Bilim
insanlarının, “dogmatik gelenekler” nedeniyle yaptıkları mantıksızlıklar
Şimdi, 1960’lı yıllarda başlayan ve günümüzde hala devam
eden bir bilimsel görüş değişiminin kısa bir hikayesi verilerek, hem
kafalarımızdaki görüşlerin zamanla nasıl değişeceği, hem hayatımızın nasıl
kökten değiştirilebileceğini gösterip, toplumsal temel sorunlarımızdan bir olan
Sinop-Akkuyu nükleer santralleri konusuna kadar inilerek, farklı konuların
nasıl bir ilişkiler yumağı içinde olduğu açıklanmaya çalışılacaktır.
"Life Is
Nothing But Chemistry = hayat kimyadan başka bir şey değildir." şeklinde
olağan-üstü bir hayat tanımı yapan bir fizik profesörünün bilimsel
düşüncelerimizi kökünden değiştirecek bir özet bilgi sunulacaktır.
Ama önce genel bir DOM-önbilgisi
sunalım.
Doğa bilimlerindeki araştırmalar
sonucu son çeyrek asırda ortaya çıkan ve “information & self-organisation =
bilgilen ve örgütlen” şeklinde özetlenen dinamik sistemli doğa görüşü (Haken
2000), doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin tabana dayalı şekilde ve de
tabandaki bu öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle, rezonansa girerek
gerçekleştiğini ortaya koymuştur. En tabandaki öğelerin de atomlar alemi olarak
bilinen atom-altı-öğeler dünyası olduğu yine fiziksel-kimyasal araştırmalarla
gösterilmiştir.
İnsanlık ise binlerce yıldır,
doğadaki tüm oluşumların tepedeki bir güç sistemine bağlı olarak
oluşup-geliştiği şeklinde statik sistemli bir doğa görüşüne saplanmıştır.
Daha 2-3 asır öncelerine kadar
doğadaki her şeyin, bir “Olağan-Üstü-Güç =OÜG” sistemi tarafından “hava + su +
toprak + ateş = 4 temel öğenin” karıştırılmaları sonucu oluşturulduğu görüşü
egemendi. Bu OÜG’ün:
► “omni-potent =her şeyi yapabilen”
►”omni-scient = her şeyi bilen”
►”omni- present = her yerde bulunan”
gibi olağan-üstü özelliklere sahip
olduğuna inanılır.
2 asır önceleri bilgi düzeyinde
gelişmeler olur ve bu dört temel öğenin de daha küçük atom denilen temel
kimyasal elementlerden oluştuğu ortaya çıkar. Ama statik sistemli doğa görüşü
yine geçerlidir ve her şeyin bu atomların birbirleriyle karıştırarak
yapıldığına inanılmaya başlanır. Yani, atomlar bilinçsizdir ve:
►ya rastgele olarak çarpışırlar ve
ortaya çıkan moleküller-maddeler “Olağan-Üstü-Güç =doğal-seçici”
tarafından seçilirler;
►ya da, OÜG onları kendine göre
kombinasyonlara sokarak, doğayı oluşturmaya devam eder.
İnsanlar tepeden yönlendirmeli
statik-sistemli doğal görüşüne öylesine saplanmıştır ki, doğada hiçbir
değişim-dönüşümün, varlıkların kendi iradeleriyle oluşabileceğini akıllarının
köşesine bile getirememiştir.
Doğadaki bu sabit-yapısal kabullerin
en önemlilerinden biri, Lavoisier (1743-1794) kanunu olarak bilinen,
elementlerin sabitliği yasasıdır.
Doğadaki maddelerin atom denilen
kimyasal elementlerden oluştuğunun anlaşılmasından sonra, “doğada hiçbir şey
yoktan var edilmez, var olan bir şey de yok edilemez, yani doğada belli sayıda
kimyasal element vardır ve tüm maddeler bu belli sayıda kimyasal elementin
kombinasyonlarıyla oluşur” şeklinde bir yasa tanımlanmıştır. Yaklaşık bir asır
öncesine kadar bu kanun geçerli olur ama radyoaktivitenin keşfiyle ilke, biraz
değiştirilir, çünkü Uranyum gibi radyoaktif maddeler sabit kalamayıp, kurşun
gibi daha hafif elementlere dönüşürler ve azalan kütle miktarına denk gelecek
şekilde E=mc2 formülü uyarıca enerji açığa çıkar ve nükleer enerji dediğimiz
enerji türü oluşur. Yasa ise “enerjinin korunması yasasına” dönüştürülerek,
fizik anlayışında bir düzeltme yapılır.
Bu fizik-kimya görüşü tüm dünyada
egemen olmuş, günümüze kadar da devam etmiştir. Bu temel görüşe uyularak,
kimyasal elementlerin oluşumlarının, big-bang denilen bir ilk patlama ile başlayıp,
daha sonra yıldızlar içindeki nükleer tepkimeler sonucu oluştuğu ve yıldızların
patlamalarıyla da, çevreye yayıldığı, dünyamız gibi gezegenleri oluşturan
maddelerin bu tür yıldız patlamalarından oluşan kimyasal elementlerce
oluşturulduğu görüşü bilim dünyasının bir dogması haline gelmiştir. Yani
dünyamızı oluşturan Ca, Si, Fe, K, Na, vs gibi kimyasal elementlerin miktarı ve
birbirlerine göre oranları sabittir. Dünyamızdaki değişim-dönüşümler, bu
elementlerin miktarlarında bir azalma veya artmaya yol açmazlar. Yani OÜG
doğada belli oranda kimyasal element oluşturmuştur ve bu elementlerin
birbirleriyle çarpışmalar vs. gibi bilinçsiz hareketleri sonucu farklı
moleküller veya daha üst sistemler oluşurlar ve OÜG bunlardan iyi olanlarını
seçer!
Tüm bu olayları tersine çevirecek
yeni bir bakış açısının temelleri 1960lı yıllarda L. Kervran adlı bir Fransız
fizik profesörünün, günümüzde Low energy nuclear reactions (LENR) (=düşük
enerjili nükleer reaksiyonlar) olarak bilinen ve tehlikesiz nükleer enerji
elde etme yöntemi olarak yoğun araştırmalar yapılan bir konuda gözlemler
yayınlamasıyla başlar. (“Transmutations Biologique, Transmutations à la
faible énergie”)
Kervran, kimyasal elementlerin illa
yıldız gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık değerleri altında değil, normal dünya
koşullarında düşük-enerjili çekirdek reaksiyonları (Low energy nuclear
reactions= LENR) şeklinde de gerçekleştiğine dair gözlemler-veriler sunmaya
başlar.
Bir fizik profesörü olan
Corentin Louis Kervran (1901 – 1983) bir çocukluk anısını şöyle
anlatır:
“Ailemin,
bir avluya serbestçe çıkışı olan bir kümeste tavukları vardı. Orta Britanya'da
babamın memur olduğu yerde yaşardık. Bölgede kalker bulunmuyordu ve sadece şist
ve granitler vardı. Tavuklara hiçbir zaman kireç taşı verilmedi, ama tavuklar
her gün kalkerli kabuklu yumurtalar ürettiler. Yumurtanın
kalsiyumunun nereden geldiğini (kuşların kemiklerindeki kalsiyumunu) sormayı
hiç düşünmemiştim. Ancak yaptığım bir gözlem ilgimi çekmişti. Yumurtlayıcı
tavuklar bahçede gezerlerken, mütemadiyen yüzeydeki mika pullarını
yutuyorlardı. Mika, kuvars ve feldispat ile birlikte granit oluşturmaktadır,
dolayısıyla granitin ayrışma ürünüdür. Hepsi de silika bileşikleridir. O
zamanlar ilkokuldayken bildiğim tek şey buydu. Mika'nın, özellikle bir
yağmurdan sonra aşikar bir şekilde tavuklarca seçildiğini fark etmiştim, çünkü
yağmurdan sonra ayna gibi güneşte parlıyorlardı. Her metrekarede görünen
yüzlerce mika-pulu, hafif yağmurla yıkanmış minyatür aynalar gibiydi ve
tavukların onları nasıl yuttuğu kolaylıkla takip ediliyordu. Kimse, kuşların
kum tanelerini değil de, neden mika pullarını yuttuklarını bana söyleyemiyordu.
Bir tavuk kesildikten sonra, annem tavuğun taşlık-torbasını açardı ve içinde
küçük taşlar ve kum taneleri görülürdü, ama asla mika göremezdim. Mika nereye
gitmişti? Gizemi olan her şey gibi, bu benim bilinçaltı zihnime yerleşti ve
derin bir iz bıraktı. Bir çocuk olarak sağlam mantıksal açıklamalar
bekliyordum, neden (mikalar yok olmuştu)? (Kervran, 1962, s.15)
Böyle
bir çocukluk anısıyla büyüyen C. L. Kervran, fizik profesörü olduğunda,
tavukların mika pullarında bulunan K (potasyum) elementinden nasıl Ca
(kalsiyum) elementi ürettikleri konusuna yoğunlaşır ve çeşitli deneyler yapar.
Tavukları
kireç bulunmayan zeminler üzerinde yaşamaya bırakır. Birkaç gün sonra
tavukların yumurta-kabuklarının sertliklerini kaybedip, yumuşadığını fark
eder. Sonra tavuklara mika pulları
yedirir ve yumurta kabuklarının normal sertliklerine kavuştuğunu saptar.
Tavukların
mikayı tanıma bilgisi olup-olmadığını anlamak için, yeni doğmuş civ-civler alır
ve hiç mika olmayan ortamlarda yetiştirir. Yumurtlamaya başladıklarında, yine
yumuşak kabuklu yumurtalar oluşur. Bunun üzerine, daha önce hiç mika görmemiş
bu tavukların çevrelerine mika pulları
serper ve davranışlarına bakar: Önceleri hiç mika pulu görmemiş tavuklar
mikalara saldırıp, büyük bir iştahla onları yutarlar. “Ertesi gün yumurtaların
normal kabukları vardı” diye not alır.
Tavukların
yuttukları mika mineralinde Ca (kalsiyum) yoktur; ama K (potasyum) vardır. K
elementine bir proton eklenmesiyle Ca elementi oluşmaktadır. Tavuk bedeninde bu
işlem gerçekleşir ve tavuğun hücreleri, K’a bir proton eklenmesi işlemiyle
yumurta-kabuğu için gerekli Ca elementini yapmaktadır.
Bu
temel gözlem ve deneyler ışığında, geleneksel olarak öğretilen fizik-kimya
bilgilerinin doğruluğundan şüphelenmeye başlar. Çünkü geleneksel fizik-kimya
bilgileri, doğadaki tüm kimyasal elementlerin doğal sistemin oluşumu
başlangıcında oluşturulduğunu ve ondan
sonra artık yok-edilip-değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Yani potasyum veya
kalsiyum (veya tüm diğer kimyasal elementler), potasyum ve kalsiyum olarak
oluşturulmuşlardı, ve asla bir başka elemente dönüştürülemezlerdi. Bu bir dogma
şeklinde tüm bilim-insanları tarafından kabul edilmişti ve Lavoisier-yasası olarak
biliniyordu.
Bu
bakış, bir dogmaya dönüşür ve buna ters düşen her görüş “saçma, bilim-dışı”
damgası almaya başlar. Ve hala da günümüzde böyledir. Günümüzde durumun hala
böyle olduğunu kendi gözlemlerime dayanarak iddia ediyorum. “Aydın” dediğimiz
insanların çekirdeğini oluşturan bilim-insanları hala atomların ancak
yüksek-basınç ve sıcaklıklar altında gerçekleşen nükleer reaksiyonlarla
değişip-dönüşeceğini savunuyorlar. Normal doğa koşullarında atomların
birbirlerine dönüşemeyeceği inancı hala bilim-aleminde temel bir dogma olarak
durmaktadır.
Nitekim,
birkaç hafta önce, yani 2018 yılı içinde,
Facebook’ta paylaştığım “Kervran-Effect” adlı bu makaleye bir kimya
yüksek mühendisi şöyle bir itirazda bulunabilmiştir:
(T.E.):
İki farklı elemente ait Atomun birleşip molekül değil de YENİ bir ELEMENET
oluşturmasının adı NÜKLEER REAKSİYONDUR. Bunun tavuğun metabolizmasında olması
MÜMKÜN DEĞİLDİR. Bu açıklamayı yapan şahsım 5 yıl kimya eğitimi görmüş bir
KİMYA YÜKSEK MÜHENDİSİDİR. Kimya nosyonu olmayan bir Fizikçinin saçmalamasıdır
paylaşılan yazı.
Bir
başka katılımcının şu mesajı ise başka tür bir önyargı örneğidir: (A.Ş.):
Corentin Louis Kervran 1993 de IG Nobel denilen , acaip ,komik ve dalga geçilen
bilimsel çalışmalara verilen çakma Nobel ödülünü almış. Dünya Bilimsel
çevrelerince alay edilip ciddiye alınmayan Kervran'ı ciddiye alıp Fikirlerimizi
değiştirmememiz lazım.
Halbuki:
Doğadaki temel kimyasal elementlerin oranı sabit-değişmez olursa, doğadaki
değişim-dönüşüm sistemi işleyemez, gelişemez!
Çünkü:
Doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar için enerji gerekir; enerji ise, kuantsal
sistemdedir, yani atom-altı-öğeler dünyasındadır. Kuantlar alemi, çevresiyle
sürekli etkileşmekte, ve çevredeki değişim-dönüşümlere uyarak, kendileri de
değişmektedirler. Kuantlardaki bu değişim-dönüşümlerin, molekül veya daha
üst-sistem varlıklara etkilerinin aktarılabilmesi atom denilen kimyasal
elementlerce gerçekleşmek zorundadır. Bu nedenle, atomlar da sabit olamazlar,
değişim-dönüşüm içinde olmalılar. Yani atomlar değişip-dönüşmezse,
atom-altı-öğeler dünyası (kuantum-alemi) ile, moleküller-hücreler-bedenler gibi
üst-sistemler arası “köprü” kapanmış olur.
Kervran bu konuyu şöyle ifade eder: (1972, s. 120)
“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen
böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir, vb.
oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka
hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey
olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". Böyle bir
inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde
"bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine"
ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal
dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir.
Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka
dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element
dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde
dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği
(değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer
moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu
değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.”
Saçma,
bilim-dışı bulunduğu için dikkate alınmayan araştırmaların başında, bitkilerin
büyürken kimyasal bileşimlerde gözlenen anormal değişiklikler geliyordu. Bu
araştırmaların başında, daha önce İngiltere’de Lawes ve Gilbert’in 1856- 1873
yılları arasında yaptıkları araştırmaları tekrar gözden geçirip, yeni deneyler
yapan von Herzeele’nin 1875- 1881 yılları arasında yaptığı araştırmalar gelir.
Von Herzeele, hiç toprak bulunmayan ortamlarda filizlendirdiği bitkilerde, suya
kükürt eklediğinde, büyüyen bitkide fosfor artışı; suya potasyum tuzu
eklediğinde, büyüyen bitkide kalsiyum artışı olduğunu saptar. Ve şunu vurgular:
“Bitkiler kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler”. Yaptığı
bu araştırma sonuçları Lavoisier-dogmasına ters düştüğü için hiç dikkate
alınmaz (Kervran 1982, s. 67). Herzeele’nin araştırmaları bilim-insanlarını
öyle kızdırır ki, eserleri kütüphanelerden kaldırılır! (Biberian 2012, s.14)
Bunlara
rağmen Hauschka 1950’de von Herzeele’nin eserlerini tekrar yayınlayarak bilim
alemine duyurur. Bunu haber alan Paris Ecole-Politeknik- organik kimya
laboratuvarı başkanı Baranger, daha
modern araştırma yöntemleri kullanarak, Herzeele’nin deney sonuçlarının doğru
olup-olmadığını araştırır ve Herzeele’nin görüşünün doğruluğunu onaylar
(Kervran 1972, s. 68).
Kervran’ın,
doğal koşullarda kimyasal elementlerin birbirlerine dönüşebileceği, yani doğada
transmutasyon oluşacağı görüşü KERVRAN-EFFECT = Kervran-etkisi olarak
adlandırılır.
“Kervran- Effect” ne anlama
gelir?
Önceki bölümlerde
vurgulandığı üzere, insanlık,
•
Başlangıçta
(Big-bangda ve sonraki yıldız-içi reaksiyonlarda) “şu kadar krom, şu kadar
demir, vb. oluşturulmuştur”,
•
Çekirdek reaksiyonları ancak çok yüksek basınç ve sıcaklıklarda gerçekleşmektedir.
•
Dolayısıyla normal doğal koşullarda hiçbir çekirdek reaksiyonu
gerçekleşemez! Yani atomlar, normal doğal ortam koşullarında birbirlerine
dönüştürülemez!!!
şeklinde bir dogmatik görüş etkisi altında
davranmaktadır.
Bu
geleneksel dogmatik görüşleri tersine çevirecek yeni bir bakış açısının
temelleri 1960lı yıllarda L. Kervran adlı bir Fransız fizik profesörünün,
günümüzde Low energy nuclear reactions (LENR) (=düşük enerjili nükleer
reaksiyonlar) olarak bilinen ve tehlikesiz nükleer enerji elde etme
yöntemi olarak yoğun araştırmalar yapılan bir konuda gözlemler yayınlamasıyla
başlar. (“Transmutations Biologique, Transmutations à la faible
énergie”)
Yani,
doğadaki oluşumların incelenmesi, normal doğa koşullarında da çekirdek
reaksiyonlarının gerçekleşebileceğini göstermektedir. “Ve işte gözlemler”
diyerek bu makale dizininde sunulan örnekleri sunmaya başlar.
Kervran’ın
görüşleri, DOM-sistemi görüşüyle tam-tamına uyumludur.
Çünkü:
•
Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur;
•
Bedenlerimiz, hücrelerimiz, moleküllerimiz değişim-dönüşmeleri için gerekli
yönlendirmeyi (bilgi, enerji sinyalleri, vs) atomlarından alırlar; atomların
ether-ortamına yaydıkları sinyaller değişmiş olmalı ki, moleküller, hücreler,
vs. bu değişimlere uyacak şekilde değişip-dönüşsünler.
•
Atomların değişip-dönüşümleri için gerekli yönlendirmeler
atom-altı-öğelerden kaynaklanır; Atom-altı-öğeler evrensel ölçekte varlıklar
arası etkileşim sağladıklarından, doğadaki tüm varlıklar arası enerji-düzeyi
ilişkilerini algılayıp, onlara en uygun şekilde kendi durumlarında düzenlemeler
yaparlar, ve bu şekilde doğada bilgi ve bilince dayalı oluşum ve gelişmelerin
temelini oluştururlar.
Dolayısıyla,
•
Hem en temeldeki atom-altı-öğelerde değişim-dönüşüm olurken;
•
Hem üst-sistemlerde (hücreler-bedenler, vs) değişim-dönüşüm olurken;
•
Onların ara-sistemi olan atomlarda değişim-dönüşüm olmaması mümkün müdür?
Yani
“Kervran-Etkisi” = Atomlar-arası-değişim-dönüşüm mekanizmasıdır.
Kervran-etkisi’nin
yaşamımıza olan muazzam etkisini tanıtmaya devam edelim.
Mikro-Organizmalarca Element dönüştürme
deney sonuçları:
Kervran’ın
“Transmutations Biologiques, 1962” adlı eserinin N. Sakurazawa tarafından Japoncaya tercümesi,
Uygulamalı Mikrobiyoloji Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki’nin dikkatini
çeker, çünkü potasyum gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, mikroorganizmalarca potasyum
elde edilmesi durumunda, Japon ekonomisi büyük bir ivme kazanacaktır. Komaki
1963de deneylere başlar ve 1964 yılı Kasım ayında Kervran’a deney sonuçlarını
gönderir (Kervran 1982, 42-45).
Komaki,
Aspergillus niger, Penicillium chrysogenum, Saccharomyces cerevisiae ve Torulopsis utilis adlı
mikro-organizmalarla deneyler yapar.
Deneyler, bu mikroorganizmaların nasıl çoğaldıkları, nelere göre
büyüme-çoğalma oranlarının değiştiği, çoğalma sonrası kimyasal bileşimlerinde
ne tür değişiklikler gerçekleştiği gibi konulara yöneliktir.
Deneylerde kullanılacak organizmaların kimyasal analizleri yapılarak,
içlerindeki potasyum oranı saptanır, deney başlangıcında 1 miligramında 0.01
miligramdan daha az potasyum içerdikleri belirlenir.
Temel amaç, organizmaları kimyasal element-dönüşümleri
yapıp-yapamadıkları olduğundan, ilk önce, hiç sodyum ve potasyum elementi bulunmayan
beslenme-ortamlarında deneyler yapılır. Bu tür ortamlarda,
organizmaların hiç büyüyemedikleri saptanır.
Deneylerde en verimli potasyum artışının maya-mantarlarında (Saccharomyces
cerevisiae ve Torulopsis utilis) gerçekleştiği fark
edilir.
Sonra ortama sodyum eklenir, bu tür beslenme ortamlarında organizmalar
çoğalırlar; potasyum oranında yaklaşık 20 kat bir artış olur.
Daha sonra ortama çok-çok az oranda potasyum eklenir; bu durumda
organizma gelişmesi daha da hızlanır ve potasyum oranında yaklaşık 150 kat bir
artış ortaya çıkar.
Mikro-organizmaların
element dönüştürmeleri, sülfat oluşumlarında da görülür. Kükürt
oluşumundan sorumlu organizmalar izole edilmiş ve incelenmiştir. Bunlar,
çeşitli türleri olan Thiobacilli'lerdir. Yaşamak için kükürte muhtaçtırlar. Çok
basit bir deney onların kükürt "imal ettiklerini" göstermektedir.
Şöyle ki:
Bir test tüpünün iç duvarı sodyum
tiyosülfatla ıslatılmış bir pamuk parçasıyla sürtülür, yani test tüpü duvarında
yalnızca ince bir sülfür izi kalacaktır. Daha sonra uygun bir kültür ortamı
alınır ve tüpe konur. Bu ortama ise çoğalacak olan Thiobacilli’leri konur. Tüp
içindeki kükürt miktarında geçen zamana uygun olarak kükürt miktarının gittikçe
arttığı saptanmıştır (Kervran 1972, s.33).
Not: Hücreler işlevlerini,
genleri sayesinde yaparlar. Genlerin on/off=açık/kapalı olması işlevin
yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir uyarı verilmesi, geni “açık” duruma
getirir, ve o nedenle ortama çok az
oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme yaparak,
potasyum-sentez-genini aktive eder ve potasyum oluşturma potansiyelinin
artırılmasını sağlar.
Mikro-organizmaların sodyum
ve oksijeni kaynaştırarak
potasyum oluşturdukları şeklinde
araştırmayı yapan Hisatoki Komaki’nin
yukarıda özetlenen çalışması P,T. Pappas’ın 1998 yayınıyla pekiştirilir.
“Hücre içinde elektrikle oluşturulan çekirdek kaynaşması= Electrically
induced nuclear fusion in the living cell” adlı yayınında Pappas, hücreler
içindeki Na - K oranı değişimlerinin, şimdiye dek kabul edildiği gibi
hücre dışından hücre içine “sodyum-potasyum
pompalanmaları” şeklinde
değil
de, Na23 + O16 +
Electrical Energy + ATP Energy = K39, şeklinde
bir hücre içi element dönüşümü ile gerçekleştiğini ıspatlar. Yani hücre içinde sodyumla oksijenin kaynaştırılmasıyla potasyum elde
edilebilmektedir.
Hücrelerimizin
iş yapabilmesi 3-fosfatlı ATP molekülünü, 2 fosfatlı ADP molekülüne
dönüştürmesi sonucu açığa çıkan bir fosfat enerjisiyle olmaktadır. Bu ise, her
işlemde, hücre içindeki sodyum iyonlarının, hücre dışına pompalanması, hücre
dışından ise potasyum iyonlarının hücre içine pompalanması ile mümkün
olabilmektedir.
Bu
işlemler, hücre içinde ve hücre dışında, Na ve K iyonları yoğunluğunun aniden
10-15 kat kadar artırılması ve azaltılması gibi muazzam iyon-akışları
gerektirir. Hücre içinde saniyede 100.000 kadar işlem gerçekleştiği
düşünülürse, hücre-zarlarında ne kadar sıklıkla bir iyon-pompalama trafiği
olması gerektiği anlaşılır. Böyle bir iyon-yoğunluklarına dayalı pompalama
işlemlerinin olabilmesi hiç-ama hiç olası değildir.
Bilim-insanları,
dogmatik bir görüş etkisi altında öylesine şartlandırılmışlardır ki, bedenlerimizdeki
hücrelerin zarlarının “yol-geçen-hanıymış
gibi” saniyede milyonlarca sodyum ve potasyum iyonunun bir anda içeri alınması
ve dışarı atılması gibi insan
aklının alamayacağı bir mantıksızlığı, çözüm yolu olarak kabul edebilmişlerdir!
Bundan
daha vahim bir mantıksızlık ise, Na ve K iyonlarının su ile temas etmeleri
durumunda, muazzam bir patlama gerçekleşeceği ve hücrelerin param-parça
olacağıdır, çünkü, gerek hücre içi, herek hücre dışı ortamda su bulunmaktadır.
Hücrelerin ve mikro-organizmaların, kimyasal elementleri birbirlerine
dönüştürdükleri sonraki yıllarda yapılan deneylerle net bir şekilde
ıspatlanmıştır. Şöyle ki: Vysotskii 1990’lardan itibaren biyolojik
transmutasyonlar (element-dönüşümleri) üzerinde çalışmaktadır. Çalışmalarında Mossbauer
Spektroskopisi gibi çok yeni analiz yöntemleri kullanan Vysotskii ve Kornilova,
Bacillus subtilis, Escherichia coli, Deinococcus radiodurans, ve maya
mantarı Saccharomyces cerevisiae ile ağır-su
(D2O) içinde deneyler yapmışlardır. Mikro-organizmaların
yaşadıkları ortama MnSO4 eklediklerinde, spektrometrede 57 atom
ağırlıklı Fe (demir) oluştuğunu gözlemişlerdir. Dolayısıyla (55 ağırlık Mn + 2 ağırlıklı Deuterium = 57
ağırlıklı Fe) reaksiyonunun gerçekleştiğini net olarak gözlemlemişlerdir. Bakterilerin
bu element dönüştürme işlemlerinde
“microbial
catalyst transmutator = mikrobik katalizör
dönüştürücü” adını verdikleri
simbiyotik (ortaklık) ilişkilerinin önemli
rol oynadıklarını ortaya koyarlar, Vysotski
ve Kornilova (2010).
Hücrelerin kimyasal elementleri
birbirlerine dönüştürdüklerini ıspatlayan daha bir çok yeni araştırma
yapılmıştır, Ravikumar & Achutha 2012, Kumar 2017), vb..
Canlıların büyümesi sırasında
gerçekleşen element dönüşümleri:
Kervran’ı, kimyasal
elementlerin dünya koşullarında birbirlerine dönüşebilecekleri (transmütasyon)
görüşüne sürükleyen faktörler arasında şunlar bulunmaktadır:
Yengeçler,
istakozlar, kerevitler gibi hayvanlar, büyüdükçe, koruyucu kabuklarını
değiştirirler. Bu kabuklu deniz hayvanlarının kabuklarını nasıl oluşturdukları
da bir sırdır. Hayvanın denizde bulunan kalsiyumu "bağladığı"
söylenir, ancak, içinde yeterli Ca bulunmayan havuzlarda bulunan hayvanlar yine
de kabuklarını oluştururlar.
"Bir
gün torunlarım bana kabuğunu atmış, çıplak bir yengeç getirdi. Onu hayatta
tutmak için, az miktarda deniz suyu içeren bir yere koyduk. Ertesi gün bira
ince de olsa, bir kabuğu vardı ve bir gün sonra kabuk oluşumu tamamlandı.
Yaklaşık 30 saat içinde, yengeç yaklaşık 350 gram ağırlığında yaklaşık 17 x 10
santimetre boyutlu bir zırh oluşturmuştu. Deniz suyunun kalsiyum içeriği çok
düşüktür. Ortalama olarak,% 0,042'dir. Bu orandaki bir deniz suyundan söz
konusu kabukların, söz konusu kısa zaman aralığında oluşturula bilinmesi olası
değildir. Çünkü, o kadar kalsiyum iyonunun canlının bulunduğu ortama 20-30
saate taşınması, hiçbir şekilde mümkün değildir. Ama deniz suyunun magnezyum veya potasyum
içeriği oranları, on veya yüz kat daha fazladır. "
Roscoff
deniz laboratuvarında, bir kerevit, daha önce kalsiyumun tamamen alındığı deniz
suyu dolu bir kaba yerleştirildi. Hayvan yine de koruyucu zırhını oluşturdu.
Hayvanın zırhı için gerekli olan kalsiyum, deniz suyundaki magnezyum ve potasyum tuzlarından kalsiyuma
dönüştürülmüş olmak zorundadır; başka bir kaynak mevcut değildir. (Kervran
1972, s 61.)
►: Taze
meyveler ile kurutulmuş meyvelerin kimyasal element içeriklerinde bazı elementlerin miktarlarında
anormal artışlar
saptanmıştır. Yukarıda kuru incir ile
taze (yaş) incirin 100 gramında saptanan element miktarları verilmiştir. Na,
Mg, P, K, Ca, Mn, Fe, Cu, Zn elementlerinin miktarlarında büyük artışlar oluşmuştur. Kurutma kapalı bir sistem içinde
yapıldığından, çevreden element girmesi söz konusu olamayacağına göre, artan
atomlar, karbon, oksijen, silis gibi başka atomların dönüşümleri sonucu oluşmuş
olmak zorundadır. (2 16C + 2 12O
→
56Fe . (Kervran 1973))
►: Tohumlar ile o tohumların tamamen kontrol
altındaki ortamlarda filizlenip büyümeleri sonucu oluşan sürgünlerin
analizleri, kimyasal element
içeriklerinde çok farlılıklar gösterir. Kervran yulaf tohumlarını önceden
analiz eder ve K, Ca, oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde
filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K=potasyum)
miktarında belli oranda azalma, (Ca=kalsiyum)-miktarında ise o oranda artma
olduğunu
görür. Potasyumdaki
azalma miktarının kalsiyumdaki artma
miktarına denk olduğu gerçeğine
dayanarak, (39K + 1H → 40Ca) şeklinde
bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini
ileri sürer, Kervran 1973.
•
Kireçli kayaçların olmadığı bölgelerde
ekilen çimlerde, belli bir süre sonra papatya miktarının arttığı gözlenir.
Biodinamik adlı bilim dalının kurucusu olan İsviçreli ziraatçı E. Pfeiffer,
papatyaları analiz eder ve çok miktarda Ca içerdiklerini saptar. Toprak Ca
iyonunca fakir olduğu halde, papatya aşırı denilebilecek oranda Ca
depolamıştır. Dolayısıyla mevsim sonunda kuruyup, ayrıştığında, içerdiği Ca
iyonları toprağa aktarılır ve toprağın Ca oranı da bu şekilde artamaya başlar.
Yani doğa, kendi iç dengesini sağlayacak bir mekanizmaya sahiptir.
•
Benzer şekilde bir doğal kimyasal
bileşim dengelenmesi ormanlık alanlarda da gerçekleşir. Meşe ağacı, kireçsiz
arazilerde yetişir, ama meşe-ağacı yakıldığında, külünün %60 yakın oranda kireç
içerdiği görülür.
•
Pfeiffer gibi ziraatçılar, doğal
sistemin, kendisini düzenleme-dengeleme yeteneğine sahip olduğunu fark ederler:
Toprak kireç bakımından fakirse, silis-seven
bitkiler artar ve bu silis-seven bitkilerin gövdelerinde çok fazla kireç
bulunur, onların ölüp-ayrışması sonucu, toprağın kireç içeriği yükselir.
Buğday,
nispeten kireç bakımından zengin topraklarda yetişir ve gövdesinin yakılması
sonucu oluşan külde % 5,8 oranında kireç,
% 67,5' oranında silis bulunmuştur. Diğer taraftan, aynı toprakta buğday ile
birlikte yonca ekildiği zaman, silisli toprakları tercih eden yoncanın, külünde
% 35.2 kireç ve % 2.4 silis bulunmuştur. Yani silisli ortamları seven bitkiler,
gövdelerinde kireç depolarken, kireçli ortamları seven bitkilerin gövdelerinde
silis depolanmaktadır. Doğal sistemde, bu şekilde karşılıklı olarak
birbirlerinin eksikliklerini giderecek şekilde, karşılıklı bir etkileşim
sistemi vardır. (Kervran 1972, s.26)
•
Ama papatyaların, meşe ağaçlarının veya
diğer tür bitkilerin Ca iyonlarını nasıl oluşturdukları sorusu havada kalır.
(Kervran 1972)
Kervran, kimyasal elementlerin illa yıldız gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık değerleri altında değil, normal dünya koşullarında düşük-enerjili çekirdek reaksiyonları (Low energy nuclear reactions= LENR) şeklinde de gerçekleştiğine dair gözlemler-veriler sunmaya başlar.
Böyle bir sıra-dışı görüşü ortaya atmasına neden olan faktörler arasında şu gözlem ve veriler bulunur:
►1: Taze meyveler ile kurutulmuş meyvelerde demir ve bakır elementlerinin oranlarında anormal artışlar saptanmıştır.
Demir oranı --- Bakır oranıTaze incir 1.5 ---- 0.06
Kuru incir 3.0 ---- 0.35
Taze şeftali 0.4 ---- 0.05
Kuru şeftali 4.0 ---- 0.26
Kuru şeftali 4.0 ---- 0.26
Artış her iki elementte de olduğuna göre, bunlar başka elementlerden dönüştürülmüş olmalıdır.
►2: Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, Mg oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K) miktarında -0.033 gram azalma, (Ca)-miktarında +0.032 gram artma, (Mg) miktarında -0.007 gram azalma olduğunu görür ve potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına çok yakın olduğu gerçeğine dayanarak, şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer.
Element --- Yulaf Tohumunda --- Yulaf Bitkisinde --- Fark
Potasyum (K) 0.113 ---- 0.080 ---- -0.033Kalsiyum (Ca) 0.027 ---- 0.059 ---- +0.032
Magnezyum (Mg) 0.031 ---- 0.024 ---- -0.007
►3: Eklem-bacaklılar grubuna ait çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar, vs) büyüdükçe kavkılarını değiştirmek zorundadırlar. Roscoff deniz araştırmaları laboratuarında, kerevitler, Ca elementinden kimyasal olarak arındırılmış ortamda yetiştirildiklerinde, yine de kavuklarını kusursuz şekilde oluşturdukları saptanmıştır. Yaşadıkları su ortamında kavkılarının yapımında kullanılan Ca (kalsiyum) elementi bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka elementlerden üretmiş olmalıdır.
►4: Demir elementinden yoksun ortamlarda yaşayan bakterilerin, ortama biraz mangan-tuzu ilave edildiğinde, kısa bir süre sonra ortamda demir-oksit oluştuğunu fark eder,
►5 Papatyaların kireçsiz ortamlarda iyi geliştiğini ve bu bitkilerde kalsiyum oranının çok fazla olduğunu fark eder. Bu fazla Ca nerden kaynaklanır diye merak eder.
►6: Subtropik bölgelerdeki telegraf telleri üzerinde gelişen ve sadece hava ve su ile beslenen tillandsia bitkisi kurutulup-yakıldığında, külünde 17 % demir, ve 36 % silis bulunduğu görülür. Bakır teller üzerinde yaşamasına rağmen külünde hiç bakıra rastlanmaz.
►7: Tavuklar yumurtalarının kabukları için Ca elementine muhtaçtırlar. Kervran, kalsiyumlu mineral içermeyen ortamlarda (örneğin granitik bir zemin üzerinde) yaşayan tavukların yumurta kabukları için gerekli kalsiyumu nerden sağladıklarını merak eder ve tavukların granitik zeminde bulunan mika minerallerini yediklerini fark eder. Mika minerallerii (K) potasyumca zengindirler. Tavukların bu mikadaki potasyumdan kalsiyum elde ettiklerini düşünür. Tavukları mika minerali dahi bulunmayan ortamlara yerleştirdiğinde, yumurta kabuklarının çok incelip-yumuşaklaştığını görür. Bu deneylerden sonra da, de şeklinde bir element değişim-dönüşümü gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer.
Kervran’ın çalışmalarını takdir eden bilim adamları de elbette olmuştur. Bunlardan H. Maruyama adlı Japon bilimci, 1975 yılında Kervran’a fizyoloji-tıp alanında Nobel ödülü verilmesi teklifini yapmışsa da, söz konusu toplum baskısı nedeniyle, teklif değerlendirmeye alınmamıştır. Üstüne üstlük, 1993 yılında Kervran adı, “"improbable research = olanaksız araştımalar” yaptığı gerekçesiyle, “İg Nobel” alan insanlardan biri olarak alay konusu edilmiştir.
Kimyasal Ayrışmalarda element dönüşümleri:
Bir kayacın ayrışması en ayrıntılı olarak, UNESCO-Dünya Mirasına girmiş
olan Kamboçya’daki 12.asırdan kalma, Angkor Wat tapınaklarında yapılmıştır.
Binalar genelde kumtaşlarından yapılmıştır. Analizler şu kompozisyonu
göstermiştir:
Sağlam taşta: % 63.0 SiO2
; % 1.40 CaO
Ayrışmayla
Bozunmuş-taşta: % 35.8 SiO2 ; %17.34 CaO
Görüldüğü üzere, kalsiyum (Ca) 12 kat artmış, silis (Si) oranı ise
azalmıştır.
Diğer elementlerde ise önemli bir artış-azalma gözlenmemiştir: Örneğin
Mg(magnezyum) ve K(potasyum) oranları şöyledir:
Sağlam taşta: % 2.50 MgO ; % 1.20 K2O
Ayrışmayla
Bozunmuş-taşta: % 2.64 MgO ;
%1.20 K2O
Sağlam taşlarla, bozunmuş taşların micro-organizma
içerikleri incelendiğinde, sağlam taşlarda hiç mikro-organizma yok iken,
bozunmuş taşlarda Actinomycete ailesinden 83 farklı tür bakteri bulunmuştur.
Silis oranını azaltıp, kalsiyum oranının artıran faktörün ne olduğu
araştırıldığında, bunun çevredeki sulardan veya atmosferden olamayacağı
saptanmış, söz konusu element dönüşümlerinin mikro-organizmalar tarafından
gerçekleştirildiği anlaşılmıştır.
28 12
40
Si + C
: = : Ca
14 6
20
Jeolojik olaylarda kimyasal element-dönüşümleri:
Jeologlar
asırlardır granitik kayaçların oluşumlarını, magma-diferansiyasyonu adını
verdikleri bir olayla açıklamışlardır. Magma-diferansiyasyonu, yeryuvarı
içinden (manto’dan) yükselen 1200º santigrat sıcaklıktaki magmanın
soğumasında, önce yüksek derecelerde kristalleşen
olivin-piroksen-Ca’lu-plajioklas gibi minerallerin kristalleşip, gabro gibi
kayaçlar oluşturduktan sonra, geriye K’lu feldspat, kuvars, mika gibi
mineraller oluşturacak granitik bir
magma kalacağı (800 dereceden daha az sıcaklıklarda) görüşüne dayanır.
Bu
görüş, söz konusu magma kütlesinin,
magma-odası şeklinde bir ortamda soğuması durumunda gerçekleşebilir. Bir
odada, soğuma sonucu önce gabro-gibi bir kayacı oluşturan mineraller, odanın
sıcaklığı düştükçe de granit-gibi bir kayacı oluşturacak mineraller
kristalleşecekse, o odanın çevresinde gabro, ortasında ise granit olmalıdır.
Yani, granitlerin çevresinde mutlaka gabro-bileşimli kayaçlar
bulunmalıdır.
Granit bir magma odasındaki 1200 derecelerdeki bir sıvı
bir sistemin soğuması sonucu oluşuyorsa, granitlerin çevresinde (kenarlarında)
bazaltik bileşimli bir kayaç (gabro) bulunması gerekir. Halbuki granitlerin
çevresinde gabro değil, şist-gnays gibi
metamorfik
kayaçlar bulunur.
Granitik kayaçların
çevrelerinde gabro değil, metamorfik kayaçlar bulunması, Kervran’ı, element
dönüşümlerinin jeolojik olaylarda da gerçekleştiği görüşüne götürür: Granitik
kayaçların, magmadan oluşmadığını, metamorfizma sonucu oluştuğunu, ve
bileşimindeki potasyum (K) gibi element artışının, diğer kimyasal elementlerin
dönüşümleri (transmutasyon) sonucu gerçekleşmiş olması gerektiğini vurgular.
Ca40 – H1 = K39 Veyahut: Na23 + O16
= K39
Jeolojik devirlerde
kimyasal element dönüşümleri
Yer-yuvarı
kabuğunda yaklaşık 4 milyar yıllık süreç içinde oluşmuş kayaçlar yer
almaktadır. Bu oluşumların ilk 4 ile 2 milyar yıl aralığında oluşmuş kayaçları
incelendiğinde, bunların genelde silisli kayaçlardan oluştukları ve kireçtaşı (CaCO3) içermedikleri
görülür. Yaklaşık 2 milyar yıl ile yaklaşık 500 milyon yıl önceleri
arasındaki kayaçlarda dolomitli (MgCO3)
kayaçların da silisli kayaçlara
eklendiği; son 500 milyon yıllık süreçte ise, silisli kayaçların giderek
azaldığı kireçtaşlarının giderek arttığı
görülür. Bu durum, yeryuvarı oluşum sürecinde, Ca elementinin, Si
elementlerinin dönüşümleriyle zenginleştiği sonucuna götürür. Kervran (1972).
Global Ölçekte Kimyasal Elemet
Dönüşümleri:
Güneş
gibi yıldızlarda ve gezegenlerde
kimyasal element oranları çok farklıdır. Örn. Güneş’in %71’i hidrojen,
%27’si helyumdan oluşur; tüm diğer elementlerin oranı %2 kadardır.
Halbuki, dünyamız
gibi gezegenlerde durum tamamen tersine dönmüştür: Demir, oksijen, magnezyum, silisyum,
kükürt, nikel, kalsiyum, alüminyum gibi elemntler %99u aşan bir oranda yer alırlar,
hidrojen ve helyum ölçülemeyecek derecede azdır.
Gezegenler ile,
yıldızlar arasında bu kadar ters oranlı kimyasal bileşim olması, Kervran-etkisi
ile, özellikle organizmalar tarafından, çekirdek reaksiyonları
gerçekleştirilmesi ve bu nedenle kimyasal element türlerinin ve oranlarının
değiştirilip, değişen doğa koşullarına uyumla durumun oluşması sonucu
olamalıdır.
Kervran,
bu olağan-üstü görüşlerinin
bilim dünyasında kabul gördüğünü göremeden 1983 yılında ölür. Yukarılarda
sunulan verilerden anlaşılacağı üzere, hücreler içinde saniyede yüz-bin
civarında kimyasal tepkime olmaktadır. Kervran, hayat sisteminin tamamen
kimyasal olaylar-tepkime-ardışımlarından olduğunu fark ettiği için “Life is
nothing but chemistry” diye özetleyen, dahi bir bilim adamıdır.
Kervran’ın
çalışmalarını takdir eden bilim adamları de elbette olmuştur. Bunlardan H.
Maruyama adlı Japon bilimci, 1975 yılında Kervran’a fizyoloji-tıp alanında
Nobel ödülü verilmesi teklifini yapmışsa da, söz konusu toplum baskısı
nedeniyle, teklif değerlendirmeye alınmamıştır. Üstüne üstlük, 1993 yılında
Kervran adı, “"improbable research = olanaksız araştımalar” yaptığı
gerekçesiyle, “İg Nobel” alan insanlardan biri olarak alay konusu edilmiştir.
Tenkit edenler
arasında meşhur astrofizikçi Carl Sagan da yer alır ve Kervran içim şöyle der:
““The types of reactions which you are proposing are quite impossible in
ordinary chemistry. . .I would strongly suggest that you read an elementary
textbook in nuclear physics. = Sizin öngördüğünüz şekilde bir tepkime kimyasal
olarak olanaksızdır. Nükleer fizik konusunda sizin temel ders kitapları
okumanız gerekir. ”
Sagan gibi
düşünenler, Kervran’ın Low energy nuclear reaction=LENR kavramını hiç dikkate
almayıp, çekirdek reaksiyonlarının mutlaka yüksek basınç ve sıcaklı etkisi
altında E=mc2 formülüne göre geçekleşeceği dogmasına dayanmaktadırlar.
Tepkimede 0.008 a.m.u. kütle açığa çıktığını belirten itirazcılar, 6 gramlık
bir yumurta kabuğu için gereken kütlenin E=mc2 formülüne göre 50 000 000 kJ
gibi muazzam bir enerji açığa çıkaracağını, bunun ise, bırakın tavuğu, tüm
çevresini bir ateş topuna çevireceğini belirterek, Kervran’ı sürekli
aşağılamışlardır.
İnsanların sadece
kendi kafalarındaki fikirleri “doğru” kabul edip, başkalarının düşüncelerini
ret etmeleri, insanlığın en büyük dramıdır; çünkü dinamik doğada işler,
öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle, rezonansa girerek gerçekleşmektedir.
İnsanların doğal sisteme ters düşen bu davranışları, ekolojik toplumsal
birlikler oluşturulamamasının tek nedenidir.
Şimdi Kervran’ın
LENR temel konulu görüşünün tarihsel süreçteki gelişimini görelim.
“Biological
transmutations” terimi Louis Kervran adlı bir Fransız fizikçi tarafından ilk
defa 1962 de ortaya atılır ve 1982’ye kadar sürekli olarak savunulur.
Bilim dünyasında
egemen olan dogmatik görüş, doğada kimyasal element oluşumunun ancak
yıldız içlerinde muazzam basınç-ve-sıcaklık etkileri altında oluştuğunu ve
dönüşüm sonuçlarında ortaya çıkan kütlenin de E=mc2formülüne göre muazzam bir
enerji açığa çıkarması gerektiğini, böyle bir enerjini ise görülmediğini,
dolayısıyla biyolojik veya normal laboratuar koşullarında element-dönüşümlerinin
mümkün olamayacağını öngörür.
Kervran bir
fizik profesörüdür ve bilim dünyasında egemen olan dogmatik görüşün
bilincindedir. Bu nedenle, “düşük-enerjili-çekirdek-tepkimeleri =
low-energy-nuclear-reaction = LENR” adını verdiği bir başka etkileşim
sisteminin söz konusu olması gerektiği şeklinde yeni bir görüş ortaya
atar.
Kervran (1982) daha
birçok örnek vererek, canlıların bedenlerinde kimyasal elementleri, ihtiyaçlar
doğrultusunda birbirlerine dönüştürdüklerini iddia eder. Örn. hiç kireçli
mineral bulunmayan ortamlarda yaşayan tavukların, yumurtaları için gerekli
kireç malzemesini, mika gibi (K) elementi içeren minerallerdeki potasyumu
kalsiyuma dönüştürerek sağladıklarını; mika yemekten mahrum bırakılan
tavuklarda, yumurta kabuklarının sertliklerinin kaybolup, ince-yumuşak hale
dönüştüklerini gözlemleyerek, doğada element dönüşümü yeteneklerine sahip
oldukları görüşünü yıllarca tekrarlar.
Yıllar geçtikçe, dogmatik baskılara
rağmen sağ-duyulu bilim-insanlarının sesleri yükselmeye devam eder ve
►Schapiro, Ernest, 2012: Are Nuclear Processes In Biology Unique?
21st Century Science & Technology Spring-Summer, 45-55.
►Sapogin L.G. & Ryabov Y.A. 2013: Low Energy Nuclear Reactions
(LENR) - and Nuclear Transmutations at Unitary Quantum Theory International
Journal of Physics and Astronomy, Vol. 1 No. 1,
gibi LENR olayını konu alan
uluslar arası yayınlar “cold-fusion” araştırmacılarına yapılan maddi
ve manevi baskıların sona ermesinde rol oynarlar.
2010lu yıllardan sonra insanlığın
enerji sorununun çözümü için LENR deneyleri desteklenmeye başlanır. Bu
destekleyici kuruluşlar arasında Lockheed Martin, Brillouin Energy, Andrea
Rossi, gibi büyük endüstri kuruluşları da yer yer alılar ve önümüzdeki 5-10 yıl
içinde zehirli nükleer atık sorunu olamayan, çevre-dostu nükleer enerji
reaktörlerinin hizmete gireceği gibi ferahlatıcı mesajlar duyulmaya başlanır.
Bu kuruluşlardan bazıları daha şimdiden ilk LENR-sistemli enerji üreticilerini
hazırlamışlardır, örn Rossi’nin e-CAT ürünü. Ama her zamanki gibi,
“Rossi” ve “Industrial Heat“ şirketleri arasındaki hak-paylaşım
sorunları nedeniyle ürünün geliştirilmesi ve piyasaya sunulması
geciktirilmektedir.
Günümüzde, “LENR” yazıp, internette
araştırma yaptığınızda, yüzlerce araştırma sonucu ile karşılaşırsınız.
Çoğu devletler bu konularda kendi
araştırmalarını yürütmektedir, çünkü üretilecek aygıt, klasik nükleer enerji
reaktörleri gibi devasa alanlar kaplayan büyük fabrikalar değil, bir-kaç
metre-küplük küçük boyutlu aletlerdir. Bu aletlerin yapılması genelde palladium
veya nikel gibi elementlerin katod olarak kullanıldığı “ağır-su”
(deuteriumlu-su) elektroliz aletleri oluşturma prensibine dayanır. Temel zorluk
ise, bu elektroliz aletinde kullanılacak “katalizörlerin” tam net olarak henüz
bilinmemesinden kaynaklanmaktadır.
Devletler-toplumlar zenginler kulübü
diyebileceğimiz ağalar, holdingler, bankacılar, vs gibi parayı kontrollerinde
tutan bir zümre tarafından yönetilmektedir. Günümüz dünyasının temel enerji
kaynağı petrol-doğal gaz ürünlerinden oluşmakta, bu ürünler de yine “zenginler
kulübü” denetiminde bulunmaktadır. Bilimsel dergiler dahil, tüm gazeteler ve
diğer medya kuruluşları para-babalarının ellerindedir. Ve bu yayın-organları,
toplumun sevk ve idaresinin hep kendi tekellerinde olmasını isterler ve bunu
tehlikeye sokacak her girişimi engellerler. Petrol ve doğal gaz gibi ham-madde
kaynakları tükeninceye kadar, bu zenginler kulübü LENR gibi çok ucuz bir
enerji kaynağının piyasaya çıkmasını engelleyici-geciktirici faaliyetlerini
sürdüreceklerdir.
Okuyuculara burada bir uyarıda
bulunmak gerek: Artık hiçbir fizikçi, 20-30 sene önceki gibi, LENR olgusu
yanlış demiyor-diyemiyor, çünkü dayandıkları
►1- Lavoisier-kanunu (dogması) ve
►2- Elementların sadece yıldız içi gibi çok yüksek basınç
ve sıcaklık koşullarında oluşturulabilecekleri dogmatik görüşü artık
çökmüş durumdadır. Tüm fizikçiler normal laboratuar koşullarında LENR
yöntemiyle element-değişim-dönüşümleri olabileceğini artık kabul etmektedirler.
Ama bu konuda pasif bir
engelleme, geciktirme söz konusudur. Bu da yine tepeye-bağımlı-örgülenme (TBÖ)
hastalığı sonucudur, çünkü onların geçim kaynağı da para-babaların elindedir.
Bu nedenle DOM-görüşünün
yaygınlaştırılıp- insanlar zombileşmiş durumlarından kurtarılmadıkça, bu sömürü
düzeni devam edecektir. Artık DOM-görüşünün yararı hakkında daha ne demek
gerekir ki, uyanma başlasın?
Yani makalemizin başında sözünü
ettiğimiz dogmatik görüş artık iflas etmiştir, ama bu iflasın henüz tam farkına
varılmamıştır,
Bu açıdan ülkemizin enerji sorununun
çözümü için Sinop ve Akkuyu’da yapılması planlanan klasik nükleer enerji
santrallerine harcanan ve harcanacak olan paraların, mantıklı mı, mantıksız mı
olduğuna karar vermeyi siz okuyuculara bırakıyorum.
DOM- ve LENR ilişkisi
DOM-görüşü doğal sistemin, dinamik sistemler fiziği gereği,
bilgi-oluşturma ve o bilgilere göre kendilerini örgütleme-düzenleme temel
prensibine göre işlediği temel bilgisine dayanır. Nitekim, kuantum-fiziği
deneyleri, atom-altı-öğelerin rastgele değil, çevrelerini salınım-adımlarıyla
(dalga-boyları) ölçüp, amplitüdlerinin o noktaya ulaştıklarında sahip oldukları
değere göre bir olasılık hesabı yaparak “bilinçli” davrandıklarını ortaya
koymuştur. Bu nedenle, onların oluşturdukları üst-sistem olan atomlar alemi,
gelişi-güzel değil, çok belirgin kurallara sahiptirler. 8 sütun ve 7 sıra
halinde sıralanırlar; sütünlar boyunca gidildikçe elektronegatiflik artar;
sıralarda gidildikçe, elektropozitiflik artar. Bu da, atomların,
enerji-değerlerine göre, birbirlerine dönüşebilecekleri anlamına gelir.
Şekilde atomların LENR sistemiyle nasıl birbirlerine
dönüşebildikleri gösterilmiştir. Atomlar, proton ve nötronlardan oluşurlar;
farklı atomlar ise, proton sayıları ile belirlenirler. 1 protonlu atom
hidrojendir; 6 protonlu atom karbondur, vs.
Nötron 2 down (d) ve 1 up (u) kuarktan, proton ise 2 (u)
ve 1 (d) kuarktan oluşur.
Nötronu oluşturan bir (d) kuark negatif-yüklü bir W--bozon
sanal öğesi yardımıyla (u) kuarka dönüştürülebilir ve bu arada bir elektron ve
elektron-anti-nötrinosu çevreye yayılır. Sonuç olarak nötron protona dönüşmüş
olur. Kobalt (Co) elementinin nikel (Ni) elementine dönüşmesi bu şekilde
olur.
Protonu oluşturan bir (u) kuark pozitif-yüklü bir W+-bozon
sanal öğesi yardımıyla (d) kuarka dönüştürülebilir ve bu arada bir pozitron ve
elektron-nötrinosu çevreye yayılır. Sonuç olarak proton nötrona dönüşmüş olur.
Magnezyum (Mg) elementinin sodyum (Na) elementine dönüşmesi ise bu şekilde,
yani bir pozitron salınımı ile olur.
Görüldüğü üzere, doğada sadece proton, nötron, elektron
gibi gerçek (reel) öğeler değil, bir çok da, W+, W-, Z
bozon gibi sanal öğe (virtual particle) bulunmaktadır. Sanal öğeler,
saniyenin çok-çok küçük bir süresince bir reaksiyona katılırlar ve hemen sonra
tekrar kaybolurlar. W+, W-öğelerinin, biri “madde”
diğeri anti-maddedir. Aynı şekilde elektron madde, pozitron anti-maddedir.
(Nötrino madde, anti-nötrino anti-madde.) Yani, bilgi ve olasılık hesapları
yaparak doğa ve dünyamızı oluşturan kuantsal sistem, madde -anti-madde karışımı
ve etkileşmesi içindedir.
Atomlar arası değişim-dönüşümler sadece “beta-decay” adı verilen
yukarıdaki gibi birer proton veya nötron dönüşümü olarak değil, kimyasal
elementlerin birbirleriyle birleşmesi veya birbirlerinden çıkarılması şeklinde
de oluşabilmektedir. Kervran (1982) şu dönüşümlerin olduğunu belirtir:
Doğadaki varlıkların kimyasal bileşimlerinde sürekli
değişim-dönüşümler olduğunu fark edip, deneysel olarak bu değişim-dönüşümleri
saptayarak, “Life is nothing but chemistry = Hayat sadece kimyadan ibarettir”
gibi olağan üstü bir görüş ortaya koyan Kervran, bu olağan-üstü
görüşlerinin bilim dünyasında kabul gördüğünü göremeden 1983 yılında ölür.
Kervran-eetkisi
olayının Japonya’daki ekonomik etkileri nedeniyle mi, bilemeyiz, ama 1975
yılında Japonya-Osaka Üniversitesi Profesörlerinden Hiroshi Maruyama, Fizyoloji
ve tıp dalındaki Nobel ödülüne C.L. KERVRAN’ı aday gösterir. Ama yukarıda
açıklanan çevre baskıları ve şartlanmışlık nedeniyle, teklif dikkate alınmaz.
Geleneksel dogmatik görüşlerin objektif ve önyargısız
davranmaları gereken bilim insanlarını bile nasıl etkilediklerini göstermek
ibret vericidir.
Meşhur astrofizikçi Carl Sagan’ın, bir başka bilim adamı olan
Kervran için şöyle der: “The types of reactions which you are proposing are
quite impossible in ordinary chemistry. . .I would strongly suggest that you
read an elementary textbook in nuclear physics. = Sizin öngördüğünüz şekilde
bir tepkime kimyasal olarak olanaksızdır. Nükleer fizik konusunda sizin temel
ders kitapları okumanız gerekir.”
Dogmatik görüşler insanları böylesine kör-sağır, mantıksız
yapabilmektedir.
İnsanlar şimdiye dek, doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü,
olağan-üstü-güç (OÜG) sistemi olarak, varlıkların dışında-üstünde bir yerde tasarlamışlar
ve ona göre yaşamlarını düzenlemişlerdir. Halbuki bu OÜG İçimizdedir,
atomlarımızdadır. Atom-altı-öğeler, atomlar ve hücreler, Alt-sistem –
Üst-sistem ilişkilerini düzenleyen “Theory of Integrative Levels =
Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” ve “dinamik sistemler fiziği ” ilkeleri
uyarınca hücrelerimizi ve bedenlerimizi yönlendirirler. Bizlerin onlara
göstereceği hedeflere ve de, elbette, yapısal-kalıtsal-dokularında o zamana
kadar kayıt altına alınmış bilgilere göre davranırlar. Bu nedenle onların
yapılarında, dokularında ve genlerinde şimdiye dek ne tür yönlendirici bilgiler
biriktirilmiş olduğunu bilmemiz ŞART VE GEREKLİdir. Çocuklarımıza cin, peri,
şeytan, melek, azrail, cebrail gibi, doğada hiçbir karşılığı bulunmayan hayal
ürünleri yerine, quark, lepton, atom, molekül, hücre gibi gerçek öğeler
öğreterek, atomlarımızın ve hücrelerimizin nasıl davrandıklarını bilip, hayali
değil, gerçeklere uygun hedefler gösterirsek, onlar da bizleri bu doğal sisteme
uygun yönlendirmeye devam edeceklerdir.
Yani kurtuluşumuz, çocuklarımıza statik sistemli hayat görüşü
değil, dinamik sistemli doğa görüşü vermemize bağlıdır!
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSilHala anlayamadığım bir nokta var sürekli bilgi birikimi ne için,bu bize hayatın amacını kısmen açıklıyor bilgiyi ne için biriktiriyoruz gelişimimizi son safhalara kadar çıkardığımızda ne olacak birşeyler için mi hazırlanıyoruz.Ben bi agnostiğim tanrı kavramı olmasada birşeylerin tanrı olmasa bile insandan daha üstün bazı varlıkların olduğu inancı.Thor filmi gibi =) kim bilir 3-5 kaçık belkide labaratuvar ortamında oluşturdu evrenimizi :) buda olasılık dahilin de değil mi =) Maya kehanetinin doğru olmasını ümit ediyorum :/ altın çağ =) Teoriler oldukça ilgi çekici 12 sarmallı dna yapısı,yüksek şuur filan güzel olurdu =) septik olmak kötümü iyimi hala karar verebilmiş değilim.
YanıtlaSilŞu dosyada bu sorunuzun cevabı var: DOM (4)- Zaman ve Hayat
Silhttp://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-3-kuantlarin-temel-ozellikleri.html
Hayat enerji akışı yoğunluğunun artırılması amaçlı bir yarıştır.
Bilgi Kitabını öneririm
Silhangi bilgi kitabını ne için önerirsiniz?
SilSürekli değişim-dönüşüm içinde olan bir doğal sistemde, kendinizi sürekli yenileyip, neler nelere dönüştü diye bilgi toplamazsanız, nasıl doğaya uyumlu olarak yaşayabilirsiniz?
YanıtlaSilİşte bilgi oluşturma ve biriktirme bunun için çok önemlidir.
saygılar
ismet
Oncelikle sn.I.Gedik hocama tesekkurler.Yani basinda Ilahiyat fakultesi oldugu halde bunlari paylasmak bence buyuk basari.Bu arada,Ilahiyat'ci akedemisyenler bu konulara girmemeleri gibi de dusuncem yok degil,nedenini konusabiliriz.Cografya konjukturel olarak dogmatik degerleri dinamik tuttugundan dogayi nasilsa taniyoruz gibi bir sonuca variriz.Bu da bizi duraganlastirdigi gibi bilimden de uzaklastiriyor.Zaten yukarida paylasilan verilerin hic birinde katkimiz yok.Egitimde cagdasligi benimsemedigimiz surece bu boyle devam edecektir,maalesef.Onumuzdeki 20 yilin zor gececegi kanaatindeyim,umarim silkinir uyaniriz.
YanıtlaSilSaygilar.
Hollanda'dan selamlar.