Bilgi ve Zombilesme

 

Bilgiyle oluşan doğada yanlış bilgiyle zombileşme

 

İnsanlığa geçmişi hakkında geçeklere uygun bilgiler verilmiyor. “Gerçek bilgi nedir?” sorusuyla başlayarak, geçmişimiz hakkında bazı konulara dikkatinizi çekmek istiyorum.

Gerçek, maddi varlıkların zaman içindeki görüntüleridir. Bir örnek vereyim: Günümüzde uçaklı, bilgisayarlı, traktörlü bir dünyada yaşıyoruz. Halbuki 500 yıl önce at-arabalı, öküzlü-sabanlı bir dünyada yaşanıyordu. Bu maddelerin hepsi aynı kimyasal moleküllerden oluşmaktadır. Değişen şey, insanın bilgi düzeyinin değişimine uygun şekilde maddelerin kombinasyonlarının zaman içinde değiştirilmesidir.

Şimdi geçmişimizi bize anlatan tarih bilgileri konusuna dönelim.

Biz Anadolu’luyuz. Peki Anadolu’da yaşayan halklar hakkında ne biliyoruz?

Bizlere ne öğretiliyor: Türkler’in anavatanı Orta-Asya’dır, Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra gelmişlerdir.

Peki Anadolu’da daha eskiden kimler yaşıyordu?

İşte bu bilgiler bizlere hep batılı toplumların bakış açılarıyla veriliyor:

Türklerden önce Bizanslılar vardı, Bizanslılardan önce Yunanlar vardı. Ve tarih kitapları o bilgilerle sona erdirilir.

Peki yunanlardan önce kimler vardı? İşte onlar hakkında yeterli bilgi verilmez. Onlar barbar kavimler olarak görülüp, uygarlaşma sanki Yunanlılar, Romalılar tarafından başlatılmış şeklinde bir görüş empoze edilmeye çalışılır.

Peki Romalılar, Yunanlar, Almanlar, İngilizler, vs tüm bu “indo-german” dilli toplumlar oralara nereden ve nasıl geldiler? Oralarda onlardan önce kimler vardı?

Bunlar hakkında bilgilerimiz olmadığı gibi, dünya ölçeğinde hayatın nasıl geliştiği ve insan denilen türün ne zaman nerede ortaya çıktığı ve dünyaya nasıl yayıldığı konusunda da gerçeklere uygun bilgi verilmez.

İşte bu konuların işlendiği 16 kısa bölümden oluşan ve 16 gün sürecek olan bir yazı dizinini sizlere sunmak istiyorum. Bu kadar kısa ve öz bir bilgi paketinin önemini takdir edenlerin bu yazıları kopyalayıp saklamaları ve çevrelerinde bunları bilmeyenlere aktarmalarının önemini sizlere bırakıyorum.

 

 Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 1

2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yük, Ankara’dan İstanbula onlarca at-arabasıyla haftalarca zamanda taşınırdı. Günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte yapılıyor.

Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir.  300 yıl önce de dünyamızda aynı moleküller vardı, şimdi de. Değişen şey, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında birleştirilmeleridir.

Yani zaman içinde BİLGİ düzeyi gelişmiştir ve enerji daha ergonomik kullanılır olmuştur.

Acaba geçmişe doğru gidildiğinde Bilgi hep azalıyor mu? Bunu nasıl saptayabiliriz?

Jeoloji denilen bilimden yararlanarak:

Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu.


Geçmişe gidildikçe varlıklar atomlarına-moleküllerine ayrışırlar ve o atom ve moleküller başka varlıkların yapımında kullanılırlar. Böylelikle bilgi geçmişe gidildikçe azalır.

Şimdi dünyamızın arşiv sayfalarına bakarak geçmişe gidildikçe bilginin nasıl azaldığını görelim.

5 milyon yıl eskiye gidildiğinde, insan denilen canlı yok olur. Yok olmak, atomlarına-moleküllerine ayrışmak demektir. Bu atomlar ve moleküller ise at, inek, meyve ağaçları vs. gibi diğer varlıkların yapımlarında kullanıma girerler.

100 milyon yıl geri gidildiğinde, at, inek, meyve ağaçları yok olur ve atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Bu atomlar ve moleküller ise dinozor, vs gibi canlıların yapımlarında kullanıma girerler.


300 milyon yıl geri gidildiğinde, dinozor gibi canlılar yok olur ve atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Bu atomlar ve moleküller ise ekinittrilobit, gibi omurgasız ve başka omurgalı canlıların yapımlarında kullanıma girerler.

700 milyon yıl geri gidildiğinde, tüm omurgalı ve omurgasız canlılar yok olur ve atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Bu atomlar ve moleküller ise tek hücreli canlıların yapımlarında kullanıma girerler.

4 milyar yıl geri gidildiğinde tüm canlılar alemi yok olur, atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Bu atomlar ve moleküller ise cansızlar alemi dediğimiz inorganik maddelerin yapımında kullanıma girerler.

Görüldüğü üzere, geçmişe gidildikçe, canlı varlık oluşturma bilgisi tamamen kaybolmaktadır.

5 milyar yıl geri gidildiğinde ise, dünyamız ve Güneş sistemimiz de yok olmaktadır. Dünya yok olunca, dünyadaki H2O, CO2 , kuars gibi moleküller atomlarına ayrışıyorlar ve  yıldızlar – galaksiler evresine  dönülüyor.


12-13 milyar yıl öncesine Evrenimizin başlangıcına gidildiğinde, tüm yıldız ve galaksiler yok oluyor, atom-altı-öğelere ayrışıyorlar. Atom-altı- öğeler  ise, ÇOK-ÇOK KISA ÖMÜRLÜ, ve ÇOK HAREKETLİ enerji yumaklarıdır. Bunlara Kuantum alemi deniyor.

 Yani evrensel sistemin başlangıcında madde dediğimiz katı sıvı veya gaz halinde hiçbir şey yoktur. Her şey parçalarına ayrışmıştır. Bu ayrışan parçacıklara atom-altı-öğeler denir, çünkü henüz atom da oluşmamıştır.

İşte bu noktada insanlığın kafası karışmaya başlamıştır.

Nedenine gelince:

İnsanlık 4 bin yıldan beri, doğadaki oluşum ve gelişimlerin yaratıcılık denilen ve varlıkların dışında olduğuna inanılan bir güç sistemince oluşturulup-yönlendirildiği inancıyla eğitilmişlerdir. Dolayısıyla insanlar doğada varlıkların kendi kendilerine bilgi oluşturarak, doğal sistemi oluşturma ve geliştirme gibi içsel bir yeteneğe sahip olabileceklerini akıllarının bir köşesine bile yerleştirmemişlerdir.


Şekil Geleneksel görüşlerde doğadaki oluşumların hep harici bir güç sistemince oluşturulduğu düşünülmüştür.

Bu tür bir temel doğa anlayışında olan fizikçi, kimyacı, biyolog gibi bilim insanları da evrensel sistemin başlangıcını oluşturan kuantum alemi denilen atom-altı-öğeleri cansız parçacıklar olarak tanımlama yanlışlığı içinde olmuşlardır. Bu düşünce hala günümüzde devam etmektedir, ve atom-altı-öğelerin bilgili-bilinçli oldukları yönünde makaleler çok ender olarak ancak çıkmaya başlamıştır.

Bak: Do electrons have free will? (Elektronların özgür iradeleri var mı?)

 http://web.mit.edu/asf/www/Press/Do%20Electrons%20Have%20Free%20Will%20The%20Conway-Kochen%20Free%20Will%20Theorem%20-%20Closing%20the%20Free%20Will%20Loophole.pdf

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 2

 

“Bilgiyle oluşumlar” başlıklı bu yeni dizinin ilk bölümü ‘evrenimizin başına gidildiğinde her şeyin enerjiye dönüştüğü ve kuantum alemine geçildiği’ şeklinde bir ifadeyle sonlanmıştı.

 

Hemen “Siz Allah’ı yok mu varsayıyorsunuz? Hiç yoktan varlıklar nasıl oluşur?’ gibi tepkiler geldi. Bu tepkiler doğadaki oluşum ve gelişimlerin

       bilgiye dayalı gelişen içsel oluşumlar’ şeklinde mi,

       dıştan anında yaratma’ şeklinde mi olduğu tartışmasını tekrar gündeme getirdi.

 

Bu tartışmalara girmemek için şu ek bilgiyi sunmak isterim.

 

Varlıkları hareket ettiren KUVVET dediğimiz güç, enerjinin bir yerden bir yere akmasıyla oluşur. Yani doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin temelinde-arkasında ENERJİ faktörü vardır.

 

Doğadaki tüm kuvvetler ise 4 grupta toplanmıştır. Bu kuvvet türleri şunlardır:

       Güçlü etkileşim = Strong Force (interaction)

       Zayıf etkileşim = Weak Force (interaction)

       Elektro-manyetik etkileşim

       Gravite (yerçekimi)

 

Bu kuvvet türlerine tahsis edilen ENERJİ miktarlarına bakarsak şöyle anormal bir dağılım görülür. Doğadaki tüm enerjiyi 138 birimlik bir bütün olarak görürsek, bu 138 birimlik toplam enerjinin 137 birimi ‘strong force’ denilen Güçlü-etkileşime ayrılmıştır. Elektro-manyetik etkileşim, güçlü etkileşimin 137de biri kadardır. Diğerlerine düşen payın ne kadar az olduğunu artık siz tasarlayın.

 

Şimdi doğadaki bu anormal enerji dağılımının atom-altı-öğeler arasında nasıl dağıtıldığına bakalım. Güçlü etkileşim, atom-çekirdeğini oluşturan proton ve nötron gibi öğelerde etkilidir. Yani kuark denilen ve proton- nötronları oluşturan atom-altı-öğeler doğadaki enerjinin %99undan fazlasını kendi içlerinde tutmaktadır.

 

Bunu herkesin anlayacağı şekilde ifade edecek olursak, bizlerin tüm güç ve kuvvetlerimiz, hücrelerimiz içindeki moleküllerin atomlarının çekirdeklerinde depolanmıştır ve onların bu enerjiyi salmalarına bağlı olarak yaşamaktayız.

 

Atomların içindeki çekirdeklerdeki bu enerjinin salınması, sadece bizlerin bedenlerinde değil tüm evrensel sistem genelinde koordineli bir şekilde olmaktadır. Yani bizler ve tüm diğer canlılar enerjilerinin en büyük kısmını Güneş’ten almaktayız. Güneş bir nükleer reaktördür, çekirdek reaksiyonları yaparak, çekirdeklerde depolanmış enerjiyi güneş ışınları olarak çevreye yayar. (Hidrojen atomlarını yakarak Helyum elementine dönüştürür ve bu arada muazzam bir radyasyon yayar.) Bu nedenle HAYAT dediğimiz sistem sadece Güneş gibi yıldızlar çevresinde dönen gezegenlerde oluşabilmektedir. 

 

Bir internet arkadaşım Mustafa K.islamoglu  söyle bir soru sordu:

“İsmet hocam Merak ediyorum da bir atomda değişik proton nötron ve elektron dizilimlerinden çok farklı özelliklere sahip elementler ortaya çıkıyor. Neye göre ne oluyor da farklı farklı özellikler ortaya çıkıyor. Demir, bakır, cıva oksijen hidrojen hepsi farklı özelliklere sahip. Oysa hepsinin yapısında proton nötron ve elektron var. Sadece sayıları ve dizilimleri farklı.

Mesela ben şimdi bir odun yığınını alsam ve odunları farklı farklı yerleştirsem evirsem çevirsem farklı özelliklere sahip bir madde elde edebilir miyim. Hayır.... Yine hepsi odun olarak kalır. Oysa atom aynı olmasına karşılık içindeki dizilim ve sayı değişti mi birbirinden çok farklı özelliklere sahip maddeler ortaya çıkıyor.

Yine farklı atomlardaki elektronları birbirinden ayirdığınızda hiçbir şey olmazken atomu oluşturan elektron nötron ve protonları değiştirdiğinde eklediğinde çıkardığında müthiş enerji nasıl ortaya çıkıyor. O enerji oraya nasıl sıkışmış veya sıkıştırılmış.

Lütfen ateistlerin dediği gibi tesadüfen deyip ve dini açıdan yaratıcı yarattı şeklinde değil de bilimsel bir dille açıklama getirebilecek var mı? Veya bu konuda yayınlanmış bilim insanlarının makaleleri var mı? Dediğim gibi ateistlerin tesadüf demeleri bilimsel değildir ispatı yoktur. Yaratıcının ol demesi de inançtır. Ben bilimsel makalelerle açıklama istiyorum. Şimdiden teşekkür ederim hocam

 

Bu soru doğadaki oluşum mekanizmasının gizemiyle ilgilidir. Şöyle ki: Doğa yaşayan, canlı bir sistemdir ve bu canlılık en temel etkileşim birimi olan kuantlarla başlar.  Şimdi ben burada kuantların canlı olduklarını söylüyorum, ama fizikçiler onları canlı olarak kabul etmeyip, onlara parçacık diyorlar.

 

Parçacık, bir maddenin kırılarak daha küçük bölümlere ayrılmasıyla oluşur. Ama maddeler parçaların elle birbirleriyle birleştirilmeleri veya parçaların birbirleriyle çarpışarak yapışmalarıyla oluşmazlar, öğelerin birbirleriyle rezonansa girerek daha ergonomik bir üst-sistemde birleşmeleriyle oluşurlar. Bu nedenle siz bir maddeyi kırarak parçalara ayırdığınızda, elde edilecek en küçük paça bir molekül olacaktır. O molekül ise çok belli bir bileşimde olacaktır: H2O veya SiOgibi. Yani belli tam sayılarda kimyasal elementten oluşacaktır.

 

Bir su (H2O) molekülü 2 H ve 1 O atomundan oluşur ve yangın söndürücüdür; halbuki kendisini oluşturan atomlardan H yanıcı, O ise yakıcıdır. Nasıl oluyor da, “yanıcı ve yakıcı” özellikli iki farklı özellikli atom birleşince, söndürücü bir madde ortaya çıkıyor?

 

İşte alt-sistemlerden üst-sistemlere geçişte ortaya çıkan bu farklı davranışta bulunma özelliğine “simetri kırılması” denir ve şu şekilde açıklanır:

 

Doğa canlıdır, çünkü tüm varlıklar atomlardan, atomlar ise atom-altı-öğeler denilen kuantsal özellikli varlıklardan oluşurlar. Kuantlar aleminin canlı olduğu ise aşağıda net bir şekilde ıspatlanmaktadır.

 

Doğadaki oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor?

 

Yumurta da bir hücredir. Beslenip büyümesi için çevresi besin maddeleriyle doldurulmuş minik bir hücre. Tavuk o bir hücrenin çoğalmasıyla oluşan bir üst-sistemdir. Yumurta içindeki o minik hücrenin çoğalması için çevresindeki faktörlerin uygun olması gerekir. Bu faktörlerin başında sıcaklık gelir. Bu nedenle tavuk yumurtanın üzerinde “kuluçkaya yatar” ve birkaç hafta sonra yumurtadan cıv-civ çıkar.

 

Yumurta içindeki hücre veya bir bitki tohumu, çoğalması için gerekli ortamın hazır olup olmadığı bilgisini kendisi mi saptıyor, yoksa birileri ona bu bilgiyi veriyor mu?

 

“Dünyada ilk defa tavuk mu yumurtadan çıkmıştır; yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır?” sorusunun yanıtı, bu alt-sistem ile üst-sistem arası ilişkinin bilinmesinden geçer.

 

Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor? sorusunun yanıtı için bir ön hazırlık:

 

Kuantların temel özellikleri

Zaman olgusunun başlangıcının kuantum alemi denilen atom-altı-öğeler alemine dayandığını gördük. Peki bu kuantum alemi nasıl bir şey, canlı mı, cansız mı?

 

Madde dediğimiz her şey, atom-altı-öğeler denilen, elektron, proton, nötron, ve onların alt-birimlerinden oluşmaktadır. Fizikçiler bunlara parçacık diyorlar, ama tamamen bilinçsizce bir yakıştırma, çünkü aynı fizikçiler bunların sürekli bir devinim içinde olduklarını ve çok kısa süreli olarak var-olup, kaybolup, tekrar ortaya çıktıklarını bizzat kendileri deneylerle saptıyorlar.

 

Yani çok kısa ömürlü ve çok devingen, çok hareketli bir varlıklar alemi ile karşı karşıyayız.

 

Bunların canlılık öğeleri olarak değerlendirilmesinin nedeni, “kuantsal özellikler” denilen şu özelliklere sahip olmaları nedeniyledir:

1) Kuantlar rastgele davranmazlar, gidecekleri yeri (hedefi) kendileri belirler. Hangi hedef seçilecek?

2) Hedef belirlemekte, salınım (veya ölçme)-adımlarına göre işlem yaparlar ve bir olasılık hesabına göre en uygun hedefi seçerler. Çevrede ölçülecek ne kadar hedef var?

3) İlerleme sırasında, ya sağa, ya da sola dönülerek gidilir. Sağa dönerek mi, sola dönerek mi gidileceğini kendileri belirlerler.

4) Salınım-adımının olacağı düzlem 0 -360 derece arasında değişebilir. Kaç derecelik bir açıda salınım yapılacağını kendileri belirleyerek ilerlerler.

5) Belirlenen hedefe ulaşıla bilinmesi için, önlerinde aşılması güç bir engel varsa, “tünelleme” denilen bir faktörden yararlanırlar. Zıplama enerjisinin nasıl sağlanacağını onlar belirler.

6) Birbirleriyle “haberleşip”, evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilirler. Evrendeki o kadar çok öğe arasında nasıl denge sağlanacağı bilgisini oluşturmak onların görevidir.

7) Kuantlar alemi enerji-kümelerinin her biri farklı ömürlüdür; kimi saniyenin on-milyarda biri; kimi saniyenin yüz-milyonda biri, vs. gibi çok farlı bir süre “yaşar” ve sonra bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir.

8) Çevrelerindeki tüm varlıkları algılarlar ve onlarla ilişkilerini, çevresindekilerin kendilerine bakış açısına göre belirlerler. Buna Observer effect =Gözlemci etkisi denir. Zaman içinde oluşacak o kadar çok yarışmacı arasından, en iyi olanın nasıl seçileceği gibi hiç kolay olmayan bir görevi yerine getirirler.

 

Observer effect =Gözlemci etkisi özelliği, kuantlar aleminin, farklı bedenler içinde farklı davranışlarda bulunmalarını sağlayan en önemli özelliktir.

Kuant dediğimiz atom-altı-öğeler ne kadar bilgili ve bilinçli?

Bu konuyu bir fizik deneyi ile açıklayalım.

Aşağıdaki bilgiler FEYNMAN’ın (1985) “The Strange Theory of Light and Matter” adlı eserinden yararlanılarak hazırlanmıştır.


 

Şekilde görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve önüne iki perde konulur. En arkadaki perde üzerinde (5) nolu noktaya bir detektör (D) yerleştirilir. Aradaki perde üzerinde de (A) noktasına bir delik açılır.

 

 

Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek şekilde ayarlanır.

 

Aynı boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir tanesinin geçtiği doğrulanır.

 

Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, daha önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç öge algılamadığı görülür.

 

HAYRET! DELİKLER TEK TEK AÇIK OLDUKLARINDA HER DELİKTEN BİR ADET GEÇEBİLİYORDU, ŞİMDİ DELİKLERİN İKİSİ DE AÇIK, AMA HİÇBİR ŞEY DELİKTEN GEÇMİYOR. BU NASIL İŞ?

 

Detektörün konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda dört tane foton algılandığı saptanır.

 

YİNE HAYRET: BİR DELİKTEN GEÇEBİLECEK ÖĞE SAYISI BİR TANE İDİ, DELİKLERİN İKİSİ BİRDEN AÇILINCA, NASIL OLUYOR DA 2 YERİNE 4 TANE ÖĞE GEÇEBİLİYOR?

 

Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ögelerin şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

 

Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin ölçme-değerlendirme adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu adımlarıyla ölçerek değerlendirirler. Adım sıfır (0), (0.5), (1), (0.5), (0), (-0.5), (-1), (-0.5), (0) gibi değerler arasında değişir. Hedefe bu değerlerden hangisiyle vardığına bakarlar.

 

 Kuantsal öğeler hedeflerini bu ölçme adımıyla değerlendirirler.

(5)numaralı konumdaki (D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:

Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir:

 

(A) yolunu adımına göre hesaplamaya başlar; (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu. Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu. Öge bu iki değeri toplar: +1-1=0.  Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.

 

(1)numaralı konumdaki (D)’ye ulaşmak isteyen bir kuant için, (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1)dir;  +1 +1 = 2.   2’nin karesi alınır: 4 eder.

 

Bu durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kaydeder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!

 

Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler.

 

Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir.

Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.  Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?

 

Çünkü ögelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.

 

Ama iki delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir olasılık hesabı yaparak davranır.

 

İşte kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre davranmalarıdır.

 

Diğer mucizevi bir özellikleri ise, kuantların bu olasılık hesabı verilerini, hedefe gidip-gelmeden yapabilme yetenekleridir. Kuantlar anında çevrelerindeki her şeyi algılarlar, ölçüp-değerlendirmek için oraya gitmelerine gerek yoktur.

 

Atomik öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama, önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.

 

Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.

 

Burada beş noktanın vurgulanması gerekir:


 

Birinci nokta şudur: Kuantsal tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir. Bu birer artış veya eksilmeye yapılan işlemler kuantizasyon olarak bilinir. Bu nedenle doğa QUANTIZATION denilen bir sistemde oluşmaktadır.  1 proton=H, 2 P= He,  6 P= C,     8 P=O vs. Yani 6.5 protonlu bir element yoktur, olamaz.

 

İkinci nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel deterministik görüşlü fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde bir güç sisteminde olduğu önyargısından kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.

 

Üçüncü önemli nokta şudur: Kuantlar bu hesaplama işlemini hedefe gidip-gelerek yapmıyorlar; yani önlerine konulan seçenekleri orya gitmeden anında hesaplayabiliyorlar.  Yani delikten geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama yetenekleri var. Ne olağan-üstü bir davranış ve yetenek, değil mi? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?

 

Dördüncü önemli nokta şudur: Kuantlar doğada belli noktalara hiç gitmeyerek, belli noktalara ise hiç beklenilmeyecek şekilde anormal sayıda giderek enerji gradyanları oluşturuyorlar. Enerji-gradyanları da “kuvvet” oluşumunu yol açtıklarından, doğadaki tüm olay ve gelişimleri yönlendiren temel faktör oluyorlar.

 

Beşinci önemli nokta ise şudur: Seçenekler (yani öğeler) birbirleriyle uyumsuz iseler, o oraya hiç kuant gitmiyor; ama öğeler birbirleriyle uyumlu iseler, ekstra kuant oraya gidiyor, yani normalde ancak 2 kuant gitmesi gereken yere, 4 kuant gidiyor. Bu nokta toplumsal hayatta çok–çok önemli, çünkü, insanlar birbirleriyle uyumlu olurlarsa, kazançları anormal derecede artar, uyumsuz olurlarsa da, o oranda kazançları düşük olur.

 

 


Görüldüğü üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan, çevrelerini algılayıp, olasılık hesapları yaparak çıkan sonuca göre davranan BİLİNÇLİ  ve  CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra  tekrar doğarlar. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi gerekir.

 

Kuantlar aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.

 

Evrensel sistemin başlangıcındaki sürekli devinim halindeki çok kısa ömürlü bu kuantsal canlıları düşünün. Çok hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevresindeki zilyonlarca diğer kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli bir salınım ve titreşim içindeki bu kuantsal canlılar, ne yapmalılar ki, daha rahat bir duruma ulaşsınlar?

 

Bunun cevabı için, insanların davranışına bakalım: İnsanlar tek başlarına yaşasalardı, her işi tek başlarına yapmak zorunda olurlardı ve kafalarını kaşıyacak zamanları olmazdı. Ama ortaklıklar oluşturup, iş-bölümü yaparak ve ürünlerini takas ederek, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmışlardır. Buna rahatlama dürtüsü denir ve doğadaki tüm varlıklarda mevcuttur.

 

Fizik bilimi verilerine bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak, çok devingen, çok kısa ömürlü kuantum-aleminden, daha az hareketli ve daha uzun ömürlü üst-sistemlere geçtikleri, bunun için birleşerek daha büyük ortak-yaşam sistemlerine doğru bir gidişatın söz konusu olduğu görülür.

 

Geleneksel fizikçiler şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi-bilinç” diye bir parametre kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına yerleşmiş en büyük şartlanmadır.

 

İnsanların anlamak istedikleri kavramların başında işte bu doğum-ölüm döngülü, sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğal sistem vardır. Anlaşılacağı üzere, Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Tanrı veya yaratıcı doğayı yaratan olarak tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının tanımlanmasıyla gösterildiğinden, yaratıcılığın da nasıl gerçekleştiği artık anlaşılır olmuştur. Doğadaki en temel kuantsal enerji öğeleri bir şey oluştururlar; ama asla ebedi ömürlü olarak değil, belli bir süreliğine. Çünkü zaman içinde “bilgi” düzeyi değişecek ve daha ergonomik yapılar ortaya çıkacaktır. O zaman o ergonomik yapıların gelişmesini sağlayacak şekilde, parçalarına ayrılan öğeler, bu yeni sistemdeki yapıya akacak, kötü yapılanma terk edilecektir.

 

Böylelikle doğadaki oluşum ve gelişimlerin en tabandaki kuantsal sistem tarafından yönlendirildiği anlaşılmaktadır. İnsanlık hep doğayı oluşturan güç sistemini merak etmiştir ve ona yaratıcı demiştir. Görüldüğü üzere, zaman dünyamızın ve üzerindeki tüm canlıların oluşum ve gelişim tarihi kayıtlarından oluşmaktadır. Yaratıcılık dünyanın ve insanın nasıl yaratıldığı konusu olduğuna göre, YARATICI dediğimiz terim, tam manasıyla yukarıda özetlenen paragraflarda açıklandığı üzere KUANTSAL sisteme ait bir özelliktir. Ve kuantsal sistem de evrenimizin taa başlangıç anında var olan ve ondan sonra da, bilgiyle daha ergonomik üst-sistemlere geçişlerden oluşmaktadır.

Doğayı oluşturan kuantsal sistem canlıdır, bilinçlidir. En iyi bilgilere göre oluşturulan en ergonomik yapıları tercih edip, kötüleri terk etmektedir.

 

Böylece doğa ve dünyayı sürekli bir evrimsel sürece sokmuştur. Anında tüm evrenle etkileşim içinde olan ve bilgi oluşturup, olasılık hesapları yaparak evreni oluşturan bir yaratıcılıkla karşı karşıyayız.

 

Bedenimizdeki hücreler böyle mucizevi özellikli atomlarca oluşturulmaktalar. BUNU HİÇ UNUTMAYIN!

 

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 3

“Zaman” doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Tanrı doğayı yaratan olarak tanımlandığına göre; doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının tanımlanmasıyla gösterildiğinden TANRI kavramı da artık anlaşılır olmuştur. Yaratıcı kuvvet en temel enerji kaynağı olan kuantsal öğelerin davranışlarıyla gösterilmiş olduğundan, yaratıcılığın nasıl gerçekleştiği de artık anlaşılmış olmalıdır.

Kuantlar doğadaki en temel etkileşim öğeleridir. Onlardan daha başka temel bir etkileşim öğesi yok. Yani doğa temelde bir canlılığa dayalı. Tepede bir üst-sistem bir üst makam yok.

       Onlar her an her yerdedir.

       Onlar her şeye kadirdirler.

       Onlar ebedidirler, yok edilemezler.

Doğanın sahipleri de, yapımcıları da kuantsal sistemdir. Yani yaratıcının kendisi onlardır. 

Bunu kabullenmek neden bu kadar zor? Neden illa başka bir yaratıcı aranıyor?

Görüldüğü üzere, doğa. enerjinin daha ergonomik yapılar oluşturacak şekilde, BİLGİ oluşturularak öğelerin birleştirilmeleriyle oluşmaktadır. Ve canlıları oluşturan bilgilerin gen denilen ve kimyasal elementlerden oluşan yapıda olması bunu doğrulamaktadır.

 

Doğa BİLGİ oluşturularak yapılmakta, BİLGİnin kimyasal bileşimlerle kaydedildiği genetik kayıtlarda görülmektedir.

 


Tüm canlıların oluşum bilgileri kromozom sarmalı şeklindeki iplikçiklerde yazılıdır.

Genetik bilgi kitapçığındaki tüm bilgiler A-T ve G-C harfleriyle oluşturulan sözcüklerle yazılmaktadır. A= adenin, T= timin, C= citosine, G= guanin molekülleridir. Sözcükler 3-er harften oluşur.

 

Bu 3-lü kombinasyonlara AMİNOASİT denir. Bunlardan ATG (methionin)  BAŞLAT komutu anlamını taşırken; TAG, “BİTİR” anlamı taşır. Bu sözcüklerin tüm canlılar tarafından aynı anlamda kullanılması, doğadaki oluşumların, BİLGİyle yapıldığının, bilginin de nesilden nesile aktarıldığının en kesin delilidir. Yani yaratıcılık gelişen bilgilerle yürütülmektedir.

Bu şekilde, devam eden tüm harfler 3’er 3’er yazılarak, yapılacak işlemler tarif edilirler.

 

Bu A-T ve C-G harfleri ise şekilde görülen kimyasal elementlerden (yani C, H, O, N gibi atomlardan) oluşmaktadır.

 

 


Biyolojide mütasyon olarak bilinen kavram, genetik kodlamadaki A-T veya C-G arasında bir tercih yapılması işlemidir. A-T kullanılacaksa, o işlemde kullanılacak “bağ” 2 değerli olacaktır; C-G kullanılacaksa, “bağ” 3 değerli olacaktır. Yani birinde daha az enerji, diğerinde daha çok enerji kullanılmaktadır.

 

Yani tüm canlılar C, H, O, N, P vs gibi atomlardan, atomlar ise, şimdi açıklayacağımız mucizevi özellikleri olan atom-altı-öğelerden, yani kuantsal alemden oluşmaktadır.

 

Zaman olgusu şu noktayı ortaya koymuştur: Doğa küçüklerden büyüklere doğru gelişmektedir. Ve oluşumlar BİLGİ ile yapılmaktadır. Bunun en güzel delilini de tüm canlılar tarafından, ATG sözcüğünün BAŞLAT, TAG sözcüğünün “BİTİR” anlamında kullanılmasıdır. Doğadaki oluşumlar BİLGİyle yapılmakta, bilgi de nesilden nesile aktarılmaktadır.

 



Yani dünyada önce hücre=yumurta, sonra tavuk ortaya çıkmıştır.!

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 4

Yaratıcılık bir oluşturma, yapma işlemidir. Bir şey nasıl yapılır?

Bilgiyle yapılır.

 

Doğa hakkında görüş oluşturmaya çalışan atalarımız, hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamamışlardır, çünkü doğal sistemin değişim-dönüşüm üzerine kurulu olduğunu fark edememişlerdir. Doğada sabit, değişmez olan hiçbir şey yoktur, her şey zaman içinde birbirine dönüşür. Bu dönüşümlerin ise bir amacı bir yönsemesi vardır: Daha uzun ömürlü ve daha rahat bir sistem oluşturmak. Dolayısıyla doğada bir evrimsel gelişim, bir ilerleme vardır. 

Doğada her şey tabana dayalı ve de BİLGİ oluşturma yeteneğine bağlı olarak gerçekleşir. Bu nedenle dinamik sistemler fiziği «Information & self-organisation» olarak özetlenmiştir.

 

 


Şekilde görüldüğü üzere doğada BİLGİ üstel olarak gelişir.

 

İnsanların anlamak istedikleri kavramların başında işte bu doğum-ölüm döngülü, sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğal sistem vardır.

Doğadaki en temel kuantsal enerji öğeleri bir şey oluştururlar; ama asla ebedi ömürlü olarak değil, belli bir süreliğine. Çünkü zaman içinde “bilgi” düzeyi değişecek ve daha ergonomik yapılar ortaya çıkacaktır. O zaman o ergonomik yapıların gelişmesini sağlayacak şekilde, bileşenlerine ayrılan öğeler, bu yeni sistemdeki yapıya akacak, kötü yapılanma terk edilecektir.  

Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, bilgi oluşturma potansiyeline paralel olarak evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç noktasıdırlar.

Böylelikle “oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor” sorusu da yanıtlanmış olmakta ve doğadaki oluşum ve gelişimlerin en tabandaki kuantsal sistem tarafından yönlendirildiği anlaşılmaktadır.

 

İki-delik deneyini tekrar görelim.

S’den gönderilen 100 fotondan hiçbirinin (5=beş) numaralı noktadaki detektöre gitmediği görülmektedir. Halbuki delikler tek olarak açık olduğunda mutlaka bir foton D’ye ulaşıyordu. Deliklerin ikisi birlikte açık olduğunda ise hiçbir foton o noktaya gitmediğine göre, fotonlar o noktanın uzaklığının uygun olmadığı bilgisine sahipler. O nedenle hiçbir fotonun o noktaya gitmiyor. Öyle bir bilgi ki, fotonların uzaktan algılama yeteneğine sahip olduklarını gösteriyor.

Kuantlar bu hesaplama işlemini uzakta iken yapıyorlar; yani delikten geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama yetenekleri var. Ne olağan-üstü bir davranış ve yetenek, değil mi? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?


Yaratıcılık ve yönlendiricilik enerjisi veya erki, varlıkların içsel bileşenlerinde midir; yoksa dışlarındaki harici bir sistemde midir?

 

Yaratıcılık bir oluşturma, yapma işlemidir. Bir şey nasıl yapılır?

Bilgiyle yapılır.

Örnek: Bir balta yapmak için önce demir denilen bir metal elde edilir, sonra o metal balta olacak şekle sokulur, sonra ona uyacak bir sap yapılır ve bu sapla demirden yapılan kafa birleştirilir. Günümüzde bir balta böyle yapılıyor.

Peki bir milyon yıl önceleri yaşayan atalarımızın da balta yaptıkları biliniyor; onların baltaları nasıldı? Onların baltalarının başı çakmaktaşı gibi sert bir kayaçtan yapılıyordu.

Anlaşılacağı gibi, bilgi düzeyi zamanla değişip-gelişmektedir. Bu değişimler beyinlerdeki hücrelere yansıtılmakta, hücreler de o yeni bilgilere göre daha farklı madde kombinasyonları oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla doğada görülen varlıkların şekilleri zaman içinde değişmektedir, çünkü bilgiler değişip gelişmekte, ona göre de oluşturulan nesneler farklılaşmaktadır.

Proteinler hücrelerin doğayı tanımlamakta kullandıkları tümcelerdir ve farklı amino-asit dizilimlerinden oluşurlar. Dolayısıyla bilgiler kimyasal element dediğimiz atomlarda depolanıp-işlenirler. Doğada gerçekleşen değişim-dönüşümler sürekli olarak alt-sistemlere aktarılır ve üst-sistemlerin yeniden düzenlenmeleri sağlanır.

Bizler şimdiye dek doğa ve dünyamızın Doğa-Üstü (DÜ) bir güç sistemiyle yönlendirildiğine, insanlığın da insan-üstü kişilerce yönlendirilmeleri gerektiğine inandırıldık. Krallar, sultanlar, kontlar, baronlar, ağalar gibilerin yönetimlerinde yaşadık. Bu insan-üstü kişiler dünyayı parselleyip sahiplendiler, bizler de onların uşakları-hizmetkarları olarak onların mülklerinde çalışarak, ürettiklerimizin çoğunu efendilerimize verdik, kalanıyla da kıt-kanaat geçinmeye çalıştık.


Ama yüz yıl önceleri “quantum” sistemi keşfedildi. Her şeyin bu güç sisteminden beslenerek yaşadığı, doğadaki tüm güç ve enerjilerin bu kuantsal sistemden kaynaklandığı ortaya çıktı. Fizikçiler binlerce yıllık gelenekler nedeniyle, DÜ bir güç siteminin doğadaki tüm oluşum ve gelişimleri yönlendirdiğine şartlanmış olduklarından kuantsal sistemin bu olağan-üstü davranışlarını anlamakta zorlandılar.

Bu durumu Nobel ödüllü Fizikçi Feynman şöyle ifade etmiştir:

“Gördüğünüz gibi benim fizik öğrencilerim de anlayamıyorlar. Bunun nedeni, benim de (bunları) anlayamadığımdır. Hiç kimse anlayamıyor. Size anlatacaklarımı neden anlayamayacağınızın diğer bir nedeni, size doğal sistemin nasıl işlediğini açıklamaya çalışmamdır, doğal sistemin nasıl işlediğini anlayamayacaksınız. Fakat gördüğünüz gibi, hiç kimse bunu anlayamamaktadır. Doğanın neden böyle tuhaf biçimde davrandığını açıklayamıyorum.”

Feynman gibi Nobel ödüllü ve burada açıklanan deneylerin çoğunu bizzat yapan bir fizikçinin böyle aciz bir şekilde haykırışının nedeni nedir?

Tek bir nedeni vardır: O da çocukluğundan beri çevreden kendisine aktarılan doğal-sistem görüşüdür. Geleneksel doğal sistem görüşünde varlıklar Doğa-Üstü güç sisteminin koyduğu kurallara birer robot gibi uyan cansız öğelerdir. Bilinç-altına böyle bir bilgi yerleşmiş olan insanın nasıl davranmasını beklersiniz?

Bilinç-altı en temel davranış programlarını içerir. Doğal sisteme uygun olmadığında mantıksızlık kaçınılmazdır.

Peki biz insanlar Feynman’dan farklı mıyız?

Günümüzde hala fizikçiler ekranlarda göz göre göre bizlere yanlış yanıltmaya devam ediyorlar. Efendim zamanla her şeyi dağılıp parçalanacak ve evrenimizin sonu bir kaosla bitecekmiş. İnsaf be kardeş!

Evrende zaman içinde her şey dağılıp-parçalanacak, düzensizliğe yani kaosa gidilecekse, 10 milyar yıldır evrende neden düzenli bir yapılaşmaya doğru gidiliyor? Ve bu düzenli yapılaşmalar hep bilgi denilen bir faktöre göre gerçekleşiyor. Peki sizin formülasyonlarınızda, hesaplamalarınızda bu bilgi denilen ve daha ergonomik yapılar oluşturulmasına yol açan faktör nerede? Bilgi faktörünün devrede olmadığı hangi formül doğal sistemi açıklayabilir?

Çıldırmamak elde değil. Ve DOM-sistemine itirazda bulunan kimileri, kuantsal sistemin bilgili davrandığına dair bilimsel yayın gösterebilir misiniz? diye karşı çıkıyorlar? İki delik deneyi yukarıda açıklandı, kuantlar orada bilinçli davranmıyorlar mı?

Bilgi diye bir faktöre inanmayan bilim insanlarının nasıl böyle bir yayın yapmasını beklersiniz? Feynman neden “kimse kuantum fiziğini anlayamıyor” diyor?

Neden insanların çoğunluğunun sömürüldüğünü ve bu işi kimlerin tezgahladığını anlayabiliyor muyuz?

Yukarıda ve önceki bölümlerde açıklanan verilerle yönlendirme işlemi nasıl oluyor? Yani bir öğenin nasıl davranacağı nasıl belirleniyor sorusu da yanıtlanmış oluyor: Her varlık çevresini algılama ve onlara göre kendisini yönlendirme yeteneğine sahiptir. Yönlendirmeler “bilgi” sinyalleriyle oluyor ve bilgiler hep varlıkların içsel bileşenlerinde kaydedilip- işleniyorlar.

Halbuki günümüz insanları toplumsal davranışlarını kendileri belirlemiyor. Yasa ve yönetmelikleri kendileri yapmıyorlar. Bunu başkalarına bırakmışlar.

Peki bu başkaları insan değil mi? Onları farklı kılan ne?

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 5

 

Doğayı oluşturan kuantsal sistem canlıdır, bilinçlidir. En iyi bilgilere göre oluşturulan en ergonomik yapıları tercih edip, kötüleri terk etmektedir. Böylece doğa ve dünyayı sürekli bir evrimsel sürece sokmuştur.

Anında tüm evrenle etkileşim içinde olan ve bilgi oluşturup, olasılık hesapları yaparak evreni oluşturan bir yaratıcılıkla karşı karşıyayız.

Bedenimiz böyle mucizevi özellikli atomlarca oluşturulmaktalar. BUNU HİÇ UNUTMAYIN!

 Doğal sistemde bilgiye önem verilmesi insanı oluşturan hücrelerde zirve yapar ve “Bilgi oluşturarak, bir şeyler yaratan insan oluşturulur”

Şekilde görüldüğü üzere insan beyni korteksinin çok büyük bölümü, beyaz renkte gösterilen yorumlama bölgesine ayrılmıştır. Duyu organlarına ayrılan turuncu bölge ve hareket organlarına ayrılan lacivert bölge çok az yer kaplar. Bu durum maymunlarda dengelidir, kedilerde ise, yorumlamaya ayrılan bölge çok daha küçülmüş, buna karşın hareket ve duyu organlarına ayrılan bölgeler çok büyüktür. Farede ise, yorumlama bölgesi yok denecek kadar küçülmüştür.

Bu nedenle biz hayvanlar kadar iyi hareket edemeyiz, onlar kadar göremeyiz, işitemeyiz, koklayamayız, vs. Ama muazzam bir hayal kurma ve yorumlama yeteneğimiz vardır.

Şimdi bir örnek vererek insanın bu zayıf noktasını gösterelim:

Jeoloji öğrencileriyle saha çalışmaları yaptığımız bir yaz gününde, hava güllük-güneşlik iken, birdenbire bir fırtına kopar ve ceviz büyüklüğünde dolu yağmaya başlar. Islanmayan, zarar görmeyen kimse yoktur.

Aklıma şu soru gelir: Arılar bu güzel günde mutlaka kırlarda nektar topluyorlardı. Böyle yok edici bir felakette hepsinin ölmesi gerekir. Acaba onlara ne oldu?

Ertesi gün bir arıcıyı ziyaret edip, bu soruyu sordum. Arıcının yanıtı şuydu:

“Hocam, fırtınadan 15-20 dakika kadar önce, tüm arılar, bir şeyden kaçıyorlarmışcasına, sürüler halinde kovanlarına girdiler. Hiç zarar görmediler.”

Hayvanlar felaketleri önceden algılayıp, önlem almaktalar. Peki insanı oluşturan hücreler neden bu konuyu dikkate almayıp, bizleri bu tür yeteneklerden mahrum bıraktılar?

Çünkü insanı oluşturan hücreler çok daha geniş bir bakış açısıyla   hayatı ve doğayı algılamaya ve ona uygun çözümler üretecek çok geniş bakış-açılı bir beden ortaya koymaya kalktılar. 

Çünkü yaşam evrensel ölçekli bir olaydır ve insan bu evrensel ölçekli yaşama uygun bir toplum oluşturmalıdır.

Ama insanlık çok yanlış bir hayat görüşü ile zombileştirilmiş olduğundan bu gerçeğin farkında olmadan yaşamakta ve dünyayı cehenneme çevirmektedir.

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 6

 

Bundan sonraki bölümlerde insanlığın yabani yaşamdan uygar insana dönüşümü ve sonradan nasıl zombileştiği işlenecektir.

 

Böyle bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insan türünün gelişimini görelim.

İnsan ilk olarak 2.5 milyon yıl önceleri Doğu-Afrika’da şekilde gösterilen yerde ortaya çıkar. Bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insan türünün gelişimi buzul devirlerine denk gelir.

Buzul devirlerinde ise, Kuzey yarı kürede 2,5 km kalınlığında bir buzul örtüsü İngiltere, İsveç, Polonya, Rusya gibi ülkeleri örter. Deniz seviyesi ise bu kadar buzulu oluşturacak kadar, yani 130 m. kadar düşer.  Şekle dikkatlice bakmanız önerilir.


Dünyada önce insana benzeyen ve iki ayağı üzerinde kambur şekilde yürüyen Australopitechus adlı cins 5 milyon yıl önceleri ortaya çıkmıştır. Beyni bebek beyni kadardır.

Sonra 2.5 milyon yıl önceleri beyni daha büyük olan ve tam dik yürüyen Homo habilis ortaya çıkar. Daha sonra beyni biraz daha büyük olan Homo erectus ve en son olarak da Homo sapiens adlı çok daha büyük beyinli insan ortaya çıkar.

 


Afrika kökenli atalarımızdan Homo erectus 1.9 milyon yıl önce Asya’ya, sonra da Avrupa’ya yayılır. Daha büyük beyinli Homo sapiens ise yaklaşık 500-600 yıl önceleri ortaya çıkar. Genetik haplogrub analizleri yaklaşık 70 bin yıl önce yine Afrika’da modern insanın atası olarak kabul edilen son insan alt-türünün (yani Homo sapiens sapiens’in) ortaya çıktığını göstermektedir. Diğerleri daha önceleri ortaya çıkan Homo sapiens neandertalensis, Homo sapiens denisova vd. dir.

Şimdi bu modern insanın dünyadaki gelişim aşamalarını görelim.

Afrika’dan dünyaya yayılmak üzere 70 bin yıl önce yola çıkan insan, Asya ve Avrupa’ya gidecektir. Ama Avrupa ve Asya buzul devri nedeniyle kar ve buz örtüsü altındadır, çünkü hem çok kuzeyde, hem çok yüksek konumlu olduğundan, buzul örtüsü olmayan bölgelerinde bile yaşama uygun değildir.

Buzul devri günümüzün KARA-KIŞINA denk gelir. KARA-KIŞTA Anadolu’nun 200-300 metreden yüksek tüm bölgelerinde kar vardır. Dolayısıyla oralarda yaşamak nerdeyse imkansızdır. Buzul devri insanlarının çanak-çömlek gibi su taşıyacak şeyleri yoktu. Ev-çadır gibi olanakları da olmadığından sadece su kaynakları yakınındaki mağaralarda   yaşayabiliyorlardı. Bu nedenle yaşama en uygun alan şekilde gösterilen Basra-Hürmüz-Ovasıdır.


Buzul devrinde Güney-Batı Asya şekildeki gibidir: Basra-Hürmüz Ovası yaklaşık 200 km genişliğinde ve 700 km uzunluğunda bir ovadır. İçinden Dicle ve Fırat gibi iki büyük ırmak akar! Hürmüz boğazı yakınında içinde adalar bulunan bir göl vardır.

Bu ortamda yaşayan insanlar 2 farklı kültür oluşumu geliştirmişlerdir:

Birincisi Ova düzlüğünde yaşayanlar tarafından geliştirilen kültür= Ova-kültürü

İkincisi göldeki adalar üzerinde yaşayanlarca geliştirilen kültür= Ada-Kültürü.

 

İnsan binlerce yıl yaşadığı yabani hayattan sonra, nerede, ne zaman ve nasıl uygar bir yaşama geçti

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 7

 

Önce Ova-kültürünü görelim:  200 km.lik çok verimli ovanın sadece ırmak kenarındaki 10 km.lik bir dar şeridinde yaşanabiliyordu (su). Artan nüfusa yer açmak için ovanın her tarafının yaşanılır yapılması gerekiyordu.

Bu insanları çok zor bir duruma sokar. Zor durumda kalan tüm varlıklar Dinamik Sistemler Fiziği gereği, karşılıklı bir ortak davranışa girmek zorundadırlar. Ovalılar da bu doğa yasasına uyarak, günümüzde Anadolu’da hala yaygın olan imece usulünü hayata geçirip ovanın her tarafına su kanalları döşerler. Bunun böyle olduğunun bir kanıtı, Eflatun’un Atlantis hikayesidir.

Yazı keşfedilmeden önceki zamanlarda insanlık önemli hayat deneyimlerini akşamları ocak-başı toplantılarında anlatırlardı. Bu şekilde nesilden nesile aktarılan EFSANELER oluşmuştur. Eflatun da, Atlantis hikayesini Mısır’daki bir tapınakta Mısır’ın doğusundaki bir ülkede 10-12 bin yıl önceleri gerçekleştiği anlatılan bir EFSANEden aldığını yazar.

Basra-Hürmüz-Ovası Mısır’ın doğusunda değil mi? Evet!

Eflatun hangi kriterleri belirtmiş:

Eflatun’un Atlantis hikayesinde, Atlantis ülkesi adını verdiği 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova ve onun ucunda bulunan bir göldeki adalarda gerçekleştiği bilgisinin Mısırdaki bir tapınakta kayıtlı olduğunu ve o bilgilerde şunlar bulunduğunu ise şu noktalar belirtiliyor:

       A)  Bu gölün her yıl süren sürekli taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;

       B)  Göldeki adanın üstünde yerleşim yeri bulunduğunu ve çevresinde 3 sıra duvar örülmüş olduğunu;

       C Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;

       D)  Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut deniz sularının çekilmiş olduğu Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır) ve bu ovanın her tarafına su kanalları döşendiğini;

       E)  Gölün yakınlarında “Herakles-sütünları” terimiyle ifade edilen bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.

       F)  Bölgede Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi bir sürü özel meyvenin bulunduğunu;

       G)  Ve bir gece aniden sulara gömüldüğünü;

       H) Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini yazar.

Bu kriterleri tek tek değerlendirelim:

       Sürekli taşkınlar ve gölün çamurla dolması ve dağ yamaçlarının çırıl-çıplak kalması çok tipik bir dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir dönemin anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın. Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle taşkınlar olması çok normal bir durumdur.

       Ovanın su kanallarıyla döşenmesi, yaşam ortamlarını genişletmek zorunda kalan insanların yapmak zorunda oldukları bir olaydır.

       Ada veya adaların suya gömülmesi, buzul devri sona ermesinin bir sonucudur ve önceki bölümlerde anlatılan jeolojik gelişimlerin bir sonucu olarak kesinlikle gerçekleşmiştir.

       Bunlar yaşanılmadan uydurulamaz ve verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle bir taşkın olması çok olasıdır.

       İnsanlık yaşadıkları unutulmaz olayları çeşitli hikayeler olarak nesilden nesile aktararak bilgileri gelecek nesillere miras bırakmışlardır. Böylesine binlerce yıl süren bir doğa felaketler zinciri insanlığın hafızasına kazınıp, nesilden nesile aktarılmaz mı? Eflatun’un böylesine yaşanmış bir bilgiyi aktarması uydurma olabilir mi? İnsan nasıl böyle bir şey uydurabilir? Mısırdaki tapınaktaki bilgiler de Atlantis ülkesinden kurtulanlar tarafından aktarılmış bilgiler olmalıdır.

 

Görüldüğü üzere Jeolojik ve arkeolojik veriler Eflatun’un anlatımlarıyla tamamen uyuşmakta-örtüşmektedir. Öyleyse bundan sonra bu ovaya Atlantis-Ovası ve Gölü denilecektir.

Buzul devri sonunda, 12-13 bin yıl önceleri deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle Ova denizle kaplanmaya başlayınca insanlar göçmeye zorlanır. Kuzeyde yüksek dağlar hala kar ve buz örtülü, güney su-suz bir çöl. Tek bir yol var:


Irmak vadileri boyunca kuzey-batıya kaçamak. Kuzey batıda tam o sıralarda Kar-ve buz örtüsü ergimesiyle yaşama açılan Güney-Doğu Anadolu ideal bir ortam ve Göbekli Tepe, Hallan Cemi, Nevali Çori gibi noktalara yerleşilir.

Şimdi dünyanı her yerinde 11-12 bin yıl önceki insanlar hala yaban hayat içinde birbirlerine rakip olarak yaşarken, Göbekli Tepe gibi yerlerde uygarca, karşılıklı iş birliği içinde yaşayan insanların muazzam işler başarmalarının arkasındaki gizem anlaşılır oldu mu? 

Çünkü önceki yaşamlarında, Devasa bir ovanın hertarafını yaşanabilir yapabilmek için birbirlerini rakip olarak görmekten vazgeçip, ortaklık oluşturmuşlar, bu sayede hem üretim-verim artmış, hem artık geceleri korkusuzca uyuyabilmişlerdir.

Şimdi bir ara verip, bu ovada yaşayan insanların nasıl bir dil konuşmuş olabileceklerini görelim.


Türkçenin de dahil olduğu Aglütine diller BİRLEŞİK özelliklidir. “Evlerinizdekiler” tek sözcüğü  Hint-Avrupa dil grubundaki dillerde «The things in your house» şeklinde 5 sözcüğe PARÇA-lanmıştır.

70 bin yıl önceleri Doğu Afrika’da ortaya çıkan modern insanların ataları olan Homo sapiens sapiens’in konuştuğu dil aglütine bir dildir. Günümüzde Afrika’nın bu bölgesinde Swahili denilen şekilde gösterilen özellikli aglütine bir dil

konuşulmaktadır. Atkinson (2011) dünyadaki tüm dillerin Afrika’daki bu toplumdan kökenlendiğini bilgisayar yardımlı programlarla yüzlerce günümüz dilini kıyaslayarak ıspatlamıştır.

Tüm insanlık bu en son modern insan soyundan geldiğinden, aglütine diller dünyada en yaygın dil grubudur. Amerika yerlileri dahil, Amazon ormanlarında Piraha denilen en ilkel kabilenin dili bile aglütinedir.

Hint-Avrupa dil grubu,  yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri oluşturulmuştur. Halbuki aglütine dil grubu onbinlerce yıl öncesinden beri vardır.

Şimdi Atlantis Ovalıların Göçlerini görelim:

Avrupa ve Batı-Asya’nın ilk sakinleri Atlantis-Ovalılardır, çünkü o belgelerde daha önceleri pek insan yaşayamıyordu.


Avrupa’nın ilk sakinlerinin dillerinin aglütine olduğu, Bask, Akitan, Etrüsk, Minos gibi toplulukların dillerinin aglütine olmasından anlaşılmaktadır.

Günümüzde bu bölgelerde indo-german dillerin konuşulmasının nedeni biraz sonra açıklanacaktır.

Şekilde görüldüğü gibi, Orta-Asya’da konuşulan tüm Türki dilli kavimler Basra-Hürmüz Ovasından göçerek oralara ulaşmışlardır. Dolayısıyla Türklerin Anavatanı Orta-Asya değil, Basra-Hürmüz Ovasıdır.

Şimdi Orta-Asya’da İç-Deniz Oluşması ve Türki dilli kavimlerin yerleşmeleri olayını görelim.

Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 7 bin yıl öncelerine kadar devam eder.

Bundan sonra ise söz konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergiyip yok olması nedeniyle göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonya’lılar 4-5 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini oluştururlar.

Atlantis-Ovasından göç etmek zorunda kalan türki dilli kavimlerin Orta-Asya’ya yerleşmeleri 12-13 bin yıl öncelerinde başlamış olmalıdır.

Öyleyse Orta-Asya “iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında oluşan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13-14 bin yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük, deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumadır.

Sümerlerin ve bizlerin atalarının bu eski Mezopotamya ovasında ortak bir yaşam sürdürdükleri ve bu nedenle ortak bir dil konuştuklarını kabul edecek olursak, 12-13 bin yıl önceleri buzulların ergimeye ve deniz seviyesinin tekrar yükselmeye başlaması sonucu bu ovalarda yaşayan insanların ovalardan çekilmek ve yüksek tepelere veya dağlara doğru kaçmaktan başka çareleri yoktur. Türk kavimlerinin atalarını kuzeydeki dağlara doğru göçmeye başlayan bir topluluk olarak düşünürsek, birçok sorun çözüme kavuşur.

 

Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi Anadolu kültürünü oluşturmaya başlayan insanlık Anadolu gibi bakir topraklarda 10-12 bin yıldan beri yaşamaktadırlar. Tamamen hizmet alışverişlerine dayalı, «özgürlük-eşitlik-kardeşlik» içinde «Ahilik» gibi bir kültür söz konusudur. Peki «Libertéégalitéfraternité» kavramı neden 1789 Fransız ihtilaliyle iki asır önce ortaya atıldı? Bu sorunun yanıtını biraz sonra göreceksiniz.

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 8

Şimdi Adalardaki farklı kültür gelişimini görelim.

Deniz seviyesi yükseldikçe adalarda yaşayanlar hapis konumuna düşerler. Onlar için zor bir hayat başlamaktadır çünkü deniz hem her yıl 1,5 cm kadar yükselmekte; hem de Zağros dağlarındaki kar ve buzların ergimesiyle özellikle bahar aylarında her yıl tekrarlanan büyük sel felaketleri olmaktadır.

3-4 m.lik sel suları adadaki yaşama çok zarar vermektedir. Buna karşı önlem olarak ada-çevresine duvar örmek gerekmiştir. Atlantis efsanesindeki 3 sıra duvar, deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle, 3 defa farklı duvar örülmesidir. Bu nedenle duvar örenlerin ihtiyaçlarını başka insanlar üretmek zorundadır.


Hapis konumuna düşene kadar sadece avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insanlar kendi aralarında bir iş-bölümüne gitmek, farklı mesleklerde uzmanlaşmak zorunda kalırlar.  Duvarcı, tavukçu, sebzeci, meyveci, vs. gibi mesleklerin oluşması kaçınılmaz olmuştur.

Şimdi bu tür zorluklarla uğraşan ada sakinlerinin, 15 bin yıl önceleri başlayıp, 6-7 bin yıl öncelerine kadar süren deniz düzeyi yükselmesi süresince neler yaşamış olacaklarını görelim.


Larsa’da 1922’de bulunan Weld-Blundel-Prizması (Oxford’daki bir müzede) Sümerlerin geçmişlerini anlatan tarihi bir belgedir.

Larsa’da bulunan Sümer krallar listesinde Sümerler tarihlerinin Tufan öncesi ve Tufan sonrası olarak iki kısımdan oluştuğunu belirtirler

Tufan öncesi dönemde 5 adet batan krallık merkezinden söz edereler. Belge şu cümleyle başlar: «Krallık gökten indikten sonra, krallık Eridug’daydı» Ve devam eder: …

Tercümeyi yapan «… düştü» derken (?) kullanmış, çünkü «düştü» sözcüğü «battı» anlamında kullanılmış. Bu durumu dikkate alarak devamını slayttan alttan-yukarı doğru okuyarak görelim:

 


Bu ifadeler Sümerlerin adalar üzerinde yaşadıklarının ve adalar battıkça daha kuzeydeki bir başka adaya göçtüklerinin kesin delilidir. Sümerler tufandan sonra Basra çevresine çıkarlar ve bir tablette «Denizden iki ırmak yöresine» geldiklerini vurgularlar (Ceram 1972). Arkeolojik bulgular Sümerlerin Basra yöresine yaklaşık 6 bin yıl önceleri geldiklerini gösterir.

Basra yöresine yaklaşık 6 bin yıl önceleri gelen Sümerler toplumların krallık denilen bir otoriter güç sistemince yönetimini öngörürler. Kral gücünü nerden alacaktır? Halkın ürettiklerinden. Halk ürettiğini neden krala versin?    

İki nedeni vardır:

1.si insanın yaratıcısına hizmet etmek için çamurdan  yaratıldığına inanması (Sümer yazıtları ve kutsal-kitaplar);

2.si, yaratıcının temsilcisi olan efendilerin  sel – derem felaketi gibi doğal afetlerden insanlığı koruyacağı inancı.

İnsanlığın zombileşmesinde Sümerlerin bu hayat görüşleri çok etkili olmuştur. “Krallık gökten indikten sonra” ifadesi doğadaki etkileyici gücün gökteki  bir sistemden kaynaklandığı inancına dayanır. Nitekim gök tanrısı “AN”, yer tanrısı “Kİ” olarak tanımlandığına göre “ANunnaKİ” olarak tanımlanan panteondaki önde gelen tanrıların, “offspring of Sky [An] and Earth [Ki].”  AN ve Kİ’nin “yavruları =unna” anlamına gelmesi gerektiği Sümerologlar tarafından belirtilmektedir.

Halk ürettiğinin çoğunu efendisine verir. Efendisi bu şekilde çok zengin olur ve parayla yanına muhafızlar, askerler tutarak, halkı sürekli baskı altında tutar ve kendi koyduğu yasalara ve kurallara uymaya zorlar. Tepedekilerin koyduğu kurallara uymayanlar devlet düşmanı sayılarak hapse atılırlar. Peki devlet kim? Tepedeki azınlık zümresi mi, yoksa tabandaki çoğunluk, yani halk mı? Bu şekilde 4-5 bin yıldır süren kulluk-kölelik-uşaklık dönemi başlatılır.

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 9

 

Geleneklerimiz ne zaman bozulmaya başladı?

Grafikte insanlığın kültürel gelişimi gösterilmiştir. Görüldüğü üzer 4 bin yıl öncesine kadar hızlı bir gelişim vardır. Sonra bu ivme düşmüştür. Nedeni biraz sonra açıklanacaktır.

 


Şekilde insanlığın kültürel gelişim hızının 4.500 yıl öncesine kadar yüksek olduğu ve ondan sonra düştüğü, bunun nedeninin de “hizmet alış-verişlerine dayalı ortak yaşam” sisteminden, “Efendi-uşak ilişkili tepeden yönetim”e geçilmiş olması olduğu belirtilir.

Anadolu’da 4 bin yıl öncelerine kadar HÖYÜK kültürü vardır. Tüm evler birbirinin aynıdır ve birbirleriyle iç-içe, yan-yanadır. Kral gibi özel kişilere ait hiçbir iz yoktur. Ama 4-5 bin yıl sonraları yerleşim alanlarında kral sarayları, mabet gibi özel mekanlar ortaya çıkmaya başlar, Örn. Kültepe.

Sümerlerce Tepeden yönetimli DEVLET sisteminin ortaya çıkmasıyla, insanlık tabana dayanan karşılıklı etkileşimlerle (hizmet-alış-verişleriyle) değil, tepedeki bir ilahi gücün desteklediğine inanılan kişilerce yönetilmeye alıştırılmışlardır. Kazandıklarını tepedekilere vererek, kulluk fermanlarını imzalamışlardır.


Toplum hayatı tepedeki birileri tarafından sahiplenilince, toplumlar yozlaşmaya başlamıştır

       Halk topluma sahip çıkmamış,

       Kamu malları hor kullanılmaya başlanmış,

       Tepedekilere yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,

       Halk bilgisiz bırakıldığından verimli üretim durmuş,

       İnsanlar arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine yabancılaşmışlar,

       Hak ve hukuk sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,

       “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” sistemi oluşmuş.

Yani günümüz toplumlarında görülen tüm toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet” denilen tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.

Devlet sisteminde sahiplik ve yönetme tepedeki bir efendidedir. O insanıyla, hayvanıyla, taşı-toprağıyla herşeyin sahibidir.

Bunun böyle olduğunu şu tarihsel olay net bir şekilde gösterir. Büyük İskender, MÖ. 334de Makedonya’dan sefere çıkar, MÖ 333de Anadolu’yu, MÖ. 332de Mısır’ı, MÖ.331de Irakı, MÖ 330da İran’ı, MÖ. 329da Türkmenistan-Afganistan’ı, fethedip, MÖ. 326da Hindistan’a girer. Bir kral, bu kadar kısa zamanda (8 yılda), bu kadar geniş ülkeleri nasıl fetheder? 

Çünkü toplumun sahibi tepedeki bir hanedandır. Hanedanlığı zapt eden onun ülkesinin de sahibi olmaktadır.

Yani insanlık 4 bin yıldan beri zombileşmeye uğratılmaktadır.

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 10

Zombileşme neden ve nasıl yaygınlaştı?

 

Nasıl Zombileştik?

Zombileşme Nasıl olmaktadır ?

Her varlık (her canlı) kimyasal bileşimine uygun davranış gösterir. Bedenlerin kimyasal bileşimleri ise iki farklı yoldan değiştirilebilir:

Birinci yöntem: Bedene zerk edilen kimyasal bir madde ile. Buna örnek olarak şu verilebilir: Bir eşek-arısı-türü, bir örümceğin hem ağzına belli bir zehir akıtır hem de o anda gövdesine yumurtalarını aktarır.


Zehirin etkisiyle bir sure baygınlaşan örümcek kendine geldiğinde artık zombileşmiş olur, çünkü verilen zehirle, kimyasal bileşiminde değişiklik olmuştur. Önceleri bilinen şekilde bir ağ ören örümcek, zombileştikten sonra farklı türde bir ağ örer. Bu ağ örümceğin avlarını yakalayacak şekilde değil, arının larvalarının korunmasını sağlayacak şekildedir. Canlı normal davranışından sapmıştır. Yani zombileşme, canlının kimyasal bileşimindeki değişikliklerle normal davranışından saptırılması olayıdır.

Slayt bilgisini iyi değerlendirelim: Zombileşen birey kendi çıkarını koruyacak şekilde değil, kendisini zombileştiren kişi veya hayvanın isteğine göre davranır.

Kuduz virüsü bulaşan insanların saldırganlaşarak çevredeki insanlara zarar vermesi de buna benzer bir zombileşme olayıdır.

Toplumların zombileşmesi yanlış bilgi verilmesiyle olmaktadır. Şöyle ki:

Bir insanın davranışını, o insanın zihniyeti, yani hayata bakış açısı belirler. Zihniyetin ise iki farklı bileşeni vardır: Bilinç-altı ve Bilinç:

Bunlardan en etkili olanı “BİLİNÇ-ALTI” sistemi bilgileridir.

“Bilinç-altı” bilgileri, ana-rahmine yerleştirildiğimiz andan itibaren ve de çocukluğumuzun ilk 6 yılı süresince, çevremizdekilerin davranışlarının, gelenek ve göreneklerin, kopyalanması ile edinilir. Bu bilgiler, atalarımızın asırlar boyu oluşturdukları verilerin özetlenmiş sonuçlarıdır. Otomatiğe bağlanmış davranışlarımızın bulunduğu bu bilinç-altı sistemimize kayıt edilirler.

Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve fil ondan sonra bu kopyalanmış şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.

Çevresinde 3-4 farklı dil bile konuşulsa, o dilleri aksansız konuşacak şekilde kopyalar. Çevresindeki insanların davranışlarını da aynen kopyalarlar. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir. Çevredeki insanlar da yine daha eski kuşaklardan kopyalanan bilgilere göre programlanmış-şartlanmış olduklarından, bu döngü böylece devam eder. Kişiler kopyalanmış bu davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış, onlara göre şartlanmışlardır.

Bilinç-altına alınan davranışların en büyük kısmını ise atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize aktardıkları davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis edilmiştir. Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden oluşurlar. Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya başlandıysa, o davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine aktarılırlar. Bir araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu hatırlayın. Ama öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık yapılır olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur. Her şeyi yeniden, sıfırdan başlayarak öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki buna hiçbir ömür yetmez. Bu nedenle, “information & self-organisation” olarak özetlenen “Bilgiyle” oluşum ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden edinilmiş bilgilerin kopyalanarak gelecek nesillere aktarılması temel bir prensiptir.

BİLİNÇ, o andaki arzular, beklentiler ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o andaki duruma uyan davranış şeklidir. Okul dönemi ve sonrası evrede çok daha az etkili olanı ise edinilen bilgilere dayanırlar. “BİLİNÇ” sistemi verilerinin davranışlarımıza etki oranı %05den azdır. Yani bizler %95 oranında BİLİNÇ-ALTI sistemimizin etkisi altında davranmak zorundayız.

Halk bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki Bilgiyle evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.

Yazı dizinin ilk bölümlerinde gösterildiği üzere, doğadaki yönlendirici güç içimizdeki atom-altı-öğelerdedir, yani yaratıcımız içimizdedir. Ama Sümerlerden beri, yönlendirici gücün bedenimiz dışındaki bir sisteme ait olduğu şeklinde tamamen bilim-dışı bir görüş insanlığa empoze edilmiş ve insanlığın zombileşmesi başlatılmıştır.

İnsanlarımızın çoğunun zombileşmiş olduğunun basit bir ıspatı:

Her varlığın bir yaşam amacı vardır; bir midye, denizin hırçın dalgalarının etkili olduğu bir yerde yaşayacak şekilde taşlara yapışarak hayatını sürdürür. Bu onların yaşam amaçlarıdır. İnsan da bu dünyada yaşamak üzere hücreleri tarafından oluşturulmuştur.

Peki insanların amacı ve hedefi ne olmalıdır?

Bu dünyada iyi bir toplumsal hayat oluşturup, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamak mı?

Yoksa öteki dünya diye bir yerde ebedi bir hayat hayali mi?

Bir canlı ölünce beden moleküllerine-atomlarına ayrışır. O bedenin tekrar hayata dönmesi için o atom ve moleküllerin tekrar aynı şekilde birleşmeleri gerekir. Başka bir gezegene (başka dünyaya) bu atom ve moleküllerin transferi hem olası değildir, hem o gezegen koşullarında mümkün değildir. Bunu fark edemeyen ve hala bir öteki dünya hayali ile yaşayan insanlar tam bir ZOMBİ değil midir?

Hatta bizim dünyamızda ölümden sonra atomlarına-moleküllerine ayrışan bir bedenin, tekrar aynı bedeni oluşturacak şekilde birleşmeleri olanaksızdır, çünkü geçen zaman içinde ortamdaki enerji-alanları değişmiştir, ve aynı beden tekrar oluşturulamaz.

 

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 11

Dünyada sömürü düzeni tepeden sahiplenilen DEVLET sistemleriyle başlar.

Toplum yönetiminin 4 bin yıl önceleri tepedeki asil-soylu olduğuna inanılan kişilere teslim edilmesiyle sömürü ve emperyalizm başlar.

Yaklaşık 5 bin yıl öncelerine kadar Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da etkili ve egemen olmuştur. Ama 5300 yılından sonra krallık sisteminin gelişmesiyle istilacılık ve sömürgecilik dünyada yayılmaya başlar.


Narasimhan et al. (2019) genetik ve arkeolojik verilere dayanarak, Hint-Avrupa dilli Yamnaya bozkır kültürünün 5 bin yıl önceleri Avrasya bozkırında oluştuğunu ve oradan Avrupa ve Asya’ya yayıldığını belirtirler.  

Hint-Avrupa (İndo-german) kültürü Ukrayna- Kazakistan arası  bölgede 5500 yıl önceleri oluşmaya başlar. At gibi hızlı ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi, yaşamı çok hızlandırır. Çünkü tunç gibi çok sert ve dayanıklı madde At gibi bir hayvanın evcilleştirilmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur.

 Kuzeydekiler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler eşeklerin çektiği arabalarla işlerini görebilirler.

Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya Yağmacılığı oluşur.

Devlet denilen tepeden sahiplenici ve yönlendirici hayat görüşü Yamnaya (bozkır) Toplumu ile birlikte düşünülünce, yanına birkaç bin paralı asker toplayan Efendiler karşılıklı ortaklık içinde yaşayan barışçıl toplumları kolayca istila etmeye başlarlar.

3-4 bin yıldan beri devam eden bu istilacılığa ait 4 örnek vermek istiyorum.

1.Örnek “Tollense river battle” olarak yaklaşık 20 yıl önceleri keşfedilen bir katliamdır:

Haritada Yamnaya-göçebelerinin Avrupa’ya göç güzergahında bulunan Tollense adlı bir yer gösterilmektedir. Bu noktada 1996 yılında tamamen şans eseri çok eski bir katliamı yansıtan bir kemik bulunmuştur.

Bunun üzerine o nokta civarında kazılar yapılarak bu kemiğin çok büyük bir savaşın delili olduğu ortaya çıkmıştır.

1996 yılında Almanya’nın Mecklenburg eyaletindeki   Tollense Deresi vadisinde üst-kol-kemiğine bir çakmaktaşı saplanmış haldeki bir kalıntı amatör bir arkeoloğun dikkatini çekmiştir.


Sonra 2009 -2015 yılları arasında bölgede arkeolojik kazılar yapılmış ve 3-kmlik bir dere şeridi boyunca o yörede korkunç bir savaş (Tollense river battle) yaşandığı ortaya çıkarılmıştır.

2013 yılında bölgede yapılan jeomagnetik araştırmalar savaşın gerçekleştiği alanda 120 m. uzunluğunda bir köprü bulunduğunu ve savaşın bu köprü çevresinde yoğunlaştığını göstermiştir.


Kemik ve dişlerde yapılan stronsiyum, karbon ve oksijen izotop analizleri insanların o bölgenin yerlisi mi yabancısı mı olduğunu gösterebilmektedir. Bu tip analizlerin sonucunda, savaşan taraflardan birinin yerel toplum olduğu, diğerinin ise çok uzaklardan gelmiş olduğu anlaşılmıştır. Gene izotop analizleri uzaklardan gelmesi gereken savaşçıların “darı= millet” ile beslenmiş olduklarını göstermektedir. Bu “darı = millet” bitkisinin ise 8-10 bin yıl önceleri Çin gibi Doğu-Asya’da yetiştirilmeye başlandığı, 5 bin yıl öncelerine doğru Karadeniz kuzeyine kadar yayıldığı bilinmektedir.

Savaş alanında çok sayıda at iskeleti bulunmuştur. At yaklaşık 5 bin yıl önceleri Kazakistan’da evcilleştirilmiş ve ondan sonra da Yamnaya göçebelerinin kullandıkları en önemli binek hayvanı ve savaş yardımcısı olmuştur.

Tollense savaşı tam bir katliam savaşıdır çünkü bir tarafta sadece çiftçilikle geçinen ve ellerinde ziraat aletlerinden başka bir şey bulunmayan toplum mensupları vardır. Diğer tarafta örgütlü bir savaş ordusu vardır. Üstelik bu örgütlü ordu sadece silahlı erlerden değil, atlı-süvarilerden oluşmaktadır.

İşte Yamnaya-göçebeleri Avrupa’yı böyle istila etmişler ve indo-german dilini ve kültürünü Avrupa toplumlarına böyle kabul ettirmişlerdir.

Avrupa’nın aglütine dilli eski yerli kavimleri indogerman dilli (İngiliz-alman-İspanyol-slav-roman) gibi kavimlerce istila edilir ve kültürleri baskılanır, indogermanlaştırılır. Bunun en güzel delilini “Bulgar” halkı verir. Bulgarlar eskiden Türkçe gibi aglütine bir dil konuşurken, slav kültürü etkisine girermişlerdir.

Bask toplumu yaşadıkları bölgenin çok sarp-dağlık olmasının da etkisiyle, Hint-Avrupa dili etkisine girmeyen tek toplum olarak hala direnmektedir.

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 12

 

İkinci Örnek: Hitit istilası

10-12 bin yıl önceleri Basra-Hürmüz (Atlantis) ovasından göçerek bakir Anadolu topraklarının ilk yerleşik sakinleri olan Göbekli-Tepe’liÇatalhöyük’lüÇayönü’lülerin torunları olan Truva’lılarLuviler,   Hattiler gibi aglütine (bitişimli) dil konuşan toplumlar tarım-hayvancılık-ve diğer sanatsal işlevlerle yaşarken, MÖ 1700lerde kuzeyden gelen indo-german dilli Hititler adlı savaşçı bir toplumun istilası yaşanır. Bu savaşçı toplum Hatti ülkesi merkez olacak şekilde Anadolu’nun büyük bir kısmını egemenlikleri altına alan ve MÖ 1200lere kadar süren bir devlet kurar. Sonra zaman içinde diğer yerli halklarla harmanlanarak tarihten silinirler.


 

 

 

Üçüncü örnek: Pers (Fars) istilası

Doğu bölgemizdeki istilacıları da bilmemiz gerekir. İran platosunun ilk sakinleri Azeriler, Elamlılar, Afşarlar, Kaşkaylar, Halaçlar gibi aglütine dil konuşan kavimlerdir. Günümüz iran devletinin dili Persçe (farsçaindo-german dil grubundandır ve persler de yaklaşık 4 bin yıl önceleri kuzeyden gelerek İran platosuna yerleşmiş bir istilacı kavimdir.

Anadolu’nun doğusunda bulunan Atlantis-Ovalıların toprakları yine kuzeyden gelen İndo-german dilli bir kavim tarafından (Persler) istilaya uğrar. Perslerin kurduğu ilk devlet Med-krallığıdır ve Anadolu’nun Doğu kesimini de istila eder.


Farsça ya yakın dil konuşan Kürtler ya o zaman oralara yerleşirler veyahut fars kültürü etkisi altına giren yerli halktırlar. Aynen batı Anadolu ve Ege bölgesi yerli halkının Yunan kültürü etkisi altına alınmış olmaları gibi Kürt halkının da pers kültürü etkisine girmiş olması çok büyük bir olasılıktır. (Yunan istilası ve yerli halkları baskılamaları bir sonraki bölümde sunulacaktır.)

Gürcüler, Lazlar, Çerkezler, Çeçenler, Dağistanlılar ise aglütine dillidirler dolayısıyla yerli kavimlerdir.

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 13

 

Dördüncü örnek: Yunan istilası

Neden ve nasıl zombileştiğimizi bilmezsek, sömürülmekten kurtulamayız.  

Bizler geçmişimizi bilmezsek, “Su başlarını tutan canavarlardan” kurtulamayız.

Herodot’un meşhur tarih kitabında şunları yazdığını biliyor muydunuz?

“Batı Anadolu’da Yunan kolonileri kuranların içinde hiç kadın yoktu, erkekler Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Greklerin Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un  Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Grekler Karya’ya hâkimdiler ama halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı” (Zangger 2019)

Aşağıda biz Anadolular ve komşularımız için dikkat edilmesi ve bilinmesi gereken önemli noktalar vurgulanacaktır.                              


Yamnaya Göçebeleri Sümerlerin ortaya koydukları güçlü krallık sistemleri ve de hızlı at-arabaları sayesinde muazzam bir istila gücüne kavuşurlar. Halbuki ilk Atlantis-Ovalı göçleriyle dünyaya yayılmış topluluklar hala karşılıklı hizmet-alışverişleriyle, tepede bir güç merkezi olmayan bir hayat sürdürmektedirler.

Hint-Avrupa dilli kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri 5 bin yıl önceleri başlar.

Tepedeki krallar paralı askerleriyle kolayca tüm Avrupa ve Asya’daki krallıksız toplumları istila etmeleri pek kolay olur ve İndo-german dilli toplumlar dünyaya egemen olmaya başlarlar.

Hint-Avrupa (İndo-german) kültürü Ukrayna- Kazakistan arası bölgede 5500 yıl önceleri oluşmaya başlar. At gibi hızlı ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi, yaşamı çok hızlandırır. Çünkü tunç gibi çok sert ve dayanıklı madde At gibi bir hayvanın evcilleştirilmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur.


Kuzeydekiler özel yetiştirilmiş paralı askerler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler eşeklerin çektiği arabalarla işlerini görebilirler. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya göçebeleri yağmacılığı oluşturulur.

Birkaç asır önce, Devlet denilen tepeden sahiplenici ve yönlendirici hayat görüşü Yamnaya Toplumu ile birlikte düşünülünce, yanına birkaç bin paralı asker toplayan kabileler (devlet sahipleri) karşılıklı ortaklık içinde yaşayan barışçıl toplumları kolayca istila etmeye başlarlar.

Biz Anadolular için batımız ve doğumuzun hangi indo-german dilli kavimlerin istilasına uğradığını bilmemiz gerekir.

Batıda Yunanlılar 3600 yıl önceleri kuzeyden Ege bölgesine inerler ve Atlantis kökenli yerli halkın (Pelasg’ların) tepesine çökerler. Önce Girit adasında gelişmiş olan Minos uygarlığını yerle-bir ederler. 

Sonra Bodrum, Efes, İzmir, Bergama, Truva gibi önemli ticaret merkezlerini ele geçirirler.


Herodotos’a göre (1.146) Batı Anadolu’da Grek kolonileri kurulurken işin içinde Yunanistan’dan hiçbir kadın yoktu, erkekler de Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Karya’nın şehirlerinde doğmuş ünlü Greklerin yarı Karyalı olduğu ve Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un (1.171) Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Her ne kadar bu dönemde Grekler Karya’nın kıyı kentlerine hâkim idiyse de, halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı. (Zangger 2019)

Sonra Karadeniz’e geçip, Sinop, Giresun, Trabzon gibi kentlerde ticaret merkezleri kurarlar. Vs 

MÖ 334de Büyük İskender fetih ve istilalara başlar, bir yıl sonra Anadolu, 2 yıl sonra Suriye ve Mısır, 3 yıl sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl sonra Türkmenistan ve Afganistan ele geçirilir ve 8 yıl sonunda Hindistan’dadır.

Bir kralın 8 yılda Balkanlardan Hindistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır? Bunun olması devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması, halkın devleti hiç sahiplenmemesi gerçeğinden kaynaklanır.

Bulgarlar türk kökenlidir ve Anadolu’daki Türkmenler (aleviler vsile birlikte eskiden beri balkanlarda yaşamaktadır. Sonradan slav kültürü etkisine girmişlerdir. Benzer şekilde balkanlardaki, batı Avrupa’daki birçok ulus sonradan slavlaştırılmışgermanlaştırılmışabglo-saksonlaştırılmış, vs. Batı Avrupa’da kendi öz benliğini koruyan tek Bask toplumu kalmıştır.

 

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 14

 

Kim uygar, Kim Barbar?

Tüm insanların ataları birer zenciydi. 50-100 bin yıl önceleri dünyaya yayıldılar ve değişen çevre faktörleri nedeniyle farklı renk ve görünüşlere dönüştüler. Kendilerini uygar gören devletler atalarının ülkelerini sömürge yaparken, zencileri köle olarak alıp-satarken bu gerçeği hiç düşündüler mi?

 


Yamnaya kültürünün temsilcileri olan Hint-Avrupa dilli kavimlerin kendilerini “uygar” olarak, diğer toplukları ise “barbar” olarak tanımlayarak o bölgelerin ilk sakinlerini aşağılamaları, dünya insanlığı için ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunun tarihsel bir belgesidir.

Yukarıdaki haritada günümüzün en gelişmiş devletleri olan Avrupalıların köklerinin Avrasya bozkırlarının 5 bin yıl önceki göçebe kabileleri oldukları görülmektedir. Onlardan önce Avrupa’da yaşayanlar ise, uygarlığı ilk başlatan aglütine-bitişimli dilli Atlantis-Ovası göçmenleridir. Yamnaya-kültürünün oluştuğu bölgede 3 - 4 bin yıl önceleri büyük bir iklim değişikliği olmuş olmalı ki, buradan 4 bin yıl önceleri Hititler Anadolu’ya, 3 bin yıldan önceleri persler günümüz İran bölgesine, 3600lerde yunanlar Ege bölgesine inmişler ve yerel toplumları Tollense- katliamına benzer şekilde kırmışlardır. Girit adasındaki Minos uygarlığının yok edilişi bu katliamın bir göstergesidir.

Avrupalıların kendilerini uygar, onlardan önce orada yaşayanları barbar olarak görmelerinin en belirgin delillerinden birini istila ettikleri halkın kültürünü yok varsayıp, kendi kültürlerini, kendi dillerini onlara empoze edip, eski kültürlerin yok olmasını yol açmalarıdır. Girit’te (Minos uygarlığında) “Linear A” denilen bir alfabe kullanıldığı bilinmektedir. “Linear A” Kıbrıs ve Limni gibi diğer ege adalarında da kullanılmaktadır. Ancak bu alfabe, değişik bir dil-grubuna uygundur. Bu dilin aglütine bir dil olması gerektiği aşikardır.

Girit’te (Minos uygarlığında) “Linear A” denilen bir alfabe kullanıldığı bilinmektedir. “Linear A” Kıbrıs ve Limni gibi diğer ege adalarında da kullanılmaktadır. Bu dillerin aglütine bir dil olduğu ve Macarca Fince gibi Türki dillerle akraba olduğu linguistik araştırmalarla gösterilmiştir. (Revesz, P.Z. 2016: A computer-aided translation of the Phaistos Disk. İnternational Journal of Computers. Vol 10, p.94-100.)

Arkeolojik kazılarda hem “Linear A” tipi belgeler, hem de Yunanlıların değiştirdikleri “Linear B” alfabesiyle yazılan belgeler bulunmaktadır. Günümüz bilim alemi indo-german dilli Avrupalıların egemenliği altında olduğundan, “Linear A” alfabesinin çözülemediği, “Linear B”   alfabesi belgeleriyle işlemler- yorumlar yapılmaya devam edilmektedir. Bu eski kültürlerin dillerinin aglütine olduğu gerçeği günümüz dünyasında bu şekilde hasır-altı edilmiş olmaktadır.

Yunan denilen kavim, MÖ 2000li yıllardan sonra kuzeyden saldırarak ege bölgesine gelmişlerdir, bu durum genetik haplogrup analizleri sonucu kesinleşmiştir. Halbuki Anadolu ve tüm Akdeniz ülkeleri halkı, 10 bin yıl önceleri, Atlantis-ovasından göçerek o topraklara yerleşmişlerdir. O toprakların ilk sakinleridiler, çünkü daha önceki zamanlarda bu ülkeler buzul devri nedeniyle çok tenha idiler ve sadece neanderthal insanları mağaralarda yaşıyordu. Ama Atlantis-ovalılar tarım-ve hayvancılığı keşfeden ilk uygar insanlar olarak Anadolu ve Avrupa’ya uygar yaşamı getirmişlerdir.

Durum böyle iken Heredot tarihi başta olmak üzere, tüm tarih kitaplarında Yunanlılar uygarlığı getiren toplum olarak, onlardan önce oralarda yaşayanlar “barbar” olarak tanıtıla gelmiştir. Gerek Heredot gerek Strabon gibi yazarlar, hep “başka dil konuşan, barbar toplumlardan” söz etmişlerdir. Neden barbar oldukları konusunda ise hiçbir şey söylenmemiştir.

M.Ö. on üçüncü yüzyılın sonlarına doğru, uluslararası sistem yıkılmaya başlar. Orta Doğu’daki büyük imparatorluklar ile küçük devletler arasındaki temaslar özellikle ticareti çok geliştirir. Ancak sistem, elit kesimi çok zengin ve fakirleri daha da fakir yapan bir sistemdir. Bu nedenle giderek artan sayıda insan borçlarından kaçmak için şehirleri terk etmeye başlar ve habiru gibi haydut gruplar oluştururlar.

Kuraklık gibi faktörlerin de hayatı zorlaştırması bu sosyal gerginliğe eklenince haydutluk ve soygunlar çığ gibi artar ve MÖ 1200lerde Anadolu’daki Hititler, Ege-Bölgesindeki Mikenler gibi birçok uygarlığın yıkılmasına neden olur. Yıkımlar Mısır’a kadar çok etkili olur ve doğudaki Asurlar, Babiller ve Elamlar en az zararla kurtulurlar.

Bu sosyal felaket “Deniz halkları istilası” ve “Tunç-devri-çöküşü” olarak tarihe geçer. MÖ 1210larda başlayan bu olaylar, MÖ 1140lara kadar sürer.

Özet olarak şunu belirtmek gerek:

Basra-Hürmüz Ovası (Atlantis) halkının, ovayı terk etme zamanına göre ayrılan iki farklı hayat görüşüne sahip olduğu görülür.

Bunlardan ilki, Atlantis-Ovasını ilk terk edenlerdir, Göbekli-tepe, Çatalhöyük gibi, Jericho gibi berketli hilal kültürünü oluşturanlardır. Hayatın evrensel bir kökenden kaynaklandığı ve tüm varlıklar arası etkileşimlere dayandığı, dolayısıyla mülkiyet gibi tepeden bir sahiplenmenin söz konusu olmadığı bir yaşam sistemi söz konusudur. Toplum hayatını bir ortaklık olarak kabul ederler ve toplum kuralları meslekler arası etkileşimlere göre oluşturulur (daha sonraki asırlardaki ahilik gibi).

Diğer görüş Atlantis-ovasını en son terk eden Sümerlerce 5-6 bin yıl önceleri oluşturulur, ve toplum değil devlet sistemli bir yaşam savunulur. Yani doğa ve dünyanın tepede bir yaratıcısı olduğu ve bu yaratıcının doğa ve dünyanın sahibi olduğu temel inancına dayalıdır. Bu yaratıcı, her topluma (kente) kutsal soylu bir temsilci gönderir ve halk bu kutsal soylunun buyruklarına uyarak yaşadığı bir sistemdir. Böyle bir kutsal soylu kral öldüğünde, ona büyük bir mezar yapılır ve o mezara kralın tüm yakınları onunla birlikte canlı-canlı gömülür, çünkü öteki dünya gibi bir yerde onların tekrar hayata döneceklerine inanılmaktadır. Bu inanç kuzeydeki toplumlarda da kabul edilmiştir ve kurgan denilen özel mezarlar yapılarak kutsal soylu varsayılanlar tüm varlıklarıyla gömülmüşlerdir.

Bu şekilde tepedekilerce sahiplenilen devlet ve o devletin sahibine ait mülkiyet sistemi, yani o devlet tebasının yaşadığı ortam olan vatan kavramı ortaya çıkar. Ve zamandan beri devlet sahipleri mülkiyetlerini artırıcı fetih politikaları peşinden koşmuşlardır.

Sümerler zamanında oluşturulan kent devletleri arasında, büyüme ve diğer devleti ele-geçirme yarışları başlar. Bu hayatı yanlış yorumlamanın bir sonucudur. Hayat karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla daha rahat bir üst sistem oluşturma prensibine göre işlemektedir. Yani tabandaki öğeler (insanlar) karşılıklı uzlaşarak toplum gibi bir üst-sistem oluşturur. Halbuki Sümer inancı, insanın (dolayısıyla hayatın) tepedeki birileri tarafından kendilerine hizmet etmek üzere yaratıldığına dayandığından, halk dahil her şeyi sahiplenici davranılmaktadır. Böyle olunca da, tepedekiler arasında hep daha zengin olabilme yarışları başlar.

Sümerlerin devlet anlayışı çevre toplumlar arasına da yayılır ve 5000 yıl önceleri İran’da Elam denilen bir Devlet kurulur. (Elamlıların dillerinin de tam-aglütine olması, onların Atlantis Ovasında İran platosuna göç eden ilk kavimlerden olduğunu gösterir. Orta-Asya’ya göç eden Türklerin de bu güzergah boyunca göçtükleri, Kaşkay, Afşar, Halaç gibi türki dilli kavimlerin hala İran’da yaşamasından anlaşılmaktadır. Günümüzde farsça konuşan halkın İran’a geliş tarihi yaklaşık 4 bin yıl öncelerindedir.) 

Anadolu’da da 5000 yıl öncelerinden itibaren Truva, HattiLuwi gibi birçok topluluk yaşadığı bilinmektedir. Bu topluluk dillerinin de tam-aglütine olması, Anadolu toplumlarının Atlantis-Ovalı kökenli olduğunu gösterir. 

Bizlere, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir güç sistemi ortaya çıkmış olur. Bu hayat görüşünde, tepedeki efendiler (kral, vs) ilahi gücün dünyadaki temsilcisi olarak görülürler. Devlet sahibi olan bu kişilere kutsal mesajlar gönderildiğine inanılır. Bu kutsal mesajları yaymak uğruna savaşanlar ölürlerse şehit olarak ahiret hayatında ödüllendirileceklerine inandırılmışlardır. Bu onları birer ölüm makinesine dönüştürür ve dünyada gerçekleştirilen sayısız katliam oluşmasına yol açar.

Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Tepedeki bu güç parayla kiralık askerler tutarak mülkünü koruyacak ve genişletecek bir ordu oluşturur.

Doğada karıncası- kurdu- kuşu ile tüm varlıkların karşılıklı bir etkileşim içinde olduğu ve doğanın tüm bu varlıklara ait olduğu şeklinde bir hayat görüşüne sahip toplumlarda doğanın kişisel bir mülk olarak görülmesi ve sahiplenilmesi gibi bir durum yoktur. Toplumlarda her şey karşılıklı hizmet alışverişlerine dayalı olarak işlemektedir. Her meslek sahibi o konuda bilgi edinerek ve bu bilgileri geliştirerek toplumsal sistemi ayakta tutmaktadır. Mülkiyet kavramının olmadığı böyle sistemlerde yukarıda tanımlanan türde bir ordu olmadığından, bu toplumlar, “devlet” şeklinde sahiplenilip-örgütlenilen kavimler karşısında, savaş gücü bakımından son derece zayıf kalmaktadırlar. Savaşlardaki bu zayıf kalmanın diğer bir nedeni de, kuzeydeki savaşçıların at gibi çok hızlı manevra yeteneğine sahip bir hayvandan yararlanmaları, diğer toplumların ise ancak eşek gibi bir hayvana sahip olmalarıdır.

Burada çok önemli bir başka noktayı da vurgulayarak, kimin uygar kimin barbar olduğunu göstermek gerekiyor. Asil-soyluluk etiketli bu devlet yöneticileri, istila edecekleri ülkeye sadece erkeklerden oluşan bir ordu ile girerler; yerli halkın erkeklerini öldürürler ve kadınlarını kullanarak o bölgelerde egemen güç oluştururlar. Bunun böyle olduğunu bizzat yunanlı tarihçi Heredot yazmaktadır: 

“Ana babalarını öldürdükleri Karialı kadınları almışlardır.  Bu cinayetten ötürü kadınlar, kendi aralarında yeminle berkittikleri bir yasa koymuşlar ve bu yasayı anadan kıza sürdürmüşlerdir.  Bu yasa, erkeklerle birlikte yemeğe oturmamak, kocalarının adını anmamaktır; böyle yapmakla babalarının, ilk kocalarının ve oğullarının ölümünü ödetmek istemişlerdir, bu cinayeti işledikten sonra kendileriyle beraber yaşamaya kalkışanlara. Bu olayların geçmiş olduğu yer Miletos'tur.” (Heredot Tarihi s.81)

Yani Hint-Avrupa dilli ve kültürlü Yamnaya göçebeleri, asil-soylu devlet yöneticileri sıfatıyla, sahip oldukları toprakları genişletmek için, yaklaşık 4 bin yıl öncelerinden başlayarak, Tüm Avrupa ve Anadolu- İran gibi Yakın-doğu-Asya ülkelerini istila etmişler ve yerel halkları vergiye bağlamışlardır. Kendilerini uygar, istila ettikleri ülke halklarını barbar olarak tanımlamışlardır. Bu bilgileri de bizlere tarih bilgileri olarak kabul ettirmişlerdir. Yunan kültürü bu şekilde 3 500 yılından 2 bin yıl öncesine kadar egemen olmuş, onların yerini ise 2 bin yıl öncesinden itibaren Roma-Bizans-yönetimleri almıştır.

Anadolunun Milet, Bodrum, Efes, Bergama, vs gibi kentlerinde yetişmiş filozof ve diğer bilim insanlarının hepsinin anaları, bitişimli dil konuşan Atlantis-Ovalı kökenlidirler. Bir insanın genetik malzemesinin % 90dan fazlası ana tarafından sağlandığına göre, Anadolu veya Ege bölgesi veya adalarında yetişen bu melez insanlar yamnaya-kökenli mi, yoksa Atlantis-ovalı (bitişimli dil kültürlü) insanlar olarak mı kabul edilmeli? Kim barbar, kim uygar?

MÖ 2500lerde Karadenizin kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan göçebeler genellikle hayvancılıkla geçinirlerdi ve At gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi sonucu muazzam bir savaşçı kabileye dönüştüler. Sümerlerin teoeden sahiplenilen ve yönetilen devlet sistemini de kabul eden bu savaşçı kabileler, sahiplendikleri mülkleri genişletmeye  başlarlar. Genetik haplogrub analizleri sonucuna göre, MÖ 2.700 lerden başlayarak Avrupa ve Asya’yı istila etmeye başlarlar. Hint-Avrupa veya İndo-german dil grubuna ait bu savaşçı kabileler Avrupa ve Asya’ya binlerce yıl önce yerleşmiş Atlantis-kültürlü toplumların ülkelerini istila ederek, dünyada hala günümüzde de sürdürdükleri sömürgecilik politikalarını devam ettirirler. Yunan denilen indogerman dilli kavmin ege bölgesine yerleşmeleri de bu istilacılığın bir kolunu oluşturur. İşin en ironik yanı ise, kendilerini uygar toplum, istila ettikleri ülke halklarını ise barbar toplumlar olarak görmeleri ve bu bencil tutumlarını tarih kitaplarına geçirtecek derecede kapitalist bir görüşle dünyaya yayabilmeleri olmuştur. Acaba gerçekte kimler daha uygardı? Tarım, hayvancılık ve diğer sanayi kollarında çalışarak, birbirleriyle karşılıklı hizmet alış-verişi sistemi içinde yaşayan Atlantis-ovası kökenli toplumlar mı, yoksa, tepedeki bir kralın egemenliği ve emri altında, kralın mülkiyet alanını genişleteme savaşları vererek, yerel kavimleri kendilerine vergi-haraç vermeye zorlayan savaşçı kavimler mi?

 

 

Bilgiyle Oluşumlar -Bölüm 15

 

Basra-Hürmüz Ovasında Uygar yaşama geçildiğinin bilinmemesi nelere yol açtı?

Şimdi sizlere tarihsel geçmişimiz hakkında yanlış bilgilere sahip olmanın oluşturduğu üzücü durumumuzu göstermek istiyorum.

Bizlere Malazgirt savaşıyla Anadolu’ya geldiğimiz öğretilir.

Malazgirt savaşından önce Anadolu’da kimler yaşıyordu? Bizanslar.

Bizanslılar kimdi? Roma imparatorluğunun doğudaki uzantısıydılar.

Bizanslılardan önce Anadolu’da kimler egemendi? Yunanlılar.

Yunanlılardan önce Anadolu’da kimler egemendi? İşte bizim tarih bilgimiz burada sona erer, çünkü biz arkeolojik kazıları kendimiz yapmayız-yapamayız ve batılı devletlerin görüşlerine göre yaşarız.


 Şimdi batı aleminin önemli kişiliklerinden Friedrich Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabının 30-35 sayfaları arasında dünyada uygarlığı kimin başlattığı hakkında neler yazılmış.

“Davar evcilleştirilip yetiştirilmesi ve hayli geniş sürülerin oluşturul­ması, Ariyenlerin ve Semitlerin, öbür barbarlar yığınından ayrılması sonucunu vermişe benzer. Hayvan adları, Avrupa ve Asya Ariyenleri arasında aynı kalmıştır; ama bitki adları, hemen hiç de böyle değil­dir.

Sürü oluşturulması uygun ortamlarda çobanlık hayatına yol açtı; Semitik toplumlar Dicle ve Fırat'ın; Ariyenler ise, Hindistan, Amuderya (Oxus), Sirderya Qax-arte)\ Don ve Dinyeper'in çayırlarında çobanlık yaşamına başladılar. Hayvanların evcilleştirilmesi bu otlak alanlar yöresinde başlatılmış olmalıdır. Çobanlık hayatı, sonraki nesillere insanlığın (uygarlığın) beşiği olmaktan çok uzak olarak görünebilir, çünkü ilkel insanlar, hatta barbarlığın aşağı aşama­sındaki insanlar için bu durum hemen hemen yaşanılmaz olmalıdır. Tersine, orta aşama barbarları, çobanlık yaşamına alışsalardı, ırmak boylarının çayırlık ovalarını kendi istekleriyle bırakarak, atalarının yurdu ormanlık bölgelere dönmeyi akıllarına bile getiremezlerdi. Hatta çoban hayatı yaşayan Semitler ve Ariyenler Kuzeye ve Batıya doğru göçmeye zorlandıklarında, tahıl ekimiyle hayvanlarını besle­me olanakları sağlanmadan ve de kışı geçirecek durum oluşturulmadan Batı Asya ve Avrupa'nın ormanlık bölgele­rine yerleşmezlerdi. Bu bölgelerde tahıl ekiminin, önce hayvan sürülerinin ot gereksinmesini karşılamak, daha sonra ise insanların kendileri için yetiştirilmiş olması olasıdır.

Ariyen ve Semit ırkların üstün gelişmesini, belki de, bu ırkların beslenmesinde et ve sütün bolluğuna ve özellikle bu bolluğun çocukların gelişmesi üzerindeki olumlu etkilerine bağlamak gerekir. Gerçekten, hemen hemen tamamen bitkisel bir beslenmey­le yaşayan Yeni-Meksika'nın Peııblos'lu yerlileri, daha çok et ve ba­lık yiyerek yaşayan barbarlığın aşağı aşamasındaki yerlilerden daha küçük bir beyne sahiptirler. Ama herhalde, bu aşama boyunca, yamyamlık yavaş yavaş ortadan kalkar ve ancak dinsel bir eylem, ya da hemen hemen aynı anlamda büyücülük şeklinde sürüp gider.

3. Yukarı aşama. - Demir madenin eritilmesi ve dökümüyle başlar ve abecenin keşfi  ve bunun yazıda kullanılmasıyla, bar­barlıktan uygarlığa geçilir. Önce de belirttiğimiz gibi, yalnız Doğu yarıküresinde bağımsız bir gelişme gösteren bu aşama, üretimdeki ilerleme bakımından, bütün önceki aşamaların topundan daha zengindir. Kahramanlık çağının Yunanlıları, Roma'nın kurulmasın­dan az önceki İtalyan aşiretleri, Tacite'nin Cermenleri, Vikingler çağının Normanları bu aşamada bulunuyorlardı.

Her şeyden önce, büyük ölçüde tarla ekimini, tarımı olana­klı kılan hayvanlar tarafından çekilen demirden sabanı, ilk olarak, bu dönemde görürüz. Bunun sonucu, yaşam araçlarında, çağın koşulları bakımından sınırsız bir artış görülür. Demirden balta ve demirden bel olmaksızın, geniş ölçüde gerçekleşmesi olanaksız bir dönüşüm, ormanların açılarak tarla ve çayır haline dönüştü­rülmesi de, gene sabanın türetimine bağlıdır. Ama bütün bunların sonucu, nüfusun hızla artışı ve küçük bir alan üzerinde yoğunlaş­ması oldu. Tarımın olanaklı olmasından önce, örneğin yarım milyon insanın bir tek merkezî yönetim altında toplanabilmesi için, zorunlu olarak, tamamen istisnaî koşulların bir arada bulunması gerekirdi; büyük bir olasılıkla, bu durum hiç gerçekleşmemiştir.

Barbarlığın yukarı aşamasının doruğu, kendini bize Homeros'un şiirinde, özellikle İlyada'da gösteriyor. Gelişmiş demir aletler, körük, kol-değirmeni, çömlekçi tornası, zeytinyağı ve şarap yapımı; madenlerin ustalıklı bir biçimde işlenmesi, yük ve savaş arabaları, kalas ve tahtalarla gemi yapımı, sanat olarak mimarlığın başlangıcı, kuleli ve mazgallı duvarlarla çevrilmiş kentler, Homeros'un destanı ve bütün mitoloji - işte Yunanlıların barbarlıktan uygarlığa geçirdikleri belli-başlı miras budur. Bununla, Homeros’un Yunanlıların, daha yüksek bir dereceye geçmeye hazırlandıkları bu kültür aşamasının başlarında bulunan Cermenler üzerine Sezar ve hatta Tacite'in anlattıklannı karşılaştırırsak, barbarlığın yukarı aşamasının, üretimde ne zengin bir gelişmeyi kapsadığını görürüz.

Burada, Morgan'a dayanarak kaba taslak çizdiğim, insanlığın yabanıllık ve barbarlık durumundan uygarlık başlangıçlarına kadar gidişini gösteren tablo, yeni çizgiler bakımından oldukça zengindir ve özellikle, doğrudan üretimden yararlanılarak hazırlandığı için, hiç söz götürmez. Ama gene de, uzak ülkelerde yapacağımız gezi sonucu gözler önüne serilecek freskle karşılaştırılırsa, bu tablonun donuk ve yoksul kaldığı görülecektir. Barbarlıktan uygarlığa geçişi ve barbarlıkla uygarlık arasındaki çarpıcı karşıtlığı iyice aydınlatmak, ancak bu gezinin sonunda mümkün olacaktır. Şimdilik Morgan'ın düzenlediği sınıflamayı aşağıdaki gibi genelleştirebiliriz: Yabanıllık: Doğa ürünlerinden, onları hiç değiştirmeden yararlanmanın ağır bastığı dönem. İnsan eliyle yapılan üretim, her şeyden önce bu ya­rarlanmayı kolaylaştıran aletlerin üretimidir. Barbarlık: Hayvan yetiş­tirme, tarım ve insanın faaliyeti sayesinde doğal ürünlerin üretimini artırmayı sağlayan yöntemlerin öğrenilmesi dönemi. Uygarlık : İnsanın doğal ürünleri hammadde olarak kullanmayı öğrendiği dö­nem; asıl anlamda sanayi ve ustalık dönemi.”

Sunulan belgede uygarlığı başlatanların çobanlıkla geçinen ariyen ve semitik kavimler olduğu yazılıdır. Bu tipik bir ırkçı yaklaşımdır. Anadolu ve diğer bölgelerde yaşayan aglütine dilli toplumlar yok sayılmış ve barbar olarak görülmüştür.

Görüldüğü üzere asırlardır okullarda bizler çok yanlış bir insanlık tarihi çizilmiş. Yunanlılardan önce Anadolu’da başka bir dil konuşan kavimler yaşadığı Homeros ve Strabon tarafından itiraf ediliyor. O başka dil şimdiye dek hiç araştırılmamış. Neden? Çünkü indogerman dil grubuyla taban-tabana zıt: Biri bitişimli-aglütine, diğeri parçalanmalı:  Kurtardıklarımızdansın = you're one of those we saved

Günümüzde bilimsel araştırmalar Batı-Alemi öncülüğünde ve onların bakış açılarına göre yürütülmektedir. Batı alemi deyince de akla Avrupa-kültürlü toplumlar gelir. Avrupa-kültürlü toplumlar yaklaşık 5 bin yıl önceleri dünya sahnesine çıkarlar ve ondan sonra da hızla yayılarak tüm dünyaya hakim olurlar. Burada "hakim olma" tam manasıyla bir sömürme sistemi anlamındadır. Avrupalı deyince “Hint-Avrupa-dil” grubu olarak tanımlanan dil ve kültür sahibi toplumlar akla gelir. Bunlar 5-6 bin yıl önceleri Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan kavimlerce oluşturulmuştur. Atların tam bu bölgede 5.500 yıl önceleri evcilleştirilmeleriyle o bölge halkları muazzam bir savaş tekniği üstünlüğü elde edince, bu üstünlüklerini dünyayı istila etmeye başlayarak sömürgecilik sistemini başlatmışlardır. Sömürü düzeni bozulmasın diye, Atlantis denilen ve çok daha eskiye dayanan bir uygarlık gelişiminin duyulup-yaygınlaşmasını istemezler. Çünkü, Avrupalılar kendilerini “uygar”, diğer tüm toplumları “barbar” olarak tanımlayıp- dünyaya öyle tanıtmışlardır. 

Arkeolojik bulgular yaklaşık 6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya çıktığını ve ilk toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya konduğunu gösterince, dünya kamuoyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin kullandıkları dil, ne günümüz dünyasının gelişmiş ülkeleri olan batılı devletlerin sahip oldukları Hint-Avrupalı-(İndo-german) kökenli bir dil, ne de kutsal kitapların yazıldığı semitik bir dildir. Aglütine (bitişimli) dil grubu denilen çok farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde yaşayan temsilcileri ise, Türkçe, macarcafince, ve diğer orta Asya ülkelerinde konuşulun kırgıztürkmen vs. toplumların dilleridir.

Görüldüğü üzere herşey bir çıkar savaşıdır. Atlantis denilen ve 12 bin yıl önceleri Anadolu üzerinden başlayarak tüm dünyaya yayılan ilk uygar davranış kültürünün ortaya çıkması hiçbir batılı sömürücü ülke tarafından desteklenmez.

Halbuki Atlantis kültürü 12 bin yıl öncelerine kadar uzanan bir geçmişe dayanır ve dünyadaki ilk uygar toplumsal davranış sisteminin çekirdeğini oluşturur. Avrupalılar ise 5 bin yıldan beri dünyada söz sahibidirler ve sömürücülüğe dayalıdırlar. Bu nedenle Avrupalılar Atlantis gibi ilk uygarlığın beşiği olan bir sistem görüşünün duyulup-yaygınlaştırılmasını istemezler, çünkü o zaman kendilerinin aryan ırkı, ilk uygar toplum olma iddiaları havada kalır.

Görüleceği üzere tüm bu fetihler, sadece devletin başında bulunan hanedanlığın ele geçirilmesiyle olmaktadır. Çünkü halk toplumun sahibi değil, tepedekinin kuludur. Kim tepeye geçerse onun malıdır. Bu da kutsallık kavramı etkisidir.

Görüldüğü üzere «Efendilerce yönetilen» sistemde, yerel halkın hiçbir etki-ve katkısı yoktur. Onlar paralı asker olarak tepedeki efendiler için savaşan zavallılardır.

Sonra Roma imparatorluğu Anadolu’yu istila eder ve Osmanlı devletinin İstanbul’u ele geçirmesine kadar etkili olurlar.

 

 

Bilgiyle Oluşumlar -Son Bölüm 16

 

Anadolunun Türkçe konuşan yerli halkının Selçuklular-Osmanlılar- tarafından istilası.

Türklerin Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra geldikleri söylenir. Halbuki Türkler 10-12 yıl önceleri Anadolu’ya yerleşen ilk kavimdir. Bunun delili şunlardır:

1-) Malazgirt savaşının taraflarından Bizans ordusunun 70 000, Selçuklu ordusunun 40 000 kadar olduğu bilinir. Savaşı Selçuklular kazanır, çünkü Bizans Ordusundan bazı birlikler Selçuklu tarafına geçer. Taraf değiştiren birliklerin Türk kökenli oldukları belirtilir. Peki, Türkler Anadolu’ya Malazgirt savaşından sonra geldilerse, Bizans ordusunda Türkçe konuşan kavimler ne zamandan beri Anadolu’da yaşıyordu?

2-) MÖ. 2291 ile 2255 arasında Akad imparatoru olan Naram-Sin, Anadolu’daki beyliklere karşı savaş başlatır ve galip gelmesi üzerine “Shamsahara tableti” olarak bilinen bir tablet hazırlatır. Bu tabletin bir nüshası da Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’de bulunmuştur.

Bu tabletin 15. Satırında bulunan “Türki Kralı İlşu-Nail” yazılıdır. Yani 4-5 bin yıl önceleri Anadolu’da Türklerin yaşadığı bu tablet ile gösterilmiş olmaktadır.

3-) Türkler Anadolu’ya 1071den sonra geldilerse, haritada gösterilen ve tüm Anadolu’ya yayılmış bulunan türk beylikleri birkaç yılda nasıl kurulmuş olabilirler?


1071de girilen bir ülkede Anadolu’daki şu türk-beylikleri 3-5 yılda nasıl kurulur?

Saltuklular (1072-1202)

Mengücekler (1080-1228)

3 Danişmentler (1092-1178)

5 Çaka Beyliği (1081-1093)

Vd.

Olay şöyledir: Anadolu yerel halkı Türkçe konuşmaktadır, gelen Selçuklularla aynı dili konuştuklarından, gelenleri baş-tacı ederler ve onların beylikleri altında toplanırlar. Ancak bu soydaşlarının kendi Türk geleneklerinden tamamen farklı bir düşünce ve gelenek etkisi altına girmiş olduklarını geç fark edeceklerdir.

Anadolulular o topraklarda binlerce yıldır, çiftçisi, çobanı, demircisi, bakırcısıyla birlikte karşılıklı hizmet alışverişi ve kardeşlik duygusu içinde yaşamışlardır. Edindikleri bilgileri çocuklarına aktararak sürekli bir ilerleme ve gelişme içinde olmuşlardır.

Ancak yeni gelen Selçuklu- Osmanlı soydaşları karşılıklı etkileşim ve ortaklık yerine tepedeki bir asil-veya kutsal soyluluğa dayalı otoriter bir hayat görüşü etkisine girmişlerdir. «Yaratıcı kutsal kitaplarıyla insanlara nasıl davranacaklarını göstermiştir. Dolayısıyla başka bilgiye ihtiyaç yoktur» gibi bir inanca sahip olan 6 asırlık Osmanlı döneminde halk pasifleştirilmiş, bilgi edinmesi, kendini geliştirmesi engellenmiştir. Geri kalmışlığımızın temel nedeni budur.

 

Doğada her şey sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içindedir ve değişime uğramayan hiçbir şey yoktur. İnsan da bu değişim-dönüşüm döngüsünün bir öğesidir. Bu nedenle şu soruların yanıtını bilmek-öğrenmek insanın ilk görevidir:

İnsan ne zaman oluştu?

İlk insan tam günümüz insanı gibi mi görünüyordu?

İlk insanlar neler yapmayı biliyorlardı?

İnsanların yaptıkları şeyler zaman içinde nasıl değişti?

Bu konuları kapsayan ve işleyen ekstra bir bölüm hazırlığı devam etmektedir.


İnsanlığın kafası geçmişi hakkında çok farklı bilgilerle dolu. Örneğin yukarıda açıklanan ilk insan (Homo habilis) ve ondan evrimleşen diğer insan türleri dünyamıza çok farklı görünüşlü ve farklı yetenekli insanların geldiklerini göstermektedir. Geçmişimizde çok farklı insan türleri ortaya çıkmış, bazıları diğerinin devamı olarak gelmiş, bazıları eş zamanlı olarak farklı coğrafik bölgelerde yaşamışlar. Yani karşılıklı bir etkileşim ve evrimleşme söz konusudur.

Halbuki insanlarımıza verilen inanç sisteminde, her yaratığın ilk oluştuğu şekilde yaşamaya devam ettiği görüşü egemendir, yani evrimleşme yoktur. Ve insanlarımızın çoğunluğu maalesef hala bu inanç sistemi içinde yaşıyor. Peki bizler 2 milyon yıl önceki atalarımızla aynı mıyız? Sadece kafatası büyüklüğüne bakmak muazzam bir evrim geçirdiğimizi göstermiyor mu? Öyleyse neden hala 2-3 bin yıl önceki insanlar gibi düşünüp-davranmaktayız?

Evrim 4 milyar yıldır devam eder ve devamı sağlayan enerjinin kullanımıdır. Psiko veya ruh, canlılık veren hareket ettirendir. Ve atalarımız doğadaki hareketliliği sağlayan faktörün kuantsal enerji olduğunu ve enerjinin de bilgiye göre dağıtıldığını bilmediğinden, ruh- psiko gibi bir kavram oluşturmuşlar. Aslında her şey bilgiye dayanır: Bilgi artıkça, an enerji farklı şekillerde depolanmaya başlanmıştır. Enerjinin farklı şekillerde depolanması, farklı kuvvet alanları oluşturmuştur. Kuvvet alanları sürekli değişince, varlıklar da sürekli değişim-dönüşme uğramak zorunda kalmışlardır.

Sonuç:

Görüldüğü üzere doğa bilimleri hayata bir anlam vermemizde ve toplumsal sistemimizi oluşturma konusunda çok aydınlatıcı bilgiler vermektedir.

Dolayısıyla bizlerin düşünce ve davranışlarını belirleyen hücrelerle uyumlu olabilmemiz için sadece insanlık tarihini değil, doğa ve dünyamızın tarihsel geçmişi hakkındaki bilgileri de öğretmeliyiz.

Bu bilgiler ise jeoloji, fizik, arkeoloji gibi doğa-bilim dalları öğretilmeden elde edilemez.

Zaman kavramı ise başlı başına tüm bilim dallarını ilgilendiren bir kavramdır ve jeoloji bilgisi olmadan öğrenilemez. Günümüz fizikçilerinin en önemli eksikliklerinin ve yanlış yorumlamalarda bulunmalarının nedeni bu konudaki bilgisizlikleridir.

Bu nedenlerle jeoloji gibi zaman kavramını ve hayatın gelişimini anlatan temel bir doğa bilim sadece mühendislik alanında değil, genel kültür dersi olarak ilk okuldan itibaren verilmelidir.

Irkçı değilim. Ama geçmişiyle gurur duyması gereken bir toplum olduğumuz bilgisinin halkımıza verilmesi gerektiğine de inandığım için bu tarihsel gerçekleri sunmak istedim. Tarihi iyi bilmek gerek.

 

Son SÖZ

Benim insanlarla bir araya gelip, fikir alış-verişlerinde bulunmaya çalışmamın tek bir amacı vardır: toplumsal sorunlarımızın nedenini bulmak ve bu nedeni ortadan kaldıracak bir formül oluşturmak. 

Doğada her şey değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam senaryolar üretme yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine yol açmıştır.

Araştırmalar toplumsal sorunlarımızın nedeninin Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler TBÖ) olduğunu ortaya koymuştur. (8ak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html )

Bu nedenle ben de doğadaki oluşum ve gelişimlerin tepeye değil de tersine, tabana dayalı olarak mı oluşup-geliştiğini araştırmaya başladım. Bunun ilk adımı, doğadaki varlıkların ne zaman ve hangi sırayla ortaya çıktıklarını saptamaktan geçer. Bu ise benim temel mesleğim olan jeoloji ve paleontolojinin konusuydu ve doğada önce molekül gibi temel yapı taşlarının, onların kombinasyonlarıyla bakteri gibi çekirdeksiz tek hücrelilerin; onların kombinasyonlarıyla amip gibi çekirdekli tek-hücrelilerin; onların kombinasyonlarıyla çok hücreli bitki ve hayvanların ortaya çıktığını gösteriyordu. Yani doğada alt-sistemlerden (düzeylerden) başlayıp, üst-sistemlere (düzeylere) doğru ilerleyip-evrimleşen bir gelişim vardı.

Bu konulardaki elde ettiğim araştırma sonuçları yukarıda adı-geçen blog-sayfamda sunulmuştur. Bu paketin tümü okunup değerlendirmeden bir yorum yapılması veya görüş bildirilmesi mantıksızlık olur, çünkü doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar karşılıklı bir etkileşim içindedir ve bilgiyle yapılmaktadır. Dolayısıyla “information & self-organisation" olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği, kuantum fiziği, jeoloji, biyoloji, antropoloji, arkeoloji, nörofizyoloji vs. gibi tüm dağa bilimlerinin bir sentezini yapabilecek derecede hayat hakkında bir genelleme yapacak bilgiye sahip olmayanların itiraz gibi bir söz hakları olabilir mi?

     1- Bizlerin temel amacı toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözüm formülü olmalıdır. Kafalarında bundan başka bir amaç taşıyanların hiçbir görüş bildirmeye hakları olamaz, çünkü amaç aynı değildir.

     2- Bir fikre karşı çıkmak, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.

     3- Evrimci veya fizikçi vs.nin toplumsal sorunların nedeni ve çözümü hakkında herhangi bir görüşleri var mıdır? Yoktur. Çünkü onlar “yapraklarla uğraşmaktan ormanı göremeyen” dar görüşlü, yani “at-gözlüğü” takmış insanlardır.

     4- Dincilerin amaçları zaten belli: Onlar bu dünya hayatını geçici kabul etmişler ve öteki bir dünya hayali ile yaşıyorlar. Onlardan toplumsal sorunlarımızın çözümünü beklemek zaten söz konusu değil.

Öyleyse tüm sorumluluk bizler gibi hayatı yaşanılır bir hale getirmeyi amaçlayan insanlara kalıyor. Bunun için de bireysellik davranış özelliğimizden vazgeçip toplumsal davranışa geçiş yapmak zorundayız. Bu ise bir bilginin kabul edilmesiyle olur. O bilgi şudur:

Toplum iş ve meslek mensuplarının bir ortaklığıdır. Her insan yeteneğine uygun bir işe soyunur o konuda bilgi edinir ve bir hizmet üretir, bu hizmet toplum havuzuna gider. Diğer insanların hizmetleri ve ürünleri de toplum havuzunda toplanır, insanlar da bu havuzdan neye ihtiyaç duyarlarsa alırlar. Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, bu bilgiyi insanlara vermektir. Bu bilgiyle yetişen insan toplumun bir hizmet-alış-verişi ortaklığı olduğunu anlar; yeteneğine uygun bir meslek bilgilerini edinip, topluma sunar ve diğer hizmetleri de diğer ortaklardan alarak, kardeşlik içinde yaşar.

Bunda anlaşılamayacak bir yön ve yan var mı?

 Devamı için tıkla








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder