Sümer ilişkili
makaleden sonra, Kutsal kitap bilgileriyle devam etmek yararlı olacaktır.
Cennet Nerededir? İnsanlar neden “öteki dünya” diye bir kavram
oluşturmuşlardır?
Bir insan, mensubu
olduğu toplumdaki hayat sisteminin daha iyi yönde geliştirilebilmesi konusunda
bir şeyler biliyor, buna kesin inanıyor ve bu bildiklerini topluma
duyurmuyorsa, topluma karşı ihanet etmiş olmaz mı? Mademki bir görüşün,
toplumca bilinip, uygulanması halinde, toplum daha iyiye gidecek, öyleyse, o
görüşün toplumdan saklanması veya duyurulmaması, topluma karşı bir kötülüktür.
Diğer taraftan, toplumun geleneksel düşünce ve inanç sistemi, bu yeni görüşü
kabullenmeye uygun değilse; yani bu görüş toplumun geleneksel düşünce sistemini
ve yaşam tarzını rencide edecek bilgiler içeriyorsa, o insan hemen “aforoz
edilir” ve düşman olarak görülmeye başlanır.
İşte ben bu
durumdayım. Gerçekleri yazdığımda, “Hocam bu din düşmanlığı niye” diyen
arkadaşlarımla-öğrencilerimle karşılaşıyorum. Ben dinamik sistemli doğayı
oluşturan bir Allah’ı bilimsel verileriyle tanıtıyorum, ama insanlar
yazdıklarımı okuyup-değerlendirmeden “bodoslama” karşı çıkıyorlar.
İnternette bir tanıdığım, benim
bir DOM-görüşü savunucusu olarak Kuranı anlamadığımı yazmış. Ben de
kendisine şöyle bir teklifte bulundum: “Benim mi Kuranı daha iyi anladığımı,
yoksa Siz ve sizin gibi Kuran savunucularının mı daha iyi anladıklarını
saptamak için Kurandan bir bölüm vererek bunların nasıl yorumlanabileceğini
tartışalım” şeklinde bir teklifte bulundum.
Yorumlanacak Kuran
bölümü, Er-Rahman suresinin Cennet ile ilgili ayetleridir. Er-Rahman
Suresi “Cennet” hakkında bilgi veren en önemli suredir.
55:46 - Rabbinin makamından korkan
kimselere İKİ CENNET vardır.
55:48 - İkisinin de çeşitli
ağaçları, meyvaları vardır.
55:50 - İkisinde de akıp giden
iki kaynak vardır.
55:52 - İkisinde de her türlü
meyvadan çift çift vardır.
55:62 - Bu ikisinden başka İKİ
CENNET DAHA vardır.
55:64 - (Bu cennetler)
yemyeşildirler.
55:66 - İkisinde de fışkıran
iki kaynak vardır.
55:68 - İkisinde de her türlü
meyva, hurma ve nar vardır.
Şimdi size sorum şu: kutsal kitabımızda 2+2 = 4 adet cennetten
söz ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? O cennetlerde yetişen meyvelerden “hurma
ve nar” hangi dünya parçasını simgeler?
Bu soruyu Diyanet işleri başkanlığı ilgililerinden 15 yetkiliye
- ve İlahiyat Fakültelerinden yine 15 profesöre de yönelttim, ama hiçbir yanıt
gelmedi.
Şimdi bu konuyu jeolojik- arkeolojik verilerden yararlanarak,
doğa-bilimsel bakış açısıyla biz açıklamaya çalışalım.
15 – 115 bin yılları
arası dünyamız iklimi çok soğuktur ve Würm-buzul devri denilen bir dönemden
geçmektedir (İmbrie ve diğ. 1984, Hays ve diğ. 1976).
Şekil: 20 bin yıl
öncelerinin Basra-Hürmüz Boğazı arasının paleocoğrafik görüntüsü. Harita Alman
araştırma gemisi Meteor’un (1971) verileri, Roberts (1984), Swift and
Bower (2003), Yao (2008) ve Würm-buzul çağına ait diğer jeolojik
bilgilerden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak
karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi,
karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da sıcaklığın en
düşük olduğu 20 binyıl öncesinde yaklaşık 130 metrelik bir deniz seviyesi
alçalması demektir.
Deniz seviyesinin bu kadar alçalması, en fazla coğrafik
değişikliği Basra-Hürmüz-boğazı arasındaki bölgede gösterir. Çünkü Basra
körfezinin en derin noktası yaklaşık 90 metredir ve Dubai – Bander-e Lengeh
hattının hemen batı tarafında bulunmaktadır. Dubai – Bander-e Lengeh hattı ise
yaklaşık 70 m. derinlikte bir sırt şeklinde İran ile Dubai arasında uzanır.
Bu coğrafik özellikler nedeniyle, deniz seviyesi 130
m. düşünce, tüm Basra Körfezinden deniz çekilmiş olur ve bu devasa bölge,
iki tane büyük ırmakla sulanan çok verimli bir ovaya dönüşür. Sadece güney-doğu
ucunda 15-20 m. derinliğinde sığ bir GÖL kalır. Bu gölün suyu da, birkaç yıl
içinde tatlı suya dönüşür. Üzerinde ise yoğun insan yaşamlı birkaç tane adası
vardır .
Kuzeydeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü
altında, güneydeki Arabistan düzlüğü susuz kurak bir bölge olarak yaşama pek
imkan vermez iken, bu devasa ova, hem soğuk kuzey rüzgarlarından korunmuş
olması, hem deniz seviyesinin bile altında olması ve iki büyük ırmak tarafından
sulanır olması nedeniyle, orada yaşayanlar için büyük bir nimettir. Bu verimli
ovada her tür meyve ve sebze bol olarak yetişmekte, onlara bağlı olarak da
yoğun bir hayvan topluluğu bulunmakta, bu ise avcılık ve toplayıcılıkla geçinen
o devir insanları için olağan-üstü bir yaşam ortamı sunmaktadır. Yani tam bir
CENNET – ÜLKEsidir.
Şimdi bu ideal CENNET-ÜLKENİN sonunun nasıl olduğunu
görelim.
Buzul
devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu CENNET-ÜLKE, buzul sonrası
dönemdeki insanlık için tam bir işkence ortamına dönüşmüştür. Çünkü Zağros
Dağlarının tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin ısınmaya
başlaması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara,
buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle,
akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl
tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Jeolojide
solifluksiyon olarak bilinen olay).
Her
yıl tekrarlanan bu çamurlu sel felaketlerine, bir yeni felaket daha
eklenir: Deniz ilerlemesi ve yükselmesi. 15 bin yıl öncelerine gelindiğinde, buzul devri sona ermiş,
sıcaklık artmaya başlamıştır. Yani buzullar tekrar ergimeye ve deniz seviyesini
yükseltmeye başlamıştır. 14 bin yıl önceleri, deniz tekrar Basra
Körfezine girmiş ve CENNET-ÜLKE yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Denizin
istila ettiği düzlüklerde yaşayan insanlar:
►-ya
ırmak vadileri boyunca kuzey-batıya doğru gitmek,
►-
ya kuzeydeki Zagros dağları yönünde kaçmak,
►-
ya güneydeki Arabistan düzlüklerine kaçmak,
►-
ya da, bu devasa ovada rastlayacakları 50-60 m. yüksekliğindeki
yükseltilere sığınmak zorunda kalmışlardır.
Bunlardan
ilk üç şıktan birini tercih edenler, bu felaketler zincirinden kurtulmuşlardır.
Ama son seçeneği tercih edenler (ve daha önceleri zaten bir ada üzerinde
yaşayanlar) için işkenceler daha yeni başlamaktadır. Çünkü onlar bu
yükseltilerde hapis edilmişlerdir! Deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1.5 cm kadar
yükselmektedir dolayısıyla, Basra-körfezinin tekrar denizle kaplanması –yani
sel felaketleri ve deniz seviyesi yükselmesi- yaklaşık 7-8 bin yıl daha
sürecektir (Brentjes 1981).
Gittikçe
sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan adalarda mahsur
kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.
Dinamik
sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar (Haken (2000)). Eskiden
duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıkar.
Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay
ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor. Bu sayede,
bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul
olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin
maddesi elde etme çabası içine girerek hayvancılık, ziraat gibi farklı
alanlarda uzmanlaşmışlardır.
Bu
zor koşullar insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine
sokmuştur. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam
tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir
ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı
sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın
gizemi bu özelliğinde yatar.
Toplumsal
hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük
bir sorunla karşı-karşıya getirmiştir. İlk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden
oluşur. Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve
yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal
hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede
yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı
meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.
Böyle
bir ortamda toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin, tufan sonrası geldikleri
Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılmasının nedeni budur (Ceram
1972).
Buzulların
ergimesiyle oluşan çamurlu sel felaketlerinin en korkuncu, en son “buzul”
kütlesinin ergidiği yıldır. Çünkü en son yıla kalan buzlar, son yıl ergimeye
başladıklarında, suyla dolu bir balon gibidirler. Daha önceki yıllarda buz
kütlesinin dış-zarı gibi az bir kısmı ergirken, son aşamada tüm kalan buz
kütlesi aniden sıvılaşır ve patlayan bir balondan boşalan su misali, çevresinde
çok büyük hasara yol açar. Bu son sel felaketinde boşalan su, daha önceki
yıllarda boşalan sudan onlarca kat fazladır. İşte tufan denilen olay bu son
yılda gerçekleşir.
Sözün
kısası, CENNET-ÜLKEnin adalarında hapis kalan insanlar, zorluklarla mücadele
ederek, bilgi düzeylerini geliştirmişler, karşılıklı hizmet-alış-verişi sistemi
olan toplumsal hayatı başlatmışlar, ama son tufan olayıyla birlikte,
yaşadıkları adadan sallarla, sandallarla, vs kaçarak, kendilerini kaderlerine
terk etmişledir.
Bilgi
düzeyleri diğer çevre toplumlarına göre, inanılmaz derecede yüksek olan bu
insanlar, ulaştıkları yerlerdeki insanlarca, “efendiler”gibi muamele
görmüşlerdir.
Arkeolojik
bulgular, bereketli hilal denilen bölgedeki bu muazzam gelişmenin Sümerler
denilen bir kavmin buraya gelmesiyle başladığını ortaya koymaktadır. Sümer
ismi, yörede yaşayan semitik (Arap-İsrail) ırka mensup Akad’ların dilinde “land
of the civilised lords = kültürlü efendilerin ülkesi” anlamında “Sumeru”
sözcüğünden gelmektedir. Sümerler ise kendilerini “the black-headed people =
kara başlı toplum” olarak tanımlamışlar ve denizden iki-ırmak ülkesine
geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972).
Sümerler
insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan
ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır. Arkeolojik kazı verilerine göre,
Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme
ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı
yer olan bir adada geçtiği, insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın
çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da
tarif edilmiştir.
Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde
yaşadıkları bir (Dilmun, Eden = Adn, Cennet bahçesi) ve tufan sonrası
geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Öteki-dünya
kavramı oluşturulmasının tek nedeni budur.
Sümerlerin doğa anlayışı statik sistemli olduğundan, dinamik
sistemli doğum-ölüm döngüsünü anlayamamışlardır. Bu nedenle de, öteki dünya
şeklinde bir tasarım, ebedi bir hayata orada devam edileceği şeklinde bir hayat
anlayışı oluşturulmasına vesile olmuştur.
Şimdi
önce “Öteki-dünya” ile “cennet” arasındaki bağlantıyı oluşturalım:
Cennet Neresi?
Kutsal kitaplara göre,
– Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);
– Sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki
tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);
– Sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki
bitkileri yaratır (3. gün);
– Sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);
– Sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5.
Gün); – Ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için
insanı yaratır (6.
Gün).
(Tekvin, 1.Musa, Martin Luther tercümesi -Bibel)
Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar
yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve
hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu aşikardır. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk
yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir.
Dünyamızdaki
bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada
bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri
için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip,
nereden nereye geldiler?
Bu sorunun yanıtı ise 15-20 bin yıl öncelerinin coğrafik
görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:
– Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık
içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası” diye adlandırdığımız bu CENNET-ÜLKE
ovasındaki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Burada
yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden
farklı olduğunun bilicindedirler.
– Buzul devrinin sona ermesiyle, hem sel felaketleri, hem de
deniz seviyesi yükselmesi başlar.
– Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki tepeler
üzerine çıkarlar; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden
habersizdirler. Adalar üzerindeki yaşam binlerce yıl sürer. Dünya
hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada
“dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara
parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.
– Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli
tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık
taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Ama deniz seviyesi
yükselmesi, 12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, 6–7 bin yıl öncelerine
kadar sürekli devam eder. (Bu konuda Atlantis’in yazarı Eflatun’un Kritias ve
Timaios adlı eserlerine bakınız).
– Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü
anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından
ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.( Eflatun)
– Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya
gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak,
bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
– Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz
üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından
kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
– Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç
benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına
gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.
Şimdi 2+2=4 cennet konusunu aydınlatmaya çalışalım.
Verilen
“CENNET-ÜLKE” haritasında, KB ve GD olarak işaretlenmiş iki farklı bölgeyi düşünün. Çok farklı
konumdalar ve çok farklı çevre-şekillerine sahipler. O zamanın insanlarının
coğrafik bilgileri de çok sınırlı. Doğal olarak o bölgede yaşayan insanlar bu
ırmakları farklı adlandıracaklardır. Örn. KB’da yaşayanlar Dicle ve Fırat
olarak adlandırmışlardır.
Güney-Doğudakilerin nasıl
adlandırıldığını ise şu paragrafları okuduktan sonra anlayacaksınız:
"7. Böylece Efendi Tanrı
topraktan insan yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve böylelikle
insan canlılık kazandı.
8. Ve Efendi Tanrı doğuda (Kudüs gibi
kutsal topraklara oranla, Eden Bahçesi (Cennet), "doğuda" olacaktır;
Basra Körfezi dibindeki eski verimli ovalar da, doğudadır!) bir yerde Eden
bahçesini dikti ve yarattığı insanı bu bahçenin içine koydu.
9. Ve Efendi Tanrı, yeryüzünde, güzel
görünüşlü ve tadlarına doyum olmayan ağaçlar büyüttü, ve bahçenin ortasında,
iyi ve kötüyü ayırt etme ağacını, hayat ağacını yeşertti.
10. Bu Eden bahçesinde, bahçeyi
sulamak için bir ırmak akıyordu, ve orada dört kola ayrılıyordu.
11. Birinci kolun adı Pişon'du ve
altın ülkesi Hevila yöresinde akardı;
12. ve bu ülkenin altını değerlidir.
Orada ayrıca Bedolak-zifti ile Şoham süstaşı bulunur.
13. İkinci ırmağın adı Gihon olup,
Kuş ülkesi yöresinde akar.
14. Üçüncü ırmağın adı Dicle olup,
Asur ülkesinin doğusunda akar. Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır.
15. Ve Efendi Tanrı insanı alıp,
bahçeyi işleyip bakması için Eden bahçesine bıraktı." (Tekvin, 1.Musa, 1.2 bab,
7-15)
Bu paragrafları okuduktan sonra, Kurandaki o ayetlerin
anlaşılması kolay olmadı mı?
SONUÇ: Tevrat ve Sümer belgeleri okunmadan ve gerekli doğa
bilimsel veriler bilinmeden, yukarıda verilen Kuran ayetleri, asla
anlaşılamazlar. Bu nedenle Kuran’ı anlayabilmek için eski kitapların okunması –
ve doğa-bilimlerinin bilinmesi şart ve gereklidir.
“Hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu”
bile açıklamaktan aciz olan “kutsal kitapların” ilahi bir kaynağı olabilir
mi?
(Beğendiyseniz, paylaşın ki din ve siyaset adamları halkımızı
kandırmaya devam edemesinler. )
Şimdi de, bir başka yaklaşımdan giderek, ebedi bir “öteki dünya”
hayatının mümkün olamayacağını gösterelim.,
Ebedi bir öteki dünya hayatı neden mümkün değildir?
İnsanların ölümden
sonra öteki dünya diye bir yerde ebedi olarak yaşadıklarını düşünelim. İnsan yaklaşık 2 milyon yıldan beri vardır. İnsanların yaklaşık
20-25 yılda bir evlenerek nüfuslarının yeni doğumlarla arttığını ve yaklaşık
50 yıllık bir ömürden sonra da öldüğünü ve öteki dünya gibi bir yerde ebedi
hayatlarına devam ettiklerini (yiyip-içtiklerini, sevişip-çoğaldıklarını, vs.)
düşünüp, şimdiye dek kaç kişinin orada birikmiş olduğunu hesaplarsak, 10 üzeri
100 den büyük devasa bir sayı ile karşılaşırız.
Evrende belli sayıda
atom-altı-ögesi vardır ve bunların sayısı yaklaşık 10 üzeri 80 olarak
hesaplanmıştır. Yani deri, kemik, taş, toprak gibi maddeleri oluşturan proton +
nötron + elektron ögelerinin toplam sayısı 10 üzeri 80 kadardır. Bir hücrede
milyarlarca proton + nötron + elektron bulunduğuna göre, evrenin herhangi bir
yerinde 10 üzeri 100 gibi devasa sayıda insan toplanması hiçbir fizik-kimya
bilgisine uymamaktadır, çünkü onları oluşturacak kadar proton + nötron +
elektron evrende mevcut değildir.
Bu
nedenle doğada ebediyet diye bir şey yoktur. Her şey çok kısa ömürlü ve çok
hareketli olan atom-altı ögelerinin, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli
üst-sistemler (atomlar, moleküller,
hücreler, bedenler) içinde birleşmeleri şeklinde olmaktadır. Oluşturulan
hiçbir sistem ebedi olamamakta, belli bir ömür-döngüsünden sonra tekrar
alt-bileşenlerine ayrışmakta ve doğa bu şekilde sürekli bir değişim-dönüşüm
sistemi içinde gelişmektedir. Zaman kavramının gelişimi durumun böyle olduğunu
göstermektedir, bak http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Yani doğada belli sayıda
(yaklaşık 10 üzeri 80, yani öteki dünyada birikmiş olabilecek insan sayısından
çok-çok az!) atom-altı-ögesi vardır ve bu ögeler canlı olup, değişik
kombinasyonlara girerek, sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğayı
oluşturmaktadırlar.
Ebedi
bir öteki dünya hayatını savunanlar öteki dünyada sadece ruhların var
olacaklarını savunarak, yukarıda öne sürülen olanaksızlığa karşı koymaya
çalışırlar. Ama bu karşı-çıkışları tamamen dayanaksızdır, çünkü öteki dünyadaki
cezalandırmalar arasında şu tip hükümler bulunmaktadır.
“Başlarından
da kaynar sular dökülür. Bu kaynar su ile karınlarında olanlar ve derileri
eritilir.” (Hacc 19, 20)
“Derileri
yanıp eridikçe, acıyı tatsınlar diye derilerini yenileyeceğiz.” (Nisa 56)
Bu
ayetler bedenlere uygulanacak cezalardır. Dolayısıyla kutsal kitapların öteki
dünya hayatı canlı bedenler için tasarlanmışlardır.
Cennet hayatındaki
seks olaylarında çocuk olmayacağını, sadece sevişme olacağını savunanlar ise, seks
olayının neslin devamı için gerekli genetik bilgilerin değiş-tokuşu olgusunu
bilmediklerini gösterir. Çünkü balıklar gibi bir çok canlı grubunda, bedenler
birbirine değmeden seks yaşanır: dişi yumurtalarını bırakır ve erkek hemen o
yumurtaların üzerine spermleri bırakır ve iki genetik bilgi birleşir. Bedensel
bir temas yoktur. Dolayısıyla seks, neslin devamı dürtüsüdür. Kutsal kitabın
tanrısı bunu bilmiyorsa, bu “özürü kabahatinden büyük” durumunu oluşturur.
Hayatın doğum-ölüm döngüsü
üzerine oturtulmuş değişim-dönüşümlü bir sistem olduğu bilinmediğinden, ebedi
bir hayatın var olduğu öteki-dünya diye bir başka dünya tasarlanmış ve ruhların
bu öteki dünyada ebediyen yaşayacakları düşünülmüştür. Beden ruhtan ayrı
olamayacağından öteki dünyada bedenlerin de ebediyen var olmaları
gerekir.
İnsanlar birbirlerinin
hizmetine muhtaç oldukları için bir araya gelirler. Dolayısıyla, toplum
kurallarını da kendi aralarında oluşturmalıdırlar.
İşte bu noktada, binlerce yıl önce uyanıklar, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde
olduğunu ve insanların bu efendilere hizmet etmek için yaratıldığı bilgisi
verilmeye başlanır.
Doğa
tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm
varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor.
Halk efendilere ait
topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin
çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır.
Tepedekilerin gücü,
tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış
olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın
kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran
tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir
işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur.
Yine statik
sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde
(bir peygamberle) kutsal mesajlar
gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu
öğretilir. Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkar.
Elit insan sınıfı da bu düşünce tarzına göre oluşturulmuş bir kavramdır.
Halbuki doğa dinamik sistemlidir ve her şey karşılıklı
etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji
denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık
çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası
etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin
karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa,
gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey,
tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi
sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar
veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır.
Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu
gibi bir ayrım yoktur.
Gerçek bir toplumun
oluşturulması, tamamen insanların insiyatifine kalmıştır. Ama insanlar Devletin
yönetimini elinde bulunduranlarca yanlış hedef gösterilerek zombileşmiş
olduklarından, toplum oluşturamamaktadırlar. Çünkü yöneticiler, toplum
oluşturma erkinin, halkta (tabanda) değil, tepedeki efendilerde olduğu şeklinde
bir hedef göstermektedirler.
Bizler atalarımızın günahlarını
çekiyoruz. Bizlere, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir
sistemde olduğu bilgisi veriliyor ve efendilerin yönetiminde “köleleştirilmiş-
uşaklaştırılmış” kişilikler oluyoruz.
Her şey "Çıkar-Enerji" savaşıdır. Toplumu
(devleti) yönlendirmek için, halkı bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın
yolu, para ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal
seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki
efendilerin uşakları olurlar. Uşaklar efendilerinin mülkleri üzerinde
çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve
boğaz-tokluğuna yaşarlar.
İnsanlar böyle bir doğal sistemde yaşadıklarına neden
inanıyorlar? Çünkü din-adamları ve bilim-insanları böyle söylüyorlar- söylemek
zorunda bırakılıyorlar.
Tüm emek ve ürünler çalışanlara
ait olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları
baskı altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen
tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin
köleleştirme etkisi).
Statik sistemde güç, yani yönlendirici (Allah veya doğal
seçici), “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının
enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir.
• Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye
koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı
kesilirse:
● borç
taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin
masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya
devam etmektedir.
Toplum hayatında
insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi
“para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para
peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise
insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.
Tüm geleneksel sistemlerde her
şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi
sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar
veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Sorunlardan
kurtulmak, “para” denilen köleleştirici faktörü ortadan kaldırmakla; “para”
faktörünü ortadan kaldırmak ise, doğadaki yönlendirici gücün, içlerimizdeki
kuantsal öğelerde olduğunu anlamakla mümkündür. Huzurlu bir toplum, her insanın
toplumu karşılıklı bir hizmet alış-verişi ortaklığı olarak görmesiyle mümkün
olacaktır. Bu ise tamamen bir eğitim sorunudur. Çözümü ise çok basittir: Statik (Tepeye Bağımlı Örgütlenme = TBÖ) sisteminin
zararlarını görüp, bu zararları yok edici dinamik sisteme geçmek!
Eğitilmemiş kişi en azından
bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı
zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o
bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış
insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı
çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm
toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala
kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir
şeyle açıklanamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder