cennet nerededir


 Sümer ilişkili makaleden sonra, Kutsal kitap bilgileriyle devam etmek yararlı olacaktır.

Cennet Nerededir? İnsanlar neden “öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır?

Bir insan, mensubu olduğu toplumdaki hayat sisteminin daha iyi yönde geliştirilebilmesi konusunda bir şeyler biliyor, buna kesin inanıyor ve bu bildiklerini topluma duyurmuyorsa, topluma karşı ihanet etmiş olmaz mı? Mademki bir görüşün, toplumca bilinip, uygulanması halinde, toplum daha iyiye gidecek, öyleyse, o görüşün toplumdan saklanması veya duyurulmaması, topluma karşı bir kötülüktür. Diğer taraftan, toplumun geleneksel düşünce ve inanç sistemi, bu yeni görüşü kabullenmeye uygun değilse; yani bu görüş toplumun geleneksel düşünce sistemini ve yaşam tarzını rencide edecek bilgiler içeriyorsa, o insan hemen “aforoz edilir” ve düşman olarak görülmeye başlanır.

İşte ben bu durumdayım. Gerçekleri yazdığımda, “Hocam bu din düşmanlığı niye” diyen arkadaşlarımla-öğrencilerimle karşılaşıyorum. Ben dinamik sistemli doğayı oluşturan bir Allah’ı bilimsel verileriyle tanıtıyorum, ama insanlar yazdıklarımı okuyup-değerlendirmeden  “bodoslama” karşı çıkıyorlar.
İnternette bir tanıdığım, benim bir DOM-görüşü savunucusu olarak Kuranı anlamadığımı yazmış.  Ben de kendisine şöyle bir teklifte bulundum: “Benim mi Kuranı daha iyi anladığımı, yoksa Siz ve sizin gibi Kuran savunucularının mı daha iyi anladıklarını saptamak için Kurandan bir bölüm vererek bunların nasıl yorumlanabileceğini tartışalım” şeklinde bir teklifte bulundum.

Yorumlanacak Kuran bölümü, Er-Rahman suresinin Cennet ile ilgili ayetleridir. Er-Rahman Suresi “Cennet” hakkında bilgi veren en önemli suredir.
55:46 - Rabbinin makamından korkan kimselere İKİ CENNET vardır.
 55:48 - İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.
 55:50 - İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.
 55:52 - İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.
55:62 - Bu ikisinden başka İKİ CENNET DAHA vardır.
 55:64 - (Bu cennetler) yemyeşildirler.
 55:66 - İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.
 55:68 - İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

Şimdi size sorum şu: kutsal kitabımızda 2+2 = 4 adet cennetten söz ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? O cennetlerde yetişen meyvelerden “hurma ve nar” hangi dünya parçasını simgeler?
Bu soruyu Diyanet işleri başkanlığı ilgililerinden 15 yetkiliye - ve İlahiyat Fakültelerinden yine 15 profesöre de yönelttim, ama hiçbir yanıt gelmedi.
Şimdi bu konuyu jeolojik- arkeolojik verilerden yararlanarak, doğa-bilimsel bakış açısıyla biz açıklamaya çalışalım.

15 – 115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok soğuktur ve Würm-buzul devri denilen bir dönemden geçmektedir (İmbrie ve diğ. 1984, Hays ve diğ. 1976).

Şekil: 20 bin yıl öncelerinin Basra-Hürmüz Boğazı arasının paleocoğrafik görüntüsü. Harita  Alman araştırma gemisi Meteor’un (1971) verileri, Roberts (1984), Swift and Bower (2003), Yao (2008) ve Würm-buzul çağına ait diğer jeolojik bilgilerden yararlanılarak hazırlanmıştır.

Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da sıcaklığın en düşük olduğu 20 binyıl öncesinde yaklaşık 130 metrelik bir deniz seviyesi alçalması demektir.

Deniz seviyesinin bu kadar alçalması, en fazla coğrafik değişikliği Basra-Hürmüz-boğazı arasındaki bölgede gösterir. Çünkü Basra körfezinin en derin noktası yaklaşık 90 metredir ve Dubai – Bander-e Lengeh hattının hemen batı tarafında bulunmaktadır. Dubai – Bander-e Lengeh hattı ise yaklaşık 70 m. derinlikte bir sırt şeklinde İran ile Dubai arasında uzanır.
Bu coğrafik özellikler nedeniyle, deniz seviyesi 130 m. düşünce, tüm Basra Körfezinden deniz çekilmiş olur ve bu devasa bölge, iki tane büyük ırmakla sulanan çok verimli bir ovaya dönüşür. Sadece güney-doğu ucunda 15-20 m. derinliğinde sığ bir GÖL kalır. Bu gölün suyu da, birkaç yıl içinde tatlı suya dönüşür. Üzerinde ise yoğun insan yaşamlı birkaç tane adası vardır .

Kuzeydeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altında, güneydeki Arabistan düzlüğü susuz kurak bir bölge olarak yaşama pek imkan vermez iken, bu devasa ova, hem soğuk kuzey rüzgarlarından korunmuş olması, hem deniz seviyesinin bile altında olması ve iki büyük ırmak tarafından sulanır olması nedeniyle, orada yaşayanlar için büyük bir nimettir. Bu verimli ovada her tür meyve ve sebze bol olarak yetişmekte, onlara bağlı olarak da yoğun bir hayvan topluluğu bulunmakta, bu ise avcılık ve toplayıcılıkla geçinen o devir insanları için olağan-üstü bir yaşam ortamı sunmaktadır. Yani tam bir CENNET – ÜLKEsidir.


Şimdi bu ideal CENNET-ÜLKENİN sonunun nasıl olduğunu görelim.
Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu CENNET-ÜLKE, buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence ortamına dönüşmüştür. Çünkü Zağros Dağlarının tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin ısınmaya başlaması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara, buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Jeolojide solifluksiyon olarak bilinen olay).


Her yıl tekrarlanan bu çamurlu sel felaketlerine, bir yeni felaket daha eklenir: Deniz ilerlemesi ve yükselmesi. 15 bin yıl öncelerine gelindiğinde, buzul devri sona ermiş, sıcaklık artmaya başlamıştır. Yani buzullar tekrar ergimeye ve deniz seviyesini yükseltmeye başlamıştır.  14 bin yıl önceleri, deniz tekrar Basra Körfezine girmiş ve CENNET-ÜLKE yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Denizin istila ettiği düzlüklerde yaşayan insanlar:
►-ya ırmak vadileri boyunca kuzey-batıya doğru gitmek,
►- ya kuzeydeki Zagros dağları yönünde kaçmak,
►- ya güneydeki Arabistan düzlüklerine kaçmak,
►- ya da, bu devasa ovada rastlayacakları  50-60 m. yüksekliğindeki yükseltilere sığınmak zorunda kalmışlardır.
Bunlardan ilk üç şıktan birini tercih edenler, bu felaketler zincirinden kurtulmuşlardır. Ama son seçeneği tercih edenler (ve daha önceleri zaten bir ada üzerinde yaşayanlar) için işkenceler daha yeni başlamaktadır. Çünkü onlar bu yükseltilerde hapis edilmişlerdir! Deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1.5 cm kadar yükselmektedir dolayısıyla, Basra-körfezinin tekrar denizle kaplanması –yani sel felaketleri ve deniz seviyesi yükselmesi- yaklaşık 7-8 bin yıl daha sürecektir (Brentjes 1981).

Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan adalarda mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.
Dinamik sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar (Haken (2000)). Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıkar. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor. Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine girerek hayvancılık, ziraat gibi farklı alanlarda uzmanlaşmışlardır. 
Bu zor koşullar insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. 
Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir sorunla karşı-karşıya getirmiştir. İlk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden oluşur. Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır. 
Böyle bir ortamda toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin, tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılmasının nedeni budur (Ceram 1972). 
Buzulların ergimesiyle oluşan çamurlu sel felaketlerinin en korkuncu, en son “buzul” kütlesinin ergidiği yıldır. Çünkü en son yıla kalan buzlar, son yıl ergimeye başladıklarında, suyla dolu bir balon gibidirler. Daha önceki yıllarda buz kütlesinin dış-zarı gibi az bir kısmı ergirken, son aşamada tüm kalan buz kütlesi aniden sıvılaşır ve patlayan bir balondan boşalan su misali, çevresinde çok büyük hasara yol açar. Bu son sel felaketinde boşalan su, daha önceki yıllarda boşalan sudan onlarca kat fazladır. İşte tufan denilen olay bu son yılda gerçekleşir.
Sözün kısası, CENNET-ÜLKEnin adalarında hapis kalan insanlar, zorluklarla mücadele ederek, bilgi düzeylerini geliştirmişler, karşılıklı hizmet-alış-verişi sistemi olan toplumsal hayatı başlatmışlar, ama son tufan olayıyla birlikte, yaşadıkları adadan sallarla, sandallarla, vs kaçarak, kendilerini kaderlerine terk etmişledir.
Bilgi düzeyleri diğer çevre toplumlarına göre, inanılmaz derecede yüksek olan bu insanlar, ulaştıkları yerlerdeki insanlarca, “efendiler”gibi muamele görmüşlerdir. 
Arkeolojik bulgular, bereketli hilal denilen bölgedeki bu muazzam gelişmenin Sümerler denilen bir kavmin buraya gelmesiyle başladığını ortaya koymaktadır. Sümer ismi, yörede yaşayan semitik (Arap-İsrail) ırka mensup Akad’ların dilinde “land of the civilised lords = kültürlü efendilerin ülkesi” anlamında “Sumeru” sözcüğünden gelmektedir. Sümerler ise kendilerini “the black-headed people = kara başlı toplum” olarak tanımlamışlar ve denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972).
Sümerler insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır. Arkeolojik kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği, insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir. 

Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden = Adn, Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Öteki-dünya kavramı oluşturulmasının tek nedeni budur.
Sümerlerin doğa anlayışı statik sistemli olduğundan, dinamik sistemli doğum-ölüm döngüsünü anlayamamışlardır. Bu nedenle de, öteki dünya şeklinde bir tasarım, ebedi bir hayata orada devam edileceği şeklinde bir hayat anlayışı oluşturulmasına vesile olmuştur.

Şimdi önce “Öteki-dünya” ile “cennet” arasındaki bağlantıyı oluşturalım: 

Cennet Neresi?
Kutsal kitaplara göre,
– Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);
– Sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);
– Sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
– Sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);
– Sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün); – Ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).              
(Tekvin, 1.Musa, Martin Luther tercümesi -Bibel)  

Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu aşikardır. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir.
Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler?
Bu sorunun yanıtı ise 15-20 bin yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:
– Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası” diye adlandırdığımız bu CENNET-ÜLKE ovasındaki  yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler.
– Buzul devrinin sona ermesiyle, hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmesi başlar.
– Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki  tepeler üzerine çıkarlar; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Adalar üzerindeki yaşam binlerce yıl  sürer. Dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.
– Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Ama deniz seviyesi yükselmesi,  12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, 6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder. (Bu konuda Atlantis’in yazarı Eflatun’un Kritias ve Timaios adlı eserlerine bakınız).
– Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.( Eflatun)
– Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
– Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
– Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.

Şimdi 2+2=4 cennet konusunu aydınlatmaya çalışalım.
  
Verilen  “CENNET-ÜLKE” haritasında, KB ve GD olarak işaretlenmiş iki farklı bölgeyi düşünün. Çok farklı konumdalar ve çok farklı çevre-şekillerine sahipler. O zamanın insanlarının coğrafik bilgileri de çok sınırlı. Doğal olarak o bölgede yaşayan insanlar bu ırmakları farklı adlandıracaklardır. Örn. KB’da yaşayanlar Dicle ve Fırat olarak adlandırmışlardır.
 Güney-Doğudakilerin nasıl adlandırıldığını ise şu paragrafları okuduktan sonra anlayacaksınız:

"7. Böylece Efendi Tanrı topraktan insan yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve böylelikle insan canlılık kazandı.
8. Ve Efendi Tanrı doğuda (Kudüs gibi kutsal topraklara oranla, Eden Bahçesi (Cennet), "doğuda" olacaktır; Basra Körfezi dibindeki eski verim­li ovalar da, doğudadır!) bir yerde Eden bahçesini dikti ve yarattığı insanı bu bahçenin içine koydu.
9. Ve Efendi Tanrı, yeryüzünde, güzel görünüşlü ve tadlarına doyum olmayan ağaçlar büyüttü, ve bahçenin ortasında, iyi ve kötüyü ayırt etme ağacını, hayat ağacını yeşertti.
10. Bu Eden bahçesinde, bahçeyi sulamak için bir ırmak akıyordu, ve orada dört kola ayrılıyordu.
11. Birinci kolun adı Pişon'du ve altın ülkesi Hevila yöresinde akardı;
12. ve bu ülkenin altını değerlidir. Orada ayrıca Bedolak-zifti ile Şoham süstaşı bulunur.
13. İkinci ırmağın adı Gihon olup, Kuş ülkesi yöresinde akar.
14. Üçüncü ırmağın adı Dicle olup, Asur ülkesinin doğusunda akar. Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır.
15. Ve Efendi Tanrı insanı alıp, bahçeyi işleyip bakması için Eden bahçesine bıraktı."  (Tekvin, 1.Musa, 1.2 bab, 7-15)

Bu paragrafları okuduktan sonra, Kurandaki  o ayetlerin anlaşılması kolay olmadı mı?
SONUÇ: Tevrat ve Sümer belgeleri okunmadan ve gerekli doğa bilimsel veriler bilinmeden, yukarıda verilen Kuran ayetleri, asla anlaşılamazlar. Bu nedenle Kuran’ı anlayabilmek için eski kitapların okunması – ve doğa-bilimlerinin bilinmesi şart ve gereklidir.
“Hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu”  bile açıklamaktan aciz olan “kutsal kitapların” ilahi bir kaynağı olabilir mi?

(Beğendiyseniz, paylaşın ki din ve siyaset adamları halkımızı kandırmaya devam edemesinler. ) 


Şimdi de, bir başka yaklaşımdan giderek, ebedi bir “öteki dünya” hayatının mümkün olamayacağını gösterelim.,
Ebedi bir öteki dünya hayatı neden mümkün değildir?
İnsanların ölümden sonra öteki dünya diye bir yerde ebedi olarak yaşadıklarını düşünelim. İnsan yaklaşık 2 milyon yıldan beri vardır. İn­sanların yaklaşık 20-25 yılda bir evlenerek nüfuslarının yeni doğum­larla arttığını ve yaklaşık 50 yıllık bir ömürden sonra da öldüğünü ve öteki dünya gibi bir yerde ebedi hayatlarına devam ettiklerini (yiyip-içtiklerini, sevişip-çoğaldıklarını, vs.) düşü­nüp, şimdiye dek kaç kişinin orada birikmiş olduğunu hesaplarsak, 10 üzeri 100 den büyük devasa bir sayı ile karşılaşırız.
Evrende belli sayıda atom-altı-ögesi vardır ve bunların sayısı yak­laşık 10 üzeri 80 olarak hesaplanmıştır. Yani deri, kemik, taş, toprak gibi maddeleri oluşturan proton + nötron + elektron ögelerinin top­lam sayısı 10 üzeri 80 kadardır. Bir hücrede milyarlarca proton + nöt­ron + elektron bulunduğuna göre, evrenin herhangi bir yerinde 10 üzeri 100 gibi devasa sayıda insan toplanması hiçbir fizik-kimya bilgisine uymamaktadır, çünkü onları oluşturacak kadar proton + nötron + elektron evrende mevcut değildir.
Bu nedenle doğada ebediyet diye bir şey yoktur. Her şey çok kısa ömürlü ve çok hareketli olan atom-altı ögelerinin, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, bedenler) içinde birleşmeleri şeklinde olmaktadır. Oluşturulan hiçbir sistem ebedi olamamakta, belli bir ömür-döngüsünden sonra tekrar alt-bileşenlerine ayrışmakta ve doğa bu şekilde sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi içinde gelişmektedir. Zaman kavramının gelişimi durumun böyle olduğunu göstermektedir, bak http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html

Yani doğada belli sayı­da (yaklaşık 10 üzeri 80, yani öteki dünyada birikmiş olabilecek in­san sayısından çok-çok az!) atom-altı-ögesi vardır ve bu ögeler canlı olup, değişik kombinasyonlara girerek, sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğayı oluşturmaktadırlar.
Ebedi bir öteki dünya hayatını savunanlar öteki dünyada sadece ruhların var olacaklarını savunarak, yukarıda öne sürülen olanaksızlığa karşı koymaya çalışırlar. Ama bu karşı-çıkışları tamamen dayanaksızdır, çünkü öteki dünyadaki cezalandırmalar arasında şu tip hükümler bulunmaktadır.
“Başlarından da kaynar sular dökülür. Bu kaynar su ile karınlarında olanlar ve derileri eritilir.” (Hacc 19, 20)
“Derileri yanıp eridikçe, acıyı tatsınlar diye derilerini yenileyeceğiz.” (Nisa 56)
Bu ayetler bedenlere uygulanacak cezalardır. Dolayısıyla kutsal kitapların öteki dünya hayatı canlı bedenler için tasarlanmışlardır.


Cennet hayatındaki seks olaylarında çocuk olmayacağını, sadece sevişme olacağını savunanlar ise, seks olayının neslin devamı için gerekli genetik bilgilerin değiş-tokuşu olgusunu bilmediklerini gösterir. Çünkü balıklar gibi bir çok canlı grubunda, bedenler birbirine değmeden seks yaşanır: dişi yumurtalarını bırakır ve erkek hemen o yumurtaların üzerine spermleri bırakır ve iki genetik bilgi birleşir. Bedensel bir temas yoktur. Dolayısıyla seks, neslin devamı dürtüsüdür. Kutsal kitabın tanrısı bunu bilmiyorsa, bu “özürü kabahatinden büyük” durumunu oluşturur.



Hayatın doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş değişim-dönüşümlü bir sistem olduğu bilinmediğinden, ebedi bir hayatın var olduğu öteki-dünya diye bir başka dünya tasarlanmış ve ruhların bu öteki dünyada ebediyen yaşayacakları düşünülmüştür. Beden ruhtan ayrı olamayacağından öteki dünyada bedenlerin de ebediyen var olmaları gerekir. 

İnsanlar birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları için bir araya gelirler. Dolayısıyla, toplum kurallarını da kendi aralarında oluşturmalıdırlar. 
 İşte bu noktada, binlerce yıl önce uyanıklar, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğunu ve insanların bu efendilere hizmet etmek için yaratıldığı bilgisi verilmeye başlanır.
Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor.
Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur.
Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar  gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir. Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkar. Elit insan sınıfı da bu düşünce tarzına göre oluşturulmuş bir kavramdır.
Halbuki doğa dinamik sistemlidir ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır.
Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur.
Gerçek bir toplumun oluşturulması, tamamen insanların insiyatifine kalmıştır. Ama insanlar Devletin yönetimini elinde bulunduranlarca yanlış hedef gösterilerek zombileşmiş olduklarından, toplum oluşturamamaktadırlar. Çünkü yöneticiler, toplum oluşturma erkinin, halkta (tabanda) değil, tepedeki efendilerde olduğu şeklinde bir hedef göstermektedirler.
Bizler atalarımızın günahlarını çekiyoruz. Bizlere, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor ve efendilerin yönetiminde “köleleştirilmiş- uşaklaştırılmış” kişilikler oluyoruz.
Her şey "Çıkar-Enerji" savaşıdır. Toplumu (devleti) yönlendirmek için, halkı bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın yolu, para ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki efendilerin uşakları olurlar. Uşaklar efendilerinin mülkleri üzerinde çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve boğaz-tokluğuna yaşarlar.
İnsanlar böyle bir doğal sistemde yaşadıklarına neden inanıyorlar? Çünkü din-adamları ve bilim-insanları böyle söylüyorlar- söylemek zorunda bırakılıyorlar.
Tüm emek ve ürünler çalışanlara ait olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları baskı altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin köleleştirme etkisi).
Statik sistemde güç, yani yönlendirici (Allah veya doğal seçici), “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir.
• Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı kesilirse:
● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. 
Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.

Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Sorunlardan kurtulmak, “para” denilen köleleştirici faktörü ortadan kaldırmakla; “para” faktörünü ortadan kaldırmak ise, doğadaki yönlendirici gücün, içlerimizdeki kuantsal öğelerde olduğunu anlamakla mümkündür. Huzurlu bir toplum, her insanın toplumu karşılıklı bir hizmet alış-verişi ortaklığı olarak görmesiyle mümkün olacaktır. Bu ise tamamen bir eğitim sorunudur. Çözümü ise çok basittir: Statik (Tepeye Bağımlı Örgütlenme = TBÖ) sisteminin zararlarını görüp, bu zararları yok edici dinamik sisteme geçmek!

Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz.




    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder