DOM-görüşü nasıl ortaya çıktı?

DOM-görüşü nasıl ortaya çıktı?
Doğada bir denge ve düzen vardır. Bu çalışmanın amacı, doğadaki bu denge ve düzenin nasıl oluştuğunu bilimsel verilerle açıklamaktır.
  
Prof. Dr. İsmet Gedik

    Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması sözcüklerinin ilk harfleri alınarak DOM kısaltılması yapılmıştır.

Okuyucuya not: DOM makalelerinde anlamanız zor olan veya sizi sıkabilecek bazı formüller  - grafikler varsa da,  yazıyı okumaya devam edin, verilmek istenilen temel bilgileri alacaksınız.)

Teşekkür: Bu web-sayfasının tasarımı ve yapımı tamamen sevgili arkadaşım Ayhan Öktem tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle kendisine müteşekkirim. Çeşitli görüşleriyle yazılarımın daha mantıklı olmasına katkıda bulunan diğer internet arkadaşlarıma ve öğrencilerime de çok teşekkür ederim.

Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”

Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında o zamanlarda (hatta çoğu fizikçide hâlâ günümüzde), doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındı ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade ediliyordu. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya dinamik bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.

Bunun üzerine:
- Tüm büyük dinsel öğretileri  (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.
- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.
- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.
- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.
- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.

Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.

Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. 

Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve
- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).

- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün bizzat hücrelerde depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),

- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.

Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü

- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran biriydim,

- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.

Bu nedenle  “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım. Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.

Zaman olgusunun nasıl gerçekleştiği başlangıçtaki "DOM'a Giriş" dosyasında  açıklanmış ve gittikçe gelişen bir doğada BİLGİ oluşturulabilme yeteneğine bağlı olan bir evrimin söz konusu olduğu gösterilmişti
Bu yeteneğe bağlı olarak, atom dediğimiz temel kimyasal elementler farklı kombinasyonlara sokuluyor, farklı varlıklar ortaya çıkıyor. Böylelikle, kuantsal enerji dediğimiz en temel canlılık öğesi tarafından başlatılıp-sürdürülen, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan, yaşayan bir doğa ortaya çıkıyor ve milyarlarca yıllık süreçler içinde sürekli olarak evrimleşip-gelişiyor. Yani DİNAMİK SİSTEMLİ DOĞA söz konusudur ve biz insanlar bu dinamik sistemli doğada yaşamak üzere oluşturulmuş varlıklardan biriyiz.

1998 yılında yayınladığım “Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler” adlı çalışmada “zaman”ın nasıl bir şey olduğunu ortaya koyup, bilgi oluşumu ile bağlantısını ve bilginin doğada üssel (eksponansiyel) şekilde geliştiğini gösterdim.  


Peki, bize verilen dünya ve doğa görüşü nasıl? 
Bizlere verilen ortak bir hayat görüşü yok, ya evrimci veya yaratılış görüşü olarak iki farklı görüş aktarılıyor. 

Evrimci görüşte, varlıklar bilgisiz-bilinçsiz oluşumlardır, robot gibi doğa-yasalarına uyarlar, doğa-yasaları da, varlıkların dışında olan doğa-üstü bir güç sistemince oluşturulur. 

Yaratılış görüşünde ise, doğa ve dünyadaki her şeyin sahibi ve yaratıcısı varlıkların dışında- üstünde olan ve her şeyi bilen Allah’tır. O’nun “Olsun” demesiyle her şey anında oluşur.
— Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);
— sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);
— sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
— sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);
— sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün);
— ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).

Bu iki temel hayat görüşünde de, doğa ve dünyanın sahibi ve yaratıcısı, varlıkların dışında-üstünde olan, varlıklardan bağımsız bir güç sistemidir, her şey onun isteğine-emrine göre oluşur. Böyle bir sisteme ise STATİK SİSTEMLİ DOĞA GÖRÜŞÜ denir. Statik sistemli doğa görüşünde her şey tepeye bağımlıdır, toplumsal hayat sisteminde de tepeye bağımlı örgütlenme söz konusudur. 
       Binlerce farklı iş ve meslek dalı arasında bir denge oluşturulması, üstelik doğadaki milyonlarca farklı canlı ve cansız varlıkla ilişkili ve bağlantılı bir denge oluşturulması söz konusu olunca, bu konu tepedeki bir otoritenin yapacağı bir iş olmaktan çıkar.

Yani tüm güç tepedekilerin elinde olunca toplum hayatında denge ve düzen sağlanamaz. 

Kutsal kitaplar, insanları bir efendiye kul yapma öğretileridir.

Kuantsal yaratıcılığa ihanet olduğundan bedensel ve toplumsal hastalıklara davetiyedirler.

(1. bölüm)

İki-buçuk milyon yıl önce sert taşlardan parçalar kopararak kesici bir nesne yapabilmeye; yaklaşık 500 bin yıl önceleri Ateşi kontrollü olarak kullanabilmeye; 40 bin yıl önceleri resim yapmaya, sonra kemik parçalarından çuvaldız yaparak bununla, avladıkları hayvanların derilerinden giysi ve çadır yapmaya; daha sonra taşlardan ve kemiklerden ok. zıpkın, mızrak uçları gibi aletler üretmeye; yaklaşık on bin yıl önceleri, çeşitli hayvanları evcilleştirerek. bitkileri ıslah ederek, insanlığa yaraşır bir uygarlık düzeyine ulaşmış ve yerleşik hayat tarzına geçmiştir. Yerleşik hayata geçişle birlikte "toplumsal yaşam örneği” vererek, çeşitli iş kollarında uzmanlaşmaya ve karşılıklı iş birliğine girerek ilk uygarlık eserlerini ortaya çıkarmışlardır. İlk madencilik bu dönemde başlamış, ilk dokuma atölyeleri bu dönemde ortaya çıkmış; insanlar, tarlalarını sürdükleri kara sabandan, tekerleğe, atlı arabaya, bıçağa, baltaya, aynaya, çanak çömleğe, ve daha bir çok kullanım eşyasına bu dönemde kavuşmuştur.
İnsanlığın şekilde gösterilen kültürel gelişiminin normalde mavi hat şeklinde devam etmesi gerekirdi. Ama yaklaşık 3.500 yıl öncelerine denk gelen (K) noktasında, insanlık tarihinde çok önemli bir şey olmuş olmalı ki, insanlığın bu hızlı üstel (eksponansiyel) gelişimi yavaşlamış ve gecikmeli bir şekilde devam etmiştir. Peki insanlığın gecikmeli bir evreye girmesinin nedeni ne olabilir?

Bir açıklama: İnsanlığın zihinsel gelişimi engellenmemiş olsaydı, insanlık yaklaşık 2000 yıl önce bu günkü uygarlık düzeyine ulaşmış olurdu. Peki insanlığın gelişiminin 2000 yıllık bir gecikmeyle sürmesine, üstelik doğadaki birçok canlının soyunun tükenmesine neden olan, denizlerin, karaların, atmosferin kirlenmesine yol açarak hem kendi sağlığını, hem diğer canlıların sağlıklı yaşamalarını engelleyen bir tutum ve davranış içinde olmasına yol açan bu zihinsel zehirlenme yapıcı ve zombileştirici faktör nedir?


(2. bölüm)

Şimdi 3500’lü yıllarda dünyamızda insanlığın kaderini etkileyecek ne tür bir önemli olay olduğuna bakalım.


M.Ö. 15. yüzyıl İlk çeyreğinde (yani M.Ö. 1475-1470'lerde) Ege denizindeki Santorini adasında çok büyük bir volkan patlaması olduğu, jeolojik ve arkeolojik kayıtlardan, anlaşılmaktadır (Keller ve diğ., 1978; Sullivan, 1988; Ercan, 1990).

Deniz yüzeyine çok yakın bir yerde gerçekleşen bu volkan patlaması, tüm Ege ve Akdeniz’de muazzam bir tsunami oluşturur. Bunu kesinlikle söyleyebiliyoruz, çünkü Santorini’de püsküren volkanizmada oluşan süngerimsi özellikli ponza taşlarının bu tsunami dalgaları ile Suriye sahillerine kadar taşındığı jeolojik olarak saptanmıştır. Girit adasının kuzeyinde patlayan bu Santorini volkanı, Ege Denizindeki bir çok adadaki yerleşim yerlerinin yerle bir edilmesine neden olmuştur. Minos uygarlığı denilen bir kültürün yok oluşu, bu volkanik faaliyetin bir sonucudur.
 Tevrat'a göre, Israil-oğullarının Mısır'dan göçü, (ay yılı ile) M.Ö.1510 olarak bilinir. Volkan patlamasının olduğu 1470-1475 yıllar arası, ay-yılı takvimine göre MÖ. 1510-1515 yıllarına denk gelir. Yani Santorini volkanının patlama yılı, tamı tamına İsrail-oğullarının Mısırdan göçtükleri yıla denk gelmektedir. Dolayısıyla, 20-30 metre yükseklikli bu dalgaların Mısır’ın sahil ovalarında kilometrelerce ilerleyip, oradaki insanların ölümlerine yol açmış olması kesindir. Nil Deltasında ziraatla uğraşan ve yaşayan Firavun adamlarının bu felaketten büyük ölçüde nasibini almalarından da daha doğal bir şey olamaz. Ovalardan biraz daha yüksek konumlu yamaçlarda hayvancılık ve çobanlıkla uğraşan İsrail oğullarının, bu dalgalardan daha az etkilenmiş olmalarından daha doğal bir şey de olamaz. Her zaman görülmeyen böylesine muazzam bir felaketin, insanlar tarafından unutulması, veya göz ardı edil­mesi de düşünülemez. Yani insanlar bu olayı mutlaka yıllar boyu hatırlamışlardır, ve nesilden nesile de aktarmışlardır. Peki olay nasıl aktarılmıştır?
Musa asasıyla denize vurur, deniz ikiye yarılır; denizin çekildiği aralıktan İsrail-oğulları kaçıp-kurtulurlar; onları takip etmeye çalışan firavun adamları, geri gelen deniz sularında boğulurlar!
Kutsal kitaplarda böyle anlatılan olayı bir de mantık açısından değerlendirelim: İsrail oğullarının Mısır’da yerleştikleri bölge Goşen olarak belirtilmiştir. Goşen ile İsrail oğullarının Mısır’dan ilk kaçtığı yer olan Sina bölgesi arasında, eskiden deniz yoktu ki, Musa Peygamber asasıyla denizi ikiye ayırıp da, Sina'ya kaçsın; Süveyş kanalı yaklaşık 1 asır önce açılmıştır. Dolayısıyla, Mısır'dan Sina'ya geçmek için, denizin ikiye yarılmasına gerek yoktur, ki, bu da olayın bir başka yönünü vurgular.

 (3. bölüm)

insanların düşünce ve davranışları nasıl belirlenmektedir?

Şimdi önce çok kısa ve öz bir şekilde, insanların düşünce ve davranışlarının nasıl belirlendiğini göstermek gerekecek. Sadece insanların değil, tüm varlıkların davranışlarının belirlenmesi, içlerindeki bileşenleri tarafından gerçekleştirilir. Şu nedenle: Su dediğimiz madde, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomunun birleşmesiyle oluşur. Peki doğada önce su mu oluşmuştur, yoksa hidrojen ve oksijen mi? Bunu sormamızın nedeni, neyin neyi oluşturduğu konusunu aydınlatmak içindir. Önce su oluştuysa, oksijen ve hidrojen atomları sudan oluşmuş demektir. Ama önce hidrojen ve oksijen atomları oluştuysa, su onlar tarafından oluşturulmuş olur.
Doğadaki varlıkların hangi sırayla oluştuğu, “Nerelerden geçerek günümüze geldik” konusunun aydınlatıldığı makalede net delillerle gösterilmiştir, bak:
http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html.  O makale çok, ama çok önemlidir, çünkü doğa ve dünyamızın nasıl oluşup-geliştiği, jeolojik, fiziksel, kimyasal ve astrofiziksel delillerle itiraz edilemeyecek netlikte gösterilmiştir.
O makalede kesin bir şekilde ıspatlanan konular arasında şunlar önemlidir:
1-      Doğada her şey çok kısa ömürlü ve çok-çok devingen olan atom-altı-öğeler dünyası denilen kuantsal canlılık öğeleriyle başlamaktadır.
2-      Bu kuantsal canlılar birleşerek, daha uzun ömürlü ve daha az devingen üst-sistemler oluşturarak evrimleşen bir doğal sistem oluşturmaya başlarlar, atomlardan moleküllere, hücrelere, bitkilere, hayvanlara, hayvan kolonilerine doğru ilerleyen bir evrimleşme söz konusudur: yani atomlar molekülü oluşturur, moleküller atomları değil. Dolayısıyla, hücreler bedenleri oluşturur, insanlar da toplumları oluşturmalıdır.
Ama gel gör ki, günümüz dünyasında topum oluşturma görevi, insanlara değil, insan-üstü olduğuna inanılan asil-soylulara, veya kutsal özellikli kişilere bırakılmıştır. Çünkü doğadaki yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi.  Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. (Bu vesileyle kısa bir not: TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul edilmektedir.)

Peki halk neden kendisini kul-köle yapacak bir sisteme doğru kaymaktadır, neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Bir insanın davranışını, o insanın zihniyeti, yani hayata bakış açısı belirler. Zihniyetin ise iki farklı bileşeni vardır: Bilinç-altı ve Bilinç:
Bunlardan en etkili olanı  “BİLİNÇ-ALTI” sistemi bilgileridir.
“Bilinç-altı” bilgileri, ana-rahmine yerleştirildiğimiz andan itibaren ve de çocukluğumuzun ilk 6 yılı süresince, çevremizdekilerin davranışlarının, gelenek ve göreneklerin, kopyalanması ile edinilir. Bu bilgiler, atalarımızın asırlar boyu oluşturdukları verilerin özetlenmiş sonuçlarıdır. Otomatiğe bağlanmış davranışlarımızın bulunduğu bilinç-altı sistemimize kayıt edilirler.
Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve fil ondan sonra bu kopyalanmış şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar, ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.

Çevresinde 3-4 farklı dil bile konuşulsa, o dilleri aksansız konuşacak şekilde kopyalar. Çevresindeki insanların davranışlarını da aynen kopyalarlar. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir. Çevredeki insanlar da yine daha eski kuşaklardan kopyalanan bilgilere göre programlanmış-şartlanmış olduklarından, bu döngü böylece devam eder. Kişiler kopyalanmış bu davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış, onlara göre şartlanmışlardır.
Bilinç-altına alınan davranışların en büyük kısmını ise atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize aktardıkları davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis edilmiştir. Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden oluşurlar. Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya başlandıysa, o davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine aktarılırlar. Bir araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu hatırlayın. Ama öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık yapılır olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur. Her şeyi yeniden, sıfırdan başlayarak öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki buna hiçbir ömür yetmez. Bu nedenle, “information & self-organisation” olarak özetlenen “bilgiye dayalı” oluşum ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden edinilmiş bilgilerin kopyalanarak gelecek nesillere aktarılması temel bir prensiptir.
BİLİNÇ, o andaki arzular, beklentiler  ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o andaki duruma uyan davranış şeklidir. Okul dönemi ve sonrası evrede çok daha az etkili olanı ise edinilen bilgilere dayanırlar. “BİLİNÇ” sistemi verilerinin davranışlarımıza etki oranı %05den azdır. Yani bizler %95 oranında BİLİNÇ-ALTI sistemimizin etkisi altında davranmak zorundayız.
Halk tamamen gerçeklerden habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir. Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Devam edecek sayfalarda, gelenek ve göreneklerimizin temellerinin dayanakları daha ayrıntılı açıklandıktan sonra bu konu anlaşılır olacaktır. Biraz sabır!!!!!!!!!!!

Yani davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.

 (4. bölüm)


her şeyin tepedeki bir “EFENDİ zümresine” bağlı olduğu ŞEKLİNDEKİ YAŞAM anlayışı

1789 Fransız ihtilaline kadar, tüm dünyada insanlar tepedeki bir asil-soylular (efendiler) sınıfının kulları-köleleri olarak görülüyorlardı. İnsanların tepedeki bir asil-soylular sınıfına hizmet etmelerini sağlamanın en kestirme yolu da, taa Sümerler zamanında oluşturulan yaratılış görüşüne uygun olan, insanların kutsal-asil soylu efendiler kesimine hizmet etmek için yaratıldığı inancıydı. (Bak: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/06/sumerlerin-miraslari.html) Bu görüş gelenek-göreneklere işlenmişti ve her yeni doğan çocuğun bilinç-altına otomatik olarak kopyalanıyordu. Bu inanç gereği insanlar efendilerinin malı-mülkü üzerinde çalışır, ürettiğinin çoğunu efendisine verirdi, kalanıyla da boğaz tokluğuna yaşamak zorundaydı.
Efendiler sınıfı, surlarla çevrili bir merkezde yaşarlardı. Kulları ise, bu surların dışındaki efendilere ait olan topraklarda çalışırlardı.
Peki insanlık nasıl asil-soylu efendi-insanlar gibi özel bir insan grubunun olduğuna inanmıştı?
Bu inanç, Sümer kültürünün bir mirasıdır.   http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html ve http://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/06/sumerlerin-miraslari.html dosyalarında gösterildiği üzere, Sümer kültürü etkisi altında yetişen orta-doğu toplumları şu zihniyet etkisindedirler: 
1-    Doğadaki yaratıcılığın, insan-üstü ilahi varlıklara hizmet için, o ilahi varlıklar tarafından, kendilerine benzer şekilde yaratıldığına
2-    İlahi soylu efendilerin zamanla sıradan insanların güzel kızlarıyla evlenmeleri sonucu, ilahi özelliklerinin kaybolmaya başlayıp, yarı-tanrısal insanlar oluştuğuna,
3-    Zamanla dünyada namus-ahlakın bozulması sonucu, tanrıların NUH tufanı adı verilen bir felaketle tüm insanlığı yok etmeye karar verdiklerine, vs. inanarak
yaşamaktadırlar.
Bu nedenle, daha sonraki nesillerce hazırlanan hayat görüşlerinde bu temel zihniyetin izleri hep görülmektedir. Nitekim Tevrat’ın yaratılış (tekvin) bölümünün 6. Bab, 2. Ve 4. Ayetleri şöyledir: 
Yar.6: 2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. (Dip Not 6:2,4 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
Yar.6: 4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. (Dip Not 6:4 "Nefiller": İbranice sözcük "Düşmüş kişiler" anlamına gelir. Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Aynı sözcük Say.13:32-33 ayetlerinde de geçer.) 
Bu tür bir zihniyet etkisi altında binlerce yıl yaşayan insanların gelenek-göreneklerine, “EFENDİ” tipinde bir egemenlik kavramı oluşması normaldir.
Surlarla çevrili mekanlarda EFENDİLER otururlar, çevrede onların arazilerinde kul sınıfı insanlar efendilere hizmet için yaşarlar.


 (5. bölüm)


“Peygamberlik” Nedir?

Kraliyet, yani Efendi-yönetici kadrosu ile kehanet (peygamberlik) arasında yakın bir ilişki vardır. Peygamberlik konusundaki eski kaynaklar, krallık arşivlerinde bulunurlar. Bu kaynaklar arasında Tunç devrinin önemli merkezlerinden biri olan Mari (Suriye’deki Abu Kamal kasabasının 11 km kuzey-batısında, Fırat Nehri kenarındaki antik yerleşim yeri) ve Irak’ın Musul kentinde bulunan antik Nineveh kraliyet arşivleri en önemli çivi-yazılı tabletleri bulundururlar. Bu kaynaklarda, kurban kesilmesi, dua edilmesi, tapınaklar yapılması, gibi, neler yapılırsa tanrının kralı güçlü kılacağı gibi konular, mucizevi olaylar vs. anlatılmaktadır.

Bu nedenle, kutsal kitapların düzenlenmesi hep krallık makamlarında olmuştur. Örn. Tevrat birkaç yüz yıl süren bir süreçte kraliyet saraylarında düzenlenmiştir. Bunu destekleyen verileri aşağıda verilecek örneklerde göreceksiniz. Bu konuda tam ayrıntılı bilgiler şu adrestedir:  https://en.wikipedia.org/wiki/Dating_the_Bible#Table_I:_Chronological_overview.
İncil 325 yılında İmparator Constantine tarafından İznik’te toplanan bir konsey tarafından düzenlenmiştir.
Amaç, tepedeki yöneticilerin yaptıkları işlerin doğadaki yaratıcı sistemle uyum içinde olduğuna insanları inandırmaktır.

Kutsal kitaplar kesinlikle Efendiler saraylarında düzenlenmişlerdir.

Kralların mutlak otoriter yönetici olduğu eski çağlarda, insanlığın tüm kaderi, kralın vereceği kararlara bağlıydı. Krallar da, geleceğin nasıl olacağını bilemediklerinden, kehanette bulunabilecek insanlara muhtaçlardı.  Krallar iki farklı kehanet yönteminden yararlanmışlardır:
Bunlardan birincisi “yorumlayıcı kehanet”tir: Gökteki (yıldızlar, gezegenler) veya dünyadaki olaylar veya oluşumların gidişatına bakarak ve geçmiş deneyimlerden yararlanarak gelecek hakkında öngörülerde bulunmaya çalışılır.
Diğeri ise peygamberliktir: A prophet is someone who acts as a ‘mouthpiece of a god’; a prophet is a human medium who is capable of receiving and transmitting a message from a deity (Nissinen 2004). Peygamberlerin, tanrıdan bir mesaj alıp bunu insanlara iletebilen, yani “tanrının ağzı” gibi davranan kişiler olduklarına inanılır.
Toplum yöneticileri (krallar vs.), toplumsallaşmanın başlatıldığı 12-13 bin yıldan beri, bu iki yöntemi de kullanmışlardır.
Toplumsallaşmanın nerede ve ne zaman başlatıldığı http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html adresli makalede jeolojik ve antropolojik delilleriyle açıklanmıştı. O makalede belirtildiği üzere, insanlar (Sümerler), toplumsallaşmayı ilk başlattıkları “Dilmun – Cennet ülkesinden” bir günah işledikleri için kovulduklarına, yaratıcının bu günah nedeniyle Nuh tufanı olarak tarihe geçen olayla herkesi cezalandırdığına inanmışlardır. Oradan kurtularak “İki-ırmak (Mezopotamya) ülkesine” gelen Sümerler, bu inancı tüm çevre toplumlarına aşılamıştır.
Sümer gelenekleri altındaki Ur kentinde doğan İbrahim (peygambere), Tanrısı şöyle der:
Bab12
RAB Avram'a, "Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git" dedi,
"Seni büyük bir ulus yapacağım, Seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, Bereket kaynağı olacaksın.
Seni kutsayanları kutsayacak, Seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar Senin aracılığınla kutsanacak."
Avram RAB'bin buyurduğu gibi yola çıktı. Lut da onunla birlikte gitti. Avram Harran'dan ayrıldığı zaman yetmiş beş yaşındaydı.  (Harran günümüzün Urfa kentidir)
Karısı Saray'ı, yeğeni Lut'u, Harran'da kazandıkları malları, edindikleri uşakları yanına alıp Kenan ülkesine doğru yola çıktı. Oraya vardılar.
Avram ülke boyunca Şekem'deki More meşesine kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu.
RAB Avram'a görünerek, "Bu toprakları senin soyuna vereceğim" dedi. Avram kendisine görünen RAB'be orada bir sunak yaptı.
Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a gitti.
(Bu olaylar M.Ö. 1900lerden sonra olur.)

Mısır’da mal-mülk edinerek zenginleşen Abraham, Tanrı’sının kendisine vaat ettiği Kudüs çevresindeki Kenan ülkesine yerleşir. Bu bölge deprem ve volkanizma gibi jeolojik olayların çok yoğun olduğu, “Dead-Sea-Rift = Ölü-Deniz-yırtılma zonu veya Fay vadisi” çevresinde bulunmaktadır. Yırtılma Arabistan levhasının kuzeye, Sina-Filistin- kesiminin ise güneye kayması sonucu oluşmaktadır. Bu hat üzerindeki Ölü-deniz gibi göller bu yırtılma sonucu oluşurlar.
Arkeolojik bulgular bölgenin Orta Tunç Çağında (MÖ y. 2000-1500) ekilebilir olduğunu, tarım yapmaya yeterli tatlı su kaynaklarının da bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle İbrahim peygamberin yeğeni ve ona inanan ilk kişilerden biri olan Lut, Ölü-Deniz-Fay vadisindeki Sodom kenti yakınına yerleşir.
Tevrat'da "günahkar bir toplum olduklarından gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği", sadece inançlı olan Lut’un kurtulduğu, ama karısı ve diğer insanların öldüğü yazılır. (Tekvin 19: 24- RAB Sodom ve Gomora'nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı). Jeolojik açıdan bakınca, bu iki kentin (Sodom ve Gomorra), Orta-Tunç-Çağında meydana gelen bir deprem ve ona eşlik eden volkanizma ile yok olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu kentler Dead-Sea-Rift = Ölü-Deniz-Yırtılma-Zonu denilen ve her birkaç yüzyılda muazzam depremler ve o depremlere zaman zaman eşlik edebilen volkanizmaların çok etkili olduğu bir yırtılma zonunda bulunmaktadır.
 Aynı şekilde, ölü Deniz Fay Zonunun, Ölü-deniz (Gölü) kuzeyindeki uzantısı üzerinde yer alan Jericho kenti de, en eski yerleşim yerlerinden biridir ve tarihinde bir çok defalar depremlerle yıkılmıştır. Aslen Kudüs  doğumlu bir yahudi olan Amos Nur İsimli bir yerbilimcinin 1992'de ıspatladığı üzere (National Geographlc Mayıs 1992), bu kentin duvarları o zaman, Tevrat'ın Joshua 6. bölümünde İddia edildiği gibi, lsrailoğulları askerleri­nin ve din adamlarının borazanları ve asker çığlıklarının etkisi ile değil, o zaman olmuş olan bir depremle yıkılmış, ve Israil-oğulları da kenti kolayca ele geçirmişlerdir. Yani, yine burada, bu doğal olay yanlış yorumlanmış, Allah'ın, Israil-oğullarının yanında yer aldığı şeklinde halka yansıtılmıştır.
Bu olay Tevrat’ın Joshua (veya Yeşu) bölümünde şöyle anlatılmıştır:

(Çok ayrıntıya girmemek için bazı satırlar çıkarılmıştır)

Yeşu.3: 1 Sabah erkenden kalkan Yeşu, bütün İsrail halkıyla birlikte Şittim'den yola çıkıp Şeria Irmağı'na kadar geldi. Irmağı geçmeden orada konakladılar.
Yeşu.3: 5 Yeşu halka, "Kendinizi kutsayın" dedi, "Çünkü RAB yarın aranızda mucizeler yaratacak."
Yeşu.3: 6 Yeşu kâhinlere, "Antlaşma Sandığı'nı yüklenip halkın önüne geçin" dedi. Böylece kâhinler sandığı yüklenip halkın önünde yürümeye başladılar.
Yeşu.3: 7 Bu arada RAB Yeşu'ya şöyle dedi: "Musa'yla birlikte olduğum gibi, seninle de birlikte olduğumu anlamaları için bugün seni bütün İsrail halkının gözünde yüceltmeye başlayacağım.
Yeşu.3: 11 Bütün yeryüzünün Egemeni'ne ait olan Antlaşma Sandığı, sizden önce Şeria Irmağı'nı geçecek.
Yeşu.3: 13 Bütün yeryüzünün Egemeni RAB'bin Antlaşma Sandığı'nı taşıyan kâhinlerin ayakları Şeria Irmağı'nın SULARINA DEĞER DEĞMEZ, YUKARIDAN AŞAĞIYA AKAN SULAR KESİLİP BİR YIĞIN HALİNDE BİRİKECEK."
Yeşu.3: 16 YUKARIDAN GELEN SULAR DURDU, çok uzaklarda, Saretan yakınında bulunan Adam Kenti'nde bir yığın halinde yükselmeye başladı. Öyle ki, Arava -Lut- Gölü'ne akan sular tümüyle kesildi. Halk Eriha'nın karşısından ırmağı geçti.
Yeşu.3: 17 RAB'BİN ANTLAŞMA SANDIĞI'NI TAŞIYAN KÂHİNLER, HALKIN TAMAMI IRMAĞI GEÇİNCEYE DEK KURUMUŞ IRMAK YATAĞININ ORTASINDA KIPIRDAMADAN DURDULAR. BÖYLECE BÜTÜN İSRAİL HALKI KURUMUŞ IRMAK YATAĞINDAN GEÇTİ.

Eriha'nın Düşüşü
Yeşu.5: 13 Yeşu Eriha'nın yakınındaydı. Başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördü. Ona yaklaşarak, "Sen bizden misin, karşı taraftan mı?" diye sordu.
Yeşu.5: 14 Adam, "Hiçbiri" dedi, "Ben RAB'bin ordusunun komutanıyım. Şimdi geldim." O zaman Yeşu yüzüstü yere kapanıp ona tapındı. "Efendimin kuluna buyruğu nedir?" diye sordu.
Yeşu.5: 15 RAB'bin ordusunun komutanı, "Çarığını çıkar" dedi, "Çünkü bastığın yer kutsaldır." Yeşu söyleneni yaptı.


BÖLÜM 6
Yeşu.6: 1 Eriha Kenti'nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı, ne de çıkan.
Yeşu.6: 2 RAB Yeşu'ya, "İşte Eriha'yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum" dedi,
Yeşu.6: 3 "Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız.
Yeşu.6: 4 Koç boynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın; bu arada kâhinler borularını çalsınlar.
Yeşu.6: 5 Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek."
Yeşu.6: 7 Sonra halka, "Kalkın, kentin çevresini dolanmaya başlayın" dedi, "Silahlı öncüler RAB'bin Sandığı'nın önünden gitsin."
Yeşu.6: 9 Silahlı öncüler boru çalan kâhinlerin önünden, artçılar da sandığın arkasından ilerliyor, bu arada borular çalınıyordu.
Yeşu.6: 10 Yeşu halka şu buyruğu verdi: "Savaş naraları atmayın, sesinizi yükseltmeyin. 'Bağırın diyeceğim güne dek ağzınızdan tek bir söz çıkmasın. Buyruğumu duyunca bağırın."
Yeşu.6: 11 Halk RAB'bin Sandığı'yla birlikte kentin çevresini bir kez dolandı, sonra ordugaha dönüp geceyi orada geçirdi.
Yeşu.6: 12 Ertesi sabah Yeşu erkenden kalktı. Kâhinler de RAB'bin Sandığı'nı yüklendiler.
Yeşu.6: 13 Koç boynuzu borular taşıyan yedi kâhin RAB'bin Sandığı'nın önünde ilerliyor, bir yandan da borularını çalıyorlardı. Silahlı öncüler onların önünden gidiyor, artçılar da RAB'bin Sandığı'nı izliyordu. Bu arada borular sürekli çalınıyordu.
Yeşu.6: 14 Böylece ikinci gün de kentin çevresini bir kez dolanıp ordugaha döndüler. Aynı şeyi altı gün yinelediler.
Yeşu.6: 15 Yedinci gün erkenden, şafak sökerken kalkıp kentin çevresini aynı şekilde yedi kez dolandılar. Kentin çevresini yalnız o gün yedi kez dolandılar.
Yeşu.6: 16 Kâhinler yedinci turda borularını çalınca, Yeşu halka, "Bağırın! RAB kenti size verdi" dedi,
Yeşu.6: 18 Sakın RAB'be adanan herhangi bir şeye el sürmeyin. Adadığınız şeyleri alırsanız İsrail'in ordugahını felakete ve yıkıma sürüklersiniz.
Yeşu.6: 19 Bütün altınla gümüş, tunç* ve demir eşya RAB'be ayrılmıştır. Bunlar RAB'bin hazinesine girecek."
Yeşu.6: 20 Halk bağırmaya başladı, kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. KENTİN SURLARI ÇÖKTÜ. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece kenti ele geçirdiler.
Yeşu.6: 21 Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeşu.6: 24 Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hazinesine koydular.


Kutsal Kitaplardaki Tanrı, tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır. Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ anlamındadır.


(6. bölüm)

Sümerler’e göre her topluma bir peygamber gönderilir:

Gerek çivi yazısı tabletlerde, gerek kutsal kitaplarda bu konuda bir çok ayet bulunmaktadır. Tevrat’tan bir örnek:
2. KRALLAR

2.Kr.1: 2 İsrail Kralı Ahazya Samiriye'de yaşadığı sarayın üst katındaki kafesli pencereden düşüp yaralandı. Habercilerine, "Gidin, Ekron ilahı Baalzevuv'a* danışın, yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenin" dedi.
2.Kr.1: 3 Ama RAB'bin meleği, Tişbeli İlyas'a şöyle dedi: "Kalk, Samiriye Kralı'nın habercilerini karşıla ve onlara de ki, 'İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmaya gidiyorsunuz?
2.Kr.1: 4 Kralınıza deyin ki, 'RAB, Yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin! diyor." Böylece İlyas oradan ayrıldı.
2.Kr.1: 5 Haberciler kralın yanına döndüler. Kral, "Neden geri döndünüz?" diye sordu.
2.Kr.1: 6 Şöyle karşılık verdiler: "Yolda bir adamla karşılaştık. Bize dedi ki, 'Gidin, sizi gönderen krala RAB şöyle diyor deyin: İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 7 Kral, "Sizi karşılayıp bu sözleri söyleyen nasıl bir adamdı?" diye sordu.
2.Kr.1: 8 "Üzerinde tüylü bir giysi, belinde deri bir kuşak vardı" diye yanıtladılar. Kral, "O Tişbeli İlyas'tır" dedi.
2.Kr.1: 9 Sonra bir komutanla birlikte elli adamını İlyas'a gönderdi. Komutan tepenin üstünde oturan İlyas'ın yanına çıkıp ona, "EyTanrı adamı, kral aşağı inmeni istiyor" dedi.
2.Kr.1: 10 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, şimdi göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 11 Bunun üzerine kral, İlyas'a başka bir komutanla birlikte elli adam daha gönderdi. Komutan İlyas'a, "Ey Tanrı adamı, kral hemen aşağı inmeni istiyor!" dedi.
2.Kr.1: 12 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.

2.Kr.1: 13 Kral üçüncü kez bir komutanla elli adam gönderdi. Üçüncükomutan çıkıp İlyas'ın önünde diz çöktü ve ona şöyle yalvardı: "Ey Tanrı adamı, lütfen bana ve adamlarıma acı, canımızı bağışla!
2.Kr.1: 14 Göklerden yağan ateş daha önce gelen iki komutanla ellişer adamını yakıp yok etti, ama lütfen bana acı."
2.Kr.1: 15 RAB'bin meleği, İlyas'a, "Onunla birlikte aşağı in, korkma" dedi. İlyas kalkıp komutanla birlikte kralın yanına gitti
2.Kr.1: 16 ve ona şöyle dedi: "RAB diyor ki, 'İsrail'de danışacak Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 17 RAB'bin İlyas aracılığıyla söylediği söz uyarınca Kral Ahazya öldü.
Her kente bir tanrı elçisi (peygamber) gönderilmesi Sümerler zamanından beri yaygın bir inanç olarak, toplum hayatının kent devletleri şeklinde sürdürüldüğü çağlarda yaygındır. Ve yukarıdaki ayetlerde bu durum açıkça görülmektedir. Bir toplumun başına bir felaket gelmesi, o toplumdaki insanların günah işledikleri için olur. Bazı kentlerde yaşam standardının düşmesi, o kentin yöneticilerinin tanrının emirlerine uygun davranmadıkları için tanrı tarafından bir cezalandırılması şeklinde yorumlanmaktadır.
   Kutsal Kitapların Tanrısı, doğa olaylarını kendi tuttuğu kavimlerin çıkarlarına göre yorumlar. Birkaç yılda bir tekrarlanan çekirge istilaları, bulaşıcı mikroplarla gerçekleşen toplu ölüm olayları vs. hep, tanrının insanları cezalandırmaları şeklinde yorumlanır.
M.Ö. 701 yılında, Asur kiralı Sanherib, bir çok kenti ele geçirdikten sonra, Ku­düs'ü de kuşatır. Sanherib'in ordusu, Kudüs surları dışındaki bir göletin kenarına kamp kurar. Elbette, göl ve kenarı, sivrisinek ve Plasmodium gibi mikroplarla doludur. Yörede yaşayan halk zamanla bu mikroplara karşı bağışıklık kazanmıştır. Ama bu mikroplarla hiç karşılaşmamış insanlar için bu mikroplar ölümcül olabilirler.
Kuşatma günlerce sürer ve bu arada her iki taraf da karşı tarafa elçiler göndererek, şartlarını iletmeye ve kan dökülmeden bir sonuca varmaya uğraşırlar. Kudüs'ün kralı Hiskia'nın danışmanlığını yapan Yesaya Peygamber, kendi halkına moral aşılamaya, karşı tarafın da moralini bozmaya yönelik fetvalar verir: "O bu şehire giremeye, bir ok bile atamaya, şehrin hiç bir duvarını oynatamaya". Bu arada da karşı tarafın ordusundaki askerler ateş alev yanmaktadır. Derken, bir sabah kalktıklarında ne görsünler, Sanherib'in ordusunun 185.000 askeri cansız yatmaktadır! Bunun üzerine Tevrat'a şu ayet yazılır: "İşte, Allah'ın melekleri Asurlular'ın ordusundan 185 000 adamı vurdu. Ve sabahleyin erkenden kalkmaya çalıştıklarında, baktılar ki, hepsi birer ölü ceset." Böylelikle, bu olay, bu peygamberin bir mucizesi olarak kutsal kitaplara işlenir! Bu mucizeyi gerçekleştiren "melekler" ise, bu günkü bilgimize göre, malaria tropica hastalığına yol açan Plasmodium'lardır, yani tek hücreli bir canlı, bir mikroptur.
Tevrat’ın ‘2. KRALLAR bölümünde bu olay şu ayetlerle anlatılır:
2.Kr.19: 32 "Bundan dolayı RAB Asur Kralı'na ilişkin şöyle diyor: 'Bu kente girmeyecek, ok atmayacak. Kente kalkanla yaklaşmayacak, Karşısında rampa kurmayacak.
2.Kr.19: 33 Geldiği yoldan dönecek ve kente girmeyecek diyor RAB,
2.Kr.19: 34 'Kendim için ve kulum Davut'un hatırı için Bu kenti savunup kurtaracağım diyor."
2.Kr.19: 35 O gece RAB'bin meleği gidip Asur ordugahında 185.000 kişiyi öldürdü. Ertesi sabah uyananlar salt cesetlerle karşılaştılar.
2.Kr.19: 36 Bunun üzerine Asur Kralı Sanherib ordugahını bırakıp çekildi. Ninova'ya döndü ve orada kaldı.


Yani vurgulamak ve üzerinde durmak istediğim nokta şudur: 1-2 asır öncesine kadar tüm toplumlar bir kral veya sultan gibi tepedeki bir efendi tarafından yönetilirlerdi. Halkın pasif kılıp, efendilerinin istekleri doğrultusunda davranmaları için, doğadaki yaratıcı gücün, peygamber denilen kişilerce insanlara kutsal kitaplarla mesajlar gönderdikleri ve bu mesajlara uyarak yaşarlarsa, öteki dünya gibi yerde ölümden sonra ebedi ve mutlu şekilde yaşayacakları bilgisi aşılanarak, birer robot gibi pasif davranmaları sağlanıyordu.
Günümüzde de bu mekanizma aynı şekilde işletilmektedir. Halk pasif kalmakta, yasa ve yönetmeliklerin tepedekiler-saraylardakiler tarafından oluşturulmasını kabul etmektedir. Tepedekiler de, halkın ürünleri ve-emekleriyle oluşan gücü kullanarak, insanları istedikleri şekilde yönetmektedirler. Ve bu sömürü düzenin temeli, doğadaki yaratıcılık-yönlendiricilik gücünün, doğal içgüdü sistemiyle, varlıkların kendi içlerinde olduğunun bilinmemesidir.
Kutsal kitap bilgilerine bakıldığında ise, böyle özelliklere sahip kişilerin hep Sami ırkı mensupları arasından çıktıkları fark edilir. Günümüzde bu durum aynen devam etmektedir. Para-Siyaset-Din kıskacına alınan insanlık, yaratıcılık kavramının tamamen yanlış tanıtılması ve bu yanlış hayat görüşünün dinsel-kutsal-bir görüş olarak geleneklere işlenmesi sonucu tüm çocuklar doğar doğamaz bu gelenekler nedeniyle statik sistemli hayat görüşü ile şartlandırılmakta ve artık ondan sonra mantıklı düşünemeyen zombi insanlar olarak toplumlarda yer almaktadırlar.


(7. bölüm)

 

EFENDİLER neden insanlığı kutuplaştırmıştır?


İbrahim peygamberin tanrısı (efendisi = Rab) ona şöyle der:
Bab 17
Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım.
Tanrı İbrahim'e, "Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız" dedi,
"Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak.

İbrahim peygamberin karısı Sara’dan olan İshak ve cariyesi Hacer’den olan İsmail adında iki oğlu vardır. Bu nedenle bu iki oğlunun soyundan gelenler sünnet olurlar. (Biz Türkler acaba neden sünnet oluyoruz?)
İshak’ın ve İsmail’in bir çok oğlu olur.

İshak’ın oğullarından biri olan Yakup’un tanrısı ona şöyle der: 
Bab 35,
1.    10-"Sana Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak" diyerek onun adını İsrail koydu.
2.    11-"Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım" dedi, "Verimli ol, çoğal. Senden bir ulus ve uluslar topluluğu doğacak. Kralların atası olacaksın.
3.    12-İbrahim'e, İshak'a verdiğim toprakları sana verecek, senden sonra da soyuna bağışlayacağım."

Bu şekilde İsrail-oğulları kavramı ortaya çıkmış olur. Yakub’un bir çok oğlu vardır, ama o en çok küçük oğullarından Yusuf’u sever. Diğer kardeşler onu kıskandıklarından, Yusuf’’u köle olarak satarlar ve Yusuf bir Mısır’lı bir ağanın yanına alınır. Yusuf’un İsrail-oğullarının tanrısıyla arası iyi olduğundan, tanrısı ona rüya yorumlamak gibi özel yetenek vermiştir. Mısır’da bir çok kişinin ve bu arada Firavun’un rüyasını çok iyi yorumlar, bu yorum neticesinde Mısır’da nüfuzu çok artar, hatta Firavun bir çok yetkisini ona devreder.
Yakup zamanında da ülkesinde kıtlık olur, ve Yakup, oğullarını tahıl almaları için Mısır’a gönderir. Mısır’da çok yetkili olan Yusuf, kardeşlerine kendisini tanıtmadan, onlara tahıl verir ve geri gönderir, vs.
Olaylar bu şekilde sürerken, Yakub’un yaşadığı yerde kıtlık devam eder. Ve bir gün tanrısı Yakub’a şöyle seslenir:
Bab 46
O gece Tanrı bir görümde İsrail'e, "Yakup, Yakup!" diye Seslendi. Yakup, "Buradayım" diye yanıtladı.
Tanrı, "Ben Tanrı'yım, babanın Tanrısı" dedi, "Mısır'a gitmekten çekinme. Soyunu orada büyük bir ulus yapacağım.
Seninle birlikte Mısır'a gelecek, soyunu bu ülkeye geri getireceğim. Senin gözlerini Yusuf'un elleri kapayacak."
Bab 47
Yusuf gidip firavuna, "Babamla kardeşlerim davarları, sığırları ve bütün eşyalarıyla Kenan ülkesinden geldiler" diye haber verdi, "Şu anda Goşen bölgesindeler."
Sonra kardeşlerinden beşini seçerek firavunun huzuruna çıkardı.
Firavun Yusuf'un kardeşlerine, "Ne iş yapıyorsunuz?" diye sordu. "Biz kulların atalarımız gibi çobanız" diye yanıtladılar,
"Bu ülkeye geçici bir süre için geldik. Çünkü Kenan ülkesinde şiddetli kıtlık var. Davarlarımız için otlak bulamıyoruz. İzin ver, Goşen bölgesine yerleşelim."
Firavun Yusuf'a, "Babanla kardeşlerin yanına geldiler" dedi,
"Mısır ülkesi senin sayılır. Onları ülkenin en iyi yerine yerleştir. Goşen bölgesine yerleşsinler. Sence aralarında becerikli olanlar varsa, davarlarıma bakmakla görevlendir."
Bu şekilde Yakup ve sülalesi Mısır’a göç etmiş olur. Yakup yaşlanıp ölünce, onu alıp, Kenan bölgesindeki kendisin satın aldığı yere gömerler ve tekrar Mısır’ dönerler. İsrail oğulları Mısır’da çok çoğalırlar, dolayısıyla zamanla Mısır’lılarla aralarında çekişmeler başlar, İsrail oğullarına kötü muamele yaygınlaşır
Çık.1: 6 Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü.
Çık.1: 7 Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.
Çık.1: 8 Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.
Çık.1: 9 Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,
Çık.1: 10 "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."
Çık.1: 11 Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
Çık.1: 12 Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
Çık.1: 13 İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.
Çık.1: 14 Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
Çık.1: 15 Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
Çık.1: 16 "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."
Bu şekilde İsrailoğullarının erkek çocukları öldürülmeye başlanır. Ama bu erkek çocuklardan birini öldürülmeyip, bir sepete konarak Nil nehrine bırakılır. Musa böyle bir çocuklukla hayata başlar. Neyse Musa büyür. Şimdi Tevrat’tan ayetlerle devam edelim:

BÖLÜM 3
Çık.3:1 Musa kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı Dağı'na, Horev'e vardı.
Çık.3:2 RAB'bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor.
Çık.3:3 "Çok garip" diye düşündü, "Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!"
Çık.3:4 RAB Tanrı Musa'nın yaklaştığını görünce, çalının içinden,"Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "Buyur!" diye yanıtladı.
Çık.3:5 Tanrı, "Fazla yaklaşma" dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.
Çık.3:6 Ben babanın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı'yım." Musa yüzünü kapadı, çünkü Tanrı'ya bakmaya korkuyordu.
Çık.3:7 RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
Çık.3:8 Bu yüzden onları Mısırlılar'ın elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit*, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim.
Çık.3:9 İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
Çık.3:10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim."
Çık.3:11 Musa, "Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
Çık.3:12 Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız."
Çık.3:13 Musa şöyle karşılık verdi: "İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir?' diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?"
Çık.3:14 Tanrı, "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler'e de ki, 'Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.'
Çık.3:15 "İsrailliler'e de ki, 'Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı RAB*fc* gönderdi.' Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.
Çık.3:16 Git, İsrail ileri gelenlerini topla, onlara şöyle de: 'Atalarınız İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB bana görünerek şunları söyledi: Sizinle ve Mısır'da size yapılanlarla yakından ilgileniyorum.
Çık.3:17 Söz verdim, sizi Mısır'da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.'
Çık.3:18 "İsrail ileri gelenleri seni dinleyecekler. Sonra birlikte Mısır Kralı'na gidip, 'İbraniler'in Tanrısı RAB bizimle görüştü' diyeceksiniz, 'Şimdi izin ver, Tanrımız RAB'be kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım.'
Çık.3:19 Ama biliyorum, güçlü bir el zorlamadıkça Mısır Kralı gitmenize izin vermeyecek.
Çık.3:20 Elimi uzatacak ve aralarında şaşılası işler yaparak Mısır'ı cezalandıracağım. O zaman sizi salıverecek.
Çık.3:21 "Halkımın Mısırlılar'ın gözünde lütuf bulmasını sağlayacağım. Gittiğinizde eli boş gitmeyeceksiniz.
Çık.3:22 Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlılar'ı soyacaksınız."

Rab Musa'ya Belirtiler Gösteriyor
BÖLÜM 4
Çık.4: 1 Musa, "Ya bana inanmazlarsa?" dedi, "Sözümü dinlemez, 'RAB sana görünmedi' derlerse, ne olacak?"
Çık.4: 2 RAB, "Elinde ne var?" diye sordu. Musa, "Değnek" diye yanıtladı.
Çık.4: 3 RAB, "Onu yere at" dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı.
Çık.4: 4 RAB, "Elini uzat, kuyruğundan tut" dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu.
Çık.4: 5 RAB, "Bunu yap ki, ataları İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB'bin sana göründüğüne inansınlar" dedi.
Çık.4: 6 Sonra, "Elini koynuna koy" dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu.
Çık.4: 7 RAB, "Elini yine koynuna koy" dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski haline dönmüştü.
Çık.4: 8 RAB, "Eğer sana inanmaz, ilk belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilirler" dedi,
Çık.4: 9 "Bu iki belirtiye de inanmaz, sözünü dinlemezlerse, Nil'den biraz su alıp kuru toprağa dök. Irmaktan aldığın su toprakta kana dönecek."
Çık.4: 10 Musa RAB'be, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim."
Çık.4: 11 RAB, "Kim ağız verdi insana?" dedi, "İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?
Çık.4: 12 Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim."
Çık.4: 13 Musa, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ne olur, benim yerime başkasını gönder."
Çık.4: 14 RAB Musa'ya öfkelendi ve, "Ağabeyin Levili Harun var ya!" dedi, "Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek.
Çık.4: 15 Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim.
Çık.4: 16 O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sende onun için Tanrı gibi olacaksın.
Çık.4: 17 Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin."




İşte olaylar böyle devam ederken, Santorini volkanı patlaması olur ve tsunami dalgaları Mısır’ın düz sahil ovalarındaki Firavun askerlerini ve yandaşların öldürür. Goşen adlı biraz daha yüksek yerlerde yaşayan İsrailoğulları da kaçarak Sina bölgesine geçerler.
Tevrat’tan aktarılan pasajlarda görüldüğü üzere, Tevrat Musa Peygamber’e vahiyle gelen bir ilahi mesaj değil, farklı zamanlarda, farklı peygamberlere geldiği öne sürülen mesajlardan oluşmuştur. Dolayısıyla, çok sonraları kraliyet mensupları tarafından derlenmiş, eski menkıbelerden oluşmuştur.
İlk kutsal kitaptan önce, İbrahim  peygamber, Tanrısı tarafından seçilir ve soyu kutsal ilan edilir. Ondan sonra onun soyundan gelenler arasından peygamberler seçilirler ve onlara, Sina yarım-adasından Orta-Anadolu’ya kadar uzanan bir alanın “vaat edilen topraklar” olarak onlara sunulduğu ve kendilerinin soylarından gelecek insanlara tahsis edildiği şeklinde bir ilahi taahhüt yapılır. O topraklarda yaşayan insanlar, İbrahim’in soyundan olmadıklarından, onlarla savaşılıp, yok edileceklerdir; İbrahim’in tanrısı da, bu savaşlarda kendi kullarına yardım edecektir. Kutsal kitaplar bu temel inanç felsefesine dayanır.

Kutsal Kitaplarda İsrail-oğulları seçilmiş ırk olarak belirlenmiştir. Bu ırkçılık ve dinsel ayrımcılık oluşmasının, dolayısıyla toplumlar arası savaşların temel nedenidir.


 (8. bölüm)

Neden peygamberli sistemden önce hızlı bir gelişme vardı?

Animizm – paganizm gibi inançlar, yorumlamalı kehanete dayalıdır. Hele animizm, doğayı canlı kabul eder, ki dinamik sistemle bu açıdan tam uyumludur. Bu inançlar putperestlik diye hor görülmüştür. Halbuki put denilen şey, doğadaki bir tür enerji kaynağını temsil eder ve doğada da enerji çeşitli sistemlerde depolanmıştır.
 Bir şaman öğretisi şöyle der: "Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için doğurmaz. Rüzgar kendisi için esmez. Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz. Doğanın anayasasında ilk madde şudur: Her şey birbiri için yaşar. Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur. Eski çağlardan süre gelen bir anlayıştı bu. Bütünlüğü anlatırdı, özü iki cümleydi; Ben, biz olduğumuz zaman ben olurum; Ben, ben olduğum için sen, sensin..."

Halbuki statik (yani peygamberli) sistem tüm enerji ve bilginin varlıkların dışında olduğunu ve varlıklar arası etkileşimlerle değil, varlıkların dışındaki bir merkezden yönlendirildiğini savunur. Dolayısıyla peygamberlikten önceki dönem insanları, dinamik sistemin temeli olan karşılıklı etkileşime ağırlık verip, tepeden birilerinden bir emir-yönlendirme almadan yaşamı gerçekleştirmeye çalıştıklarından, başarılı olmuşlar ve şekilde mavi-hat boyunca geçekleşen ürünleri yaparak, insanlık kültürünün gelişmesinin ilk ve en temel adımlarını atmışlar ve hızlı bir üstel gelişim içine sokmuşlardır.

İnsanlığın hızlı bir şekilde devam eden kültürel gelişim yolundan saptırılarak, gecikmeli şekilde yaşamaya devam etmesinin nedeni, statik sistemli, dogmatik bir görüş etkisi içine sokulmuş olmasıdır. Yaklaşık 3500 yıl öncelerine kadar insanlık, paganizm tipli yorumlayıcı öngörüler oluşturmaya dayalı bir düşünce tarzıyla yaşarken, o tarihte, yukarıda açıklanan olaylar nedeniyle peygamberli sistem etkisi altına girmiştir. Dolayısıyla, daha önceleri dinamik sisteme yakın ve dogmatik olmayan bir tarzda düşünürken, artık tamamen statik sistemli, tepeye bağımlılık sistemi içine girilmiştir. Bu ise insanların pasif kalıp, her şeyi tepedeki birilerinden bekleyen bir toplum oluşturulmasına dönüştürmüştür. Bu durum batı-aleminde Rönesans ve reform sistemiyle kısmen düzeltilmiş ve batı aleminin bilim ve teknolojide ilerlemesinin yolunu açmıştır. Ama diğer katı dogmatik ve otoriter sistemler içinde yaşayan toplumlarda bir reform yapılmadığından, onlar batı-dünyasının sömürüsü altında yaşamaya devam etmektedirler.


 (9. bölüm)

İnsanların bencil, kendini beğenmiş olmasının temel nedeni

Günümüz insanlığının en büyük hatası, kendisini diğer canlılardan çok farklı ve üstün görmesidir, ki buna arrogance=kendini beğenmişlik denir. İnsan kendisinin “özgür bir iradeye” sahip olduğu, diğer varlıkların ise, iç-güdüsel davrandığı şeklinde bir inanç içindedir. Bu nedenle de kendisini çok özel bir şey sanır. Kendini beğenmişlik, her alanda kendini gösterir, ırkçılık denilen toplumsal birlik ve bütünlüğü zedeleyici faktörün temelinde de vardır, doğadaki canlıları “hayvan” diye aşağılayıcı bir terimle belirleyip, kendisini “insan” diye üstün bir sınıf olarak görmesinin temelinde de bu kendini beğenmişlik vardır.
Bu kendisini üstün görme hastalığı, doğadaki oluşum mekanizmasının, yani yaratma-yönlendirme-etkileme sisteminin yanlış yorumlanmasından kaynaklanır.
 Şöyle ki:
Doğada bir şeyin yapılması için mutlaka enerji gerekir. Zamanın oluşum aşamaları da, evrensel sistemimiz başlangıcında her şeyin parçalarına ayrılmış ve enerjiye dönüşmüş olduğunu gösteriyor, bak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Çok kısa ömürlü ve çok hareketli kuantsal öğelerden oluşan bu enerji alemini 138 birimli bir temel sistem olarak düşünürsek, bu 138 birimin 137 birimi “strong-force = güçlü-kuvvet” adı verilen bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir. Geriye sadece 1 birimlik enerji kalmıştır ve bizlerin hayatı, ilişkileri vs. sadece bu BİR birimlik kalıntı ile sürdürülmektedir. Doğayı etkileyen-yönlendiren kuvvet sistemlerinin oranı 1/137 olmaktadır. 137 kat etkili olan kuvvet, hücrelerimizdeki atomların çekirdekleri içinde proton ve nötronları bir arada tutan kuvvettir, diğer 1 değerindeki oran ise, tüm diğer olaylarda kullanılan enerji miktarına denk gelir. Pozitif-yüklü protonların birbirlerini itmeden bir arada bulunabilmeleri gluon denilen bu güçlü etkileşim faktörü sayesinde olmaktadır. 
Bu zıtlığı neden belirtmek istediğime gelince:
Bir şeyi yapan-yönlendiren-etkileyen temel faktör enerjidir. Enerjinin %99.3 lük kısmı içlerimizdeki atomların çekirdeklerinde bulunur. Elektromanyetik kuvvet, yerçekimi gibi faktörlere kalan enerji oranı ise sadece binde 7 kadardır. Ve bu binde 7lik enerjinin yine en büyük kısmı bedenimiz içindeki elektromanyetik etkileşimlerdedir. Yani gerek biz insanların, gerek tüm diğer varlıkların davranışlarında etkili olan enerji, içsel kökenidir. Dışarıdan etkileyen enerji miktarı sıfır denilecek kadar azdır. Dolayısıyla iç-güdü denilen faktör doğadaki en etkileyici kuvvet türüdür ve içsel kökenidir; onun için adı İÇGÜDÜ olmuştur. Varlıkların davranışlarını, kimyasal bileşimleri belirler ve her varlık kimyasal bileşimine uygun bir iç-güdüye sahiptir. Dolayısıyla iç-güdü en doğal yönlendirici faktördür.
Bedenlerimiz içindeki atomlar birer kaynayan kazandırlar. Her saniye milyarlarca defa enerji-dönüşümleri gerçekleştirirler ve her dönüşümde elektron, pozitron, nötrino gibi atom-altı-öğeler çevrelerine yayarlar. Bu atom-altı-öğelerin bir kısmı beden içindeki diğer atomlarla etkileşime girip, onların davranışlarını değiştirirken, nötrinolar beden dışına çıkıp, çevreyle etkileşime geçerler. Doğadaki diğer varlıklardan yayılan nötrinolar da bedenlerimize girerler ve bedenimizdeki atom-altı-öğelerle etkileşirler. Yani doğadaki tüm varlıklar sürekli bir karşılıklı etkileşim içindedirler, ve bu etkileşimlerdeki tetikleyici güç, hep varlıkların kendi içlerinden başlar. 
 İç-güdü doğadaki her varlıkta bulunur. Yalnız olduklarında çok hareketli olmak zorunda olan atomların birleşerek bir molekül oluşturmaları içgüdüseldir; moleküllerin sıcaklık-basınç faktörlerini algılayarak bir yöne göçleri ve bir akıntı oluşturmaları içgüdüseldir; bir su damlasının sıcaklık arttığında buharlaşması, sıcaklık düştüğünde donması da içgüdüsel bir davranıştır; kurumaya başlayan bir meyvenin içindeki atomların oranlarının değişmesi de içgüdüseldir; bir toprağa düşen bir tohumun, nem ve sıcaklık değişimlerine uyarak filizlenmeye başlaması da bir iç-güdüsel davranıştır.
Tüm varlıklarda mevcut İçsel-dürtüler, varlıkların bilgi ve bilinçle hareket ederek ve olasılık hesaplarına göre işlem yaparak, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olmalarını gerektirmektedir. Ama bizler, arroganz nedeniyle bilgi-ve bilincin, sadece insan ve insan-üstü sistemlerde olduğu şeklinde bir görüşe saplanınca, yanlış yorumlamalar bir-birini izlemeye başlar. Einstein’ın “Allah zar atmaz” cümlesi bu yanlış yorumların başında yer alır.
     
Atom-altı-öğeler aleminin oluşturduğu kuantsal canlılar, bilgi ve bilinç sahibidirler. Hep daha ergonomik üst-sistem oluşturucu yönde, kimyasal bileşimleri değiştirerek yeni varlıklar oluşturmuşlardır. Bu yeni oluşturulan varlıklar da, yine bilgi ve bilinçli şekilde daha rahat yaşam sistemleri oluşturacak şekilde bir davranış içinde olmuşlardır. Bizlerin iç-güdü dediğimiz davranışın temelinde, otomatiğe alınmış geçmiş hayat döneminden kalma eski-öğrenilmiş-bilgiler yer alırlar.

Kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra tekrar doğarlar. Kuantlar aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Bedenlerimiz ortalama 70-80 yıllık bir ömür döngüsüne sahiptir. Ama o bedeni oluşturan hücrelerin ömür döngüleri, günler veya aylarla sınırlıdır; mide zarı hücreleri 2 günlük; bağırsak çevresi hücreleri 3-4 günlük, derimizi oluşturan hücreler 2-3 haftalık, kan hücreleri yaklaşık 1 aylık, karaciğer ve pankreas hücreleri yaklaşık 1 yıllık bir ömre sahiptirler. En uzun ömürlü hücrelerimiz, yaklaşık 10 yıllık bir ömre sahip olan kemik-hücreleridir. Yani bizler bir hücreler kolonisi olarak 70-80 yıl yaşarken, bedenimizi oluşturan hücreler defalarca doğup-ölmektedirler.
Hücreleri oluşturan moleküllerin ömürleri ise çok ama çok daha kısadır: Moleküllerin ömürleri, dakikalık – saatlik sürelerle belirlenir.
Molekülleri ve atomları oluşturan atom-altı-öğelerin ömürleri ise çok ama çok daha kısadır: saniyenin milyarlarda biri kadar kısa bir süreç!
Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç noktasıdırlar.

Anlaşılacağı üzere, Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Tanrı doğayı yaratan olarak tanımlanmıştır. Doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla  gösterildiğinden, TANRI kavramı da artık anlaşılır olmuştur.

Doğada her varlık enerjisini-besinini iç-bileşenlerinden alır: Bedenler enerjilerini hücrelerinden; hücreler moleküllerden; moleküller atomlardan; atomlarda kuantsal sistemden alırlar. Hiçbir üst-sistemde, yani tepede (yöneticilerde), bir enerji veya besleyici özellik yoktur.


 (10. bölüm)

 

Halbuki insanlık asırlardır, doğa ve dünyanın tepedeki bir doğa-üstü-güç sistemiyle oluşturulup, yönetildiği bilgisiyle yetiştirilmektedir.

Statik Sistem

İnsanlara asırlardır şekilde özetlenen türde bir doğal-oluşum modeli belletilmektedir. Bu oluşum modelinde yaratıcı sabit ve değişmezdir. Yaratma-yapma gücü bu değişmez varlığa aittir.

Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, onlar tarafından ortaya konulmuştur.

Doğada karşılıklı etkileşime dayanmayan hiçbir şey yoktur. Zaman kavramının aydınlatılması bu konuya kesin bir açıklık getirmiştir. Toplum oluşturma görevi biz insanların görevidir. Yani hiç kimse, “ben senin görüşüne katılmıyorum, Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma” deme lüksüne sahip değildir, çünkü hepimiz aynı “gemideyiz, ve bu gemi batarsa, hepimiz batarız.”

 

Şimdi Kutsal Kitap verileriyle “kendini beğenmişlik- arrogans arası bir bağlantı vardır ve şöyledir.


Kutsal kitaplardan bu konuyla ilgili önemli ayetleri görelim:
1. Bab:
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.
Onları kutsayarak, "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
Yeryüzündeki bütün canlılar, denizdeki bütün balıklar sizin yönetiminize verilmiştir. Bütün canlılar size yiyecek olacak. Yeşil bitkiler gibi, hepsini size veriyorum

Bu ayetlerin insan davranışına etkisi: İnsan sadece kendisinin bilgili ve bilinçli olduğuna inanır, diğer canlıları bilinçsiz kabul eder; yeryüzünde diğer canlılara karşı her türlü acımasızlığı yapar, doğal, ekolojik dengenin bozulmasının temel suçlusu olur.

Kutsal Kitapların doğa dünyanın yaratılışı ve işleyişi hakkındaki görüşleri, yukarıda açıklandığı ve de şekilde özetlendiği gibidir.

 (11. bölüm)

Kuantsal yaratıcılık (dinamik sistem)

Günümüz doğa-bilimsel verilerine göre doğa ve dünyamız nasıl oluşturulup, yönlendirilmektedir? 


Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Ve bu öykü yeryuvarı arşivlerinde kayıtlıdır. Bak. http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
O makalede gösterildiği üzere, doğadaki her şey, varlıkların en küçük yapı-taşları olan çok kısa ömürlü ve çok hareketli atom-altı-öğelerle başlamaktadır. Daha uzun bir ömür ve daha rahat bir hayata ulaşmaya yönelik üst-sistemler içinde bir araya gelmek, onların temel amaçları olmuştur. Böylelikle, gittikçe büyüyen üst-sistem oluşumlarıyla, gittikçe daha ergonomik yapılar oluşturmaya yönelik etkileşimler sürdürülmektedir. Yani evren dinamik bir oluşum sistemiyle gittikçe gelişmektedir.

Tanrı veya doğa-üstü-güç doğayı yaratan veya oluşturan olarak tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla gösterildiğinden, TANRI kavramı (veya evrimcilerin doğal seçicisi) de artık anlaşılır olmuştur ve şu durum ortaya çıkmıştır:

Doğa sürekli değişim-dönüşüm içindedir. Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Doğal sistemin yaratıcısı olan kuantsal canlılar dahil, her şey sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içindedirler.


 (12. bölüm)


DİNAMİK SİSTEM olasılık hesaplarına göre işletilir.

Doğada dinamik sistem geçerlidir. Ve dinamik sistemde yaratma-oluşturma görevi en tabandaki atom-altı-öğelere, yani kuantsal-sisteme aittir. Kuantsal sistem canlıdır ve şekilde gösterilen temel özelliklere sahiptirler.
Bu özellikleri yanında kuantsal sistemin şu özelliğini de mutlaka bilmemiz gerekir:

Kuantsal sistemde kesinlik yoktur, her şey olabilir.

Şimdi atom-altı-öğelerle yapılan bir başka “2-seçenekli” ( 2 yarık değil de 2 küçük delik) deneyi göstererek, onların bilinçli mi yoksa robot gibi mi davrandıklarını görelim.
Şekilde görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve (5) noktasına da bir detektör (D) yerleştirilir. Aralarındaki perde üzerinde de (A) noktasına bir delik açılır.
Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek şekilde ayarlanır.
Aynı boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 ögeden 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir.   …  Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.
Daha önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç öge algılamadığı görülür.
Detektörün konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda dört tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.


Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelerin şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
İki delikten de geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka duvar üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda, dört ile sıfır arasında değişen dağılım gösterirler.

Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.  (D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:
Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir:
2 Örn. (A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu.
Öge bu iki değeri toplar: +1-1=0.  Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.
Hayret! Delikler tek tek açık olduklarında her delikten bir adet geçebiliyordu, şimdi deliklerin ikisi de açık, ama hiçbir şey delikten geçmiyor. Bu nasıl iş?
Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2.   2’nin karesi alınır: 4 eder.
Bu durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kayıt eder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!
Yine hayret: bir delikten geçebilecek öğe sayısı bir tane idi, deliklerin ikisi birden açılınca, nasıl oluyor da 2 yerine 4 tane öğe geçebiliyor?
İşte kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre davranmalarıdır.
Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler.
Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir.
Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.  Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?
Çünkü ögelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.
Ama iki delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir olasılık hesabı yaparak davranır.
Atomik öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama, önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.
Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.
Burada iki noktanın vurgulanması gerekir:
Birinci nokta şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.
İkinci nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel deterministik görüşlü  fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıların haricinde bir güç sisteminde olduğu “kutsal kitaplı” önyargıdan, kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.


 (13. bölüm)


Olaylar rastgele veya tesadüfî değil, olasılık hesabına göredir

Havadaki veya sudaki hiçbir molekül rastgele hareket etmez. Her bir molekül, kendisine komşu moleküllerin sıcaklık ve basınç değerlerini kendisininkiyle kıyaslar ve en düşük değer yönünde hareket eder. Tüm moleküller aynı şekilde davrandıklarından, havada veya suda aynı anda akıntılar başlar; rüzgârlar ve deniz içi akıntı sistemleri bu şekilde oluşurlar.
Moleküllerin çevre koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli yönlenme, bedenlerimizdeki (ve de hücrelerimizin içindeki) moleküllerde de görülür. Organik moleküllerde 3” ve 5” olarak tanımlanan kutuplaşmalar vardır ve tüm reaksiyonlar bu kutuplaşmalara göre gerçekleşir. Nobel ödüllü Blobel (1999)’in ispatladığı üzere, hücre içlerindeki proteinler belli adres-etiketlerine göre hareket etmektedirler.
Doğada rastgelelik veya tesadüf olmamasının nedeni şudur:
► 1- Her şey enerjiyle oluşur ve tüm enerjilerin kaynağı da kuantsal sistemdedir.
► 2- Kuantsal sistemdeki bu enerji, atom > molekül > hücre gibi üst sistemlerde depolandıkça, yeni oluşacak üst-sistemler, çevrelerindeki hangi tür enerji kaynağından yararlanabileceklerinin bilgilerini oluşturmaya başlarlar (çünkü bilgi, enerjinin nereden nereye aktarılması gerektiğinin verileridir).
► 3- Bilgiler, varlıkların yapı ve dokularındaki anizotropiler olarak kayıt altına alındıklarından, tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyallerin bu anizotropik yapısallaşma unsurları ile olan etkileşimlerine göre davranırlar.
► 4- Çıkartılacak sonuç şu olur: Tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyalleri değerlendirip olasılık hesapları yaparak davranışlarını belirlerler.


Beyin dediğimiz organ, hücrelerin doğada nelerin nelere dönüştüğü ve gelecekte ne tür değişim-dönüşümler olabileceği konusunda olasılık hesaplarına dayalı senaryolar üretmek için tasarlanmış bir organdır. Nelerin nelere nasıl dönüştüğü veya doğada nelerin olabileceği gibi konularda bilgi üretmenin önemi hücrelerce çok iyi bilinmektedir. Bu olgu deneylerle saptanmıştır. Şöyle ki:
Beyindeki hücrelerin, çeşitli ödül olasılıkları karşısında nasıl davrandıkları deneylerle ortaya konulmuştur. Hücreler arası haberleşmede kullanılan maddelerden biri dopamindir ve bu ürünün üretilmesi için beyinde özel dopamin nöronları oluşturulmuştur. Bu dopamin nöronlarının, çevre faktörlerini, işe-yararlılık, ödül-olasılığı, varsayım-hatası, vs. açılardan değerlendirerek diğer hücrelere aktardıkları belirlenmiştir (Schultz (1998)). Bu aktarma işlemlerinde dopamin nöronlarının neleri dikkate aldıklarını saptamaya yönelik araştırmalarda ise, (Fiorillo et al. (2003)), dopamin nöronlarının, olasılık oranlarının söz konusu olduğu verilere daha büyük önem verdikleri ortaya çıkmıştır.

Fiorillo ve diğ. (2003)’nin maymunlarla yaptıkları deneylerde, maymunların beyinlerindeki dopamin nöronlarına detektörler yerleştirilerek, (1. küçük-veya-orta boy bir ödül; 2. küçük-veya-büyük boy bir ödül; 3. orta-veya-büyük boy bir ödül, vs.) gibi çeşitli koşullarda nasıl davrandıkları araştırılmıştır.
Araştırma sonucunda:
► 1- Hücrelerin uzun vadeli olaylarla kısa vadeli olaylar arasında ayrım yaptıkları,
► 2- Kısa vadeli değerlendirmelerde, en büyük ödüle önem verip, onu tercih ettikleri;
► 3- Uzun vadeli değerlendirmelerde ise %50 olasılıklı duruma önem verip, onu tercih ettikleri ortaya çıkmıştır.
Hücreler olasılık hesaplarına göre davranırlar. Şekilde görüldüğü üzere, sıfır ile bir arasında değişen ödül alma olasılıkları tercihlerinde, uzun vadeli değerlendirmelerde dopamin nöronları, kesinlik arz eden “sıfır=hiç-ödül-yok” veya “bir=mutlaka-ödül-var” seçeneklerine değil, “elli-elli” seçeneğine ağırlık vermişlerdir. Yani hücreler çok bilgili ve bilinçli davranıyorlar; anlık, kısa vadeli olaylarda hemen en büyük değerdeki ödülü seçiyorlar, ama uzun vadeli davranış söz konusu olduğunda, doğadaki en yaygın olasılık değeri olan %50 (elli-elli) değerini tercih ediyorlar.
Bunun anlamı çok açıktır: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim dönüşüm sistemi içinde olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle, uzun vadeli değerlendirmelerde “kesin ödül yok veya kesin ödül var” seçeneklerine rağbet etmiyorlar! Doğada her şeyin olabileceği gerçeğinden giderek, hep olasılık hesabına önem veriyorlar.


 (14. bölüm)

Diğer bir önemli nokta YETKİ – YÖNTEM  UYUMUDUR:

Beden hücrelerimizin üst-sistemidir. Hücrelerimiz gösterdiğimiz hedeflere ulaşacak şekilde işlevlere girişirler. Ancak gösterilen hedefe ulaşım yolu ve yöntemi doğadaki dinamik sisteme uygun olmak zorundadır, çünkü kuantsal sistemle beslenmekte olan hücreler, kuantsal canlılığın gerektirdiği doğal-sistem ilkelerine uygun davranmak zorundadırlar.

Yetki ve yöntemden kasıt, bir işlevi yapma yetkisinin kimde olduğu, kimin ipleri eline alması gerektiğidir.

Doğada bu yetki hep alt-sistemlerin elindedir, çünkü yaratıcılık kuantsal sistemle başlatılıp, sürdürülmektedir. 

Kutsal kitaplı yaratılış görüşünde yaratıcı varlıkların haricinde-üstündedir; Darwin’ci evrim görüşünde de doğal-seçici varlıkların haricindedir. İnsanlar, doğadaki yaratıcılığı ve doğal-seçilimi varlıkların üstündeki bir makamda varsayınca, bedenimizdeki hücrelerin mantığı allak-bullak olmuştur.

Günümüz insanlığı da, hücrelerimizin bu mantıksal ikilem içinde kalmasının sancılarını çekmektedir. Çünkü gelenek-görenekler bilinç-altı sistemimizi statik sistemli programlamaktadır. Statik sistemde ise yetki üst-sistemdedir. Hücreler ise dinamik sistemde oluşup-geliştiklerinden, otomatik olarak dinamik sistemli davranırlar ve yetkinin alt-sistemlerde olması gerektiği yönünde davranmak isterler. Ve tam bir ikilem içine girerler.

Hücrelerin doğaya uyumlu bedenler oluşturmadaki muazzam yeteneklerini anlayabilmek için, canlıların oluşum aşamalarını gösteren paleontoloji verilerine bakmak yeterlidir. Bu veriler hayatın milyarlarca yıl önce denizlerde başladığını ve ancak 350-400 milyon yıl önceleri karalara uyum sağlayacak düzeye ulaştığını gösterir. Memeli hayvanlar ise, dinozorların 65 milyon yıl önceki bir doğal felaket sonrası yok olmalarından doğan ekolojik boşluğu dolduracak şekilde gelişen bir canlı gurubudur.
Balina, yunus, fok gibi memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse, hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar, yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar değildirler. Onların ataları deniz kıyılarındaki  kara ortamlarında yaşayan akciğerlerle solunum yapan memeli hayvanlardandır. Balıklar gibi solungaçlarla değil, akciğerleriyle solunum yaparlar.
65 milyon yıl önceleri dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan  dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
Hücrelerin mucizevi yaratıcılık örneği  60 milyon önceleri tekrar kendisini gösterir ve bu defa kara hayatından tekrar deniz hayatına dönüşe uygun tasarımlar gerçekleşir. Balinalar, yunuslar foklar gibi denizde yaşayan memeliler bu doğal felaketten sonra hayat sisteminin yeniden düzenlenmesi işlemleri ve eylemleridir. Deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde, suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek yapılmıştır.

Biz insanlar bu temel ilişkiyi dikkate aldığımız takdirde, hücrelerimizin, doğa ve dünya koşullarına uygun sağlıklı bedenler oluşturacağından emin olabilirsiniz. Çünkü hücreler bedenlerimizin düşmanı değil, onun tasarımcısı ve koruyucusudurlar.


İnsanlık ise bu süreç içindeki en önemli oyunculardan biri olarak rol almakta ve dünyamızdaki hayat sisteminin geleceğini etkileyecek bir durumda bulunmaktadır.


Bedenlerimiz hücreler tarafından oluşturulup-yönlendirildiğine göre, neden bedenlerimizin tasarımcısı ve bakımcısı olan hücreler, kanser dahil bir sürü hastalığın ortaya çıkmasına müsaade ediyorlar? Konuyu aydınlatıcı bilgiler http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html dosyasında (gerekiyorsa devam eden dosyalarda) bulunmaktadır.


 (15. bölüm)

Bilgi Oluşturma ve Rahatlama Dürtüsü

Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Ve zaman kavramının yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı verileri, doğadaki oluşum ve gelişimlerin, varlıkların en küçük öğeleriyle (atom-altı-öğelerle) başlatılıp, bu küçük öğelerin gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde birleşerek, gittikçe daha ergonomik yapılar oluşturduklarını göstermektedir. Yani evren gittikçe gelişmektedir.
Peki neden bu atom-altı-öğeler zaman içinde, önce atomlar, sonra moleküller, sonra hücreler – bedenler gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde bir araya geldiler?
Bunu anlayabilmek için insanlığın gelişim tarihine bakalım. İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 10 bin yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama son 10 bin yıldan beri, önce aile, sonra kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?
Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içindedir. Hem sebze, tahıl üretecek; hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem pişirecek bir fırın, tabak, kaşık vs yapacak! Böyle bir koşuşturma içindeki insanın dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede çok daha az koşuşturur ve daha çok dinlenme zamanı olur.
Atom-altı-öğelerin birleşerek atom oluşturmaları da aynı tür bir rahatlama dürtüsü sonucudur. Şöyle ki: proton, nötron, elektron gibi atom-altı öğeler yalnız olduklarında çok enerji harcarlar, birleşip bir atom oluşturduklarında ise, daha rahat bir duruma kavuşurlar. (Birleşilen üst-sistemin kütlesi daha azdır.)


(Bir protonun kütlesi 1.007 atomik kütle birimi (akb), bir nötronun kütlesi ise, 1.008 akb’dir. Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise 12.01 akb’dir. Hâlbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.09 akb’dir. Yani öğeler birleştiklerinde 0.08 akb’lik bir tasarruf ortaya çıkmıştır. Bu enerji, atomların parçalanması sırasında E=mc2 formülüne göre ortaya çıkan MUAZZAM atom enerjisidir. Işık hızının karesiyle çarpılarak artırılan bir miktar söz konusu!)
Atomlar da yalnız olduklarında hala çok hareketlidirler. Bu nedenle onlar da birleşerek moleküller oluştururlar. Sodyum klorla birleşip, tuz molekülünü; hidrojen oksijenle birleşip su molekülünü, vs. oluştururlar. Moleküller de çevredeki basınç-sıcaklık değerlerine uyarak, katı-sıvı-gaz gibi çeşitli şekillere geçerek, doğadaki dinamik sistemi sürdürürler.
Bu nedenle, doğadaki tüm varlıklar, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için birleşme- birlikte yaşama- sistemleri oluşturma çabaları içindedirler. Bu ise “bilgi” oluşturularak yapılır. Bilgi oluşturma ise, varlıklar arası enerji-alış-verişi için gerekli karşılıklı rezonans durumunu oluşturmaktır. Bu nedenle doğada dur durak yoktur; sürekli DAHA RAHAT DURUMA ULAŞMA ÇABALARI vardır ve doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde, yani DİNAMİK SİSTEMli olmasının temel nedeni budur.


Neden Arılar Gibi Bir Toplum Oluşturamadığımız Konusu (16/22)

 (16. bölüm)


Cahillik ile zır-cahilleşme arasında temel bir far vardır.
Önce kısa bir tanım yaparak cahillikle zır-cahilleşme arasındaki farkı belirtmek gerek. Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama eğitim görmüş ama yanlış bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşün doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşmeye uğrarlar. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. 
Kutsal-kitaplar, tepedeki yöneticiler tarafından hazırlanmış senaryolardır. Amaç tepedeki bir EFENDİLER zümresine insanları itaatkar yapmaktır. Bu durum, yukarıdaki bölümlerde gerekçeleriyle açıklanmıştır. Tepeye bağımlılık ise tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağıdır.
Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) tüm toplumsal sorunların kaynağıdır, şöyle ki:
1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise, temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
Biri muz derken, diğeri hıyar anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma sağlanamaz
2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil, toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan, 
a) İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir.
b) İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs.
Her şey tepedekilerce belirlenirse tabandakilerin yeteneği körleşir.
3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir.
Tembel veya çalışkan insan yetiştirmek sisteme bağlıdır.
Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel direğidir.
4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya çıkar. 
Kamu mallarına zarar veren insanlar, hatalı eğitilmiş olduklarından, kendi bindikleri dalı kestiklerinin farkında değillerdir.
Toplum malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.
5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit, suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
Tepedekilerin emirlerine uyularak, onlar gibi düşünmeyenlere işkenceler yapılır.
6- Devletin sahipliği tepedeki bir kişiye bırakıldığında, tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir.
Demokrasilerde Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü aydın kişi, tepedekiler gibi düşünmediklerinden, “devlet çıkarlarını koruma” adına öldürülürler.
7- TBÖ’de yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere” yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun geri kalmasına yol açar. El-Etek öpmek aşağılık kompleksi ürünüdür.
8- TBÖ’de toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir. Doğada her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.
9- Her insanın içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler.
Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. 1970’li yıllarda emniyet güçlerimiz “Pol-Bir” “Pol-Der” gibi sağcı-solcu olarak bölünmüştü.
Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon- Balyoz-davaları, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar.
11- “Sahip” tepedeki bir kişi olunca, tüm varlıklarıyla doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır; X- devleti, Y-devleti gibi bir sürü parçaya bölünür; sonra bu devlet-sahipleri ülkeyi çeşitli ağalara-beylere parsellerler. Doğa ve dünya bu şekilde parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip çıkamamıştır. Denizler kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme suyumuz bile pet-şişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur.
12- Sahiplenme tüm fabrika ve benzer iş-yerlerinde de devam etmiş, işçiler boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilmişlerdir. İşçilerin sendika gibi kuruluşlar içinde birleşerek, seslerini duyurabilmelerinden sonra işçi-işveren mücadeleleri devam etmektedir. Bu ise grev-lokavt gibi toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol açmaktadır.
13- Statik sistemli Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Para ile yaptırılamayacak bir kötülük var mıdır? YOKTUR! Statik sistemde “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olduğundan, dünyada huzur olması mümkün müdür? Para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olduğuna göre, Statik sistemli TBÖlü hayat görüşleri yok edilmediği sürece dünyada huzur olmayacaktır.
14- TBÖ’de, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs..
Özetle: Tepeye yerleştirilen lider ister en iyisi, ister en kötüsü olsun, yukarıda sıralanan toplumsal sorunların oluşması kaçınılmazdır. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal sorunlarımızın temel kaynağıdır. 
Tepeye bağımlılığın toplumsal sisteme bu kadar zararlı etkileri varsa, acaba doğada tepeye değil de, tabana bağımlılık sistemi mi var?
Bir düşünsel deneyle, toplumsal sistemin tabana bağımlı olduğu bir model tasarlayalım: 
          Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız, en iyi öğretmeni seçerdiniz;
          Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi düzenleyecek, elektrik işlerinizi yapacak kişiyi siz seçecek olsaydınız, en yetenekli, en bilgili kişileri seçerdiniz;
          İnsanlar meslek edinirken, iyi yapabilecekleri işlere soyunup, iyi bir eğitimden geçerek, bilgi ve beceri sahibi kişiler olarak toplumda yerlerini alırlardı;
          Kötü hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı.
          Toplum iş ve meslek mensuplarının hizmet takaslarına dayalı kredi sistemiyle işleseydi, kalpazan, vergi-kaçakçısı, kiralık-katil, sabotajcı gibi kişilikler nasıl iş bulurlardı?
          Toplumun bir hizmet ve ürün ortaklığı olduğunu bilen insanlar, ürünlerinin en iyi şekilde olması ve ihtiyaç sahiplerine ulaşması için kendi aralarında örgütlenirler ve hizmetin aksamaması için ne gerekiyorsa yaparlardı (tepedeki birilerine bağımlı olmazlardı).
        
 Böyle bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez miydi?
Evet!!! Her şey düzeliyor.
Dinamik sistem insanlığın tüm toplumsal sorularını çözerken, insanlara özgürlük, kendine güven duygusu verirken,  hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahilleşmeden başka bir şeyle açıklanamaz. İnsanları zır-cahilleştiren faktör, yaratıcıyı yanlış olarak insanlara belleten efendiler sınıfınca düzenlenmiş kutsal kitaplı hayat görüşüdür. Bir kutsal kitaba inandığına yemin eden kişi, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olan bir görüşün egemenliğini kabul ettiği için toplumuna ihanet eden, çocuklarının geleceğini karartan kişidir.
Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahilleşmeye uğrar..
Öyleyse, kutsal kitaplar insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir inanç sistemi değil mi?

 (17. bölüm)


”Yaratıcılık Allah’a mahsustur” tam bir zır-cahillik ifadesidir.
Şimdi bu zihinsel zehirlemenin nasıl işlediğini gösterelim.
“Yaratıcılık Allah’a mahsustur” ifadesi toplumumuzda çok yaygın kullanılır. Ve bu ifade özellikle islam aleminde yaygındır, çünkü tüm bilgilerin kutsal kitapta yazıldığı, o kitabın iyi okunması ve anlaşılmasıyla, her şeyin yapılabileceği, tüm icat ve keşiflerin bu yöntemle gerçekleştirilebileceği  egemen görüştür.
Yandaki şekilde gösterildiği üzere, yaratıcılık kuantsal sisteme mahsustur. Ve kuantsal sistem, bedenimizin dışındaki bir efendide değil, bedenlerimiz içindeki hücrelerimizde ve de onların içlerindeki atomik sistemdedir.
Hücreler kendilerine gösterilen hedefe ulaşacak şekilde işlemler yaparlar. Hedef yüksek dallardaki yapraklara ulaşmak ise, uzun boyunlu bir yaratık, hedef yerlerdeki çimleri yemek ise, ona uygun bir yaratık oluşturulur.
Balina, yunus, fok gibi memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse, hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar, yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar değildirler. Onlar denizde yaşamaya başlayan balıkların, kara yaşamına uyum sağlayacak şekilde evrimleşmiş temsilcileridirler. Solungaç yerine akciğerleri vardır. Ama dünyamızda yaşam koşulları değişince, yani 65 milyon yıl önceleri dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan  dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
350 milyon yıl önceleri deniz hayatından kara hayatına geçişi gerçekleştiren hücreler, 60 milyon önceleri de,  bu defa kara hayatından tekrar deniz hayatına dönüşe uygun tasarımlar yapmışlar, deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde, suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek yapılmıştır.
Bir toplumdaki insanlara, “yaratıcılık  Allaha mahsustur” denildiğinde, o insanın beynindeki hücreler dumura uğratılmış olur, çünkü hücrelerin kendilerine yapıcı bir hedef gösterilmemiş, tersine, “tepedeki birilerinin yaratacağı şeyi bekleyin, ona göre davranın”, şeklinde bir hedef gösterilmiştir. O beyinler artık yaratıcı bir işleve girişmezler.
Halbuki doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve canlının bağımlı olduğu enerji kaynakları sürekli değişmektedir. İnsan da bu değişimlere uyumlu olmak ve geleceğini güvence altına alabilmek için bu değişim-dönüşümleri en ayrıntılı şekilde takip etmek zorundadır. Geleceğinin nasıl olacağını aktif şekilde takip etmeyen, bu takip işlemlerini bir başkasına (bir efendiye) bırakan insanlar  sömürülme ve uşaklığa mahkumdurlar. 
Bizlerin yapacağı işler, beyinlerimizdeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hücrelerin neyi nasıl yapacakları ise, onların öğrenmelerine-eğitilmelerine bağlıdır. Doğadaki yaratıcılığın, varlıkların dışında bir merkezden gerçekleştiği şeklinde bir veriyle doldurulan beyinlerin, aktif-yaratıcı bedenler oluşturması olanaksızdır. Batı-dünyasının son 500 yıl içinde binlerce keşif yapması ve yüzlerce Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmesi karşısında, islam aleminin tek bir Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmemesinin nedeni  beyinlerimizin bu şekilde şartlandırılmış olmasındandır.

Beyinlerimizdeki nöronlar, çok geniş bir veri-ağı kullanarak işlerini görürler; topluluk düzeyinde bir etkileşim sistemi ve ortak noktalarda uzlaşma söz konusudur.  (Golub et al.2018, s.607)
Beyinler gelecekteki davranışlarının en iyi şekilde olmasını sağlamak için, önemli olayları öngörücü veriler toplamaya çalışırlar.  . (Groessl et al 2018, s.952.)
Beyinler sürekli öngörülerde bulunmaya ve bu öngörülerin oluşan olaylarla örtüşüp-örtüşmediğine bakarlar. Öngörüler olasılık hesapları yapılarak oluşturulur. Bir canlının hayatta başarılı olabilmesi, doğadaki olayların ilişkileri arasındaki kurabileceği olasılıklar hesaplarının güvenirliliğine  bağlıdır.  (Fiorillo et al. 2003, s.1898)
Böylesine bir belirsizlik içinde yaşadığını bilen bedenimiz hücrelerine, “siz pasif kalın, efendi sizin yaşamınız için gerekli kararları verir” zihniyetine bel bağlamış insanların ve toplumları geleceği nasıl olacaktır?
Batı dünyasının ortaçağdan sonra Rönesans ve reformla kutsal kitap etkilerinden kurtulması sonucu insanlarının yaratıcılık gücü artıp, toplumsal kalkınmaları gelişirken, Osmanlı devletinin hala sım-sıkı kutsal kitap inancına sarılıp devam etmesi, geri kalmışlığımızın temel nedenidir.  
Çünkü doğada yaratılış, doğum-ölüm, yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden üst-sistemlere  geçişler şeklindeki  bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.
Doğadaki tüm işlevler enerji ile yapılmaktadır Çalışan, iş yapanlar ise, hep varlıkların içsel bileşenleridir. Bu cehalet cümlesi etkisi altında kalan tüm toplumlar, geri-kalmışlığa mahkumdurlar, çünkü, insanların içlerindeki kendine güven duygusunu, bir şeyler yapabilme isteğini körleştirip, kısırlaşmış, pasif bir kişilik oluşumuna yol açılmaktadır,

 (18. bölüm)

Statik sistemin yönlendiricisi para olmuştur.

İnsanlara asırlardır, doğadaki yağmur, fırtına, deprem, volkan patlaması, kuraklık, mikrobik salgınlar, çekirge-vs. istilaları gibi doğal olayların, doğa-üstü bir güç sisteminin insanları cezalandırması olduğu şeklinde yanlış bir bilgi verilerek mantıkları çarpıtılmaktadır. 
Bu yanlış bilgiler 5-6 bin yıldan beri sürekli aynı nakaratlarla aktarıla geldiğinden, artık toplumların gelenek-göreneklerine işlenmişlerdir. Dolayısıyla insanlar bilinç-altlarına otomatik olarak yerleştirilen bu yanlış bilgilerle hayata başlamaktadırlar.
Peki bu yanlış bilgilerin aktarılması kimlerin işine yaramaktadır, kimler bu yanlışlığın devamını istemektedir?
Bunun tek bir cevabı vardır: Efendiler sınıfı.
İnsanlık tarihinde yaklaşık 5 bin yıldan beri tepedeki bir “efendiler” sınıfının sahiplenip-yönettiği toplumsal hayat sistemi vardır. Bu Efendiler kesiminin kendilerinde bir doğal güç-veya-enerji olmadığından, tabandaki halk kesiminin ürettikleri ürün ve hizmetlere el koyarak oluşturdukları bir “para havuzu = kapital= toplum-hayatının-kanı” ile, halkı istedikleri gibi yönetebilmektedirler. Halkın pasif davranması, tepedekilerden gelecek yönlendirmelere uyacak şekilde davranmalarını sağlamak için, peygamberlik gibi bir yaratıcı-ağzı sistemi hayata geçirilmiş, ve doğal olayları-felaketleri önceden haber verebildikleri öne sürülen kişiler ayarlanarak veya tasarlanarak, halk korku ve baskı altına alınmıştır. “Her millete kendi dilinde bir peygamber gönderildiği” anlayışı ile insanlar arasında kutuplaşma-ayrımlaşma başlatılmıştır.

Bu yetmemiş, peygamberler sürekli cilalanıp-parlatılarak, olağan üstü doğum ve yaşam övgüleriyle tanıtılmaya, insanların gözünde hayranlık uyandırmaya çalışılmıştır. Bu yüceltme işlemleri öyle yaygınlaştırılmıştır ki, insanlar artık doğada yaratıcılık olaylarının nasıl gerçekleştiğiyle değil, peygamberlerin hayatları ile ilgilenir olmuşlardır. Hedef dağıtma ve ana konudan sapma bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu gün insanlar artık, doğadaki yaratıcılık nasıl oluyor konusunda değil, çeşitli dinsel görüşler veya peygamberlik konularıyla ilgilenir olmuşlar, her ay peygamberi anıcı-yüceltici bir ibadet veya tören düzenler durumdadırlar. İnsanlar peygamberleri simgeleyen yelere yönelerek dua ederler. Bu durum, yaratıcının değil, peygamberlerin ön plana alındığının bir başka göstergesidir. Yaratıcı orada mıdır ki, dua eden oraya yönelir?
Dünyamız bu gün bile tepedeki bir “Efendiler » zenginler » holdingler » İMF » Dünya Bankası » Dolar’a endeksli ticaret, vs.” örgütü tarafından parsellenip, yönlendirilmektedir.
Bilinç-altımız statik-sistemli hayat görüşüne göre programlanmıştır. Bu görüş uyarıca, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilir. Doğa tepedekilerce parsellenip sahiplenilir ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze edilir. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu efendiler alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Toplumlarının dinamizmi para ile denetlenir ve paranın kontrolü "tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “efendiler” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir kukla sınıfı gelişir. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir. Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkar.
Sahiplenme devlet düzeyinde başlar, fabrika, çiftlik, konak, vs gibi yerlerle devam eder, çalışanlar boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilir. Tüm emek ve ürünler çalışanlara ait olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları baskı altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin köleleştirme etkisi).
•         Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı kesilirse:
● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. 
Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.

 

Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır.

Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz.
Öylesine körü-körüne inandırılmışız ki,
          halk geleceğini, çocuklarının geleceği olan bu dünyanın efendiler sınıfınca parsellenip-sahiplenilmesine,
          doğadaki dengenin sağlanmasında gerekli olan milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün yok olmasına,
          hak-hukuk sisteminin, para ile yer-değiştirmesine,
          özgür yaşam ile kul yaşamı arasındaki farkı unutup, Osmanlı padişahlığı dönemini geri getirmek isteyen yöneticilik anlayışına oy verip, onların yönetimi altına giriyor.

Ve tüm bunlar bir kutsal kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan kendisine sormuyor: Statik sistemli hayat görüşüne dayanan  Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak için değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?
           Toplum hayatında bir düzen oluşturmak içinse,  tam tersi durum oluyor, çünkü tüm toplumsal hastalıklarımız, tepeye bağımlılıktan kaynaklanıyor, zira kutsal kitaplar statik sistemli hayat ise dinamik sisteml.
          Öteki bir dünya hayatında cennet diye bir yerde ebedi hayat yaşamaksa, doğada ebedi olan yani değişip-dönüşmeden sürekli aynı kalan hiçbir varlık yok, çünkü zaman değişim-dönüşümlü dinamik sistemde var. Her şeyin donduğunu ve hiçbir değişim-dönüşüm olmadığını düşünün:
       Güneş dönmüyor ve donmuş (dolayısıyla içinde nükleer tepkime olmadığından, radyasyon yaymıyor ve dünyamız kap-karanlık);
       Dünya kendi ekseni ve de güneş etrafında dönmüyor (dolayısıyla yıl ve gün oluşmuyor);
       Ay dönmüyor (ay denilen zaman oluşmuyor);
       Bedenlerdeki hücreler donmuşlar (dolayısıyla buz gibi soğuk bir beden söz konusu);
       Hücrelerdeki atomlar donmuşlar, dolayısıyla çevrelerine hiç sinyal vermiyorlar, doğadaki tüm enerji alış-verişi sona ermiş.

          İşte böyle bir durumda ne yıl, ne ay, ne gün, ne saniye oluşur. Daha da vahimi her türlü canlılık, enerji alış-verişi son bulur. Yani doğa ölmüş olur. Dolayısıyla doğanın canlılığı ve hayat, kuantsal sistemle, atom-altı-öğelerle başlar ve onların 11. Bölümde açıklanan bilgi ile yeni üst-sistemler oluşturma çabaları şeklinde devam eder. Yani YARATICILIK kuantsal sisteme özgüdür, sürekli bir değişim-dönüşüm olması şart ve gereklidir. Ebedi hiçbir şey olmaz.

Peki kutsal kitaplar neden gönderildi?
          Öyle bir gönderilme yok, çünkü efendiler masasında, insanları itaatkâr kullara dönüştürmek için efendiler sınıfınca tasarlandı.   


 (19. bölüm)


İnsanlarımız şunu nasıl unutmuştur: 

Doğadaki yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul edilmektedir. Acaba halk neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır, mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. Bence halk tamamen habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
 Davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.




Peygamberlerin “Tanrı’nın sözcüsü” olarak, kesin, dogmatik, değiştirilemeyen yasalar getirdikleri inancı, Kutsal Kitapların doğada dinamik sistemli bir işleyiş olduğu gerçeğiyle taban tabana zıtlık içindedir. Çünkü:
1-Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları onlar için de geçerlidir.
3-Devleti sahiplenenlerce, çocuklarımızın yaşayacağı ovalar, denizler, ormanlar, dağlar, vs. kamusal alanların parsellenip satılması, veya kiralanması geleceğimizi karartmaktadır. Ve tüm bunlar statik-sistemli, tepeye bağımlılık sistemiyle yapılmaktadır; bunlara karşı çıkanlar ise, “din-elden gidiyor” yaygarası ile düşman ilan edilmektedir. Elden giden “Din, namus, ahlak” değildir, çünkü onlar “kafamızın içindeki programlamalardadır; ama bir şey elden gitmektedir: Çocuklarımıza bırakacağımız doğa. Doğa talan edilmektedir.   
4-Kutsal Kitaplar tepedeki efendiler kitlesi tarafından düzenlendiklerinden, “hak-hukuk-adalet-namus-ahlak” gibi kavramlar, sadece tepedekilerin isteklerine uygunsa vardır; “Yoksa, şu bölgeyi senin soyuna tahsis ettim; Allah istediğini, istediğine verir; Senin soyunla antlaşmamı yapıyorum, vs.” gibi görüşlerin, evrensel “hak-hukuk-namus-ahlak” ile ilişkisi olabilir mi?
5-Bu tür bir yaratıcı veya tanrı anlayışı, doğadaki dinamik sistemde geçerli olan “karşılıklı etkileşim” ve tabana (yani alt-sistemlere) bağımlılık ilkesine tamamen terstir. Bu nedenle bizlerin gelenek ve görenekleri kökten hatalıdır. Bilinç-altı sistemimiz tamamen yanlış olarak programlanmaktadır. Bu nedenle para-din-siyaset kıskacından kurtulmamız mümkün olmamaktadır.


(20. bölüm)

Çıkartılacak Ders

Osmanlı’dan bize ne kalmıştı?
Bir sürü borç kalmıştı, ve TC uzun yıllar bu borçları kapatmak için çalışmıştır. Başka neler kaldığını merak ediyorsanız, kısa bir döküm:
1923'te Padişahlık sona erdirilip, Cumhuriyet rejimine geçildiğinde 13 milyon insanın  11 milyonu köylerde yaşıyordu: 40 bin köyün, 38 bininde okul yoktu. Memlekette sadece 337 doktor ve 60 eczacı vardı. Diş hekimi yoktu.
Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu ama kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Kadın, insan değildi. Tiyatro, müzik, resim, heykel yoktu. Dirhem, okka, çeki, arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlık, ne uzunluk birimiz dünyaya ayak uydurabiliyordu.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye'nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilimden çoook uzaktı. İbrahim Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı sadece 417'ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. 600 sene boyunca Türkçe'nin ırzına geçilmiş, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler karışımından oluşturulmuş Osmanlıca denilen  bir dil kullanılıyor, sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça'yla Türkçe yazılmaya çalışılırdı.

Dünya EFENDİLER KULÜBÜNCE yönetilmektedir. Ülkemiz Cumhuriyet dönemine geçip, modern bir ülke olma yönünde ilerlerken, petrol-bölgelerini denetimleri altında tutmak isteyen EFENDİLER KULÜBÜ, Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir devlet olmasını engellemek için ellerinden gelenin hepsini, uzun vadeli bir plan çerçevesinde yapmaya çalışmışlar ve de görüldüğü üzere, başarmışlardır.
Önce halkın bilgili ve bilinçli bir düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY  ENSTİTÜLERİ projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmamış topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma demokrasiye geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir; çocuğun kendisi karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur. Halk “din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların efendiler sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş senaryolar olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede olduğunu fark edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün oynadığı bu oyun devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa geçiş olan bir sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine girecek bir duruma getirilir. 
Biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir.
Acaba halk neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır, mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. 
Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, bilinçli ve kötü-niyetle kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu, yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir.
Doğadaki yaratıcılık sistemi, kuantsaldır ve olasılık hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı etkileşimlerine dayanılarak oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir emir-yönlendirme yoktur. Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı inanç-sistemlerinin, devlet-yöneticileri tarafından ne zaman oluşturulup, gelenek-göreneklere aktarıldığı
 http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html adresli makalede, din-adamlarının insanları nasıl yanılttıkları ise:    http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html adresinde anlatılmaktadır.
Yani Dinsel inançlar, tepedeki efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.

Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz
 Halk zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
 Davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Bu konuyla ilgili olarak şu makalenin okunması çok yararlı olur:

Bir efendinin (padişahın) kulu olarak değil, bir cumhuriyetin kendine güvenen özgür bireyler olarak yaşama hakkı kazanmalarını sağlama girişimi olan KÖY-ENSTİTÜLERİ projesinin baltalanması eylemini başlatan EFENDİLER-Kulübü (BATI-DÜNYASI) bu eylemlerini gittikçe daha çeşitli alanlara kaydırarak, amaçlarına tam ulaşmak üzeredirler. Ve bu eylemler hep halkın hala bir efendi, bir lider peşinde koşmasıyla sürdürülmektedir. Zavallı zır-cahilleştirilmiş halkım, dostlarım, yeğenlerim, arkadaşlarım, … Sizleri uyandırmak için acaba daha ne yapsam?

(21. bölüm)

Çıkartılacak Ders (2) 

İyi- kötü, namus-ahlak, kavramları ve ilişkileri

 Toplumlarda her zaman iyi ve kötü niyetli insanlar olacaktır. Ancak bunlardan hangisinin toplum hayatında egemen olacağı önemlidir. Şimdiye dek kötü-niyetlilerin egemen olduğu bir süreç içinde yaşanmıştır.
Acaba toplumlarda kötü niyetli insanlar mı daha çoktur, yoksa iyi niyetli insanlar mı?
Bu soru Yale Üniversitesinde araştırılmıştır.

İyi veya kötü insan oranı nasıldır?

Yale Üniversitesinde bir grup araştırmacı, insanlarda ahlak, iyilik, kötülük, uzlaşma gibi konuların, doğuştan mı yoksa sonradan verilen eğitimle mi olduğunu araştırmak için  bebeklerin davranışlarını incelemeye karar verirler ve bir  “Bebek laboratuarı”  kurarak, 3 aylık ve daha yaşlı bebeklerle deneyler yapıp, bu konuda bir rapor hazırlarlar:  Hamlin, J.K, Wynn, K. Bloom, P. 2007: Social evaluation by preverbal infants.  Nature 450, 557-559.   https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1711506018861042/

Bu araştırmada yapılan deneylerin sonucu aşağıdaki gibidir:
Bir kukla oyunu oynanır; üç kukla vardır, biri bir kutuyu açmaya çalışır
  İlk versiyonda, yeşil önlüklü kukla, kutuyu açmaya çalışan kuklaya yardım eder, kutu açılır.
  İkinci versiyonda, sarı önlüklü kukla kutunun açılmasına engel olur.
Oyun sonunda kuklalar bebeğin önüne konularak birini seçmesi beklenir. Bebeklerin %80 yeşil kuklayı beğenir; hatta 3 aylık bebeklerin %87si yeşil kuklayı beğenir.
  Diğer bir deneyde, bebeğe iki farklı krakerden birini seçmesi istenir ve sonra aynı krakerleri kuklaların seçmesi gösterilir. Deney sonunda, bebeğe hangi kuklayı beğendiği sorulduğunda, bebekler %87 oranında, kendileriyle aynı tercihi yapan kuklayı seçerler. Yani ön-yargılı davranma, taraf-tutmak, kendisi gibi olandan yana olmak, başka düşünenleri cezalandırmak doğuştandır.
Eğitimle çocukların davranışlarında değişimler oluşmaya başlar
  6-7 yaşlarındaki çocuklarda paylaşma veya eşit-hak konusu deneyleri yapılır, çocukların çoğunluğu, kendilerinin daha çok kazanacağı, ama karşıdakinin hiç kazanamayacağı şıkları tercih ederler.
  8 yaşlarındaki çocuklar bu deneylerde “eşitlikçi” davranış sergilerler.
  9-10 yaşlarındaki çocuklarda ise, fedakarlık duygusu gelişir: çocuk kendisi değil, karşısındakinin daha çok alması yönünde tercih yapar,
Çıkartılacak sonuç şu olur:
       İyilik, yardımlaşma, uzlaşma insanların genlerinde mevcuttur, sonradan verilen eğitimle bu oran sadece artırılabilinir veya eksiltilebilinir.
       Kötülük de temelde genetiktir. Bebeklerin %13ünün kötülük temsilcisi kuklayı seçmesi bu nedenledir.
       Önyargılı davranmak, eğitimle düzeltilebilinir. Irkçılık vs. eğitimle aşılabilir.
Bu konuyla ilgili bir başka araştırma ise Robert Hare adlı Kanadalı bir profesörün 1960lı yıllarda başlatılan kötü-ruhlu insanlar üzerine yaptığı bir araştırmadır. R.Hare, hapishanelerde bulunan psikopatik davranışlı insanların ortak özelliklerinin bulunup-bulunmadığı konusunu araştırmaya başlar ve ilginç ortak özellikler bulunduğunu fark ederek, “Psychopathy Checklist” = psikopatlık-testi adını koyduğu bir tanı-listesi hazırlar. Bu listede bulunan özellikleri olan insanların, doğuştan, yani genetik olarak “kötülüğe” meyilli oldukları, suç işleyen insanlar üzerinde testler yapılarak genel hatlarıyla doğrulanır.
Ancak istisna durumlar da görülür. Örneğin, James Fallon adlı bir akademisyen, bizzat psikiyatri uzmanıdır ve bu listedeki özelliklerin kendisinde de olduğunu belirtir. Ama kendisi topluma zararlı değil, yararlı bir kişi olarak yer almıştır. Bunun nedenleri araştırıldığında, James Fallon’un çok iyi bir aile ortamında yetiştiği gözlenerek, ortamsal faktörlerin, genetik hataların örtülmesinde etkili olduğu sonucuna varılır.

Bu araştırmalar, kötülük genli çocukların, James Fallon örneğinde ıspatlandığı üzere, çok iyi aile ve çevre ortamlarında yetiştiklerinde, normal insanlar olarak davrandıklarını ortaya koymuştur. 
Çıkarılacak ders:
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
Çok iyi bir toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler   

Bir toplumda İyi veya kötü niyetli insan sayısı değiştirilebilir mi?

Bilmemiz gereken gerçek budur: Evet, değiştirilebilirler.
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
       1-Çok iyi bir toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler.
        2-Yale üniversitesinde yapılan çalışmada orta çıkarılan “kötü niyetli” insan sayısı oranı, o zaman ve oradaki toplumsal bileşimi yansıtır. Dünyanın her yerinde aynı oranda olması beklenemez.
       3-Epigenetik adlı bilim dalı, insanların (canlıların) genetik yapılarının çevresiyle etkileşimlerine göre değiştirilebileceğini göstermektedir. Nitekim, evrim dediğimiz olay da ancak bu sayede mümkün olmaktadır. Balina, yunus, deniz-aslanı vs. gibi denizlerde yaşamaya geçmiş eski karasal ortam hayvanları, Epigenetik olmasaydı, asla tekrar deniz hayatına dönemezlerdi. Bu nedenle, insanların iyi-niyetli insan sayısını artırması, kötü-niyetli insan sayısını azaltması mümkündür. Ve bu tamamen toplum hayatında uygulanacak düzenlemelere bağlıdır. İyi bir toplumsal sistemde, kötü genler değiştirilip, iyi genlere dönüştürülebilirler. Epigenetik bunun mümkün olduğunu göstermektedir.

 
          Memeli hayvanlarda 2 ön 2 arka bacak, bir kafa ve bir gövde gibi temel bir şablon bulunur. Bir memeli hayvan karadan deniz hayatına dönerse, bu temel şablon korunur, ama ön ve arka bacaklar farklı görevler üstlenecek şekilde değişime uğrarlar. Bu işlemlerin gerçekleştirilmesi epigenetik denilen bilim dalının keşfiyle anlaşılır olmuştur. Genetik milyarlarca yıl önceleri temelleri atılan hücresel temel etkileşim bilgileri olup, enerjisini nereden, nasıl sağlayacağı gibi temel davranış özelliklerini belirleyen bir şablon görevi görürler.  Ama bir canlının çevresindeki faktörlerin değişmesiyle bu faktörlere uyum sağlaması epigenetik olarak bilinir. Epigenetik faktörler, genleri aktif veya pasifleştirerek, canlının çevreye uyumuna yarayacak şekilde farklı protein üretmelerini sağlarlar.
          Yine şekilde görüleceği gibi, yediklerimiz, içtiklerimiz, çevremizdeki diğer varlıklardan etkilenme tarzımız, stres durumumuz gibi bir çok faktör epigenetik kararlar alınmasında etkili olmaktadır. Bir annenin bu günkü yaşam durumu, hem onun, hem çocuklarının, hem de torunlarının durumlarını etkileyici temel izler bırakmaktadır.


          Şekilde gösterildiği üzere, bizler hücrelerimize neyi hedef gösteriyorsak, hücrelerimiz o işlevi yerine getirecek şekilde DNA- RNA kodlarında düzenlemeler yapabilmekte ve o işlevi yerine getirecek şekilde bedenlerimizi şekillendirebilmektedirler.  


(22. bölüm)

Çıkartılacak Ders (3)

Toplum-ruhu kavramı

Toplum genelinde ortak bir görüşe sahip olmak neden çok önemli?

Neden ortak görüş OLMAZSA-OLMAZ?


Neden her varlık bir diğer varlığa bağımlıdır, hem onu etkiler hem ondan etkilenir?
Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef  temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Ama ortada “su-hafızası” diye bir şey değil, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları söz konusudur.
Bilim insanlarının günahı başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları atom-molekül gibi küçük öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve çevrelerini algılayarak, ona uygun bir davranışta bulunduklarını kabul edemediklerinden, yukarıdaki gibi kavgalar ve anlaşmazlıklar hep süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.

Bu örnekten gidilerek, hayat konusunda neden ortak bir görüşte uzlaşılmanın, insanların davranışlarının tayininde şart ve gerekli olduğu anlaşılabildi mi? Bedenlerimizdeki atomların-moleküllerin davranışları, çevrede etkili ve geçerli kuvvet-alanına göre belirleniyor. Hücrelerin davranışları bu moleküllerin davranışlarına göre ayarlandığına göre, ortak bir hayat görüşünde uzlaşmanın önemini anlayabildik mi?
Neden farklı din, ırk, felsefe, vs. değil, ortak bir uzlaşma ortamı şart ve gerekli, anlaşılabildi mi?
​ Bir toplumun kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü toplum hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır, ve hizmeti üretenler insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar kaliteli olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun refah seviyesi bu şekilde yükselmiş olur. Becerikli insan yetiştirmek, hücreleri iyi yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, dayak atma, cehennem azabı gibi konularla korkutmakla değil, teşvikle olur.
Bedenlerin becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci, okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Doğadaki düzen ve denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri ile oluşturula bilinmektedir. Toplumsal hayattaki düzen ve denge de tüm insanların çevreleri ve kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri ile mümkün olacaktır. Etkileşimler ise karşılıklı anlaşma-ve uzlaşmalar (mutabakatlar) şeklinde olmaktadır. Hepimiz aynı dünya gemisindeyiz ve doğadaki denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mümkün oluyor. Dolayısıyla global (küresel) toplum hayatı da ancak tüm toplumların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmalarına dayandırılmak zorundadır. 

Dinlerin amacı, toplum hayatına düzen getirmektir.
Peki Bu nasıl olacak?

Toplum insanların, ortaklıklar yaparak birlikte yaşadığı sistemdir.
İnsanlar neden birlikte yaşamak isterler?
Çünkü, tek başlarına yaşadıklarında her şeyi kendileri yapmak zorundadırlar: tavuk yetiştirecek, buğday ekip-biçecek, buğdaydan un yapacak, sebze – meyve yetiştirecek;  çanak çömlek, kap-kacak, kazan, tabak, kaşık, bıçak yapacak; bıçak yapmak için madencilik yapacak, bakır, demir gibi madenler üretecek, vs.
Tüm bu işlevler asla bir-iki kişi ile yapılacak işler değildir. Bu nedenle insanlar zaman geçtikçe, nüfus artıkça, taş-devri, cilalı-taş-devri = çamur-aletler-devri (çanak-çömlek), tunç-devri, demir-devri gibi gelişim evrelerinden geçerek günümüz kültür düzeyine ulaşabilmiştir.
İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 12-13 bin yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama 12-13 bin yıldan beri, önce kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?
Nedeni basit: Rahatlama dürtüsü.
Tek başına yaşayıp, yukarıdaki işleri yapmaya çalışan bir insanı- aileyi düşünün, yaban hayatından ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerekir, çünkü normal doğa hayatında tüm canlılar arasında rekabet-kavga vardır. Dolayısıyla bireysel düzeyde yaşayan insanların kafalarını kaşıyacak, rahat uyku uyuyacak zamanları yoktur. Bu nedenle önce kabile, sonra kasaba-kent gibi ortak yaşam ortamlarında birlikte yaşamaya çalışılmıştır.
Çalışılmıştır ama, ortaklığın kurallarının oluşturulmasında şimdiye dek pek başarılı olunamamıştır. Bu başarısızlığın tek nedeni ise, doğadaki oluşum-gelişimleri tetikleyen, yönlendiren faktörün ne olduğu konusundaki bilgisizlik gelmektedir.
 İç-güdü diye bir terim vardır, ama dış-güdü diye bir terim üretilmemiştir, çünkü her varlık kimyasal bileşimine uygun olarak, çevresindeki olaylardan etkilenir ve otomatik tepki verir. Bu tepki, bir enerji-alış-verişi sonucu oluşan bir olaydır. Dışarıdaki bir olayın yaydığı bir enerji, beden içindeki hücrelerde (moleküllerde, vs) normal durumdan farklı bir değerde algılanırsa, o hücre (molekül, vs) hemen tepki verir.
11 ve 12. Bölümlerde belirtildiği üzere, doğa atom-altı-öğeleri denilen ve doğadaki tüm enerji sistemlerini oluşturan, kuantsal canlılardan oluşur. Kuantsal canlılar çok kısa ömürlü ve çok devingen varlıklardır. Bu nedenle tek bir amaç doğrultusunda davranırlar: daha-rahat ve daha uzun-ömürlü üst-sistemler içinde birleşerek daha rahat bir duruma, yapıya kavuşmak. Bunun için gerekli her şey onların ellerindedir: Enerji ve madde oluşturucu öğeler onların alemine aittir. İstedikleri maddeyi, istedikleri şekilde enerji aktarımı yaparak gerçekleştirebilirler. Yani yaratıcılık ve yönlendiricilik tamamen ve kelimenin her anlamıyla, onlara aittir.
Enerji dediğimiz kuvvet oluşturucu gücün bir sistemden diğerine aktarılması, rezonans oluşumlarıyla gerçekleşir. Tesla’nın dahiyane buluşları bu rezonans devrelerini fark etmesi ve yapması sayesindedir. 
Doğadaki kuantsal canlılık öğelerinin başlattıkları bu gelişme, hep birleşmeler şeklinde olmaktadır.
Atom-altı-öğeler birleşerek atomları;
Atomlar birleşerek molekülleri;
Molekülleri birleşerek hücreleri;
Hücreler birleşerek bedenleri;
Bedenler birleşerek de toplumları oluştururlar.

Doğadaki bu büyüyerek gelişmenin nasıl gerçekleştiği “Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği Haken (2000) ile aydınlatılmıştır: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
En önemli özellikler arasında şunlar vardır: .
1-Doğadaki her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde gerçekleşir.
2-Üst-sistemde geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle (rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
3-Güç (enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.

Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarında şunu vurgular:
1-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
2-karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

Görüldüğü üzere, insanların sağlam bir toplumsal sistem oluşturması  için, kurallarını bizzat kendileri, karşılıklı etkileşimlerle (tartışmalar sonucu bir uzlaşmaya = rezonansa) varabilmeleri şart ve gereklidir.
Ama geçmiş bölümlerde görüldüğü üzere, bu koşul yerine getirilmemekte, kurallar tepedeki bir efendiler masasında oluşturulmaktadır.
Yukarıdaki teorik verilerden anlaşılacağı gibi, tepedeki hiçbir sistemde, güç veya enerji yoktur. Dolayısıyla tepedekilerde  toplum denilen bir sistemi yürütecek besleyecek hiçbir enerji, besleyici özellik bulunmamaktadır.
Peki öyleyse günümüz dünyasında devletler, toplumlar neden hala tepedeki bir efendiler kulübünce yönetiliyor? Neden  bir çok devlet hala otoriter sistemlerle idare ediliyor?

Geçmiş bölümlerde açıklandığı üzere, dünyada iyi niyetli insanlar da vardır, kötü niyetli insanlar da. Kötü niyetliler başkalarının sırtında geçinmeye yatkın olduklarından, çoğu siyasetçi bu kötü niyetliler arasından çıkmaktadır. Oransal olarak sayıları %15 kadar da olsa, toplumsal sistemin başına geçtiklerinde, halkı uyuşuk-pasif durumda tutmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Doğal felaketlerin, kendi uydurdukları bir efendi-tanrının emirlerine uyulmadığı için tanrının cezası formülü bu yöntemlerin başında gelmektedir. Sonra, tanrının gönderdiğine inanılan kutsal kitap-emirlerine uyulmazsa öteki dünyada cehennem ateşinde yanma korkusu, vs. yeterli baskı unsuru olmaktadır.
Üstelik, insanlar asırlardır kutsal-kitap adlı bir kandırmaca ile doğa ve dünyanın sahipliğinin tepedeki bu efendiler kesimine ait olduğuna inandırılmışlardır. Onların kulları-köleleri olarak çalıştırılmaya alıştırılmışlar ve kazandıklarını onlara teslim ederek, tepedekileri mal-mülk, para-pul zengini yapmışlardır. Tepedekiler de bu güçlerini kullanarak, toplumları köleleri olarak kullanmaya devam etmektedirler.
İçine düşmüş olduğumuz bu bataklıktan kurtulmak için, naçizane bir önerim var: Kötü niyetli insanların sizi yönetecek pozisyonlara gelmesini önlemek için şöyle bir maddenin anayasa metnine konması yeterli olacaktır:
Kötü niyetli insanların saptanması, yukarıda açıklanan psikopati testi ile mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, millet-vekilliği, belediye başkanlığı vs gibi toplum hayatını derinden etkileyecek makamlara aday olacak kişilerin psikopati testinden geçmeleri şart ve gereklidir.  !!!

Önemli Bir SON NOT:
Yukarıda özetlenen Benveniste etkisi, “water-memory” konulu birçok deney yapılmasına neden olmuştur. Bu deneyler çevremizdeki moleküllerin bizlerin onlara bakış açılarına göre farklı tepkiler verdiklerini göstermektedir. İnsanlık günümüzde doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır. Bu nedenle her toplum deniz ve gölleri, atmosferi, taşı-toprağı ve onların içlerindeki molekülleri etkileyerek, bu sistemlerin davranışlarını ve gelişimlerini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle toplum olarak ortak bir görüş, ortak bir TOPLUM RUHU, ortak bir İNSANLIK RUHU oluşturmak ve doğal sisteme zarar vermeyecek şekilde bir yaşam sürdürmek zorundayız. Bu çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras olacaktır.


Neden arılar gibi bir toplum oluşturamadığımız konusunu işleyen 22 bölümlük bir yazı dizininden sonra, şu soruyla devam edelim:

Toplumumuzun gün geçtikçe daha kötü yöne kaydığını göremiyor muyuz?
Toplumsal düzenimizi oluşturmak için “başka” devletleri mi örnek alacağız?
Bu “başka” devletler dünyadaki diğer devletleri sömürerek kalkınmış durumda değiller mi?
Biz de başkalarını sömürerek mi kalkınmış bir ülke olmayı hedefliyoruz?
Neden sağlam bir toplum oluşturamıyoruz?
Neden hala sağcı-solcu, dindar-ateist, Marksist-kapitalist, milliyetçi, İslamcı, vs. gibi bir çok gruba bölünmüş olarak davranıyoruz?
Amacımız tek, yani bir toplumsal birlik oluşturmak değil mi?
Toplumsal birlik, bireysel yaşamın bir üst-sistemi değil mi?
Doğada bir üst-sistem oluşturulmasının   teorik ve bilimsel temelleri ortaya konmuş değil mi?



DOM-sistemi toplumsal sorunlarımızın nedenini kesin delillerle ortaya koymuş değil mi?
DOM’da önerilen çözüm formülünde bir veri veya mantık hatası bulunuyor mu?

Toplum bir ortak yaşam sistemi olduğuna göre, ortaklıkta nasıl uzlaşılma sağlanacak?

İnsanların uzlaşmamasının temel nedeni şu değil mi?:  Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda insanlar arasında anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma adabı gelişmemiştir. Tersine, insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada düğümlenir.

Bu kısır-döngüden kurtulmak için şunların yapılması gerekmez mi?:
1- Ayrıntılarla değil, konunun ana hattı üzerinde tartışmaya başlayacaksın. Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapılabilinir. Karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşma, karşımızdakinin fikirlerini en ayrıntısına kadar incelemek ve sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup, kabul edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması gereken konuları ayırmakla başlamalıdır.
 2- Bir fikri tümüyle reddetmek, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye tümüyle karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.
3- Bir önerinin herhangi bir yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri sahibine “sizin yazdıklarınızdan şunu mu anlamam gerekir?” gibi, önerinin konuya dair ana fikrini doğru anlayıp-anlamadığınızı kontrol etmeniz gerekir. Bu daha sonraki birçok yanlış anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma indirgemek için gereklidir.  Tartışılan konulardaki temel kavramların tanımında karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir insan bir şey anlatırken "muz" tarif etmek istiyorken, karşısındaki "salatalık" anlıyorsa, kullanılan bazı terimlerin anlamlarında karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz konusudur. Onun için, hangi terimin tanımında uzlaşma sağlanması gerektiğini saptayıp, o terimin tanımında anlaşmalısınız.
1-      Bir görüşe karşı çıkıldığında, sunulan fikrin beğenilmeyen yönünü belirttikten sonra mutlaka bir düzeltme önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu noktaya karşıyım” demek ve bir alternatif öneri sunmamak, o konu hakkında yeterli bilgi ve birikime sahip olmamak anlamına gelir.


Burada yapılan öneri doğrultusunda, arkadaşlarımızın toplumsal bir ortaklık oluşturma konusundaki görüş ve önerilerini bekleyelim. 


DEVAMI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder