5- Dinamik
Sistemlerin işleyişi (Dinamik Sistemler Fiziği)
Alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru ilerleyen oluşumların mekanizması:
Her türlü işlem veya oluşum mutlaka enerji gerektirir. Tüm
enerjilerin kökenini ise yukarıda açıklanan kuantlar, örn. fotonlar oluşturur.
Fotonların maddelere bağlanmasının en güzel örneği fotosentez olayında görülür.
Fotosentez olayında, bitkilerin yapraklarında bulunan kloroplastlar, bir
fabrika gibi işlem yapar ve eşitliğin sol tarafından aldıklarını, sağ
tarafındaki ürünlere dönüştürür.
6 H2O + 6 CO2 +
Güneşten gelen fotonlar è C6H12O6 +
6O2
Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ
tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen
glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H,
O ve C atomlarının bağlantı sistemleri H2O ve CO2. moleküllerini oluşturan H, O
ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış
durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji
türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni
bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur.
Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka
türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün
sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki
değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur.
Düşünün ki, bir varlığın hiç alıcısı –yani onu tekrar
parçalarına ayıran bir başka varlık– yok. O durumda, o varlık için zaman durmuş
olur, çünkü ömrü sonsuzlaşmıştır! O durumda, çevresindeki her şey
değişip-dönüşürken, o varlık çevresiyle ilişkisiz bir sistem oluşturmuş olur
ki, doğada çevresinden etkilenmeyen, çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem
yoktur. Bu nedenle zaman “değişim-dönüşüm” ürünü, sonucu ve göstergesidir.
Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut ebediyet
gibi bir sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine
oturtulmuştur.
İşte bu durum atalarımız tarafından anlaşılamamıştır.
Atalarımız canlılık oluşturan, enerji veren şeyi, varlıkların kendi iç
bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde olduğunu varsaydıkları ebedî bir
ekstra varlıkta aramışlardır. Dolayısıyla sürekli değişim-dönüşüm içinde bilgi
oluşturarak kendi kendilerine örgütlenip-gelişen, zaman içinde daha
karmaşık üst-sistemler oluşturacak şekilde bir evrimsel gelişim
düşünülememiştir.
Dağdaki bitki türleri farklıdır, ovadaki farklı, okyanustaki
farklıdır. Her bir farklı bitki türüne uyum sağlamış bir sürü canlı oluşur. Bu
canlıların yedikleri bitkiler farklı olduğundan, kendi bileşimleri de değişik
protein bileşimleri gösterirler. Bu defa bu canlıların gövdelerini yiyecek
başka canlı türleri oluşur. Kısacası doğada sürekli yeni “attractor=çekim merkezi,
hedef”ler ortaya çıkar.
Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan
ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri (veya foton
türleri) oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin
kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır.
Kuantsal davranışlı atomik sistem öğelerinin birleşmeleriyle
molekül denilen bir üst-sisteme geçilir ki bu üst-sistemden itibaren değişik
değer yargıları ortaya çıkar. Örn. moleküllerin hareketlilik
durumlarına göre “basınç-sıcaklık” gibi yeni bir değer-yargısı sistemi oluşur.
Maddelerin durumları bu koşullara bağlı olarak değişir: Basınç ve sıcaklık
çok fazlaysa, maddeler gaz halinde, az ise katı, ortaç durumda sıvı halde
bulunurlar.
(Maddenin “plasma” denilen hali
konusunda şunu bilmek gerekir: Çok yüksek ısı ve basınç etkisi altında, maddeyi
oluşturan molekülerin bağlantıları zayıflayıp- kopar; ve molekül yapısı
kaybolup, atomik yapıya geri dönülmüş olunur. Atomik sistemlerde ise basınç,
sıcaklık, asit, baz, tatlı, tuzlu vs. gibi değer yargıları yoktur. “Wave-particle-duality”
denilen kuantsal sistem özellikleri vardır.)
Maddelerin katı-sıvı-gaz gibi farklı durumlara geçmelerine
“faz değişimleri” denir ve ortamdaki enerji durumuna göredir.
Su molekülleri, normal basınçta, 0 ile 100 derece
arasında su (sıvı) haldeyken, sıfır derecenin altında “buz” yani katı haldedir;
100 derce üzerinde ise buhar haline geçer.
1 gr suyun sıcaklığını 1 derece artırmak için gerekli enerji
1 kaloridir.
Gram başın her bir derece sıcaklık artışı için 1 kalori
gerekirken, 0 derecede suyun, 0 derece buz haline geçişinde, 80 kalorilik bir
enerji açığa çıkar. Benzer şekilde 100 derecede suyun 100 derece buhar haline
geçişinde ise 540 kalorilik enerji gerekir. Yani 100 derecedeki su buharı, 100
derecelik suya oranla 540 kalori daha fazla enerji depolamıştır. Ayrıca, su
halinden buhar haline geçişte, hacim yaklaşık 23 kat artmıştır. Buharlı
motorların çalışması, suyun hacmindeki bu muazzam artışa dayalı “patlama”
etkisine dayanır.
Görüldüğü üzere, Mikro-alemden Makro-aleme geçişte, çok
değişik değer-yargıları ortaya çıkmış olur. Atomlar aleminde basınç, sıcaklık,
asit, baz, tatlı, tuzlu vs. gibi değer yargıları yoktur. Onların aleminde polarizsyon, spin, salnım-adımı
/dalga-boyu), tünelleme etkisi, EPR-etkisi (evrensel ölçekte anında
birbirleriyle etkileşebilme yeteneği), Wave-particle-duality gibi çok
farklı ve evrensel ölçekte geçerli değer-yargıları vardır.
Halbuki makro-alemdeki değer yargıları, evrensel ölçekte
değil, yerel ölçekte geçerlidir. Yani her üst-sistemde, o üst-sisteme ait
kurallar geçerlidir. Bu şekilde information & self-organisation denilen
dinamik sistem ortaya çıkar ve varlıkların oluşturdukları bilgi düzeyine göre
bir gelişim görülür. Dünyamız koşullarında insan-kültürüne kadar ulaşılan bir
gelişmişlik varken, Mars, Venüs, Merkür gibi gezegenlerde, bilgi-düzeyi,
hala etkin bir canlılar alemi oluşturma düzeyine ulaşamamıştır.
Atom-altı-öğeler (salınımcılar) sürekli hareket halinde
oldukları için çok enerji harcarlar ve bu nedenle, birleşip atom, molekül,
hücre gibi üst-sistemler oluşturarak, daha az enerji harcayan durumlara geçme
çabası içindedirler.
Enerji taşıyıcıları olan bu temel canlılar çeşitli
üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler
içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler
oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli
üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de
canlıları, bu yeni yapısallaşma türlerini algılamaya yönelik organlar
(detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık
hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık
hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar.
Olasılık hesaplamalarına dayalı olarak oluşturulan, doğadaki bu dinamik oluşum
ve gelişim sisteminin en önemli temel ilkeleri şunlardır.
Doğadaki her şey atom-altı-öğeler
denilen çok kısa ömürlü ve çok devingen canlı öğelerle başlamaktadır. Kuantlar saniyenin
milyarlarda biri gibi kısa sürelerde, devinip dururlar. Çok rahatsız bir
zor-durum söz konusudur. Dinamik sistemler fiziği zor-durumlardan kurtulma
yöntemlerini açıklayan bilim dalıdır.
Hermann Haken, «zor durumdan»
çıkışların, «birlikte işlem yapılarak» gerçekleştiğini fark eder ve Synergetics
(1983) adıyla yayınlar. Bu çalışmasını 2000 yılında «information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen» olarak geliştirir. «Dinamik Sistemler
Fiziği» bu şekilde ortaya çıkar. Haken’in bu düşünceye ulaşmasının ardında
«laser teknolojisi» yatar.
Laser ışığı sıkışık durumdaki
atomların uzlaşarak oluşturdukları güçlü bir enerji sistemidir. İlk laser ışığı Al2O3 bileşimli
yakut mineralinde bazı Al elementi yerine Cr elementi yerleştirilmesiyle
oluşturulan yapay yakut mineraliyle yapılmıştır. Mineral silindrik bir tüp
içine yerleştirilir. Tüpün bir ucuna tam yansıtıcı bir ayna konur. Diğer uca
ise yarı yansıtıcı bir ayna konur. Tüpün çevresine ise «uyarıcı bir ışık»
kaynağı yerleştirilir ve atomlar uyarılırlar.
Atomların elektronları gelen uyarıcı ışıktan etkilenirler ve o
radyasyonu alıp, çevrelerine tekrar salarlar. Çevreye salınan radyasyon tüp
uçlarındaki aynalardan geri yansır ve tüp içindeki radyasyon gittikçe artar.
Tüp çevresinden sürekli uyarıcı ışık gelişi devam ettiğinden, mineral içindeki
radyasyon trafiği dayanılmaz dereceye ulaşır.
Atomların yaydıkları sinyaller
aynalardan yansıdıkça tüp içindeki sinyal oranı kaotik bir duruma ulaşır,
atomlar çok zor durumda kalırlar. Zor durumdan kurtulabilmenin yolu,
yarı-yansıtıcı aynadan geçebilecek derecede güçlü bir sinyal oluşturabilmektir.
Bunun için ise ortak davranışa geçerek güçlerin birleştirilmesi gerekir. Ve
atomlar kendi aralarında uzlaşarak aynı fazda, aynı frekansta, aynı yönde
sinyaller yaymaya başlarlar. Birbirleriyle uyumlu olan sinyallerin güçleri
üst-üste biner ve çok güçlü laser işığı ortaya
çıkar. Bu muazzam enerjili ışık da tüp ucundaki yarı-yansıtıcıyı delerek dışarı
çıkar ve tüpde rahatlama olur. Yani doğal sistemde varlıklar sorunlarını
ortaklıklar yaparak çözerler.
Görüldüğü üzere atomlar zor-durumda
kaldıklarında, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, sorunlarını çözerler. Çünkü doğadaki
tüm varlıklar arasında karşılıklı bir etkileşim ve haberleşme
yeteneği vardır.
5.1- Dinamik Sistemler Fiziği ana hatları
Simetri kırılması (symmetry breaking):
Karşılıklı bağımlılık (circular causality):
Kontrol parametreleri:
Düzen-ölçütü (order parameter, informator):
Köleleşme prensibi (slaving principle):
Sabitleştirme (Solidifikasyon):
Maksimum Enformasyon Prensibi:
Atraktor (Çekici):
5.2.1-Simetri kırılması nedir?
Feibleman’ın (1954) “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinde
belirtiği
“Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar
erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür” ilkesi dinamik
sistemler fiziği ile açıklanmaktadır.
Alt-sistemlerin üst-sistemler oluşturmaları süreçlerinde
uyguladıkları kurallar, “Information & self-organisation“ olarak
özetlenmiş olan Dinamik Sistemler Fiziğinde (Haken (2000)) matematiksel-fiziksel formülasyonlarla ortaya
konulmuştur. Şimdi bu ilkelerden en önemli olanları sizlere açıklamaya
çalışalım.
Şimdi önce “simetri-kırılması” denilen olayın ne olduğunu
açıklayalım.
Alt-sistem – Üst-sistem ilişkilerinde, yapma-yeteneği
alt-sistemlerde bulunduğundan, onlar kendilerine gösterilen hedefe gidecek
(veyahut verilen görevi yapacak) şekilde davranırlar. Örneğin bedenimizde
karaciğer, böbrek gibi yüzden fazla organ bulunur. Tüm bu farklı organlar
başlangıçta tek bir hücreden oluşurlar. Kök hücre dediğimiz bu hücreye
hangi organ hedef gösterilmişse, o organdaki görevi yapacak şekilde
davranırlar. Hasta bir organa yerleştirilen kök hücrelerin, o organı tekrar
tamir ederek, iyileştirirler.
Yani kök hücreleri, bedenin farklı organlarındaki farklı
görevleri yapacak çok yönlü yeteneğe sahiptirler; ama bir organda görev
yapmaları istenildiğinde, diğer tüm yetenekleri kapatılıp, sadece gösterilen
organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar. İşte bu farklı görevi yerine
getirme işlevi simetri-kırılması denilen dinamik sistemli davranış özelliğinin
sonucudur. Bu yetenek sınırlanması
dinamik sistemler fiziğinde “simetri-kırılması” olarak bilinir. Simetri
kırılması olayı en temel atom-altı-öğelerde başlar. Çünkü onlar doğadaki tüm
olayları-gelişimleri başlatıp-sürdüren en temel canlılık öğeleridirler.
Süper-simetriktirler, yani her yönde bir işlem yapabilecek yetenektedirler.
Şekil: Simetri
kırılması
Konik bir zirve üzerinde duran bir bilye, (A)
konumunda, süper-simetrik durumdadır, enerjisini her yönde, her farklı amaç
için verebilir.. Bu bilyenin denge durumu bozulup, bir yana düşerse, (B)
konumu, simetrisi kırılmış olur, yani enerjisini belli bir yönde (amaçta)
kullanacak şekilde değişmiştir.
Tepedeki bu nesne bilye gibi bir şey
değildir. Tam tersine doğadaki en temel canlılık öğesidir. Gideceği yöndeki salınımlarını 360°
değiştirebilir; sağa veya sola dönecek şekilde hareket edebilir; hedefte yapıcı
veya yıkıcı davranabilir, vs.
Bu tanımlamayı biraz
daha anlaşılır yapmaya çalışalım. Fizikçilerin bu şekil üzerindeki tanımını
anlamak için şöyle düşünün: Her şeyin temelini oluşturan kuantsal enerji
paketçikleri, doğadaki tüm yapıcı veya yıkıcı olayların temelinde yer alırlar.
Onlar yalnız başlarına düşünüldüklerinde, (A) konumundaki gibi, her yöne
gitmeye (veya her şeyi yapmaya) uygundurlar. En ekonomik durumda olan
yapısallaşmalara, veyahut kendilerine gösterilen hedefe doğru akmaya
hazırdırlar. Onun için onların durumuna “süper-simetrik” denir.
Simetri kırılması, hem kimyasal bileşim değişimi ile, hem
polarizasyon, enerji-yükü, frekans gibi fiziksel doku değişimleriyle
olmaktadır.
Dolayısıyla,
●-atom-altı-öğelerden
farklı atomların oluşumlarında, yani 92 farklı türde;
●-atomlardan
binlerce farklı moleküllerin oluşumların her birinde;
●-binlerce
farklı moleküllerin farklı üst-sistemler oluşturmalarının her birinde;
●-vs.
sürekli simetri kırılmaları gerçekleşmektedir.
Simetri-kırılmasına devam edersek:
Bedeni oluşturacak
hücreler, 2-4-8-16-vs. gibi geometrik dizi şeklinde çoğalmaya başlarlar ve
beden denilen sistemin temeli atılmış olunur. Blastula adı verilen bu evreye
kadar, tüm hücreler birbirlerinin tamamen aynı olacak şekilde çoğalırlar ve içi
sıvıyla dolu küresel bir şekil oluştururlar. Dolayısıyla, çok hücreli tüm
hayvanların büyümelerinin ilk safhaları tamamen birbirlerine benzerler ve içi
sıvıyla dolu bir küre şeklindedirler. Bu küresel görüntü safhasındaki
hücrelerden herhangi birini alıp, tekrar çoğaltmaya başlatırsanız o hücre
tekrar 2-4-8-16- vs. şeklinde çoğalıp-büyüyebilir ve yeni bir canlı
oluşturabilir. Ama bu safhadan sonraki gastrula safhasında, balon şeklindeki
yapı, bir yerinden içe doğru bir kanal (gastrocoel) oluşturacak şekilde
değişmeye başlar. İşte bu safhadan sonra, bedeni oluşturacak hücrelerin
hepsinin kaderi ve özellikleri değişir! Hücreler öylesine kökten bir
değişikliğe uğrarlar ki, artık bu hücreler bedenden koparılıp tekrar çoğalmaya
bırakılırlarsa, önceki safhadaki kardeşleri gibi, 2-4-8-16 şeklinde çoğalıp,
tekrar yeni bir beden oluşturamazlar. Bu yetenek kaybının nedeni simetri
kırılmasıdır. Bir şeyin nasıl yapılacağı, hangi şekli alacağı, vs hep bilgiye
göre olur ve bilgiler de moleküllerin kimyasal bileşimlerinde depolanır.
Tek hücrelilikten çok hücreliliğe geçişte,
baş-gövde-ayaklar gibi ana unsurların oluşması da Simetri-kırılması faktörüyle
denetlenmektedir. Döllenmiş bir yumurta hücresinden çok hücreli bir hayvan
oluşumuna geçişin evrelerinde gerçekleşen biyokimyasal değişimleri araştırarak
embriyolojinin temel gizemini çözen ve bu araştırmalarıyla 1995 yılı
fizyoloji-tıp dalında Nobel ödülü alan Nüsslein-Vollhard (1996, 2004), tek
hücrelikten çok hücreliliğe geçişte, hücrelerin çevresindeki (yani embriyonik ortamdaki)
belli protein türlerinin yoğunluk-derecesi farklarına (concentration-gradient)
bağlı olarak, baş-gövde-bacak, sırt-karın gibi farklı organlaşmalara
gidildiğini göstermiştir. Bunu daha basit bir şekilde ifade edecek
olursak, ortamdaki madde türü ve bu maddenin bolluk-azlık derecesine göre,
hücrelerin hangi tür bir organa dönüşeceği belirleniyor. Yani,
Simetri-kırılması faktörü, ortamdaki madde (varlık) miktarına ve oranına göre
ayarlanıyor.
Ortamdaki madde bileşiminin oluşacak canlının görüntüsünü
nasıl etkilediğini gösteren bir araştırma 2012 yılında yapılmıştır.
Pheidole morrisi adlı bir karınca türü üzerinde
yapılan araştırmalarda, türün genomu saptandıktan sonra, eski bir gen bulunur.
Bu gene ait protein sentezlenip üretilir ve larva gelişimi sırasında ortama
yerleştirilir ve larvadan ne tür görüntüde bir canlı çıkacağına bakılır. Sonuç
şaşırtıcıdır: larvadan 35-60 milyon yıl öncelerinin fosillerine benzeyen dev
boyutlu asker-karıncalar çıkar (Rajakumar et al. 2012). Çünkü, oluşacak
canlının ortam koşulunda bir değişiklik yapılmış ve milyonlarca yıl önceki bir
ortamda bulunan, ama günümüz dünyasında bulunmayan bir madde, larvanın
büyüyeceği ortama enjekte edilmiştir.
Yani bilgi, madde bileşimlerine bağlı olarak işliyor.
Ve hücreler birer fizikokimyagerdirler. Ortamdaki her maddeyi ve
konsantrasyonunu anında analiz edip, ona göre davranırlar. Bakterilerin çeşitli
ortamlara yaşayabilmeleri, her tür antibiyotiğe dirençli hale gelebilmeleri
bunun göstergesidir. Okyanus yüzeyine yayılan petrolü yiyebilmeleri bir başka
güzel örnektir.
Bu nedenle, "Life Is Nothing But Chemistry =
hayat kimyadan başka bir şey değildir" ifadesi (Kervran 1982) tam
doğru bir saptamadır.
Doğal sistem kendi yasal düzenlemelerini kendisi
oluşturmaktadır.
Varlıkların sorunlarını çözme yöntemi nasıldır? Varlıklar
nasıl davranacaklarını nasıl kararlaştırırlar?
5.2.2- Düzenleyici = informator
Düzen-ölçütü = order parameter
İnformation & self-organisation (bilgilen ve
örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğinin
matematiksel-fiziksel formülasyonlarını ortaya koyan Haken (2000),
kitabının başında, kendisini bu alanda araştırmalara yönlendiren bazı doğal
olayları örnek verir.
Bunlardan biri bir kap içinde kaynayan sularda görülen Benard-hücreleri
adı verilen olaydır. Bir cezve içindeki su molekülleri, ortam sakin ve
çevredeki sıcaklık her yerde aynı ise, oldukça durgundurlar. Yani moleküller
için bir sorun yok demektir. Ama çevredeki ısı dağılımı değişirse, örn. cezve
ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için bir sorun ortaya çıkmış olur ve
moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve karşılıklı olarak birbirleriyle
etkileşmeye başlarlar, bardaktaki su molekülleri arasında bir hareketlilik
başlar, kaotik bir durum oluşur. Bu kaos durumu bir süre devam eder ve sonra su
molekülleri karşılıklı olarak birbirleriyle uyum içine girerek slaytta (A)
şeklinde gösterildiği gibi bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca
bardağın tabanından yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar ve içlerine hava
zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca bardağın dibine inerler;
oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece
işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, hep aynı yerdedir.
Her varlık oluşumunu ve varlığını
etkileyebilecek tüm faktörleri algılar, bu nedenle molekül gibi küçük ögeler hem
çevrelerindeki diğer moleküller, hem de kendilerini sınırlayan çevre
sistemlerini algılayıp, onlarla etkileşirler, haberleşirler. Kendi ekseni
etrafında dönen veyahut herhangi bir duvar veya zarla sınırlanan her nesne,
yarı-kapalı bir sistem oluşturur ve birbirleriyle yoğun şekilde haberleşirler.
Geçmiş bölümlerde gösterildiği üzere, bilinçli davranış tüm varlıkların özünde
vardır. Rahatlama dürtüsü nedeniyle, tüm varlıklar ortak bir davranış içine
girebilme çabası gösterirler ve bunun için sinyalleriyle bir rezonans (uyum)
oluşturmaya çalışırlar. Rezonans oluştuğunda, ortak davranış sağlanmış olunur.
Cezvedeki su molekülleri, ortam sakin
ve sıcaklık her yerde aynı ise, durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun
yok demektir. Cezve ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için sorun ortaya çıkar.
Moleküller karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar; aralarında
bir hareketlilik oluşur, kaotik bir durum ortaya çıkar. Kaos bir süre devam
eder.
Sıcaklıktan etkilenen su molekülleri
birbirleriyle haberleşmeye başlar. Her molekül kendisine gelen her sinyalin değerini,
kendi durumuyla kıyaslayarak, davranışını belirler. Bu şekilde sıcak
moleküller, daha az sıcak olanlar yönünde yükselmeye başlar ve tabandan tavana
doğru bir akım oluşur.
Yukarıda verilen varlıklar arası
karşılıklı etkileşim formülüne göre hareket ilişkileri ayarlanır. Böylelikle
kabın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü ve güzergâhı ortaya çıkar ve
düzenli bir döngü gerçekleşir. Belli kanallar boyunca yükselirler, yüzeyde
ısılarını bırakırlar, içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh
boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar
ve bu düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, bu
nedenle hep aynı yerdedir.
Dolayısıyla, her molekülün çevresindeki elektron, kendisine
gelen sinyalin, hangi tür bir molekülden geldiğini, o molekülün kendisine ne
kadar uzaklıkta ve hangi enerji düzeyinde olduğunu kesin bir şekilde bilir ve
“q1 çarpı q2 bölü r2” formülüne göre o molekül ile kendisi arasındaki hareket
ilişkisini ayarlar. Böylelikle bardağın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü
ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir. Yani doğada tüm
atomlar ve moleküller arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Bu
uzlaşma çabası bir süre devam eder ve kaotik evre olarak bilinir. Kaotik
evrenin sonunda, tüm moleküller ortak bir kuvvet alanı sistemi (informator veya order-parameter =
düzen-ölçütü) üzerinde anlaşırlar ve hepsi buna uyacak şekilde davranırlar.
Doğadaki dinamik sistemlerin işleyiş mekanizmasını araştıran bilim dalı olan
“dinamik sistemler veya Dinamik fizikte” bu olaya, “bilgi-verici
kaynak” anlamında “informator=düzen-ölçütü (veyahut düzenleyici) oluşumu denir
ve ögelerin rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları
ortak davranış ilkelerini oluşturur.
Cezvedeki su moleküllerinin kendilerinin bir cezve
içinde olduklarını bilmeleri gibi, atmosfer, hidrosfer, litosfer gibi
yeryuvarı sferleri içindeki moleküller de, o büyük çaplı ortamlarının
boyutlarını bilirler ve karşılıklı olarak birbirleriyle haberleşerek, çok büyük
boyutlu fırtınalar, akıntılar, depremler gibi devasa güç sistemleri
oluştururlar.
Varlıkların hareketlerini yönlendiren kuvvet alanları
(yasalar) varlıkların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmaları sonucu oluşurlar.
Ortakça oluşturulan bu kurallar bağlayıcı niteliktedir ve tüm ilgilileri
köleleştirir. (Haken 2000)
Varlıklar sorunlarını karşılıklı
etkileşimlere dayalı anlaşıp-uzlaşmalarla çözerken, insanların kavga
ve savaşlarla çözmeye çalışması tam bir mantıksızlık değil midir? Bu
mantıksızlığın nedeni ne olabilir?
Düzenleyici veyahut düzen-ölçütü (order parameter, informator)
konusuna devam:
Haken’in (2000) verdiği diğer bir örnek tek-hücreli bir
canlıya aittir:
Amip gibi basit hücreler Sorunlarını ortaklık oluşturarak
çözerler.
“Sosyal amip” olarak da
bilinen Dictyostelium discoideum adlı tek hücreli canlı (amip),
yaklaşık 20-30 mikron
boyutundadır ve
bahçelerde-
ormanlarda çürümeye başlamış
organik maddelerde bulunan yaklaşık
1 mikron boyutlu bakterilerle beslenir. Dakikada 10 mikron kadar
ilerleyebilirler. Beslenme kaynakları
olan bakterilerin doğadaki dağılımları homojen değildir,
parça parça kümeleşmeler
halinde bulunurlar. Amipler ise günde yaklaşık
1-2 cm kadar ancak ilerleyebildiklerinden, bulundukları yerdeki bakteri kaynağı kuruduysa, desi-metrelerce uzakta olabilecek diğer bir
bakteri kümeleşmesine
ulaşmaları günler-aylar sürebilir. Ama onlar
uzun süre
besinsiz kalamazlar, bu nedenle çok büyük strese girerler. Strese giren bu
amipler acaba hayatta kalabilmek için ne tür bir yöntem bulmuşlardır?
Slaytta bu sosyal amip’in nasıl sosyal-toplumsal bir davranış içine girerek, neslinin
devamını sağladığı ve hayatta kaldığı gösterilmiştir.
Besin darlığına
giren amipler, hücreler
arası haberleşmede çok önemli bir madde olan cAMP (cyclic Adenosin-Mono-Phosphate)
adlı bir kimyasal bileşik salgılamaya
başlarlar.
Amip yoğunluğu
nerede fazla ise, salgılanan
bu maddenin yoğunluğu da orada fazla olacağından,
amipler bu sinyalin en yoğun olduğu noktaya doğru ilerlerler ve slaytta gösterilen amip kümeleşmesi
oluşur,,.
Daha sonra bu amip kümeleşmesi önce “mound”
adı verilen kubbemsi bir yapıya, sonra “slug” adı verilen sümüklü-böceğe
benzer bir yapıya dönüşür.
Oldukça hızlı hareket edebilen bu “slug”, yaşama
uygun olmayan noktalardan uzaklaşacak tarzda ilerler ve en sonunda da yeni
amipler üretecek
“spor”ları salgılayacak çok hücreli bir yapıya dönüşür. Yarım santimetre
boyutunda olabilen bu yapı,
içindeki sporları çevreye saçar, ve hava akımlarıyla bu yeni sporlar yaşamlarını sürdürebilecek yeni
ortamlarda tekrar birer amip oluştururlar. Böylelikle amipler sorunlarını,
karşılıklı etkileşimlerle
sağladıkları anlaşıp-uzlaşma
yetenekleriyle, çözmüş
olurlar.
Yine bir soru: >Amipler gibi basit hücreler
sorunlarını toplumsal birlik oluşturarak çözerlerken, kendilerini en bilgili,
en gelişmiş canlı olarak gören insanlar neden ortak bir görüş altında bir araya
gelerek sorunlarına çözüm aramazlar? İnsanların mantıklarının, yanlış bir hayat
görüşüyle bozulmuş olmasından başka bir açıklama var mı?
Bir dip-not: Amiplerin bir araya gelerek oluşturdukları “çok hücreli” aşama,
gerçek bir çok hücreli canlı oluşumundan
tamamen farklıdır; çünkü gerçek çok-hücreli canlılar, aynı
bir hücrenin çoğalması
ile oluşurken,
bu amiplerin oluşturdukları
yapı, bir-çok farklı amip’in oluşturdukları bir yapıdır.)
Şimdi önce yaşanan bir olayı örnek vererek, doğadaki
değişim-dönüşümleri nasıl birbirlerine bağımlı, birbirlerini etkileyen çok
faktörlü bir olaylar dizini olduğunu görelim
5.2.3- Kontrol-parametreleri + karşılıklı
etkileşim
Amerika‘ya insan göçünün 1800-1900lü yıllarda anormal
hızlanmasıyla Kuzey Amerika’da insanların doğal sistemi bozmaya başlaması
hızlanır. İnsanların çiftlikler oluşturarak yaban hayvanlarının yaşam
ortamlarını daraltması, yaban hayvanlarının sığır-koyun yanında insanlara da
sıkça saldırmalarına neden olmaya başlar. En fazla saldırılar da kurtlar
tarafından yapılır. Bunun üzerine insanlar kurtları öldürmeye başlar. Kurt
katliamı özellikle Yellowstone Milli Parkı ve çevresinde o kadar
aşırıya gider ki, 1926da en son kurt öldürülür ve yörede hiç kurt kalmaz.
Kurtların yok olmasından en fazla etkilenen hayvanlar
geyikler olmuştur. Ayı, puma gibi yırtıcılar geyik popülasyonuna zarar verse
de, geyiklerin sayısı hızla artmaya başlar ve kış-mevsiminde bile artık Yellowstone’dan ayrılmaz
olurlar.
►Geyikler
özellikle kavak ve söğüt sürgünlerini tüketirler, bunun sonucu bu ağaçlar
gittikçe azalır. Ağaçların azalması, kuş ve böcek popülasyonunu azaltır.
►Kurtlar
yok olunca, geyikler kaçmak zorunda kalmayıp, vakitlerinin çoğunu dere-kenarı
gibi söğüt ve kavakların yoğun olduğu ortamlarda geçirirler. Bunun sonucu, daha
az hareket edip, daha çok yemek-içmekle vakit geçirirler.
►Sürekli
geyik ayakları altında kalan otlar gelişemezler ve bitki-örtüsü fakirleşir.
►Kurt
korkusu altında yaşayan geyikler küçük topluluklar halinde yaşarlarken, kurt
olmayan ortamlarda büyük geyik toplulukları halinde yaşarlar.
►Kurt
olmayan ortamlarda geyiklerin ölümü genelde kışın kar altında olur; dolayısıyla
geyik leşinden yararlanarak yaşayan kuzgun, kartal, saksağan, çakal,
ayı, böcek (kurtçuklar) gibi canlıların beslenme ortamı sınırlandırılmış
olunur.
►Kunduz
gibi hayvanların kış mevsimini geçirmeleri kavak, söğüt gibi
ağaçlara bağlıdır. Kunduzlar bu ağaç dallarından barajlar yapıp, özel gölsü
yapılar oluşturarak yer-altı yuvalarında yaşarlar. Kunduzları sayısının
azalmasıyla, onların yaptıkları barajlar ve özel gölcükler de azalır. Bu
azalma:
• hem yer-altı-suyu
düzeyini düşürür, kuraklık artmaya başlar,
• hem dere-kenarı kuşlarının
sayısını azaltır
• hem balık popülasyonu
azalır,
• yaz-kış mevsimsel
farklığı artar, yağmur düzeni değişir,
• kuraklık artar, bunun
sonucu orman yangınları (1988 yangını gibi ) artmaya başlar,
Ekolojik sistemin büyük zarar görmesi, toplumda girişimlere
neden olur ve 1966 yılında Yellowstone parkına kurt popülasyonunun
tekrar geri getirilmesi hükümetin dikkatine sunulur ve 1995te tekrar kurt
popülasyonu geri getirilir. Ve ondan sonraki yıllarda ekolojik denge tekrar
normal döner.
Görüldüğü üzere, doğa dinamik sistemlidir ve varlıklar
arasında karşılıklı bir bağımlılık (circular-causality) ilişkisi vardır. Bir
üst-sistemde geçerli olacak kuralları(düzen-ölçütü = order parameter)
doğrudan etkileyip, yönlendiren bir çok faktör (örn. kurtlar) vardır ve bunlara
kontrol-parametreleri denir. “Kontrol-parametreleri” olarak adlandırılan bir
faktörün (örn. kurtların) ortadan kaldırılması, ekosistemde çığ-etkisi yapar ve
tüm sistem bozulur. Çünkü tüm varlıklar karşılıklı bir bağımlılık-etkileşim (circular-causality)
içindedirler.
Statik sistemli (yani tepeye bağımlı) hayat görüşlü kral,
sultan veya liderlerin, devleti (toplumu) kendi malları sayıp, istedikleri
şekilde hükmettikleri gibi, insanlar da sahip oldukları arazileri istedikleri
gibi kullanmaktadırlar. İnsanların bu aymazlıkları, yukarıda açıklanan türde
ekolojik bozulmalara yol açar ve doğal denge alt-üst olur. Toplumsal
hayatımızın düzenli-dengeli olmasını sağlamanın da tek yolu, doğada dinamik
sistemin geçerli olduğunu hatırlayıp, Yellowstone olayında olduğu
gibi, denge ve düzen oluşumunu, halkın karşılıklı etkileşimlerine bırakmaktan
geçer.
Doğada sorunlar oluşturularak
giderilmektedir. Tepedekilerce yönlendirilen bir kukla
değil,
kendi gözlemlerine
göre davranıp,
geleceğini
kendisi belirleyen özgür insan olalım.
“Alt-Sistem - Üst-Sistem İlişkileri”
- Chaisson-diyagramında gösterildiği üzere, doğa hep gittikçe gelişen bir
sistemde ilerlemektedir. Bu sistemin nasıl oluşup-geliştiğinin
matematiksel ve fiziksel formülasyonları ise Dinamik-Sistemler-Fiziği
(Haken 2000) tarafından ortaya konulmuştur.
Doğa ve dünyamızdaki her şeyin, atom dediğimiz kimyasal elementlerden, onların proton-nötron-elektron gibi yapı-taşlarından, bu yapı taşlarının da atom-altı-öğeler denilen daha temel yapısal öğelerden oluştuğu son asır içinde ortaya konulmuştur.
Doğa ve dünyamızdaki organik veya inorganik varlıkların oluşum mekanizmasına baktığımızda, her şeyin, bu atomik öğelerin birbirleriyle etkileşime girerek ve rezonans oluşturarak ortaklık sistemleri oluşturacak tarzda birleşmeleri şeklinde gerçekleştiği dikkat çekmektedir.
►Bir laser-ışığı oluşum ortamını düşünün. Atomlar bir
tüp içinde sıkışıp-kalmışlar ve çevreden sürekli bir uyarıcı radyasyon etkisi
altında sürekli enerji (foton) alıyorlar ve bu enerjiyi bir başka foton yayarak
tekrar boşaltıyorlar, yaydıkları bu enerji (foton) aynalardan yansıyıp tekrar
kendilerini geliyor; ve bu olay sürekli tekrarlandıkça, atomlar daha sık
aralıklarla bu enerji-aktarımı olayını tekrarlamak zorunda kalıyorlar; ortalık
cehenneme dönüşüyor. Bir çözüm bulunması gerek.
Atomlar çevrelerindeki tüm durumları algılayarak olasılık
hesapları yapıp, en uygun yönde hareket ederler. Laser ortamında
zorda kalan atomlar, ortak davranışa girip, yaydıkları fotonların
frekanslarını, fazlarını ve yönlerini uyumlu hale sokarak, yarı-yansıtıcı
aynadan çıkabilecek güçte, “coherent“ ışık denilen muazzam enerjik bir sinyal
oluştururlar.
Ortaklığın kuralına düzenleyici denir. Kurala uyulması
tüm atomların yararına olduğundan, atomların spin -polarizasyon -faz
–frekans gibi özelliklerinde değişiklikler
yapılarak köleleşme, sabitleşme gibi özellikler oluşturulur.
Bu işlemler, hem “alt-sistem” olan atomlar, hem
de “üst-sistem” olan “ORTAKLIĞI” ilgilendirdiğinden, iki sistem arasında
“karşılıklı” bir “etkileşim” söz konusudur, buna da “circular causality”
denir..
►Üst-sistem oluşturma işlemleri, atomik öğelerin spin,
polarizasyon, faz, frekans gibi özelliklerinde değişiklikler yapılarak,
enerjinin farklı amaç veya hedeflerde kullanılması şeklinde gerçekleşir. Yani
her beden-hücrelerinin içlerindeki atom veya moleküllerin bu özellikleri
birbirlerinden farklıdır ve bu nedenle çok farklı davranışlar ortaya çıkar.
Çevreye uyum için değişim-dönüşüm şart olduğundan, ilk başlangıçta
sabitleştirme işlemi yapılmaz, olgunlaşma safhasına geçişle birlikte
sabitleştirme işlemi gerçekleştirilir. Yani hücreler kafa-kol-beden gibi
organları yapma safhasındayken sabitleştirme = solidifikasyon yapılmaz,
yavru doğduktan, çevresiyle etkileşmeye başladıktan sonra yapılır. Bu nedenle
bir civciv, yumurtadan çıktığı anda yanında algıladığı ilk canlıyı, kendisine
en yakın dost olarak görür. Büyüyüp olgun bir kuş veya tavuk olduğunda bile,
hala o ilk insanın çevresinde, hatta onun cebine-çantasına girerek yaşar-
dolaşır. İnsanlarda ise bu sabitleştirme işlemi çocukluk evresinde olur ve bu
nedenle insanı hayat boyu etkileyen en temel faktördür.
Bizler asırlardır statik sistemli bir hayat görüşüyle
eğitildik ve yönlendirildik. Statik sistemde varlıkların karşılıklı
etkileşimlerle, bilgi oluşturarak sorunlarını çözmesi gerektiği görüşü değil,
tepedeki birilerinden gelecek yönlendirmelere göre davranması öğretilir ve
Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) oluşturulur. TBÖlerin ise, insanlığın
tüm sorularının kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adresli
yazıda kesin delillerle ıspatlanmıştır.
Dinamik sistemli bir doğada yaşamak zorunda olan insanlara statik sistemli
hayat görüşü bilgileri öğretilmesi, insanların mantıksal değerlendirme
sistemini bozmuş ve sorunlarını çözemez hale sokmuştur.
Doğadaki oluşum ve gelişimler, Chaisson-diyagramının
gösterdiği üzere, enerji-akış-yoğunluğunun artırılması yönünde olmaktadır (ki
una daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları diyebiliriz). Darda kalan,
sıkışan tüm varlıklar bilgi oluşturarak ve karşılıklı etkileşimlerle
birbirleriyle uzlaşıp, ortaklıklar içinde birleşerek sorunlarını
çözmektedirler.
Statik sistemde halk tepedekilerin ellerindeki iplerle yönlendirilen
birer kukladırlar. Kuklaların ipleri en tepe konumunda olan zenginler-kulübü
üyelerinin ellerindedir, çünkü toplum-hayatının kanı olan para, tamamen onların
denetimindedir. Günümüzde tepedeki “BİRİLERİ” bazı kuklaları yönlendirmiş ve
halkımız birbirleriyle savaşır duruma sokulmuştur. Unutmayın, doğal sistemde,
kuklalık (kukla davranışı) yoktur; her varlık kendi oluşturacağı bilgilere göre
davranışını kendisi belirler. Lütfen, tepedekilerden gelen yönlendirmelere göre
olan kukla davranışını bırakıp,
komşularımızla-çevremizdekilerle karşılıkı ortaklık
ilkeleri doğrultusunda davranışlarımızı belirleyelim.
Sorunlarımızın zirve yaptığı bu günlerde, tepeden gelen
emirlere göre değil, doğal sistemin öngördüğü karşılıklı etkileşimlerle,
“devlet” denilen tepeden-sahipleniciliği ele geçirmek için değil, toplum
denilen ortak yaşam sistemini oluşturmak için birbirimizle anlaşıp-uzlaşmaya
varmamızın tek çıkış yolu olduğunu herkesin dikkatine sunmak, topluma yapılacak
en iyi hizmet olur.
5.2.5- Köleleşme ve Sabitleşme-olayı.
Sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz ve
değişim-dönüşümler rast-gele olmadığı gibi, önceden belirlenmiş bir şekilde de
olmuyor. Daha önce sunulan “Alt-Sistem - Üst-Sistem İlişkileri” dosyasında
gösterildiği üzere, doğa hep gittikçe gelişen bir sisteme sahiptir.
Daha önce, “simetri-kırılması” başlıklı temel bir faktörünü
gördüğümüz bu sistemin, şimdide “order-parameter veya informator”
olarak bilinen ve “düzen-ölçütü,veya düzenleyici” olarak tercüme edebileceğimiz
diğer önemli bir faktörünü ve de bu faktörle ilgili:
• circular-causality=
karşılıklı etkileşim,
• slaving-principle =
köleleştirme veya bağlılık
• solidification =
sabitleştirme faktörlerini tanımlamaya çalışalım.
Doğadaki tüm varlıklar
birbirleriyle etkileşim
içindedirler, yani alış-veriş yaparlar. Örn. bir varlığın yaydığı bir sinyal
(bir foton) komşu varlığın elektronu tarafından algılanır (soğurulur); o
elektron bu sinyalden etkilenerek kendisine has bir başka foton salar. O foton
başka bir varlığın elektronunca alınır, ve tekrar kendine has bir foton
salınır; vs… Bu şekilde ether dediğimiz sinyaller -ve enerji- okyanusu oluşup gelişir. Bu nedenle
Avrupadaki bir kelebeğin kanat çırpması, Amerika’da bir kasırga oluşumuna yol
açabilir.
► Her öğe, kendine en yakın komşuları ile etkileşim
içine girer ve davranışını ona göre belirler. Bunun nedeni, varlıkların karşılıklı
olarak birbirlerine sahip oldukları enerji türünü çeşitli sinyaller olarak
bildirmeleri ve bu sinyallere göre varlıkların birbirlerini çekmeleri
(veya itmeleri)dir. Oluşacak çekim kuvvetinin şiddeti, yandaki şekilde
gösterildiği üzere, öğeler arası mesafenin karesiyle ters orantılı olduğundan,
varlıkları etkileyen en büyük kuvvetler, kendilerine en yakın olan öğelerin
potansiyelleri olmuş olur.
►Laser ortamını düşünün. Atomlar bir tüp içinde
sıkışıp-kalmışlar ve çevreden sürekli bir uyarıcı radyasyon etkisi altında
sürekli enerji (foton) alıyorlar ve bu enerjiyi bir başka foton yayarak tekrar
boşaltıyorlar, yaydıkları bu enerji (foton) aynalardan yansıyıp tekrar
kendilerini geliyor; ve bu olay sürekli tekrarlandıkça, atomlar daha sık
aralıklarla bu enerji-aktarımı olayını tekrarlamak zorunda kalıyorlar; ortalık
cehenneme dönüşüyor. Bir çözüm bulunması gerek.
Atomlar çevrelerindeki tüm durumları
algılayarak olasılık hesapları yapıp, en uygun yönde hareket ederler. Laser ortamında
zorda kalan atomlar, ortak davranışa girip, yaydıkları fotonların
frekanslarını, fazlarını ve yönlerini uyumlu hale sokarak, yarı-yansıtıcı
aynadan çıkabilecek güçte, “coherent “ ışık denilen muazzam enerjik bir
sinyal oluştururlar.
Ortaklık kuralına düzenleyici denir. Kurala
uyulması tüm atomların yararına olduğundan, atomların polarizasyon -faz
–frekans gibi özelliklerinde değişiklikler
yapılarak köleleşme, sabitleşme gibi özellikler
oluşturulur. Bu işlemler, hem “alt-sistem” olan atomlar, hem de
“üst-sistem” olan ortaklığı ilgilendirdiğinden, iki sistem arasında “karşılklı” bir “etkileşim” söz
konusudur, buna da “circular-causality” denir..
Laser ortamında çevreden gelen sürekli radyasyonlarla
uyarılmaları sonucu, sıkışıp, zor durumda kalan atomların, çareyi ortaklık
oluşturup, bir düzenleyici kuvvet alanı oluşturarak, bu düzenleyicinin
yönlendirmesine uyarak, çevrelerindeki her engeli aşacak şekilde muazzam bir
enerji kümeleşmesi oluşturmaları gibi, doğadaki tüm varlıklar da, sıkıştıkları
zaman, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, bir düzenleyici = order-parameter oluşturup,
sıkışık durumdan kurtulabilirler. Yeryuvarı içindeki volkanik püskürmeler,
depremler gibi muazzam kuvvetler bu şekilde oluşurlar.
►Üst-sistem oluşturma işlemleri, atomik öğelerin spin,
polarizasyon, faz, frekans gibi özelliklerinde değişiklikler yapılarak,
enerjinin farklı amaç veya hedeflerde kullanılması şeklinde gerçekleşir. Yani
her beden-hücrelerinin içlerindeki atom veya moleküllerin bu özellikleri
birbirlerinden farklıdır ve bu nedenle çok farklı davranışlar ortaya
çıkar. Çevreye uyum için değişim-dönüşüm şart olduğundan, ilkbaşlangıçta
sabitleştirme işlemi yapılmaz, olgunlaşma safhasına geçişle birlikte
sabitleştirme işlemi gerçekleştirilir. Yani hücreler kafa-kol-beden gibi
organları yapma safhasındayken sabitleştirme =solidifikasyon yapılmaz,
yavru doğduktan sonra, çevresiyle etkileşmeye başladıktan sonra yapılır. Bu
nedenle bir civciv, yumurtadan çıktığı anda yanında algıladığı ilk canlıyı,
kendisine en yakın dost olarak görür. Büyüyüp olgun bir kuş veya tavuk
olduğunda bile, hala o ilk insanın çevresinde, hatta onun cenine-çantasına
girerek yaşar- dolaşır.
İnsanlarda ise bu sabitleştirme işlemi çocukluk
evresinde olur ve bu nedenle insanı hayat boyu etkileyen en temel davranış
olur.
Simetri kırılması (symmetry breaking):
Alt-sistemlerden üst-sistem oluşumlarına geçişlerde, üst-sistem içinde
birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların -kuvvet alanlarının veya değer
yargılarının- oluşturulması.
Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik
sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları
ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör.
Sabitleştirme (Solidifikasyon): Üst-sistem içinde
birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak
şekilde sabitleştirici işlemler yapılması.
Sabitleştirme (solidification), üst-sistemde belli kalıplar
oluşturulması şeklinde gerçekleşir. Bir örnekle açıklayalım. Silisyum ve
oksijen elementlerinin birleşmeleriyle kuvars denilen bir mineral (X) oluşur.
Bu kuvars mineralinin çok belirgin ve kendine has özellikleri vardır. Örn.
üzerinde (A) (B) (C) (D) gibi çok farklı yönleri gösteren çok düzgün yüzeyler
(düzlemler) bulunur. Bu düzlemlerin birbirleriyle yaptıkları açılar, tüm kuvars
minerallerinde tamamen aynıdırlar. Öylesine ki, bir mineralin kırılmış bir
küçük parçası bulunsa ve tayin edilmekte zorlanılsa, düzlemler arasındaki
bu açılar ölçülerek, hangi minerale ait olduğu kesin bir şekilde belirlenir.
Yani minerallerin yüzeyleri gelişi-güzel değil, çok belirgin kurallara göre
oluşmuşlardır ve bu kurallar bağlayıcıdırlar (köleleşme). Yani mineralin (A)
yüzeyine gelip konacak bir moleküldeki atomların spinleri-polarizasyonları,
bu düzleme paralel olacak şekilde düzenlenirlerken, (B) yüzeyine konacak
olanların spinleri-polarizasyonları o düzleme paralel olacak şekilde
düzenlenirler. Ortaklık sisteminin kuralları ortaklarca oluşturulurlar ve
oluşturulan o kurallar da tüm katılımcılar için bağlayıcı olur. “Köleleşme”
yerine “bağlılık” denseymiş daha gerçekçi olunurmuş.
Sabitleştirme ve köleleşmenin nasıl işlediğini, yine
minerallerle yapılan bir deney üzerinde görelim. (X) şeklindeki bir mineral
alınıp, zımpara ile sürtünerek yuvarlak bir bilye şekline getirilsin, yani tüm
düzgün yüzeyler yok edilsin. Şekilde (Y) deki gibi görünen bu bilye alınıp,
içinde silisyum ve oksijen iyonlarının da bulunduğu bir eriyik kabına konulup,
bir süre bekletilirse (süre eriyiğin sıcaklığına bağlı olarak değişmektedir),
yuvarlak bilyenin yaralarını tamir edip, tekrar eski güzel mineral şekline büyüdüğü
görülür. Yani, bilye şekline getirilmiş de olsa, mineralin yüzeyinde
“düzen-ölçütü = order-parameter” görevini gören öyle bir kuvvet alanı
vardır ki, ortamda bulunan Si ve O iyonları, o kuvvet alanı etkisini algılayıp,
o “düzenleyici” faktöre uyarak düzgün-düzenli bir şekilde bilye yüzeyine
yerleşmeye başlarlar ve önce yaraları tamir edip, sonra düzenli şekilde
büyürler.
Her farklı mineralin yüzeyinde farklı bir kuvvet-alanı
vardır ve her mineral o farklı kuvvet-alanı ile çevresiyle etkileşir. Milyonlarca
molekülünün ortaklıklarından oluşan mineral gibi üst-sistemlerde, elektronlar
ortak davranışa geçerler ve plasmon adı verilen ve her mineralin
kendisine has özellikler göstermesine neden olan özel bir sinyal, özel bir
etkileşim türü oluştururlar. Doğada 3 bin civarında farklı mineral
var; bunun anlamı, doğadaki “ether” dediğimiz sinyaller okyanusunda en az 3 bin
adet farklı mineral türünün düzenleyicilik =order-parameter (informator)
sinyali olduğudur. Canlılar alemine ait tür çeşitliliği ise milyonlarla ifade
edildiğine göre, ether okyanusundaki sinyal çeşitliliğini artık siz
hayal edin. Sizler, şimdi atalarımızın “tanrı” dedikleri doğadaki
oluşturucu-yönlendirici gücü anlayabiliyor musunuz? Tanrı, doğadaki milyonlarca
farklı üst-sistem veya alt sistemlerce oluşturulan kuvvet alanları okyanusudur.
Ether Okyanusu =Sinyaller Okyanusu
Ether Okyanusu =Sinyaller Okyanusu
Şimdi burada “ether” terimini hangi anlamda kullandığımı
açıklayacağım.
Ether sözcüğü uzay boşluğunu dolduran ve ışığın
boşlukta ilerlemesini sağlayan görünmez bir şey olarak algılana gelmiştir. Doğa
ve dünyanın “hava, su, ateş, toprak” gibi dört temel elementten oluştuğu
şeklindeki görüşün egemen olduğu dönemde “ether” beşinci element olarak kabul
edilmiş ve ilahi güçlerin bu elementi soludukları varsayılmıştır. Böyle bir
varsayım yapılırken doğadaki kuvvet alanlarının düşünülmüş olması
gerekmektedir.
Günümüz doğa bilimleri değerlendirilmesi açısından kavrama
bakarsak, şunu görürüz. Gerek bizim atmosferimizde, gerek uzay boşluğunda
kuvvet alanları vardır ve bu kuvvet alanları özellikle elektromanyetik
radyasyonlardan (ve de gravite, baskın kuvvet gibi diğer kuvvet türleri
etkilerinden) oluşmaktadır. Bu kuvvet alanlarının varlığını ve etkisini şöyle
tasarlayabilirsiniz: Çevremizdeki her yer (atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay
boşluğu, vs.) çeşitli radyasyonlarla doludur. Bizler bunu doğrudan
algılayamayız, ama bir radyo alıcısının düğmesini sağa-sola kaydırdıkça
işittiğimiz farklı yayınların dalgalarını aldığımızda, çevremizde ne kadar
farklı sinyal bulunduğunu fark ederiz. Ether dediğimiz şey bu
sinyaller okyanusundan oluşur.
Varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapılarını
(kimyasal ve fiziksel bileşimlerini) değiştirirler. Değişen bu bileşimlere
uygun olarak, onların çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş olurlar. Bu
nedenle ether okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm
içinde olur.
Günümüzde bu ether okyanusunun içinde
cep-telefonu, internet ortamı, uydular, televizyonlar gibi bir sürü yeni sinyal
türü daha bulunmaktadır. Halbuki yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu tür
sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu sinyalleri üreten maddeler henüz doğada yoktu.
Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin var olabilmesi için o sinyali oluşturan
maddenin doğada oluşmuş olması şarttır.
Doğada maddelerin oluşum sıralanması dikkate alınıp, buna
göre zaman içinde uzayda ether çeşitliliği ve yoğunluğu
hesaplandığında, ether yoğunluğu ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe
doğru gittikçe azalacağı anlaşılır.
Varlıklar davranışlarını ether içindeki sinyallerden
yararlanarak belirler. Örneğin göçmen kuşlar, balıklar vs. yeryuvarının
manyetik alanından yararlanarak yönlerini belirler ve bu sayede Afrika’daki bir
noktadan kuzey Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler ve yollarını-yuvalarını
hiç şaşırmazlar.
Bütün bitkiler ve hayvanlar çevrelerindeki ether okyanusundaki
sinyalleri algılayarak, ne zaman çoğalacaklarını, ne zaman uyku moduna geçeceklerini
belirler. Kısacası, ether tüm varlıkların haber kaynağını oluşturur.
Tüm varlıklar oluşumları için gerekli enerjiyi kuantsal
sistemden alır. Kuantsal enerji ise, önce atom dediğimiz temel elementler
içinde, sonra ise bu elementlerin kombinasyonlarıyla oluşan moleküller içinde
depolanır. Fotosentez olayı, kuantsal enerjinin maddelere nasıl bağlandığını
gösteren güzel bir örnektir. Her canlı varlığını sürdürebilmek için enerjiye
muhtaç olduğundan, enerji kaynağının nasıl değişip-dönüştüğü konusunda bilgi
toplamak zorundadır. Bitkiler güneş ışığına ve de ortam sıcaklığına bağlı
olarak enerji depolayabildiklerinden, her bitki gün-uzunluğu farklarını ve
sıcaklık derecesi-değişimlerini takip edip, ne zaman -çiçek açacağı, sürgün
vereceği gibi önemli olayları ayarlamak zorundadır. Bu bilgiler ve sinyaller
ise ether dediğimiz sinyaller okyanusunda bulunmaktadır.
Bir cep-telefonuyla bu sinyaller okyanusundan kendisi
için gerekli sinyalleri alıp, ona göre işlem yapan insanlar gibi, tüm diğer
canlılar da, farklı sinyallerle etkileşebilen çeşitli proteinler üreterek, bu
sinyaller okyanusundan kendileri için gerekli bilgileri alırlar ve ona göre
davranırlar. Diğer bir ifadeyle, doğa ve dünyayı etkileyip-yönlendiren faktör
olarak tanımlan “Allah” sabit-ebedi-değişmez bir varlık değil, ether dediğimiz
değişken bir sinyaller sistemidir.
Bu ether okyanusunda, bir çekülün çevresindeki tüm
kütleleri algılayıp-ona göre yönlenmesi gibi, tüm diğer varlıklar da
kendilerini etkileyen tüm kuvvet türlerini algılayıp, ona göre davranırlar.
Ether okyanusunu oluşması ise, kuantların atomları,
atomların molekülleri, moleküllerin hücreleri, hücrelerin bedenleri oluşturması
şeklindeki zaman ardalanmalarında gerçekleşmiştir. Yani etherokyanusu,
varlıkların çeşitlenmesiyle tabandan tepeye (alt-sistemlerden üst-sistemlere
doğru) dinamik oluşum mekanizması (DOM) sistemiyle oluşup-gelişmiştir.
Dinamik sistemler fiziğinin “order-parameter” denilen
düzen-oluşturma faktörü, aslında bir kuvvet alanıdır, yani ether okyanusunun
bir parçasıdır.
Ether-okyanusunun en temel öğeleri ise nötrinolardır ve doğada
madde oluşumunun başlangıç safhasından beri etkilidirler.
Proton ve nötron arasında şekilde gösterilen türde bir
karşılıklı etkileşim vardır. Protonlar nötronlara, nötronlar protonlara
dönüşebilmektedir.
Nötronun protona veyahut protonun
nötrona dönüşmesi olaylarında (ki bunlara çekirdek reaksiyonları denir), birer
elektron (veya pozitron) salınımı yanında, anti-nötrino (veya nötrino) denilen
enerji öğeleri de çevreye yayılırlar.
Burada çok önemli bir nokta dikkat
çeker. Madde oluşturucu iki temel öğenin (proton ve nötron) birbirlerine
dönüşmesi sırasında açığa çıkan (yani çevreye yayılan öğeler, madde ve
anti-madde öğelerdir:
Elektron (normal madde) ile
anti-nötrino (anti-madde) bir tarafta
Pozitron (anti-madde) ile nötrino
(normal madde) diğer tarafta.
Bu zıtlık doğadaki enerji dağılımı
dengelenmesinde rol oynayan en temel noktadır. Elektron ve pozitronun
elektro-manyetik kuvvet oluşumlarında ana-aktör oldukları bilinmektedir. Ama
gözlemlenmeleri çok zor olan nötrinolara son yıllarda ağırlık verilmeye
başlanmıştır.
Araştırmalar, çok küçük bir enerji potansiyeline sahip
olmaları beklenen nötrinoların, doğadaki tüm varlıkları delip-geçebildiği,
geçtiği yerlerdeki atom-altı-öğelerle etkileşime girerek, enerji
potansiyellerini artırdığı veya azalttığı, bu nedenle doğadaki oluşumları
etkiledikleri gözlenmiştir. Nötrinoların enerji
potansiyelleri, geçtikleri güzergahlardaki varlıklarla etkileşimleri sırasında
öylesine artabilmekteler ki, sonraki güzergahlarındaki bir varlığın içinden
geçerlerken, o varlığın moleküllerindeki atomlarda çekirdek reaksiyonlarına yol
açıp, kimyasal bileşimini değiştirebilmektedirler.
Nötrinolar çekirdek
reaksiyonları sonucu oluşmakta ve çevreye yayılmaktadırlar. Nötrinoların çevreye yayılmalarında ise sınır
yok gibidir; çünkü bir galaksideki bir yıldızın içinde gerçekleşen bir çekirdek
reaksiyonu sonucu açığa çıkan bir nötrino, bir başka galaksideki bir gezegene
ulaşıp, oradaki maddelerle etkileşime girebilmektedir. Yani nötrinolar evrensel düzeyde enerji-dengelenmesi yapan
mucizevi öğelerdir.
Doğadaki, nötrinolar kaç farklı kökenli olabilirler?
Bizim dünyamızın
yakınında gerçekleşen en fazla çekirdek reaksiyonları Güneş içinde olduğundan,
dünyamızda rastlanılan nötrinoların çoğunluğu Güneş kökenlidir.
Ancak, kozmik
ışınlar da, atmosferde çekirdek reaksiyonlarına yol açtıklarından, bir kısım
nötrinolar atmosfer kökenlidirler.
Nötrinolar uzaydaki
her hangi bir galaksideki bir yıldızdan gelebilirler.
Dünyamızın içinde
(çekirdeğinde, mantosunda, litosferinde, hidrosferinde) çekirdek reaksiyonları
olduğundan, bunların herhangi bir yerinden gelebilirler.
Ama tüm bunların
haricinde, nötrinolar bizlerin ve çevremizdeki tüm canlıların bedenlerinde de oluşmakta
ve çevreye yayılmaktadırlar. Buna örnekler Kervran (1973) tarafından yapılan
araştırmalarda ortaya
konmuştur.
“Dünyamızın, başlangıçta
oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki
bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta
şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi
bizlere verilmektedir. Daha sonra başka hiçbir yaratıcı gelmediğinden,
"başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey olduğu gibi kalmıştır.
Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". Böyle bir inanç, herkes
tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde "bilim
adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine" ancak
gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal
dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir.
Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka
dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element
dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde
dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği
(değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer
moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu
değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.”
(Kervran 1973, s. 120)
Kervran, doğada
sürekli bir değişim dönüşüm gerçekleştiğini ve bu değişim-dönüşümlerin atomlar
aleminden kaynaklandığını delilleriyle ortaya koyup, “Life is nothing but
chemistry = Hayat sadece kimyadan ibarettir” diyen ilk bilim adamıdır.
Kervran’ın dahiyane görüşünün, dogmatik görüşlerle şartlandırılmış diğer bilim
insanları ve medya tarafından nasıl
engellenip, Nobel ödülü almasının nasıl engellendiği konusunu “Bir dogmanın
çöküşü” başlıklı şu makalede takip
edebilirsiniz: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-2-enerjinin-kokeni-ve-kuantum.html
Yani bedenimizin
her cm-karelik kısmından saniyede milyarlarca nötrino bedenimize girmektedir.
Bu nötrinoların bir kısmı güneşten, bir kısmı evrenin bir başka yerinden, bir
kısmı dünyamızın içinden, bir kısmı çevremizdeki bitki ve hayvanlardan, bir
kısmı çevremizdeki bakteri ve mantarlardan gelmektedir. Ama daha da önemlisi,
çevremizdeki insanların yaydıkları nötrinolar da bedenimize girmekte ve
bizlerin atomlarıyla etkileşmektedir. Bu etkileşimlerde, nötrinolar birer
transit yolcu gibi değil, birer enerji ve enformasyon elçisi gibi
davranmaktadırlar. Yani biz insanlar
dahil, canlı-cansız tüm varlıklar “ether” dediğimiz bir sinyaller
okyanusu içinde, bir birlerimizle karşılıklı bir etkileşim ağı içinde
yaşamaktayız.
Bu nedenle, tüm
varlıklar arasında çok etkili bir bağlantı oluşturan nötrinolar, “ether
okyanusu” içindeki en önemli ve en yaygın unsurdur.
Bir
genelleme yapmak gerekirse, ether okyanusu içinde 3 temel etkileşim
(Güçlü-etkileşim, Elektro-weak-etkileşim ve gravitatif-etkileşim) türüne ait
kuvvet alanları bulunur.
Bunlarda
“güçlü etkileşim” sadece atom-çekirdeklerinde etkili olduğundan,
atom-çekirdekleri de milimetrenin trilyonda biri boyutunda
olduklarından, güçlü etkileşim sinyalleri varlıkların içlerindeki atom
çekirdekleri aleminde geçerlidirler.
Sonra çekirdekten başlanarak, 300.000 kmlik bir çevreye kadar etkili olan
elektro-manyetik kuvvet alanları gelirler. Bu alanda etkili olan sinyaller
çeşitli dalga-boylarına (= salınım-adımlarına) sahip olan fotonlardan
oluşurlar. Buna elektro-mayetik-spektrum denir.
Şekilde elektro-manyetik spektrum sinyallerinin dalga-boyları,
yani salınım adımları verilmiştir. Foton dediğimiz elektro-manyetik sinyaller,
ışık hızıyla hareket ederler ve saniyede yaptıkları titreşim sayısı, onların
frekansı olur. Frekans ne kadar büyükse, enerjileri o kadar büyük, ama salınım
adımı da o kadar küçük olur.
Enerji aktarımları rezonans oluşumları ile gerçekleşirler.
Rezonans aynı frekansta sinyaller arasında olur. Gama-ışınları gibi çok enerjik
fotonların salınım adımları (dalga-boyları) femto-metre ölçeğinde, yani
atom-çekirdeği boyutundadır. Bu nedenle bu ışınlar atomlar ve
atom-altı-öğelerle etkileşirler.
Benzer şekilde, radyo dalgaları cm- metre ölçeğindedirler ve
radyo antenlerimiz bu boyuttadırlar.
Çok-çok düşük enerji düzeyinde olan, birkaç hertz frekanslı
fotonların dalga-boyları ise, binlerce km ölçeğindedir ve dünyamız ve
daha büyük boyuttaki sistemlerle rezonansa girebilirler.
Fizik biliminin ortaya koyduğu etkileşim
türleri şunlardır:
1-
Güçlü-Etkileşim: gluon’larla etkileşir ve sadece
Atom çekirdekleri içinde, yani femto-metre boyutunda etkilidir. (Kendisine özgü
3-boyutu vardır)
2-
ElektroManyetik etkileşim, fotonlarla etkileşir
ve şekilde gösterildiği üzere Dünyamız gibi gezegenler boyutuna kadar olan
sistemlerde etkilidir. (Kendisine özgü 3-boyutu vardır)
3-
Gravite-etkileşimi: Evrensel ölçekte etkilidir. (Kendisine
özgü 3-boyutu vardır)
4-
Zayıf-etkileşim: özellikle nötrinolar sayesinde evrensel
ölçekte maddeler arasında değişim-dönüşümü sağlayan faktördür ve zaman
kavramının oluşmasını sağlar.
Tüm bu farklı etkileşim-sistemi boyutlarını toplarsak 3 + 3 + 3 + 1 = 10
boyut eder ve sicim teorisinin öngördüğü çok boyutlu evrensel sistem ortaya
çıkarç
Nötrinolar her boyuttaki varlığın
içlerindeki atomlar ve atom-altı-öğelerle etkileşebilecek özelliklere
sahiptirler.
Bir ortaklık (Üst-Sistem)
oluşturmak için en az kaç öğe gerekir? Belli bir kritik sayı var mıdır?
Ne zaman gerçek bir toplum hayatına ulaşılacak?
Bu soruyu yanıtlamak için bir mineralin kristal yapısına
bakmak gerekir. Mineral olarak da en basit yapılı, yani en az sayıda element
içeren bir minerali seçelim: sadece 2 elementten oluşan ve kübik sistemde, yani
küp şeklinde kristalleşen tuz minerali, NaCl.
Molekül gibi küçük öğeler, basınç ve sıcaklık değerlerine
göre gaz, sıvı veya katı hallerde bulunurlar. Örn. NaCl kimyasal
formülüyle belirlenen tuz minerali, küp şeklinde kristalleşir ve kristal yapısı
şekilde görüldüğü gibidir. Buna tuz mineralinin birim-hücresi denir ve 5.64
angström (milimetrenin on-milyonda-biri) boyutundadır.
Bu birim-hücreye bakıldığında, 15 Na ve 14 Cl atomu
görülür, yani bir tuz minerali oluşturulması için en azından 15 molekül
gereklidir. Ama şekildeki birim hücrede 1 Cl atomu eksiktir.
Dolayısıyla tuz minerali oluşturulması için bu birim-hücreye başka eklentiler
yapılması şarttır.
Bir kristal çekirdeği oluşturulabilmesi için ne kadar
molekül gerektiğini araştıranlar, 75-130 arası gibi, mineral bileşimine bağlı
olarak değişen çok sayıda molekül gerektiğini saptamışlardır. Dolayısıyla
ortalama bir değer olarak 100 kadar molekülün ancak bir ortaklık (yani
üst-sistem) oluşturabildikleri görülmektedir.
Bu vesile ile aklıma “100üncü maymun etkisi” kavramı
geldi. Aslında olay belli bir kritik sayı eşiğine ulaşmak. Yani bir çiçekle yaz
gelmiyor, belli sayıda çiçeğin açması gerekiyor. İnsanların oluşturacağı bir
“Üst-sistem ortaklık= Geçek Toplum” için de dinamik-sistemli hayat görüşünü
bilen-benimseyen belli bir sayıda insanın bulunması şart ve gereklidir. Bu
nedenle günümüz dünyasında yaşanan kavga –savaş ortamından kurtulup, mutlu bir
toplumsal ortak yaşama ulaşmak için, Dinamik-Oluşum-Mekanizması
(DOM)-bilgilerini en kısa zamanda genişçe bir halk kesimine ulaştırarak,
kritik-sayıya ulaşılması gerekmektedir. Kritik sayıya ulaşıldığında, dışarıda
kalan tüm öğeler, o sisteme akın ederler ve yeni bir üst-sistem oluşturulmuş
olur. Ne zaman gerçek bir toplum hayatına ulaşılacak?
5.2.6- Maximum – Information – Principle.
Kuantların madde dediğimiz kombinasyonlar içinde birleşerek
daha farklı enerji ve kuvvet türleri ortaya
çıkarması, Chaisson (2001) yönelimi olarak
bilinen “enerji-akışı-yoğunluğunu” artırıcı bir faktör olarak doğadaki
gelişimleri yönlendiren ana faktör olmuştur.
Doğada bilginin nasıl arttığını anlatmak için yukarıda
açıklanan “ether” terimini iyi bilmek gerekir.
Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan
ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturduğundan,
neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak
zorundadır. Bu şekilde information & self-organisaton olarak
özetlenen dinamik sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi
= information” kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve
varlıkların fiziksel-kimyasal yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her
yeni bir varlık oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni
varlığın yaydığı sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer.
Enerji taşıyıcıları olan bu
kuantsal ögeler çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki
enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni
bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler
oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır
duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma
türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına
yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre
gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri
oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar.
Maksimum Enformasyon
Prensibi: Dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak
amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu
hale sokabilmeleri için gerekli bilgi oluşturma dürtüsü.
Bu nedenle, ortamdaki tüm değişim-dönüşümleri, hangi tür
yeni madde-bileşimleri oluştuğu, v.s bilgilerini toplayan hücreler, kendilerine
belirledikleri hedeflere ulaşacak şekilde bir işletim sistemi tasarlarlar ve
buna ulaşmak için gerekli beden yapısallaşması konusunda karşılıklı bir ortak
plan (düzenleyici= order-parameter) hazırlayarak, yeni bedenler ortaya
koyarlar.
Doğadaki tüm kuvvetler, enerjilerini kuantsal sistemden
alırlar. Kuantsal sistemde ise enerji hem yapıcı, hem yıkıcı özelliğe sahiptir
ve süperpozisyon durumundadır. Süperpozisyon durumundaki bu
enerji paketçiklerinin yapıcı veya yıkıcı yönde kullanılması, oluşturulan üst
sistemlerin göstereceği hedefe bağlıdır. A-kişisinin de yapacağı işlerde
kullanacağı enerjisinin kökeni bu kuantsal öğelerdir; B-kişisinin de… A-kişisi
bu enerjiyi çevresindekilerle uyumlu olacak amaçlar için kullanabilirken,
B-kişisi bu enerjiyi çevresindekilerle kavga edecek şekilde kullanabilmektedir.
Kuantsal öğeler hem yapıcı, hem yıkıcı olarak işlevlerde
bulunabilirler. Hangi yönde kullanılacakları, gösterilen hedefin
değerlendirilmesine bağlıdır.
Statik sistemli doğa görüşünde, en tabanda (kuantsal
sistemde) bulunan yapma veya yıkma yeteneği, tepede olduğu varsayılan hayalî
bir güç kavramına bağlanmıştır. Bu temel prensip uyarınca, toplumsal
sistemlerin yönetimi de tepeye yerleştirilen ve olağanüstü
yetkiler-dokunulmazlıklar vs. ile donatılmış liderlik
sistemine bağlanınca, insanlar arasında olması-oluşturulması gereken
“çevresiyle doğrudan ilişki kurma ve bu ilişkilere göre davranışlarını
belirleme yeteneği” körleştirilmiştir. İnsanlar, tepeye oturan liderlerin
göstereceği hedefe göre davranmak zorunda kalırlar. Tepedekilerin görüşlerine
göre davranmak zorunda olan halk, çevrelerindeki insanlara ve diğer varlıklara
karşı oluşturmak zorunda olduğu karşılıklı etkileşim özelliğini kullanamaz.
Halbuki doğal sistemde denge ve düzen “Her varlık, kendine en yakın komşuları
ile etkileşim içine girecek ve davranışını ona göre belirleyecektir”
şeklindedir.
Yani, varlıklar arası ilişkiler karşılıklı etkileşimlere
dayanılarak oluşturulur. İnsanlar ise tepedeki birilerinin görüşüne göre
davranışını belirlediğinden, asla (arılardaki, karıncalardaki gibi) doğal
sisteme uygun bir toplumsal hayat modeli ortaya çıkamamaktadır.
Doğada her şey zıt kutuplu salınımcıların yeni zıt kutuplu
üst-sistemler oluşturmaları şeklinde devam etmektedir. Ancak her üst-sistem,
enerjisini alt-sistemlerden almak zorundadır ve bu nedenle hangi alt-sistemleri
hangi sırayla birleştirerek yeni bir üst-sistem oluşturacağı bilgilerini kayıt
etmek zorundadır. Bu nedenle bir bedendeki her bir hücre, on-binlerce farklı
faktörü değerlendirip bir karar alır; bu sonucu bir diğerine iletir. Kendisine
gelen bu sonucu diğer binlerce sonuçla (faktörle) harmanlayarak değerlendiren
hücre de bir sonuca varır ve bunu bir başka ortağına iletir, vs… Ve bu şekilde
bedendeki trilyonlarca hücrenin hepsi, ortaklık sistemlerinde kendilerine düşen
görevi yaparlar. Hiçbir hücre görevsiz-işlevsiz değildir. Beden dediğimiz hücre
ortaklıkları, milyarlarca yıllık bilgi oluşturma çabaları sonucu meydana gelmiş
böylesine karmaşık işlevler yürüten hücre ortaklıklarıdır.
Alt-sistemlerine böylesine bağımlı olan ve bu bağımlılık
bilgilerini de kalıtsal bilgi depolarında kayıt altında bulunduran
hücrelerimize, “hayalî bir hayat görüşü” bilgileri yüklerseniz, hücreleriniz bu
“hayalî hayat görüşü” bilgilerini kalıtsal bilgi depolarındaki verilerle uyum
içine sokamazlarsa, işte o zaman “ruhsal hastalıklar veya kanserojen durumlar”
ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Çünkü hücrelerimizin içindeki
salınımcılar, salınımlarını doğadaki diğer salınımcılarla uyum içinde tutmak
zorundadırlar, zira ortak ve evrensel bir enerji ağı içindedirler. Hayali bir
hayat görüşüne ait uyumsuz bilgiler yüklenmiş hücrelerdeki salınımcılar,
doğadaki diğer salınımcılarla uyum sağlayamazlarsa, strese girerler ve stres
nedenli hastalıklar ortaya çıkarlar.
5.2.7- Attractor = Çekim Merkezi Oluşumu
Doğa dinamik sistemlidir ve kuvvet alanları sürekli
değişmektedir. Kuvvet alanlarının değişmesiyle, Attractor = Çekim
merkezi dediğimiz faktörler de sürekli değişmektedir.
Bir dağın tepesinde veya yamacında duran bir topu düşünün.
Top orada durmaz, en yakındaki bir vadiye yuvarlanır. Topun yuvarlanıp göç
ettiği vadi noktası “attractor” = çekim yeri (merkezi) oluşturur.
Varlıklar, kuvvet faktörüyle hareket ederler; kuvvet ise,
enerjinin çok yoğun olduğu noktadan, az yoğun olduğu noktaya akmasıyla oluşur.
Doğadaki enerjilerin kökenini ise kuant dediğimiz ve foton gibi güneş
ışınlarını oluşturan öğeler oluştururlar. Şimdi bu kuantsal enerjin nasıl daha
büyük sistemler içine entegre edildiğini ve çeşitli kuvvet türleri, dolayısıyla
çok farklı attractor= çekim merkezleri oluştuğunu görelim.
Dünyamızın temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten
gelen ışınlar fotosentez olayıyla şeker gibi bir madde içinde depolanırlar.
6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen
fotonlar → C6H12O6 +
6O2
Bu denklemin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ
tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6
olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları
depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri
(spinleri, polarizasyonları, vs.) H2O ve CO2 moleküllerini oluşturan H, O
ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış
durumdadır.
Bu glikozu yiyen hayvanlar, temel enerji birimi olan
kuantları (dolayısıyla fotonları) protein gibi başka bir madde içinde bir araya
getirirler. Bu şekilde kuantsal enerji et denilen bir başka madde içinde
depolanmış olur.
Enerji aktarımı bu şekilde devam eder ve her yeni oluşturulan
madde, enerjiyi başka bir “madde bileşimi” şeklinde depolamış olur. Her farklı
maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar
farklı çekim güçleri oluştururlar. Ve tüm bu farklı çekim güçleri temelde belli
sayıda (h) kümeleşmelerinden oluşurlar. Ama
bu kuantların spin-polarizasyon-frekans gibi atomik özellikleri, her
yeni oluşumda farklıdır. Bu nedenle sürekli yeni etkileşim türleri ortaya
çıkar.
Maddelerin içlerindeki atomların spin, polarizasyon gibi
kuantsal özelliklerinin her madde için farklı olması ve de madde
yoğunluklarının da homojen olmaması, doğadaki kuvvet alanlarının da çok
değişken olmasına yol açar.
Kuantların madde dediğimiz kombinasyonlar içinde
birleştirilerek daha farklı enerji ve kuvvet türlerinin ortaya çıkması,
onlardan yararlanacak yeni varlıklar ortaya çıkmasını teşvik eder. Başka tür
ifadeyle, doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği,
başka türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir
ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı vardır. Yani her yeni tür enerji
kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef, dinamik sistemler fiziği
terimiyle, yeni bir ‘attractor= çekim
merkezi’ oluşturur. çekim merkezi, bir öğenin gideceği hedef, veyahut
kullanacağı enerji kaynağı türüdür.
Besin nerede bol ise, oraya göç edilir. Yaz aylarında kuzey
bölgelerine, kış aylarında güney bölgelerine göç ederek yaşayan hayvanlar,
manyetik-alan, güneş-ışınları polarizasyonu gibi her tür fiziksel-kimyasal
faktörden yararlanarak binlerce km.lik mesafelerde, hiç hedeften sapmadan
gidip-gelebilirler.
Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan
ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturduğundan,
neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak
zorundadır. Bu şekilde information & self-organisaton olarak
özetlenen dinamik sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi
= information” kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve
varlıkların fiziksel-kimyasal yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her
yeni bir varlık oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni
varlığın yaydığı sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer.
Enerji taşıyıcıları olan bu
kuantsal ögeler çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki
enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni
bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler
oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma
geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma türlerini
algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir.
Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre
gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri
oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar.
Atom-altı-öğelerden başlanarak, atomlar, moleküller,
hücreler, bedenler, dünyamız, güneş-sistemleri vs. gibi tüm üst-sistemlerde
enerji-dağılımı asimetriktir. Yani doğadaki tüm varlıkların bir tarafında daha
az, diğer tarafında daha yoğun şekilde enerji dağılımı vardır. Atomlarda
çekirdek pozitif, elektron-halkası negatiftir; moleküllerde
yine dipol özelliği, manyetizma farklılığı vs vardır; hücrelerin
içlerindeki elektrik potansiyeli, hücre dışı ortamdan fazladır; dünyamızda
soğuk-sıcak, alçak-basınç- yüksek basınç gibi çok farklı bölgeler vardır, bu
nedenle rüzgar, okyanus akıntıları, volkanik faaliyetler, depremler gibi
kuvvetler ortaya çıkarlar, vs.
Çekim merkezi (atraktör) varlıkların gideceği hedef veya
kullanacağı enerji kaynağı türü olduğundan, toplum hayatımızda da insanların
hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. Ama
insanlık statik sistemli hayat görüşü nedeniyle, toplumlun enerji-birimi olan
“paranın” kontrolünü tepedekilerin eline bırakmıştır. Bu insanlığın yaptığı en
büyük yanlışlıktır. Çünkü doğada tüm varlıkları etkileyip-yönlendiren “enerji”
birimleri, hep varlıkların içsel bileşenlerindedir: bedenlerimizin enerji kaynağı
hücrelerimizde, hücrelerinki, moleküllerde, moleküllerinki atomlarda,
atomlarınki kuantsal-öğelerde. Bu nedenle doğada her şey tabana dayalı ve
bağımlı iken, insanlık tepeye bağımlı olmuştur. Tepeye bağımlılık ise, tüm
toplumsal sorunların kaynağıdır.
Paranın kontrolü tamamen tepedeki zenginler-kulübünün elinde
ve denetimindedir. Toplum hayatı, zenginler-kulübü tarafından
etkilenip-yönlendirilen “siyasetçilerle” yönlendirilir. Siyasetçilere neleri
nasıl yapacakları ise, hep “tepedekiler” tarafından dikte edilmiştir.
Para günümüzde insanların davranışlarını
etkileyip-yönlendiren en önemli faktör olduğundan, ayrı bir başlık altında
sonraki bir bölümde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
Zor durumla başa çıkma örnekleri
Antarktika soğuğunda yaşayabilmek
için penguenler karşılıklı bir ortaklık sistemi oluşturmuşlardır. Eksi 40-50
derecelik soğuklarda nasıl yaşanır? Buz üstünde yaşanılan bir yerde yumurtalar
nasıl kuluçkaya yatırılır ve neslin devamı sağlanır?
Yaşayabilmek için birbirlerine
sokulurlar. Yumurta ayaklar üzerinde tutulur ve tüylerle örtülü beden-sıcaklığı
yansıtılır. Topluluk sürekli bir hareket halindedir, her 40-50 saniyede ufak
bir aödım atılır, topluluğun en önünde
olan iki bireyden biri sağdan, diğeri soldan geri dönüş yapar ve topluluğun en
arkasından tekrar topluluğa katılır.
Böylelikle bireyler birbirlerinin ısısından yararlanırlar, kimse mağdur
olmaz.
İnsanların toplum hayatına geçmeleri
de bir zor-durumla başa çıkma girişimidir. Şimdi «bu zor durumun» nasıl ve
nerede ortaya çıktığını görelim.
Braidwood’dan alınan slayt toplum
hayatının yaklaşık 11-12 bin yıl önce
Güney-Batı Asya’da bir yerde başlamış olması gerektiğini gösterir. Buradaki
zorlayıcı durum ne olmuş olabilir?
115 bin ile 15 bin yıl önceleri arası
Dünya-Coğrafyasında şu ülkeler görülmez: çünkü Kanada, İsveç-Norveç-Finlandiya-Rusya’nın
kuzey-batısı 2.5 km kalınlığında bir buzul örtüsü altında.
Dünya genelinde iklim çok soğuk,
400-500 metreden yüksek yerlerde (dağlarda) sürekli kar var.
Bu kadar buz örtüsü denizlerdeki
seviyeyi 130 metre düşürür.
Deniz seviyesi bu kadar düşerse,
haritada yeşil renkte gösterilen ortamlar kara haline geçer. Kara haline geçen
bu bölgelerden biri de Basra-Hürmüz arasıdır.
Güney-Batı Asya’da toplum hayatının
başlatılacağı yer ok ile gösterilen bu kara haline geçmiş bölge olmalı.
Buzul devrinde dünya iklimi çok soğuk
olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler düşük konumlu ve ekvatora
yakın ırmak vadileri olmak zorundadır.
Bu tanıma en uygun ortam ise Basra – Hürmüz arasında ortaya çıkan büyük
ve verimli ırmak vadisidir.
Bu devasa ovada yaşayan insanlar yaşadıkları
bu ortamın cennet gibi olduğunun farkındadırlar? Neden cennet? Basra-Hürmüz
arası Atlantis ovasında insanların en temel gereksinimi olan çakmak taşı
bulunmaz ve Anadolu’dan getirildiği saptanmıştır. Anadolu ise buzul devrinde
kar ve buz örtüsü altında yaşanılmaz bir yerdir ve sadece yazın kar örtüsünün
azaldığı 1-2 aylık sürede çakmaktaşı yataklarına insanlar gelip, aldıkları
taşları ovadaki insanlara ulaştırırlar. Bu nedenle ovadaki insanlar yaşadıkları
ortamın «cennet» gibi bir yer olduğunun bilincindedirler.
Ancak bu cennet ülke, buzul devrinin sona ermesiyle cehenneme
dönüşür, çünkü dünyanın bir kısmını kaplayan buzulların ergimeleriyle oluşan
sular tekrar denizlere dolmaya ve deniz düzeyi tekrar yükselmeye başlar. 14 bin yıl önceleri
deniz seviyesi yükselmeye ve şekilde gösterilen oranlarda Atlantis Ovasını
kaplamaya başlar.
Bölge petrol sahasıdır ve çoğu petrol
kuyuları «tuz domu» olarak tanımlanan kubbemsi yükseltilerde bulunur. Yani bu
Atlantis ovasının üzerinde çok sayıda onlarca km çapında ve onlarca metre yüksekliği
olan tepeler vardır. Deniz seviyesi
yükseldikçe bu tepelerde yaşayanlar hapis konumuna düşerler. Onlar için zor bir
hayat başlamaktadır çünkü deniz her yıl 1.5 cm yükselmektedir.
Zorluk sadece deniz-seviyesi
yükselmesi değildir. Ovanın kuzeyindeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü
altındadır ve iklimin ısınması nedeniyle her yıl bahar aylarında yamaçlardaki
kar-ve buzların ergimesi sonucu muazzam sel taşkınları olmaktadır. Kar örtüsü
altındaki toprağın gözeneklerindeki donmuş suların da ergimesiyle, toprak örtüsü
bir çamur yığınına dönüşür ve ergiyen kar sularıyla birlikte muazzam bir çamur
seli oluşur. Adalarda sıkışıp kalan insanlar bir de bu her yıl tekrarlanan
çamur seliyle uğraşmak zorundadırlar.
Hapis konumuna düşene kadar insanlar
birbirlerini rakip olarak görürken, zor durum karşısında karşılıklı olarak
birbirleriyle ortaklık kurmak zorunda kalırlar. Toplumsallaşmanın ilk adımı bu
zorda kalma sonucu atılır.
2-3 metre yüksekliğindeki taşkınlara
karşı ada çevresine duvar örmek tek çaredir. Bir kısım insan duvar örmek ve
duvarları onarmakla meşgulken, bir kısım insan daha fazla tohum toplamak, bir
kısım insan tavukları bir kümeste yetiştirmeye çalışarak daha fazla besin elde
etmek gibi farklı işlere soyunurlar.
Böylelikle daha önceleri birbirlerini
rakip olarak görüp, hiçbir konuda ortak davranışta bulunmayan insanlar
bağımlılık içine girmek zorunda kalırlar.
Komşularını düşman olarak görmediklerinden, hem geceleri rahat uyurlar,
hem de farklı alanlarda uzmanlaştıklarından daha fazla üretim ortaya çıkar.
Peki bu ilk toplumsal sistemde kuralları kim koymuştur? Yani «informator»
nasıl oluşturulmuştur? Bu konuda bilgi edinilecek kaynak arkeolojik bulgulardır.
Irak’ta bulunan 3050 yıl öncelerine
ait bu kabartma eski insanların doğa hakkındaki görüşlerini anlayabilmemizi
sağlar.
Eserde hayatın doğa-üstü bir güç
sistemince yönlendirildiği, asil soyluların da bu doğa-üstü gücün temsilcisi
olduğu vurgulanmaktadır. Doğa-üstü güç «GÜNEŞ» simgesiyle, hem asil-soylu
efendinin üzerinde, hem de MAKAM koltuğunun üzerinde tasvir edilmiştir. Makam
koltuğunun arkası 2 parçalıdır: hem yöneticiyi hem de doğa-üstü gücü
simgeleyecek şekildedir. Sıradan insan çökerek dua eder, …
Görüldüğü üzere doğayı yönlendirici
güç doğa-üstü bir sistemde tasarlanmış ve o tarihten beri de,
gelenek-göreneklere işlenerek aynı şekilde devam ettirilmiştir.
Halbuki günümüzde yönlendiriciliğin
doğa-altı bir güç-sisteminde olduğu ıspatlanmıştır.
İşte insanlığın doğal sistemden
saptırılması bu şekilde olmuştur. Toplum tepedeki bir Efendi, Rab, Lord vs.
gibi kişilerin sahiplendiği onlara ait bir mülk olarak kabul edilmiştir. Onun
için adına DEVLET denilmiştir. Toplum terimi kullanılmamıştır.
Bilim ve teknoloji tüm insanlığı aynı
gemideki yolculara dönüştürmüştür. Ve insanlığın çoğunluğu çok zor durumdadır.
Zor-durumlardan çıkış şimdiye dek, tepedekiler değiştirilerek veya savaşlar
çıkarılarak aşılmaya çalışılmıştır. Toplumsal
hayatın başladığı 10-12 bin yıldan beri, binlerce lider değiştirilmiş, yüzlerce
savaş yapılmış, ama hala insanlığı zor-durumdan kurtaracak bir formül bulunamamıştır.
Sorunlardan kurtulmanın sinerjetik
davranarak, yani birlikte iş yaparak
aşılacağı bilgisi göz ardı edilip, tepedeki
bir kutsal kişinin yönlendirmesi altında yaşanılması gerektiği inancı insanlığı
mahvetmiştir.
Feibleman’ın (1954) dediği gibi: «Karar
erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.»
Bu temel ilkeye göre davranmak hem
bireysel hayat hem toplum hayatında çok önemlidir. Şu soruyu cevaplayın:
Penguenler Antarktika buzları üzerinde yaşayabilmek için karşılıklı bir
ortaklık ilişkisi içine girerek o anormal zor koşullarda yaşamayı başarıyorlar
da, neden bizler Anadolu gibi dünyanın yaşama en uygun bölgesinde huzurlu bir
toplumsal birlik oluşturamıyoruz?
Bu sorunun tek bir cevabı vardır:
Bizlere hayatın doğa-üstü bir güç sistemiyle yönlendirildiği şeklinde bir görüş
belletilmiş de ondan! Bizlere hep yanlış hedef gösterildi ve gösterilmeye devam
ediliyor. Tek yapılması gereken, halka doğadaki dinamik sistemin nasıl işlediği
gerçeğinin anlatılmasıdır.
İnsanlara doğal sistemin, information
& self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine
göre işlediği öğretilmediği sürece bu kısır-döngüden kurtulma şansı yoktur.
İster istemez düşündürüyor. Bir gün gelecek ve bedenimiz öyle mükemmel yapısallaşacak ki, kendisine en yakın salınımcılarla tam bir uyum içinde olacak.
YanıtlaSilYanlış anlamadıysam, ölüm, sağlıklı bir değişim dönüşüm için şart, zorunlu. Yine de, ideal fikirlerin, bedenlerin ölmesine rağmen yaşıyor olması, salınımcıların üst üste çakışıyor olmasına bir örnek gösterilebilir. Sonsuzluk yok, anlamsız dedik, çünkü sürekli bir değişim dönüşüm var. Çizgisel bir zaman değil de, çembersel bir zaman var, eski yunanda'da öyle yaşanmış zaman, çembersel...
Felsefe'de "değişenin ardındaki değişmeyen" nedir? Salınımcıların, hiç değişmeyen özellikleri var mıdır? Gibi sorular getirdi aklıma bu bölüm. Neden her şey değişim halinde de, onlar değil...
Ve 14 milyarın exponansiyel tecrübesi, halen daha kanseri, hastalıkları yenemiyor. Ortada, verilen emek çok büyük gibi. Değerini de bilmiyoruz gibi görünüyor. Hastalıksız bir insan bedeni için, daha çok tecrübe etmesi gerekiyor salınımcıların, yanlış mı anlamışım?
Doğada değişmeyen bir şey yok. Kuantsal öğeler de, bizlerin değişmesiyle, salınım düzlemlerini, salınım-adımlarını vs. değiştiriyorlar ve bu şekilde evrensel sistemi sürekli geliştiriyorlar.
SilKanser vs. gibi hastalıklar, bizlerin hücrelerimize hatalı çevre yorumu vermemizden kaynaklanır. Bunun için anasayfadaki yazı-resim şekline bakınız.