afetlerin insanların Allah’ın emirlerine uymadıkları için ceza olarak verildiği Kutsal kitap felsefesinin temelini oluşturur. Kutsallık ve Kutsal Kitap kavramı Sümerler tarafından ortaya atılmıştır. Sümerler tarafından 5500 yıl önceleri temelleri atılan otoriter sistem tepeden yönetime dayanır. Tepedeki yöneticiler halka “krallığın gökten indirildiğini ve kendilerinin gökten inen kutsalların soyundan geldiklerini, emirlerine uyanların, öldüklerinde RAB nezdinde hoş görülüp cennete alınacakları, uymayanların cehenneme gidecekleri” şeklinde bir görüşü sunarak, devlet yöneticilerine biat etme geleneği ortaya koymuşlardır. Tamamen korkutmaya dayalı bu görüş, doğar doğmaz insanlara belletilince, insanların bilinç-altına yerleşmiş olur ve ondan sonra da din adamları vasıtasıyla sürekli olarak körüklenerek günümüze kadar sürdürülmektedir. 



Şekil 14: Eskiden tüm doğal afetler gökte oturan bir EFENDİNİN (RAB) insanlara cezası olarak görülmüştür.

Hâkka suresinde adı geçen Semûd ve Âd kavimleri, Lût kavmi (+Sodom\Gomorra kavimleri) Ölü-Deniz-Fayı denilen yırtılma hattı bölgesinde yaşamışlardır.

Kızıldeniz’den Kuzeye doğru uzanan "Ölü Deniz Fayı" yeryüzünün en meşhur kırık zonlarından biridir. Yeryuvarının bu tür büyük yırtılma zonlarının her iki tarafındaki zemin, birbirine göre, sağa\sola, ve aşağıya \yukarıya doğru, sık sık kaymalara uğramakta, ve bunun sonucunda da buralarda depremler ve volkan patlamaları gerçekleşmektedir. Her defasında kırık zonunun bir başka yerinde, onlarca veya yüzlerce yıllık aralıklarla, bu gibi doğal olaylar (yani depremler ve volkan patlamaları) gelişmektedir. Kırık zonlarındaki yerleşim yerleri ve insanlar, bu olaylardan en fazla zararı görürken, kırık zonundan uzakta bulunanlar, ya hiç zarar görmezler, veya çok az etkilenirler.

Bu fay ülkemizdeki Doğu-Anadolu-Fayı ile birleşmektedir. 6 şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ta meydana gelen ve tüm çevresinde çok büyük yıkımlara neden olan deprem felaketi, birkaç bin yıl önceleri Semûd ve Âd veya Sodom-Gomorra yörelerini yerle bir eden yerkabuğu hareketlerinin bir devamıdır. Bu tür yerkabuğu hareketleri hep davam edecektir, çünkü dünyamız hareketli-canlı bir gezegendir. Yerkabuğunun çok hareketli olmadığı çok büyük bölgeler de vardır. Örneğin Ukrayna, Rusya gibi devasa büyüklükteki alanlarda deprem olmaz. Yani deprem, volkan püskürmesi vs. gibi olaylar doğayı yaratanın yaptırımları değildirler. Canlı-devingen olmak zorunda olan gezegenlerin değişim-dönüşüm sonuçlarıdır.

 

 

Görüldüğü üzere Kuranda birçok surede dünyamızda KIYAMET gibi çok büyük bir felaket olacağı ve bu felaketle insanların hepsinin öleceği, cennet-cehennemli öteki dünyaya gideceği, kutsal kitaba uygun yaşamayanların öteki dünyada çok büyük azap içinde olacakları gibi çok korkutucu ifadeler yer almaktadır.

 

Doğada değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur, çünkü her şey kuant denilen en temel bir canlılık öğesiyle başlamaktadır. Kuantlar en temel canlılık öğesi olduklarından, doğadaki herşey onların çoğalmaları şeklinde gerçekleşir. Buna kuantizasyon denir. Atomlar bu kuantizasyonun birer ürünüdür. Atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle de insan dahil tüm canlılar alemi oluşur. Böylelikle alt-düzey – üst-düzey tarzında bir evrilme ortaya çıkmıştır. Yapma-yaratma erki hep alt-düzey öğelerine aittir, yani hücre bedeni oluşturur, beden hücre oluşturamaz. Biz bir hücre yapamayız, ama hücreler genetik bilgi içeriklerine göre, binlerce farklı beden oluştururlar.

 

Doğa sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğundan, hiçbir üst-düzey varlık sonsuz ömürlü olamaz. Oluşan varlıklar ebedi olurlarsa, kuantsal öğeler bu ebedi varlıklar içinde hapsedilmiş olurlar ve yeni üst-düzey varlık oluşturulması engellenmiş olur, çünkü hepsi hapistedir. Bu nedenle tüm varlıklar doğum-ölüm döngülüdür.

 

Doğayı yaratan yarattığı sisteme ters görüşler bildirmez. Ebedi bir cennet-cehennemli öteki dünya hayatı doğal sistem yaratıcılığına tamamen terstir. Kutsal kitaplar, adı üzerinde “kutsallık” gibi, varlıkların dışlarında olan bir güç sistemine dayalıdır. Doğada ise varlıkların dışında olan hiçbir enerji veya güç sistemi yoktur. Yani Kutsallık denilen bir sistem mevcut değildir.

 

Dolayısıyla kutsal kitaplar toplumları yönetmeye kalkan hanedanlar sınıflarınca halkı uyutup, birer robot gibi davranmalarını sağlamak için oluşturulmuşlardır. Toplum yönetimini eline geçirmiş olan tepedeki efendiler camiası, halkın kendilerine itaatkâr olması için kutsallık dedikleri bir hikâye uydurmuşlardır ve kutsal emirlere uyanların öldükten sonra cennet denilen bire mekanda ebedi olarak yaşayacaklarını vaat etmişlerdir. Tepedeki birileri egemenliklerini koruyup-sürdürebilmek için halkı sürekli baskı altında tutmaya çalışırlar. En etkili baskı KORKU yaymaktır. Kıyamet konulu ayetlerde görüldüğü üzere, eski zamanlarda yaşanmış felaketler örnek verilerek, önceki peygamberlere inanmayan kavimlerin nasıl cezalandırıldıkları örnek gösterilip, kutsal kitaba (dolayısıyla Muhammed’e) inanılması öğütlenmektedir. Âyetlerde, Kıyamet gününün dehşeti içinde insanların en kıymetli mallarından bile vazgeçip terk edecekleri şeklinde korkutucu ifadeler bulunmaktadır.

 

Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin, insanları öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır?

 

 

5.7.    Ruhsallık – Kuantsallık bağlantısı

Gördüklerimizin hareket hızına göre varlıkları canlı-cansız diye ayırmışız. Ama bir bitkinin büyüdüğünü fark edemeyiz, çünkü onun büyüme hızı aylar içinde ancak görülür.

Dünyamız da hareket içindedir. Örn. Trabzon ile Ankara her yıl birbirinden 2 santimetre (cm) kadar uzaklaşmaktadır, bu nedenle Kuzey-Anadolu-Fayı boyunca sık sık depremler olmaktadır. Amerika ile Afrika yine 2-3 cm kadar birbirinden uzaklaşır. Buna karşılık Havai adaları Asya’ya her yıl 2-3 cm kadar yaklaşır. Afrika Anadolu’ya her yıl biraz yaklaşır, yani Akdeniz daralmakta, Atlantik okyanusu genişlemektedir. Bu hareketler yılda birkaç cm-lik olduğundan bizler fark edemeyiz.

Bir insanın oluşumu ve büyümesi de aylar sürer. Bir döllenmiş ana yumurtası yarım milimetre (mm) kadardır. Bu minik hücre 2-4-8-16 gibi geometrik dizi şeklinde çoğalarak 9 aylık bir süreçte bir insan yavrusuna dönüşür.

Bir tohumun toprakta büyüyüp bir ağaç oluşturması da, aylar-yıllar alan bir süreçtir. Bu süreç içinde tohumun genetik bilgileri çevreyle etkileşime geçer, çevreden su, azot, CO2 gibi moleküller alır ve güneş-ışınları yardımıyla bu molekülleri birbirleriyle etkileşime sokarak filizlenip-büyümeye devam eder. Etkileşimler kimyasal tepkimelerdir, yani atomlar arası yeni bağlantı sistemleri oluşturma işlemleridir. Bizler atomlar-moleküller arası bu etkileşimleri de göremeyiz.

Bir tohumun bir bitkiye evrilmesi sürecinde tohumun kimyasal bileşiminde de değişimler olur. Kervran 1963-1982 yılları arasında bu değişimleri araştırarak, Kervran-Etkisi denilen element-transmütasyonlarını ortaya çıkarmıştır. Örn. 100 gr. Yulaf tohumunun kimyasal bileşiminde ne kadar K, ne kadar Ca elementi bulunduğunu analiz ettikten sonra, bu tohumları saf su içindeki bir kavanozda güneş-ışınları altında filizlendirmiş ve filizlerdeki K ve Ca elementi oranlarını tekrar analiz etmiştir. Filizlerin analizlerinde K ve Ca elementi oranlarının değiştiğini saptamıştır. K miktarı azalmış, Ca miktarı artmıştır. Kavanoz içinde saf sudan başka hiçbir madde olmadığına göre, K’un azalması, Ca’un artması, tohumun büyümesi sırasında onun kimyasal bileşiminde değişiklikler olması gerekliliğini ortaya koyar.

Öyleyse, varlıkların büyümesi veya ölmeleri sürecinde, onların bedenlerindeki kimyasal element oranları sürekli değişmektedir. Halbuki fizikçiler, “sabit oranlar yasası” adlı bir doğa yasası olduğunu iddia ederler. Kimyasal elementlerin yıldızlar içinde oluşturulduğunu ve dünyamız gibi bir sistemde kimyasal elementlerin birbirlerine dönüşemeyeceklerini ileri sürerler.

Atomlar birbirlerine dönüşebildikleri gibi, atomların içlerindeki proton ve nötronlar da birbirlerine dönüşmektedirler. Şöyle ki: Atomların çekirdeklerini oluşturan proton ve nötronlar arasında sürekli bir enerji-alışveriş sistemi vardır. Gluon denilen bir “yapıştırıcı” saniyenin çok-çok küçük sürelerinde protonu nötrona, nötronu protona dönüştürerek atom dediğimiz yüz kadar temel kimyasal element oluşumuna olanak sağlarlar. Ama bizler bu hareketlilikleri de göremeyiz. 

Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Yani hareketlilik, doğadaki her şeyin içinde vardır.

RUH bir şeyi hareketlendiren faktör olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle rüzgâr, deniz dalgaları, yağmur gibi cansızlar alemi öğeleri dahil, tüm hareket eden varlıkların bir ruhu olduğu kabul edilmiştir.

Hareket enerjinin bir yerden bir yere akmasıyla oluşur. Bilgi enerjinin nerden nereye akacağını gösteren trafik işaretleridir. Öyleyse RUH hem bilgi, hem de enerji faktörleriyle bağlantılıdır.

1900lü yıllarda fizikçiler doğadaki enerji-alışverişlerinin gelişi-güzel, istenildiği kadar artırılıp-eksiltilen miktarlarda olacağına inanıyorlardı. Planck ise bu etkileşimlerin sıçramalı şekilde olması gerektiğini ortaya koyar ve en temelde (h) simgesiyle tanımlanan “elementares Wirkungsquantum = temel etki miktarı” olarak adlandırdığı quantum kavramını keşfeder. “Wirkung” = “etki, içsel-dürtü” gibi anlamaları olan bir sözcüktür. Dolayısıyla “elementares Wirkungsquantum” doğadaki “en temel içsel-dürtü, hareket-ettirici öğe miktarı” gibi bir anlamdadır. 

Bu iki farklı bakış açısı birlikte değerlendirildiğinde şu fark edilir. Varlıkları hareket ettiren, onlara canlılık veren güç sistemi RUH olarak görüldüğüne göre, RUH fizikçilerin QUANTUM olarak tanımladıkları öğe ile eş-anlamlı olmalıdır.  

Kuant (veya quantum) sabit bir parçacık değildir ve önceki bölümlerde gösterilen mucizevi özellikleri olan temel canlılık öğeleridir. Şu şekil ile özetlenebilir.

 


Şekil 15: Allah bize tamamen yanlış tanıtılmaktadır, çünkü kutsal kitapların ALLAHI gökte oturan bir EFENDİ olarak düşünülmüştür. Halbuki yaratıcılık kuantsal sisteme aittir.

Ruh kavramının oluşturulduğu zamandaki insanlar, dünyamızın 4.6 milyar yıl önce oluşturulduğunu bilmiyorlardı. Taş-toprak, hava, su, bitki, hayvan gibi varlıkların dünyanın oluşmasından sonra ortaya çıktıklarını, 5 milyar yıl öncelerinde ise bu varlıkların karbon, azot, oksijen, hidrojen gibi temel kimyasal elementlere ayrışmış olarak bulunduklarını da bilmiyorlardı. 12-13 milyar yıl öncelerinde ise, bu temel kimyasal elementlerin de daha küçük bileşenlerine ayrışmış olarak bulunduklarından ise hiç haberleri yoktu.

Fizikçiler ise yukarıdaki maddelerin hepsinin quantum denilen en temel canlılık unsurunca (içsel-dürtü öğesince) milyarlarca yıl önce oluşturulmaya başlandığını ve bu öğenin QUANTİZATİON denilen geometrik dizi şeklindeki katlanmalarıyla doğa ve dünyayı oluşturduğunu görüyorlardı.

Halkımızın RUH hakkındaki görüşü ise dinsel inanç bilgilerine göredir. Ülkemizdeki egemen inanç kaynağı Kuran’dan ayetler sunarak bu konuyu açıklayalım.

15/28,29. Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti.

17/85. Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.

32/9.  Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

38/71,72.  Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım.” .  “Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.”

39/42.  Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.

 

Ruh dediğimiz canlılık unsuru kuantsal kökenli olduğundan, yaratıcı olarak kabul ettiğimiz ALLAH kavramını da kuantsallıkla ilişkili düşünmek zorundayız.

 

 

6.  Allah deyince iyi düşünmek gerekir

 

İçinde bulunduğumuz yüzyılda, geleneksel otoriter yönetim sistemleriyle bir yere varılamadığı açıkça görüldüğünden, tepedeki bir kişide toplanılan yönetim erki ondan alınarak, bir basamak aşağı çekilmiş ve parlamenter demokratik sistem denilen yönetim şekli denenmeye başlanmıştır. Günümüz demokratik sistemleri de toplumsal sorunların çözümüne yeterli olmamıştır, çünkü, toplum yönetimini elinde bulunduran “bürokrasi çarkı” hala yukarıya bağlı, yukarıya karşı sorumlu olacak şekilde, ta 5 bin yıl öncelerinden gelen şekliyle aynen devam etmektedir.

 

Günümüz toplumlarının tüm sorunları, toplumsal hayat sisteminin kurallarının ve örgütlenmesinin otoriter veya liderli sistemler nedeniyle tepeden tabana doğru ve tepeye bağımlı olacak şekilde oluşturulmuş olmasından kaynaklanmaktadırlar. Bu sorunların başında ise, bürokrasi gelmektedir. Şöyle ki: Toplumsal hayatta, milyonlarca insanın yaptıkları işlerin, karşılıklı hizmet alış-verişlerinin örgütlenmesi, planlanması, vs. gerekmektedir. Otoriter veya liderli toplumsal sistemlerde, bu amaçlar için, emirleri hep “bir üstünden” (yukarıdan) alan bir idari çark oluşturulmuştur, ki buna bürokrasi çarkı denir.

 

Toplumsal hayatta, işleri yapan, doğayla karşı karşıya olan bizzat bireylerdir. Doğa koşulları ise sürekli değişkendir; bireyler sık sık iş koşullarında değişiklikler yapmak zorunda kalırlar. Bu değişiklikler, onların topluma (devlete) karşı olan ilişki sistemlerinde yeni düzenlemeler oluşturulmasını zorunlu kılar. Bunun için bürokrasi çarkı işletilmeye başlanır; birey en yakın ilgili makama başvurur, orası bir üst makama, orası bir üstüne, vs., en tepedeki yetkiliye ulaşılmaya çalışılır; ulaşıldıktan sonra da, alınan karar yine aynı yolları izleyerek, bireye iletilmeye uğraşılır. Bu tip bir örgütlenme ve işleyiş şeklinin zararları şunlar olmaktadır.

 

A- Bireyin sorunu, doğa koşullarının o anki durumundan kaynaklanan sorunlardır ve çözümü hemen gerekmektedir; mevcut bürokrasi çarkı ise, aylar, hatta yıllar süren bir işleyiş içindedir. Bu durumda, çözümler hep geç kalmaktadır! Dolayısıyla, zamanında çözülmesi zorunlu olan, yani sorunların çoğu, halledilemeden geçiştirilmektedir.

B- Milyonlarca bireyin milyonlarca sorununun çözümü, yukarıdaki çok az sayıda bireye (veya tek bir kişiye) yüklendiğinden, sistem tıkanır.    

C- Tepeden tabana doğru olan işletim sistemi ve örgütlenme türü nedeniyle, bürokrasi çarkı içindekiler, hep bir üst makama karşı sorumludurlar. Toplumdaki işlerin şu veya bu nedenlerle iyi gitmemesi durumunda, en büyük yetki ve sorumluluk en tepedeki liderde veya otoritede olduğundan, zirvedeki lider “gider”, ama, bürokrasi çarkı içindekiler yerlerinde kalırlar. Yeni gelen lider, bürokrasi çarkının en üst sıralarındaki birkaç kişiyi kendi isteği doğrultusunda değiştirse bile, ana bürokrasi çarkı genel yapısını korur. (A) şıkkında belirtilen temel sistem hatası (ve de “otoriter sistemin zararları” başlığı altında açıklanan diğer faktörler) nedeniyle toplumsal sistemde işler genel olarak yolunda gitmeyeceğinden, liderlerin sık sık değişmesi zorunluluk olur. Sonuç olarak, devlet çarkının işleyişini elinde tutan “bürokrasi”, toplumda işlerin kötü gitmesi durumunda bile, bundan hiç etkilenmeden yerinde kalır; sorumlu ve bağlı olduğu makam, sık sık değiştiğinden, (veyahut, bir bürokrat hakkındaki bir şikayet, (A) şıkkında anlatılan zaman aşımı nedeniyle genel olarak zamanında bir çözüme ulaştırılamadığından) kendisinden kolay kolay kimsenin hesap soramayacağı bir durum ortaya çıkar. İşte böylelikle “bürokrasi canavarı” denilen ve hiçbir liderin ortadan kaldıramayacağı bir “toplumsal ur” oluşmuş olur.

 

Tüm bu toplumsal hastalıkların ana nedeni ise, insanların hayatlarını, günümüz bilimsel gerçeklerine uygun olarak değil de hala 4-5 bin yıl öncelerindeki insanların doğaya ve dünyaya bakış açılarına ve hayat yorumlarına uygun bir şekilde sürdürmekte ısrarlı olmasından kaynaklanmaktadır.

 

Çünkü Allah terimi 4-5 bin yıl önceki insanların doğa anlayışına göre oluşturulmuştur. O zamanlarda insanlık Sümerler’in  "krallık gökten indikten sonra" görüşündeydi. Yani toplumu yöneteceklere gökteki Allah kutsal kitap gönderiyordu. Kutsal kitapların Allah’ı Bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir RAB = EFENDİ idi.

 

Günümüz insanları hala doğa ve dünyanın varlıkların dışında tasarlanan bir ALLAH tarafından yaratıldığına inanmaktadır. Bu Allah, dünyayı 6 günde yaratmıştır; O kadar güçlüdür ki, yeryüzünü gök-okyanusundan ayıran gök-kubbeyi direksiz olarak yapabilmiştir. Kendisi de bu gök-kubbenin 7 katında oturur. Yağmur gibi tatlı sular bu gök-kubbede kapılar açılarak yeryüzüne gönderilir. Her kavme kendi dilinde bir peygamberle insanların nasıl davranmaları gerektiği bilgilerini gönderir.

 

Şimdi kendinizi düşünün: Allah deyince ne tür bir yaratan tasarlıyorsunuz?

 

(A)-Bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını, bu dünyanın fani olduğunu, gerçek hayatın öteki bir dünyada olduğunu vaat eden Allah mı?

 

(B)-Yoksa, önce atomları, sonra molekülleri, sonra hücreleri, sonra bedenleri milyarlarca süren bir zaman içinde BİLGİye dayalı olarak oluşturan ve sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğal sistem oluşturmaya devam eden bir Allah mı?

 

Bu konuyu iyi düşünün, çünkü günümüz insanlarının kafasında (A) şıkkındaki gibi tanımlanan bir Allah yoktur. Bir kısım insan “akıllı-tasarımcı”dır, bir kısım insan “agnostiktir”, yani yaratan konusunda bir görüşü yoktur; bir kısım insan “deist”tir, bir yaratana inanır, ama semavi dinlere (peygamberlik, vs) inanmaz.

 

Peki kuantum ve dinamik sistemler fiziğine inanan insanların görüşü nasıldır? Bunu bilen var mı?

 

Doğa kuantsal öğelerin birleşip-çoğalmalarıyla (kuantizasyonla) oluşup-gelişmektedir. Yani her şey en temeldeki canlı bir varlık tarafından oluşturulmaktadır. Bu en temel canlılar “kuantum” denilen en temel etkileşim-haberleşme-bilgilendirme-vs. öğeleridir.

Onlar her varlığın içindedir, dolayısıyla her an her yerdedir.

Onlar her şeye kadirdirler, çünkü doğadaki herşeyi onlar yapmaktadırlar.

Ama onlar herşeyi önceden bilen birileri değildirler, çünkü doğal sistemin bir gelişme-evrilme içinde olması yeni bilgiler oluşturulması sayesinde olmaktadır.

 

Halkımız, bir kutsal kitaba inanmaktadır. O kutsal kitap ise belli bir insanı ve onun soyunu koruyup-kollayacağını vaat eden bir ALLAH’tır. Yani bir kişinin soyunun koruyucusu-kollayıcısıdır. Yukarıda bilimsel olarak tanımlanan özellikte bir yaratıcı değildir. Nitekim Müslümanlar "Lâ iâhe illallah Muhammeden-resûlüllah" derler. Bunu demekle "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, Muhammed, Allah'ın elçisidir" demiş olurlar. Yani ülkemiz insanları bir Arap’ın koruyucusu olan bir ilaha yalvarmakta, ondan merhamet, iyilik, sıhhat, vs dilemektedir. Doğal sistemin yaratanı ise, varlıkların içlerindeki kuantsal öğelerdir, onlara tapınılmaz, kurban kesilmez.

 

Yaratanımız kim? Bir şeyin yaratanı, onu yapandır. Bilgisayar, araba, vs. insanlar tarafından yapılır, dolayısıyla onları yaratan insandır. İnsan, koyun, midye gibi canlılar hücreleri tarafından yapılırlar, onları yapan onların içlerindeki hücreleridir. Dolayısıyla her hücre farklı bir genetik bilgiyle donatılmıştır ve o bilgilere uygun bedenler yaparlar. Bilgiler ise, Adenin (A), Uracil (U), Guanin (G) ve Citosin (C) nükleotidlerinin farklı kombinasyonlarıyla kaydedilmektedir. Bu nükleotidler ise, atom denilen hidrojen, oksijen, azot gibi kimyasal elementlerden oluşurlar. Yani onların yaratıcısı atomlardır. Atomlar proton, nötron, elektron gibi atom-altı öğelerden oluşurlar, öyleyse onları yaratan atom-altı-öğelerdir. Atom-altı-öğeler ise kuantum denilen en temel bir canlılık öğelerinden oluşurlar, dolayısıyla doğadaki herşeyin temel yaratıcısı kuantlar alemidir. Kuantlar her an her yerdedirler, her şeye kadirdirler, vs.

 

Herşey BİLGİ oluşturularak yapılmaktadır. BİLGİ ise H, O, N, C, gibi kimyasal elementlerce kaydedilmektedir. Bu elementler ise proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğelerden oluşmaktadır. Atom-altı-öğeler ise kuantum denilen en temel canlılık öğelerinden oluşurlar. Dolayısıyla doğadaki her şey kuantsal bir dilde yazılmış olur. Yani YARATANIN KİTAPLARI KUANTSAL KİTAPLAR OLARAK EVRENİN BAŞINDAN İTİBAREN oluşmaktadırlar.

 

Yani yaratanın gerçek kitapları vardır ve bu kitaplar dünyanın oluşumunu anlatan yeryuvarı ARŞİV-SAYFALARInda ve canlıların genomlarında kayıtlıdırlar. Bu gerçek kitapları değil de Sümerlerin “krallık gökten indikten sonra” görüşüne göre 3-4 bin yıl önceleri oluşturulan “kutsal kitaplar” doğal sistemi yaratanının değil, devletleri yönetmeye kalkan uyanıkların yazdırdıkları kitaplardır. Çünkü yaratanın gerçek kitaplarındaki verilerle hiç uyuşmamaktadırlar. 



Şekil 16: Doğa dinamik sistemlidir ve bir defada yaratılmış değil, tam tersine sürekli bir oluşum-gelişim içindedir.

Allah kuantsallıktır, kuantlar oluşturucudurlar.

 

İşte günümüz insanlarının yaptıkları en büyük yanlışlık bu noktadadır. Doğan çocukların kulaklarına “La İlahe İllallah Muhammeden Resulüllah = Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed, Allah'ın elçisidir'” söyleyen bir geleneği sürdüren insanlar çocuklarının değişen-dönüşen doğal sisteme uygun bir yaşam sürdürmesini bekleyemez. Çünkü kutsal kitaplar insanların özgürce gelişmesini değil, tepedeki devlet yöneticilerine biat etmesini sağlamak için hanedanlar sınıfınca oluşturulmuşlardır. Tümcenin anlamına bakın. “ilah” kendisine tapınılan bir varlık anlamındadır. Yani “Allah’tan başka birine tapınmayın” denmektedir. Muhammed ise kendisine tapınılan bu varlığın elçisi olmaktadır.

 

Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, halkının bilgi ve becerisine bağlıdır. Bilgili insanlardan oluşan toplumların refah düzeyi yüksektir, çünkü halkı üretkendir ve üretim zenginlik oluşturur. Bilgi oluşturması engellenen toplumlar hep geri kalırlar, çünkü üretim bilgiyle olmaktadır.

 

Kutsal Kitap kavramı, bilginin varlıkların dışındaki bir “RAB = EFENDİ”de olmasına dayanır. İnsanlar pasif olacaklar ve kutsal kitaplarındaki bilgilere göre davranacaklardır. Oysaki doğada varlıkların dışında-üstünde olan hiçbir varlık yoktur, çünkü doğadaki herşey atomlardan oluşmaktadır. Atomlar ise kuantsal sistem tarafından oluşturulur.

 

Kendinize şu soruyu sorun: Kutsal Kitapların Allah’ının kimyasal bileşimi nasıldır? Atomlardan oluşmayan bir varlık evrende bilinmiyor! Kutsal Kitapların evreni, bir gök-okyanusu içindeki ters-dönmüş bir tabak gibi duran ve bir gök-kubbeyle gök-okyanusu içinde korunan düz bir dünya. Güneş bu dünyada doğudan çıkıyor ve gece olunca yer-altı-dünyasına geçiyor, sabahleyin tekrar doğuyor. 

 

Kutsal Kitaplar sadece belli ırk insanları arası ilişkileri konu alırlar, doğadaki milyarlarca canlı arasında geçerli olan ekolojik ilişkilerden söz edilmez. Allah’ın her şeyi insanlar için yarattığı şeklinde bir görüş egemendir. Böyle olunca da insanlar doğa ve dünyayı cehenneme çevirmişlerdir. Bu suçun günahı kimlerin sırtındadır? 

 

Din adamları binlerce yıldır, kutsal kitapları allayıp-pullayıp, içlerindeki bilgilerin doğa bilimleriyle uyumlu oldukları yönünde yorumlar uydurdular. Peki Gök-kubbeyi direksiz olarak yapmakla övünülen ayetleri neden yorumlamadılar?

 

Türkçe konuşan bizlere, Türk örf ve adetlerini unutturup, Arap geleneklerine göre yaşamamıza ve dünyada geri-kalmış uluslar arasında bulunmamıza neden olan din-adamları işledikleri suçun cezasını çekmeyecekler mi?

 

Cennet bahçesinin Basra-Hürmüz-Ovası adını verdiğim Buzul devri ovasında olduğu görüşüne itirazı olanlar şunları düşünsünler. Kutsal kitaplara göre:

Adem’le Havva Cennet Bahçesinde yaratıldılar mı?

Diğer kutsal kitaplarda Cennet-Bahçesinin ikisi Dicle- Fırat olan 4 adet ırmakla sulandığı yazılmış mı?

Rahman suresinde 4 adet cennet bahçesinden söz ediliyor mu?

Kuran’daki birçok ayette Adn, yani Eden-Bahçesinden söz ediliyor mu? Eden Sümerce Cennet Ovası teriminden geliyor mu?

Sümerler Basra yöresine uzaydan mı geldiler, yoksa buzul-devri sonrası dolan Basra-Hürmüz arası bölgeden mi?

 

Yıllardır halka yanlış doğa bilgisi vererek insanların düşünce ve davranışlarını bozan din adamlarının kendilerini affettirip tekrar halkın karşısına çıkabilmeleri için önlerinde tek bir yol vardır: Tüm camileri birer okula dönüştürüp, kendileri de kafalarına “Allah=Kuant” olacak bir format atarak, birer doğa-bilgisi öğretmenine dönüşüp, kısa bir sürede halkımızın karanlıktan aydınlığa çıkarılmasına katkıda bulunmak.

 

Konuyu İmam Hatip Kökenli ODTÜ Felsefe Profesörü Yasin Ceylan’ın sözleriyle bağlamak gerekir:

“Müslüman, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. İmam hatipte okudum, medreseden geliyorum, İslam’ın öngördüğü dünya, öbür dünyaya yatırımdır, buraya geçici bakar. Dünya mutluğu ikinci plandadır, asıl mutluluk ertelenmiş mutluluktur. Bir insanın zihninde bu varken neden bu dünyada bu kadar başarılı olsun? Yatırımı öbür tarafadır. İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ideali yoktur, ihtimali de yoktur. Batı medeniyetinde, bilim, sanat, edebiyat, refah, neşe, şiir falan var. İslam böyle bir toplum öngörmüyor. Ben de iddia ediyorum ki dünya mutluluğu olmadan başarı olmaz, dünya mutluluğu olmadan ahlak da olmaz. Mutsuz insan ahlaklı olamaz, sevemez. Mutsuzlar arasında dayanışma da olamaz. İnsan tabiatı bu dünyaya yönelik mutluluk ister. Dünyasını mükemmelleştirmeyen insan kim olursa olsun mutsuzdur.”

 

Kutsal Kitaplı inanç sisteminde yaratıcı, varlıkların dışında, sabit, değişmez, ebedi bir EFENDİ (kanun koyucu) olarak kabul edilir. Böyle bir sisteme de, yaratıcının değişmez-sabit olmasından dolayı STATİK SİSTEM denir.  

Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama eğitim görmüş ama yanlış bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşün doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşmeye uğrarlar.

Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur. Öyleyse, statik sistemli hayat görüşü, insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir görüş değil mi? 

 

7.  Dünyamız da canlı ve hareketlidir

Yani dünyamız kendi içinde bir yaşam döngüsüne sahiptir. Bunu yine dünyamızı ARŞİV SAYFALARI verilerinden öğreniyoruz. Burada jeolojik ayrıntılara girmeden, günümüzün en büyük denizlerinin nasıl oluştukları konusunda ARŞİV SAYFALARI verilerine bakarsak şu gerçekleri fark ediyoruz.

Şöyle ki: Jeolojik bulgulara göre Atlantik denilen günümüz okyanusu yaklaşık 180 milyon yıl önceleri oluşmaya başlamıştır. Afrika ve Güney-Amerika kıtaları 170 milyon yıl önceleri şekilde görüldüğü gibi bitişik durumdadırlar. 160 milyon yıl önceleri ise Güney-Amerika Afrika’dan kopmaya başlamıştır.

 


Şekil 17: Soldaki şekilde 180 milyon yıl önceki dünya durumu, Afrika ve Güney Amerika bitişiktir. Sağdaki şekilde: Günümüzde ise Afrika ile Güney-Amerika binlerce km birbirlerinden uzaklaşmıştır. Bu uzaklaşma günümüzde hala devam etmektedir.

Atlantik okyanusunun ortasında bir yırtılma hattı vardır. Bu hat Atlantis-Okyanusu Sırtı denilen bir manto yükselimidir. Şekilde gösterildiği gibi Atlantik okyanusunun ortası okyanusun en derin yeri değildir, tersine çevresindeki okyanus tabanından çok yüksek konumlu bir sırttır. Şekilde bu sırt kırmızı renkli bölge olarak işaretlenmiştir. Bu sırt boyunca sürekli olarak magma yükselir, yani deniz-altı-volkanizması görülür. Denizin dibinden çıkan lavlar deniz suyu içinde soğuyarak bazaltik bir kabuk oluşturur. Yeni oluşan bu bazaltik kabuk oradaki taşküreyi her yıl birkaç santim kadar birbirinden uzaklaştırır. Bu nedenle Atlantik Okyanusu her yıl genişler. Genişleme her yerde aynı oranda değildir, 1 ila -10 cm arasında değişir.

Pasifik Okyanusunun ortasında da bir okyanus ortası sırt vardır ve o hat boyunca volkanizma oluşur. Pasifik Okyanusu çok daha eskiden beri vardır ve 200 milyon yıllık litosfer içerdiği saptanmıştır. Ancak Pasifik Okyanusunun kenarları okyanusal litosfer kıtalara yaklaştığında, onların altına dalmaktadır. Yani okyanusal litosfer ile kıtasal litosfer birbirlerine çarpmaktadırlar. Çarpışma sıkışmaya yol açtığından biri diğerinin altına dalmaya zorlanır. Yoğunluğu daha ağır olan okyanusal litosfer, yoğunluğu daha az olan kıtasal litosfer altına dalar ve YİTİM ZONU denilen bir kuşak oluşur.

Adı üzerinde, okyanusal litosfer yitime uğrar. Ancak okyanusal litosferin üzerinde bulunan tortul katmanlar hafif yoğunluklu olduklarından onların hepsi yitime uğramaz ve kıtasal litosfere yamanırlar. “EKLENİR PRİZMA” denilen şeritler oluşur.

Sıkışma nedeniyle hem basınç hem de sıcaklık yükselir, bu nedenle kıtasal litosferin derinlerinde mineraller dönüşüme uğrarlar metamorfizma denilen olay ortaya çıkar ve tortul kayaçlar metamorfik kayaçlara dönüşürler.

Ayrıca gittikçe derinlere gömülen okyanusal litosfer sıcaklık ve basınç artışı nedeniyle kısmi ergimeye uğrar ve andezitik magma oluşur. Oluşan bu magmalar gittikçe yükselerek, yeryüzünde andezitik volkan püskürmelerine yol açarlar. Bu nedenle pasifik okyanusu kenarlarında “ateş çemberi” denilen bir kuşak vardır.

Dünyada görülen en büyük depremlerin de Pasifik Okyanusu kenarlarında olması yine bu okyanusun “aktif kenarlı” olmasından kaynaklanır.



Şekil 18: Pasifik okyanusunda oluşturulan litosfer komşu litosferlerle çarpışır ve onların altına gömülür.



Şekil 19: Dünyamızın 4-boyutlu olduğunu gösteren resimler.

Dünyamız dört boyutludur, yani sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Bunu kısaca gösterilen 6 resimle açıklayalım.

(A)- resminde karaların, özellikle de yüksek dağların sürekli bir aşınma içinde olduğu, aşınıp-ayrışan kırıntıların denizlere taşınıp, deniz diplerinde katmanlar şeklinde depolandıkları gösterilmiştir. Yani karasal alanlardan denizel alanlara doğru bir gereç aktarılması söz konusudur.

(B)- resminde dünyanın bazı yörelerinde sık-sık depremler olduğu, depremlerde fay-zonu denilen hatlar boyunca yer-kabuğunda çatlaklar-yarıklar oluştuğu gösterilmiştir. Yani dünyamızın bazı yerleri sakin-hareketsizken, bazı yerleri zaman-zaman kırılıp-çatlamaktadır.

(E)- resminde okyanusların ortalarında yerkabuğunun yarıldığı, yarılan yerlerden magma denilen kızgın lavların deniz dibine yayıldığı, dolayısıyla Okyanus-Ortası-Sırt (OOS) denilen volkanik sırtlar oluşturulduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla okyanus ortası sırtlar boyunca yeni yerkabuğu oluşturulmakta ve dünyamız oralarda genişlemeye uğramaktadır. OOS hatları boyunca yayılmanın hızı da saptanmış ve yılda ortalama 3-4 cm kadar kıtaların birbirlerinden uzaklaştıkları hesaplanmıştır. Bu durumda dünyamızın taşküresinin bir bütün olmadığı, parçalara ayrıldığı anlaşılmıştır. Ayrılan bu parçalara levha veya plaka denilmektedir. Afrika ile Güney-Amerika levhalarının 200 milyon yıl önceleri birbirleriyle bitişikken, günümüzde aralarında binlerce km-lik bir uzaklık olması böyle bir yırtılma ve genişlemenin sonucudur.

OOS hatları boyunca dünyamız yarılıp-ayrılıyorsa, dünyamızın gittikçe genişlemesi gerekir; halbuki dünyamızın çapında-çevresinde böyle bir artış görülmemektedir. Öyleyse dünyamızda bazı levhalar birbirlerinden uzaklaşıyorsa, bazılarının da birbirlerine yaklaşması ve birbirlerini sıkıştırması gerekir. (D) resminde böyle bir sıkıştırmanın Pasifik Okyanusu kenarlarında gerçekleştiği gösterilmiştir. (F) resminde ise deniz diplerinde düz ve yatay olarak oluşan katmanların, levhaların birbirleriyle çarpıştıkları kuşaklarda nasıl kıvrımlandıkları görülmektedir.

(D)- resminde Pasifik plakasıyla Güney-Amerika levhası arasındaki sıkışmada oluşan olaylar gösterilmiştir. Dalan-yitime uğrayan levha ergimeye uğrar ve andezitik bileşimli bir magma oluşur. Yitime uğrayan plaka üzerindeki tortul katmanlar kıvrılıp-kırılarak üzerleyen plakaya eklenirler. Üzerleyen plaka gittikçe yükselerek, dünyamızdaki yüksek dağ-sıralarını oluşturur. Yani dünyamızdaki sıra-dağ dediğimiz kuşaklar levhalar arası böyle sıkışmalar sonucu oluşurlar.  

(F)- resminde birbirleriyle çarpışan plaka kenarlarındaki tortul katmanların nasıl akordeon gibi kıvrımlandıkları gösterilmiştir.

(C)- resminde dünyamızın bazı yörelerinde bazaltik volkanlar patladığı, patlamaların da sık-sık tekrarlandığı belirtilmiştir. Bazaltik volkanlar manto kökenidirler. Levha çarpışmaları ürünü değildirler.

Yukarıda sunulan olaylar dünyamızda sürekli olarak oluşmakta ve sürmektedir. Dolayısıyla dünyamız bir canlı beden gibi, sürekli bir devinim-döngü içindedir. Yani 4-dört boyutlu bir gelişim, dünyamız için de geçerlidir.

Dünyamız canlı bir varlık gibidir, sadece dış kabuğu katıdır. Derinlere inildikçe katı durum yumuşar ve mumsu, yani koyu-akışkan bir duruma geçilir. Hatta dış çekirdek tam akışkandır. Derinlere inildikçe sertliğin azalıp maddelerin akışkanlaşması sıcaklık ve basınç nedeniyledir. Dünyanın iç kısmı binlerce derecede çok sıcak moleküllerden oluştuğundan, bu ısıyı yeryüzüne aktarmak zorundadırlar. Volkanlar yer-içindeki sıcaklığın dışarı aktarıldığı noktalardır. Okyanus Ortası Sırtlar (OOS) da yine yer-içi-sıcaklığın dışarı verildiği yarılma hatlarıdır. Yerkabuğu bu nedenle levha (veya plaka) denilen birçok parçaya ayrılır. Levhalar arası sınırlar fay dediğimiz yırtılma zonlarıdır.

Yer içindeki sıcaklık her yerde aynı değildir, bazı yörelerde az, bazı yerlerde çoktur. Bu nedenle akışkan mantoda döner-bant şeklinde konveksiyon akımları oluşur. Bu konveksiyon akımları kah OOS gibi yerlerden dışarı enerji yayarlar, kah yerkabuğundaki kayaçlara enerji aktarırlar. Yerkabuğundaki kayaçlara enerji aktarılması depremlere yol açar. Şöyle ki:

Deprem olacak bir yöredeki kayaçların içlerindeki minerallerin moleküllerinin atomları çevreden gelen enerji aktarımları nedeniyle sürekli enerji depoluyorlar. Bu enerji depolanması yıllarca sürüyor ve moleküller çok zor duruma giriyorlar. Düşünün yerin 10-12 km derinindeler ve içlerinde sürekli enerji depolanmış. Ne yapsınlar ki, bu enerjiyi boşaltsınlar? Zor durumda kalan varlıkların zorlukları aşma yöntemi Lazer teknolojisiyle anlaşılmıştır.

Bir tüp içine belli bir bileşime sahip olan moleküller hapsedilir. Tüpün bir ucu tam yansıtıcı bir ayna ile, diğer ucu ise yarı yansıtıcı- yarı geçirgen bir ayna ile kapatılır. Sonra bu moleküllerin duyarlı oldukları bir ışın dışarıdan tüpün içindeki moleküllere gönderilmeye başlanır. Işınları alan moleküllerin elektronları önce bu ışını alırlar, molekülün elektron halesi şişer, ama hemen sonra tekrar çevreye yayarak rahatlamak zorundalar. Çevreye yayılan ışınlar aynalardan geri yansır. Dışarıdan gelen radyasyonlar da sürekli devam ettiğinden, aynalardan yansıyanların da bunlara eklenmesiyle tüpün içindeki moleküller çok bunaltıcı bir duruma girerler. Bu zor durumdan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Her molekülün elektronları, yayacakları ışınları yarı-yansıtıcı ayna yönünde ve birbirleriyle aynı fazda ve frekansta olacak şekilde gönderirlerse, bu ışınlar üst-üste çakışacak durumda olduklarından güçleri birbirine eklenirler ve yarı-geçirgen aynadan dışarı çıkabilirler. Ve sıkışık durumda olan moleküller böylece tüp içindeki baskıyı azaltırlar ve rahatlarlar. Düzeneği yapan insanlar da bu sayede muazzam güçlü bir lazer ışığı elde etmiş olurlar.

Yerkabuğunun derinlerinde gerçekleşen gerilim boşaltımları da aynen böyle olur ve moleküllerin ortak davranış göstererek enerjilerini aynı anda boşaltmaları nedeniyle depremler oluşur.



Şekil 20: Dünyamızda karalar ve denizler sürekli yer değiştirirler.

Özetleyecek olursak, dünyamız sürekli bir devinim içindedir ve zamanla değişik şekillere bürünmektedir. Bu durum yukarıdaki şekilde animasyon olarak sunulmuştur.

Dolayısıyla, dünyamızda da dört boyutlu gelişim sistemi vardır.

8.     İnsanın Canlılar Âlemindeki Yeri

Hücreler milyarlarca yıllık geçmişlerinde çok farklı değişim-dönüşümlere şahit olmuşlar ve kuantsal sistemli evrenin nereye doğru gideceği belli değil, çünkü her şey olasılık hesaplarına dayanıyor. 3.5 milyar yıldan beri bilgi oluşturarak doğadaki değişimlere uyum sağlayan HÜCRELER bilgi oluşturmayı en ön plana alan insanı oluşturmaya başlarlar.

Şimdi önce Dünyamızda canlılar aleminin gelişim grafiğini görelim.


Şekil 21: Dünyamızda canlıların gelişimi bakterilerle başlar, sonra bilgi oluşturma potansiyelinin geliştirilmesiyle üstel şekilde patlamalı olarak gelişir.

Şekilde görüldüğü üzere dünyada hayat 3.5 milyar yıl önceleri prokaryotik bakterilerle başlamış, 2 milyar yıl önceleri ökaryotik tek-hücreliler oluşmuş ve 550 milyon yıl önceleri de Kambriyen Patlaması ile dünyamızda egemen olan canlı grupları ard-arda ortaya çıkmışlar ve en sonunda ise 2.5 milyon yıl önceleri İNSAN denilen canlılar oluşmuşlardır.

Hayatın 3.5 milyar yıl önce başlatıldığı Dünyamızda, insan 2.5 milyon yıl önceleri yer almaya başlar. Üstelik ilk ortaya çıkan insan, insandan çok bir hayvandır, çünkü bizlerin İNSAN dediğimiz özelliklerimizden hiçbirine sahip olmayan ve sadece iki-ayak üzerinde yürüyüp, sert taşlardan kopardığı parçaları bıçak gibi kullanan çocuk boyutlu biridir. Bizler gibi gelişmiş düşünce ve davranışlara sahip olan insanlar ise yaklaşık 70 bin yıl önceleri ortaya çıkmıştır. Tüm bu insanların hepsi Afrika'da ortaya çıktıklarından, hepimizin atası zenci dediğimiz insanlardır.

Aşağıdaki şekilde insanı diğer memelilerden ayıran en temel özelliği görülmektedir.


Şekil 22: İnsan beyni hücrelerin bilgi oluşumunu en ön plana alan bir girişimdir.

Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu nedenle biz hayvanlar kadar hızlı hareket edemeyiz, onlar kadar göremeyiz, işitemeyiz, koklayamayız, vs. Ama anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde muazzam senaryolar üretebilmekteyiz.

8.1.    İlk insan Doğu Afrika’da 2.5 milyon yıl önceleri ortaya çıkar. 

 

İnsan Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış. Avcılık-toplayıcılıkla yaşamakta. Böyle bir yaşam tarzında bir aileye yaklaşık 10 km çapında bir alan gerekir. İnsan nüfusu arttıkça, yeni nesiller zorunlu olarak başka yerlere göçmek zorundadır. Bu nedenle Doğu-Afrika’da orta çıkan insanlar oradan her yöne dağılmaya başlarlar. Elbette önce Afrika’ya yayılırlar ama deniz kenarı boyunca göçerek, Arabistan-Asya-Avrupa gibi ülkelere de yayılmışlardır.


Şekil 23: İki ayaklıların (Hominidlerin) son 5 milyon yıllık zaman içerisindeki çeşitli türleri (Gedik 1998’den).

 Yaklaşık 500 cm3 beyinli Australopitechus diye adlandırılan cins yeryüzünün ilk iki ayaklı yaratığıdır. Daha sonraları 650 cm3 beyinli Homo habilis'le başlayıp, 900 cm3 beyinli Homo erectus'la devam edip, 1400 cm3 beyinli Homo sapiens'le sürmekte olan farklı insan türleri hayata geçmişlerdir. Yani insanlık, beyin kapasitesinin artırılmasıyla, ilkellikten kurtulmuş bir canlı türüdür.

Homo habilis sadece Afrika’da yaşadı. Homo erectus ve Homo sapiens Asya ve Avrupa’ya da yayılır.

Homo sapiens’in neandertal varyantı 300 bin yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya yayılır. 70 bin yıl önceleri Homo sapiens’in daha yeni bir variyetesi -Homo sapiens sapiens- ortaya çıkar ve o da Asya ve Avrupa’ya yayılır.

 

8.2.    Atalarımız ne zaman yabani yaşamı bırakıp, sosyal yaşama geçtiler?



Şekil 24: İnsanlığın gelişim tarihinde BUZUL DEVİRLERİ çok önemli bir rol oynar.

Dünyamız 115 bin ile 15 bin yılları arasında buzul devri geçirmiştir ve buzul devirlerinde Dünya-Coğrafyası haritadaki gibidir. Amerika, Avrupa ve Asya’nın kuzey bölgelerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul örtüsü vardır. Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su düzeyi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m’lik bir deniz düzeyi alçalması demektir! Böyle olunca da, denizler kıta sahanlığı denilen kıyı kesiminden çekilmiş, sığ denizel ortamlar kara haline dönüşmüştür.

Buzul devri günümüzün KARA-KIŞINA denk gelir. KARA-KIŞTA Anadolu’nun 200-300 metreden yüksek tüm bölgelerinde kar vardır. Dolayısıyla oralarda yaşamak nerdeyse imkânsızdır. Yüz bin yıl süren son Buzul Çağı'nda Avrupa ve Asya'da insan yaşamına uygun bölge çok sınırlıdır. Avlanarak ve yabani meyveler toplayarak geçimini sağlamak zorunda olan insanlar için yeterli besin kaynağı yoktur.

Kara haline dönüşen ortamların başında Basra Körfezi gelir. Onun yerini Basra-Hürmüz-Ovası denilecek devasa bir verimli alüvyon düzlüğü almıştır. Hürmüz boğazına yakın yerinde ise üzerinde birçok ada bulunan büyük bir göl kalmıştır.  

İnsanlık 8.500 yıl öncesine kadar çömlek yapmayı henüz bilmediği için, sadece su kaynaklarının etrafında bulunan mağaralarda veya ılıman iklimlerde yaşayabiliyordu. Bu iki koşulu karşılayan alanlar, ekvatora yakın ve bir nehir vadisinin kenarlarına yakın, yüksekliği üç- dört yüz metreden az olan yerlerdir.

Şekil 25: Buzul devrinde deniz düzeyi 130m kadar düşük olduğundan Basra körfezi tamamen kurumuştur.

Çanak-çömlek yapmayı henüz bilmeyen insanlar için Basra-Hürmüz-Ovası ideal bir ortamdır, çünkü Dicle- Fırat nehri ovayı sulamaktadır. Afrika'ya en yakın konumdadır ve ılıman bir iklimi vardır ve Zağros dağlarıyla kuzey rüzgarlarından korunmaktadır. İnsanlar önce oraya yerleşirler ve çoğalmaya başlarlar. 200 km genişliğindeki ovanın sadece ırmak kenarındaki 10 kmlik bir şeridinden yararlanabilen insanlar, artan nüfusa yer açabilmek için, karşılıklı işbirliğine girerek ovanın her tarafına su kanalları kazmak zorunluluğu karşısında sosyalleşmeye başlarlar.


Şekil 26: 70 milyon yıl önceleri Doğu-Afrika'da ortaya çıkan Homo sapiens sapiens insanının Avrasya'da yeleşebileceği en uygun yer Basra-Hürmüz-Ovasıdır (Atlantis-Ovası).

İnsanlık Basra-Hürmüz-Ovasında geçirdikleri 50 bin yıllık hayat sürecinde karşılıklı etkileşim, dayanışma ve yardımlaşmayı öğrenmiştir. Güney-Doğu Anadolu’nun Göbekli-Tepe, Karahan Tepe, vd. gibi noktaların merkez olduğu Bereketli Hilal bölesi uygarlığının böyle bir geçmiş deneyimi olan insanlarca oluşturulması tam da beklenilen bir sonuçtur.

Yukarıdaki slaytlar insanlığın dünyaya yayıldığı zamanda dünyamızın bir buzul devrinde ve de, buzul devrinde yaşama en uygun ortamın Basra-Hürmüz-Ovası olduğunu gösteriyor. Çanak-çömlek yapmasını bilmeyen atalarımız ovanın her tarafından yararlanabilmek için o devasa ovanın her tarafına su kanalları açmak zorunda kalmışlar, bunu yapabilmek için de komşularını bir rakip olarak değil, bir ortak olarak kabul ederek, uygarlığın ilk adımını o ovadaki yaşamlarında atmışlardır.


Şekil 27: Şekilde ovadan kaçan insanların nerelere göçerek yaşamlarının devam ettirdikleri gösterilmiştir.

Buzul devri 15 bin yıl önce sona erince, deniz seviyesi her  1.5 cm yükselmeye ve Basra-Hürmüz-Ovası tekrar denizle kaplanmaya başlar. Yaşadıkları ova denizle kaplanan insanlar ise Bereketli Hilal denilen bölgeye kaçarak dünyadaki ilk uygar toplumları oluştururlar.

8.3.    Bereketli Hilal Nasıl Gelişti

Kar ve buz örtüsünün ergimesiyle Anadolu platosu tekrar bitki ve hayvan gelişimine uygun olur. Daha önceleri pek insan yaşamayan bu bölgeler Atlantis-ovasından göçenlerin yeni vatanları olur.

Buzul devrinde Basra-Ovasında yaşayan insanlar, 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında sürekli göçe maruz kalmışlardır. Çünkü Basra Körfezinin dolması bu kadar uzun sürmüştür. Anadolu’nun kar ve buz örtüsü kalkan Karahan Tepe, Göbekli Tepe gibi bölgeleri ise göçe maruz kalan insanların yerleştikleri ilk yerler olmuştur.

Şekil 28: Bereketli hilal insanlığın uygar yaşamı başlattığı kuşaktır. Atlantis ovasından gelenlerce oluşturulmuştur.

Anadolu'daki ilk yerleşim yerleri Höyük tarzındadır.


Şekil 29: Anadoluda 12 bin yıldan sonra uygar yaşam başlamış ve 4 bin yıl öncesine kadar eşitlik-özgürlük içinde HÖYÜK denilen ortak yaşam ortamlarında yaşanmıştır.

5-10 bin yıl öncesinin insanları tamamen birbirlerine bitişik evlerde yaşardı. Evlerin duvarları ortaktı, bu nedenle ısıtma daha ekonomikti. Evlere giriş-çıkışlar tavandaki bir delikten merdivenle olurdu.

Belli bir süreç sonunda evler tamamen yıkılıp, üzerine tekrar yeni evler yapılırdı. Bu şekilde gittikçe yükselen kubbemsi görüntüler oluşmuştur. Bunlara günümüzde HÖYÜK denir.

Höyük tarzı yaşamda sınıf ayrımı yoktur, eşitlik ve özgürlüğün geçerli olduğu bir toplum hayatı söz konusudur. 5 bin yıl önceleri Sümerlerce kutsallık ve asil soyluluk kavramlı DEVLET sisteminin ortaya atılmasıyla sınıf ayrımı başlamıştır.

Yukarıdaki slaytlar şunu gösterir: Basra-Hürmüz-Ovası 15bin ile 7bin yılları arasında denizle kaplanınca, oradan kaçmak zorundaki insanlar Göbekli-Tepe gibi Bereketli-Hilal bölgesine göçmüşler ve Höyük tarzında yerleşim noktaları oluşturmuşlardır.

8.4.    Sümerler hakkında bir ön bilgi:

Sümerler denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini yazmışlardır (Ceram 1972). Denizde insan yaşayamadığından, şimdiye dek Sümerlerin nereden Basra Çevresine geldikleri hep muamma olarak kalmıştır. Sümerlerin çivi yazısı adı verilen ve bugüne kadar muhafaza edilen bu kil tabletlerden en önemlisi "Krallar listesi"dir. Bu tablette, geçmişlerinde Krallar olarak kimlerin yönettiği yazılmıştır.


Şekil 30: Sümerlerin Krallar Listesi tableti Sümerlerin nerelerden göçerek Basra yöresine çıktıkları hakkında ip-uçları vermektedir.

Geçmişlerini iki farklı döneme ayırmışlardır:

Tufandan önce ve

Tufandan sonra.

Sel öncesi devrede, 5 farklı şehirde yaşadıkları; zamanla şehirlerin "düştüğü" ve krallık gemisinin başka bir yere taşındığını belirtiliyor. Büyük bir selin sonunda son şehrin tamamen yok olduğu, bu selden sonra Basra çevresinde yeni krallıklarla hayatın devam ettiği yazılıyor.

Sümerler, Basra-Hürmüz-Ovasının Hürmüz-boğazı ucundaki ATLAS olarak adlandırılması gereken bir göldeki adalar üzerinde yaşayan insanlardırlar.

Bu bilgiler jeolojik bilgilerle uyumludur, çünkü 15 bin yıl öncesine kadar çok uzun bir buzul devri yaşanmıştır. Buzul devri 15 bin yıl önce sona ermiş, ama Basra-Hürmüz-Ovasının denizle kaplanması 8 bin yıl sürmüştür. Dolayısıyla adalarda yaşama alışmış olan Sümerler bu 8 bin yılı, dolan körfez sularındaki bir adadan diğer bir adaya göçerek geçirmişler ve en sonunda gerçekleşen en büyük sel felaketi “Glacier outburst flow” sonunda Basra yöresinde karaya çıkmışlardır.

 


Şekil 31: Sümerlerin adadan adaya göçerek Basra yöresine gelmeleri, anca bu şekilde gösterilen tarzda olabilir.

Sümerlerin kurdukları kentler Ziggurat adlı bir tapınak etrafında yerleşen ve tapınakta yaşayan tanrı-soylulara hizmet eden insanlardan oluşmaktadır. Devlet asil-soyluların malı-mülküdür. Ziggurat içinde insansı-tanrılar veya kutsal krallar yaşar. İnsanların kutsal krallara hizmet etmek için yaratıldığı görüşü herkese aşılanır, onların bilinç-altına yerleştirilir ve onlar da hayatları boyunca çalışırlar ve efendilerinin mutlu olmalarını sağlarlar.

Sümerlerle asil-soylu – adi soylu ayrımının egemen olduğu bir toplumsal hayat sistemi başlatılmıştır. Sümerlerden sonra oluşan tüm toplumsal yaşam sistemlerinde hep bu “devlet” anlayışı sürdürülmüştür. Günümüzde bile hala halka toplumun sahipliğinin onu oluşturan halk kesimine ait olduğu bilgisi verilmemektedir.

Bunun nedeni 5 bin yıldan sonra insan nüfusunun muazzam artışıdır. Binlerce kişiden oluşan topluluklarda denge ve düzen oluşturmanın en kolay yolu, doğadaki oluşturucu-yaratıcı sistemi varlıkların dışında-üstünde varsayılan bir ilahi-kutsal doğa-üstü-güç sistemine bağlamaktır.

İşte Sümerler bu konuyu “Krallık gökten indikten sonra” diye bir inanışla çözmüşlerdir. Dikkat edin, “kral gökten inmiyor”, krallık gökten iniyor. Gökteki bir güç sistemi krallara ME adlı kutsal bir kitapla insanların uyması gereken ilahi emirleri gönderiyor!

9.   Kutsallık Kavramı ve Krallıkların ortaya çıkı

9.1.    Sömürgeciliğin başlatılması

 İnsanlık 2.5 milyon yıldan itibaren avcılık ve toplayıcılığa dayalı, yani yabani bir hayat yaşamıştır. Dünyaya yayılan bu insanlığın 12-13 bin yıl öncelerine kadar tam bir yaban hayatı yaşadığı paleoantropolojik-arkeolojik araştırmalardan anlaşılmaktadır. Yaban hayatı yaşayan insanlar dağınık yaşar. Uygar-sosyal yaşamda ise insanlar binlerce kişilik topluluklar halinde yaşamaya başlamıştır. Topluluk halinde yaşama geçiş, insanların farklı iş-ve-mesleklerde uzmanlaşarak, karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalı ortaklık ilişkisi içine girmesiyle başlamıştır.

Toplum yaşamı ise insanların farklı iş ve mesleklerde ortaklık içine girmesiyle yaklaşık 10- 12 bin yıl önceleri başlamıştır. Toplumsal yaşama geçiş dünyadaki insan nüfusunun patlamalı şekilde artmasına yol açar ve o zamana kadar 1 milyonu geçmeyen dünya nüfusu 2 bin yıl önceleri 190 milyon, 200 yıl önceleri 1 milyar, günümüzde ise 8 milyara çıkar. Nüfus patlamasının başlangıcı 5 bin yıl öncelerine denk gelir. Nüfus artışı nedeniyle karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı mevcut sistemlerde zorluklar ortaya çıkar. Sümerler bu zorluğu “Krallık gökten indikten sonra” diye kutsal kitap görüşüne dayalı bir yaratılış efsanesiyle çözüp, toplumların tepeden sahiplenilen kutsal kişilerce yönetilmesi usulünü hayata geçirirler. Ve ondan beri toplum hayatında efendi-uşak ilişkili bir sistem egemen olur ve hala da sürmektedir.

Hizmet alışverişlerine girmenin şu yararı vardır. Bir daktilograf 200 sözcükten oluşan bir yazıyı bir dakika içinde yazıp bir çıktı alabilir. Normal bir insan bu bir sayfalık yazıyı bir saatte bile zor yazar.

Bir marangoz bir çiviyi 2-3 çekiç darbesiyle çakar. Normal bir insan birçok defa vurur, çiviyi eğer-büker, kullanılmaz hale sokar ve uzun uğraşmalar sonunda ancak çakar.

Görüleceği üzere bir insanın her işini kendi yapması hiç ekonomik değildir. Ekonomik yaşam her insanın bir konuda uzmanlaşması ve diğer hizmetleri başkalarından almasıyla olasıdır. 

İnsanlık zamanla bu gerçeğin farkına varmıştır. 10-12 bin yıl öncelerine kadar insanlar arasında bir iş-ve meslek dalına göre bir uzmanlaşma ve karşılıklı ortaklık anlayışı gelişmemiştir. Ortak yaşam anlayışı yaklaşık 10-12 bin yıl önceleri Göbekli-Tepe, Karahan-Tepe gibi Güney-doğu Anadolu antik yerleşim yerlerinde başlatılmış, 8-9 bin yıl önceleri de tüm Anadolu’ya yayılmıştır.

Her insanın kendine has bir yeteneği vardır ve bu özelliği ile diğerlerinden farklıdır. Kiminin sesi güzeldir, şarkı söyler, kiminin resim yapma yeteneği vardır, kimi her tür müzik aletini konuşturur, kimi en zor matematik problemlerini çözer, kimi marangozluğu sever, kiminin hayal gücü çok fazladır, kah roman yazar, kah bir bilimsel teori önerir, kimi çok iyi yüzer, kimi çok iyi koşar, vs.

Bu farklı yetenekler toplum hayatı için mutlaka olması gereken farklılıklardır. İnsanlar bu yetenek farklılarına göre kendilerine bir meslek edinirler ve onların karşılıklı hizmet alış-verişlerine göre de toplumsal bir ortaklık ortaya çıkar. Hiçbir meslek diğerine üstün sayılmaz.

Yani hizmet ortaklığına dayalı uygar yaşam insanların farklı iş ve mesleklerde ortaklık içine girmesiyle başlamıştır. Her bireyin farklı bir alanda uzmanlaşması toplumdaki üretim potansiyelini çok artırmış, dolayısıyla dar bir alanda yaşayan insan sayısı hızla artmıştır.


Şekil 32: Dünyamızda insan nüfusunun artışı üstel fonksiyonludur ve patlarcasına artış yaklaşık 5 bin yıl önceleri gerçekleşmiştir.

Şekilde görüldüğü üzere 10-12 bin yıl önceleri dünyamızda yaklaşık 4 milyon insan yaşarken 2 bin yıl önceleri 190 milyon, 200 yıl önceleri 1 milyar, günümüzde ise 8 milyar insan yaşamaktadır.  İnsanlığın dünya üzerindeki nüfus artışı üstel fonksiyonludur ve patlamalı artışa geçişi yaklaşık 5 bin yıl öncelerine denk gelmektedir.

Nüfus artışına uygun şekilde de toplumsal yaşam şekli değişim göstermiştir. 5 bin yıl öncelerine kadar insanlık karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı, yani eşitlik-özgürlük ilişkileri içinde yaşamıştır, yani insanlar arasında efendi-uşak ilişkisi yoktur. Bu tür bir doğal gelişimin yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar Anadolu’da gerçekleştiği görülür, çünkü değirmencisi, demircisi, çobanı, duvarcısı, sanatçısı, vs hep birlikte yan yana ve birbirlerine benzer evlerde yaşamışlardır. Höyük tipi eski yerleşim yerleri bunun kanıtıdır.

Ama 5 bin yıl önceleri Sümerler Kent-Devletleri gibi bir sistem oluşturmaya başlamışlardır. Kent-Devletleri toplumların tepeden birileri tarafından sahiplenildiği ve yönetildiği bir sistemdir. Böyle bir otoriter sisteme geçmenin nedeni, nüfus artışı nedeniyle karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı sistemde zorluklar ortaya çıkmış olması olabilir. Çünkü anlaşıp-uzlaşma karşılıklı etkileşim gerektirir. Bir-kaç yüz kişilik toplumlarda bu mümkündür, ama nüfusu binleri aşan toplumlarda karşılıklı anlaşıp-uzlaşma çok zordur.

İnsanlık yaklaşık 50 bin yıldan beri hayatı anlamak, doğadaki denge ve düzenin nasıl oluştuğu hakkında bir fikir oluşturma peşindedir. 5 bin yıl öncelerine kadar doğayı gözlemleyerek, oldukça mantıklı hayat görüşleri oluşturarak, doğal sisteme uygun bir yaşam süren insanlık, 5 bin yıldan beri kutsallık kavramı temeline dayalı bir dinsel hayat görüşüne saplanmışlardır. Bunun nedeni 5 bin yıldan sonra insan nüfusunun muazzam artışı nedeniyle, binlerce kişiden oluşan kent denilen birliktelikler halinde yaşamaya mecbur kalmasıdır. Binlerce kişiden oluşan topluluklarda denge ve düzen oluşturmanın en kolay yolu, doğadaki oluşturucu-yaratıcı sistemini varlıkların dışında-üstünde varsayılan bir ilahi-kutsal doğa-üstü-güç sistemine bağlamaktır. Böyle düşünülünce, toplumların yönetiminin de kutsal ruhlu insanlara teslim edilmesi gerekliliği oluşur. İnsanların kutsal ruhlu olanları da, onların mucizevi güçler göstermeleriyle anlaşılmaktadır.

Bu nedenden dolayı Sümerlerin toplum yönetimini tepedeki birilerine bırakmış olabilecekleri düşünülebilir.

Peki tepedeki birileri toplum yönetme yetkisini nerden aldığını iddia ederek halkın kendisine itaatkâr olmasını sağlayacak?

İşte Sümerler bu konuyu “Krallık gökten indikten sonra” diye bir inanışla çözmüşlerdir. Dikkat edin, “kral gökten inmiyor”, krallık gökten iniyor. Gökteki bir güç sistemi krallara ME adlı kutsal bir kitapla insanların uyması gereken ilahi emirleri gönderiyor!

İşte KRALLIK, KUTSALLIK ve KUTSAL KİTAP kavramları bu şekilde ortaya çıkmışlardır.

Toplumun tepesinde Kral gibi bir otoriter güç oluşunca, onun oluşturacağı bürokrasi çarkı, lord, dük, düşes, kont, ağa, efendi gibi asil soylu olduğuna inanılan kişilerce dolar ve günümüzde de hala devam eden hanedanlıklar ortaya çıkar.

Asalet kavramı bu şekilde ortaya çıkar. Tanrının kendilerini toplumları sevk ve idare etmek için yarattığı, diğer adi soyluların tanrılara (dolayısıyla tanrıların dünya temsilcisi olan kendilerine) hizmet etmek için çamurdan yaratıldıkları gibi Sümer tableti yazıtları bu görüşleri doğrularlar.

Asil soylu olduğunu iddia eden bu efendiler Zümresi bir enerji kaynakları olmadığını bilirler. Bu zorluğu aşmak için olsa gerek, doğadaki her şeyin yaratıcısının varlıkların dışında (gökte) bulunan bir doğa-dışı (veya üstü) -güç (DÜG) sistemi olduğu, dolayısıyla dünyadaki her şeyin sahipliğinin de bu yaratıcıya ait olduğu şeklinde bir yaratılış görüşü ortaya atarlar. Yaratıcının dünyadaki temsilcileri olarak da, sahip oldukları ülkedeki her şeyin sahipliği tepedeki bu efendilere ait olmuş olur. Bu nedenle yaşam ortamları paylaşılıp-sahiplenmeye başlanır ve dünyadaki sömürücülüğün tohumları 5 bin yıl önceleri atılmış olur.

9.2.    Kutsallık anlayışı efendi-uşak sistemi oluşturur

 Kutsal Kitap-geleneğine götürür.

5 bin yıl önceleri ortaya çıkan Kutsal krallıklar ve daha sonraki -3 500 yıldan sonra- ortaya çıkan Kutsal Kitaplı dinler bu şekilde doğmuşlardır.

Toplumun tepesinde Kral gibi bir otoriter güç oluşunca, onun oluşturacağı bürokrasi çarkı, lord, dük, düşes, kont, ağa, efendi gibi asil soylu olduğuna inanılan kişilerce dolar ve günümüzde de hala devam eden hanedanlıklar ortaya çıkar.

Basra-Hürmüz-Ovası ucundaki Atlas-Gölünde yaşayan Sümerler ise, 15bin ile 7bin yılları arasında, denizle kaplanan Körfezde, bir adadan diğerine göçerek 5 ada değiştirip, Basra yöresine gelebilmişlerdir. Sümerler ortak yaşamlı değil, tepeden yönetimli kutsal krallıklı toplumsal hayat sistemini kabul etmişlerdir.

 


Şekil 33: Kutsallık anlayışı, toplumların otoriter sistemlerce yönetilmesine yol açmış ve tüm topmlumsal sorunalrın kaynağını oluşturmuştur.

Kutsallık temeline dayalı toplum yönetimi 5500 yıl önceleri Sümerler tarafından oluşturulur ve toplum yönetiminin “Krallık Gökten İndikten Sonra …” şeklinde ifade edilen bir görüşe uyularak, kendilerine göksel mesajlar geldiğine inanılan kutsal krallıklarca yürütülmesi hayata geçirilir. Yani belli insanlara “kutsal kitap” gönderilerek toplum yönetme hakkı ve bilgisi verilir. Asil soylu olduğunu iddia eden bu efendiler Zümresi doğadaki her şeyin yaratıcısının varlıkların dışında (gökte) bulunan bir doğa-üstü-güç (DÜG) sistemi olduğu, dolayısıyla dünyadaki her şeyin sahipliğinin de bu yaratıcıya ait olduğu şeklinde bir yaratılış görüşü ortaya atarlar. Tepedekiler parayla kiralık askerler tutarak mülkünü koruyacak ve genişletecek bir ordu oluşturur.  Bu nedenle yaşam ortamları paylaşılıp-sahiplenmeye başlanır ve dünyadaki sömürücülüğün tohumları 5 bin yıl önceleri atılmış olur.

Kutsallık görüşüne dayalı toplumsal yönetim sisteminin insanlığın kültürel gelişimini derinden etkilediği insanlığın kültürel gelişim grafiğinde net olarak görülmektedir. Şekilde görüldüğü üzere, insanlık 40-50 bin yıl önceleri üstel fonksiyonlu gelişimin patlama noktası başlangıcına ulaşmış ve çok hızlı bir zihinsel gelişim evresine girmiştir. Ama 4-5 bin yıl öncelerine denk gelen (K) noktasında bu hızlı yükseliş aniden durmuş ve yavaş gelişen bir evre başlamıştır. “Zombi-güzergahı” olarak adlandırılan bu yavaşlama insanların mantıksal sisteminde bir bozulma olduğu anlamına gelir. Üç asır öncelerine denk gelen (R) noktasına gelindiğinde tekrar bir çatallanma görülür: Bir kısım uluslar daha hızlı gelişme içine girerlerken, diğerleri yavaşlamış güzergahta kalmışlardır. Daha hızlı gelişme içine giren ulusların rönesans ve reform yaparak orta-çağ zihniyetinden kurtulmaları sayesinde daha iyi bir gelişme içinde oldukları tarihsel gelişimlerden bilinmektedir. 


Şekil 34: İnsanlığın kültürel gelişim grafiği, ne zaman doğru yoldan yanlış bir yola sapıldığını net bir şekilde göstermektedir.

Kutsallık görüşlü yaşam sistemi doğadaki kuantizasyonlu büyüme sisteminin tam tersi olduğundan insanlığa çok zararlı olmuş ve anlaşma-uzlaşmaya değil, savaşma-yok etmeyi ön plana alan emperyalizme götürmüştür.

9.3.    Asil-soyluluk, Irkçılığa yol açar ve asil soyluluğa dayanan Bozkır-Göçebe-yöneticileri istilacılığa başlarlar 

Asil soy diye bir şey yoktur, çünkü her insan farklı bir yetenekle donatılır. Her insan aynı olsaydı, binlerce farklı meslek nasıl yürütülürdü?

9.3.1.            Hint-Avrupa veya İndo-German dil grubunun ortaya çıkışı ve eski kültürleri istila etmeleri

Avrasya bozkırı, Karadeniz’in kuzeyinden (Ukrayna’dan) başlar ve Kazakistan’ın doğusuna kadar uzanan çok geniş bir bölgeyi kapsayan devasa bir düzlüktür. Kuzey bölgesinde bulunduğundan iklimi serttir, yağış azdır. Bu nedenle çayır ve bodur bitkiler egemen bitki örtüsüdür. Bu tür bitki örtülü alanda da ona uygun hayvan topluluğu yaşar. Dolayısıyla insanların geçim kaynağı hayvancılık ağırlıklı olmuştur. Atlar bu bölgede yaşayan hayvanlar arasındadır ve yaklaşık 5500 yıl önceleri evcilleştirilmiştir.

Tunç devri başında at gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı hayvanın evcilleştirilmesi, toplumlar arası ilişkileri çok hızlandırır. At gibi hızlı bir hayvanın evcilleştirilmesi tunç gibi çok sert ve dayanıklı maddenin yaşama girmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur. Bu kolaylaştırma özellikle askerlerin yiyecek-giyecek-yatacak gibi çok gerekli ve karşılanması zor konularda muazzam olanak sağlamasıyla ilgilidir. Atın eti ve sütü yiyecek ihtiyacını, atın çektiği bir araba giyecek ve çadır gibi konaklama gereksinimini karşılamaktadır. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumlar muazzam bir fark yaratırlar.

Mezopotamya, Anadolu gibi bölgelerde yaşayanlar genelde sürekli yerleşik bir toplum hayatı sürdürürken, Karadeniz kuzeyindeki ve Orta-Asya’daki steplere genelde göçebe hayatı daha yaygındır. Göçebe hayatında at en önemli unsurdur, çünkü yer değiştirmede çok kolaylık sağlar. Dolayısıyla kuzeyin steplerinde yaşayan toplumlar savaş tekniğinde daha avantajlıdırlar.

Tunç gibi sert ve dayanıklı maddenin keşfiyle zırh-mızrak gibi güçlü silahların ortaya çıkışı ve at gibi hızlı koşan ve ağır yük taşımaya uygun havanın evcilleştirilmesi dünyadaki dengeler hızla değişmeye başlar.

Yaklaşık 5 bin yıl öncelerine kadar Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da etkili ve egemen olmuştur. Ama 5300 yılından sonra bu bölgelerdeki dengeler değişmeye başlar.

Çünkü:

Önceki bir bölümde gösterildiği üzere, 5-6 bin yıl önceleri, Avrasya bölgesinde “iç-deniz” sistemlerinin kuruması nedeniyle kuraklık başlamıştır. Kuraklık nedeniyle yaşam sistemleri bozulan halk, yaşayacak yeni bölgelere göçmek isterler ve bunun için de iki önemli avantajları vardır.

Birincisi at gibi çok güçlü ve hızlı bir hayvanı evcilleştirmişlerdir, komşu ülkelerde ise At değil, sadece eşek ve sığır vardır. Bu durum onlara çok büyük bir avantaj sağlamaktadır.

Diğer önemli faktör, Sümerlerin devlet denilen ve tepedeki kutsal-asil soylu olduğuna inanılan kişilerce sahiplenilip-yönetilme sistemini hayata geçirmeleri olmuştur. Bu sistem, devlet yöneticilerinin çok zenginleşmelerinin yolunu açmış, zenginleşen yöneticiler parayla silahlı ordular oluşturarak, savaş güçlerini muazzam geliştirmişlerdir.

Sümerler asalete dayalı tepeden yönetilen ve sahiplenilen Devlet sistemini ortaya çıkarırlar. Bu sistem dünyanın parsellenip sahiplenmesi anlamına da gelir. Asil soyluluk liderleri megalomanyak yapar ve güçsüz çiftçilerin ülkelerinin yağmalanması ve sahiplenilmesi dönemi başlar. Bu dönemin Hint-Avrupa dilli Yamnaya göçebelerinde başlaması, at gibi çok hızlı bir hayvanın bu bozkırlarda evcilleştirilip, asil soylu efendilerin hizmetkârı olduğuna inanan bölge halkını güçlü duruma getirmiştir. Ve ganimetçiliğe dayalı devlet oluşumları ve sürekli savaşan bir dünya hayatı bu şekilde başlatılmış olur.

Sümerlerin doğa ve dünyanın gökteki insansı tanrılarca oluşturulup yönetildiği görüşü Bölüm 12.5’te anlatılmıştı. Bu görüş taa 5 500 yıldan beri okullarda ders olarak okutulmaya ve insanların bilinç-altına işlenmeye başlanır. İlk yazıyı da bulan Sümerlerin bu okul sistemi dünyada hızla yayılır ve DEVLET denilen krallarca sahiplenilip-yönetilen sistem ortaya çıkar.


Şekil 21: Otoriter kutsal krallarca yönlendirilen İndo-german dilli Yamnaya göçebelerinin Avrupa ve Asya'daki Atlantis kültürlü toplumları istila etmeleri.

Kutsallık postuna bürünen Kral tüm devletin sahibi olarak görülür. Sahiplik hem vatan toprağını kapsar, hem de tüm halk efendinin kulu olarak görülür. Efendinin mülkündeki her işi halk yapar ve kazancının çoğunu efendisine verir. Kendisine sadece boğaz tokluğuna yetecek kadar ürün kalır. Halkın ürettikleriyle zenginleşen EFENDİLER paralı askerler tutarak, zenginliklerini daha da artırmaya koyulurlar ve zayıf gördükleri komşu ülkelerle savaşmaya başlarlar. Bu tür savaşlar hem Sümerlerin kendi kent devletleri arasında, hem de komşu toplumlar arasında yaygınlaşır.

Kutsal krallık görüşü Sümer Ülkesi Mezopotamya’dan Kafkaslar üzerinden kuzeydeki Ukrayna-Kazakistan arası Avrasya stepleri halklarına da yayılır. Yamnaya Göçebeleri denilen bu toplumların köken olarak Atlantis ovasından göçen ve 6-7 bin yıl önceleri Anadolu üzerinden gelen insanlardan oluştukları genetik haplogrub analizleri sonuçlarından anlaşılmaktadır Narasimhan et al. 2019,  Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003, Bouckaert, et al. D. 2012. Bu araştırmalar Yamnaya Göçebelerinin İndo-German (veya Hint-Avrupa) olarak adlandırılan yeni bir dil grubu oluşturduklarını da ortaya koymuştur.


Şekil 22İndo-german dilli Yamnaya Göçebelerinin ATLANTİS ovalı çitçilerin ülkelerini istila etmeleri

İndo-German dilli Yamnaya Göçebe grubu kralları, yörelerine özgü AT gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı bir hayvanla desteklenen ordularıyla Avrupa ve Asya’daki çiftçilikle uğraşan krallıksız (yani orduları olmayan) toplumları istila etmeye ve sömürgeciliğe başlarlar.

Şimdi bu istilaların bazılarını başlıklar olarak gösterelim.

Birinci Örnek Tollense-ırmağı-savaşı

İkinci Örnek: VİNÇA KÜLTÜRÜNÜN YOK EDİLMESİ

Üçüncü Örnek: Hititlerin Anadolu’ya saldırmaları

Dördüncü örnek: Yunan istilası

Beşinci örnek: Pers (Fars) istilası

Yukarıdaki istila örnekleri konusunda ayrıntılı bilgiler ayrıntılı veriler şu adresteki dosyadadır:

https://tanriyianlamak.blogspot.com/2023/07/ek-dosyalar.html

 

(Bu konu ülkemizdeki etnik gruplaştırmalar açısından önemli olduğundan şu kısa bilgiyi vermek gerekir: Genetik haplogrub araştırmaları Kürtlerin sonradan fars kültürü etkisi altına girdiklerini göstermektedir. Bak. (Hennerbichler, F. 2012: The Origin of KurdsAdvances in Anthropology 2012. Vol.2, No.2, 64-79) Yani Kürtlerin Atlantis Ovasından gelen dolayısıyla eskiden aglütine bir dil konuşan kavim oldukları, sonradan Pers kültürü etkisi altına girdikleri haplogrub analizlerinden anlaşılmaktadır. Bu nedenle tarihsel olarak Türkler ve Kürtler aglütine dilli kardeş toplumlardır.)

Altıncı vs. örnekler:

 Avrupalıların en son talan ve istilacılığı Amerika’nın yerli halklarının soykırıma uğratılmasında yaşanmıştır.

Amerika’ya ilk insanlar buzul devrinin sonlarında, yani yaklaşık 20 bin yıl önceleri ulaşabilmişlerdir. Bu ilk insanlar Kuzey Amerika’dan başlayıp, Güney Amerika’ya kadar yayılmışlardır.

İklimsel koşullar insanların nerelerde az, nerelerde çok olarak gelişeceklerini belirleyen en temel faktördür. Bu nedenle Kuzey- Orta ve Güney- Amerika’da farklı toplumsal hayat sistemleri oluşmuştur. Kuzey Amerika daha soğuk olduğu için kentleşmeye varacak kadar bir gelişme olmamış, kabileler şeklinde farklı kızıl-derili-kabileleri oluşmuştur. Orta ve Güney-Amerika ise daha ılıman ve sıcak bölgeler olduğundan kentleşmeler ortaya çıkmış, devletler kurulmuştur.

Orta Amerika’da Maya-Aztek uygarlığı, Güney Amerika’da İnka uygarlığı bunun tipik örnekleridir. Tüm bu uygarlıkları oluşturan insanların konuştukları dillerin hepsi Türkçe gibi aglütine (eklentili) dillerdir. Çünkü hepsi 70 bin yıl önceleri Doğu Afrika’da ortaya çıkan modern insanların soyundan gelmekteydiler ve o insanlar Doğu-Afrika’da hala aglütine bir dil konuşuyorlar.

Maya uygarlığı 3 bin yıl önceleri oluşmaya başlamış ve yerini Aztek uygarlığı almıştır. İnka uygarlığı da yaklaşık 3 bin yıl önceleri ortaya çıkmıştır. Gelişmiş kentler ve devletler kuran bu uygarlıklar, Kolomb’un 1492de Amerika kıtasını keşfinden sonra, Avrupalıların talan ve istilacılığına kurban gitmişlerdir. İspanyollar (ve portekizler) Güney ve Orta Amerika bölgelerini, İngilizler (ve fransızlar) Kuzey Amerika’yı tamamen istila edip, yerli halkı yok etmişler ve kendi halklarının o bölgelere yerleşmelerini sağlayarak, insanlık tarihinin en büyük soykırımını gerçekleştirmişlerdir. 

 

 

 

10.             Toplumsal yaşamı başlatan insanlar acaba hangi dili konuşuyorlardı?

Şimdi toplumların kökenlerinin belirlenmesinde önemli kriterlerden birini “konuşulan dil” konusunu ele alarak insanlık tarihine bakalım.

10.1.                 İnsanlığın geçmişinin tasarlanmasında konuştuğu dil en önemli kriterlerden biridir.

İnsanlığın doğuş ortamındaki konuşulan dil bu nedenle başlangıç noktası oluşturacaktır.



Şekil 23: Modern insanın doğduğu yerde aglütine bir dil konuşulmaktadır.

Haritada gösterildiği üzere, günümüzde bu bölgede Bantu dil grubuna ait diller konuşulmaktadır. Bunlardan biri de Swahili dilidir. Swahili dili de, tüm diğer Bantu dilleri gibi, eklentili (aglütine) dillerdendir ve özellikleri aşağıda sunulacaktır.

Örnek olarak aşağıdaki tabloda aglütine = eklentili dillerden Swahili ve Türkçe’nin benzerliği görünürken, İngilizce dilinin ne kadar farklı olduğu gösterilmiştir. 


İnsanların konuştukları dillerde sözcükler zamanla değişir ama dilin genel yapısı pek değişmez. 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanların atalarının, Türkçe gibi aglütine dil dediğimiz bir dil konuştukları anlaşılmaktadır.

Günümüz dünyasında konuşulan diller (S)Subject = özne, (O)Object = nesne, (V) Verb = yüklem ilişkilerine göre sınıflandırıldığında iki temel grubun egemen olduğu görülür. SOV-grubu %45 ve SVO-grubu %42 ile en yaygın gruplardır.

Eklentili (aglütine) dillerde SOV sıralaması vardır, yani önce özne (Subject), sonra nesne (Object), ve en son yüklem (Verb) gelir. Eklentili dillerle İndogerman diller arasındaki fark en basit şekliyle “Otel+de+ki+ler+den+sin” sözcüğünde görülür. “Otel” sözcüğüne çeşitli ekler eklenerek, farklı anlamlar elde edilir. İndogerman dillerde ise her farklı anlam için özel bir sözcük kullanılır: “You are one of the persons from the hotel”. Yüklem konumu da çok farklıdır.

Bu özellik eklenmeler şeklinde yapılarak bütünleşmiş – birleşik bir yapı oluşturulduğundan “aglütine = eklentili” terimiyle tanımlanmıştır. Diğer dil grubu ise indo-german veya Hint-Avrupa dil grubudur ve o dil grubu bütünleşmeli-eklentili değil, parçalanmalıdır. Yani eskiden kullanılan bir dil yapısı parçalara ayrılarak yeni bir dil grubu oluşturulmuştur. Bu dil grubunun eskiden eklentili bir dil grubundan türetildiği Bouckaert et al. 2012 ve   Gray & Atkinson  2003 araştırmalarında gösterilmiştir.

İnsanların konuştukları dillerde sözcükler zamanla değişir, ama dilin genel yapısı pek değişmez. 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanların atalarının, türkçe gibi aglütine dil dediğimiz bir dil konuştukları anlaşılmaktadır.

Şimdi bu iki dil grubunu kıyaslayalım:



Şimdi de Japonya gibi çok uzak bir Asya bölgesinde yaşayanların dili ile Türkçe’nin benzer yapılı ve eklentili dillerin dünyada ne kadar yayılımlı olduğunu gösterelim:

Örneğin sözcük sırası neredeyse aynıdır.


Dilbilgisi de Türkçeye biraz benzer. Her ikisi de aglütine dil olduğundan, aynı mantığı paylaşırlar.

Türkçe gibi aglütine (eklentili) dillerin mi, Hint-Avrupa dil grubuna ait İngilizce, Almanca, Rusça gibi dillerin mi kökünün daha eskiye dayandığı hep tartışma konusu olmuştur. İnsanlığın ortaya çıkış yeri Afrika olduğundan, Afrika’ya yakın bir ara konum aranıyordu. Bu konum ise ATLANTİS kültürünün geliştiği yer olan Basra-Hürmüz ovasıdır, ve Atlantis’liler aglütine (yani eklentili) bir dile sahiptiler. Atlantis kültürünün Basra-Hürmüz-Ovasında gelişmiş olduğu hala yaygınlaşmadığından söz konusu tartışma da hala sürmektedir.

Türklerin Anavatanın Atlantis ovası olduğu bilinmediğinden Orta-Asya olarak kabul ediliyordu. Afrika ile yakın bir ilişki kurulamamaktaydı. Bu nedenle Avrupalılar dillerinin Hindistan’daki Sanskritce ile ilişkili olduğunu savunarak, Hint-Avrupa dil grubu diye bir kavram ortaya atarlar.

10.2.                 Hint-Avrupa dili kavramın orta çıkışı

Avrasya bozkırı, Karadeniz’in kuzeyinden (Ukrayna’dan) başlar ve Kazakistan’ı doğusuna kadar uzanan çok geniş bir bölgeyi kapsayan devasa bir düzlüktür. Kuzey bölgesinde bulunduğundan iklimi serttir, yağış azdır. Çayır ve bodur bitkiler egemen bitki örtüsüdür. Bu tür bitki örtülü alanda da ona uygun hayvan topluluğu yaşar. Dolayısıyla insanların geçim kaynağı hayvancılığa dayalı olmuştur.

 5500 yıl önceleri At gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı hayvan bu bölgede evcilleştirilmiştir. Yine bu dönemde çok dayanıklı ve sert TUNÇ keşfedilmiştir. Atın evcilleştirilmesi tunç gibi çok sert ve dayanıklı maddenin yaşama girmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur. Bu kolaylaştırma özellikle askerlerin yiyecek-giyecek-yatacak gibi çok gerekli ve karşılanması zor konularda olanak sağlamasıyla ilgilidir. Atın eti ve sütü yiyecek ihtiyacını, atın çektiği bir araba giyecek ve çadır gibi konaklama gereksinimini karşılamaktadır. Karadeniz kuzeyindeki Avrasya steplerinde göçebe hayatı yaygındır.  At-kültürüne dayalı göçebe toplumlar savaşçı olmuşlardır.

Toplum hayatı iş-ve-meslek mensupları arası ortaklığa dayalıdır ve yönetim-yönlendirme sistemi tabanı oluşturan halk kesiminde olmalıdır. Halbuki Sümerler toplumların kutsal ruhlu özel insanlarca yönetilmeleri gerektiğine dair bir inanç sistemi ortaya koymuşlardır.  Bu inanç 5 küsur bin yıldan itibaren toplumlar arasında yayılmaya başlar.

Krallıkların ilahi sistemden kökenlendiğine inandırılan halk, kazandıklarının çoğunu onlara vererek onları mutlak bir güç sahibi yapmışlardır. Ellerindeki bu muazzam güçle paralı askerler ve korumalar tutan bu sınıf, at gibi çok hızlı hareket saldırı ve savaş yeteneğine de kavuşunca, güçlerini daha da artırmak için istila savaşlarına başlarlar.

Hint-Avrupa dilli kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri 5 bin yıl önceleri başlar.

Kuzeydekiler özel yetiştirilmiş paralı askerler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler eşeklerin çektiği arabalarla işlerini görebilirler. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya göçebeleri yağmacılığı oluşturulur.

Biz Anadolular için batımız ve doğumuzun hangi indo-german dilli kavimlerin istilasına uğradığını bilmemiz gerekir.

Türklerin Anavatanın Atlantis ovası olduğu bilinmediğinden Orta-Asya olarak kabul ediliyordu. Afrika ile yakın bir ilişki kurulamamaktaydı. Bu nedenle Avrupalılar dillerinin Hindistan’daki Sanskritce ile ilişkili olduğunu savunarak, Hint-Avrupa dil grubu diye bir kavram ortaya atarlar.

Sir William Jones adlı bir İngiliz dil-bilimci, Latince, Yunanca, Arapça, Farsça yanı sıra Sanskritçe de öğrenir. Kraliyet cemiyetine -Royal Society’ye üye olan Jones, cemiyetin üçüncü yıllık toplantısında (1786) şunları söyler:

Sanscrit dilinin geçmişi ne olursa olsun, harika bir yapısı var. Yunancadan daha mükemmel, Latinceden daha zarif. …..”

Böylelikle Hint-Avrupa dil grubunun temeli atılmış olur.

Hint-Avrupa veya indo-german dil grubu oluşturulunca, bu dil grubu mensuplarının özel yaratılmış veya seçilmiş ırk olduğu yönünde girişimler başlar ve Sanskritcede “onurlu, saygın, asil” anlamına gelen “ārya” sözcüğüne atfen “aryan ırkı” kavramı ortaya atılır.

Avrupa toplumlarının dilinin 5-6 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarda yaşayan göçebe toplumlarca oluşturulduğu, o dili oluşturanların dillerinin ise Anadolu’daki çiftçilerin konuştukları dilden kökenlendiği şu arkeolojik, linguistik ve genetik haplogrub analizleri araştırmalarıyla saptanmıştır: 

Sahakyan, H. et al 2017,

Shinde et al 2019,

Narasimhan et al  2019,

Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003,

Bouckaert et al. 2012.

 

11.               İnsanlığın Dünyaya Yayılması

Homo erectus’un Asya ve Avrupa’da yaklaşık 1.9 milyon yıllara tarihlenen fosilleri bulunduğuna göre, yaklaşık 2 milyon yıl önceleri bu kıtalara ulaşmış olmalıdır.

Homo sapiens neanderthalensis ve Homo sapiens altayensis yaklaşık 3-4 yüz bin yıldan beri Asya ve Avrupa’da görülmektedir.

Avusturalya ve Amerika’ya ise sadece modern insan olarak tanımlanan Homo sapiens sapiens ulaşabilmiştir. Homo sapiens sapiens’in dünyanın farklı yerlerine ne zaman ulaştığı aşağıdaki haritada gösterilmiştir.

11.1.                 Homo Sapiens sapiens’in yayılması


Şekil 24:  70 bin yıl önceleri Doğu Afrika’da ortaya çıkan modern insan ataları şekilde gösterilen güzergâhlar boyunca dünyaya yayılmışlardır.

Amerika’ya geçişin Bering Boğazı üzerinden olduğu düşünülmektedir; çünkü yukarıda verilen buzul devri coğrafya haritasında görüldüğü üzere, Bering boğazı buzul devri süresince kara halindedir, çünkü 90 metreden daha sığ bir deniz suyu altındadır. Ama Amerika’ya geçen insanlar, deniz yolu taşımacılığı ile de, Pasifik Okyanusu kıyısı boyunca ilerleyerek de ulaşmış olabilirler.

Buzul devrinin sona ermesiyle Kuzey yarı küre üzerindeki 2.5 km kalınlığındaki buzul örtüsü ergimeye ve ergiyen sular okyanuslardaki su düzeyini tekrar yükseltmeye başlar. Buzulların ergimesi yaklaşık 7-8 bin yıl sürer.

Sivilizasyon = uygarlaşma, insanların zor bir durumda kalmaları durumunda, bu zorlukla nasıl başa çıkacağı konusundaki arayışlarının sonucudur ve dinamik sistemler fiziği ilkeleri uyarınca, karşılıklı uzlaşmalarla bir üst-sistem oluşturularak çözülür. Yaşadıkları ortamın gittikçe denize gömülmesi nedeniyle, daha dar bir alanda yaşamaya zorlanan insanlar da, uzlaşarak ilk toplumsallaşmayı = sivilizasyonu başlatmışlardır. Deniz düzeyi yükselmesi sadece Basra-Hürmüz arasında değil, diğer tüm dünyada da olmuştur. Örneğin Avusturalya ile Asya arasının büyük kısmı, buzul devrinde karaya dönüşmüş ve bu iki kıta neredeyse birbirleriyle birleşmiştir. Buzul devri sona erince, deniz çekilmesi sonucu karaya dönüşen bu yöreler, tekrar denizle kaplanmaya başlar. Derinliklerine göre binlerce yıl süren bir süreçte tekrar denizle kaplanırlar.

11.2.                 Atlantis-Ovalıların Göçleri

Buzul devri sona erince, yaşadıkları ortamın denizle kaplanması sonucu göçe mecbur kalan Atlantis-Ovalılar Nerelere göç etmiş olabilirler?

Yanıtı çok açık: Buzul devrinin sona ermesi, Atlantis Ovasını yaşanılmaz yaparken, Anadolu- Avrupa-Asya gibi önceleri yaşanılmaz olan yerleri de yaşanılır ortama dönüştürür. Daha önceleri çok ama çok seyrek yaşam noktaları bulunan bu yerler Atlantis ovalıların yeni vatanları olur.

Homo sapiens sapiens’in doğduğu bölgede konuşulan dil eklentili (aglütine) olduğundan, onların yerleşip geliştikleri ilk ortam olan (Basra-Hürmüz) = Atlantis-Ovalıların dili de eklentili olmalıdır. Bu görüşü destekleyen veriler ise, bu ovadan göçerek çevre bölgelere yerleşmiş toplumların (Sümerler, Türkler, Azeriler, vs.) dillerinin “eklentili” olmasıdır. Nitekim daha doğuda da konuşulan dil Sanskritçe de eklentilidir. Hatta Amerika’nın yerli kabilelerinin konuştukları diller de eklentilidir. Yani insanlığın konuştuğu ilk dil kesinlikle eklentilidir. Günümüzde yaygın olarak konuşulan 2. Dil grubu olan Avrupa dilleri ise 5-6 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkır ortamlarında oluşturulmuş yeni bir dil grubudur. Bu nedenle buna artık Hint-Avrupa dilleri denemez, çünkü Sanskritçe eklentilidir ve Avrupa dilleriyle bağlantısının olmadığı önceki bölümde gösterilmiştir.



Şekil 25: Atlantis ovasından göçerek dünyaya yayılan toplumların dilleri eskiden hep aynı dil grubundandı.

Atlantis Ovasında yaşayan insanlar 14 bin yıl öncesinden başlayarak 7 bin yıl öncesine kadar sürekli göçe mecbur kalmışlardır. Bu göçen insanların konuştukları dil ise kesinlikle eklentili olmalıdır.

Eskiden insanlar genellikle ırmak vadileri veyahut deniz kıyıları boyunca yolculuk yapmışlardır. Bunun temel nedeni, kaybolma korkusudur. Atlantis ovasının kuzeyi çok yüksek bir sıra dağ kuşağıyla çevrili olduğundan hem aşılması çok zordur, hem üzerinde hala kar ve buz örtüsü vardır, hem de kaybolma olasılığı fazladır. Bu nedenle Atlantis Ovalılar şu üç güzergâh boyunca göçmüşlerdir:

Güzergâh deniz kıyıları boyunca, Hindistan yönünde doğuya ve Kızıl-deniz boyunca Mısır yönüne olmuştur. Bu göç yolunu seçenlerden doğuya gidenler İndus vadisi ve dravidian kültürüyle harmanlanır. Kızıl-deniz yönünde gidenler Eski Mısır kültürü oluşumunun öncüleri olurlar.

Güzergâh Dicle-Fırat ırmakları boyunca kuzey-batı yönünde olmuştur. Anadolu ve Avrupa toplumları oluşumuna yol açacak olan Dicle-Fırat vadisi boyunca kuzey-batıya göçenler aşağıda ayrı bir bölümde ele alınacaktır.

Güzergâh ise Zagros dağlarının bittiği Bender Abbas yanındaki vadi boyunca kuzeye doğru Orta-Asya’ya göçmektir.

Zagros dağlarının bittiği noktadan kuzeye gidenler İran platosu üzerinde hala günümüzde İran’da yaşayan Kaşkaylar, Afşarlar, Halaçlar, Horasanlar gibi Türki diller konuşan topluluklardır ve o yörelerin ilk sakinleridir. Bunların bir kolu kuzey-batıya gider ve Azerileri oluşturur. Diğer bir kısmı ise Orta-Asya’ya doğru devam eder ve Orta-Asya Türklerini oluştururlar. Yani Farsça denilen ve Hint-Avrupa dil grubuna ait bir dil konuşan kavim İran’a çok sonradan gelmiştir (Narasimhan et al 2019). Bu konu daha sonraki bir bölümde ele alınacaktır.

Atlantis ovalılar 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında sürekli göçe maruz kalmışlardır, çünkü Basra Körfezinin dolması bu kadar sürmüştür. Ve 6-7 bin yıl önceleri de Sümerler denilen -çevredeki diğer kavimlere göre çok gelişmiş bir uygarlık düzeyinde oldukları belirtilen- bir kavim Basra çevresine çıkar. Bu kavim daha sonra ortaya koydukları çivi-yazılı tabletlerde “denizden iki ırmak yöresine geldiklerini” yazar (Ceram 1972).

Anlaşılacağı üzere, Sümer denilen kavim, Basra körfezi tamamen dolana kadar Atlantis ovası üzerindeki tümseklerde yaşayarak hayatlarını sürdürmüşlerdir. Ama düz ovada yaşayanların çoğu ovayı çok daha önceleri terk edip başka yörelere göçmek zorunda kalmıştır. (Göbekli tepeliler, Çatalhöyüklüler, Azeriler, vs.)

Atlantis Ovalıların nerelere göçtükleri sunulan haritada gösterilmiştir. Göçlerin bu güzergâhlarda olduğunun kanıtını, günümüz toplumlarının konuştukları dillerin analizleri ve genetik haplogrub analizleri sonuçları vermektedir.

Atlantis-Ovalılarca Anadolu ve Avrupa’nın yerleşime açılmaları

Günümüzde Anadolu’nun ilk halkının Yunanlılar olduğu şeklinde çok yanlış bir görüş vardır. Bu tam bir bilgisizlik sonucudur. Çünkü hem Anadolu’nun, hem Trakya’nın, hem de tüm Ege bölgesi ve Balkanların ilk yerli halkı Türkçe gibi aglütine dilli Atlantis-Ovalılardır ve 12 bin yıl öncesinden başlayarak 7-8 bin yıl öncelerine kadar bu bölgelere yerleşmişlerdir. Yunan denilen kavim ise kuzeydeki Yamnaya-Göçebelerinden oluşan ve 3600 yıl önceleri Ukrayna bölgesinden gelerek güneydeki yerli kavimlerin tepesine çöken istilacı bir toplumdur. Bu tarihsel gerçekler bundan sonraki bölümlerde açıklanacaktır. Geçmişimizi-tarihimizi bilmek çok önemlidir. Bu tarihsel gerçekleri okullarda öğretmezsek, çocuklarımız ülkelerini nasıl sahiplenip-savunacaklar?

Atlantis Ovasından kaçmak zorunda olan insanların ilk yerleştikleri bölgeler Bereketli Hilal bölgesi ve Anadolu olur. Türkmen ve Yörükler ilk kavimler olurlar. Dicle-Fırat vadileri boyunca kuzey-batıya kaçanlar, buzul devri boyunca yaşama elverişli olmayan Anadolu platosu gibi kuzey bölgelerinin ilk sakinleri olurlar.

11.3.                 Anadolu-çiftçileri nereden geldiler?

Son arkeolojik bulgular en eski toplumsallaşma noktalarının 12 bin yıl önceleri Göbekli Tepe, Karahan Tepe, Hallan Çemi gibi Güneydoğu Anadolu yörelerinde olduğunu göstermiştir. Bu noktalarda toplumsal yaşamı başlatan insanlar henüz tarım ve hayvancılığı keşfetmemişlerdi ama “yaşam ortaklığı” kavramına ulaşmışlardı. Ve bu yeteneğe de Basra-Hürmüz ovası üzerinde ulaşmışlardı. Çünkü devasa ovanın her tarafında yaşayabilmek için, çevresindeki insanları rakip olarak değil, ovanın her tarafına su kanalları yapılmasını gerçekleştirecek ortaklar olarak görme ve kabullenme bilgisine ulaşmışlardı. İlk toplumsal davranış böyle başlamıştır ve ilk başladığı yer de Basra-Hürmüz ovası, diğer bir tanımıyla Atlantis Ovasıdır.

Buzul devrinin sona ermesiyle, Atlantis Ovası tekrar denizle kaplanmaya başlayınca da insanlar ovayı terk ederek, yeni yaşam ortamları aramaya başlarlar.

Yeni yaşam ortamlarının başında da Anadolu gelmektedir, çünkü buzul-devri süresince kar ve buz altında bulunan Anadolu, kar ve buzların ergimeye başlamasıyla, yeni yaşam ortamlarına dönüşmüştür. Atlantis ovasındaki insanlar da bundan haberdardır, çünkü Anadolu merkezli çakmaktaşı ticareti yapanlar bu bilgileri onlara iletmektedirler.

Bu nedenle dünyada ilk toplumsallaşma, sunulan haritada gösterildiği üzere, Güney-doğu Anadolu’nun merkez olduğu Bereketli-Hilal denilen bir kuşakta 12 bin yıl önceleri başlatılır.



Şekil 26: Modern insan Avrupa'ya 8 bin ile 6 bin yıl önceleri arasında geçebilmiştir. Anadolu’ya ise 12 bin yıl önce ulaşmıştır.

Tüm Anadolu’nun yerleşime açılması 3 bin yıl sürer. Bu nedenle kuzey ve batı Anadolu’da ilk yerleşim noktaları yaklaşık 9 bin yıl önceleri oluşmaya başlar. Tüm Anadolu bu nedenle Atlantis-Ovalı göçmenlerin ilk vatanlarıdır, çünkü daha önce yaşadıkları yerler (Atlantis-Ovası) denizle kaplanmıştır, onlar da göçe mecbur kalmışlar ve daha önceleri karlarla kaplı bu bölgenin ilk sakinleri olmuşlardır. Anadolu toplumlarının çekirdeği böyle oluşmuştur.

Yani tarih kitaplarında Truva, Karya, HattiLuvia, Kapadokya, PamfilyaKlikya gibi adlarla anılan yerel toplumların hepsi Atlantis-Ovası göçmenleridir ve hepsinin konuştukları dil, Atlantis-ovalıların dili gibi aglütine =eklentili=eklenmelidir. 

Bunların bir kısmı, Trakya’ya geçip, Tuna nehri boyunca ilerleyip, Vinça kültürünü oluşturur. Trakya adının kökenini hiç sorguladınız mı? “Rusya = Rus yurdu” olduğuna göre, “Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir ve eski tarih kitaplarında o bölge öyle tanımlanır. “Türk, Turko” olarak tanınan eski kavimlerden başka “TRK” harfleri içeren hangi kavimler vardır? Bir düşünün bakalım.

 

11.4.                 Orta-Asya’da İç-Deniz Oluşması ve Türki dilli kavimlerin yerleşmeleri

Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Tiyenşan, Altay dağları tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 7 bin yıl öncelerine kadar devam eder.



Şekil 27: Orta Asya iç denizleri 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve 5-6 bin yıl önceleri tekrar kururlar.

 

Öyleyse Orta-Asya “iç-denizi” denilen eski göl(ler), sadece 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında oluşan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 12-13 bin yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir. Oysaki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük, deniz düzeyinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumadır.

Atlantis-Ovasından 12 bin yıl önceleri göç etmek zorunda kalan Türki dilli kavimlerin Orta-Asya’ya yerleşmeleri Orta-Asya’da bu “iç deniz” oluşması dönemine denk gelir.

6-7 bin yıl öncelerinden itibaren iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergiyip yok olması nedeniyle göle su akışı sona ermiştir. Oysaki buharlaşma düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonyalılar 4-5 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-bin beş yüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel Asya Türklerini oluştururlar.

Olayların gelişmesi böyle iken, bilgisizlik nedeniyle, yıllardır Türklerin Anavatanının Orta-Asya olduğu bilgisi öğretilmektedir. Bu yanlışlığın devamı olarak da, Türkçe ile Sümercenin yakın akraba olmaları nedeniyle, Sümerlerin Orta-Asya’dan Basra yöresine gelmiş olabilecekleri öne sürülmektedir. Yanlışlık Türklerin anavatanının Orta-Asya olduğu yanlışlığıdır. Türklerin de, Sümerlerin de anavatanları son buzul devrinde kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz Ovasıdır.

Orta Asya’da yeni oluşmaya başlayan bir “iç-deniz” (göl) çevresine yerleşmiş olan Türk boyları, Atlantis ovasından kuzeye doğru göçen bir topluluk olmalıdır. Nitekim Kaşkay, Afşar, Halaç, gibi Türkçe konuşan halklar hala İran’ın bu kesimlerinde yaşamaktadır. Bu durumda, Sümerler’le olan dil akrabalığı da anlamlı bir yoruma kavuşur.

Atlantisliler Atlantis-gölü üzerindeki batan adalarda yaşayan ilk kültürlü insanlar ise, onların devamı ancak, yazı, takvim, vs. gibi birçok kültürel gelişime imza atan Sümerler olmalıdır. Çünkü Sümerler çivi yazılı tabletlerinde, “denizden iki-ırmak vadisine geldiklerini” belirtmektedirler. Atlantisliler ise, denize gömülen bir adada yaşayan bir toplumdur. Dolayısıyla Sümerler Atlantislidir.

Anadolu’daki, 10-12 bin yıl önceleri oluşmaya başlayan uygarlıkların (Göbekli Tepe, Karahan Tepe, Çayönü, Çatalhöyük, vb.) açıklanması ancak böyle sağlanır. Hatırlarsak, buzul devri süresince, Anadolu, Kafkaslar, vs. çok soğuk olduğundan, oralarda insan yoğunluğu çok-çok azdır; sadece mağara gibi ortamlarda yaşanabilinmektedir. Buzul devri sona erince, bu bölgeler yaşama elverişli olmaya başlarlar ve Atlantis-Ovasından kaçan insanlar da buralarda yerleşerek ilk kasabaları oluşturmaya başlarlar.

Dolayısıyla Orta-Asya Türklerin anavatanı değil, bir ara-vatanıdır.

Günümüzde bu farklı dil gruplarının ne kadar varlıklarını koruyup-sürdürdüklerine bakarsak, Hint-Avrupa dillerinin egemen olduğu Avrupa’da Fince, Macarca, Baskça gibi aglütine (eklentili) dillerin varlıklarını hala sürdürdüklerini görürüz. Fransa’nın Bask toplumuna komşu olan güney bölgesinde Akitanya’da eskiden aglütine dil konuşulduğu bilinmektedir. Zaman içinde bu kültür tamamen asimile edilmiştir. Baskça ve Akitanca aglütine dillerdir.

Yani dünya genelinde oluşturulan ilk uygarlıklar aglütine = eklentili bir dil konuşan kavimlerce oluşturulmuşlardır. Günümüzde aglütine dil Türki dillerle devam etmektedir. Dolayısıyla yukarıda özetlendiği ve önerilen makalede gösterildiği gibi Türklerin ana vatanı Orta-Asya değil, Atlantis ovasıdır. Ve bizler denize gömülen o cennet-ülkeden göç ederek, İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya göçmüşüz. Oradaki “iç-denizin” kurumasıyla tekrar İran üzerinden (Atlantis ovası yok olduğundan) Anadolu’ya dönmüşüz.

Anadolu iki farklı zamanda yerleşen Türkler içerir. İlki 12 bin ile 7 bin yılları arasında Atlantis ovasını terk etmek zorunda olan Türklerdir (türkmenleryörükler)  HattilerHurrilerTraklar, vs.. Sonra gelenler ise, Orta-Asya’daki iç denizin kuruması nedeniyle tekrar göç ederek Anadolu’ya gelenlerdir (Selçuklular, Osmanlılar).

Türklerin anavatanın Orta-Asya olduğu hala ülkemizde egemen olan temel görüştür.

Orta-Asya’nın hem Türklerin hem uygarlığın gelişim bölgesi (ana vatanı) olduğunu savunanlar şu soruya mantıklı bir yanıt vermek zorundadırlar:

Uygarlığın başlangıcının Göbekli-Tepenin merkez olduğu Bereketli Hilal bölgesinde olduğu arkeolojik verilerle orta konmuştur. Orta Asya’da 10-12 bin yıl öncelerine ait HÖYÜK gibi binlerce kişinin yaşadığını gösteren arkeolojik bulgular olmadığına göre, neden Basra-Hürmüz-Ovasında gelişmiş olan uygarlığı (Atlantis) hala kabul etmeyip, insanlığı yanlış bilgilendirmeye devam ediyorlar?

 

        

12.             İslamiyetin doğuşu ve Türklerin Müslümanlığa nasıl zorlandıkları

Önceki bölümlerde evrenin oluşumundan başlayıp, dünyamızın oluşumuna, dünyamızdaki hayat sistemine ve bu hayat sistemi içinde insan denilen bilgi oluşturmayı en ön plana alan yaratıcı özellikli insanın gelişimine kadar olan tarihsel olayları doğa-bilimsel verilere dayanarak açıkladık. Tüm bu olay ve oluşumların rastgele olmadığını, bilgi oluşturularak varlıkların kimyasal bileşimlerinin ve fiziksel dokularının geliştirilmesiyle gerçekleştiğini de gördük. Doğada bir yapıcı-oluşturucu güç sistemi var olduğunu ve bu güç sisteminin “least amount of action” olarak tanımlanan en temel hareketlilik-canlılık-etkileşim başlatıcı KUANTUM ALEMİ olduğunu da gösterdik.

Özetle doğa ALT-DÜZEY - ÜST-DÜZEY yapılaşmalarından oluşmakta ve yapma erki hep ALT-DÜZEY öğelerde bulunmaktadır. En ALT-DÜZEY ise atom-altı-öğelerin oluşturdukları KUANTSAL ALEMdir. Ve KUANTLAR ALEMİ tamamen CANLIDIR, doğadaki canlılığın-hareketliliğin temeli kabul edilen RUHSALLIK kuantlarla başlamaktadır. KUANTLAR en ergonomik yapılara akmaktadır. Bu nedenle ALT-DÜZEY-VARLIKLAR karşılıklı etkileşimlerle yeni bilgiler oluşturarak daha gelişmiş ÜST-DÜZEY yapılar oluşturma yarışları içindedirler. Her DÜZEYde bireylerin hepsi birbirlerine bağımlılık içindedirler.

Yani yaratıcı olarak kabul edilen TANRI veya ALLAH kavramları, varlıkların içsel bileşenlerini oluşturan hücre-molekül-atom-kuant gibi gittikçe küçülen alt-düzey öğelerin oluşturdukları kuvvet-alanlarıdır. 

Durum böyle iken, yaklaşık 5 bin yıl önceleri Sümerler denilen bir kavim, “krallık gökten indikten sonra” gibi bir inanca dayanarak toplumların kutsal ruhlu krallıklarca yönetilmesi gerektiği görüşünü ortaya atıyor. Yani etkileyici kuvvet alanı sistemini varlıkların dışında-üstünde kabul ediyor. Yani bireyler birbirine bağımlı değil, tersine hepsi tepedeki birine bağımlı durumda. İşte bu durum doğal sistem işleyişine tam ters olduğundan, devlet gibi tepeden yönetilen sistemlerde hak-hukuk, eşitlik, adalet, vs. gerçekleşmez.

Böylelikle iki farklı yönetim ve yönlendirme sistemi ortaya çıkar.

Birincisi insanlığın on-binlerce yıllık geçmiş deneyimlerine dayanarak oluşturduğu ANİMİZM = CANLICILIK görüşüdür, ki yukarıda özetlenen RUHUN KUANTSALLIĞI bilimsel görüşüyle uyumludur. Buna DİNAMİK SİSTEM görüşü denir, çünkü tüm varlıkların canlı-bilgili-bilinçli olmasına ve herşeyin varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşmasına dayanır.

İkincisi KUTSALLIK görüşü olup, varlıkları cansız robotlar kabul edip, onların sevk ve idaresini TEPEDEKİ bir RAB veya EFENDİye bırakan STATİK SİSTEM görüşüdür.

5 bin yıl önceleri Sümerler zamanında yalnızca kent devletleri ve her kentin de bir koruyucu tanrısı vardı. Zaman geçtikçe kent devletleri arasındaki savaşlarla, bir kent devleti diğerlerini alt-ederek daha büyük bölgesel devletler oluşturdular. Akadlar, Asurlar, Elamlar, Hititler vb. böyle oluşur. Zaman geçtikçe bölgesel devletler arasında savaşlar olur ve İMPARATORLUK gibi daha büyük devletler ortaya çıkar. Büyük-İskender İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Bizans İmp., Osmanlı İmp. Vs.

Tüm bu devletler veya imparatorluklar KUTSAL (asil) soylu olduğuna inanılan tepedeki bir hanedanlığa bağlı olarak oluşturulmuşlardır. Devlet denilen sistemde, kutsal soylu hanedanlar -sadece kendi halkını değil- çevre toplumları da istila edip sömürerek bolluk-zenginlik içinde yaşarlar.   

Statik sistemli DEVLET anlayışı 4 bin yıldan beri tüm dünyada uygulanmıştır. Bu nedenle zenginliğe ulaşabilmek için, mevcut devletlere rakip yeni devletler ortaya çıkmıştır.

Örnek: “Allah” Semavi dinlerin atası kabul edilen İbrahim peygambere vahiyle “kendisinin onun tanrısı olduğunu ve onun soyunu çok bereketli kılacağını ve Kenan Ülkesi’ni ona ve soyuna verdiğini” söyler.

İlk kutsal kitaplarda TANRInın insanlara (daha doğrusu peygamberlere) nasıl göründüğü (teofani = theophany) hakkında yazılanlar, o zaman insanlarının yaratıcıyı nasıl tasarladıklarını göstermektedir.

Kutsal kitaplarda Tanrı yerine RAB sözcüğü kullanılır. İbranice kaynak metinde RAB yerine “JHWH” vardır. Sami dillerinde sesli harf kullanılmadığından bu 4 harf arasına sesli harfler yerleştirilince Yahweh sözcüğü oluşur ki, musevi inancının Tanrısının adı olur. İncil’de RAB sözcüğü yerine LORD sözcüğü kullanılır. Bu da kutsal kitaplardaki tanrı kavramının EFENDİ anlamında kullanıldığını gösterir.

JHWH'nin peygamberlere nasıl göründüğü araştırıldığında, “Benim, olanım, Ben benim” gibi sözlerle insana seslendiği ve kendisini tanımladığı görülmektedir. Yüzünü göstermeyen bir insan olarak peygamberlere görünür.

İbrahim peygamber örneğinde görüldüğü üzere, belli insanlara görünen ve o insanın soyunu koruyup-kollayan, onları zenginleştirmeyi vaat eden bir tanrı anlayışı söz konusudur. 

İbrahim Peygamber de Kenan ülkesine gelerek yerleşir. Çocukları ve torunları çoğalarak o toprakların sahibi olurlar ve İsrail-oğulları olarak bilinen Yahudi toplumu bu şekilde ortaya çıkar. Yani semavi dinlerin ALLAH’ı belirli bir kişinin ve onun soyunun Allah’ıdır. Onun için tüm peygamberler sami ırkından çıkmışlardır. 

O zamanlar tüm bu bölgeler Asur krallığına bağlıdır. Asurlularla kurulan yeni devletleri arasında savaşlar olur ve kuzey kesiminde bulunan İsrail krallığı MÖ.722’de yenilir ve halkı Babil’e sürülür.

Güneyde kalan Yahuda krallığı da MÖ.586 yılında Babil imparatorluğu zamanında yıkılarak halkı yine Babil’e sürgüne gönderilmiştir.


Şekil 28: İsrail-oğulları devletlerinin sürgüne gönderilmesi

Kenan Ülkesinden İsrailoğulları mensuplarının sürülmesinden sonra yörede dinsel inançlar şekillenmeye devam eder. Çünkü insan doğadaki yaratıcılık mekanizmasını anlamak ister. Hipnotik yetenekli İsa'nın yaptığı iyileştirmeler, mucizeler ve diğer tüm eylemler, onun Tanrı'nın Oğlu olarak görülmesinin yolunu açar. İsa: “Eğer Babamın işlerini yapmıyorsam, o halde bana inanmayın; ama onları yaparsam, bana inanmadığınız halde işlere inanın ki, Baba'nın bende olduğunu ve benim de Baba'da olduğumu bilesiniz ve anlayasınız" demiştir.

Böyle bir inanç sistemi yaklaşık 2000 yıl önceleri yine semitik ırktan bir peygamber (İsa) tarafından ortaya atılır ve 12 havarisiyle birlikte Hıristiyanlık dini yayılmaya başlanır. Oldukça hızlı yayılan Hıristiyanlık karşısında, Bizans imparatoru I. Konstantin 325 yılında Birinci İznik Konsili toplantısını düzenletir. Bu toplantıda “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” kutsal üçlemesi kabul görür ve ondan sonra Hıristiyanlık Bizans-Roma imparatorluğun resmi dini olarak kabul edilir.

Ve en son olarak yine semitik ırktan bir peygamber (Muhammed) çıkartılır. “Çıkartılır” yazmamın nedeni, kutsal kitap denilen kavramın, Sümerlerce ortaya atılmış olmasıdır. Sümerler “Krallık gökten indikten sonra” şeklinde bir toplumsal yönetim kabul etmişlerdir. Dikkat edin, “kral gökten inmiyor” krallık gökten iniyor. Kralların gökteki tanrıların temsilcileri olarak kabul edilmelerini sağlamak ve halkı buna inandırmak için de “kutsal kitap” kavramı ortaya çıkartılıyor. Dikkat edin, her topluma kendi dilinde bir kutsal kitap indirildiği kutsal kitaplarda yazılıdır. Kim bunları çıkartanlar hep yönetimi elinde tutanlar. Bu konu önceki bir bölümde açıklanmıştı.

İşte bu geleneksel görüşe uyularak İbrahim Peygamberin oğlu İsmail’in soyundan gelindiğine dayanılarak Arap gelenek-göreneklerini temel alan İslami bir devlet kurulur. Ve Muhammed isimli bir peygamber oluşturulur. Kimler tarafından? Arap hükümdarları tarafından. Dolayısıyla hiçbir peygamberin yaşadığına ait bir kanıt bulunamamıştır, hepsi sonradan uydurulmuştur. Bunu neden kesin olarak söyleyebiliyorum? Muhammed’in kendisine gelen vahiylerin çakıl taşları vs. gibi o an çevrede bulunan nesnelere yazıldığı söylenir. Öyle olsaydı, o çakıl taşları tarihi belge olarak saklanmaz mıydı? Ama hiç yok! Neden çünkü Kuran denilen kitap çok sonraları devlet yöneticileri tarafından yazılmış olmak zorundadır.

12.1.Türkler nasıl Müslüman oldu? 

 Türklerin nasıl ve neden Müslüman oldukları konusu pek konuşulmak istenmez. Bu konuda ne okullarda ne tarih kitaplarında ayrıntılı bir bilgi verilir. Müslümanlaştırılmamız kasıtlı olarak anlatılmamıştır. Çünkü “zorbalığın olmadığı” söylenen İslâmiyet, Türklere kılıç zoru ile kabul ettirilmiştir. Bunun aksine bize, Türklerin Müslümanlığa geçişi, kendi istekleriyle olmuş gibi gösterilmiştir. İslâm’ın Türklere zorla kabul ettirilmesi, 670’li yıllarda kanlı savaşlarla başlayarak 750’lere kadar sürer.

Türklerin nasıl ve neden Müslüman oldukları konusundaki aşağıda sunulacak bilgiler 13. Yüzyıl sonunda Arapça yazılmış “Tarih-i Taberi” adlı eserin M. Faruk Gürtunca tercümesi ve Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk”- Kırmızı Yayınları, İstanbul, 190 s. 2008 adlı eseri temel alınarak hazırlanmıştır.

Araplar 7. Yüzyıla kadar önemli bir devlet kurmadan bedevi olarak yaşamışlardır. Muhammed’in 7. Yüzyılda “Müslümanlık” adı altında bir dinsel görüş oluşturmasından sonra ilk İslam devleti 622 yılında kurulur.

Devlet denilen tepeye bağımlı yönetimde tepedeki hanedan tüm gücünü ve zenginliğini çevresindekileri sömürerek kazandığından, talancılık tüm devletlerde vardır. Yeni kurulan İslam devleti bu saldırganlığı 'Tanrının em­ri, insanları hidayete erdirmenin gereği, işgallerin Allah adına yapıldığı” gibi bir kılıfa büründürür.

Özetle İslami hukuk, başka ülkelerin ilhakını, dinin ya­yılması şeklinde (cihat) kutsayarak insanları buna zorunlu kı­larken, bunun karşılığı onları maddi ve manevi ödüllerle motive eden bir karaktere sahiptir. Fethedilen ülkelerin zenginliklerinin beşte dördünü fatihlere ganimet olarak sunarken, savaşlar sırasında ölenlere ise, cennete giderek "ebedi mutlu­luğa" erişmek vaadinde bulunur.

Böyle bir motivasyonla Arap kavmi iç parçalanmışlığını aşa­rak dış yayılmacılığa yönelir. Müslüman Arap egemenliği, kısa bir zamanda, Arap'ın öz-topraklarının onlarca katı büyüklükte topraklara yayılır; verimsiz çöllerin sefalet içindeki insanları, ege­men oldukları ülkelerin birikimlerini yağmalayıp kendi mülk­lerine geçirerek kısa zamanda büyük zenginliklerin sahibi ha­line gelirler. Bu kadarla da kalınmaz, verimsiz çöllerden çıkarak el konulmuş verimli topraklara doğru yo­ğun bir göç ve yerleşme politikası uygulanır. Bu şekilde Mısır, Filistin, Suriye, Irak, İran gibi ülkeler ele geçirilir ve Arap halkı yerleştirilerek araplaştırma başlatılır.

Türk yurtlarına Arap Saldırılarının İlk Dönemi

Önlerine çıkan tüm iktidarları silip süpüren Araplar Ceyhun Nehri'ne kadar tüm Horasan yöresini ele geçirirler. Ceyhun-Seyhun Nehirleri arası "Aşağı Türkistan veya Maveraünnehir” olarak bilinen bölge diğer ülkelere kıyasla ikti­sadi yönden zengin ve fevkalade müreffeh bir ülke olarak kar­şımıza çıkmaktadır. Bunun en önemli ve etkin sebeplerinden biri, tarihi ipek Yolu'nun bölgeyi iktisadi ve sosyal yönden kal­kındırmasının yanı sıra, bizzat Aşağı Türkistan'ın, o zamanın demir, altın, gümüş, vs. madenleri gibi daha birçok madenle­re sahip olması ve bu madenleri bir kısım ihraç mallan ile bir­likte (misk, deri, kâğıt gibi) diğer komşu ve Ortadoğu ülkele­rine ihraç etmesidir. İpek Yolu üzerindeki Buhara, Semerkant gibi kentlerin zenginliği dillere destan olmuştu. Bu zenginlikler öteden beri yağmacı, talancı, ganimetçi Arapların iştahını kabartıyordu.

İlk 673 yılı saldırısı:

Muaviye'nin Horasan valisi Ubeydullah b. Ziyad, 673 yılında 24 bin kişilik bir orduyla Ceyhun'u geçer ve Buhara’yı ku­şatır. Bu sırada Buhara’yı Kıbaç Hatun yönetmektedir. Hatun'un diğer Türk beyliklerinden istediği yardım karşılıksız kalınca Ubeydullah'ın saldırısına tek başına direnir. Türklerin gösterdik­leri büyük mukavemet sonucu Müslümanlar tam bir zafer elde edemezlerse de büyük yağma geliriyle geri dönerler.

Muaviye'nin ikinci Horasan valisi Said de şansını denemekten kendisini alamaz. Kıbaç Hatun, önceki yalnızlığının da kaygısıyla Müslüman valiyle, Türk topraklarına yapacağı akınlarda karşısına çıkmamak ve bunun güvencesi olarak asilzade Türk gençlerinden de rehin vermek koşuluyla barış yapar. Anlaşmanın rahatlığıyla Said, büyük zen­ginlik diyarı diye duyduğu Semerkant'a sefer yapar; şehre gir­meyi başararak orayı yağmalar. Bununla da yetinmeyerek 30 bin Türk gencini esir alır ve köle pazarlarında satmak üzere onları Horasan'a kadar sürükler.

Türklere karşı Müslüman/Arap vahşetini göstermek açı­sından oldukça çarpıcı olması nedeniyle, sayıları değişik kay­naklarda 50-80 arası gösterilen bu Türk asilzadelerinin trajik öyküsü aktarılmaya değer:

"Said’in Buhara Melikesinden zorla koparıp getirdiği bu Türk asilzadelerinin çok hazin bir sonu vardır. Şöyle ki; esirlik, bakımsızlık ve kölelik bu Türk deli­kanlılarını canından bezdirmiş ve gururlarını da bir hayli ze­delemişti. Bunun için ne suretle olursa olsun, Said'den intikamlarını almak için uygun bir fırsatta Said’in üzerine çullanmış ve hançerlerle vurarak Öldürmüşlerdir.

"Haber Medine'de bir panik havası yaratmıştı. Herkes bu Türk gençlerinin üzerine yürüdü. Onlar da geri çekilerek o civardaki bir dağa sığınmak mecburiyetinde kalmışlardı. Medine halkı toplanarak bu gençlerin üzerine yürümüş ve bulundukları dağın etrafını çevirerek onların dış dünyayla irti­batlarını kesmişlerdir. Fakat onların üzerine hücum etmeye de bir türlü cesaret edemiyorlardı. En nihayet bu Türk asilza­deleri çok uzun süren böyle bir kuşatma sonucu o çekilip kapandıkları bu dağda aç ve susuz bir şekilde ölümün kuca­ğına terk edilmişlerdir.”

İkinci 680 yılı saldırısı:

Yezid'in valisi Selim b. Ziyad  680de yeni bir saldırı yapar ancak önce başarısız olur. Ancak bunu yeni bir karşı saldırı dalgası izler ve sert çar­pışmalardan sonra galip gelirler, seferden sağ­lanan ganimet boldur, her Arap'ın payına 2400 dirhem gani­met düşer.

Abdülmelik'in halife oluşu (685) ve “kandökücü-zalim” Haccac’ın Horasan valisi olması

Haccac'ın valiliğiyle birlikte hem Türklere iliş­kin resmi Arap/Müslüman politikası değişiyordu ve tabii hem de Türklerin kaderi!..

Hac­cac, zaman kaybetmeden yeni bir ordu organi­ze eder. Başına da Muhelleb b. Ebi Süfyan'ı getirerek 699'da tekrar Türk yurtlarının işgaline gönderir.

Muhelleb, Motel, HocentSoğd, Keş ve Nesefi ele geçi­rir, ancak bütün uğraşılara rağmen Türk direnişi etkisizleştirilemez.

Muhelleb’ten sonra yerine oğlu Yezid geçer. Yezid Harzem işgalinde büyük ganimetler ele geçirip, aynı zamanda büyük miktarda esir alarak geriye dönerler. Esirler, köle pazarlarında satılır ve Müslüman mücahitlere büyük bir kazanç kaynağı oluşturur.

705'te Abdülmelik ölür ve yerine oğlu Velid geçer. Bu yılın Türk tarihi açısından asıl önemi, Kuteybe b. Müslim'in Horasan'a vali atanmasıdır. Deyim yerindeyse Kuteybe'nin valilik dönemi, Türk'e yö­nelik Arap fetih politikasının talancılıktan sömürgeciliğe geçiş dönemidir.

Kuteybe b. Müslim, Türk toprak­larında 705'ten sonra belirginleşen katliam ve direniş tablo­sunun mimarı olur. Valiliğinin ilk gününden itibaren tüm yeteneklerini Türk yurtlarının işgali için etkin bir ordu kurmaya, askeri bu savaşa kışkırtmaya yöneltir. Merv'de askerlerini toplar ve onları; "Allah kendi dininin aziz olması için size bu toprakları helal kıldı!" diye başlayan uzun bir hutbe ile motive eder.

Kuteybe ilk elden Beykent'i kuşatır. Kuşatmanın duyulması üzerine değişik yerlerden gelen Türk savaşçılar kent'in yardımına koşarlar. Bu ise Beykent direnişini güçlendirir. İki ayı aşkın bir zaman geçmesine rağmen Kuteybe bir netice alamaz. Nihayet Beykent’le dayanışma güçleri yenilince şehir Kuteybe ile barışın yolunu arar. Kuteybe, haraç karşılığı anlaşmayı kabul eder. Ancak Beykent'e barış yaparak giren Araplar, "kentin zenginliğini görünce yağmaya koyulurlar. Bu kadarla da kalmaz yerli halka karşı "insafsız ve sert davranırlar. Bu nedenle kentte tekrar karışıklıklar başlar.

Karışıklıklar bahanesiyle Beykent'e geri gelen Kuteybe Türklere karşı çok insafsız davranır. Şehrin surları tahrip edilir. Eli silah tutan ne kadar insan varsa, hepsi öldürülür. Kadınlar ve çocuklar esir alınır. Şimdi sıra şeh­rin yağma edilmesine gelmişti. Araplar bu zengin Türk şeh­rini istedikleri gibi yağmaladılar. Taberi’nin rivayetine göre Arapların Beykentten zenginlik ve silah, altın ve gümüş gibi diğer kıymetli mücevherlerden ekle ettikleri ganimetin haddi he­sabı yoktur.

Saldırıların devamında, her yerinden duman ve insan fer­yatları çıkan şehre arap aileler yerleştirilir. Önemli bir askeri mu­hatız gücü kurulur. Tüm dene­tim organlarına Araplardan yerleştirilir. Budist ve Zerdüşt inan­cının sembolleri üst üste yığılarak yakıldı. Eritilen bu sembol­lerden 50.000 miskal altın ve mücevher elde edildiği söylenmektedir. Keza yine burada, tek başına 250.000 miskal ağır­lığında, gözleri inciden bir heykel bulunmuştur.

Bu kadarla da yerinilmez; bu kez sıra, esir edilmiş olan kadın ve çocukların, o sıratla şehirde olmayıp yıllık Çin kerva­nından dönen kocalarına-babalarına satılmasına gelmişti. Müs­lümanlar işte bu esir çocuk ve eşleri, "her biri çok yüksek fi­yata" geri satarak, bu yoldan da "nihayetsiz bir mal" sahibi olmuş oldular.

Şimdi artık bütün dikkatler Buhara'nın işgaline yönelmiştir. O yılı büyük bir hazırlıkla Merv'de geçiren Kuteybe, 707'de tekrar Ceyhun'u geçer.

Kuteybe 707'de Buhara yakınlarındaki Numişket ve Ramitan'a saldırır Beykent'teki yıkım ve vahşetin korkusuyla bu iki şehir fazla direnmez ve teslim olurlar.

Kuteybe büyük bir hazırlık yaparak ertesi yıl tekrar Buhara'ya doğru yola çıkar. Kuteybe yollarda direniş ve pusularla karşılaşmadan Buhara’yı kuşatır, ancak çatışmalar yine de çok şiddetli geçer. Türkler var güçleriyle şehri savunmaktadırlar ve Müslümanlara ağır zayiat verdirirler. Öyle ki Araplar geri dönüşü bile düşünür­ler. Kuteybe; "Müslümanlar, nereye dönersiniz, görmez misiniz ki düşman hezimet buldu. Bir saat daha sabredin. Her kim Türklerden baş getirirse 100 dirhem vereceğim” gibi yollara başvurarak dağılmayı engeller.

Dört aydan beri devam eden bu kuşatma sırasında Arap askerlerinde de savaşa karşı bezginlik alametleri belirmeye başladı. Askeri dehası Kuteybe'yi bu sıkışık durumdan kur­tardı. Arapların yağmaya ve paraya karşı zaaflarını bilen Kuteybe, onlara bir taraftan parlak vaatlerde bulunurken diğer taraftan da Türklerin her birinin kafasını getirene vüz dirhem vereceğini vaat etti. Para hırsı ile tekrar gayrete gelen Araplar Türklere karşı yaptıkları hücumla nihayet şehri ele geçirdiler.

Türk direnişinin intikamı çok ağır şekilde olur. Öncelikle direnişe katıldığından kuşkulanılan hemen hemen herkes kı­lıçtan geçirilir. Buhara sokakları kan, ceset ve çığlık seslerin­den geçilmez olur. Ancak tam da böylesi bir ortamda Araplar şehri yağma ederler; yağma harekâtı, gelenek olduğu üzre te­cavüz ve yeni katliamlarla iç içe yürür. Ardından işe yaraya­cak olanlardan 50 bin kişi köle olarak götürülür.

Sonra şehre Araplar yerleştirilerek yeni bir idari kurumlaşmaya gidilir. Güçlü bir askeri muhafız teşkilatı kurulur. Buhara melikesi Hatun'un genç oğlu Tuğ Şad, Araplara boyun eğmesi karşısında kukla hükümdar yapılarak tepkilerin hafifletilmesi yoluna gidilir.

Buharalıları doğrudan denetim alana almak amacıyla her­kese, evinin yarısını Araplarla paylaşma zorunluluğu getirilir. Ev içi özgürlükleri bile yok edilen Türkler, evlerine yerleştirilen bu zoraki misafirler aracılığıyla birebir kontrol alana alınırlar. İslami kurallarca yaşamadığı anlaşılanlar ağır cezalara uğratılırlar.

Ancak halk da bu duruma tamamen boyun eğmedi, işgallerde olduğu gibi kendi yeraltı direniş hareketini örgütlemekte gecikmedi; öyle  Müslümanlar silahsız olarak ı bile gitmeye cesaret edemez hale getirildi. Diğer yerlerde de uygulanan sömürgeleştirme politikası; halkın bu direnişi nedeniyle daha bir acımasızca uygulandı.

Bu kadar da değil; "Kuteybe Buhara’yı kesin olarak fet­hettikten sonra yerli halka, Halife'ye senede 200 bin, Hora­san valisine 10 bin dirhem vergi ödemek, Arap askerlerinin hayvanlarına yem ve Müslüman Arapların odun ve yakacak­larını temin etmek ve şehrin dışında da araziler vermek üzere bir anlaşma yapmıştır.

Türklerin evlerinin yarısını işgalciler ve onların getirtece­ği ailelerle doldurulması şeklindeki uygulamayla Kuteybe, Buhara'va önemli bir Arap nüfusun yerleşmesini sağlar. Büyük kafileler halinde Buhara'ya akın eden Araplar, Türklerin katli, sürülmesi ve sindirilmesi sayesinde ne ev sıkıntısı çekerler, ne para, ne işyeri... Başkaları çalışmış, üretmiş, onlar gelip üzerine kurulmuştu. Böylece cihat politikası, akıttığı sınırsız kanı Arap için sınırsız bir senet ve egemenlik alanına dönüştürüyordu. Diğer kavimlerin çalışarak yarattığı birikimleri, Kutevbe'nin ifadesiyle "Müslümanlara helal" kılan, nev-i şahsına münha­sır ilginç bir "ahlak" anlayışı sergileniyordu.

Şehre zorla hâkim olanlar, bu hâkimiyetlerini tek tek ev­lere zorla yerleştirdikleri aileler aracılığıyla bu kez evlere taşı­yorlardı.

Evrensel insanlık ahlakının abecesi açısından gayri meş­ru olan bir zorbalığı, yani başkalarının dokunulmaz haklarını çiğnemeyi, "Allah'ın dinini yaymak" gibi kabul edilemez bir gerekçenin ardına sığınarak kendileri için bir hak ve sorumlu­luk haline getiriyorlardı.

Arap iskânı, diğer dinlerin yasaklanması gibi politikalara eşlik etmek üzere bir yandan yoğun bir cami inşaatı gerçek­leştirilirken, diğer yandan tapınaklar camiye çevrilir. Yanı sıra cuma namazı tüm Buharalılara zorunlu kılınır. İslamiyet Türk kimliğinin asimile edilmesinin remel aracı olarak kullanılır ve toplum şeriatın ağır cenderesi altında ezilerek Arap egemen­liğine direnişin dayanak noktalarının azami etkisizleştirilmesi yoluna gidilir.

Bu uygulamalar ise Buharalıların o zamanki kültürüne göre oldukça yabancıdır; çünkü o güne kadar hiçbir Buharalı dinsel inançlarından dolayı baskıyla karşılaşmamış, tüm din­sel inanışlar birlikte kardeşçe yaşamışlardır. Oysa işgal ve kat­liamlarla gelmesi, insanları köleleştirmesi yetmezmiş gibi bu yeni din, başka hiçbir dine özgürlük tanımayan totaliter bir dayatma sergiliyordu.

Cuma namazı zorunluluğunun da etkili olmaması üzeri­ne Kuteybe, ek olarak bir de rüşvet yöntemini dener ve na­maza gelenlere iki dirhem vaat ederek fakirleri dönüştürmeye çakşır. Bu yolla belli başarılar da elde eder. Bir yandan ağır cezalandırmalar diğer yandan rüşvet, yeni dinin halk nezdindeki saygınlığını biraz daha olanaksızlaştırsa da boyun eğme­yi kolaylaştırır. Üstelik baskı ve denetimin korkunç gücü, za­ten ağır bir katliam ve ekonomik çökertilmeden gelmiş olan halkın direnebilmesini de günden güne zorlaştırıyordu. Yeni dinin hak, hukuk tanımayan temsilcilerinin yapmadıkları ve yapmayı göze alamayacakları hiçbir şey yok görünmektedir.

         Türklere karşı saldırıların artırılması - İslamiyet en fazla Türk katliamını nerede yapmıştır?

Şekil 29: Türkleri Müslümanlığa zorlayan savaş yerleri

Arap/İslam'ın, kendi dışında da olsa alternatif bir top­luma tahammülü yoktu; uzanabildiği, gücünü yetirebildiği her yerde kendinden farklı olanı ezmeye yönelik bir tahammül­süzlük sergiler.

Buhara halkının başına gelenler diğer Türk şehirleri ege­menlerinde dehşet etkisi yapar. Bunun üzerine Soğd meliki Neyzek Tarhan yurdunu yıkımdan kurtarmak umuduyla Kuteybe’yle anlaşma yolu arar. Haraç vermek ve tarafsız kalmak koşuluyla anlaşırlar. Ancak, Kuteybe ile birlikte Merv istika­metine yol alırken Tarhan'ın kaygıları artar. Onu daha yakın­dan gözleyince, yaptığı anlaşmanın kendisi için bile güvence olamayacağı bir yana, bu yönelimiyle diğer Türk beylerine de ihanet etmiş olduğunu düşünür; çünkü Kuteybe'nin yaptığı anlaşmaların değeri, bütün Türk yurdunu ele geçirmesine hiz­met etmeleriyle orantılı ve geçicidir.

Tohoristan'a geri dönmek için Kuteybe'den destur diler. Kutevbe de verir. Bu fırsattan faydalanan Tarhan, çevre ille­rin egemenlerine mektup yazarak onları uyarmaya çalışır. Ay­nı anda Kuteybe de onu salmış olmaktan pişman olur; rehin almak üzere peşine adamlarını yollar, ancak yakalayamaz. Tar­han tüm Türk yurtlarında ortak direniş örgütlemeye çalışır­ken, Kuteybe de onun planlarını bozmaya yönelik olarak, ge­niş bir alanda yılgı harekâtına girişir.

İki taraf da hazırlıklarını artırır, ancak hazır güç anlamın­da Kuteybe çok daha avantajlıdır. Türk yurtlarının sürekli direniş odağı olmasına da son vermek kararlılığındadır. Kışı Belh’te geçirdikten sonra Talkan üzerine yürür. Talkan şehri Tarhan'ın direniş fikrine sıcak bakan şehirlerden biridir. Bu yüzden Kuteybe onu Türkistan'a yönelik yılgı harekâtının ilk odağı seçer. Talkan meliki Şehrek, Kuteybe'nin gelişinden ön­ce şehri terk eder. Müslümanlar şehre savaşsız girerler. Buna rağmen Kutevbe tamamen ibret olsun diye vahşete devam eder: "Hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Ne kadar kıra­bilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe'nın askeri orada he­sapsız adam öldürdü.

Bu savaşsız, tek yanlı katliamda öyle oldu ki Müslüman askerler öldürmekten yoruldular. Bunun üzerine Kuteybe’nin aklına çok daha ibret verici bir vahşet geldi; halktan geri ka­lanları çevredeki ceviz ağaçlarına asmalarını emretti. Bunun üzerine Müslüman askerler, zaten kan, kesik baş ve insanların çığlıklarıyla inleyen bu şehirde, tanımı imkânsız bir zorbalık örneği sergileyerek Talkan halkından geri kalanları tek tek ağaçlara astılar.

"Talkan'a giden yolun 24 km.lik kısmı asılan Türklerin cesetleriyle korkunç bir orman görünüşü arz ediyordu."

Vahşetler vahşetleri, işgaller işgalleri izledi. Kuteybe Şuman'a girdi, orayı yağmalattı, halkın pek çoğunu öldürttü, ka­lanları esir etti. Ardından "Keş ve Nesef’e yöneldi. Bu şehri de hunharca ele geçirdikten sonra, Faryab'ın teslim ol­masını istedi. Faryab halkı korktuklarından dolayı buna ya­naşmadı. Kuteybe onlardan intikamını başka türlü aldı. Şeh­rin tamamen yakılmasını emretti. Onun için bazı Arap kaynaklarında Faryab'a "yakılmış şehir" anlamında "Muhteraka" denilmiştir.

Kuteybe, bu insan olanın dayanması olanaksız, en azılı ca­nilerin bile yapması düşünülemeyecek olan vahşetlerle yoluna devam eder. Türkleri, ayrımsız katletmede olağanüstü bir ka­rarlılık sergiler. Geçtiği yerlerde tanımsız bir dehşet havası es­tirir; yakarak, keserek, asarak ve tabii karakteristik bir davra­nışla yağmalayarak, ırza geçerek, esir alarak ilerler.

Nihayet Tarhan'ın çekildiği Bazğış (Bağlan) kalesine ula­şır. Bağzış'ı kuşatır, iki ay boyunca şiddetli saldırıya rağmen kale alınamaz. Bu arada kış da yaklaşmıştır; "Kuteybe korktu ki orada kışlaya." Ancak bu arada Türklerin de yiyecekleri tü­kenmiştir. İki tarat da birbirlerinin korkularından habersiz, ken­dileri açısından savaşın sonunun yaklaştığını düşünmektedir.

Bu sırada Kuteybe, Tarhan'ı kandırmak amacıyla Muhammed b. Selim'i çağırarak ona; "Neyzek'in yanına var, bir hile kıl, ola ki benim yanıma getiresin. Ve onu gelmeye emin kıl. Ola ki elime gire, elbette onu asayım," diye talimat verdi.

Açlık kapıya dayanmamış olsaydı kuşkusuz inanmaya­caktı Selim'in verdiği güvenceye; ne çare ki fazlaca bir se­çeneği yoktu Tarhan'ın. Selim'in verdiği güvence açlık içinde olan komutanlarına da cazip gelir, teslim olmayı kabul eder­ler. Silahlarını teslim ettikten sonra kaleden çıkarlar. Tarhan etrafına hendek kazılmış bir çadıra, askerleri de kaleye zin­cirle bağlanıp hapsedilirler. Söz vermiş olmanın sıkıntısıyla ola­cak Kuteybe Haccac'tan haber bekler. 20 gün sonra Haccac'ın haberi gelir; "mecal verme öldür, zira o Müslümanların düşmanıdır”.

Tarhan, kendisine verilmiş sözü hatırlatır; ancak dinleyen olmaz. Oyun oynanmıştır ve Tarhan koşulları olumsuzluğu nedeniyle ovuna gelmiştir. Bir kez daha "Kâfire verilen söz İslam'ı bağlamaz," kuralının hukuk ve ahlak dışı keyfiyeti uygulanır.

Kuteybe önce Tarhan'ın iki oğlunun (veya yeğenleri) satırla başlarının kesilmesini emreder. Tarhan onların bir suçu olmadığını, kendisinin öldürülmesini söyleyerek itiraz eder. Ancak Kuteybe'nin amacı Tarhan'a olabildiğince acı çektirmektir: "Acele etme, onlar ölecek, sıra sana da gelecek," der Toplanmış halkın ve Tarhan'ın önünde iki genci boğazlatır. Ardından 700 Türk savaşçının kellelerini tek tek uçurup, derilerini yüzdürür. En son kalan Tarhan'ı ise bizzat Kuteybe'nin kendisi öldürür. Kesilen başlar insanlık dışı bir soğukkanlılıkla toplanıp Haccac'a yollanır.

Zaferler Haccac'ın iştahını daha da kabartır. Semerkant'ın da işgalini emreder. Ancak Semerkant öncesi bazı "pürüzlerın" halledilmesi gerekmektedir. Kuteybe, stratejik önemi nedeniyle, Aral Gölü'nün hemen alt bölgesi olan Harzem’in işgaline karar verir.

Bu sırada Harzem'de Çaygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır. Kuteybe, iktidarsız Çaygan'ın işbirliğini kazanır ve içten bölünmüş ülkeyi kolaylıkla ele geçirir. İşbirlikçisini memnun etmek için başta kardeşi Havarizat olmak üzere ondan yana olan tüm asilzadeleri öldürtür. Buna karşılık bin baş esir ve nice bin kumaş alır. Ardından Camhud melikini de yenerek, dört bin baş esir alınır. Ancak Kuteybe'nin emri üzerine hepsini öldürürler. İşbirlikçi Çaygan aracılığıyla Harzem'in kontrol altına alındığı düşünülürken halk ayaklanır ve hain saydıkları krallarını öldürür.

Bunun üzerine Kuteybe en ustalıkla yapağı işi bir kez d ha yapar; halktan müthiş bir öç alır. "Harzem acımasızca yakılıp yıkılır, halk kılıçtan geçirilir. Kazılardan da anlaşıldığı gi­bi, çok eski ve çok parlak bir uygarlık merkezi olan Harzem'in tarih yıllıkları bile yakılır. Harzem'in büyük Türk bilgini Biru­ni, Harzem uygarlığının yok edilişini acıyla anlatır:

"Kuteybe, her çareye başvurarak Harzemlilerin yazılı di­lini bilenleri, geleneklerini koruyanları, bütün bilginleri yok etti. Böylece her şey karanlıklara gömüldü. İslam, Harzemli­lerin içine girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme olanağı bırakmadı.

Artık sıra Semerkant'a gelmiştir. Şehrin egemeni Gurek, ilerleyen Müslümanlara karşı diğer Türk hanlarından yardım ister. Taşkent ve Fergana'den yardım gelir, ancak bu kuvvet­ler Kuteybe'nin pususuna düşerek yenilirler.

Semerkant kuşatılır. Günlerce mancınık ateşiyle ağır tah­ribata uğratılır. Kalede açılan gediklere yoğun saldırılar yapı­lırsa da başarı elde edilemez; Türkler şehri canla başla savu­nurlar. Semerkant'ın işgalinde gelenek olduğu üzere İranlı köleler de paralı asker olarak kullanılırlar. Gurek, Kuteybe’yi mertlik duygusundan yakalamaya çalışır; ona haber gönde­rerek: "Bu ettiğin harbi öyle zannetme ki Arapların kuvveti ile edersin. Belki Acem'den benim kardeşlerimdir ki sana yar­dım edip cenk ederler. Harbe Araplan gönder ki gör bak biz neler ederiz," der.

Ama kurnazlığı ve zalimliğiyle ünlü Kuteybe'nin böyle şeylere prim vermesi düşünülemez. Aksine o, mancınık ateşi­ni güçlendirir. Müslüman askerleri gayretli kılmak için onlara daha çok dirhem vaatlerinde bulunur.

Nihayet şehrin daha fazla dayanamayacağını anlayan Gu­rek, Kuteybe'ye anlaşma önerdi. "Şehri, sahibine bırakmak ve yerli halka dokunmamak koşuluyla Kuteybe’ye teslim etti. Fakat Kuteybe şehre girdikten sonra anlaşma hükümlerini hi­çe sayarak Gurek'e yeniden ve çok daha ağır şartlar ihtiva eden bir anlaşmayı zorla kabul ettirdi. Yeni anlaşmaya göre;

Semerkant her sene 2 milyon 200 bin altın ödeyecek;

Bir sefere özgü 30 bin sağlıklı genci esir olarak verecek;

Şehirde cami yapılacak;

Eli silah tutan yerliler şehirden çıkarılacak;

Tapınak ve pullardaki tüm mücevherler Kuteybe've verilecektir

Tabii Kuteybe bu son anlaşmayı da çiğnemekten çekin­meyecektir. Nitekim ilk elden sadece mücevherlerle yetinmez, putların tümünü yaktırır ve küllerinden 50 bin miskalden faz­la altın temin edilir.

Daha önemlisi Türklerin Müslüman işgalcilere karşı di­reniş geleneğini çok iyi bildiğinden, egemenliğini yeterli gü­venlikte bulmayan Kuteybe, şehrin egemeni yaptığı kardeşi Abdurrahman b. Müslim'e yeni bir vahşet talimatnamesi bı­rakarak Merv'e döner.

Talimatname şöyledir:

"Semerkant'a dışarıdan gelecek yolları tutacak ve kapı­larından hiçbir Türk'ün serbestçe girmesine müsaade etme­yeceksin.

"Şayet şehre mutlaka girmesi gerekenler olursa onların ellerine balçık sürecek ve ondan sonra şehre girmelerine izin vereceksin. Onlar ancak bu mühürlü balçık kuruyana kadar şehirde kalabilecektir.

"Bu özel surette mühürlenmiş balçık kuruduktan sonra şehri hâlâ terk etmeyenler olursa onları derhal öldüreceksin.

"Hiçbir kimsenin demir ve buna benzer silah taşımasına müsaade etmeyeceksin. Arama sırasında üzerinde demir par­çası da dahil, bıçak vs. bulunduranlar olursa, onları taşıdıkları bu aletlerle öldüreceksin!

"Gece şehrin sur kapılarını kapadıktan sonra içeride ka­lan yabancıları hemen öldüreceksin!

Böylece her şeylerine el konması vermezmiş gibi çöle sü­rülen Semerkant Türkleri, o hayata uyum sağlayamayarak kit­lesel ölümler yaşar.

İşgalcilerin bu vahşetleri sürerken Türk direnişi de yayılır. Artık tüm Türk yerleşimleri birer direniş alanı olmuştur. Gerilla savaşıyla işgalciler yıpratılmaya, yaptıkları yanlarına kâr bırakılmamaya çalışılır. Öyle ki yer yer Ceyhun bile geçilerek Emevîlere pusular kurulma yoluna gidilir ve ciddi zararlar verdirilir.

Kuteybe, Haccac'ın emriyle bu kez Taşkent ve Fergana üzerine akınlar düzenler. Ancak netice alamaz. Daha önem­lisi, bu arada hamisi Haccac'ın ölüm haberi gelir. Talihi dön-müştür sanki...

Kuteybe bu durumdan çok etkilenir. Sonunun başlangı­cını görür Haccac'ın ölümünde. Çünkü Müslüman/Arap ge­leneğinde yöneticilerin iktidar süreleri ortalama iki yıldır ve çoğu da, bu süreyi ya öldürülme ya da başka tür maddi ve ma­nevi aşağılanmalarla noktalar.

İslam siyasi tarihi, halifeler başta olmak üzere kimsenin can güvenliği olmayan; Bizans oyunları, katliamlar, zehirle­meler, hançerlemeler vb. acımasızlıklar ve hoşgörüsüzlüklerle örülmüş bir tarihtir. Yani islam'ın islam'a ettiği "kâfirlerinkine" rahmet okutturacak cinstendir.

Haccac'ın ölümü Kuteybe'yi gerçekten de çok etkiler, çün­kü hem Haccac'ın hem de onun sadık adamı olarak kendisi­nin ciddi düşmanları vardır; bu, Haccac'ın yokluğu koşullarında ayakları altındaki zeminin her an kayması demektir; ki, sıradan bir vali olmadığından bu kayışın sonunun ne olacağı­nı herkesten iyi bilmektedir.

Üstelik bulunduğu yer pek çok vali adayının ağzını su­landıracak denli önemlidir. Seferi bırakarak kaderini bekle­meye koyulur.

Durumunu tahmin eden yeni Halife Velid, Kuteybe'ye mektup yollayarak durumunda bir değişme olmayacağını söy­ler ve onu yeni işgallere teşvik eder:

"Müminlerin halifesi şüphesiz senin Müslümanların düş­manlarına (Türklere) karşı çetin mücadelelerinle verdiğin im­tihanları ve cihadını bilmektedir. Yine müminlerin halifesi se­nin (şanını) yükseltecek ve sana gerekli olan her şeyi yapacak­tır. Harbetmeye önem ver. Rabbinin sevabını (mükafatını) bekle" der.

Bu mektup Kuteybe’yi çok sevindirmiş ve moralini bir hayli yükseltmiş bulunuyordu. Yarıda bıraktığı seferlere yeniden başladı.

Ama bir kere talihi dönmüştür. Büyük bir işgal azmiyle Kaşgar önlerine ulaştığında bu kez de bizzat Halife’nin ölüm haberi gelir. Daha kötüsü Süleyman b. Abdülmelik halife olmuştur, ki Kuteybe onun kendisine kin beslediğinin bilincindedir.

Kuteybe'nin çok da fazla bir seçeneği yoktur; yeni hali­feye ayaklanır. Ancak bizzat kendi komutanları tarafından ve on bir yakınıyla birlikte kafası uçurularak öldürülür. Yıl 716.

Gerçi yerine gelecek olanlar onu pek aratmayacaklardı; çünkü bu işgal ve kolonizasyon yönelimi kişilerin ötesinde bir misyon olup, onları öyle yapan gerekçelerle ilgilidir. Örneğin adına ne derseniz, hangi kutsal gerekçeyle yaparsanız yapın, eğer ki dış yayılmayı kutsayan bir ideoloji adına hareket ediyorsanız, zalim olmak, işin doğası gereğidir. Uçarınız kaçarınız yok, eğer yayılmacılığı savunan bir ideolojiye, her ne olursa olsun körü körüne bağlıysanız, yayıldığınız alanların halklarına zulmetmek­ten başka çareniz yok demektir; çünkü yayılma alanınızdaki halkların onurlu evlatları mutlaka sizin bu işgalinize karşı di­reneceklerdir.

Kuteybe'nin ölümü sonrasında Türk yurtlarına yönelik hilafet politikasında bir değişim olmadığı gibi, Türk halkına yönelik İslamcı zulmünde de bir değişim olmaz. Çünkü bu politika Kuteybe veya Haccac'ın keyfiyetinden kaynaklanmı­yordu; aksine üretimci olmayıp, talan gereksinimi temelinde kurulan, merkezi bütçesini talan ve haraç gelirleri temelinde kuran, bunun da sonucu kendi değerlerini diğer toplumsal de­ğerlere karşı kutsayıp zorla onlara egemen kılmaya çalışan po­litikanın basit ve zorunlu sonucuydu bunlar.

Belli bir insana gönderilerek o insan soyunun korunup- kollananacağını vaat eden kutsal kitaplar uluslar ve insanlar arasındaki eşitliği yok eder.

Bu durum dünyadaki sömürgeciliği başlatıp tüm uluslararası savaşların ana nedeni olur. Asil-efendi, kul-köle, zengin-fakir, güçlü-güçsüz gibi ayrımlara yol açar. Yani toplumlarda görülen tüm sorunların kaynağını oluşturur.

Yayılmacılık ve talancılığı bizzat temel kitabında kutsa­yan, kendi dışındaki inançları 'fitne' ve 'küfür/kâfirlik' olarak görüp, "din yalnızca Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın," (Bakara-193) diyen, bu temelde bir savaşı ve ölümü inananlarına 'cennetlik' olma ölçütü olarak sunan bir ideolojinin zo­runlu sonucuydu her şey. Böylece başka ülkelerin işgali 'kut­sal' bir görev, işgal edilen ülkenin birikmiş zenginliklerini ta­lan etmek gibi insanlık dışı bir davranış ise, fatihlerin güya Allah tarafından verilmiş meşru bir 'hakkı' oluyordu. Kav­ramların böyle uç düzeylerde çarpıtılmasıyla da karşı tarafın yurdunu işgale karşı koruması, haraç vermemesi, fatihin de­ğerlerini zorla kabul ettirmesine, yani sözcüğün gerçek anla­mında zulme karşı direnmesi, 'kâfirlikte ısrar' ve 'Allah'a is­yan' oluyordu ki, böylelerine karşı vahşetin her yolu kendili­ğinden 'mubah' oluyordu.

Adına 'Müslümanlığın yayılması' denilen bu politikayı, yeni halife Süleyman da aynen sürdürür. Yani; yeni alanların işgali, önceden işgal edilmiş alanlarda Müslüman/Arap hâki­miyetinin güçlendirilmesi, yerli halkın haraca bağlanması, her direnişin kitlesel katliamlarla ezilmesi, köle olarak Araplaştırılmış topraklara gönderip satılması ve zorla Müslümanlaştırma. Özetle Türklere karşı Araplardaki korkunun kırılmasıyla başlayan ve her şeye rağmen sürdürülen yayılma bu yeni dönemde de aynen devam eder.

Halife Süleyman, Yezid b. Mühelleb'i Horasan'a vali atar. Yıl 716. Bu Yezid, önceden de Horasan valisi olup, Harzem'den ele geçirilen esir Türkleri, kendi askerleri üşümesin diye soyup donarak öldürten Yezid'dir. Yine bu Yezid, bir müneccimin, yerine geçeceğini söylemesi üzerine Haccac tarafından görevinden el çektirilip, çok ağır işkencelerden ge­çirilen, üstelik Haccac'ın da kayınbiraderi olan Yezid'dir.

Yezid Gürcan'ı (Kirkan) ele geçirmek için önce Dağıstan'ın işgaline yönelir. Dağıstan lideri Sol Türk (Sal-Tekin) ile uzun çarpışmalar sonucu nihayet onu kuşatır. Türkler açlıkla cebelleşir duruma düşünce Sol, Yezid'den barış ister. Yezid kabul ettiğini söyleyince de. Sol feslim oldu. Ancak "Dağıstan'a girince o kadar çok mal buldu ki he­sabı yok idi"; Yezid sözünde durmadı. Şehri baştan sona yağ­malattı ve tam 14 bin kişiyi katlettirdi.

Ardından Gürcan'a yöneldi. Şehir 300 bin dirhem haraç karşılığında teslim oldu. Ancak Müslümanlar şehre girdikten sonra orayı da yağmalamaktan kendilerini alamadılar. Bu ge­leneksel uygulama sonrasında Yezid, Gürcan'ın bu kolay ele geçirilişinin keyfiyle oraya 4 bin jandarma yerleştirip Taberistan'ı ele geçirmek için yoluna devam etti.

Taberistan meliki lsfehbed tedbir almaya başladı. İlk çarpışmada Araplar hâkim olunca halk dağlara çe­kildi. Mevzilendikleri bu yeni yer çok uygun olduğundan, Müs­lümanlar hem çok zayiat verdiler hem de geri çekilmek zo­runda kaldılar. İsfehbed, bir yandan yıpratma savaşı sürdürürken diğer yandan Gürcan melikinden de yardım ister. Bu talep, talan sonrası süregelen baskılar nedeniyle zaten artık dayanamaz hale gelmiş olan Gürcan halkı için bir kıvılcım olur; ayaklanan halk Esed b. Abdullah komutasındaki Müslüman jandarma kuvvetini imha eder.

Yezid öfke içindedir: "Gürcanlıları mağlup ettiğinde üzer­lerinden kılıcı kaldırmaya;  ki akan kanlarından değirmen döndürü unundan ekmek pişirip yemedikçe," diye yemin eder."

Ancak öncelikle İsfehbed'in hakkından gelmesi gerek­mektedir; ki onu da oyun yoluyla halletme yoluna gider. Isfehbed'le yakın ilişkisi olan Hayyan Nebiti’den yardım ister.

Bunun üzerine HayyanIsfehbet'in huzuruna çıkar ve onu kandırarak Yezid’le anlaşma yapmaya ikna eder. Istehbed kandırılmakla kalmamış, Müslümanlarla anlaşmakla Cürcan halkına da ihanet etmişti.

Artık Yezid Cürcan'a yönelebilirdi, Cürcan beyi bu saldırıyı atlatabilmek amacıyla şehirden çıkıp kaleye çekildi. Bu yolla hem etkili bir direniş vermeyi düşünüyor hem de saldırıyı şehir halkından uzaklaştırmayı umuyordu. Yezid gerçekten de şehri bırakıp kaleye yöneldi. Ancak kaleyi düşürmek bir türlü mümkün olmuyordu.

Tam 7 av boyunca savaş oldu. Kalenin sırtını dik kayalara ver­miş olmasının avantajlarından da yararlanan Türkler, açlık yorgunluk demeden olağanüstü bir kahramanlıkla Müslüman saldırısını etkisiz kılıyorlardı.

Tam bu sırada ava çıkmış olan Yezid'in yaranların­dan birinin itleri bir av kovalarken, kaleye bir gizli giriş yolu bulurlar. Bu gizli yoldan Yezid kaleyi ele geçirir.

Yezid kaledekilerin avretlerini ve oğullarını esir alır, beylerinin başını ke­sip ve hisarı viran eder. Oradan dönüp tekrar Gürcan'ı zorla alırlar. Yezid şehrin bütün erkeklerinin bir araya getirilmesini emretti. Gençlerini esir aldı. Eli silah tutanların hepsini kılıçtan geçirdi. Geçeceği yolun sağ ve soluna 4 fersah (24 km.) uzunluğunda bir mesafeye darağacı diktirerek bu Türkleri astırdı. Diğer taraftan şehri Araplara istedikleri gibi yağma ettirmeyi de ihmal etmedi.

Şimdi sıra Allah'a verdiği sözü yerine getirmeye gelmişti. Bu maksat için de 12 bin kişi ayırdı. Onları Gürcan'ın va­dilerinden biri olan Enderhiz'e doğru sevk etti. Akıbetlerinin ne olacağından ve niçin toplandıklarından tamamen habersiz olan bu zavallılar Enderhiz vadisine gelince orada durdurul­dular. Ondan sonra Yezid yanındaki Arap askerlerine dönerek:

"Bunlardan intikamını almak isteyenler alsın, emrini verdi.”

Enderhiz vadisinde kendilerini müdafaa edecek en kü­çük bir silahlan bile olmayan bu esir Türklere Araplar büyük bir hışımla saldırdılar. Her Arap bir hamlede 4-5 Türk'ün bir­den işini bitiriyordu”.

Yezid 12 bin kişiyi böyle feci bir şekilde kılıçtan geçir­dikten sonra tepeler gibi yığılıp kalan bu kafa, kol ve gövde­ler üzerine doğru, suyun mecrasını değiştirdi. Bu kan nehri ilerdeki bir değirmene ulaşıyordu. En sonunda Yezid, bu kan­ların öğüttüğü unlardan yapılan ekmeklerden yedi. Böylelikle Allah'a verdiği sözü yerine getirmiş oluyordu.

Kaynaklarda Yezid'in sadece Gürcan'da öldürdüğü kim­selerin sayısının 40 bin kişiden fazla olduğu kaydedilmiştir.

Katliam faslı bittikten sonra sıra talan malı ve esirlerin sayımı ve paylaştırılmasına gelir. Beşte biri halifenin payına ayrıldıktan sonra kalanlar Müslüman askerler arasında pay­laştırılır.

Tüm bu işgal ve asimilasyona karşı Türk direnişi devam eder. 15 yılda bütün Ortadoğu'ya hâkim olan İslamiyet, 70 yıldır Türk topraklarında tıkanıp kalmış gibidir. Arap istilalarından çok bunalan Türk beyleri, Çin’den yardım ister. Ancak Çin yardım etmez.

Ama Batı Göktürk boylarını egemenliğinde birleştiren Türgiş kağanı Su-Lu belki de Çin'in teşvikiyle, 720 yılında patlak veren Soğd ayaklanmasını asker yollayarak destekler. Su-lu'nun Kül-çur unvanlı komutanı ufak bir birlikle Seyhun'u geçip Soğd ülkesine gelir. Bütün ülke Araplara karşı silahlanmıştır. Yöresel egemenlerin hemen he­men tümünün desteklediği Türk birliği Semerkant'a yürür. Kül-çur Soğd'da dirençsiz ilerler. Arap valisi Said b. Haris, Türklerle savaşa çık­mak zorunda kalır, ama ağır yenilgi ve uğrar ve Semerkant yakınlarına çekilir. Türkler şehri kuşatacak güçte değildir. Bir akın yapıp çekilirler. 

Vali Said b. Haris (721) bu başarısızlık üzerine görevden alınır. Yerine Said b. Haraşi atanır (721). Güney Türkistan'da tam bir ihtilal havası esmektedir. Araplar tekrar yeni saldırlar yapar, saldırıdan kurtulanlar tekrar başka şekillerde örgütlenirler ve bu şekilde Arap-Türk mücadelesi 722, 724, 726, 727 yılları boyunca sürüp gider.

Bu sırada İslam devleti içinde de ciddi gelişmeler meyda­na gelir. İşte bu iç zulüm temelinde Şiiler ve Abbasilerin Emevilere karşı iktidar mücadelesi de ciddi boyutlara var­mıştır. Bu nedenle Müslümanlar kendi içlerinde de birbirlerinin kanını acımasızca dökmektedirler. Bu durumdan da faydalanan Su-lu, zaten kendisinden acil yardım talep eden yerli halkla da ahenkli bir şekilde çalışarak Buhara'yı zapt eder (728).

 


Şekil 30:  Haritada Arapların Türkleri ne zaman islamiyete zorladıkları gösterilmektedir.

Arap idaresi Semerkant, Dabusiya şehirleri ve bir iki kü­çük kaleyle sınırlı kalmıştır. Yeni vali Eşres b. Abdullah, Beykent yakın­larında Hakan tarafından sıkıştırılır. Nihayet Arap ordusu, Semerkant'a doğru çekilirken yeti­şen Hakan ve Kül-çur idaresindeki Türgiş kuvvetleri tarafın­dan 729'da Kemerce kalesinde 58 gün müddetle kuşatılır. Ve Araplar teslim olurlar. Ama türkler Kemerce'de teslim olanları, Debusîa'ya gitmek üzere serbest bıraktılar. Burada bir noktaya dikkat emek gerekiyor: araplar galip gelince tüm teslim olanları sonradan öldürmüşlerdir. Halbuki türkler galip geldiklerinde teslim olanları serbest bırakmışlardır. Bu arap ve türk davranışları arası farkı ortaya koyması açısından çok önemlidir.

Türklerle Arapların savaşları 730lu yıllarda da devam eder.  Türgiş Hakanı Su-lu  bir suikast sonucu 737 (738?) de  öldürülür. Su-lu'nun öldürülmesi sonrasında Türkler bir daha toparlanamazlar.

Bu arada İslam dünyasında da önemli değişimler olur ve Ümeyyeoğulları sülalesinden gelen EmevilerleHaşimoğulları sülalesinden gelen Abbasiler arasında iç mücadele 746-750 yılları arasında çok artar. İlk zamanlar Abbas soyunun pek adı işitilmez, meş­ruiyete dönüş eylemleri, Ali soyu adına yapılırdı. Nitekim Ali oğlu Hüseyin'den sonra Muhtar, Muhtar’ın yerini Ebu Haşim, onun yerini Muhammed b. Ali, onun yerini de oğlu İbrahim alır. İbrahim 746'da mevalisi Ebu Müslim'i örgütün Hora­san yöneticiliğine atar.

Bu noktada MEVALİ sözcüğünü açıklamak gerekiyor. Araplar fetih hareketleriyle ele geçirilen bölgelerdeki halka (esirlere/kölelere) Mevâlî demeye başlamışlardır. İlerleyen yıllarda ise mevâlî anlayışı daha da genelleştirilerek özgür veya köle olma şartı aranmadan Müslüman olup fakat Arap olmayan herkes için verilmiş bir isim haline gelmiştir.

Dâhi bir örgütçü olan Ebu Müslim, Horasan'da kısa bir süre içinde güçlenir. Emeviler zamanında yapılan haksızlık-hukuksuzluktan yakınan halkı yanına çekmeyi başaran Ebu Müslim, çok güçlü duruma gelir. Ama Ali soyunun taraftarlarıyla Abbas arasında, son­ra Abbas'ın amcası Abdullah'la kardeşi Mansur arasında, her seferinde on binlerce Müslüman'ın katledilmesiyle süren sa­vaşlar birbirini izler. Örneğin Abdullah, Ebu Müslim'le savaşa hazırlanırken, ona karşı savaşacaklarından kuşkulandığı tam 17 hin Hora­sanlı askeri bir tek gecede ve uykudayken katlettirir. Daha ilginci de Halife Mansur'un, Abdullah'a karşı kendisini halife yapan Ebu Müslim'i, ne olur ne olmaz diye­rek pusuya düşürtüp öldürtmesidir. Sünni – Şii ayrımı Ebu Müslim zamanında filizlenir ve sonraki asırlarda giderek büyür.

İşte bu şekilde tahtı-hanedanlığı ele geçirmek İslamiyet’in temel amacı olmuştur.

Emevi hanedanlığı 750 yılında yıkılır ve Abbasi hanedanlığı başlar.  Gerek Araplar arasındaki bu iç mücadele, gerekse Türklerle savaşların yıpratması nedeniyle oluşan boşluk Çin'i adeta batıya doğ­ru çeken bir etki yaratır.

Bu sırada Göktürk kökenli Toharistan yabgusu. Kaşmir egemenleri ve Kabul’deki Türk Şahi soyu, Çin egemenliğini tanır ve yolun güvenliği için Çin'e yardımcı olurlar. Buna karşılık onlarla çelişkileri nedeniyle Araplarla işbirliği yapan Tibetliler de Hint-Çin ticaret yolu üzerinde tehdit oluşturur­lar. Bunun üzerine Yabgu, Çin'den yardım ister. Çin ordusu, yolu açmak ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen Taşkent budununu cezalandırmak amacıyla yola çıkar.

Babasının Çinlilerce öldürülmesi üzerine Taşkent budununun oğlu Müslümanlardan yardım talep eder. Ebu Müslim, Ziyad komutasında güçlü bir orduyu hemen yola çıkarır. Çin ve Arap ordusunda hatırı sayılır düzeyde Türk askeri bulunmaktadır.

İki ordu 751'de Talas yakınında karşı karşıya gelirler. 5 gün boyunca süren, sözcüğün gerçek anlamında korkunç bir savaş olur. O sırada savaşı izlemekte olan Karluk Türkleri beyi, içlerinde Türklerin de bulunduğu Çin ordusuna yandan ve arkadan saldırır. Karlukların bu yardımı sayesinde Müslüman ordusu savaştan üstün çıkar. Çin ordusundan geri kalanlar yenilgiyi kabullenerek geri çekilirler. Tarihin bu çok kritik savaşından sonra egemenlik artık Müslümanlarındır. Ve bundan sonra Türklerin kaderi, medeniyet tarihindeki yerleri köklü bir şekilde değişecektir.

Türk Beylerinin sorun karşısındaki kararları

X. yüzyıla kadar Şamanizm, Türkler içinde egemen din olmuştur. Şaman dininin kavmi Türklerdir; Şamanizm'in, Yer ve Yeraltı Tanrılarına ek, en büyük Tanrısı olan Gök Tanrı, güç­lük zamanlarında onların imdadına yetiştiğine inanılır. Kutsal kitabı ve tapınakları olma­yan Şamanizm, "kamlar, yani rahipleri tarafından idare edi­lirdi. Mukaddes günlerde, ölüm, gömme ve bayram ayinleri­ni, her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın müşkül­lerini halleden, dertlere deva bulan bu kamların Tanrı ile mü­nasebetlerde bulunduklarına inanılırdı.

Ekonomik gereksinim ve çatışmalar temelinde olumlu karşılanan savaş sırasında düşman öldürmenin "öbür dünya­da" ödüllendirileceğine inanılır, ancak dini başkalarına hâkim kılmak gibi gerekçelerle savaş hoş görülmezdi. Savaş dışı öldürmeler hoş görülmez, cezalandırılırdı. İçkiyi bir ahlak ve yasak sorunu haline getiren ilkel yak­laşımlardan uzak, aksine yaşamın nimetlerinden biri olarak kutsayan Şamanizm, asıl önemlisi kadın erkek eşitliğini, bir­likte yaşamı ve eğlenmeyi öngören, harem selamlık gibi kaygılarca belirlenen ilkelliklere prim vermeyen, toplumsallaşma düzeyi yüksek bir inanç kültürü idi.

Bugün bize çok ters gelebilir ama, eski Türkler, yıkanmak da dahil her yerde kadın-erkek birlikte oldukları halde cinsel suç­lar yaşamayan bir toplum örneği oluşturuyordu. Kavimsel/ dinsel kültürleri gereği Türklerde kadın-erkek ilişkileri önce­likle insan ilişkileri olarak algılanıyordu.

Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Türk deyince üç farklı konumda yaşayan budunlar söz konusudur:

Birincisi Orta-Asya Türkleridir, 65 bin yıl önceleri başlayan ilk Homo sapiens sapiens göçleri ve 13-14 bin yıl önceleri başlayan Atlantis-Ovalıların göçleriyle Asya’ya yerleşmiş, o bölgenin ilk sakinleri olmuşlardır. İlk sakinleri derken Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens altayensis (denisova) hariç tutulmuştur, çünkü onlar modern insan denilen 70 bin yıl önceleri Afrika’dan göçen insanlardan çok farklı ilkel insanlardır. 

İkincisi Anadolu Türkleridir, 12-13 bin yıl önceleri Atlantis-ovasından göçerek Anadolu’ya yerleşmiş ve ilk sakinleri olmuşlardır.

Üçüncüsü, yine 12-13 bin yıl önceleri Atlantis-ovasından göçerek İran’daki Horasan, Azeri, Kaşkay, Halaç, Afşar gibi günümüzde hala Türkçe konuşan budunlar ile Irak ve Suriye’deki Türkmenlerdir.

Anadolu Türklerinin inanç sistemi şamanizmle ortak özellikleri olan ve günümüzde alevilik olarak devam eden bir inanç sistemidir. Bizler Anadolu’ya 1071 den sonra gelen bir kavim değiliz, bizler 12 bin yıl önceleri Atlantis-ovasından göçerek hem Anadolu’ya hem Orta-Asya’ya göçen bir neslin devamıyız. 

Asya’da göçebe bir toplum olan Türklerin, şehirleşmenin, sınıfsal farklılaşma ve komşu medeniyetlerin etkisiyle yeni din­sel arayışlar içine girdiğini, artık kendilerine yetersiz gelmeye başlayan Şamanizm'in dışında diğer dinlere geçmeye başladı­ğını görüyoruz.

Türk egemen güçleri, so­runa soğukkanlı ve çıkar penceresinden bakıyorlardı. Onların kilit sorunu şuydu: Diğer toplumlara saldırmadan kendi içlerinde halkın sorunlarının çözümüne mi yönelecek­lerdi, yoksa yaşanan sıkıntıları başka toprakları işgal ve yağ­malayarak mı çözümleyeceklerdi?

Türk egemenlerinde böyle bir arayış sürerken, bu sırada İslam dünyası da, onlar için, cazip bir boşluk yaratan ağır bir siyasi bunalım yaşıyordu. İslam dünyası fikir ve mezhep mücade­leleri ile boğuşuyordu.  Farklılıkların bir arada yaşamasına yapısal olarak kapalı bir toplum için bu­nun anlamı ise sürekli ayaklanma ve katliamlarla, toplumun bütün enerjisini kendi iç çatışmalarında yitirmesi ve hızla çö­küşüydü. Halifeliğin ayakları yerden kesil­miş, iktidarsızlaşmış ve yerel devletçiklere bölündüğü için merkezi hazine boşalmıştı. Geniş İslam toprakları üzerinde gerçek anlamda bir demoralizasyon ve iktidarsızlık yaşanıyordu.

İslam devletinde bu çözülüş yaşanırken önceki yüzyıldan başlayarak Türk boyları Seyhun'un batısına Hazar Denizi'ne doğru göç ederek Müslümanlara artan oranda komşu olmuş­lardı. Bölgede hızla yoğunlaşan Türk nüfus açısından islami­yet'in egemenliğindeki topraklar, geniş odaklar, geniş bir ha­reket ve ticaret olanağı anlamına geliyordu. Gerçekten de Or­tadoğu, Yakındoğu ve Afrika'nın kuzeyi boyunca geniş bir alandaki yaygınlığıyla İslamiyet çok geniş bir etkinlik potan­siyeli demekti.

Bir tarafta dinamik, savaşçı bir toplum olarak Türkler vardı; diğer tarafta hızla çözülen, siyasi irade ve askeri güç arayışın­daki Abbasi iktidarı. Nihayet iyiden iyiye sıkışan Halife Muk­tedir, 92l'de lbni Fadlan yönetiminde bir elçilik heyeti yolla­yarak Türk beylerinden Şii ayaklanmalarının bastırılması için yardım ister. İslam'ın merkezindeki bu boşluk ve yardım iste­ği Türk beylerinin iştahını kabartan, arayışlarını islamiyet'e yönelten bir işlev görüyordu.

Kutsal kitaplı toplum hayatı, tepedeki hakana gücünü muazzam artırma olanağı sağlıyordu. Hıristiyanlık ve Museviliğe karşı, İslamiyet’in liderliğini ele almak Türk egemenleri için ideolojik bir çekim odağı oluyordu.

Sürekli artan nüfus ve büyüyen obaların gereksinimlerini karşılamak için bu büyük bir fırsat olarak görünüyordu. Artık Şamanizm'i bırakmanın ve yeni bir dini kabullenmenin vakti gel­mişti. Tam bu noktada, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda Orta Asya'da tipik feodal özellikler edinmiş olan İslamiyet, bunun için biçilmiş kaftandı. İslamiyet'i ilk kabul edenlerin Sir-i Derya bölgesinde yaşayan ve toplumsal gelişme açısından en ileri aşamada bulunan Oğuzlar olması rastlantı değildir. Oğuz boylarından Karahanlı Satuk Han İslamiyet’i 932 yılında kabul eden ilk Türk beyidir. Müslüman olan Türk beylerinin peşindeki halk da Müslümanlaşmaya başlar.

Türk egemenlerinin bakış açısından onları İslam'a yakınlaştıran en önemli ideolojik faktör, hiç kuşkusuz İslamiyet'in emrettiği cihan hâkimiyeti mefkuresi ile Türklerin savaşçılık temayülleri arasında bir münasebetin mevcut bulunmasıdır.

Büyük Selçuklu Devleti ile Anadolu’yu elinde bulunduran Bizans İmparatorluğu arasındaki ilk savaş, 1048 yılında gerçekleşmiş ve Pasinler Muharebesi olarak bilinen bu savaşla beraber Anadolu hakimiyeti için yapılan ilk savaş, Selçuklu zaferiyle noktalanmıştır. Daha sonra 1071 yılında Malazgirt savaşı yapılır ve Alparslan komutasındaki 20 bin kişilik Selçuk ordusunun Diyojen komutasındaki 70 kişilik Bizans ordusunu yenmesiyle Tüm Anadolu Türklere açılmış olur. Çünkü yerli halk zaten çeşitli Yörük ve Türkmen boylarından oluşmaktadır.

Egemenlerinin başlattığı bu yönelimle, İslamiyet'i be­nimsemek durumunda kalan Türklere gelince; onlar İslami­yet'i, ancak kendi ulusal-dinsel kültürlerine uydurarak hazme­debilirler. Alevilik ve tasavvuf işte bu gizli direnişin ifadesi olarak yaygınlaşır. Selçuklu iktidan Sünni İslamiyet'i benimsemesine rağ­men halkın çoğunluğu, İslamiyet kabuğu altında kendi inanç­larını sürdürüyordu. Bu inançların sentezinden ise, daha son­ra Alevilik oluşacaktı.

Sünni iktidarın halkı zorla Sünnileştirmesi politikası özel­likle Yavuz Sultan Selim zamanında uç boyutlara varır. İlginçtir, Osmanlı sarayının Sünnileşmesiyle Anadolu köylülerinin Ale­vi perspektifini biçimlendirmesi ters orantılı olmuştur. Öyle ki kendi iktidarına ve onun inancına yabancılaşan Türkmen boyları, Safevi devletinin önderi Şah İsmail'i önderi olarak benimseyecekti.

Yavuz'un tercihi, sarayda zaten önemli oranda kurum­laşmış olan Sünni İslam'ın tercihi oldu. Sorun, böylesi bir pencereden bakılınca, artık "toplum çoğunluğunun hakları" sorunu olmaktan çıkıyor, "devletin çıkarları" sorununa dönüşüyordu. Tarih boyunca pek çok toplumsal sorunda olduğu gibi, tanı böyle çarpık konulunca, çözümün kendisi de kaçı­nılmaz olarak çarpık ve tabii askeri imhaya yönelik oluyordu: Yurt, üstünde yaşayan insanların değil devletin sayılınca, devletin doğrularıyla çatışanlar da kaçınılmaz olarak 'zındık', ‘hain’ vb. oluveriyordu; ki bu durumda da onları yok etmekten baş­ka çıkar yol kalmıyordu!.. İşte mantık bu kadar basit ve ege­men sınıfın çıkarlarına göre şekilleniyordu.

Yapısal olarak zaten tartışmaya, çoksesliliğe ve iktidarın toplumsal çıkar ve eğilimlere göre belirlenmesine karşı taham­mülsüz olan Sünni şeriatçılığın iktidarda oluşu ise başka bir çözüm arayışının yolunu daha en baştan olanaksızlaştırıyordu. İktidarı ellerinde tutanlar, "iktidarın gerçekte Allah'ın ol­duğu ve onun tek ve değişmez olan doğrularını da kendileri­nin temsil ettiği" şeklinde addedince, her türlü katliam da yine onlar nezdinde meşru oluyor­du. Doğrusu bu mantık içinde başkaları­nın doğruları olsa olsa "sapkınlık" olabilirdi!

Bu yaklaşımıyla Osmanlı, kendi halkım keskin bir iki­lemle karşı karşıya bırakıyordu: Ya devletin resmi ideolojisini benimseyecek ve Sünnileşecek ya da imha edilecekti!  "Allah için" yapılacaktı her şey! Varılan nokta kendi ta­rihsel kültürüne yabancılaşmanın uç noktasıydı. İşte Yavuz Sultan Selim adına Müftü Hamza'nın fetvası bu dönüşümün somut ifadesi oluyordu:

"Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimi­zin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, din ilmini, iyiyi ve doğ­ruyu beyan eden Kur'an'ı küçük gördüler. Yüce Tanrı'nın ya­sakladığı günahlara helal gözüyle baktılar. Kutsal Kur'an'ı ve Öteki kutsal din kitaplarını tahkir ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel'un reislerini Tanrı yerine koyup ona secde ettiler. Hazreti Ebu Bekir'e, Hazreti Ömer'e sövüp, onların halifeliklerini inkâr ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatını ve İslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hareketleri benim ve öteki bütün islam dininin âlimleri tara­fından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat hük­münün ve kitaplarımızın verdiği haklarla bu topluluğun kâfir­ler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olan­lar da kâfir ve dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu da­ğıtmak bütün Müslümanların vazifesidir. Bu arada, Müslüman­lardan ölen kutsal şehitlerin yeri cennet-i âlâ'dır. O kâfirler­den ölenler ise hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklar­dır. Bu topluluğun durumu kâfirlerin (kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudilerin) halinden daha körüdür. Bu topluluğun kesti­ği veya gerek şahinle gerek ok ile gerek köpek ile avladığı hay­vanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslam'ın sultanının, onlara ait kasa­ba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp mallarını, mi­raslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar İslam'ın gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplamadan sonra on­ların tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirde (İstanbul) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimse de öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kâfir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vacip­tir. Dine yardım edenlere Allah yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allah da kötülük eder. (Bi Saru Görez ismivle maruf Müftü Hamza)”

Türk egemen güçleri duruma çıkar penceresinden bakarlar:

Kutsal kitaplar belli kavimleri seçip, diğerlerini dışlayarak insanlığı parçalar bölen bir din anlayışıdır. İslamiyet de diğer kutsal kitaplar gibi, halkın yöneticilerin gösterdikleri şekilde davranmalarını sağlar. “İktidarın gerçekte Allah'ın ol­duğu ve onun tek ve değişmez olan doğrularını da kendileri­nin temsil ettiği" şeklindeki inanç kutsal kitap felsefesinin özünü oluşturur.   “Allah size şöyle buyurdu” denilerek, her türlü davranışa bir yasal kılıf uydurulmuş olur. Farklı dinsel görüşlü toplumlar baskılanarak, haraç-vergi alınmaya başlanır. Bu tipik bir sömürü düzenidir.

Türk beyleri İslamiyet’i kabul ederlerse, bu dinin kendilerine büyük çıkarlar sağlanacağını hesaplarlar ve kabul ederler. Kutsal kitaplı toplum hayatı, tepedeki hakana gücünü muazzam artırma olanağı sağlıyordu. Hıristiyanlık ve Museviliğe karşı, İslamiyet’in liderliğini ele almak Türk egemenleri için ideolojik bir çekim odağı oluyordu. Türk beyleri ganimetçilik seçeneğini seçerler ve Selçuklu-Osmanlı devletleri politikası hayata geçer.

Kutsal kitaplı toplum hayatı, tepedeki hakana gücünü muazzam artırma olanağı sağlıyordu. Hıristiyanlık ve Museviliğe karşı, İslamiyet’in liderliğini ele almak Türk egemenleri için ideolojik bir çekim odağı oluyordu. Türk beyleri ganimetçilik seçeneğini seçerler ve Selçuklu-Osmanlı devletleri politikası hayata geçer.

Kısacası Osmanlı iktidarları bir zamanlar Arapların Türklere yaptığı gibi halkı­nı zorla Sünnileştirecekti. Tabii görünüşte her şey "Allah için", insanları "hidayete erdirmek" için yapılıyordu. Araplar kavmi necip (üstün ırk), Türkler etrak-ı biidrak (aptal Türkler) olarak görülüyordu.

Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türklere yaptığı kötülüğün başında, Türkçe dilini ve yazılımını kullanmayarak, Arap kültürü ve alfabesini kullanması gelir. Bu nedenle Anadolu’daki binlerce yıllık Türkçe kültüre yabancı kaldık ve yabancıların arkeolojik araştırmalarıyla bunlardan bilgi edinebiliyoruz.

13.             Bin Yıllık Kandırılmışlık (veyahut) Geri-Kalmışlığımızın Ana Nedeni

Nereden Geldik, nereye gideceğiz? konulu kitabımızın sonunda toplum hayatımızın kötü olmasının nedeninin, halkın tepedeki BEY gibi birilerinin peşine takılarak gitmeleri olduğunu gördük. Bin yıl önceleri Türk BEYLERİ kendi çıkarlarını değil de tüm insanlığın çıkarını dikkate alacak şekilde davranıp, bir iş veya meslek sahibi olacak şekilde halkın eğitimine ağırlık verecek şekilde davransalardı, tüm dünya günümüzde çok farklı olurdu. Anadolu’da 12 bin yıl öncelerinden beri egemen olan özgür ve eşitlikçi bir hayat tarzı vardı ve bu hayat tarzı ahilik gibi iş-ve-meslek eğitimine ağırlık veren bir kültürü içeriyordu. Bunu görmezden gelip, din ve ırk ayrımına dayalı asil-soyluluk – kutsallık gibi doğal sisteme tamamen ters bir hayat görüşüne sapmak sadece biz Anadoluları değil, tüm dünya insanlığını yanlış yola saptırmıştır.

Bu konuda 30-35 yıl önceleri ”Bin Yıllık Kandırılmışlık (veyahut) Geri-Kalmışlığımızın Ana Nedeni” başlıklı bir makale yazmıştım. Şimdi o makaleyi sizlere sunuyorum.

 

80li yıllarda henüz Dinamik Sistemler Fiziği gelişmemiş ve kuantum fiziğinde “entanglementdolanıklık” faktörü tam aydınlığa kavuşturulmamış olduğundan, Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) tam anlamıyla oluşturulamamıştı. Bu nedenle DOM-terimi o zamanlar kullanılmaya henüz başlanmamıştı. Ama doğa-bilimlerinin Tanrı’nın dilini ve eserlerini tanımlayan ve tanıtan kaynaklar olduğu görüşü o zamanlar yazarın kafasında yerleşmişti. Aşağıdaki yazı 80li yıllarda ülkemizdeki siyasi ve sosyal durum dikkate alınarak, toplumsal sorunlarımızın nedeni ve nasıl çözülebileceği konusundaki görüşleri yansıtmaktadır. Bakın bakalım, neler değişmiş, neler değişmemiş.     

 

I-            GİRİŞ

 

Dinsel güdümlü işlemlerin artmaya başladığı, yobazlığın yaygınlaştığı, Türkiye Cumhuriyeti yerine, teokratik yapılı bir "islam" devleti kurma heveslilerinin arttığı bu günlerde, bir tabuya karşı çıkarak, bazı gerçekleri ve çelişkileri ortaya koymak istiyorum. Aşağıda madde madde, bazı konularda, dinsel öğretilerle bilimsel verileri karşılaştıracağım. Ama yanlış bir anlamaya meydan vermemek için önce bir terim tanımı yapmak istiyorum.

 

Allah veya Tanrı şöyle tanımlanabilir: Tüm evrenin ve buna ait alt sistemlerin yaratıcısı, onlar arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi; dünyadaki tüm canlı-cansız varlıkların yaratıcısı ve onlar arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi büyük güç.  

Böyle bir tanım uyarınca Tanrı'nın yaptıklarında ve sözlerinde hiçbir yanlış ve hata olamaz, olmamalıdır. Dinsel öğretiler Tanrı buyruğu veya Tanrı sözü olarak kabul edildiğine göre, aşağıda sıralanan ve sadece şu an için aklıma gelen bazı hususları bu mantık açısından tekrar değerlendirelim.

II.- ESKİ AHİT'TEN BAZI AKTARMALAR

 

Önce din bilgilerimizi tazelemek amacıyla, Dünya'mızın ve gökyüzünün yaratılışı hakkında Eski Ahit'in Yaratılış kısmını özetlemek istiyorum:

 

"Başlangıçta Allah yeri (Dünya'yı) ve göğü yarattı.

· Dünya bom boştu ve kap-karanlıktı; ve Allah'ın ruhu sular üzerinde dolaşıyordu. Allah ışık olsun dedi, ve ışık geldi. Ve Allah ışığın iyi ve hoş olduğunu gördü. Bunun üzerine Allah, ışığı karanlıktan ayırdı. Işığa gün, karanlığa gece adını koydu. Böylece akşam oldu ve yarın birinci gün. (Birinci Gün)

· Ve Allah buyurdu: suları birbirinden ayıracak bir katı (set, duvar) oluşsun; ve öyle oldu. Ve Allah bu kubbeyi yaparak, üzerindeki suları, altındaki sulardan ayırdı. Allah bu katı sete gökkubbe adını verdi. Böylece akşam oldu ve yarın ikinci gün." (İkinci Gün)

· Ve Allah buyurdu: gökkubenin altındaki sular belirli yerlerde toplansın ki, kuru alanlar (karalar) görülsün. Ve öyle oldu. Allah kuru alanlara yer, suların toplandığı bölgeye deniz adını koydu. Ve Allah buyurdu: yerde, tohumları olan, ot ve çimenler büyüsün ve herbiri kendine has meyveler veren ağaçlar yetişsin ve meyvelerinde tohumları olsun. Ve öyle oldu.  Böylece akşam oldu ve yarın 3. gün. (3. gün)

· Ve Allah buyurdu: gökkubbede zamanı, günleri, yılları belirleyecek, geceyi gündüzü ayıracak ışıklar oluşsun; gökkubbede yere pırıldayan ışıklar olsun. Ve öyle oldu. Ve Allah iki büyuk ışık yaptı: büyüğü günü ve ufağı geceyi idare (kontrol) etsin diye. Bunlara ilaveten yıldızları da yarattı. Ve Allah onları yere ışısınlar, günü ve geceyi düzenlesinler, aydınlığı ve karanlığı ayırsınlar diye gökkubeye oturttu . Böylece akşam oldu ve yarın 4. gün.· (4. gün)

· Ve Allah buyurdu: Sular yaşayan hayvanlarla dolsun, gökkubenin altında ve yerde kuşlar uçuşsun. Ve Allah büyük balinaları ve tüm sularda dolaşan, yaşayan değişik türde hayvanları yarattı, ve de değişik türde kanatlı kuşları yarattı. Böylece akşam oldu ve yarın 5. gün. (5. gün)

· Ve Allah buyurdu: Yerde çeşitli türlerde, yaşayan hayvanlar oluşsun; herbiri değişik sürü hayvanları, solucanlar (kurtcuklar) ve arazi hayvanları. Ve öyle oldu. Ve Allah buyurdu: bize benzer bir insan yapalım ki, denizdeki balıklara, gökkubbe altındaki kuşlara, sahadaki tüm hayvanlara ve yeryüzünde sürünen tüm kurtcuk-solucanlara hükmetsin. Ve Allah kendine benzer şekilli insanı yarattı.  Böylece akşam oldu ve yarın 6. gün. (6. gün)

· Ve Allah yaptıkları işlerin yorgunluğunu gidermek için 7. günde dinlendi. (7. gün)”

 

 

Dinsel öğretilerde (ve de Eski Ahit'de) o zamanki peygamberlerin ve onların evlatlarının 900 veya 1000 yıl gibi bir süre yaşadıkları belirtilir. Hem bu konuyu, hem de Din Kitaplarında Allah'ın nasıl tasarlandığını aydınlatmak için, yine Eski Ahit'in I.Musa Bölümünün bir kısmını buraya aktarmak istiyorum:

 

Allah'ın oğulları ve insan kızları

 

Yeryüzünde insanların sayısı arttıkça ve onların kızları doğdukça, Allah'ın oğulları bu insan kızlarının ne kadar güzel olduğunu görüp, beğendiklerini kendilerine eş olarak aldılar.

Bunun üzerine Allah buyurdu: Benim ruhum ilelebet insanlarda dolaşmasın, nihayet insan etten oluşmuştur. Onlara yüzyirmi yıl ömür biçiyorum.

İşte o zamanlarda, ve Allah'ın oğullarının insan kızları ile ilişki kurdukları sonraki zamanlarda, insan kızlarının onlara doğurduğu çocuklar dev cüsseli insanlardı. Onlar o dönemlerin kahramanlarıydılar.

Yorumcular burada zikredilen "Allah'ın oğlu' teriminin, Allah'ın öz oğlu olmayıp, maiyetindekileri kastettiğini belirtirlerse de, bu bir şey değiştirmez, Allah'ın oğulları ve insanların kızlarından doğanların çok uzun ömürlü olmaları buna bağlanır, Ancak bilim adamları bu “uzun ömürlü peygamberler" hikayesini şöyle açıklıyorlar: Eskiden kabilelerde "kral" veya "şef”ler kendilerinin ilahi gücü temsil ettiklerini, hatta onun soyundan geldiklerini iddia ederek, halktan uzak durur, özel barınaklarında gözlerden uzakta gününü gün ederlerdi. Halkın, yani kulların, "efendilerini" görmeleri kesinlikle yasaktı. Halk “efendilerini" kurbanlarla, hediyelerle beslerdi. Kurban, zamana göre değişebilirdi, ama çoğunlukla da genç, sağlıklı ve güzel bir kız olurdu. İşte böyle bir yaşam tarzında bir "şefin" kaç yıl yaşadığı, ancak hanedan değişimi olunca anlaşılabilir. Dolayısıyla, falanca 900 yıl yaşadı deniyorsa, bu süre onun soyunun o yerdeki hanedanlık süresidir.

Ne dersiniz, hangisi daha mantıklı?

 

Neyse. Yukarıdaki ifadelerden şunlar anlaşılmaktadır:

1: "Gün" teriminin gündüz anlamında kullanıldığı, yani bizim bugün kullandığımız 'gün' kavramının sadece gündüz kesimini kapsadığı, gecenin dahil olmadığı;

2: Allah'ın yeri, göğü ve tüm arasındakileri yaratırken, sadece gündüzleri çalıştığı, gece çalışmadığı;

3: Bugün atmosfer diye bildiğimiz kesimde "gökkubbe” diye katı bir maddeden yapılmış bir set olduğu, bu kubbenin üstünde su bulunduğu ve denizlerdeki sudan ayrı tutulduğu;

4: Yağmurun bu gökkubbenin açılmasıyla yeryüzüne düştüğü;

5: Yeryüzünde aydınlık ve karanlığın Güneş'ten önce oluştuğu;

6: Yeryüzünde hayatın ilk defa bitkilerle, ama karada başlatıldığı;

7: Denizlerde yaşamın karalardan sonra başlatıldığı;

8: Yer, gök ve tüm arasındakilerin 6 günde yaratıldığı;

9: Güneş, Ay ve tüm yıldızların 'gökkubbede" yerleştirilmiş olduğu;

10: Güneş ve Ay'ın zaman belirlemek, yani takvim oluşturmak için yaratıldığı;

11: Allah'ın insana benzer şekilli olduğu; -vs ...

 

III-DÜNYA VE UZAY HAKKINDA KUTSAL KİTABIMIZDAKİ BİLGİLER

 

Şimdi, kutsal kitabımız Kuran'ı gözden geçirelim, Yukarıda belirtilen hususlarda orada neler yazılmış. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, Kuran, diğer kutsal kitapların tersine, şiirsel bir tarzda yazılmış olup, genellikle, bölümlerinde (Surelerinde) bir konu bütünlüğü yoktur. Örneğin bir surede oruç, evlenme, ticaret, sadaka vs. gibi konular işlenirken, aralara, Adem - İbrahim - Musa vs. peygamberlere ait efsanelerden parçalar serpiştirilmiş, veya yer yer Allah'ın gücünü, ululuğunu belirtmek için, bazı doğal olaylar örnek verilmiştir. İşte doğa bilimleri ile ilgili konulara yönelik Kuran hükümleri ancak böyle parça parça atıflardan çıkartılabilmektedir.

 

Şimdi bu tür parça parça ayetlerden yararlanarak doğa bilimsel görüşleri tasarlamaya çalışalım.

 

Bilindiği gibi, dilimizde 'gökkubbe" diye bir terim vardır. Bu terim acaba nereden geldi? Ve neden 1960lı yıllarda Ay'a gitmekten söz edilmeye başlandığında, tüm din adamları ayağa kalkmış, “Ay'a gidilemez! Dünya başımıza yıkılacak! Kıyamet günü geldi!” vs.· gibi ifadelerle bilim adamlarının yapmaya uğraştıkları işe karşı çıkıyorlardı? Dayanakları neydi?

 

Bu sorunun cevabını vermek için önce, Kuran'da “gök' hakkında mevcut ayetlerde neler yazıldığını görelim ve gökyüzünün yapısının nasıl tasarlandığını anlamaya çalışalım:

 

13.Sure 2.Ayet: 'Gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükselten ve sonra tahtına oturan ve de her biri belli bir süreye kadar hareket eden Güneş ile Ay'ı emrinde tutan Allah'dır. O tüm işleri yönetir-yürütür; mesajlarını açık tutar. Belki Rabbinizle karşılaşacağınıza inanırsınız. "

21.Sure 33.Ayet: "Ve göğü korunmuş bir tavan yaptık; ama onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar."

31.Sure 9.Ayet: Allah gökleri görebildiğimiz bir direk olmaksızın yarattı; sizler dolaşırken, sizinle birlikte sallanmasın-oynamasın diye de yeryüzüne sağlam temelli (dağlar) oturttu ve yeryüzüne her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip orada her tür hoş nebat yeşerttik.

 

Bu ayetlerde açık - seçik şekilde görülüyor ki, Kuran'da da, aynen İncil ve Tevrat'da olduğu gibi, gökyüzünde katı bir gökkubbe -hatta 41/11 ve 78/12'de belirtildiğine göre 7 katlı- olduğu belirtiliyor. Yukarıdaki ayetlerden başka Kuran'da daha bir çok ayette gökyüzünde bir katı kubbe olduğu anlamında ifadeler yer almaktadır, örn.,15/14, 37/6, 39/67, 40/66, 41/8-11, 42/3, 51/47, 52/5, 54/11, 55/33, 69/16, 78/12, 79/27-28, 82/1, 84/1, 88/18 vs ••

 

Eee, din adamları ne yapsınlar, kutsal kitaplarda katı bir gökkubbeden söz ediliyor, bunun başka türlü bir yorumu olamazdı, ve nitekim asırlar boyu tüm din alimleri de bunu böyle anlamışlardı!

 

Ama, Allah'ın gerçek dili bilimle uğraşan müsbet bilimciler, Allah'ın gerçek mesajlarının algılanmasına ve sırlarının çözümüne uğraşıyorlar, ve bu çabalarının mükafatını da alıyorlardı: önce Ay'a gidip - geliyorlar, arkasından Kuran'da 'yıldız' (81/15) diye belirtilen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn gezegenlerine uydular gönderip, onlar hakkında çeşitli bilgiler edinmeye başlıyorlardı! Bu araştırmalarda katı bir 'gökkubbe' olmadığı gibi, yıldızlarla donatılmış bir alt katın hiç söz konusu olamayacağı ortaya çıkıyordu. Halbuki 37/6 ve 41/11.ayetlerde görüldüğü üzere, yıldızların (Güneş ve Ay ile birlikte) 'gökkubbenin alt katında' olmaları gerekiyordu. Kutsal Kitaplarda' böyle yazıyordu!

 

Yanlışlıklar veya yanılgılar bunlarla da bitmiyordu. Yağmurun, gökten gökkubbenin açılması ile gelmesi gerekiyordu; hatta Allah'ın tahtı gökte sular üzerindeydi (11/9, 54/11, 25/50 ve 55, 27/62, 23/18 vs.. ayetler). Halbuki göğe doğru yükseldikçe su yoktu. Ve bilim adamları yağmuru "su döngüsü” dedikleri bir sistemle açıklıyorlardı. Halbuki din kitaplarında hiç böyle bir döngüden söz edilmediği gibi, tatlı ve tuzlu suların kesin olarak birbirinden ayrıldığı (25/55) ve aralarına bir ayırıcı set (=gökkubbe) koyulduğu belirtiliyordu.

 

Biyolojik, genetik, jeolojik ve paleontolojik bulgular ve veriler, yeryüzünde hayatın, denizlerde basit tek hücrelilerden başlayarak 3 milyar yıllık bir süreç içinde, adım- adım degişimlerle bu günkü durumuna geldiğini; karalarda ise sadece ~400 milyon yıldan beri hayat izlerinin mevcut olduğunu; canlıların anatomik, fizyolojik ve genetik özelliklerinin canlı türleri arasındaki akrabalık ilişkileri ile dolu olduğunu vs. göstermelerine rağmen, din adamları evrime karşı çıkarlar, çünkü kitaplarda başka türlü yazıyor.

 

Dünyanın yuvarlaklığı ve de Güneş etrafında döndüğü de din kitaplarında yazılı değildi. Ama üzerinde yaşanılan 'yer' hakkında insanlar bilgi isteyeceklerdi ve bilgi kaynağı kutsal kitaplardı. Bu konuda neler yazılıydı? 13/3, 15/19, 51/48, 79/30, 88/20 vs ayetlerde Allah'ın 'yeri serdiği - yaydığı' yazılıydı. Öyleyse düz olmalıydı. Bazı ayetlerde de (örn. 13/16, 55/5) her şeyin, hatta yıldızlar ve gölgelerin bile Allah'a secde ettiği yazılıydı. Öyleyse Dünya'nın dönmesi de düşünülemezdi.  

 

Gece, gün !=gündüz), aydınlık - karanlık, deniz-kara (=yer), Güneş - Ay - yıldız tanımları Allah tarafından yapılmıştı. Ve bu tanımlardan sonra da Yer ve gök'ün 6 günde (=gündüz mesaisinde) yaratıldığı, üstelik de Allah'ın hiç yorulmadığı (46/32), belirtiliyordu. Bunun yorumlanacak hiçbir tarafı yoktur.

 

Şimdi belki sizler de merak etmiş olabilirsiniz, acaba Kuran'da da Allah 'insansı' bir varlık olarak mı düşünülmüş? Bakalım bu konuda yorum yapmamıza yarayacak ayet var mı. Örneğin 46/32 ayette Dünya'yı ve göğü yaratırken 'yorulmadığı’ yazılı. Kimler yorulur? Ayetlerde sık sık Allah yerine 'Rabb = Efendi' gibi terimler kullanılmış. Kimlerden efendi olabilir? Adem'le Havva'nın cennette yasak meyveyi yedikten sonra, çıplaklıklarını fark edip, Allah'tan utandıkları için, saklandıkları ve üstlerine yaprak örttükleri belirtilir. Kimlerden utanılır? Yine birçok ayette "Allah tahtına oturdu” gibi ifadeler yer almaktadır. Kim tahta oturabilir? Kuran'da, Eski Ahit'deki Allah'ın oğulları kavramına karşı çıkılırken, Allah'ın eşi olmadığı, çocuk yapmadığı belirtilir (25/2). Kimin eşi ve çocukları olur? Çeşitli ayetlerde (örn. 57/11+17, 64/17) Allah'a ödünç vermekten söz edilir. Kime ödünç verilir? 59.Sure'nin 7.ayeti de şöyledir:

“Allah'ın, fethedilen ülkeler halkının mallarından Peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber ve yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; içinizdeki zenginler arasında dolaşması için değildir'. Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasaklarsa da ondan geri durun. Allah'tan korkun, Allah'ın cezası şiddetlidir.”

Dikkat edin, peygamber, kendisi ve yakınları, fakirler vs. yanısıra, Allah namına da ganimet payı alıyor.  Evet, şimdi bu konuda da yorumu sizler yapın. Hem islamiyetde insan resmi yapmak günah mıydı, neden günah sayılıyordu?

 

Görüldüğü üzere ister İncil veya Tevrat, ister Kuran olsun, hepsinde doğa bilimsel konularda çok sayıda hata ve yanlışlıklar vardır. Ve de bunların başka türlü yorumlanması imkansızdır. Kitaplardaki bu ifadelerin, din adamlarınca, günün değişen bilimsel bulgularına uydurulmaya çalışılması, aynen, oyun kaybeden çocuğun mızıkçılık yapıp, her defasında yeni oyun kuralları getirmesine benzer.

 

Simdi burada biraz durup, şu soruyu soralım: İncil ve Tevrat'ın akıl ve mantığa sığmaz bir sürü yönü yukarıdaki bir kaç alıntıdan bile anlaşılıyor. Acaba Kuran'da da doğa bilimsel hata ve yanlışlıklar haricinde, akıl ve mantığa ters bölümler var mıdır?

 

Kuran'ın tüm insanları kapsayan hükümler içermesi beklenir ve de gerekir. Halbuki birçok ayet (33/28,29,30,32) sadece Peygamberimizin eşlerine hitap eder. Veyahut bazı ayetler (33/53; 58/13,14) sadece Peygamberimizi ziyaret edenlerin nasıl davranmaları gerektiğini anlatır. Hele bazı ayetler (33/49,50,51,52) peygamberin kimlerle evlenebileceğini yazar. Hani daha başka bir peygamber gelmeyeceğine göre, böyle ayetlere ne gerek var?

 

Böyle ayet-ayet değil de, daha geniş olarak Sure bazında, Kuran'ı tanıtmak amacıyla iki sureyi tam metinleriyle vermek istiyorum.

 

66. Sure (Tahrim Suresi) ! 12 ayettir) 

(Peygamberimizin, kendisine bu surenin vahyinden önceki yaşamından bir kesimi aktarmak, surenin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır: Peygamberimize Mısır maslahatgüzarı tarafından Maria adında bir kız köle hediye edilmiştir. Eşleri Hafize'nin evde olmadığı bir sırada, onun evinde bu kölesiyle beraber olur. Hafize Hanım bu durumdan haberdar olunca tartışırlar. Peygamberimiz, Hafize Hanımın bu konuda susup kimseye bir şey söylememesi şartıyla, bir daha o kölesiyle birlikte olmayacağına dair söz verir. Ancak Hafize Hanım sırrı saklayamayıp, Ayşe'ye de açar. Peygamberimiz bunu farkedince, bir ay süreyle tüm karılarını dışlayıp, kölesi Maria'nin odasında kalır. Kendisine vahyolunan bu sure ile Peygamberimiz, hem eşi Hafize'ye verdiği sözden (yeminden) kurtulur, hem de eşlerini azarlar.)

Esirgeyen ve bagışlayan Allah adıyla

1: Ya peygamber, niçin, Allah'ın sana helal kıldığı eşlerinle mutlu olmayı kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

2: Şüphesiz, Allah size, yeminlerinizi kefaretle çözmenizi meşru kılmıştır. Allah size emredendir, O her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

3: Peygamber, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. O bunu Peygamber'in diğer bir eşine bildirince Allah da durumu Peygamber'e açıklamıştı. Peygamber de, sırrın bir kısmını bildirmiş, bir kısmından vazgeçmişti. Eşine gizlice söylediğini başkasına nakletmiş olduğunu bildirince, eşi, "Bunu sana kim haber verdi?" diye sorduğunda, o da, "Bana, her şeyi bilen, her şeyden haberi olan Allah bildirdi." dedi.

4: (Ey Peygamberin eşleri) Eğer ikiniz de Allah'a tövbe ederseniz, kayan kalpleriniz düzelmiş olur. Eğer birbirinizle yardımlaşarak eşinizin aleyhinde bir şey yapmaya kalkarsanız, bilin ki, onun dostu Allah, Cebrail, melekler ve müminler de ona yardımcıdır.

5: Eğer Peygamber sizi boşarsa, Efendisi (Rabbi) ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a veren, itaatkar, tövbekar, ibadet eden, oruç tutan, imanlı, dul ve bakire eşler verebilir.

6: Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi, yakıtı insan ve taş olan cehennem ateşinden koruyun. Onun başında, Allah'ın kendilerine verdiği emirleri, karşı gelmeden yerine getiren pek haşin melekler vardır.

7: Ey kafirler, o gün özür dilemeyin; Siz işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz.

8: Ey iman edenler, içtenlikle tövbe ederek Allah'a dönün; belki Allah kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların nurları önlerinde ve sağ yanlarında koşar. Onlar" Ya Efendimiz (= Rabbimiz), nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen herşeye kadirsin derler.

9: Ya Peygamber, inkarcılar ve münafıklarla savaş, onlara sert davran; onların yeri cehennemdir, oraya gitmek ne kadar kötüdür.

10: Allah inkarcılara Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal verir: bunlar kullarımızdan iki salih kişinin nikahında iken, onlara hainlik ettiler. Kocaları da onları Allah'ın gazabından kurtaramadı. Onlara “Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin" denildi.

11: Allah müminlere de Firavun'un karısını örnek gösterir: Bu kadın, “Ya Efendim, bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun işlediklerinden kurtar, beni bu zalim milletten kurtar” demişti.

12: Allah, ırzını korumuş olan Ümran kızı Meryem'i de örnek gösterir: Biz ona ruhumuzdan intikal ettirdik. O Efendisinin sözlerini ve Kitaplarını tasdik etmişti. O bize gönülden itaat edenlerdendi.

 

 

Bir başka örnek olarak da 111. (LehebSure'sini görelim.

(Yine şu ön bilgi bu surenin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır: Leheb, Muhammed'in amcasıdır; karısı Ümm Camil'in de etkilemesiyle, Muhammed'in peygamberliğini kabul etmez.)

Esirgeyen ve bağışlayan Allah adıyla!

1: Elleri kurusun Ebu Leheb'in, kendisi de mahvolsun.

2: Malı ve kazandıkları kendisine yaramasın.

3: AlevIi ateşler içinde yanacaktır.

4: Karısı da cehennemde odun taşıyacaktır,

5: Boynunda bükülmüş bir ip ile birlikte.

 

Evet, Kuran-ı Kerimimizde bunlar ve buna benzer sureler ve ayetler vardır. Ve bizler, dua ederken bunları mırıldanıyoruz; çocuklarımıza okullarda bunların Arapçasını ezberletmeye çalışıyoruz; ama ne bizler ibadetlerimizde söylediğimiz bu Arapça surelerin ne anlama geldiğini biliyoruz, ne çocuklarımız ezberlediklerinin anlamını biliyorlar, ne de öğretenlerin çoğunluğu. Şimdi siz, din adamlarının yıllardır "Kuran Arapça indirilmiştir başka dile tercüme edilemez bahanesine sığınarak Kuran'ın tercüme edilmesini neden engellediklerini anlayabiliyor musunuz?

 

 

IV- İNCİL VE TEVRAT'TAN BİRKAÇ ALINTI DAHA.

 

Şimdi size, önce Tevrat ve İncil'i temsilen Eski Ahit'ten bazı aktarmalar, sonra da Kuran'dan aynı anlamda ayetler sunarak, bu konuda düşünmenizi istiyorum.

 

Eski Ahit, 1.Musa, 12:

"Ve Efendi (=Allah) lbrahim'e dedi ki: ülkeni, akrabalarını, baba evini bırakarak, sana göstereceğim ülkeye git."

(İbrahim peygamber karısı ve çocuklarıyla Kenan ülkesine (bu günkü İsrail) gelir.)

Efendi (=Allah) İbrahim'e göründü ve konuştu: “Senin soyuna bu ülkeyi veriyorum"

(Ülkede kıtlık olması nedeniyle İbrahim Peygamber karısı ile Mısır'a göçer.)

 “Ve Mısır'a yaklaştıklarında, o , karısı Sara'ya dedi ki: Biliyorum, sen çok güzel bir kadınsın. Mısır'lılar seni görünce, bu onun karısıdır deyip, beni öldürecekler, seni bırakacaklardır. Hem benim hayatta kalmam, hem de senin iyiliğin için, onlara benim kız kardeşim olduğunu söyle.”

 

(Firavun İbrahim Peygamber'in karısını kendisine alır, onun hatırı için de İbrahim Peygambere iyi davranılır, mal-mülk verilir. Ama Allah, İbrahim Peygamber'in karısını almış olması nedeniyle Firavun'u ve ailesini felakete uğratır. Firavun da korkusundan, İbrahim Peygamber'e karısını ve de bir sürü mal-mülk vererek, gitmesini söyler, ve o da zengin biri olarak Allah'ın kendisine vaat ettiği topraklara döner. Allah yine sık sık ona görünür, ve …)

" Ve o gün Efendisi onunla (İbrahim'le) bir anlaşma yaparak dedi ki: Senin soyuna ta Mısır'daki ırmaktan, büyük Fırat Irmağına kadar olan bu ülkeyi vereceğim. …

“… Sizler, ve bundan sonra doğacak oğullarınız sünnet olacaklar, ki bu benimle sizin aranızdaki anlaşmanın bir işareti olsun. …

“ …İsmail'in soyunu da bereketli kılacağım, … ama ben anlaşmamı İshak ve onun soyu ile yapacağım. …”  gibi vaatlerde bulunur.

 

İbrahim Peygamber (ve soyu) o kadar servet, mal ve mülk düşkünü olmalı ki, karısını bu uğurda rahatça peşkeş çekebilmiş. Acaba böyle bir adamı ve soyunu ”seçilmiş” ilan eden Allah, bizim düşlediğimiz Allah olabilir mi?

 

V- KURAN-I KERİM'DEN BİR ALINTI DAHA

 

Neyse, şimdi de Kuran'a bakalım.Kuran'da da, bir çok sure ve ayette, Tevrat ve İncildeki bir sürü efsane sık sık tekrarlanırken, bu Kitapların bir birlerini doğrularcasına gönderildiği de sıkca vurgulanır, ve İsrailoğulları hiç satır aralarından eksik olmaz. Bunlara bir örnek olarak Casiye Suresinden bir ayeti vermek istiyorum:

45/15: "Gerçekten, biz lsrailoğullarına kitap, bilgelik ve peygamberliği verdik. Onların rızkını bol kıldık ve onları diğer insanlara tercih ettik." (Bazı tercümelerde ·peygamberliği verdik' yerine, “peygamber verdik” gibi çarpıtmacalara rastlanılmaktadır. Kuran'da “nübüvvete” kelimesi vardır, ve bu da ”peygamberlik” anlamındadır.)

 

Evet sevgili din kardeşlerim, ne dersiniz, acaba hepimiz bir yahudi aldatmacasının kurbanı olmuş olmayalım? Dünyada binlerce kabile ve soy varken, bizim düşlediğimiz gibi bir Allah neden mal-mülkten başka bir şey düşünmeyen Israiloğulları soyunu seçsin? Bu tipik bir yahudi aldatmacası değil mi? Ve günümüzde dünyayı kimler yönetiyor, en zengin adamların çoğu hangi ırka mensup? İpler kimin elinde? Bu ikisi arasında bir paralellik, bir bağlantı veya ilişki yok mu? Ve bilmelisiniz ki, Araplar da semitik ırktandırlarl ”Şalom”·ile "selam" arasındaki fark ne kadardır?

 

Yukarıda, yanlışlarıyla-doğrularıyla, tanıtılan kitaplar, bizlerin gönlünde yatan Allah'a ait kitaplar olabilir mi?"

 

VI- İNSANLARIMIZIN UYARILMASI GEREK

 

Tanrı'nın yazının başlangıcında yapılan tanımı dikkate alınırsa, bilim Tanrı'nın tabii dilidir. Bu nedenle, dinsel bilgiler hiçbir şekilde bilimle çelişmemelidir. Şayet çelişki varsa, birinci derecede güvenilecek olan, Tanrı'nın tabii dili olan bilimdir. Dinsel bilgiler, bilimsel verilere ters düşüyorsa, mutlaka şüpheyle karşılanmalı. Ama dinde şüpheye yer yoktur, şüphelendiğiniz an, 'kafir' ilan edilirsiniz. Halbuki bilimsel verilere ulaşmanın temelinde şüphecilik yatar. Her şey tekrar tekrar kontrol edilir, tüm bilgiler, kesin sonuç alınıncaya kadar hep şüpheyle karşılanır. Acaba din adamları şüphelenmeyi neden yasaklarlar? Akıl ve mantığa ters düşen durumlarda şüphelenmek, geçekleri aramak insanın en doğal hakkıdır. Ama din adamları körü-körüne itaat isterler, şüphelendiğiniz an “Cehennemle" tehdit edilirsiniz. Halbuki doğruyu söyleyenin hiç bir şeyden çekinmemesi gerekir. Din adamlarının belletmek istedikleri tüm dinsel bilgiler ve görüşler doğruysa, insanların bu bilgileri akıl ve mantığın, ve de bilimin süzgecinden geçirip değerlendirme hakları vardır. İnsanlar doğru ve gerçeklere ancak böyle ulaşabilirler. Öyleyse, dinsel bazı bilgilerin doğruluğundan şüphelenen insanlar neden hemen "Cehennem” ateşi ile tehdit edilir? Yoksa din adamlarınca "birazcık” kandırıldık mı, veya hala kandırılıyor muyuz? Yani din adamlarının söylediklerinde yanlış olan taraflar mı var ki, körü- körüne itaat isterler, şüphelenip araştırılmasını “cehennem” tehdidiyle yasaklarlar?

 

Tanrı'nın sözleri diye ileri sürülen dinsel kitapları ortaya koyanlar, neden şüpheci olmayı yasaklıyor? İçindekilerin hepsi doğruysa, bilimsel şüphecilik yöntemiyle nasılsa eninde sonunda doğruluğu ortaya çıkar; ama değilse, işte o zaman da foyaları ortaya çıkar ki, korktukları bu olsa gerek.

 

Ne Arapca'ya, ne İbranice'ye, ne de başka bir ulusun diline gerek duymadan, Tanrı'nın mesajlarını algılayacak evrensel dil, bilim dilidir. Bu dilde, yani bilim konusunda, tüm uluslar kolayca anlaşabilmektedir. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji, paleontoloji, matematik, fizyoloji, anatomi, ekoloji vs. tüm uluslarda aynı şekilde kabul edilmekte ve bunların yorumlanması konusunda hiç bir kavga - savaş olmamaktadır. Dinsel kökenli kavga ve savaşları düşününce, Tanrı'nın, böyle kavga ve savaşları körükleyecek ve insanlarca farklı şekilde algılanıp yorumlanabilecek dinsel bilgileri bildirmiş olabileceği, akıl ve mantığa sığmıyor.

 

Oruç tutarken, başlangıç ve bitiş zamanları olarak “bir siyah ipliğin bir beyaz iplikten ayırt edilemeyeceği" an öngörülmüştür (2.Sure, 183.Ayet). Arabistan, Afrika gibi ekvatora yakın konumlu ülkelerde, gece - gündüz farkı pek olmadığından, bu uygulanabilir. Ya kutuplara yakın konumlu ülkelerdeki insanlar ne yapacak? 6 ay aç mı kalsınlar? Ülkemizde bile, yaz aylarında, Karadeniz kıyısındaki insanlar 18-20 saat oruç tutarlar, neredeyse günün tümü. Halbuki Arabistan'dakiler hep 12-13 saat tutmaktadırlar. Bu dengesizlik, mantıksızlık niye? Oruçsa, nefse hakimiyetse, neden bazıları düzenli olarak 12-13 saat buna katlanırken, bazıları 20 saat katlansın? Ya kutuptakiler Bu da Dünya'nın düz yorumlanması yanlışlığındandır.

 

Deprem, volkan patlaması, sel felaketi vs. gibi doğal afetler, dinsel kitaplarda hep Tanrı'nın insanlara verdiği ceza olarak yorumlanmışlardır. Deprem, volkan patlamaları gibi doğal felaketlerin dünyanın nerelerinde olabileceği genel hatlarıyla bellidir. Bugün, Kızıldeniz - Lübnan - Hatay hattı; Çanakkale - Bolu - Erzincan - Van hattı; Girit - Rodos - Antalya hattı; Pasifik Okyanusu'nun tüm kıyıları gibi bir çok yöre, deprem ve/veya volkanizma kuşağı olarak bilinir; buralarda sık sık depremler olmuştur ve olacaktır da. Diğer taraftan, Afrika'nın orta kesimleri, Sibirya bölgesi, ıskandinav ülkeleri, Kuzey ve Güney Aıerika'nın iç bölgeleri, Avusturalya gibi, Dünya'nın çok daha genişçe bir kesiminde ise deprem gibi doğal felaket olasılığı ya hiç yoktur, veya çok azdır. Şimdi şu soruya mantıklı bir cevap verin: Erzincan'da, Bolu'da veya Lübnan'daki insanlar, Sibirya - İskandinavya veya Avusturalya'da yaşayan insanlardan daha mı günahkarlar? Veyahut oralarda yaşayanlar hiç mii günah işlemiyorlar ki, hiç cezalandırılıyorlar ?

 

Dinsel kitaplarda, peygamberlerin doğru yoldan sapan insan topluluklarına gönderildiği belirtilir. Ve tüm peygamberlerin semitik ırktan (Yahudi - Arap) insanların yaşadığı Ortadoğu ülkelerinde ortaya çıktıkları da diğer bir gerçektir. Orta Asya'da yaşayan Türk'lere, Doğu Asya'da yaşayan Çin'lilere - Japon'lara, Amerika'da yaşayan Kızılderili'lere veya Eskimo'lara, veya Avrupa'da yaşayan Cermen'lereViking'lere hiç bir peygamber gönderilmemiştir. Öyleyse, sadece semitik ırk insanlarının sık-sık doğru yoldan çıkan toplumlar olduğunu mu kabul etmek gerekir? Yoksa en "uyanık" kişilerin onlardan çıktığını varsaymak mı daha doğru bir yaklaşımdır?

 

Peygamberler, doğup-büyüdükleri veya yaşadıkları şehirleri kutsal ilan edip, inananların oraları ziyaret etmelerini buyurarak, ait oldukları topluma veya ülkeye muazzam birer glir kaynağı yaratmışlardır. Acaba bu da yukarıda belirtilen türde bir “uyanıklığın" bir başka belirtisi olmasın? Insanların sömürülmesi çok çeşitli şekillerde olabiliyor: Kendilerine hiç peygamber gönderilmesi gerekmemiş toplumlar, yani onların deyimiyle “doğru yoldan çıkmamış” toplumların, peygamberli, yani doğru yoldan sık sık sapmış toplumların ülkelerine para akıtmaları da, kaderin bir cilvesi mi, yoksa saf toplumların, “uyanık" olanlarca sömürülmesi mi?

 

Tüm ulusların ortaklaşa kullanıp - anlaşabildiği bilim dili varken ve insanlar, Tanrı'nın kendilerine en büyük hediyesi olan beyinleri sayesinde, bu bilmısel dili kullanarak Tanrı'nın mesajlarını çözüp O'nu anlayabilirken, acaba neden sadece Arapça veya İbranice kitap indirmiş ve diğer dillerde konuşan insanların kendisini anlamalarına olanak sağlamamış? Akıl ve mantığa ters gelmiyor mu? Tanrı böyle mantıksız bir uygulamayı neden yapsın? Yoksa O yapmadı da, bazı çok “uyanık” toplumlar veya kişiler, insanları idare etmenin bir yolu olarak, kendilerini "seçilmiş halk veya kişi” ilan ederek, Allah'ın temsilcisi olduklarını ileri sürerek, çevrelerine veya dünyaya hakim olmanın en kolay yolunu mu seçtiler?

 

İnsanları yönlendirmede dini alet eden kişiler, bazı ender, doğal olayları, Tanrı'nın onların görüşünü desteklediği şeklinde halka yansıtmaktadırlar. Örneğin, vücudu çürümeden korunmuş bir insan gövdesini, bu insanın “ermiş" bir kişi olduğu ve Tanrı'nın onu bu nedenle koruduğu şeklinde bilim dışı yorumlamalar yaparak, saf düşünceli insanları kandırmakta, insanların inançlarını kötüye kullanmaktadırlar. Organik bileşimli bir gövdenin kokuşmaya-bozuşmaya uğramadan korunması, yani “konserve" edilmesi, özel koşullar altında mümkündür. Vücudun hava ve nem etkisinden kurtulması ve bazı kimyasal bileşim değişimleri bunun için yeterlidir. Bu da, ya bir bataklığa, veya durgun göl veya denize düşmekle; veya, volkan külleri gibi bir örtüyle kaplanmakla; veyahut da, suni olarak, mumyalamada olduğu gibi, vücut belli sıvı ve macunlarla işlenerek sağlanır. Fosil bulgular bunlara ait sayısız örnekler vemektedir. Bir kısım “uyanık” insanlar, bazı bilimsel bulguları, örneğin ışık etkisi ile çeşitli renkte pigment oluşturma olayını, kasıtlı şekilde bazı bitki veya hayvanlarda kullanarak, insanları etkilemeyi, onların dinsel inançlarını politik veya siyasi emellerine alet etmeyi, yani insanları şu veya bu şekilde kandırmayı, adet haline getirmişlerdir.

 

Şimdi, Tanrı'nın gerçek bilimsel dilini anlamadan, veyahut bilinçli olarak bilimsel bulguları kötü amaçla kullanarak, böyle olayların, "kutsal kişiymiş” "Allah şundan yanaymış …,vs.” şeklinde saptırılarak halkın yanlış yönlendirilmesi ve kandırılması genellikle din maskesi altında yapılmaktadır. Bunların amaçları toplumların aptallaştırılmasından başka bir şey değildir. Hem geçmişte, hem günümüzde, dış kaynaklar (yabancı devletler) dinsel duygularımızı ulusal çıkarlarımız aleyhine kullanmışlardır ve kullanmaktadırlar. Örneğin Kurtuluş Savaşı öncesinde İngilizlerin vatandaşlarımız arasından işbirlikçiler bularak Ittihad-ı Muhammedi Fırkası adlı teşkilatı oluşturtup, ülkemizi içten çökertmeye çalışması; Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, Iran gibi devletlerin çeşitli kişiler, örgütler ve/veya dernekler vasıtasıyla (Islamcı Türk Öğrencileri Konseyi, "Rabıta",vs..) devletimizi zaafa düşürmeye ve parçalamaya yönelik çabaları hep "din” adına yapılır. Şimdi düşünelim:

 

A.B.D.'li veya İngiliz yöneticiler, mademki Müslümanlığı bu kadar beğeniyorlar ve "destekliyorlar", öyleyse neden kendi devletlerine resmi din olarak kabul edip, şeriat kurallarına göre ülkelerini yönetmiyorlar?

 

Anlaşılması ve çözülmesi oldukça zor olan Tanrı'nın gerçek dili “bilim" tüm uluslarca aynen kabul edilmekle kalmayıp, her bir ulus, diğer bir ulustan bir bilimsel bulgu kapmak için elinden geleni yapmaktadır. “Bilim"de durum böyleyken, neden din konusunda durum tamamen farklı? Neden hiçbir toplum diğer toplumun dinini veya tarikatını beğenmez? Aklın yolu bir olduğuna göre -ki bilimdeki durum bunu doğruluyor- neden insanlar bu kadar din ve mezhep arasından TEK DOĞRU olanını bulup, onda birleşmiyorlar? Ama bilim söz konusu olunca, bunda birleşiyorlar. Demek ki, hiçbiri TAMAMEN DOĞRU değil, yani Tanrı'nın dilini yansıtmıyor. Her bir dinin taraftarı, kendi dininin Tanrı tarafından gönderildiğine inanır. Bu insanların "bencilliğinin” bir başka belirtisidir. Yaşadığı yeri dünyanın merkezi, veya dünyayı evrenin merkezi sayması gibi. Bencillik ise, yobazlığın bir özelliğidir, Yobaz din adamları veya din çığırtkanları dinsel kitaplardaki bir cümlenin, bilim alanında her yıl yapılan milyonlarca buluştan sadece biri ile uyumlu anlamda yorumlanabileceğini anlayınca, çocuklar gibi sevinip, "bak, kitapta zaten bu yazılmıştı” gibilerden ahkam kesmekte ve dinsel kitapların ne kadar “doğru" olduğuna 'bir kez daha' dikkati çekmek için büyük yaygaralar koparmaktadırlar. Elbette dinsel kitaplardaki tüm bilgiler yanlış değildirler, çünkü onları yazanlar veya yazdıranlar da o zamana kadarki bilinenlerden yararlanmışlardır. Ve nihayet şunu da unutmamak gerekir: "Çalışmayan, bozuk bir saat bile günde iki defa doğru vakti gösterir.” Tanrı'ya ait olduğu ileri sürülen kitaplarda, doğru olmayan, bilime ters düşen TEK BİR CüMLE bile olmamalıdır. Halbuki yukarda belirtildiği üzere, bir sürü terslik ve çelişki söz konusudur.

 

Kölelik, uşaklık, efendilik gibi günümüz anlayışına ters düşen ve insanlık onuru ile bağdaşmayan bir sürü kavramın din kitaplarında yer alması, din kitaplarının "İlahi" yönü konusunda şüpheler doğurmakta, 'ırkçı' zihniyeti anımsatmaktadır.

 

Eşlerimiz, analarımız, geleceğimizin güvencesi olan çocuklarımızı yetiştiren kadınlarımız! Sizlerin din kitaplarında neden “yarım” insan, ikinci sınıf vatandaş olarak tanımlandığınız, neden hor görüldüğünüz, hatta bir zamanlar şeytan veya büyücü olarak damgalanarak diri diri yakıldığınız, akıl ve mantığın kabul edemediği konuların başında gelmektedir. Tanrı'nın böyle akıl ve mantık dışı bir buyruğu olabileceğine nasıl inanabilirsiniz? Çocuklarımızın yetiştirilmesi büyük ölçüde annelere emanet edilmiştir. Halbuki bizim toplumumuzda kadınlar sürekli aşağılandıklarından, kendilerine güveni olmayan, aşağılık duygusu içinde bocalayan, zavallılaştırılmış, hatta düşünmesi yasaklanmış bir kesimimizi oluşturmaktadır. Siz hiç morali sıfır olan, ama kaliteli oyunculardan oluşmuş bir takımın, kalitesiz ama morali iyi bir takım karşısında başarı kazandığını gördünüz mü? Peki biz, aşağılık duygusu içinde yetiştirilen, kendilerine güven duyguları kasıtlı olarak yok edilmiş kadınlarımızdan ne bekleyebiliriz? Az gelişmiş bir ülke olarak, çok hızlı bir şekilde kalkınmamız, ilerlememiz gerekirken, “yarım insan" gücümüzle, dört nala koşan, ilerleyen toplumlara nasıl yetişebiliriz? Birileri toplumumuza, bilinçli veya bilinçsiz olarak, bir 'sosyal hastalık virüsü mü’ bulaştırıyor?

 

Çıkarcı zihniyetliler ve onların uşakları, insanları aklını kullanmaya, mantıklı düşünmeye, doğruyu bulmaya, gerçekleri görmeye çağıran BU TÜRDE yazıları hemen yasaklamakta, bırakın bunları okuyup üzerinde düşünmeyi, ellerine almayı bile 'büyük günah· olarak ilan etmektedirler. Bunları yazanları, söyleyenleri şeytanla işbirliği ile suçlayıp, haklarında ölüm fermanı çıkartmaktadırlar. Neden din kitaplarını tenkit edenler, dinsizlik- kafirlikle suçlanıp, haklarında ölüm fermanı çıkarılır? O fermanı çıkarmaya kim kimi yetkili kılmış? Aynen bir mafya babasının kendisine engel olanları "uşaklarına" öldürtmesi gibi, çıkarlarının tehlikeye girdiğini gören 'yahudi zihniyetliler, yani çıkarcılar", hemen tehlikeyi sezip, bu dürüst ve Allah'ın gerçek mesajlarını duyuran insanlar için 'ölüm fermanları' çıkarırlar! Kim acaba gerçekten Allah'a daha yakın ve O'nu daha iyi anlıyor, yorumluyor? Gerçek bilim adamları mı, yoksa çıkarcılar veya yobazlar mı? Acaba şeytanla işbirliği yapan, yobaz din adamları mı, yoksa gerçekleri ve sadece gerçekleri, Tanrı'nın gerçek mesajları olan bilimsel gerçekleri araştırıp, onları ortaya koyan, sahtekarların yalanlarını yakalayıp halkının kandırılmasına engel olmaya çalışan bilim adamları ve akıl mantık sahipleri mi? Şimdiye kadar kimlerin söyledikleri yanlış çıktı; "Dünya düzdür', 'Dünya evrenin merkezidir, Güneş Dünya'nın etrafında döner', ·Ay'a gidilemez", ·Gökkubbe delinemez·, "Evrim yoktur', ‘insan çamurdan yaratılmıştır·, ·Dünya bir öküzün boynuzları üzerinde durur, öküz kafasını salladıkça deprem olur·, "falan yerde insanlar kötü yola düştüklerinden, Allah onları cezalandırdı, bu felaket onun için oldu” vs. vs. diyen din adamları mı doğruyu söylüyorlardı, yoksa ölümle tehdit edilmelerine rağmen Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü; Yeryüzünde hayatın önce denizlerde çok ilkel yaratıklarla başladığını, sonra gittikce daha karmaşık yapılı organizmaların oluştuğunu, karalarda hayatın çok daha sonraları geliştiğini, canlılar arasında bir evrimin söz konusu olduğunu; Depremlerin dünyada belirli yerlerde çok yaygın olduğunu, bu tür doğal felaketlerin belirli kurallar çerçevesinde geliştiğini vs. vs. ortaya koyan bilim adamları mı doğruyu söylüyorlar? Saklayacak - gizleyecek - örtecek bir yönü olmayanlar, toplumun her türlü bilgi ile donatılmasına, her türlü fikri tartışmasına, aklını ve mantığını kullanmaya çağrılmasına neden karşı çıkarlar? Neden her türlü dinsel konunun açıkca tartışılmasından yana değildirler? Tanrı'sal bir din kitabının hiç saklanacak - gizlenecek bir yönü olamaz; her tür eleştiriye dayanabilir nitelikte olmalıdır. "Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar”. Doğruya ulaşmanın yolu şüphecilikten geçer. Her türlü olasılık değerlendirilmelidir. Şayet birisi, "ben ne diyorsam ona inanacaksın, sakın dediklerimden şüphelenmeyesin, yoksa … gibilerden tehdit yoluyla taraftar arıyorsa, mutlaka bir "gizleyecek" yönü vardır.

 

Sayın din adamları gerçekten dürüstlük ve doğruluktan yana iseler, o zaman tehdit - idam fermanı gibi yobazlıklardan vazgeçip, gerçek bilim adamları ile açık açık tartışırlar. Gerçeklere ve doğrulara ancak böyle ulaşılır. Ama bir konuda tartışabilmek için o konuyu bilmek gerekir. Ama nerede biyoloji, ekoloji, antropoloji, astrofizik, genetik, jeoloji, jeofizik, biyokimya, fizyoloji, anatomi  vs. vs. bilen - ama gerçekten bilen ve araştıran- din adamları? Bunlardan anlamayan din adamları ile nasıl tartışılır?

 

VII- SAPLA SAMANI AYIRT EDEBİLMEK

 

Bu gün ülkemizde, sapla - samanı ayırt edemeyen, kafası çelişkili düşüncelerle karmakarışık bir insan topluluğu bulunmaktadır. Üniversite gençliği dediğimiz, aydın - uyanık - araştırıcı olması gereken bir kesim, doğru - dürüst bir kompozisyon yazamayacak, basit sentez ve analizleri yapamayacak kadar zekaları köreltilmiş bir parçamızdır. Ya onları eğitmek - öğretmekle yükümlü olan öğretmen ve öğretim üyesi kadromuz? İstisnaları olmakla beraber, maalesef onların çoğunluğu da ötekilerden çok daha iyi değil; mantıksal bir irdelemeyi sonuna kadar çelişkisiz bir tarzda götürüp, bir neden sonuç ilişkisine varabilen ve ona göre davrananları yok denecek kadar az. Onların da kafalarındaki düşüncelerin birçoğu birbiriyle çelişki içinde; onlar da maalesef bu çelişkileri ortadan kaldırmaktansa, onlarla beraber yaşamayı yeğliyorlar, yani yarı aydınlar! Peki neden?

 

Dinsel kökenli toplumsal baskılar, akıl kullanmayı, mantıklı düşünmeyi sınırlarsa, insan beyinlerinde (şantajla da olsa) şartlanma yerleştirilmişse, yani insanların beyinlerine ambargo konulmuşsa, o insanlar ancak günlük alışılmış işleri yapabilirler, bunun dışına çıkamazlar.Ya din adamlarımız? Bir kere onların çoğunluğu daha Kuran'ı okuyup anlayamamışlar; ama ezberlemişler! Diğer taraftan peşin olarak önyargılı bir yaklaşımla - yani • Kuran Allah' ın kitabıdır, onda ne yazılıysa doğrudur" ön yargısı ile - konuya yaklaştıklarından, aşağıda VIII. bölümde anlatacağım aklını deveye takmış avcı misali, başka hiç bir şeyi gözleri görmez, akılları kabul edemez durumdalar. Her şeye "takdir-i ilahi” deyip, mantıksız da olsa her şeyi kabulleniyorlar, veyahut “insanlar artık yoldan çıktı, kadın - kız başı açık, çırıl-çıplak geziyor, bu felaket bunun için başımıza geldi" mantığı ile olayları açıklamaya çalışıyorlar. Ama ne başkaları, ne de kendileri şu soruyu akıllarına getirmiyorlar: Yıllardır İsveç, Norveç, Almanya, Polonya vs. gibi ülkelerde kadınlar- kızlar neredeyse anadan doğma dolaşıyorlar, ama oralarda insanların başına böyle felaket gelmiyor. Ama bizim ülkelerde felaket eksik olmuyor. Halbuki bizim inancımıza göre oralarda taş-taş üstünde kalmamalıydı. Acaba bu işte bir 'bit yeniği' mi var? "Takdir-i Ilahi" kaçamağı züğürt tesellisidir.

 

Ama biz buna layık değiliz; bizim ulusumuz birçok defa doğru çözüm ve çıkış yollarını bulmuş ve kurtulmaya çalışmıştır. Ama karanlık güçler ”çıkarcılar ve torunlarının geleceğine ipotek koyanlar” dinsel duyguları kötüye kullanarak, bu yeni girişimleri baltalamışlardır. Atatürk devrimlerinden ne zamandan beri taviz veriyoruz? Köy Enstitüleri kapatılmasaydı bu günkü gençlik ve öğretmen kadromuz böylesine yeteneksiz mi olurdu? Kimler bu enstitüleri kapattırdı ve kimler senelerdir imam-hatip okulları açtırıyor? Bu imam-hatip okullarında neler öğretiliyor, müsbet bilimler mi, yoksa akıl ve mantığın dışlandığı şeyler mi? Biz kimlerin oyununa geldik acaba?

 

Din kitaplarında, Allah'ın her şeyi insanlar için yarattığı vurgulanır. Bunun sonucu insanlarda aşırı bir bencillik duygusu gelişir ve insanlar acımasızca ve bilinçsizce bir doğa tahribatına girişirler. Ormanlar ve yeşil alanlar yok edilir, deniz sahilleri ve dere kenarları veya yatakları parsellenir. Ama doğa ve Allah affetmez, günü gelir insanlar bu yaptıklarının bedelini çok ağır öderler. "Dünyamızı koruyalım” sloganının yavaş yavaş yerleştiği günümüzde, din faktörünün bu yönünü de. iyi değerlendirmemiz gerekir.

 

Türk-islam sentezi değil, Bilimsellik-Akılcılık sentezi gerçek yoldur. Şimdiye dek kandırıldığımızı artık görüp-anlama zamanı geldi. Artık insanlarımız, yaşamı ve düşünce dünyasını tümüyle etkilemiş olan bu yanlış temele oturtulmuş adet ve geleneklerimizden, kadercilikten, kısmetçilikten, uyuşukluktan, ataletten kurtulup, dinç, dinamik, akılcı, çalışkan bir şekilde, Allah'ın gerçek yolunda, akıl ve mantık yolunda, bilim yolunda ilerlemelidir. Bakın dünya devletlerine. Kimler ilerliyor İslam ülkeleri mi, katı hırıstiyanlık Kurallarının geçerli olduğu Orta ve Güney Amerika ülkeleri mi, Afrika ülkeleri mi? Yoksa din yerine bilimselliği rehber edinmiş ülkeler mi?

 

Yobazlığa son, insanlığa dön – çağrısı

 

 

Evreni ve tüm alt sistemlerini yaratan Allah'ın, yarattıkları ile direkt ilişki kurmak için peygamberlere, imamlara veya papazlara ihtiyacı mı olur? Kandırılmış, aldatılmış ve gerçekleri göremeyecek kadar şartlandırılmış insanlarımız! Artık beyninizdeki o "şartlanma kafesini” kaldırın. Allah'ın bize bahşettiği en değerli organımızı, beynimizi, en iyi şekilde kullanıp işletmesini öğrenin. "Falanca dinimize, Peygamberimize karşı çıkmıştır, katli vaciptir vs. 'gibi şartlanmış kişilerin sözleri, Allah'ın görev alanına müdaheledir; çünkü can vermek ve almak O'na aittir. Böyle yobaz kişilerin sözlerine kananlar, kiralık katiller gibidir. Zorba bir adamın veya mafya babasının yanında, onun uşaklığını “vur” dediğini vurup, as dediğini asan, kafasını vicdanını kullanamayan, köpekleşmiş yaratıklardır. Onlar insan bile değildir. insan, aklını ve mantığını kullanabilendir. Aklını kullanamıyorsan, diğer hayvanlardan farkın ne?

 

Ey insanlar, yaptıklarınızda ve yapacaklarınızda, sadece bugününüzü ve kendinizi değil, geleceğinizi ve torunlarınızı da düşünün. Onların sizi nasıl anmalarını ve hatırlamalarını istersiniz?

- Günah, Allah'ın gerçek buyruklarına, yani bilimsel verilere karşı gelmektir!

- Günah, Allah'ın en mükemmel eserlerinden olan beyni dışlamak, Akıl ve mantığa uymayan işleri yapmaktır!

Öyleyse, günah işlemeyin sevgili din kardeşlerim!

 

VIII- MİLLİ VE MANEVİ DEĞERIER YUTTURMACASI

 

“Milli ve manevi değerler” diye bir slogan tutturmuş gidiyoruz. Toplumumuzda yanlış temellere oturtulmuş bir sürü gelenek, görenek kuralı var. Bilimsel düşünce tarzıyla bağdaşmayan bu tür kurallar, toplumumuzun gelişmesini, bireylerinin üretken, yeni düşünceler buluşlar ortaya koyucu olmalarını engellemekte, yani bir diğer ifade ile, insanlarımızın düşünme yeteneği sınırlanmakta, beyin-faaliyetleri “psikolojik hapse” mahkum edilmektedir. Söyle bir örnek vereyim: “cenabet olarak dolaşmak günahtır, öyle dolaşan insanın işleri iyi gitmez, başına uğursuzluk gelir” şeklinde bir inanç toplumumuzda yaygındır. Şimdi tatlı bir rüyadan sonra yıkanma olanağı bulamayan bir genç, bütün gününü ruhsal bir bunalım içinde geçirir. İşlerinin iyi gitmeyeceği korkusu ve başına ne zaman kötü bir şey geleceğinin bekleyişi içindeki bu gençten hangi olumlu iş beklenir? Böyle bir “milli, manevi değerin" toplumumuza yararı mı çoktur, zararı mı? Sol tarafından kalkmak günah; Kitapta yazılanlardan şüphe etmek günah; başını açmak günah; şunu yemek günah, bunu içmek günah; resim, heykel yapmak günah; televizyon izlemek günah; kadına, erkeğe bakmak günah; vs. vs.. Halbuki bu yasakların çoğu doğal, biyolojik gereksinimlerdir. Bir taraftan bu doğal gereksinimlerin iç-dürtüsü, diğer taraftan günah işleme korkusu insanları ikircikli, dengesiz bir ruh haline sokar; huzursuz bir yaşam başlar. Sonuç toplumun çoğunluğunun riyakarlaşması, insanların kendilerine saygılarını yitirmeleridir. Kendisine saygısı olmayan kişi, topluma karşı görevlerini hiç yerine getirmez. Her türlü hırsızlık, dolandırıcılık, vergi kaçırma, vs. gibi toplumsal problemler gittikçe artar. Bireylerinin çoğu böyle olan toplumdan, artık siz ne bekleyebilirsiniz? Böyle toplumlar artık sağlıksız ve umutsuzdurlar. Neyin sonucu olarak? "Milli ve manevi değerler” diye sıkı sıkı sarıldığımız bu tür akıl ve mantığa ters alışkanlıklarımızın  sonucu olarak!

 

Bu tür "milli ve manevi” değerlerimizin çoğu ise dinsel kökenlidir. Alışkanlıklardan kopmak, kurtulmak zordur. Kumarın kötü olduğu, sigaranın sağlığa zararlı olduğu bilinir, ama yine de çoğumuz onlardan vazgeçemeyiz. Hele bazı alışkanlıklarımızın temelinde dinsel duygular varsa, bunların zararlı olduğunu anlayabilmek çok büyük cesaret ve zeka ister. Çünkü şüphelenmek bile çok büyük günah sayılmıştır. Çünkü kişilerin beyinlerine "ambargo” konulmuştur. Beyin istediği gibi özgürce düşünüp, doğruyu - yanlışı ayırt etme hakkından yoksun bırakılmıştır. Beynimiz Allah'ın bize verdiği en degerli organımızdır. Tanrı'ın bahşettiği bu değerli organı gerektiği şekilde kullanmamak, Tanrı' ya karşı bir saygısızlık değil midir? Tanrı eğer istemeseydi, o beyni bize verir miydi? Öyleyse bu akıl ve mantıkla bağdaşmayan dinsel kökenli "manevi" değerlere böylesine körü-körüne bağlılık neden? Hala kandırılmış olabileceğimiz neden aklımıza gelmiyor? Gelemez, çünkü senelerdir öyle şartlandırılmışız, ve her gün sohbetlerde, radyoda, televizyonda aynı önyargılarla donatılıyoruz. Bu tür şartlandırmanın ne olduğunu anlatabilmek için, affınıza sığınarak, biraz müstehcen de olsa şu fıkrayı vermek istiyorum:

 

Afrika'da uzun süreli bir ava çıka bir yabancının, bir-iki hafta sonra, cinsel arzuları dayanılmaz boyutlara ulaşır. Kılavuzlarına konuyu açıp, onların bu sorunlarını nasıl çözdüklerini sorar. Onların çözümü, dişi develerdir. Kendisine çok ters gelen bu öneri karşısında avcı bir kaç gün daha  sabrederse de, sonunda dayanamayıp bir dişi deveyle ağaçların arasına dalar. Devenin başını bir ağaca bağlayıp, ayağının altına bir şeyler alarak, gerekli yüksekliği tutturmaya uğraşır. Tam sağlamışken deve kımıldar, yerini değiştirir. Avcı tekrar pozisyonunu bulmaya çabalar, fakat deve rahat durmaz, her defasında pozisyonu bozar. O böyle uğraşırken, çevresinde bir gürültü kopar; bir genç kız “imdat! imdat!" diye bağırarak, iki adamın takibinden kurtulmaya çalışmaktadır. Devenin iki de bir kıpırdamasından dolayı zaten çok sinirlenen avcı, bir de bu gürültü çıkınca, tüfeğini kaptığı gibi, kovalayan iki adamı cansız yere serer. Kurtulan kız, büyük bir sevinç içinde avcının önünde diz çökerek, "Efendim, beni kurtardınız, size hayatımı borçluyum. Her şeyimle emrinize amadeyim. Dileyin benden ne dilerseniz!" der. Avcının isteği şu olur: “Şu devenin başını tut da, kımıldamasın".

 

Evet, insanlar şartlandıysa, gerçekleri görmeleri zorlaşır. Gerçekleri görmek, doğruları yanlışlardan ayırt edebilmek için, önce önyargılardan ve şartlanmalardan kurtulmak gerekir. Bu konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken diğer bir husus da şudur: Cinsel konularda geleneksel tutuculuk ve tabular toplumumuzda derin kökler salmıştır. Ama bu tabuları koyanlar ve tutuculuğu savunanların kendileri bu kuralları en çok çiğneyenlerin başında gelirler. Kadınlara - kızlara bakmak günahtır, denir. Ama peygamberlerden -halifelerden alın, şeyhlerine - imamlarına kadar (ve de tabii tüm diğer erkekler) hepsi bakar. Çünkü bu doğal, biyolojik bir olaydır. Diğer taraftan müritlerinin kadınlarını - kızlarını kullanmayan şeyh - imam yoktur demek pek yanlış sayılmaz. En büyük cinsel ahlaksızlığı onlar ortaya koyarlar, çünkü olayı sinsice ve de kendilerine inanmış kişilerin güvenlerini kötüye kullanarak yaparlar. Ve saf, dindar insanlar bunun, ya farkına varmazlar veya fark etseler bile, mantıklı düşünme yetenekleri yok olduğundan, ya intihara kalkarlar, ya delirir, sapıtırlar, ya tevekkülle içlerine atıp, sineye çekerler.

 

İnsanlık tarihi süresince YÖNETICILER önce aile mertebesinde, sonra aşiret mertebesinde, daha sonraları ise devlet veya imparatorluk gibi büyük ölçekte insan topluluklarını yönetmeye çalışmışlardır. Yönetilen toplumu emir altında tutmaya yönelik olarak ne gerekiyorsa yapılmıştır. Bu arada sel, kuraklık, deprem, volkan patlaması, kıtlık vs. gibi her tür doğal olay dinsel baskı aracı olarak kullanılmıştır. Günümüzde teknolojik gelişimler Dünya'yı 'küçültmüştür'. Eskiden kıtalarla, dağlarla, denizlerle sınırlanıış devletler veya yönetilen toplumlar varken, günümüzde "çok uluslu şirketler" kanalıyla bir çok ulus, hatta tüm Dünya yönetilmektedir. "Süper Devlet" kavramı artık hiç birimize yabancı değildir. "Süper Yöneticiler" belirli toplulukların, geri kalmış düzeyde, kolay yönetilebilir şekilde kamıaları için, özellikle dinsel duyguları alet etmekte, “milli ve manevi değerlere sahip çıkmak" gibi, kendilerinin hiç değer vermediği, ama az gelişmiş ulusların kullanmasına devam etmelerini istedikleri, adetlerle ve geleneklerle “şartlandırılmış" şekilde yaşamlarını sürdürmelerini özenle destekliyorlar. Bizler T.C. vatandaşları olarak bu oyunları artık görmeliyiz. MİT elemanlarının maaşlarını hangi devlet niçin ödemiş? Rabıta örgütü Türk vatandaşlarına neden maaş bağlamış? Beş kuruşun bile bedava verilmediği bir dünyada, bu bonkörlük niye? Arap ülkeleri, İran veya U.S.A. neden belirli akımları desteklerler?

 

Atatürk'ün devrimleri neden kötülenir? Bir Türk vatandaşı, nasıl olur da Atatürk için “Resmi tarih yalan söylüyor. Atatürk bizim için pek bir şey yapmadı! O bir diktatördü, Müslümanları cepheye gönderdi. O savaş gerçekte bir kurtuluş savaşı değildi; O çok utanç verici şeyler yaptı” gibi, ulusumuzu parçalanmaktan, Yunan, İngiliz, Fransız, Amerikan sömürgesi yapmaktan kurtarmakta öncülük etmiş bir büyük evladını böyle nankörce kötüler? Bu kişileri kimler nasıl kandırmış, acaba hiç düşünülüyor mu? Bunlar kimin uşağı? Kimler 'uşak' olur, yani kolayca kandırılıp başkalarının yararına hizmet eder? Akıl ve mantığın dışlandığı ve kendisine saygısını yitirmiş bireylerden oluşan bir toplumda bireyler kolayca kandırılabilirler. Bir ulusun en büyük sermayesi iyi yetişmiş. kendine saygısı ve güveni olan bireyleridir. Böyle bir ulus hiçbir güçle sindirilemez!

 

IX- EGİTİM VE ÖĞRETİM SİSTEMİMİZ

 

Eğitim - öğretim sistemimiz yeniden gözden geçirilmeli. Doğru - yanlış, iyi - kötü gibi kavramları iyi tanımlayıp-sınıflayıp, olayları tüm bilimsel çıplaklığı ile görüp, hiç bir tabu veya yasak ardına sığınmadan, yasa - yönetmelik veya geleneklerimize dahil etmeliyiz. Değer yargılarımız çarpıktır. Dürüst, kendi alın teri ile bir yere ulaşma çabası içindeki insanların enayi olarak; ama, vergi kaçırarak, sahtekarlıkla, dolandırıcılıkla vs. ile servet sahibi olanların ise 'saygın' kişi olarak değerlendirildiği bir toplumun “değer yargılarının” sağlıklı olduğunu iddia edebilir misiniz? Tüm düşünce ve değerlendirme sistemimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Ancak o zaman, ne bizim içimizdeki uyanıklar bizi bu kadar sömürebilir, ne de dışımızdaki "uyanıklar" devletimizi böylecesine sömürür. Gerçekler böyledir, bu böyle biline! Kişileri nasıl tanımalı, değerlendirmeliyiz, ulusları nasıl tanımalı ve değerlendirmeliyiz, işte bunlar da öğretilmeli. Tüm egitim-ögretim sistemimiz sıfırdan ele alınarak yeniden düzenlenmeli; çünkü, tüm değer yargılarımız, olaylara bakış açımız, düşünme ve davranış tarzımız yanlış bir temele, yani bin yıllık bir kandırılmışlığın üzerine oturtulmuş! Böyle bir yanlış temel üzerine hiç sağlam bir yapı oturtulabilir mi?

 

Sömürülmüş, aldatılmış bir toplum olmaktan kurtulup, bizi sömürmeye çalışan dış güçlere karşı içte birlik olup, birlikte karşı koymalıyız. Şu anda biz, kendi içimizde birbirimizi aldatmakla meşgulken, yabancılarca çok daha büyük çapta aldatılıyoruz. Yani, kendi evinde çoluk-çocuğunu döven, ama dışarda kendisi hep dayak yiyen kabadayı gibiyiz. Bunun yolu, kendine güven duymaktan geçer. Güven ise, akıl ve mantığını kullanmasını bilenlerde, yani zekasını geliştirenlerde olur. Akıl ve mantık kullanılmasını dışlayan, “böyle soruları düşünmek, akla getirmek günahtır” mantığı ile giden toplumlarda, zeka gelişmesi değil, zeka gerilemesi görülür; bu günkü durumumuz buna örnektir.

 

Ezbercilik, 'evet-efendicilik' sistemi içinde; beynimizin 'yasak-günah' kafesi içine alındığı bir sistemde, kendine güven duygusu olan, yaratıcı ve bir şey başarma hırsı ile dolu, çalışkan insanlar yetiştirmek mümkün değildir; orada ancak, kendine güveni olmayan, 'bizden bir şey olmaz', 'biz  bir şey başaramayız' gibi aşağılık duyguları içinde yüzen insanlar yetişir. Düşmanlarımızın istediği de zaten budur, ve bizi bu duruma getirebilmişlerdir. Ama biz hala kafamızı kumdan çıkarıp gerçeklerle yüz-yüze gelmekten korkuyoruz. İçimizde o kadar 'sosyal virüs' var ki, her türlü olumlu adım anında o dış kaynak uşağı 'virüslerce' bastırılmaya çalışılıyor.

 

Hep eskiyle övünürüz, lbni Sina'larla, Ömer Hayyam'larlaFarabi'lerle, vs. .. Peki ya son 300-400 yıl içinde hiç çok büyük bir bilim adamı çıkardık mı; veyahut tüm islam alemi çıkardı mı? Hayır! Hep daha eskiyle, 500 veya 1000 yıl öncesiyle avunuruz. Neden acaba? Nedeni gayet açık: üç-dört asır öncesine kadar Hırıstiyanlık alemi çok katı bir ”yobazlık" dönemi içindeydi; dine veya din adamlarına karşı gelen, diri diri yakılıyordu. Onlara oranla islam alemi daha hoşgörülü ve aydınlıktı. Yani koyunun olmadığı yerde, keçi misali. İşte, o nedenle eskiden islam aleminden, o zamana göre dünya çapında bilim adamları çıkmış; ama bunların da dindar kişiler olduğu söylenemez, Ömer Hayyam'ı düşünsenize!

 

Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,

Cennet- i Ala meyhane midir?

Her Müslümana iki Huri diyorsun,

Cennet- i Ala, kerhane midir?

 

Beni özene bezene yaratan kim? Sen!

Ne yapacağımı da yazmışsın önceden.

Demek günah işleten de sensin bana:

Öyleyse nedir o cennet cehennem?"

 

Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi

Neden ölüme mahkum eder hepsini?

Yaptığı güzelse neden kırıp atar

Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?

 

 

Ama bugün, hırıstiyanlık alemi "rönesans ve reformlla bu karanlık yobazlık dönemini aştıktan sonra (yani diğer bir ifadeyle, akıl-mantık erbabı kişilerin sayısı ve gücü, yobaz dinsel zihniyetlilerden daha baskın çıktığı günden beri), kendi içinde, akılcı - hümanist - hoşgörülü ve özgürlükçü bir sistem kurduktan sonra, bilim ve teknolojide dev adımlarla ilerlemekte, tüm dünyayı etkisi altına almaya ve yönetmeye çalışmaktadır. Bizim gibi, zavallı-geri kalmış ülkeler insanları da, ara-sıra bir batılı “uyanık" müslüman oldu diye, olayların perde arkasını araştırmadan dinimizle övünürüz. El gider Mersin'e, biz gideriz tersine! Eller, insanlarını araştırıcı - akılcı - atılımcı şekilde yetiştirmek için çabalarken ve de, bizim, akılcı-mantıklı oldukları, düzeni tenkit ettikleri için kovduğumuz insanlarımızı alıp, onların beyin gücünden yararlanırken; biz akıllılarımızı böylece kovarak - küstürerek elden çıkarıp veya dışlayıp, 'evet-efendimci', 'siz daha iyi bilirsinizci', karaktersiz, kaypak, yağcı, yardakçı bir çıkarcılar topluluğu  “kişisel olarak köşeyi dönmeyi, toplumsal olarak dünya ülkeleri arasında köşeyi dönenler arasına katılmaya yeğleyenler topluluğu” olmaya doğru adım-adım "geriliyoruz". O kadar bencil, ilerisini görmeyen (veya görmek istemeyen) bir insanlar topluluğuna dönüşüyoruz ki, "gününü gün et", 'gemisini yüzdüren kaptandır", "rüzgara göre yelken aç", 'benden sonra tufan" misali, günlük kişisel ve ailesel çıkarlar uğruna, çocuklarımızın-torunlarımızın geleceğini ipotek ediyoruz. Bunun ana nedeni de, bu bin yıllık kandırılmışlığın yarattığı kendine güvensizlik duygusudur. Asırlardır süren dinsel korku ve baskı sonucu, toplumsal düşünce tarzımız öylesine ürkekleşmiş, uyuşturulmuş: akıl ve mantığımız öylesine körleştirilmiş ki, toplumumuz öylesine aptallaştırılmış ki, gerçekleri görebilecek, görse de söylemeye cesaret edebilecek ne cesaretimiz kalmış, ne de yeteneğimiz. Halbuki, kendimize güvenimiz olsa: daha rahat olacağız; daha uzun vadeli planlar yapacağız; kişisel ve kısa vadeli hesaplardan vazgeçip, torunlarımızın geleceğini güvence altına almayı planlayacağız; yani bencilliğimizi frenlemesini öğrenip, daha toplumcu davranacağız. Yani DEMOKRATİKLEŞECEĞİZ.  

 

X- TOPLULUKLARDA ALDATMACA - KANDIRMACA

 

Doğada kandırmaca çok yaygın bir olaydır; bir bitki diğer bir bitki veya hayvanı, bir hayvan diğer bir hayvan veya bitkiyi aldatma çabası içindedir. Canlılar arası bu aldatmaca veya sahtekarlığın güzel örnekleri bilinir. Bunlardan bir-iki tanesini burada kısaca özetlemek istiyorum.

 

Kukuk kuşları, civcivlerini kendileri bizzat kuluçka yatarak çıkarmazlar. Bunlar o kadar yeteneklidirler ki, otuz küsur çeşit türde kuşun yuvalarına, onlarınkilere benzer şekilde yumurtlayarak, o kuşların kuluçka yatmaları sayesinde, kendi civcivlerinin de ortaya çıkmalarını sağlarlar. Hatta bazen yuva sahibi kuşun kendi yumurtalarını yuvadan aşağı atacak kadar da haince davranırlar.

 

Zambak türü bir çiçeğin, nektarı olmadığı halde, döllenmesini sağlamak amacıyla, çok uzun hortumlu bir arı türünün dişisinin kokusunu yaydığı; o arının da bu kokuya kanarak o çiçeğe konup, o kokunun sarhoşluğu ile, eklemlerine o çiçeğin tozlarını bulaştırıp, bir diğerine aktardığı da bilinenler arasındadır.

 

Yine, bir küçük boylu bir sarı karınca türünün kraliçesinin, bir tür kara karınca yuvasına giderek, “Kraliçenizi öldürün, o sizin gerçek kraliçeniz değil" mesajını içeren bir koku yaydığı; kara karıncaların kraliçelerini öldürmeleri üzerine de, onun yerine geçerek, kendi yumurtalarını onun yuvasına bırakıp, kara karıncalara beslettiği bilinir.

 

Doğadaki bu tür olaylar, canlıların genlerindeki komutlardan kaynaklanır. Genlerdeki birçok komut, bir çok canlıda ortaktır. Canlılar arası ortak gen sayısı, evrimsel akrabalık ilişkisi derecesiyle orantılıdır. Ne kadar yakın bir akrabalık varsa, ortak gen sayısı da o derece fazladır, Yani insanların bir çok genleri, diğer bir sürü hayvanla ortaktır. Bu nedenle insanlar çok değişik derecelerde olmak üzere, çok degişik türlerde davranışlar gösterebilir. Sahtekarlık ve kandırmaca canlılar aleminde yaygın olduğuna göre, insanların da bundan nasibini almaları doğaldır. Her insanın içinde, her birinde değişik derecede olmak üzere, kandırmaca duygusu da mutlaka vardır. Ama bazı insanlarda bunun derecesi epey fazladır. İşte, “uyanık”lığı, "saf”lığından fazla olanlar, diğerlerini hep aldatmaya çalışırlar, onların sırtından geçinmeye uğraşırlar. Bu bireysel bazda böyle olduğu gibi, toplumsal bazda da böyledir. lsrailoğullarının kutsal kitapları Tevrat'da bizzat itiraf ettikleri üzere, İbrahim Peygamber, çıkarları uğruna karısını bile pazarlamaktan kaçınmamıştır. Bazı insanlar çıkarlarını her şeyden üstün tutarlar; onların, çıkarları uğruna feda etmeyecekleri şey, söylemeyecekleri yalan, aldatıp-kazıklamayacakları insan yoktur.

 

Bu türde insanlar, herhalde yahudi toplumunda daha yaygındırlar ki, bu tür düşünce tarzına “yahudi zihniyeti, veya çıkarcı zihniyeti" denir. “Cıkarcı zihni!yetli” insanlar her toplumda bulunur. Bu tür insanlar çıkarları için dünyayı ateşe bile verebilirler; nitekim dünyadaki savaşların çoğu bu yüzden çıkmıştır. Siz siz olun, çevrenizdeki insanları iyi tanıyıp değerlendirin, başkalarının dediği ile hareket etmeyin. Peygamberlerinizi de iyi tanıyın, size onların sadece iyi yönleri tanıtılmış olabilir; yukarıda kutsal kitaplar özetlenmiştir; o bilgileri iyi değerlendirin ve bu bilgileri değerlendirirken, şu soruya da bir cevap arayın: Tüm dünya ve evreni yaratan bu BüYüK GüC'ün, yarattıkları ile doğrudan iletişim kurması için bir "aracıya' ihtiyacı olur mu? Ve Allah bize bu 'beyni' neden verdi? Bu yazılanların da doğru olup olmadığını kontrol edin; ama bizzat kendiniz kontrol edin.

 

Bu böyleyken, çıkarcı zihniyetlilerin diğer insanları ve toplumları kandırmaya çalışmasını bu açıdan değerlendirip, akıl ve mantığımıza sahip çıkıp kandırılmamaya uğraşmalıyız. Günlük yaşantımızda da öyle, kaç kez politik kandırmacalara alet olduk? Hangi yakın dostunuzdan, hatta kardeşinizden, kişisel çıkar söz konusu olduğunda, kazık yemediniz?

 

Enflasyon nedir? Bence enayilik vergisidir. Hakkını alamamaktır. Aptallaştırılmış toplumların, veya insanların sırtından, uyanıkların yolunu bulmasıdır.

 

Görüyorsunuz ki, bizim toplumumuz da, bir çok diğerleri gibi, 'bir İsrailoğulları oyununun' kurbanı olmuştur. Hem de bir "çifte sarma" ile: bir taraftan çeşitli sihirbaz numaraları + doğal olayların ve afetlerin değişik yorumlanmaları ile insanların aldatılması; diğer taraftan "bize inanmazsan veya şüphelenirsen, cehennem ateşi" şantajı. Ve öyle bir düzen kurulmuş ki, her gün veya her hafta, düzenli bir şekilde bir 'beyin yıkama' merasimi ile insanların uyanmaları, akıl ve mantıklarını kullanabilme alışkanlığı kazanmaları engellenmiş; halk çoğunluğu öylesine 'robotlaştırılmış' ki, akıl ve mantığını kullanmaya kalkan herkes toplum içinde bir cüzzamlı gibi görülüp, yobaz din adamlarınca 'şeytan' diye damgalanıp, çeşitli şekillerde suçlanmış- dışlanmış-cezalanmış. Yani 'kraldan çok kralcı olmak' veya 'vur deyince öldürmek' gibi bir durum ortaya çıkıış. Düşünün, biz başka soyların evlatları, sami ırkından (Yahudi ve Araplardan)  daha fazla onların öğretisini savunur olmuşuz!

 

Peki, şimdiye kadar bu 'aldatmaca'yı farkeden olmamış mı? Elbette olmuş; Ömer Hayyam'lar, Pir Sultan Abdal'lar, ve daha niceleri. Onlar epey tohum ekmişler, fakat "kara eller" derhal bu tohumların hemen yok edilmesi, çoğalmaması için ne gerekiyorsa yapmışlardır. İçimizde, bilerek veya bilmeyerek, bu "kara mihrak"lara uşaklık eden sayısız insan vardır. Aman dikkat edin, Allah"ı yanlış yorumlayıp - tanıtan bu çıkarcı zümresinin ve onların uşaklarının aldatmacalarına ve de SANTAJlarına gelmeyin!

 

Şimdi, uzay çağına girdiğimiz bu asırda, yeni bilimsel bulgular ve gelişmeler, bu ÇIKARCILAR - SAHTEKARLAR mafyasının oyununun bozulmasını, saf düşünceli halkımızın bunun farkına varabilmesini mümkün kılacak yeni ve ap-açık deliller ortaya koymuştur. İşte "gökkubbe" terimi ve uzaya gidip-dönen uydular! Bunlar açık-seçik yukarıda anlatıldı, ve belli bir yaşın üzerindeki insanlarımız bu olayları hala hatırlarlar. Ama nedense, "çevir kazı, yanmasın” misali, bu taze olaylar bile unutturulup, üzerine sünger çekilmek isteniyor, ve de halkımız bu olayı neredeyse unuttu. Evet, saf ve temiz düşüneceli din kardeşlerim; İLAHİ Güç’ü yanlış tanıtan, doğal olayları çıkarcı zihniyetlerine alet ederek saf, temiz insanları sömüren bu ÇIKARCILAR - SAHTEKARLAR mafyasına karşı başlatılan bu mücadelede, Tanrı 'nın gerçek dili BİLİM'in yanında yerini alarak, bu yazının tüm insanlarımıza ulaşmasında yardımcı ol. Unutma ki; günah, Allah'ın gerçek mesajları olan bilimsel bulgu ve verileri dışlamak, bunları yanlış yorumlamaktır; sevap ise Allah'ın gerçek mesajlarının algılanıp uygulanması ve buna yardımıcı olunmasıdır. Allah yolu, bilim yoludur! Tüm insanlarımızı, gerçeklere ve doğrulara ulaşmak üzere, bilim yolunda seferber edelim. Allah'a ulaşmaya çalışalım ve onun bin-bir çeşit dilinden birini çok iyi çözüp anlamaya çabalayalım. Bilimde ve onun uygulama alanı olan teknolojide kendimizi göstererek Tanrı'ya layık olduğumuzu gösterelim.

 

 Kendisini toplum-sever görenler, ulusunu-vatanını sevenler!

 

Akıl ve mantığa, bilime, gerçeklere ve doğruya ulaşmaya bir çağrıdır bu!

 

Gerçek inanç yoludur!

 

Doğrular, dürüstler, sahtekarlar-çıkarcılar belli olsun! Ancak ve ancak, böyle bir BİLİM SEFERBERLİĞİ, doğrulara-geçeklere ulaşma seferberliği, bizi düzlüğe çıkaracak, muasır “medeniyete" yetiştirecektir.

 

Hala çoğu din adamı, burada yazılanlara inanmayıp, bunu yazanın kitapları yanlış yorumladığını iddia edecektir. O zaman onlara şunu sorun:

Daha 20 sene öncesine kadar, Gökkubbenin bir fanus gibi dünyayı kapladığını, yıldızlara gidilemeyeceğini savunan ve ayetleri böyle yorumlayan sizler değil miydiniz? Bir asır öncesine kadar dünyanın düz olduğunu iddia eden sizler değil miydiniz? (Unutmayın, ekvatorda yaşayanların 12 saat, kutuplara yakın yaşayanların 20 saat oruç tutmaları, dünyanın düz bir tabak gibi düşünülmüş olmasındandır.) Bu geçmiş yanıltılmalarımızın ve aldatılmalarımızın günahını kim çekecek? Ya şimdi yanılmadığınızı nasıl savunursunuz? Geçmişe baktığımızda, sizler yanıldınız, ama bilim adamları haklı çıktılar. Şimdi size niye inanalım? Allah'ın gerçek dili “müspet bilimlerden" hangisine hakimsiniz? Daha doğru dürüst okuyup anlayamadığınız, her defasında değişik yorumlamaya kalktığınız bir kitabı nasıl doğru anladığınızı iddia edersiniz?

 

Bırakınız, kitapları ve olayları bilim adamları yorumlasın, ama gerçek bilim adamları!

 

14.               Yaratıcımız olan Kuantsal sistem bizi evrensel sistemle bağlantı içinde tutar

Bunu Nötrinolar’ın şu önemli davranışlarından anlamaktayız:

Nötrinolar, içinden geçtikleri varlıklarla etkileşimleri süresinde çok yüksek düzeyde enerji potansiyeline ulaşabiliyorlar ve uygun bir ortamdaki bir atom çekirdeğiyle karşılaştıklarında, onu parçalayıp, güçlü-etkileşim kuvveti etkisiyle davranan quark (kuark) öğelerinden oluşan çok enerjik yeni öğeler oluşumuna yol açıyorlar.



Şekil 31 Nötrino gibi çok küçük bir atom-altı-öğesi, çok büyük oluşumlara yol açabilmektedir.

Bu durum 1974’de Brookhaven National Laboratory’de yeni ve çok enerjik bir atom-altı-öğesinin keşfine yol açmasıyla anlaşılmıştır. Şekil o anki gözlem odasının anlık görüntüsünü göstermektedir.

Gözlem odacığına alttan sadece nötrinolar girebilmektedir, çünkü oda başka öğe girişini tamamen engelleyecek şekilde yalıtımlıdır. Bunlardan biri (A) noktasında bir protonla çarpışır. Çarpışma sonunda 6 öğe ortaya çıkar: 1 negatif muon, 3 pozitif pion ve 1 negatif pion; ve bir nötr Λ(0).

(B) noktasında pozitif pion çevresiyle etkileşerek bir elektron yayar; (C) noktasında negatif muon çevresiyle etkileşerek daha enerjik bir elektron yayar.

Λ(o) öğesi D’de çevresiyle etkileşime girip, bir negatif pion ve bir protona dönüşür. Yani tüm diğer atom-altı öğeleri gibi, çok kısa ömürlüdür. (Charmed-Sigma olarak tanımlanan Λ(0) öğesi üç kuarktan oluşur, ancak proton veya nötron gibi normal up ve/veya down kuarklar haricinde üçüncü kuark olarak “Charme” olarak bilinen daha ağır (enerjik) bir kuark taşır.) 

Bu olay bir gözlem odasında geçekleşmiş ve normal olarak içinden geçtikleri maddelerle etkileşmeyen nötrinolardan biri, güzergâhı boyunca geçtiği ortamlardan öylesine etkilenmiş ki, bu gözlem odasının (A) noktasına vardığında 13 milyar elektron-voltluk bir enerji düzeyine ulaşmış ve o noktada rastladığı protonun parçalanmasına yol açarak yukarıda açıklanan bir sürü atom-altı-parçacığı oluşumuna neden olmuştur.

Bu olay bir insanın bedeninde de olabilir. O zaman o insanın bir geninde bir mutasyon olmuş olur ve o protein veya gen değişime uğrar.  Acaba o insan bunu nasıl algılardı? Bu konuyu çok iyi düşünüp-değerlendirin. 

Bilgi olgusunun gerçekten en tabandaki atom-altı-öğeler âlemine kadar yansıtılıp, onlar tarafından depolanıp-işlendiğini şöyle anlarız. Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Bu yeni proteinin oluşması için önceki bileşenlerde değişikler olması gerekir. Her bileşik, bir alt-düzeydeki öğelere bağlı olarak geliştiğinden, bu değişim-dönüşümler en temeldeki atom-altı-öğelere kadar geri yansıtılır. Böylelikle çevredeki değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize, moleküllerimize, atomlarımıza ve kuantlarımıza aktarılır. Geri-beslemeli bu sistem böylece atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır ve her gün doğa değişen bilgilere göre yeniden yapılandırılır.

Daha ergonomik bir yere ulaşmak isteyen bir atom-altı-öğesi engeli aşmasına yetecek kadar bir enerjiyi sanal öğeler denilen bir sistemden alır. Yani kuantsal sistemde yedek enerji deposu işlevi gören sistem vardır. Yüksek enerjili kuarklar, proton, nötron gibi çekirdek öğelerinin parçalanmaları sırasında oluştuklarına göre, bu yedek enerji deposunun atom çekirdeklerinde depolanan strong-force = güçlü etkileşimden kaynaklanması beklenir.

Çok yüksek enerjili kuarklar, normal maddelere radyasyonla başka enerji öğelerinin çarpması sonucu oluşurlar. Yani doğada maddeleri oluşturan atomların içlerindeki proton-nötron gibi öğeler sabit- değişmez değiller. Tam tersine doğadaki radyasyonlarla değişip-dönüşüyorlar. Bu değişim-dönüşümlere en çok şimşekli-fırtınalı havalarda ve gama ışınları vs. gibi radyasyonlara maruz kalan varlıklarda rastlanılır. Ama bedenimizin içindeki hücrelerde de böyle etkileşimler olmaktadır.

Yani doğal sistem en ergonomik öğeler kullanılarak oluşturulmuştur. Ama bu en ergonomik bileşenli öğeler, evrensel ölçekte bir enerji dengeleme sistemi denetimi altındadırlar. Evrensel ölçekte bu enerji dengeleme sisteminin ajanları ise nötrino denilen bir nötr lepton öğesidir.

Yani atomlar 10-13 milyar yıl önceleri doğmuşlardır. Ve o zamandan beri dünyada hayat başlamıştır, çünkü atomlar da, kuantsal sistem gibi canlıdırlar.

Bedenimizden saniyede 100 trilyon kadar nötrino geçmektedir. Bu nötrinolar hücrelerimizin içlerindeki atomları etkileyebilmekte ve şekilde gösterilen türlerde sanal enerji parçacıkları oluşumuna neden olmakta ve hücrelerimizde değişim-dönüşümlere yol açmaktadırlar.

Görüldüğü üzere kuantum âlemi birbirlerine dönüşen ve çevreleriyle etkileşime girerek hem onlarda değişim-dönüşümlere neden olurlar, hem de kendileri değişime uğrarlar.  Ancak bu değişim dönüşüm öğelerinden biri, sadece yakın çevresiyle değil, galaksiler arası düzeyde etkileşimlere girer ve evrensel ölçekte bir karşılıklı etkileşim ve enerji-dengelemesi sağlarlar.

Neutrino-events = Nötrino-olayları

 


Şekil 32: Nötrinolar her çekirdek tepkimesinde oluşurlar.

Nötronun protona veyahut protonun nötrona dönüşmesi olaylarında (ki bunlara çekirdek reaksiyonları denir), birer elektron (veya pozitron) salınımı yanında, anti-nötrino (veya nötrino) denilen enerji öğeleri de çevreye yayılırlar.

Burada çok önemli bir nokta dikkat çeker. Madde oluşturucu iki temel öğenin (proton ve nötron) birbirlerine dönüşmesi sırasında açığa çıkan (yani çevreye yayılan öğeler, madde ve anti-madde öğelerdir:

Elektron (NORMAL MADDE) ile anti-nötrino (ANTİ-MADDE) bir tarafta

Pozitron (ANTİ-MADDE) ile nötrino (NORMAL MADDE) diğer tarafta.

 

Atomlar, proton ve nötronlardan oluşurlar. Nötron 2 down (d) ve 1 up (u) kuarktan, proton ise 2 (u) ve 1 (d) kuarktan oluşur.

Nötrinolar etkisiyle (d) kuark (u) kuarka dönüştürülebilir ve nötron protona dönüşmüş olur.

Yine Nötrinolar etkisiyle (u) kuark (d) kuarka dönüştürülebilir ve proton nötrona dönüşmüş olur.

Görüldüğü üzere, doğada sadece proton, nötron, elektron gibi gerçek (reel) öğeler değil, bir çok da, W+, W-, Z bozon gibi sanal öğe (virtual particle) bulunmaktadır. Sanal öğeler, saniyenin çok-çok küçük bir süresince bir reaksiyona katılırlar ve hemen sonra tekrar kaybolurlar. W+, W-öğelerinin, biri “madde” diğeri anti-maddedir. Aynı şekilde elektron madde, pozitron anti-maddedir. (Nötrino madde, anti-nötrino anti-madde.) Yani, bilgi ve olasılık hesapları yaparak doğa ve dünyamızı oluşturan kuantsal sistem, madde -anti-madde karışımı ve etkileşmesi içindedir.

İnsanlar şimdiye dek, doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü, doğa-üstü-güç (DÜG) sistemi olarak, varlıkların dışında-üstünde bir yerde tasarlamışlar ve ona göre yaşamlarını düzenlemişlerdir. Oysaki bu DÜG İçimizdedir.

Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” ve “dinamik sistemler fiziği” bedenlerimizin hücreler tarafından yönlendirildiğini gösterir. Bu nedenle onların yapılarında-genlerinde şimdiye dek ne tür yönlendirici bilgiler biriktirilmiş olduğunu bilmemiz ŞART VE GEREKLİdir. Çocuklarımıza cin, peri, şeytan, melek, Azrail, Cebrail gibi, doğada hiçbir karşılığı bulunmayan hayal ürünleri yerine, quark, lepton, atom, molekül, hücre gibi gerçek öğeler öğreterek, atomlarımızın ve hücrelerimizin nasıl davrandıklarını bilip, hayali değil, gerçeklere uygun hedefler gösterirsek, onlar da bizleri bu doğal sisteme uygun yönlendirmeye devam edeceklerdir.

Doğadaki temel kimyasal elementler sabit-değişmez olursa, doğadaki değişim-dönüşüm sistemi işleyemez! Çünkü: Doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar için enerji gerekir; enerji ise, kuantsal sistemdedir, yani atom-altı-öğeler dünyasındadır. Kuantlar âlemi, çevresiyle sürekli etkileşmekte ve çevredeki değişim-dönüşümlere uyarak, kendileri de değişmektedirler. Kuantlardaki bu değişim-dönüşümlerin, molekül veya daha üst-düzey varlıklara etkilerinin aktarılabilmesi atom denilen kimyasal elementlerce gerçekleşmek zorundadır. Bu nedenle, atomlar da sabit olamazlar, değişim-dönüşüm içinde olmalılar. Yani atomlar değişip-dönüşmezse, atom-altı-öğeler dünyası (kuantum-âlemi) ile moleküller-hücreler-bedenler gibi üst-sistemler arası “köprü” kapanmış olur.

Bilim dünyasındaki bu yeni gelişme, “life is nothinng but chemistry” diyen C.L. Kervran’ın (1963-1980) ne kadar haklı olduğunu ve ona Nobel ödülü verilmesini engelleyen bilim insanları ve medyanın insanlığa karşı ne kadar büyük bir suç işediklerini göstermektedir.

Bu zıtlık doğadaki enerji dağılımı dengelenmesinde rol oynayan en temel noktadır. Elektron ve pozitronun elektro-manyetik kuvvet oluşumlarında ana-aktör oldukları bilinmektedir.


Şekil 33: Bir nötrinonun bir gözlem odasında bir protona çarpması sonucu gelişen değişimler.

Şekilde (A) olarak gösterilen noktadaki bir hidrojen çekirdeğine (protona) çarpan bir nötrino’nun 3 farklı yeni öğe oluşumuna yol açtığı gözlenir. 

Nötrinolar ile ilgili olan bu gözlemin önemi şu noktadadır. Nötrinolar, delip-geçtikleri varlıklarla etkileşimleri süresince çok yüksek düzeyde enerji potansiyeline ulaşabiliyorlar ve uygun bir ortamdaki bir atom çekirdeğiyle karşılaştıklarında, onu parçalayıp, güçlü-etkileşim kuvveti etkisiyle davranan quark (kuark) öğelerinden oluşan çok enerjik yeni öğeler oluşumuna yola açıyorlar. Yani çekirdek reaksiyonları gerçekleştiriyorlar. 

 Bizim saman-yolu galaksisinin dışındaki bir başka galakside gerçekleşen bir yıldız-patlamasında çevreye yayılan nötrinoların dünyamıza kadar gelerek, bir laboratuvardaki su moleküllerini etkilemesi olayı

1987 yılı şubat ayında, Japonyadaki nötrino- algılayıcı Kamiokande detektöründe hiç beklenmedik bir olay algılanmıştır: Şekilde görülen görüntü, detektörün bir cephesinde ortaya çıkmış ve tam 11 kez tekrarlanmıştır.

Metin Kutusu:  Şekil 34: Japonyadaki Kamiokande gözlem evinde bir nötrino olayı kaydı


 

Şekilde görülen tipte bir olay yaratan nötrinoların geldiği yön araştırıldığında, bu yönün uzaydaki Büyük-Macellan-bulutu- galaksisi uzantısı olduğu saptanmıştır.  Ve aynı saatlerde astronomlar, uzaydaki Büyük-Macellan-bulutu- galaksisinde büyük bir yıldız patlaması gerçekleştiğini gözlemlemişlerdir. Detektördeki görüntünün bu galaksiden gelen nötrinolardan kaynaklandığı araştırmalar sonucunda tespit edilmiştir.

 Yukarıda özetlendiği üzere, nötrinolar çekirdek reaksiyonları sonucu oluşmakta ve çevreye yayılmaktadırlar.  Nötrinoların çevreye yayılmalarında ise sınır yok gibidir; çünkü bir galaksideki bir yıldızın içinde gerçekleşen bir çekirdek reaksiyonu sonucu açığa çıkan bir nötrino, bir başka galaksideki bir gezegene ulaşıp, oradaki maddelerle etkileşime girebilmektedir. Yani nötrinolar evrensel düzeyde enerji-dengelenmesi yapan mucizevi öğelerdir.

Doğadaki, nötrinolar kaç farklı kökenli olabilirler?

Bizim dünyamızın yakınında gerçekleşen en fazla çekirdek reaksiyonları Güneş içinde olduğundan, dünyamızda rastlanılan nötrinoların çoğunluğu Güneş kökenlidir.

Ancak, kozmik ışınlar da, atmosferde çekirdek reaksiyonlarına yol açtıklarından, bir kısım nötrinolar atmosfer kökenlidirler.

Nötrinolar uzaydaki herhangi bir galaksideki bir yıldızdan gelebilirler.

Dünyamızın içinde (çekirdeğinde, mantosunda, litosferinde, hidrosferinde) çekirdek reaksiyonları olduğundan, bunların herhangi bir yerinden gelebilirler.

Ama tüm bunların haricinde, nötrinolar bizlerin ve çevremizdeki tüm canlıların bedenlerinde de oluşmakta ve çevreye yayılmaktadırlar.

Nötrinolar her boyuttaki varlığın içlerindeki atomlar ve atom-altı-öğelerle etkileşebilecek özelliklere sahiptirler. Bu nedenle insan dahil tüm varlıklar evrensel bir sistemin denetimi ve yönetimi altındadırlar.

      

15.           Hayatı evrensel ölçekte düşünmeliyiz.

       Madde 1- Bu kitabın ilk bölümlerinde, doğa ve dünyadaki oluşum ve gelişimlerin tamamen bilgili ve bilinçli bir sistemle oluşturulmaya başlandığı ve oluşturucu güç sisteminin de varlıkların en küçük ve en temel bileşenleri olan KUANTLAR alemi olduğu gösterildi.

       Madde 2- Kuantsal oluşturucuların cansız- ölü öğeler olmadığı, tam tersine canlı-bilinçli öğeler oldukları ve tüm canlılar gibi katlanarak artıp-gelişen bir sisteme sahip oldukları gösterildi. Bu yönteme Kuantizasyon adı verilir.

       Madde 3- Kuantsal güç, kuantizasyon adlı katlanma usulüyle büyüyüp gelişmeye başlar ve 12-13 milyar yıl önceleri önce proton-nötron-elektron üçlüsünü oluşturur. Sonra onların birleştirilmeleriyle doğayı oluşturan yüz civarında kimyasal element (atomlar) oluşturulur. Daha sonra bu atomların kombinasyonlarından molekül denilen su, tuz, mika gibi maddeler oluşturulur ve doğal sistem ortaya çıkar. Böylelikle alt-düzeylerden üst-düzeylere doğru bir evrilme-büyüme sistemi ortaya çıkar.

       Madde 4- Herşey enerji ile yapılır, enerjinin kökeni ve kaynağı ise sadece kuantlardır. Enerji kuantsal öğelerden proton-nötron-elektron gibi atomik öğelere aktarılır. Sonra atomlardan moleküllere aktarım olur. Daha sonra moleküllerden hücrelere, bedenlere, vs. şeklinde üst-sistemlere aktarılarak devam edilir. Tüm bu aktarımlar, bilgi ile gerçekleşir ve kuantsal sistem en ergonomik yapıyı oluşturan sistemlere göçer. BİLGİ enerji akışını yönlendiren trafik levhaları işlevi görürler. Böylelikle doğada bir entegre alt-sistem – üst-sistem yapılaşması ortaya çıkar.

       Madde 5- Bu alt-sistem – üst-sistem ilişkilerinde bir nokta çok önemlidir: O da hiçbir sistemin ebedi- veya çok uzun ömürlü olamamasıdır. Doğa sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğundan, hiçbir üst-düzey varlık sonsuz ömürlü olamaz. Oluşan varlıklar ebedi olurlarsa, kuantsal öğeler bu ebedi varlıklar içinde hapsedilmiş olurlar ve yeni üst-düzey varlık oluşturulması engellenmiş olur, çünkü hepsi hapistedir. Bu nedenle tüm varlıklar doğum-ölüm döngülüdür.

       Madde 6- Ölüm bir yok olma değildir. Doğa ve dünyamızın daha iyi bir yönde gelişim döngüsüne katılmak için evrensel sistemle bir harmanlanmaya girmek üzere geri dönmektir. Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Değişim-dönüşümlerin nedeni ise doğal sistemin sürekli bir evrilme içinde olmasıdır. Evrilmenin devam etmesi için varlıkların belli bir ömürden sonra parçalarına ayrılması, doğal sistemle tekrar harmanlanması, bu sayede daha yeni bilgilerle tekrar örgütlenmesi gerekir. Ölüm olmazsa, doğal sistem tıkanır, çünkü doğadaki enerji, sabit ömürlü varlıklarca bloke edilmiştir. Yani zaman denilen değişim-dönüşüm ortadan kalkmış olur. Oysaki, zaman enerjinin sürekli bir akıntı içinde olmasıyla oluşmaktadır.

       Madde 7- Zaman değişmeseydi, dünyamız 4 milyar yıl önceki atom ve molekül kombinasyonlarından oluşan bir şekilde durmuş olurdu. Ne bakteriler devri, ne böcekler, ne dinozorlar, ne memeliler devri oluşurdu. Dolayısıyla biz insanlar da oluşamazdık.

       Madde 8- Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Buna "yaratıcı" dediğimiz sistem de dahildir. Bu nedenledir ki, doğal sistemin başlangıcını oluşturan kuantsal sistem de yarattıkları üst-sistemlerle birlikte kendileri de değişime uğrarlar. Bu nedenle de evren sürekli evrimleşir.

       Madde 9- Bilgi varlıkların kimyasal-bileşimine ve fiziksel-dokusuna kaydedilir ve hep alt-sistemlere aktarılarak nesiler boyu sürdürülür. Yok olama diye bir şey olamaz çünkü atomlar değişip-dönüşerek bilgiyi güncelleyip, sürdürürler. Bilgisiz bir şey yapılamıyor. Bizlerin bilgileri bedenimizdeki hücrelerde, hücrelerin bilgileri atomlarında, atomların bilgileri de onların içlerindeki kuantsal sistemde depolanmakta. Böylelikle doğada bir şey yapma-oluşturma bilgisi taa kuantsal sisteme dayanmaktadır. Bu nedenle kuantsal sistem sabit kalmayıp, doğada gelişen bilgilere göre sürekli değişip-dönüşmektedir. Halbuki kutsal kitapların Allahı sabittir, değişip-dönüşmez kabul edilir. Doğada bilgi sürekli artıp-geliştiğine göre, Allah nasıl değişmez kalır? Varlıklarla etkileşimi yok mudur? Bilginin atomlarda kaydedilip işendiği, yaratıcının eseri olan genomlarla kesinlik kazandığına göre, kutsal kitap diye başka bir kitap olabilir mi? Üstelik her ulusa kendi diliyle gönderilmiş bir kutsal kitap doğal sistemin yaratıcılığı ile bağdaşır mı?

       Madde 10- Kendisini bilgi oluşturucu ve yaratıcı özellikle donatan hücrelerini ve kuantsal sistemi inkar edip yaratıcısını "çok büyük" bir sistemde arayan insan, yaratıcı sistemine ihanet içindedir. Doğada yapıcı-güç tabandadır, çünkü enerji kuantsaldır. İnsanlar ise güç sistemini tepeye yerleştirmişlerdir. Doğada böyle bir şey olmadığından, insanlık hem kendine, hem doğaya zarar verecek şekilde, tam bir zır-cahillik içinde yaşamaktadır.


Şekil 35:Yaratıcımız kuantlar alemidir, yani Allah bize yanlış tanıtılmıştır.

Doğa alt-düzey – üst-düzey yapılaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle düzeylerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Entegre Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-düzey – üst-düzey” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

IV-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.

V-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

 

Amaçlanan hedeflere ulaşabilmek için kimyasal bileşimlerin değiştirilmesi gerekir. Bileşimlerin, örn. Moleküllerin birbirlerine dönüşümleri enerji gradyanları oluşturulmasıyla gerçekleşir. Aynı yöntem elementlerin birbirlerine dönüşümlerinde de geçerlidir. Dolayısıyla hücreler içinde çeşitli küçük ortamlar oluşturularak, moleküllerin, atomlarına ayrışmaları sağlanacak mikro-ortamlar oluşturulur; sonra atomların birbirlerine dönüştürülecekleri daha küçük mikro-ortamlar oluşturularak, varlığın gereksinimi olan değişimler elde edilir.

 

Atomların birbirlerine dönüşümleri, hücreler tarafından değil, atomların algılama ve o algıya göre davranmalarına dayanılarak atomlar (dolayısıyla içlerindeki atom-altı-öğelerce) yapılmaktadır, çünkü yapıcılık-kuvvet oluşturma ve aktarma erki hep alt-sistemlerdedir. Hücreler sadece enerji gradyanı değişimleri yaparak, enerjinin nereden nereye akması gerektiği bilgisini (kuvvet alanını) oluştururlar; atomların içlerindeki atom-altı-öğeler de o kuvvet alanına uyarak, bir atomdan diğerine akarak, atomların birbirlerine dönüşmelerini gerçekleştirirler.

 

Bir uyarı notu: Bir insan olarak hücrelere hedef göstermek, lafla olamaz. İnsan neyi yapmak istiyorsa o şeyi azimle-istekle yapmaya çabalar-çalışırsa, bu hücrelere bir hedef gösterme işlemi olur. Onun için azimle ve sabırla bir şeyi yapmaya çalışanlar bir süre sonra o işi yapacak duruma ulaşırlar, çünkü hücreler o süre içinde bedende gerekli düzenlemeleri yapmışlardır ve o insan da o işi yapacak duruma gelmiş olur.

Kitabın 4. Bölümünde bu konuda çok daha büyük ölçekli, yani milyonlarca yıllık bir uğraş sonucu, karasal oramda yaşayan bir canlı grubunun denizel ortamda yaşamaya uygun bir yapıya kavuşturulmasının hikayesi verilmiştir. O gelişme bize kutsal kitapların yaratılış görüşünün tamamen yanlış olduğunun doğa-bilimsel delilidir.

 

Doğada değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur, çünkü her şey kuant denilen en temel bir canlılık öğesiyle başlamaktadır. Bu oluşturucu güç sistemi varlıkların içlerinde bulunan “elementares WirkungsQUANTUM” olarak tanımlanan ve RUH kavramına denk gelen en temel canlılık öğesidir. Kuantlar en temel canlılık öğesi olduklarından, doğadaki herşey onların çoğalmaları şeklinde gerçekleşir. Buna kuantizasyon denir. Atomlar bu kuantizasyonun birer ürünüdür. Atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle de insan dahil tüm canlılar alemi oluşur. Bu büyüyen sistemlerin de ömürleri sınırlı olmakta ve belli süreçler sonunda oluşturulan her üst sistem tekrar parçalarına ayrıştırılmakta, değişen koşullara uygun olarak parçacıklar tekrar yeni bilgilere göre yeniden kombinasyonlara sokularak gittikçe gelişen-evrimleşen bir doğa ortaya çıkmakta ve evrensel ölçekte bir hayat sistemi ortaya çıkmaktadır. Bu sisteme dinamik sistem denir ve “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre işler. Onun için bu sistemin temelinde “doğum-ölüm-döngüsü” yatar. Böylelikle alt-düzey – üst-düzey tarzında bir evrilme ortaya çıkmıştır. Yapma-yaratma erki hep alt-düzey öğelerine aittir, yani hücre bedeni oluşturur, beden hücre oluşturamaz. Biz bir hücre yapamayız, ama hücreler genetik bilgi içeriklerine göre, binlerce farklı beden oluştururlar.

 

Doğada bir yaratıcılık vardır. Bu yaratıcılık da bilgiye dayalı olarak doğa ve evreni oluşturmuştur. Doğada hiçbir şey rastgele veya bilinçsiz oluşmaz. Tüm oluşumlar bilgiye göre yapılır ve bu bilgiler de varlıkların kimyasal bileşimlerine yansıtılıp kaydedilir. Bu nedenle her canlı bu genetik bilgileri gelecek nesle aktarmak için çabalar. Seks ve aşk bu dürtülerin tipik görüntüleridir. Evet yaratıcının kitapları vardır. Bu kitaplardan bir tanesi de: Dünyanın ve hayatın nasıl ne zaman yaratılıp-oluşturulduğunun anlatıldığı yeryuvarının ARŞİV SAYFALARI olan jeolojik katmanlardır. (Diğeri ise her canlının kromozomlarında yazılı genetik kodlamalardır.) Bu iki kitabı birlikte okuyup değerlendirebiliyorsanız, yaratıcılığı anlarsınız. Yoksa hep tepedeki hanedanlar sınıfınca uydurulmuş farklı kitaplara inanır, bölünmüş halde birbirilerinizle kavga ederek, para-babalarının işine geldiği şekilde sürünürsünüz.

 

Herşeye kadir olan yaratıcı insanlara bir kitap göndermek isteseydi, hiç yok edilemeyecek ve herkesçe okunup-anlaşılacak bir kitap gönderemez miydi? Peki neden böyle bir kitap göndermemiş de, farklı devletlere (uluslara), farklı kitaplar göndermiş? Üstelik bu yaratıcı bazı kavimleri kendisine yakın kabul edip, onların soylarını koruyup-zengin edeceğini söylemiş. Tüm bunlar kutsal kitapların, devlet sahipleri-(yönetici-zümre) tarafından, insanların kendilerine biat etmeleri için kendi görüşlerine göre tanımladıkları bir sahtekarlık değil midir?

 

Doğada her varlığın nasıl oluşturulduğu kimyasal yapısına işlenmiştir. Yani doğal sistemin yaratıcısı, yapılan her olayı-her işlemi, o varlığın kimyasal yapısına kaydetmiştir. Onun için “yaratıcının kitapları vardır ve kuantsal dilde yazılmıştır” deriz.

 

Doğada dinamik sistem geçerlidir.

DİNAMİK SİSTEMDE

         Oluşturucu güç, enerji vs. kuantum alemindedir;

         Çevreyle sürekli etkileşim içindedirler;

         Bilgi oluşturularak sürekli yeni üst-sistemler yapılır;

         Oluşan yeni üst-sistemlerin en iyileri seçilip, kötü olanlar terk edilir.

         Tüm varlıkların içlerinde mevcut olduklarından,

         her an her-yerde (omnipresentözeliklildirler;

         her şeyi yapabilirler (omnipotent) özelliklidirler;

         Doğum-ölüm döngülü olduklarından, yeni bilgi oluşumlarına göre, doğa her gün yeniden oluşturulur, düzenlenir.

 

İnsanlığın bilinçli olarak doğal sistem içinde gelişmesine engel olan tek faktör, insanlara tepedekilerce yanlış bilgi verilmesidir. Doğadaki yapıcı-yönlendirici güç içlerimizdeki kuantsal sistemden kaynaklanır, yani doğada Doğa-Altı bir güç sistemi vardır ve tüm varlıkları etkiler ve yönlendirir. Halbuki yönetimi ele geçiren bir hanedanlar sınıfı (tepedekiler) doğadaki yönlendiriciliğin Doğa-Üstü bir güç sisteminde olduğu, ve kendilerinin de bu Doğa-Üstü güç sisteminin temsilcileri olduğu şeklindeki bir hayat görüşünü (gelenek-göreneklere işleyerek) insanların bilinç-altına yerleştirdikleri için insanlık bir çıkmaz sokağa sokulmuştur.

 

Kutsal kitap denilen kavram, 5 bin yıl önce Sümerlerce ortaya atılmıştır. Sümerler “Krallık gökten indikten sonra” şeklinde bir toplumsal yönetim kabul etmişlerdir. Dikkat edin, “kral gökten inmiyor” krallık gökten iniyor. Böyle bir inanca sahip olmalarının nedeni, insanlığın gökte oturan insansı özellikli tanrıların, insanlığı yarattıktan sonra onlara kutsal kitap gibi davranış bilgileri göndererek yöneticilere biat etmelerini sağlamaktır. Kutsal kitaplarda “her topluma kendi dilinde bir kutsal kitap gönderildiği” yazılıdır. Bu şekilde insanlık bir sürü farklı topluma bölünmüş olur ve insanlar bir sürü olarak yönlendirilmiş olur.

 

Yeryuvarının ARŞİV-SAYFALARI yaratıcının geçek eserleridir. Yeryuvarı katmanlarında kayıtlıdırlar. Çeşitli uluslardan bilim adamları tarafından 4-5 asırdan beri muazzam emekler verilerek insanların anlayacağı bir dile aktarılmış verilerdir. Her ulus tarafından aynı şekilde anlaşılıp-yorumlanırlar. Arşiv-sayfaları doğadaki oluşumların BİLGİ oluşturma potansiyeline bağlı olarak geliştiğini göstermektedir. Kutsal Kitaplı dinler ise insanların kutsal bir varlıktan gönderildiğine inanılan dogmatik bilgilere göre davranmalarını buyurur. Bu nedenle kutsal kitap etkisi altındaki toplumlarda yeni bilgiler oluşturularak yeni şeyler oluşturulması sınırlanmıştır.

 

Neden uzmanlaşma-iş bölümü ve ortaklık gereklidir?

Doğada iş veya eylem yapanlar hep varlıkların içlerindeki bileşenleridir. Örneğin bir insan her şeyi hücreleri vasıtası ile yapar. Marangozun çekici şu yönde şu kadar kuvvetle sallaması emrini beynindeki hücreleri oluştururlar ve verirler. Böcekleri araştıran bir bilim adamının gördüğü bir böceği tanıması işlemini, o bilim-adamının beynindeki hücreler gerçekleştirirler. Bitkileri araştıran bir bilim adamının gördüğü bir yaprağı tanıması işlemini, o bilim-adamının beynindeki hücreler gerçekleştirirler. Bir adam hem marangoz, hem böcek-uzmanı, hem bitki uzmanı olamaz, çünkü beyindeki bu işlerle görevlendirilecek hücre sayısının belli sınırları vardır. Onun için uzmanlaşma denilen mesleki ayrımlar gerekir. Bu sayede çok daha fazla bilgi oluşturma olanağı ortaya çıkar. Toplum hayatı bu nedenle iş-ve-meslek-mensupları arası bir ortaklık olmak zorundadır.

 

Doğadaki büyüme ve gelişme, en tabandaki kuantsal öğelerle başlayıp, atom > molekül > hücre > beden gibi gittikçe büyüyen sistemler şeklinde devam ettiğinden, yeni bir şey oluşturulması ve yapılması, hep o sistemi oluşturan taban öğelerin (molekül, hücre, vs) yeteneklerine bağlıdır. Tabandaki öğeler ise, enerjilerini kuantsal enerji bankasından aldıklarından ve bu enerji bankası hep en ekonomik sistemlere yatırım yapma prensibini uyguladığından, doğada yeni çevre koşullarına uyum sağlanmasında canlılar arasında büyük bir rekabet oluşması kaçınılmaz olmuştur. Rekabet yarışmasında, en az enerji kullanarak, çevreye uyumlu yeni bir yapılaşma oluşturma eylemleri, tür çeşitliliğinin artmasındaki ana dürtü olmuştur.

 

Örneğin denizlerdeki mavi-, yeşil-, kırmızı-alg gibi farklı yosun gruplarının oluşması, değişik dalga boylarındaki ışığı fotosentezle kimyasal enerjiye dönüştürme işlemlerinde kolaylık sağlamasına yöneliktir. Bir yosun, hem kırmızı hem mavi ışıktan yararlanacak bir yapılaşmaya giderse, bu işlemi yapacak protein moleküllerini sürekli değiştirmesi gerekir, çünkü aynı yapıdaki bir protein, belli bir türdeki enerjinin dönüştürmesine uygundur; başka türde bir enerji ortaya çıktığında, protein bileşiminde değişiklik yapılması gerekir. Bu nedenle, belli türlerde enerjiye konsantre olmak ve o enerji türünden yararlanacak şekilde protein molekülleri üretecek bir yapılaşmaya gitmek, doğada uygulanan en yaygın yöntem olmuştur.

 

16.           Amacımız ne? Huzurlu ve mutlu şekilde yaşamak!

Peki neden böyle bir yaşam sürdüremiyoruz?

Çünkü bizlere yaşamın amacı yanlış veriliyor.

Yanlışlık nerede?

Gösterilen hedefte.

Gösterilen hedef ne: “Bu dünya hayatı geçicidir, asıl hayat öteki dünyadadır.”

Böyle bir hedef gösterme, tamamen tepedeki bir efendiler zümresinin, halkı cehennem azabı gibi cezalarla korkutarak, kendilerine hizmet edecek şekilde boğaz tokluğuna çalıştırıp, kendilerinin safahat içinde yaşamalarını sağlamaya yöneliktir. Bu nedenle huzurlu ve mutlu bir yaşam sistemi oluşturulamıyor.

Doğadaki oluşum ve gelişim sistemi bizlere tamamen yanlış anlatılmış. Şöyle ki: Doğada her şey bileşenlerinin denetimi ve kontrolü altında olmaktadır. Bileşenler oluşturdukları yapıya sahip çıktıkları, o yapıyı ayakta tuttukları sürece o sistem hayatta kalmakta, yoksa dağılmaktadır.

Durum böyle iken, neden insanlar ait oldukları toplumsal sistemlerde işlerin yolunda gitmesi için bizzat aktif rol almıyorlar da, toplumun sevk ve idaresini, lider dedikleri ve olağanüstü yetkilerle donattıkları kişilere bırakıyorlar?

İnsanlık binlerce yıldır, mal-mülk biriktirip çocuklarına miras bırakarak onlara daha güzel bir yaşam ortamı bırakmaya çalışmaktadır. Doğal sistemde ise hücreler yaşanılan doğal ortama en uygun bilgileri edinerek, onları yavrularına miras bırakma yöntemini uygulamaktadırlar. Bu yöntem sayesinde milyarlarca yıldır bilgi-oluşturma potansiyeli gittikçe artırılarak bakterilerle başlayan hayat, amipler, kurtçuklar, böcekler, balıklar, dinozorlar, memeliler, insanlar gibi muazzam bir düzeye ulaşılmıştır. Çocuklarımızın geleceklerinin daha iyi olması için onlara neyi miras olarak bırakmalıyız: Mal-mülk mü, “sorunlarımızın nedeni ve çözüm yolu” bilgisi mi?

Yaşam aktif olmayı gerektirir. Ama aktiflik bilgiyle denetlenir. Ne tür bilgi verilirse, varlık o bilgiye göre davranır. 4 bin yıldan beri insanlara yaratıcılığın beden dışındaki bir kutsal sistemden geldiği ve onun emirlerine uyularak yaşanmaması durumunda başına felaketler geleceği, doğal felaketlerin bu nedenle oluştuğu gibi bilgiler verildiğinden, insanlar bu harici yaratıcıya dua ederek, ona tapınarak, ona kurbanlar keserek yaşamakta ve aktivitesini böyle sergilemektedir. Halbuki yaratıcılık kuantsal kökenlidir ve kuantlar en iyi bilgi oluşturup, o bilgiye göre örgütlenen sistemleri tercih etmektedirler. İnsanlara böyle yanlış bilgi verenler ise, hep devlet denilen yapının tepesinde oturan kişilerdir, çünkü onlar geçimini, tabandaki halkı sömürerek sağlamaktadırlar. Öteki dünya hayatı pazarlayarak geçinenler bunların başında yer alırlar.

Bedenlerin yapımcısı ve yönlendiricisi içlerindedir; hücreleridir. Biz onlara amacımızı-hedefimizi iletiriz. Ama o hedefe gidip-gitmeme kararını hücreler verirler. Çünkü hücreler doğadaki milyarlaca faktörü dikkate alarak davranmak zorundadırlar. Beynimizde 100 milyar kadar hücre vardır ve her bir hücre 50-60 bin kadar farklı faktörü değerlendirip, o bilgiyi diğer bir ilgiliye aktarır. Bu şekilde milyarlarca hücre arasında ışık hızıyla haberleşme başlar ve bir karar ortaya çıkar: Yapılsın veya yapılmasın!

Arşiv-sayfaları verilerinde açıklandığı üzere, doğadaki her şey, varlıkların en küçük yapı-taşları olan çok kısa ömürlü ve çok hareketli atom-altı-öğelerle başlamaktadır. Daha uzun bir ömür ve daha rahat bir hayata ulaşmaya yönelik üst-sistemler içinde bir araya gelmek, onların temel amaçları olmuştur. Böylelikle, gittikçe büyüyen üst-sistem oluşumlarıyla, gittikçe daha ergonomik yapılar oluşturmaya yönelik etkileşimler sürdürülmektedir. Yani evren gittikçe gelişmektedir. İnsanlık ise bu süreç içindeki en önemli oyunculardan biri olarak rol almakta ve dünyamızdaki hayat sisteminin geleceğini etkileyecek bir durumda bulunmaktadır.

Doğada karşılıklı etkileşime dayanmayan hiçbir şey yoktur. Toplum oluşturma görevi biz insanların görevidir. Yani hiç kimse, “ben senin görüşüne katılmıyorum, Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma” deme lüksüne sahip değildir, çünkü hepimiz aynı “gemideyiz, ve bu gemi batarsa, hepimiz batarız.”

İşte insanları yaptığı en büyük mantıksızlık budur ve bu mantıksızlığın nedeni de geleneksel olarak yanlış bir hayat görüşü ile şartlandırılmış olmasıdır. O yanlışlık da doğadaki oluşumların, varlıkların kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimlerle değil de dışlarındaki- tepelerindeki bir güç-sistemince gerçekleştirildiği şeklindeki doğa görüşüdür.

Bizlerin davranışı, genelde bilinç-altı verileriyle belirlenir. Bilinç-altı verileri de gelenek-göreneklerle aktarılmaktadır.  Gelenek-göreneklerinin, yararlarına mı, zararlarına mı olduğunu sorgulamaları, inanç-sistemleriyle yasaklanmış olan toplumlar, ebediyen tepedekilerce sömürülmeye mahkumdurlar.

Doğada her varlık enerjisini-besinini iç-bileşenlerinden alır: Bedenler enerjilerini hücrelerinden; hücreler moleküllerden; moleküller atomlardan; atomlarda kuantsal sistemden alırlar. Hiçbir üst-sistemde, yani tepede (yöneticilerde), bir enerji veya besleyici özellik yoktur.

Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, onlar tarafından ortaya konulmuştur.



Şekil 36: Toplum hayatı iş ve meslek mensupları arası bir ortaklık sistemidir.

 

İşsizlik hat safhada,

Trafik sorunundan deliye dönüyoruz;

Elimize geçen emekli maaşı enflasyonla her gün azalıyor;

Arabamızı sokakta güvenle bırakamıyoruz, veletler çiziyor, lastiklerin havasını indiriyor;

Tanıdıklarımızın trafik kazalarında ölmelerinin üzüntüsü acı veriyor;

Askere gitmek, ölüme davetiye çıkarmakla eşdeğer, çünkü terörden bunalmışız;

Sokak köşelerinde dilencilik yapan çocukları gördükçe, içimiz burkuluyor;

Musluk suları içilmez derecede kirli;

Kışın kömür tozu öyle artıyor ki, soluduğumuz hava boğazlarımızı yakıyor;

Balık tutamaz olduk, çünkü denizler tam bir çöplük ve kirlilik yuvası;

Çevreden kuş-sesi yerine gürültü duymaktan bunalmışız;

Hiçbir meyve artık çocukluğumuzda aldığımız tadı vermiyor, çünkü hepsinin genetiği değiştirilmiş,

Stresten geceleri rahat uyku uyuyamıyoruz;

Toplumda adalet, hak-hukuk kalmamış, bunun verdiği rahatsızlık insanı delirtiyor;

Ahlak denilen karşılıklı ilişki düzenleyici faktör sıfırlanmış durumda, kimse kimseye normal davranmıyor;

Televizyonlar, radyolar, gazeteler hiç huzur verici bir haber vermiyor, tam tersi, her gün felaket yıkım haberleri alınıyor;

Tüm TV filmleri ve dizileri mantıksızlık senaryoları dolu; izleyenleri daha kötü düşüncelere sevk ediyor;

Internet virüsleri bizi çıldırtıyor;

İnternet alış-verişlerinde sahtekarlık gittikçe artıyor;

Kalabalık yerde bomba korkusu;

Tenha yerde tecavüz veyahut soyulma korkusu;

Evde sabaha karşı tutuklanma korkusu;

 yerimizin kapanma korkusu;

Çocuğumuzun kaçırılması korkusu;

Korku, korku, korku, …

İmdaaaaat, kurtulmak istiyoruz.

 Tüm insanlık kurtulmak istiyor. Ama tepeye bağımlı olduğumuz için, kurtulamıyoruz. Hep korku içinde yaşatılıyoruz, çünkü korku bağımlılıktan kaynaklanır. Tepedeki birilerine bağımlıyız ve o tepedeki bizi sürekli bağımlı tutmak için hep farklı korkutma usulleri buluyor.

 

Peki huzurlu bir yaşam ortamı oluşturamayacak mıyız? Elbette oluşturacağız. İşte çözüm formülü:

Doğadaki denge ve düzenin nasıl oluştuğu 1980li yıllardan sonra aydınlanmaya başlar. Alman Fizikçi H. Haken 1983de doğadaki oluşum ve gelişimlerin “birlikte işlem yapma” anlamına gelen SİNERJETİK adlı bir sistemle geçekleştiğinin matematiksel ve fiziksel formülasyonlarını ortaya koyar ve (2000)’de de “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğinin temelini atar.

“Sinerjetik = Birlikte işlem yapma” anlamında iken, “Information & self-organisation = Bilgilen ve Örgütlen” anlamındadır. Yani varlıklar oluşturacakları bilgiye göre işlem yaparlar. İşte sorun bu noktada başlar, çünkü TOPLUM denilen sistemde halk bir sürü olarak düşünülmüş, yönetim ve örgütlenme tamamen kurtarıcı denilen birilerine bırakılmıştır.

Asırlardır yanlış bir görüş halka sunulmaktadır. Ne ekilirse, o biçildiğinden, aynı yanlışlık devam etmektedir. Yanlışlığın en büyüğü ise, halkın kendisini bir sürü olarak görüp, kendisine çobanlık yapacak bir lider peşinde olmasıdır.

Oysaki: “Toplum hayatı” farklı iş ve meslek kolları arası bir ortaklık sistemidir. Toplumda denge sadece iş ve meslek mensupları temsilcilerinin karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulabilir. Tepeden birileri tarafından oluşturulması olanaksızdır. Şu an bu durumu yaşıyoruz, çiftçiler dertli, esnaf dertli, öğrenci dertli, öğretmen dertli, dertli olmayan sadece bizi yönetmek için seçtiklerimiz yani tepedekilerdir.

Daha sağlıklı ve mutlu bir yaşam, ancak ve ancak her biri bir iş-ve mesleğe sahip olan bireyler olarak yetişen insanların, karşılıklı olarak hizmet ürünlerini takas etmeleri sayesinde otomatik olarak gerçekleşmektedir. Hiçbir lider binlerce farklı iş ve meslek dalı arasında adil bir denge ve düzen oluşturamadığından, işler çığırından çıkmaya başlayınca da birbirlerini suçlamaktadırlar.

İnsanlığın sorunlar içinde yaşamasının temel nedeni toplum yönetimini “kutsal makamı” temsil ettiğine inanılan tepedeki lider veya kral gibi birilerine bırakmak olmuştur. Burada iki noktayı vurgulamak gerekir: Birinci nokta: Doğada “kutsallık” diye bir makam veya sistem yoktur. Kutsallık kavramı Sümerlerce halkın liderlere biat etmeleri için uydurulan bir kılıf olduğu Sümer belgelerinde yazılıdır. İkinci nokta: Doğada “lider” sadece sürü yaşamında vardır, koloni gibi toplumsal sistemlerde demokrasi benzeri hizmet-alışverişlerine dayalı ortaklık sistemi vardır. Arılar ve karıncalarda bu ıspatlanmıştır. “Arı kraliçesi” bir lider değil, koloni sistemini temsil eden bir “koku” yayıcıdır, bir bayrak gibi düşünülmelidir.

Toplumun mülkiyeti halka aittir. Ama nasıl bir halk? Toplumun iş ve meslek mensupları arası bir ortaklık olduğunu bilen ve bu nedenle yeteneğine uygun bir iş veya meslek edinip, topluma ortaklık hakkına erişen halk. Bu doğanın kuralıdır ve arşiv-sayfaları verilerinde yazılıdır, çünkü hücreler belli konularda uzmanlaşıp, birbirleriyle ortaklık kurarak çok hücreli hayatı başlatmışlardır.

Şunu vurgulamak gerekir. Her insan bir diğerinden farklıdır. Bu farklılık toplum hayatında üstlenilecek görevlerin yerine getirilebilmesi için şart ve gereklidir. Bu nedenle insanların birbirleriyle kıyaslanması yapılamaz. Her insan bir özelliğiyle çevresindeki diğer insanlardan üstündür. İşte insanların bu özellikleri dikkate alınarak her birey eğitilmeli ve bir meslek sahibi yapılmalıdır. Yani toplum eğitimle oluşturulur: Her insan doğal yeteneklerine karşılık gelen bir iş ve meslek eğitimi almadan o toplumdaki iş ve meslek mensupları arasında bir organizasyon sistemi oluşturulamaz. Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisini edinen insanlar asla topluma zarar verecek bir davranışta bulunmazlar.

İnsanların temel amacı ve hedefi bir lider-kurtarıcı aramak değil, BİLGİ edinmek olmalıdır. En temel bilgi ise bu 1 sayfalık BİLGİDİR.

Hiçbir lider bu konuda bir bilgiye sahip olmadığından, iş bize, yani halka düşmektedir. Yapılması gereken ise burada özetlenen BU BİLGİYİ duyurmaya çalışmaktır.

Her birimiz haftada bir kişiyi bu konuda ikna edip, o kişi de aynı yöntemle her hafta bir kişiyi ikna ederek bu sistemi sürdürürse, 27 hafta sonra 66 milyon kişilik bir grup ortaya çıkar. Bu kadar kalabalık bir grup, ülkemizi dünyanın en gelişmiş ülkesine dönüştürür. 


Devamı için tukla