90larda DOM

1990'lı yıllardaki DOM-bilgilerimiz
Antroplojik bulguların, insan tarihinin yaklaşık iki milyon yıllık bir geçmişi olduğunu ortaya koyduğu daha önceleri belirtilmişti. Şimdi bu iki milyonluk dönemin kısa bir değerlendirmesini görelim:
 İki milyonluk geçmişimizin, ilk birbuçuk milyon yıllık döneminde, atalarımızın pek insansı bir hayatları olduğu söylenemez. Çünkü, tüm bilgi ve becerileri, sert taşlardan parçalar kopararak, bunları bıçak gibi kullanıp, bitki veya hayvanları parçalamaktan ibarettir.  'Ateş' kontrolünü ancak son beşyüzbin yıl içinde öğrenmişdir. Beyinlerinin küçüklüğü nedeniyle, beyinlerinin henüz, günümüz insanlarınınki kadar gelişmiş ve karmaşık bir yapılaşma ve donanıma sahip olamayacağı olasılığı dikkate alınırsa, konuşma ve mantıksal değerlendirme yeteneklerinin çok sınırlı olacağı da aşikardır. Yani, sözün kısası, zihinsel gelişim açısından, 1,5 milyon yılda bir arpa boyu yol ancak alınmıştır.
Gelelim son yarım milyonluk döneme. Bu dönemin yaklaşık ilk 450 bin yıllık evresinde, eskiye oranla hızlı bir zihinsel gelişim sağlanarak, ateşin kontrolü öğrenilmiş, ölülerin gömülmesine başlanmış, karşılıklı ilişkiler geliştirilmeye başlanarak hastalara ve yaralılara bakım başlatılmış, taşlardan koparılan parçalar biraz daha düzgünce yapılarak daha kullanışlı hale getirilmesine rağmen, taş devrinin dışına çıkılamamış.
Günümüzden 35 ile 10 bin yılları arası döneme gelince: Bu dönem, insanlarda zihinsel yeteneklerin oldukça hızlı geliştiği bir dönemi yansıtır. Gerçek  anlamda insanlaşma bu arada olmuştur. İnsanlar bu dönemde duvarlara resimler yaparak, değer verdikleri, saydıkları şeylerin heykellerini yaparak, zihinsel yeteneklerini kalıcı eserlere dönüştürmeyi başarmışlardır. O zamana kadar mağara dışında bir yerleşim yeri olmayan insanlar, ilk defa kulübe gibi yerleşim yerleri yapmaya başlamışlardır. Kulübe yapımında, taş, ağaç parçası yanında, fil gibi büyük hayvanların kemik ve dişlerinden de yararlanmışlardır. Hayvan kemiklerinden ve dişlerinden (ve diğer gereçlerden), ok, zıpkın, mızrak, iğne gibi aletler, ilk defa bu dönemde yapılmıştır. Çamurdan çanak çömlek gibi gereçlerin yapımı da, ilk defa, bu dönemin insanlarınca gerçekleştirilmiştir. İnsanlarda  ilk "ahiret" kavramının da bu dönemde oluştuğu sanılır, çünkü, ölülerin yanısıra, mezarlara kişisel eşyaların gömülmesine de, bu dönemde başlanmıştır.
Antropolojik bulgular ve genetik araştırmalar, Homo sapiens sapiens dediğimiz bilgili insan türünün yaklaşık 100-200 bin yıllık bir geçmişe sahip olabileceğini gösteriyor. Diğer taraftan, Neandertal insanı denilen ve daha çok soğuk yörelere uyum sağlayıcı bir yaşam sürdürdüğü anlaşılan bir insan türünün de, Homo sapiens sapiens'den daha eski bir geçmişe sahip olduğu ve yaklaşık 30 bin yıl önceleri soyunun tükendiği belirlenebiliyor. Acaba bu insanlar, o zamanlar nasıl yaşıyorlardı, yaşadıkları dünya koşulları nasıldı, soğuk muydu, sıcak mıydı, nelerle mücadele etmek zorundaydılar, ne tür bir sosyal yaşam şekilleri vardı, aile veya kabileleri ne kadar büyüktü, ne tür gelenekleri ve adetleri vardı, toplumsal yaşam kuralları nasıldı ve bu kuralları kimler koyuyordu? Eski toplumların oluşturdukları yaşam görüşleri ve kurallarından bizlere kadar gelen ve bizlerin gelenek ve göreneklerini etkileyenleri var mıdır ve hangileridir? Bunların olumlu veya olumsuzları var mıdır?   Bunlara benzer bir çok soru daha aklımıza takılmaktadır, ancak, bugün için, bunların hepsine doyurucu bir yanıt vermekten yoksunuz. Bu tür sorulara cevap ararken, başvuracağımız belgeler veya veriler, eski zamanlara ait buluntulardan oluşmaktadır. Şimdi, bugün için mevcut belge veya verilerin en önemlilerini zaman içindeki yerlerine uygun bir sıralama ile ortaya koymaya ve bunlardan çıkartabileceğimiz sonuçlara bakalım.
Bu kitabın ilk ana bölümünde belirtildiği üzere, son buzul devri, günümüz insanı olan Homo sapiens sapiens'in gelişmeye ve yayılmaya başladığı dönemdir, ve bu dönemde, Dünya'mızda "yaşanacak yerler" son derece sınırlı olup, en ideal yaşam ortamını, ekvatora yakın ve çukurca ovalar oluşturmaktadır; çünkü, dünyada sürekli bir "kara kış" dönemi sürmekte, dolayısıyla, yüksek yerlerde dondurucu bir soğuk iklim hüküm sürmektedir. İnsanlık tarihinin bu son 100 bin yıllık döneminde deniz seviyesi yaklaşık 130 m daha düşük olduğundan, bu günkü Basra körfezinin kapladığı alan, yer yüzünün "en çukur ve (Zagros Dağları ile) kuzey rüzgarlarından korunmuş , ve de ekvatora yakın (yani sıcak kuşak) bir ovasını" oluşturmaktadır, yani o zamanın olumsuz koşulları karşısında, en ideal, cennet gibi bir yerdir.
Günümüz modern insanlarının ilk ataları ise, bu zamanlarda yeni yeni gelişmektedirler. Henüz ziraat usullerini bilmeyen, ve sadece doğal ürünlerle beslenen bu ilk atalarımız için bu devasa ova, bir "Cennet" niteliğindedir. Böylesine ideal bir yaşam ortamının en beğenilen bir yer olması kaçınılmazdır. 
Şimdi akla bir soru takılıyor: yüzbin yıl öncesi ile 15 bin yıl öncesi arasında, yaşam için çok elverişli, hatta dünyanın en ideal yaşam yeri olan bu Basra-Hürmüz ovasında kimler yaşamış olabilir?
Antroplojik bulgulara göre, bu zaman aralığında Homo sapiens sapiens yaşamına başlamıştı; ama biraz daha ilkel olan Neandertaler adamı da, bu zaman diliminin ilk yarısında (hatta biraz daha sonlarına, yani 30-35 bin yıl öncelerine kadar) yaşıyordu. Peki bu iki insan türünden hangisi bu "çennet ülkesinde" yaşadı? Acaba herikisi de birden aynı ortamda birlikte yaşadılar mı?
"Ateş olmayan yerden duman çıkmaz" ata sözümüzden yararlanmak amacıyla, eski belgelerden yararlanmaya çalışalım. İki değişik kaynak var; birisi Sümerler'e ait çivi yazısı tabletler ve onların efsaneleri (yaklaşık 5-10 bin yıl öncesini yansıtırlar); diğeri Eflatun'un dünya ve evrenin oluşumuna dair bakış açısını yansıtan Timaios adlı eseri (yaklaşık 2300 yıl öncelerinin görüşü).
Sümer yazıtlarında, Tanrılar, insanlar gibi tanıtılmıştır; sevişirler, evlenirler, çocukları olur; bilgi ve beceri sahibidirler, insanlara bilgi ve beceriyi onlar aktarmışlardır, yani oku, yayı, baltayı, sabanı, vs.yi Tanrılar bulmuşlar ve sıradan insanlara öğretmişlerdir; hatta tanrılar insanlarla cinsel ilişkiye de girerler ve bunlardan tanrı soylu kişiler doğarlar; tanrılar, bilgili ve efendi yaratıklardır, diğerleri bilgisiz, cahil kul takımını oluştururlar. (Efendi \ kul-köle ayrımı Sümerler'den beri var, daha öncesi hakkında veri yok). Her tanrı adına tapınaklar yapılır, ve insanlar, şanslarının açık olması, bol ürün almaları, vs. için, tanrılara kurban, hediye vs. vermek zorundadırlar.
Eflatun'un eserinde ise, Tanrıların bütün dünyayı kendi aralarında paylaştıkları; kendi adlarına tapınaklar kurup, kurbanlar kesilmesini adet haline koydukları; Deniz Tanrısı'nın da, kendisine düşen yörede yaşayan bir yerli ailenin "Kleito" isimli kızıyla birleşerek, ondan doğma çocuklarını bu adaya yerleştirdiği; insanların  tanrı soylu olduğu vs. anlatılır.
Kısacası,  her iki veri kaynağı da birbirine benzer bilgiler içerir: iki tip "insan" tanıtımı söz konusudur: birinci tip, Tanrısal özlü, veya Tanrısal soylu olanıdır, bunlar bilgi ve hüküm sahibidirler; diğeri ise, yerli halktır.
Şimdi, insanın aklına, ister istemez şu eşleştirme denemesi geliyor: Homo sapiens sapiens = Tanrı soylu insanlar; Homo s. neandertalensis = yerli halk!
Acaba böyle miydi? Eski belgelerde, açık bir şekilde, yerli halkın eskiden beri orada yaşadığı, Tanrı soyluların sonradan yerleştikleri ima ediliyor.
Bilgili insan anlamını taşıyan Homo sapiens sapiens'in, gelişmiş beyninden yararlanarak, zekası tam gelişmemiş daha ilkel insanlara karşı kendilerini "Tanrı soylu" diye kabul ettirip, onları yönetmeye, onlara hükmetmeye kalkmış olmaları olası görünüyor.
12-13 bin yıl öncesi, dünyamız iklimi tekrar ısınmaya başlayıp, buzullar yavaş yavaş ergimeye başlayınca, deniz seviyesi tekrar yükselmeye başlar (yaklaşık yılda 1-2 cm. kadar). Deniz, önce Hürmüz Boğazına ulaşır, sonra Basra - Hürmüz Ovası'nın derin vadilerine doğru ilerler; derken, ovadaki tümsekler ve tepelerin çevreleri denizle kaplanır ve adalar ortaya çıkar. Deniz sularının derin vadiler boyunca  ilerlemesi sırasında, kara tarafında kalan insanlar, karalardaki yüksek yerlere kaçarak kendilerini kurtarmışlardır. Peki, kara tarafına değil de, ilerde adaya dönüşecek yükseltilere veya tepelere doğru kaçanların geleceği nasıl şekillenmiştir? Henüz dünya hakkında pek bir şey bilmeyen bu ilkel insanların, sığındıkları yükseltilerin boyutları hakkında bir şey bilmeleri mümkün değildir. Üstelik başlarına gelen, ve daha da gelecek olan felaketlerin ne olduğu, neden olduğu konusunda da hiç bir bilgileri yoktur; sel olmuştur, onların da her biri bir yönde kaçmaya başlamıştır. O zaman için, deniz seviyesinin yükseldiğiğinin farkında bile değillerdir. (Bu gün, bizler bile, çoğu doğa olaylarının gelişimi hakkında hiç bir bilgi sahibi değilizdir, çünkü, geçmişten ders alıp, doğayı sürekli gözlemlemek, ölçümler yapıp, zaman içindeki değişimlerini incelemek, yorumlar yapmak gibi bir gelenek oluşturmuş değiliz. Bu tür, doğal olayları gözlemlemeye ve ölçmeye yönelik gelenek oluşturma çabaları, bazı gelişmiş toplumlarda başlatılmıştır; işte bu düşüncenin oluşmuş olması, gelişmişliğin direkt göstergesidir.)
Her sene bir sel felaketine uğrayan, ve yaşadıkları toprakların her sene biraz daha sulara gömüldüğünü fark eden bu insanların acaba yaşam şekillerinde ve düşünce sistemlerinde, zamanla nasıl bir gelişim ve değişim beklenebilir? Nüfusları mutlaka her yıl biraz daha artıyor, ama buna karşın, yaşadıkları yer de her sene biraz daha küçülüyor. Çok çelişkili bir durum.
Yukarıda kısaca özetlenen antropolojik ve arkeolojik bilgilere ek olarak, yeni tarihsel bilgi ve bulgular da dikkate alınıp, bir çizelge hazırlanacak olursa, karşıdaki şekil karşımıza çıkar. Bu çizelgeden şu sonuçlara varılabilir:


1.: İnsanlığın ilk hızlı bir zihinsel gelişim içine girdiği dönem, yaklaşık 35000 ile 4000 yıl önceleri arasını kapsayan, 2. Evre olup, bu hızlı gelişimde dinamo görevini, yani öncülüğü, Sümerler yerine getirmişlerdir. Bu döneme damgasını vuran bölge ise, Mezopotamya ve yakın çevreleri olmuştur.
Ama, bir "engel" ortaya çıkmış, veya çıkarılmış olmalı ki, bu "normal" gelişim engellenmiş ve insanlığın zeka gelişimi bir duraksama evresine (III. evre) girmiştir.
2.: Bu durgun dönemde, Mezopotamya ve yöresi uygarlığı, sanki uyuşturulmuş gibi, eski değerlerin üzerine pek bir şey koyamazken, Uzakdoğu ülkelerinde (Çin'de) kağıt, barut gibi bazı çok önemli (ama az sayıda) buluşlar gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, bu dönem, Uzakdoğu damgasını taşımakta ve öncülük görevi de Çin'lilere geçmiş olmaktadır.
3.: Son beş yüzyıllık tarihimizi kapsayan 4. evrede, insanlık tekrar hızlı bir gelişim içine girmiş, ve öncülük, rönesans ve reformu ilk gerçekleştiren Avrupa ülkelerine geçmiştir. Bu dönemin sonlarına doğru, Kuzey Amerika ülkeleri ile bazı Uzakdoğu ülkeleri de (örn. Japonya), bu hızlı gelişim hızına ayak uydurmayı, hatta gelişimi daha da hızlandırmayı başarmışlardır.
Bir başka ifadeyle, II. evrede kesintiye veya duraksamaya uğrayan insanlık zeka gelişimi, tekrar yükselme eğilimine, bu IV. evrede girmiştir.
4.: İnsanlık kültürü, tek bir coğrafik yöreye ve tek bir ırka bağlı olarak gelişmemiştir; değişik dönemlerde, değişik bölgelerde, farklı kavimler tarafından geliştirilmiştir. Dolayısıyla, bu günkü ulaşılan genel düzey, tüm insanlığın ortak bir mirasıdır. Taş yontmayı ilk keşfeden, beyinleri bizimkilerin  yarısı kadar bile olmayan, Homo habilis adındaki, çok değişik ve ilkel bir insan türüdür. Ateş yakmayı ve onu kontrol edebilmeyi ilk keşfeden, yine beyinleri bizlerinkine oranla  küçük olan, Homo erectus adlı, bir diğer ilkel insan türüdür. Daha sonra, diğer kavimler, daha başka şeyler bularak, eski bulunanlara eklemişler, ve insanlık, bugünkü kültürel ve teknik düzeyine ulaşmıştır.
5.: Dünya genelinde alındığında, insanlık uzay çağına girmiş görünürken, dünyadaki toplumların çoğunluğu, hala 3. evredeki kültür ve teknik düzeyinin üzerine çıkamamıştır. Yani, bu geri kalmış toplumlarda, 3. evredeki zeka gerilemesine yol açan faktör, hala tüm gücüyle etkisini sürdürmektedir. Peki, zeka gelişimini engelleyen bu faktör ne olabilir?
Şimdi bu sorunun cevabını bulmaya çalışalım: Bunun için ise, o zamana kadarki hızlı  gelişimi gerçekleştiren Sümerler'i inceleyip, neden yaratıcılıklarının son bulduğunu anlamaya çalışalım.
1840'larda, Mezopotamya uygarlığına ait Ninive, Nimrud (bugünkü Musul yakınlarındaki höyükler) ve daha güneydeki Nippur, Ur gibi diğer eski yerleşim merkezlerinde başlatılan kazılarda, çivi yazılarıyla yazılmış bir çok tablet bulunmuştur. Dünyadaki en eski yazılı kayıtları oluşturan bu tarihi belgeler, insan kültürünün gelişimi hakkında çok önemli ip uçları vermektedirler. Bunlardan elde edilen sonuçlara göre, Mezopotamya uygarlığı olarak ün salmış insanlık kültürünün gelişimi, Sümerler diye adlandırılan bir kavimin, Dicle - Fırat ovasına ayak basmaları ile başlar.  Bıraktıkları yazıtlarda, "denizden iki ırmak ülkesine geldiklerine" işaret eden Sümerler,  eski Türk dillerinden Turanca'ya yakın olduğu belirtilen, aglütine (eklenmeli) diller gurubuna ait bir dil konuşmuşlardır (Ceram 1972).
Tarihçi ve arkeologların cevap bulamadıkları, yani Sümerler'in Dicle - Fırat ovasına nereden geldikleri sorusunun yanıtı ise, "Buzul Devirleri" ile ilgili bilimsel açıklamalardan çıkartılabilir. Yukarıda verilen haritada, Basra Körfezinin, yaklaşik 16 bin yıl öncesinden başlayan ve 6 bin yıl önce tamamlanan dolma durumu gösterilmiştir. Haritanın üst köşesinde verilen grafikten anlaşılacağı üzere, deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1 cm. yükselmiştir. Ancak, Tufanla ilgili olarak belirtildiği üzere, mevsimlik ani buzul erimelerinin oluşturduğu sel felaketleri, elbette daha fazla su seviyesi değişimlerine neden olmuştur. Yani Sümerler,  Basra - Hürmüz Ovası'nın zamanla denizle kaplanması sırasında, oradaki tümseklerin önce adacıklara dönüşmesi ile yalnızlaşmış toplumlara dönüşmüş olmalılar. Paleontolojik bulgular, yalnızlaşmış, yani izole edilmiş toplumların hızlı evrim ve gelişme gösterdiğinin kanıtlarıyla doludur. Asırlarca Basra - Hürmüz Ovasındaki adalarda mahsur kalmış eski Sümer toplumunun, çok gelişmiş bir kültür seviyesine ulaşmış olması da, çok doğal olmalıdır. Gittikçe deniz suyuna gömülen tümsekciklerde yaşayan bu kültürlü toplumun, kendilerine ait yazıtlarda belirttikleri gibi, "denizden iki ırmak ülkesine"   (sallarla, kayıklarla, vs.) göç etmiş bir topluluk olmaları gerekmektedir.
Şimdi Sümerler'in neleri Mezopotamya uygarlığına aktarmış olduklarına bakalım: 1-İlk "okul", 2-İlk "yazı", 3-İlk "tarihçi", 4-İlk "yasa kitapları", 5-İlk "ilaç reçeteleri", 6-İlk "çiftçi takvimi", 7-İlk "ahlak kuralları", 8-İlk "atasözleri", 9-İlk "hayvan masalları", 10-İlk "cennet" kavramı, 11-İlk "yeniden yaratılış hikayesi", 12-İlk "aşk şarkısı", 13-İlk "kitap kataloğu", 14-İlk "falcılık, büyücülük", 15-İlk "çamurdan adam yapılışı", 16-İlk "rüşvet", 17-İlk "rüya yorumculuğu", 18-İlk "dönüşü olmayan bir öteki dünya, yani ölüler dünyası kavramı" vs.. Sümer belgelerini inceleyen Kramer (1959), daha bu tür "ilk"lerden bir sürüsünü sıralamıştır. "Nuh tufanı" hikayesi de bunlardan biridir.
 Sümerler'de İnanç ve Dünya Görüşü
Sümerlere ait çivi yazısı tabletlerden, onların "Dünya" anlayışları ve inançları çıkartılabilmektedir (Karamer 1959, 1963, 1972; Ceram 1972).
Sümerler'e göre "Dünya ve Evren" şekilde gösterildiği gibidir. Yani, dünya (=yer) disk şeklinde ve çevresi sularla kaplı bir ada gibidir; Gök, bir kubbe şeklinde "yeri" kaplamaktadır. Gök kubbenin dışında 'İlksel Okyanus' bulunur. Gök kubbe ile Yer arasında 'hava' vardır. Yerin altında, ölüler diyarı olan 'öteki dünya' veya 'yeraltı dünyası' bulunur ve çevresi 'yedi kat surlarla çevrilidir'. İnsanlar öldüklerinde, bu öteki dünyaya göç ederler.
Sümer düşünürleri, "dünya düzeni" hakkında düşüncelerinin, Tanrılarca kendilerine aktarıldığına, dolayısıyla  kesinlikle doğru olduğuna inanırlar. Onlara göre, nasıl ki, insanlar olmasaydı, şehir, köy, ev, ibadethane, tarla, bahçe olmayacaktı; öyleyse,
Tanrılar da olmasa, yer, gök, deniz, güneş, ay, tüm doğal olaylar, vs. de olamazdı! Evren ve tüm içindekiler, insan yapıtları olan şehirlere, binalara göre çok daha büyük ve karmaşık olduğuna göre, bu muazzam sistemleri yaratanlar da, insanlara oranla çok daha güçlü yaratıklar olmalıydılar! Evet Tanrılar da 'insan kılıklı, ama çok, çok daha güçlü ve ölümsüz yaratıklar' olamalıydılar. Tanrılar, insanların tersine, ölümsüz olmalıydılar, çünkü, onlar ölürlerse, kurdukları sistem nasıl ayakta kalabilirdi ki? Tüm evren, yer ve gök, ebedi olduğuna göre, Tanrılar da ebedi, yani ölümsüz olmalıydılar.
Yani, Sümerler'e göre, dünyadaki her bir şeyden sorumlu, insan şekilli, ama olağanüstü güçlü ve ölümsüz Tanrılar vardır. Bu Tanrılar, yapmak istedikleri şeyleri tasarladıktan sonra, "ol" veya "olsun" derler, ve o  şey veya olay olur!
Örneğin, "ışık olsun" deyince, ışık oluşur, "ağaç olsun" deyince, ağaç oluşur! (Kralların tüm emirlerinin insanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılamsı ile, bu tür Tanrı anlayışı arasında sıkı bir paralellik vardır.)   Dünyadaki tüm olayların, kader ve kısmetin tayini, tanrılarca belirlenir. Örneğin, bir yörede ürün kötü, bir başka yerde iyi olduysa, Tanrı, kötü ürün olan yerdeki insanlara karşı, iyi ürün olan yerdeki insanlardan yanadır! Bir yerde sel oluyorsa, Tanrı(lar) onu planlamış ve yapmıştır. Tanrılar bir yöredeki insanları cezalandırmak istiyorlarsa, o yöredeki insanların başına çeşitli felaketler getirirler; tarlalarda ürün olmaz, yaşadıkları yerleri sel alır, vs.. Dolayısıyla, Tanrılar, bazan bir kavimden yana olurlar, bazan diğer bir toplumu tutarlar. Bu nedenle, Tanrıları kızdırmamak, onları hoşnut tutmak için, onlara en değerli malzemelerden tapınaklar yapılıp, en değerli taşlarla ve madenlerle süslenir, onalara 'rüşvet' kabilinden kurbanlar kesilir; Tanrıların kendinden yana, düşmanlarına karşı olması için insanlar dua ederler!
Onlara göre 'evrensel düzen ve yapılanma' şöyledir: Her şeyi bir yaratan, bir doğuran olacağına göre:
*- Yağmur gökten geldiğine göre, göğün üzerinde bir su haznesi (gök okyanusu) bulunmalıdır. Bu "İlksel Okyanus" veya "Başlangıç Denizi", her şeyin başlangıcı, Tanrıça Nammu'dur.
*- Bu Tanrıça Nammu "Anki'yi = Gök-Yer'i" doğurur (An = Gök Tanrısı, Ki = Yer Tanrıçası). Gök ve yer (Anki) başlangıçta bitişik bir kütledir, yüce bir dağdır. Bu dağın tepesi Gök, aşağısı Yer'dir.
*- Gök Tanrısı An ile Yer Tanrıçası Ki'nin birlikteliğinden 'hava' Tanrısı Enlil doğar.
*- Enlil, Gök'ü Yer'den ayırır; babası, Tanrı An, Gök'ü alıp yukarı taşır; Enlil ise, annesi "Ki'yi" (Yeri) alır.
*- Enlil (hava, atmosfer) ile 'Ki = Yer'in birlikteliğinden tüm diğer dünya oluşukları doğar.
*- Yerin altında "Yeraltı Dünyası" diye bir başka alem daha vardır, ve insanlar öldüklerinde, oraya göçerler. Yeraltı Dünyasının yöneticisi ise, Tanrı Nergal'dir.
Güneş, Ay, Venüs gibi gök cisimleri ve bunların yöneticisi tanrıların oluşumlarını açıklamak için, meşhur sümerolog Kramer'in (1959) yayınından bir bölümü aynen aktaralım:
"Henüz insan yaratılmamışken ve Nippur Şehrinde sadece Tanrılar otururlarken, "oranın genç delikanlısı" Tanrı Enlil'di; "oranın genç kızı" Tanrıça Ninlildi; "oranın yaşlı hanımı" Ninlil'in annesi Nunbarşegunu'ydu. Bir gün, kafasına Ninlil ile Enlil'i evlendirmeyi koyan bu kadın, kızına şu öğüdü verir:
"Temiz ırmakta yıkanacaksın, kadın, temiz ırmakta,
Ninlil, Nunburdu ırmağının kıyısında gezin,
Parlak gözlü, efendi, parlak gözlü,
'yüce dağ", baba Enlil, parlak gözlü, seni görsün,
Kaderleri belirleyen çoban, parlak gözlü, seni görecek,
Seni hemen kucaklayacak(?), seni hemen öpecek."
Ninlil annesinin öğütlerini sevinçle yerine getirir:

"Tertemiz ırmakta yıkanır kadın, tertemiz ırmakta,
Ninlil, Nunburdu ırmağının kıyısında gezinir,
Parlak gözlü, efendi, parlak gözlü,
'yüce dağ", baba Enlil, parlak gözlü, onu görür,
Kaderleri belirleyen çoban, parlak gözlü
 onu görür.
Efendi ona sevişmekten söz eder, o çekinir,
Enlil ona sevişmekten söz eder, o çekinir;
"Vaginam çok ufacıktır, s..işmeyi bilmez,
Dudaklarım çok küçüktür, öpüşmeyi bilmezler" ...
Bunun üzerine Enlil veziri Nusku'yu çağırıp, ona sevimli Ninlil'i arzuladığını iletir. Nusku bir kayık getirir ve Enlil, kayık ırmakta yüzerken, Ninlil'i baştan çıkararak, onu Ay Tanrısı Sin'e hamile bırakır. ..."
İşte, Sümerler'in Ay Tanrısı Sin de böyle oluşur, ve bu kısa bölüm, eski zaman insanlarının Tanrı anlayışlarını çok güzel yansıtır.

Sümerler'de İnsan'ın Çamurdan Yaratılışı
Sümerlere göre, insanın niçin ve nasıl (çamurdan) yaratıldığı konusu, kitabın ilk bölümünde işlenmiş olduğundan, burada tekrar edilmeyecektir.
Ancak, insanın çamurdan yaratılış hikayesinin köklerinin çok eskilere, taa Sümer inanç sistemine dayandığı ve "insanların, tanrılara hizmet etmek  için" yaratılmış oldukları görüşünün, yine çok eski bir Sümer inancı olduğu gerçeğinin burada tekrar vurgulanması gerekir.
Bu tür bir inanç etkisinde, ve içinden büyük bir ırmağın geçtiği bir ovada yaşayan Sümerler, her sene, yaşadıkları yerlerin sel felaketine uğraması ve her sene biraz daha sulara gömülmesi karşısında, Tanrıların tüm insanlığı cezalandırmaya karar verdiklerine inanırlar. Yaşadıkları adadaki umutsuzlukları, çivi yazısı tabletlerde ve nesilden nesile aktarılan efsanelerde dile getirilmiştir. Gılgamış Destanı içinde çeşitli kavimlerin dillerine de aktarılan bu "Tufan" olayı, Sümerler'ce şöyledir:
Tanrılar, insanların doğru yoldan çıktıklarına karar verip, yeryüzünden tüm insanlığı yok etmeyi kararlaştırırlar. Rüyalarıyla veya büyülerle İlahi mesajlar algılama peşinde koşan Ziusudra adındaki Tanrılara çok saygılı olan bir kral, bir duvarın arkasından, Tanrılardan birinin sesini duyar; bu ses ona, Tanrılar meclisinin tüm insanlığı yok etmek için bir tufan göndereceğini, kendisinin önlem almasını, vs. bildirir. ...
(Bu efsanenin Babilce versiyonu ise aşağıdaki gibidir:
 Gılgamış destanının babilce yazımının içinde anlatılan, Nuh değil de, Utnapiştim'e ait hikayeyi vermeden önce, Gılgamış Destanı hakkında özet bir ön bilgi verelim. Bir Sümer efsanesi olan bu destan, Sümerce'den başka dillere de (asur, eti, babil vs. dillerine) çevrilip, çivi yazısı ile nesilden nesile aktarılmıştır. (Bu çevirilerde, her ulus destanı biraz değiştirerek, kendisine uygun duruma sokmuştur.) Destanda, Sümer krallarından biri olduğu sanılan, üçte ikisi Tanrı- üçte biri insan yapılı bir kahramanın, halkını çok çalıştırdığı; her şeye karıştığı; evlenen kızlarla, kocalarından önce beraber olmaya kalktığı; halkın bu durumları Tanrılara şikayet ettikleri; Ana Tanrıçalardan Aruru'nun çamurdan bir adam, çok güçlü ve kuvvetli Engidu'yu yaratıp, onu vahşi doğaya saldığı; bir mabet fahişesinin Engidu'yu baştan çıkarıp, onu Gılgamış'la dövüşmeye ikna ettiği; iki kahramanın kapışmasının berabere bitmesi üzerine, birbirleriyle can-ciğer dost olup nice kahramanlıklar yaptıkları; Gılgamış'ın kahramanlıklarına hayaran kalan Tanrıça İştar'ın, ona aşk teklif ettiği, ama hakaretle red edildiği; buna kızan İştar'ın, babası büyük Tanrı Anu'dan Gılgamış'ı cezalandırmak üzere 'Gök boğasını' isteyişi; Gılgamış ve Engidu'nun Gök boğasını da öldürmeleri; Tanrılar meclisinden ceza olarak Engidu'nun ölüme mahkum edilişi; arkadaşının ölümüne çok üzülen Gılgamış'ın, kendisinin de ölüm korkusuna kapılması ve Tanrılarca ebedi hayata kavuşturulmuş bir insan olan Utnapiştim'den ebedi hayatın sırrını öğrenmek üzere onu arayışı; vs.. anlatılır. Şimdi, Utnapiştim'in hikayesini verelim:
(Utnapiştim'in yaşadığı dönemde ve şehirde, Tanrılar, insanları cezalandırmaya karar verirler. Tanrılardan biri olan Ea, çok sevdiği Utnapiştim'e dolaylı bir şekilde, bu kararı duyurup, önlem almasını, yani bir gemi yapıp içine her şeyini doldurmasını ister. Utnapiştim, bildirilenleri yapar, gemiyi ziftlemek için zift taşıtır, vs.)
"Beşinci günde geminin kaburgasını yaptım.
Geminin temeli bir tarla kadar vardı. ...
-----...
-----...
Gemi yedinci günde  tamam oldu. ...
Elime geçen her şeyi içine yükledim. ...
Elime geçen canlıların her cinsini içine yükledim.
Bütün hısmımı ve soyumu gemiye bindirdim.
Doğadaki bütün vahşi ve evcil hayvanları ve bütün ustaları gemiye aldım. ...
----...
Havanın durumuna baktım,
Hava korkunç görünüyordu.
Geminin içine bindim ve kapısını kapattım. ...
Artık gökte kara bulutlar yükseldi. ...
Bulutların içinde Adad (Fırtına T.) gülüyordu. ...
Büyük İra (Savaş ve hastalık T.) bütün bentlerin kazıklarını çekti. ...
Fırtına Tanrısının saçtığı yalım semayı yalıyordu.
Bütün Güneşin ışıklarını kararttılar.
Büyük fırtına memleketi bir çanak gibi parçaladı.
Bir gün karayel esip hepsini sildi süpürdü.
Sonra birden poyraz esip ülkenin altını üstüne getirdi.
Rüzgarlar, insanların tepesinde savaş edercesine birbirleriyle çarpıştılar.
Kimse kimseyi göremiyordu.
Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu.
Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler.
Ve semanın en yüksek katına kadar çıktılar.
Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı.
Semanın en son eteklerinde büzülüp yatıyorlardı.
İştar, çocuğuna ağlayan ana gibi, bağırıyordu.
Tanrıların melikesi, güzel sesiyle ah ediyordu:
Yazık o güne. O gün çirkef olsun. Benim Tanrılar meclisinde kötülük emrettiğim o gün. Ben nasıl oldu da Tanrılar meclisinde kötülük emrettim. Nasıl oldu da, insanları mahvetmek için bu mucadeleyi emrettim. ...
Fırtına ve tufan, altı gün ve yedi geceyi geçti.
Fırtına yurdu silip süpürüyordu.
Artık yedinci gün gelince, tufan fırtınası mücadeleyi durdurdu.
Evvelce dalgaları bir ordu gibi birbiriyle savaşan deniz, şimdi sakinleşti.
Fena rüzgar dindi ve tufan sona erdi.
Havaya baktığım zaman, ortalıkta sessizlik vardı.
Ve bütün insanlık çamur olmuştu.
Suyun kapladığı satıh düm düzdü.
Bunun üzerine, hava deliğini açtığım zaman, güneşin sıcağı burnumun kanatlarına çavdı.
Diz çöküp oturdum ve ağladım.
Gözyaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu.
Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını aradım.
Her tarafa oniki kere oniki defa bakınca, denizden bir ada yükseldi.
Nihayet gemi Nissir dağına oturdu. ...
----
Yedinci gün gelince, dışarı bir güvercin çıkarıp, uçurdum.
Güvercin gitti ve tekrar geri geldi.
Konacak bir yer bulamayınca geri döndü.
Dışarı bir kırlangıç çıkarıp, uçurdum.
Kırlangıç gitti ve tekrar geri geldi.
Konacak bir yer bulamayınca geri döndü.
Dışarı bir karga çıkarıp, uçurdum.
Karga gitti, suyun çekildiğini görüp,
Yemleniyor, dolaşıyor, ve artık geri gelmiyor."
*
Utnapiştim, daha sonra nasıl kurban kesip, güzel kokularla Tanrılara tütsüler sunduğunu; Tanrılarca  affedilişini; kendisinin ve eşinin de Tanrılar arasına kabul edilişlerini ve
       "Utnapiştim otursun (yaşasın)!
        Uzakta, Irmakların ağzında!"
denilerek, ebedi hayata kavuşturuluşunu anlatır.
 Doğal Olaylar Kültürel Gelişimleri Nasıl Etkilemişlerdir?
Jeolojik olayların dünyamızın coğrafik görüntüsünde ve iklimsel koşullarında yarattığı değişimler, insanların kaderlerinin tayininde son derece etkin rol oynamışlardır. Bu etkilerin başında çeşitli göçler, savaşlar (ve de insanların inanç sistemlerinin şekillenmesi) gelmektedir. Şöyle ki:
"Denize düşen yılana sarılırmış." diye bir atasözümüz vardır. Sümerler gibi, gittikçe sular altında kalan ve her sene sel felaketlerine uğrayan yükseltiler (veya adalar) üzerinde yaşam savaşı veren bir toplum, kelimenin tam anlamıyla "denize düşmüştür". Her sene bir sel felaketi, ve tüm ürünlerin ve yapılanların yerle bir olması, bu toplumu çok zor bir hayat mücadelesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Olayların nedenini bilemedikleri için, bu sürekli tekrarlanan felaketler karşısında, her şeye başvurmuşlardır: Büyüyü ilk defa onlar uygulamışlar, duaları ve bedduaları ilk defa onlar söylemişler, sihire ve benzer yöntemlere ilk defa onlar başvurmuşlardır. Bu sürekli felaketlerden kendilerini korumaları için tanrılara  kurbanlar kesmişler, sürekli dualar okumuşlar ve sürekli bir arayış ve bekleyiş içinde, çileli yaşamlarını, binlerce yıl, evet, yanlış okumuyorsunuz, binlerce yıl, sürdürmeye devam etmişlerdir. "Binlerce yıl" olmalı, çünkü: Sel felaketi alçak düzlüklerde ve seviyelerde büyük yıkımlara ve zarara neden olduktan sonra, sular çekilirler; ama, dünya genelinde, karalardaki buzulların azalıp, denizlerdeki suların artmaya başlaması sonucu, deniz seviyesi her sene, ancak 1-2cm yükselir. Böyle bir gelişim hızıyla, 50 metre yüksekliğindeki küçük bir yükseltinin veya adanın bile, tamamen sular altına girmesi, üç-dört bin yıldan fazla zaman gerektirir.
*
Böylesine stresli bir yaşam savaşı veren toplumda, insanların, "havadan nem kaparcasına", her şeyden şüphelenip, her olayın arkasında bir sorumlu aramaları; en ufak ve önemsiz şeyleri büyütüp, abartıp, mantıklı veya mantıksız yorumlamalara gitmeleri kaçınılmazdır.
*- Bunun sonucu olarak, Sümerler, geleceklerinin endişesi altında falcılığa başvurmuşlardır; burçlar, horoskopi, yıldız falı, vs. gibi çeşitli falcılık ve kehanet usulleri geliştirmişlerdir.
*- Her yıl felaketlerle karşı karşıya ve iç-içe yaşadıklarından, başlarına gelen her felaketi bir şeye bağlamışlar, örneğin, önlerinden geçen bir kara kediyi, uğursuzluk olarak yorumlamışlardır. Buna benzer davranışları nedeniyle, günümüzde de hala çeşitli toplumlarda yaygın olan "hurafecilik" geleneğinin temelini atmışlardır.
*- Korku ve endişe içinde sürdürülen bir yaşam nedeniyle, cin, peri, canavar, şeytan gibi hayali ve gerçek dışı kavramlar üretmişler, ve bunlara inanmışlardır.
"Kul sıkışmayınca, hızır yetişmez" diye bir başka atasözümüz daha vardır. İşte, doğa karşısında, zor durumda kalan bu küçük toplumlar, kafalarını zorlayarak, bir yandan büyülerle, dualarla, kurbanlarla, vs. sorunlarına çözüm ararken, diğer yandan da, bu sel felaketleriyle nasıl başedeceğini düşünmüş; ve çözüm olarak set ve duvarlar örerek, sel sularının etkisini azaltmaya çalışmış ve taşıdığı topraklarla, yaşayacağı yerin zeminini gittikçe yükseltmeye yönelik bir inşaat tarzına geçmiştir. Duvar örecek taş bulamadıklarında, çamurdan tuğla yapmışlardır; böylesine işler bir kişinin veya ailenin çabası ile mümkün olmadığından, insanlar arası ilişkiler geliştirilmiş, karşılıklı anlayış ve  işbirliği sağlanmasında kolaylık sağlayacak yöntemler bulunmuş, örneğin okul ve eğitim sistemi geliştirilmiş,  yasalar ve mahkemeler kurulmuş, vs.. Yani sözün kısası, insanlar, "sürü" tarzındaki barbarca yaşam şeklinden, uygarca yaşam tarzının egemen olduğu gerçek bir toplumsal yaşam tarzına doğru ilk adımları atmıştır! Sümerlerin, "yazı yazma sanatını" ilk bulan toplum olması, tesadüf değildir.
*- Her sene felaketlerle karşı karşıya geldiklerinden, ve bunlara karşı kendilerini az da olsa emniyete alabilmek için, bu felaketlerin oluşum zamanlarının kestirilebilmesi amacıyla,  bu gün kullandığımız 12 ay sistemli takvim usulünün bulunup geliştirilmesinin Sümerler'ce gerçekleştirilmesi de tesadüf değildir.
*- Takvim sistemi gök cisimlerinin gözlemlenmesine dayalı olarak geliştirildiğinden, ilk astronomik bilgilerin Sümerler'ce ortaya konulması da tesadüf değildir. (Örneğin Ay'ın Dünya etrafında dönüş zamanı 0.4 saniyelik bir hatayla belirlenebilmiştir!).
*- Eldeki bilgilerin değerlendirilmesi, "hesaplama" işlemleri yapabilmeyi gerektirdiğinden, 4-işlem gibi ilk matematiksel bilgilerin Sümerler tarafından ortaya konulması da tesadüf olmamalıdır.
Sümerler sıkışıp kaldıkları ada üzerinde çileli yaşamlarını büyük bir dayanışma ve toplumsal örgütlenme örneği geliştirerek sürdürmüşler ve en sonunda, tüm büyülere, dualara, kurbanlara vs. karşın yine de adalarının sular altına gömülmesi karşısında, yaptıklarının bir işe yaramadığını  görünce,  şu inanca varmışlardır: İnsanların namus ve ahlakları bozulmuş olmalı ki, Tanrılar bizleri cezalandırıyor! Çünkü, başka her tür fedakarlığı yapmışlardır; tek vazgeçemedikleri ve haz duydukları olgu ise, cinsel ilişkilerdir. Öyleyse, bu cinsel ilişkiler, dolayısıyla, namus ve ahlak anlayışları bozuk olmak zorundadır!
Evet, onların vardıkları sonuç budur. Onlara göre: Tanrılar, tüm dünyada insanlığın doğru yoldan çıktığı, zevk ve safahata daldığı, cinsel ilişkilere çok önem verdiği, vs. gibi nedenlerle, tüm insanlığın bir tufanla yok edilmesi kararı alırlar ve dünyaya büyük bir tufan gönderirler. Hikayenin bundan sonrası hemen hemen tüm insanlarca iyi bilinir. (Bu inanç, Sümer kültüründen etkilenen tüm toplumlarda, az veya çok, hala etkilidir. Bu gün çoğu kaza veya feleketlerden sonra, "Namus, ahlak kalmadı; başımıza tüm bu felaketler bunun için geliyor" yorumu hala yaygındır; ama nedense bu yorumu yapanlar, İsveç, Danimarka, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin ahlaklarının, bize göre, tamamen sıfırlanmış olması gerektiği halde, bizler kadar felaketlerden zarar görmediklerini, aynı kriteri uygulayarak değerlendirmezler. Hemen başka bir kriter arayıp, çifte standart uygulamaya girişerek, onların cezalarının da öteki dünyada verileceğini iddia ederler. Çok değişik iki ölçek: Biri, gerçek olan bu dünya ve evrenin koşullarında geçerli; diğeri, insanların hayallerinde kurdukları bir "hayali dünya", hem de öylesine bir "hayali dünya" ki, gerçek evrene sığdırılamıyor! Nedenini açıklayalım:
Gerçek dünyada, yani doğada, her sistem kendi kuralları içinde işler. Örneğin bir odada, normal çevre basıncında: Sıcaklık 100 derecenin üstünde ise, oradaki su buhar halindedir, ve gaz kurallarına göre hareket eder; sıcaklık 100 ile 0  derece arasında ise, su sıvıdır, sıvı kuralları geçerlidir; sıcaklık sıfırın altında ise, su buz halindedir, katıhal kuralları geçerlidir. İnsanlar da maddeden oluşmuştur; ve de %90 dan fazlası sudur. Dolayısiyle, sıfır derecenin altındaki bir odada donar; yüz derecenin üzerindeki bir odada, hücrelerindeki sular buhar haline geçmek isteyeceklerinden, orada da susuzluktan kavrulur!
Hayat, madde ve enerjiye bağımlıdır: bu ikisinin birlikte olmadığı bir sistemde, hayat da yoktur. Bizler, "öteki dünya" diye bir alem hayal ederiz. Bu hayali dünya sisteminin, gerçek dünya ile ilişkisi yoktur. Çünkü orada, bu dünyamızın veya evrenimizin kuralları geçersizdir. Şöyle ki: "Öteki dünya, veya ahiret" diye bir kavramı, ilk defa,  bugün bizlerin "putperest" diye değerlendirdiğimiz, Sümerler diye adlandırılan bir kavim ortaya atmıştır. Atomdan, molekülden, mikroptan, yıldız \ gezegen farkından, galaksiden, enerji- madde ilişkisinden haberi olmayan bu eski atalarımız, "hayatın"  anlamını ve sırrını çözemedikleri için, sonsuz bir hayat özlemi içinde, "öteki dünya" diye bir ölüler dünyası tasarlamışlardır. Hayat denilen sistemde, bir canlı yer, içer, büyür ve çoğalır. Ölüm denilen son aşama kaldırılıp, sonsuz ömür kabul edilirse, diğer aşmaların korunmuş olamsı gerekir; yani, yemek yenilecek ve içilecekse, bunun sonucu büyüme ve çoğalma da kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla seks de olacaktır, ve çoğalma da seksin kaçınılmaz sonucu olarak hayatın bir boyutunu oluşturur.
"Öteki dünya" diye, Sümerlerin ilk defa ortaya attıkları böyle bir hayal dünyasının nerede ve ne kadar büyük olması gerektiğini hesap edelim: Günümüzde ortalama nüfus artışı yüzde 2-3 arasındadır, ve bu hıza uygun olarak dünya nüfusu her 30-35 yılda iki katına çıkar. Öteki dünyada da aynı hızla bir nüfus artışı varsayıp, hem bu dünyadan oraya göç edenlerin orada yaşamalarına devam ettiğini, hem de orada hayat devam ettiğine göre, oraya gidenlerin çoğalmaya devam ettiklerini varsayarak, öteki dünyada şimdiye kadar ne kadar insan birikmiş olduğunu hesap edelim. (Ve de şu soruya bir yanıt düşünün: 90-100 yaşlarında öteki dünyaya göç eden biri, acaba hep o çoğu yeteneklerini kaybetmiş haliyle mi  oradaki hayatına devam edecek?)
İlk insanın yeryüzünde, en azından 2 milyon yıldan beri var olduğu antropolojik bulgulara göre kesin olduğuna göre, her 30-35 yılda, 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512, 1024, vs. gibi arttığını, ve ölenlerin bu sayıya uygun olarak öteki dünyada biriktiğini, ve de öteki dünyada yaşamın sürdüğünü, yani insanların yeyip- içtiğini, seviştiğini ve çoğaldığını düşünerek, şimdiye kadar öteki dünyada ne kadar insan birikmiş olabileceğini hesaplayabiliriz.  Yukarıdaki sayıların toplamını hesaplamanın kolay bir yolu vardır. Şöyle: Verilen  sayılar, 2'nin katlarıdır, yani 2 üzeri 0=1,   2 üzeri 1 =2,    2 üzeri 2 =4,     2 üzeri 3=8    2 üzeri 4=16, 2 üzeri 5=32 vs. Bunların toplamı ise, 2'nin en son üzeri olan sayıdan bir eksiğidir. Yani, iki milyonu 30 veya 35'e böldüğümüzde çıkacak olan sayıdan bir eksiği. 30-35 arasında ortalama bir sayı olan 33'ü alıp, 2 milyonu 33'e bölersek, 60606 çıkar. Yani "Öteki dünyada" şimdiye kadar birikmiş olan insan sayısı, 2 üzeri 60606'dır. Bu rakamı, bizim alışık olduğumuz 10'lu sayıya çevirirsek, 10 üzeri 18200 gibi bir rakam ortaya çıkar. Yani 18200 haneli bir rakam! Şimdi, her insan için, en azından, bir metreküplük bir oturma alanı gerektiğini düşünseniz, 10 üzeri 18200 metre küplük bir öteki dünyaya gerek vardır. Şimdi kıyaslamanız için size bazı bilgiler verelim: Dünya'nın hacmi 10 üzeri 21 metreküp, Güneş sistemimizin hacmi 10 üzeri 38 metreküp, Samanyolu galaksimizin hacmi 10 üzeri 48 metreküp, ve Evrenin tasarlanabilen hacmi 10 üzeri 80 metreküptür! Yani bizim tasarlayabildiğimiz evrenin hacmi 80 haneli bir rakamı geçmezken, "öteki dünya", 18200 haneli bir büyüklük gerektirmektedir! Bir insanın, yaşamak için, en az bir metreküplük bir hacme ihtiyacı olduğunu düşünürsek, "öteki dünya" diye hayal ettiğimiz ortamın, tüm doğup-ölenleri barındırabilmesi için, on üzeri 18000  metreküplük bir büyüklüğe gerek duyulmaktadır.
 "Öteki Dünya" bizim evrenimize sığmamaktadır! Dolayısiyle, gerçek dünya değerlendirme sistemine göre değerlendirecek olursak, "öteki dünya" diye bir yerin var olması mümkün değildir! Tersine düşünecek olursak, şayet "öteki dünya veya ahiret" diye bir yere inanıyorsak, oranın kurallarını veya koşullarını, bu dünyadan ayrı değerlendirmek zorundayız, çünkü, orası, gerçek dünya veya evrene sığmıyor. Yani gerçek dünyadaki değerlendirme sistemimiz, "öteki dünyadaki" değerlendirme sisteminden ayrı tutulmak zorundadır!
Bu irdelemelerden şu sonuç çıkartılabilir: İki değişik sistemin olaylarını birbiriyle karıştırarak değerlendirmeye, çifte standart uygulamak denir. Günümüz dünyasında, çoğu toplumlarda yaygın olarak çifte standart uygulanması gözlenir, çünkü, çifte standart uygulama, bir mantıksal program bozukluğudur, ve mantığı bozuk toplumlarda veya insanlarda  görülür. Sağlam mantıklı insanların böyle bir hata yapması söz konusu değildir.
 Bu, bir anlamda, laikliğin yanlış uygulanmasına da yol açıyor kanısındayız. Şöyle ki: "Laik düzende, herkes inancında serbesttir, din ile devlet işleri birbirine karıştırılmasın, bu yeterlidir" düşüncesi egemendir. Devlet işleri, bu dünya ilişkilerini düzene sokmak, dolayısıyla, değişen dünya koşullarına uyumlu olmak zorundadır. Din işleri ise, şayet inanıyorsanız, "öteki dünya ilişkilerini düzenlemekle yükümlüdür. Bu iki dünya, birbirinden tamamen farklı iki sistemdir. Günümüz dünyası, gerçektir; ölçülüp, biçilebilir; her şeyiyle, acısıyla, dertleriyle, rahatlıyla veya sefaletiyle, yaşanır. "Öteki dünya, veya ahiret", bu dünya koşullarının geçerli olduğu bir sistemde varlığı mümkün olmayan, insanların hayallerinde oluşturdukları bir varsayımdır. Dolayısıyla, bir "hayal alemidir". Bu iki değişik sistem, birbiriyle karıştırılamaz; karıştırılmamalıdır. Çünkü  değişik iki sistemdirler. Bu iki değişik sistemin birbiriyle karıştırılarak işlemler yapılması, hep hatalı sonuçlara götürür; bu olay, matematikteki 'elmalarla armutların toplanamayacağı' kuralına benzer. Şöyle ki: Evdeki iki çocuğunuza, bir iş için su getirmelerini söylediniz; biri bir bardak su getirdi, diğeri bir kova su getirdi. Şimdi ne kadar suyunuz var? İki bardak mı, iki kova mı? Demek ki, iki değişik sisteme ait birimlerle işlem yapılamaz. Bir elma iki armut daha kaç eder sorusuna "üç" diyebilir misiniz? Öyleyse dünya işleriyle ahiret işlerini de bir sistem içinde değerlendirmek mantıksal çarpıklıktır. Laiklik bu mantıksal çarpıklığı dikkate almak demektir!
Laiklik, çifte standart uygulamamak, yani her sistemi kendi içinde, ayrı ayrı, değerlendirmektir. Çifte standart uygulanması, hep haksızlıklara yol açar. Çünkü, çifte standart uygulayan bir sistem, alırken kepçe ölçeğini, verirken kaşık ölçeğini kullanır. Gerçek dünya ile "hayali dünya" ilişkilerini birbirine karıştırırsanız, sömürülme, kandırılma olasılığı artar. Şöyle ki: Bu dünyada haksızlığa uğrayan, ve de hakkını alamayan kişiye, "üzülme, Allah senin hakkını öteki dünyada verir" demdemek, ve onu öyle teselli etmek, yüksek enflasyonlu bir ülkede, çiftçinin elinden ürününü alıp, parasını bir kaç yıl sonra ödemeye benzer. Yani her ikisinde de, hakkınızı zamanında alamazsınız! İşte, sömürünün en büyüğü budur!
Dikkat edecek olursanız, gerçek dünya işleri ile, öteki dünya işlerini birbirine karıştıran toplumlarda, enflasyon ve devalüasyon gibi dolaylı sömürülme çok yaygındır. Bazı insanlar oturdukları yerden, "bir koyup, yirmi alırlar", buna karşın birçok insan sabah akşam çalışır, yine de geçimini zor temin eder. Veyahut, gelişmiş ülkelerdeki bir işçinin bir aylık emek ürünü olan bir nesne, az gelişmiş bir toplumdaki bir işçinin bir yıllık emek ürünü ile takas edilir. Bundan daha ala sömürülme olur mu? Bunların hepsi, mantıksal değerlendirme sistemi çarpıtılmış toplumlarda görülür. Bir toplumda, bir iki kişinin sağlam mantıklı olması yetmez, toplumun en azından yarısının sağlam mantıklı olması gerekir ki, o toplum sömürülmeye karşı koyabilsin.
Bu kitaptaki her görüşe aynen katılmayabilirsiniz; hatta çoğuna karşı çıkabilirsiniz. Ama şu gerçeği kabul etmek zorundasınız: Yaratıcının oluşturduğu, ve bizim de üzerinde bulunup, varlığımızı sürdürdüğümüz yer bu dünyadır. Dolayısıyla kafamızdaki bilgiler, öncelikle bu dünya koşullarına uyumlu olmak zorundadır. "Öteki dünya" dediğimiz ve tüm ölen insanları barındırdığına inandığımız bir alem, Yaratıcının kurduğu bu gerçek dünya ve evren sistemi ölçüleriyle bağdaşır durumda değildir, çünkü bu evrenin sınırlarına sığmamakta, bu evrendeki fiziksel ve kimyasal parametreler ile değerlendirilememektedir. Sizler, bulunduğunuz bir yerde, başka bir yerin koşullarına uygun kurallarla yaşayamazsınız; örneğin, kutupta bikini ile yaşayamayacağınız gibi, ekvatorda da, kat kat ayı postuna bürünüp yaşayamazsınız. Yani, her sistem kendi kuralları ile işler. Bizler, bu dünyada yaşadığımız sürece, bu dünya kurallarına, bu dünyadaki yapısallaşma sistemine, kısacası doğaya ve doğal sisteme, uymak zorundayız. Doğadaki yapısallaşma sistemi ise, şekilde kısaca şematize edildiği gibidir ve bu kitaptaki düşünce sisteminin dayandırıldığı ana temeldir.
Kafamızdaki bilgiler, beyinlerimizde hayali olarak ürettiğimiz "öteki dünya" yerine,  üzerinde yaşadığımız gerçek dünya koşullarına uygun olduğu sürece, bu dünya daha yaşanır bir hale gelecek; çevre kirliliği, ekolojik sistem bozulması, vs. gibi  büyük sorunlarımız azalacak; insanlar, başka bir dünya hayali ile kendilerini avutmak zorunda olmayacaklarından, yaşadıkları bu dünyaya daha fazla önem verecek; hayatının devamının çocuklarıyla, torunlarıyla bu dünya üzerinde devam ettiğinin bilincine varıp, torunlarının geleceğine ipotek koymayacak, yani torunlarının geleceğinin daha iyi olması için çabalayacaktır. Kısaca, dünyamız daha iyi yaşanır bir hal alacaktır.
Toplumumuzdaki insanların, en tepedeki yöneticilerinden, en tabandaki sıradan vatandaşlarına kadar, yüzde doksandokuz onda dokuzunun kafasında yukarıda sıralanan yanlış önyargı ve koşullanmalar vardır ve bunlar bu dar düşünce çemberinin dışında bir fikir üretmeye  yanaşamazlar, çünkü yeni düşünceler bu mevcut sabit fikirlerle çatışırlar. Diğer binde bir oranındaki insanlar ise, öylesine azınlıktadırlar ki, toplum onların fikirlerinin yeşermesine şans tanımaz. Şans tanımayı bırakın, bu tür insanlar, zararlı fikirli olarak yargılanıp, toplumca dışlanırlar ve ortadan kaldırılmaları için ne gerekiyorsa yapılır. Ender olan toplumsal "mutasyonlar", yani yeni fikirler, yok edilir. Dolayısıyla bu tür toplumların kalkınması olanaksızdır. Toplumlar kalkınmak istiyorlarsa, hiç bir düşünceye, baştan önyargılı olarak yaklaşmamayıp, o düşünceye bir şans tanıyıp, küçük bir ortamda bu fikrin denenmesine şans tanımalıdır; aynen, vücudumuzun, herhangi bir hücresinin geçirdiği mütasyonun, vücudun bir derdine deva olup olmadığını, çevre koşulları içinde deneyip, sorunlara çözüm sağlayıp sağlamadığını denediği gibi! Yani vücudumuzdaki akyuvar hücrelerinin her gün denediği taktiği, toplumlar da uygulamak zorundadır. Başarılı olanın sistemi yaygınlaştırılıp geliştirilir, değişen dünya koşullarına uyum böyle sağlanır. Tutuculuk, milli ve manevi değerlere bağlılık gibi bir düşünce sitemi, doğanın tabiatına terstir. Doğaya ters olan bir düşünce sisteminin peşine takılmak ise, akıntıya ters yönde kürek çekmekten başka bir şey değildir! Dünyadaki tüm ülkelerin, farklı toplumların durumlarına bakınız: Hangi toplum katı önyargılardan oluşmuş sabit ve değişmez bir yargı ve yaşam sistemini takip ediyor ve yeniliklere kendini kapatıyorsa, onun durumu kötüdür. Bu gün dünyanın en zengin yeraltı serveti, çoğunluğu müslüman olan Ortadoğu ülkelerinin elindedir; her gün milyonlarca dolarlık gelir o ülkelere akar, ve para içinde yüzerler, ama mutluluk veya kalkınmışlık oranına, kültür ve ekonomik düzeylerine bakınız: Dünyanın en geri kalmış ülkeleri arasındadırlar. Niye? Hani kalkınma para ile, servet ile oluyorsa, işte para, işte zenginlik!
"Sonsuz hayat" diye bir şey söz konusu olamaz; çünkü, bu kadar insanın hepsi yaşayacak olsaydı, bunların ağırlığını, bunların temel ihtiyacı olan yiyecek içecek, vs.yi karşılayacak  kadar bir kütleyi, bu dünyada bulmak mümkün değildir! Bu doğal gerçekten çıkartılacak küçük sonuç şudur: Dünyada ve Evrende, her şey, bir değişim ve dönüşüm içinde olmak zorundadır, sonsuzluk diye bir şey söz konusu olamaz!
Barbarca bir yaşam tarzı olan Sami kavimlerinin (yahudiler ve araplar) yaşadıkları bölgeye gelen Sümerler'in, onlara ve dolayısiyle de daha sonraki uygarlıklara aktardıkları kültürel kalıntılara bir kaç örnek daha verelim: Yolumuza çıkan bir kara kedinin uğursuzluk getireceği gibi çeşitli inançlar; çeşitli falcılıklar ve kehanetler; çeşitli dua veya beddualarla sinir harbi dediğimiz, moral bozma veya verme sistemi; ahiret kavramı; 12'ye göre düzenlenmiş ölçme sistemi (örn. gün 12 saat)   "tarih, veya soy geçmişi kayıtları", vs..
Sami ırkı, Sümerler'den devraldıkları bu kültürel mirası, kendilerine göre şekillendirmekte gecikmemişlerdir. Ziusudra veya Utnapiştim yerine Nuh'u koymuşlar; Tufandan önceki "on adet Sümer kralı" yerine, "Adem'le başlayan on peygamber" yerleştirmişler; Tufan öncesi Sümer "krallarının  her birine atfedilen 15-20 bin yıllık ömürleri" biraz abartmalı bulmuş olacaklar ki, bu ilk peygamberlere 8-9 yüzer yıllık ömürleri yakıştırmışlardır.

Sümerler'in  Bazı Mirasları
Şimdi, müsaadenizle, Sümer kültürünün, Sami ırkını etkileyen, dolayısıyla, Kutsal Kitaplara yansıyan bazı önemli noktalarını, tekrar toplu olarak sunmak istiyoruz:
1.) Sümerlerin mutluluk ülkesi, Cennet olarak devralınmıştır. (Nitekim, Kutsal kitaplarda Cennet, 'doğuda bir yerde' olarak belirtilir. Sümerlerin ana yurtları da, Kudüs'e göre, 'doğuda bir yerdedir'). Bu konu, ilk bölümde işlendiğinden, burada tekrarlanmayacaktır.
2.) Sümerlerin suçluluk duygusu, ve insanların içindeki "kötü" yönleri, değişik senaryolarla tekrar işlenmiş ve devralınmıştır.
3.) Sümerlerin batan anayurtlarından, bir gemiyle kurtulan efsanevi kralları Ziusudra (diğer Gılgamış destanı uyarlamalarında Utnapiştim) ve tufan olayı, Nuh ve tufan olayı olarak değiştirilip, devralınmıştır.   
4.) Sümerlerin tufan öncesine ait 10 adet tanrı soylu, dolayısıyla binlerce yıllık uzun ömürleri olduğu iddia edilen kralları, Adem'le başlayan ve Nuh'la biten 10 adet yüzlerce yıllık uzun ömürlü "peygambere" dönüştürülerek, devralınmıştır. Buna bağlı olarak, insanın Tanrısal bir yaratık, özel bir yaratık olduğu inancı kabul edilmiştir; dolayısıyla insanlar kendilerini, diğer canlılardan ayrı, onlarla hiç bir şekilde ilişkisi olmayan, özel bir yaratık olarak yorumlamaya başlamışlar, doğadan kopuk, doğaya ters düşen ve bozan bir kişiliğe bürünmüşlerdir. Bu inancın etkisi nedeniyle, vücudumuzun bir çok doğal işlevleri "ayıp" olarak düşünülmüştür: Geğirmek ayıptır, gaz çıkarmak ayıptır, çiş yapmak ayıptır, vs.. Çünkü bunlar Tanrı soylulukla bağdaştırılamazlar! Peki, biyolojik olarak tümüyle doğal olan bu davranışlar neden ayıp sayılmıştır? İnsan da, diğer yaratıklar gibi, atom- molekül, hücre soylu değil midir?
5.) Sümer yazıtlarındaki, Tanrıların insan kızlarıyla ilişki kurdukları yolundaki bilgiler, Tevrat'ın 1. Musa 6. Bölümüne "Allahın oğulları ve insan kızları" başlığı altında, aynı anlamda ve şekilde aktarılmıştır. Bu görüş daha sonraki devirlerdeki insan mantığına ters  düştüğünden Kuran’da “Allah’ın çocukları olamayacağı” şeklinde değiştirilmiştir.
6.) Sümerlerin dünya görüşünde, gökyüzünde bir gök okyanusu vardır; ve yağmur buradan indirilir; Kutsal Kitaplarda da, gökte, gökkubbeyle ayrılmış bir su ortamından söz edilir. ("İki suyu birbirinden ayırdık"  ifadesi de, bu anlamdadır, ve gökteki tatlı su ile denizlerdeki tuzlu su ima edilmektedir.)
7.) Sümerlerin yazıtlarında, Tanrıların felaket yağdırma usulleri olarak, "su kuyularının tamamen kanla doldurulması, fırtına estirme" gibi usullerden söz edilir; Kutsal kitaplarda da benzeri cezalandırma usulleri vardır.
8.) Sümerler 'bir öteki dünyadan, ve tekrar dirilişten' söz ederler; Kutsal kitaplarda da aynı görüş egemendir.
9.) Sümerler'de Tanrılar taraf tutarlar; bir şehri veya kabileyi kollayıp, gözetirler; onların kazançlarının bol olmasını isterler. Kutsal Kitaplarda da, Allah İsrailoğullarını veya Sami ırkını seçilmiş ırk ilan edip, bilgeliği, zenginliği, peygamberliği onlara verir.
10.) Sümerler'in dünyası tabak gibi düzdür; Kutsal Kitaplarda da dünya düzmüşcesine yorumlara götüren bilgiler vardır, ve bu nedenle birkaç asır öncesine kadar, "Dünya yuvarlaktır, Güneşin etrafında dönmektedir" diyenler, Kutsal Kitaplara karşı çıkmakla suçlanıp, cezalandırılmışlardır.
11.) Sümerler'de, Tanrı soyluluk = efendilik, kulluk, kölelik gibi sosyal sınıf ayrımları yapılmıştır; Sami ırkı, tüm bu suni sosyal sınıflamaları aynen devralmışlardır. Bu gün bile bizler hala dua ederken "Ya Rabbim" deriz; yani "Ya Efendim"!
12.) Sümerler'in ilkel inançları doğrultusunda ürettikleri dua\ beddua sistemleri, Sami ırkınca da benimsenip, devralınmıştır.
13.) Sümerler, tanrıları insansı şekilli düşündükleri için, tanrıların kaprislerini tatmin etmek, onları kendilerinden yana çekmek amacıyla, insanlara verilen rüşvet veya hediye misali, tanrılara da kurban kesme adetini geliştirmişlerdir. Sami ırkı bu adeti de aynen devralmıştır. Sami ırkının yaptığı tek önemli değişiklik, Sümerlerin farklı olayların sorumlusu olarak düşündükleri farklı Tanrıları, tek bir Tanrıya indirgemelerinden ibarettir.
14.) Sümerlerde, insansı tabiatlı tanrılara yalvarmak, hediyelerle onları kendinden yana çekmek (yani yağcılık yapmak ve rüşvet sunmak) için ibadethaneler yapılması adet haline getirilmiştir. Bu gelenek de Sami ırkınca devralınmıştır.
15.) Sümerler, dinsel duyguları pazarlamaya başlayan ilk kavimlerdendirler. Her ölen kişinin "öteki dünyada" rahat ettirilmesi için, din adamlarınca çeşitli yiyecek,  giyecek veya başka türde mal alınır. Bu bir çeşit yasal vergidir. Bu vergi türü zaman zaman öyle artırılmış, ve halk öyle bunalmıştır ki, Lagaş hükümdarı Urukagina zamanında olduğu gibi (yaklaşık 4660 yıl önceleri), din adamlarının aldığı bu vergide büyük indirimlere gidilmek zorunda kalınmıştır. "Öteki dünyadaki hayata" yönelik pazarlamalar, Sami ırkı tarafından da benimsenip, daha farklı şekillere dönüştürülerek, bu geleneğin sürdürülmesine de devam edilmiştir. Kutsal yerlerin ziyareti, sadaka verme, zekat, mevlüt okutma, vs. şeklindeki bir sürü adetimiz, bu eski Sümer geleneğinin sürdürülmesinden başka bir şey değildir.
16.) Sümerler'de, insanların tanrı kılıklı (veya Tanrıların insan kılıklı) olmaları, Sami ırkınca da benimsenen bir görüş olmuş, ve bu nedenle, insan, diğer canlılardan ayrı konumda düşünülüp, yorumlanmıştır. Günümüzde, evrime karşı çıkılmasının en büyük nedeni de budur.
17.) Sümer efsanelerinden birinde, Tanrıların, Dilmun denilen, Tanrılara ait kutsal bir ülkede yaşadıkları, bu ülkede, Tanrıçaların sancısız doğum yaptıkları, kimsenin hasta olmadığı, hayvanların yırtıcı olmadığı, vs. belirtilir. Bu yerde, Ninhursag denilen Anatanrıça, 8 çeşit "özel bitki" doğurur. Bu doğumlarda, 9 ay yerine 9 gün hamilelik çeker, ve doğum sancıları olmaz. Deniz Tanrısı Enki, bu bitkileri yer. Tanrıça Ninhursag bu suçu bağışlamaz ve Enki'yi lanetler.  Enki hastalanır, ölmek üzereyken, araya daha büyük Tanrılar girer ve Ninhursag'ın Enki'yi tekrar iyileştirmesini sağlarlar.
Şimdi, orijinal çivi yazısı tabletleri Philadelfiya Üniversite Müzesinde bulunan, bu efsaneden bazı bölümler sunalım:
"Dilmun'da, karga bağırmaz,
.
Aslan öldürmez,
Kurt kuzuya saldırmaz,
Oğlak boğazlayan yaban köpeğine rastlanmaz,
Tahıl yiyen ..(?)... bilinmez,
Dul kadın bulunmaz,
.
Güvercinin boynu eğik değildir,
Gözü ağrıyan "Gözüm ağrıyor" demez,
Başı ağrıyan,"Başım ağrıyor" demez,
Oranın yaşlı kadını "Ben yaşlı kadınım" demez,
 ...
Daha sonra, acısız, sancı çekmeden, doğum yapan tanrıça ile ilgili şu bölüm bulunur:
Tanrıça Ninmu ırmak kenarına geldi,
Sınır ülkeden Enki çevresine bakar, çevresinı gözetler,
Ve ulağı İsimud'a seslenir:
"Şu kusursuzu, şu genç kızı öpsem mi?
Şu kusursuzu, Ninmu'yu öpsem mi?"

Ulağı İsimud cevap verir:
"Öp şu kusursuzu, şu genç kızı,
Öp Ninmu'yu, şu kusursuzu,
 ..."
(Enki) yalnız olarak kayığa atlar,
 ...
 (Enki) O onu kucaklar, o onu öper,
Enki tohumlarını dölyatağına akıtır,
O (Ninmu) tohumları dölyatağına çeker, Enki'nin tohumunu,
Onun bir ayı, bir gündür,
Onun iki ayı, iki gındür,
Onun dokuz ayı, dokuz gündür, bunlar "kadınlık" ayları,
 ... kaymağı gibi, ... kaymağı gibi, şahane, prenslere layık kaymak gibi,
Ninmu, ... kaymağından çıkar gibi, ... kaymağından çıkar gibi, şahane, prenslere layık kaymaktan çekercesine,
Tanrıça Ninkurra'yı doğurdu.
Sekiz tür bitkinin Enki tarafından yenilmesi, ve bu olayın cezalandırılması ile ilgili bir kaç dize ise şöyle:
Sınır ülkedeki Enki çevresine bakar, çevresini gözetler,
Ve ulağı İsimud'a seslenir:
"Onun bitkilerini ve onların ne olduklarını bilmek istiyorum, onların 'özlerini' merak ediyorum;
Bu ne tür bir bitkidir? Bu ne tür bir bitkidir?
Ulağı (veziri) İsimud cevap verir:
Ulağı onu yanıtlar, "Efendim (Kralım), bu ağaç bitkisidir";
Ve onun için o bitkiyi keser, O (Enki) onu yer.
Ulağı onu yanıtlar, "Efendim (Kralım), bu bal bitkisidir";
Ve onun için o bitkiyi alır, O (Enki) onu yer.
 ...
Ulağı onu yanıtlar, "Efendim (Kralım), bu su bitkisidir";
Ve onun için o bitkiyi alır, O (Enki) onu yer.
Ulağı onu yanıtlar, "Efendim (Kralım), bu kebere bitkisidir";
Ve onun için o bitkiyi alır, O (Enki) onu yer.
Ulağı onu yanıtlar, "Efendim (Kralım), bu tarçın bitkisidir";
Ve onun için o bitkiyi alır, O (Enki) onu yer.
 ...
Enki, o bitkilerin ne olduklarını ve kaderlerini tayin eder, onların özlerini anlar(?).
Bunun üzerine Ninhursag, Enki adını lanetler:
"O ölene kadar, yaşayan bir gözle onu görmeyeyim."
der ve kaybolur. Lanet yerine gelir, ve Enki'nin, biri kaburga olmak üzere, sekiz organı hastalanır ve sağlığı gittikçe kötüleşmeye başlar.  Daha sonra, büyük tanrılardan Hava Tanrısı Enlil, duruma müdahale ederek, Ninhursag'ı buldurup, onun Enki'yi tekrar iyileştirmesini ister ve onu buna ikna eder. Şimdi bu bölümden bir kaç satır:
"Ninhursag Enki'yi kucağına yakın oturttu,
"Kardeşim, neren ağrıyor?"
"...'im ağrıyor."
" (bu kısmını) doğurmasını Tanrı Abu'ya verdim."
"Kardeşim, neren ağrıyor?"
"Çenem ağrıyor."
" (bu kısmını) doğurmasını Tanrı Nintulla'ya verdim."
"Kardeşim, neren ağrıyor?"
"Kolum ağrıyor."
" (bu kısmını) doğurmasını Tanrı Azimua'ya verdim."
 ...
 ...vs.
"Kardeşim, neren ağrıyor?"
"Kaburgam ağrıyor."
" (bu kısmını) doğurmasını Tanrı NİNTİ'ye verdim."
Bu Sümer hikayesinin ilginçliği işte yuakrıdaki son paragrafta, özellikle belirgindir. Kaburga doğuracak tanrıçanın adı NİNTİ'dir. Ninti, Sümerce'de, hem "kaburga kadını", hem de "HAYAT VEREN KADIN" anlamına gelir. (Kramer, 1959, s.144). Diğer taraftan, Kutsal Kitaplarda Adem peygamberin kaburgasından yaratılan Havva (veya Eve), yahudi dilinde aynı anlamı taşır: "Hayat veren kadın"!  Bunun haricinde, "Cennet", "Yasak Meyve", "Yasak meyve yenmesi", "Kadınların doğum sancılarının tanrının bir cezası olduğu", vs. şeklinde bir sürü başka paralellik söz konusudur.
(Kramer (1959), Sümer mitolojisi ile Kutsal Kitaplar arasındaki bu paralelliğin, kendisinden yaklaşık 30 yıl önce, bir başka araştırmacı tarafından da (Fransız çivi yazı uzmanı Pere Scheil) saptanmış olduğunu, ve bu konuda kendisinin W. Albright tarfından uyarıldığını belirtir.)
18.)  Enki'nin Laneti veya Tanrı Korkusu Kavramı (Enki Sendromu)
Bu konu da, ilk bölümde ayrıntılı olarak verildiğinden, burada tekrar işlenmeyecektir. Ancak, güncel doğa bilimlerinin, doğadaki düzenin, atom içi kuvvet sistemleri, elektromanyetik kuvvet sistemleri, gravite kuvveti gibi matematiksel olarak ifade edilen dogal güç kaynakları tarafından sağlandığının kesin olarak ortaya konmuş olmasına rağmen; insanların hala, taa Sümer inançlarına dayalı, "insanı kendisine benzer bir şekilde yaratan"  dolayısıyla "İnsan görünüşlü olması gereken bir Tanrı" tasarımını beyinlerinde taşıdıkları, ve bu nedenle de hala Sümerler gibi, O'na dua ettikleri, kurbanlar kestikleri, yalvardıkları, başlarına bir felaket getirmesinden korktukları, vs. tür davranışlar göstermeleri gerçeği, bu Sümer mirasının hala ne kadar etkili olduğunun delilidir.
19.) İnsanın, hücrelerden değil de, çamurdan yaratılmış olduğu görüşü: Bu görüş de, Sami ırkınca devralınıp, kutsal kitaplara işlenmiş, ve bilimadamları ile din adamları arasında asırlardır süren bir sürtüşmenin kaynağını oluşturmuştur.
Evet, eski yazıtlar, eski belgeler karıştırılınca, o kadar çok konu aydınlanıyor ki!  Sadece bazıları yukarıda sıralanan, ve günümüzde de hala bizler tarafından yaygın olarak uygulanan, tüm bu gelenek ve görenekler, putperest diye aşağıladığımız ilkel inançların kalıntılarıdır! Çok tanrılı dinlerinde, tanrılarını insan gibi düşünüp, onlar adına heykeller, ibadethaneler yaptıran Sümerler'in, putperestlik gelenek ve göreneklerinin, tek bir İlahi Güç kaynağına inanan günümüz insanlarınca hala kullanılması, insanların akıllarını ne kadar kullanabildiklerinin bir göstergesidir. Dolayısiyle, "İnsan düşünen yaratıktır" tanımına uygun düşmemektedir; demek ki henüz "insanlaşamamışız"! Aklını kullanmasını becerip, sağlam bir mantıksal irdeleme yapamayan bir canlıya, nasıl "düşünen" yaratık denilebilir?
Bu durumu, şu olay çok iyi tanımlar: Bir birliğe yeni bir komutan atanmış ve birliği teftişe başlamış. Teftiş sırasında, bir ağacın altında nöbet tutan bir askerin yanında durup, neyin nöbetini tuttuğunu sormuş. Cevap: "Bunu bilemem, bana emredildi, ben de buradayım" şeklindedir. Bu konuyu araştıran komutan, yıllar önce o ağacın dibindeki bir oturma bankının boyatıldığını; kimsenin bilmeden üzerine oturmaması için de oraya bir nöbetçi koyul­duğunu; zaman içinde bu nöbetin alışkanlığa dönüştürüldüğünü saptayarak, orada nöbet tutulmasını kaldırır. Ama, yıllar boyu, orada boşu-boşuna nöbet tutulmuş, emek kaybı olmuştur.
 SON GELİŞMELER
Neyse, olayların tarihsel gelişimini izlemeye devam edelim. Sümerler'in geliştirmiş oldukları kültür,  olumlu ve olumsuz yönleriyle, yörede yaşayan diğer kavimleri aşırı şekilde etkiler. Bu etkilenen kavimlerden birine (Sami) mensup olan İbrahim Peygamber de, M.Ö. 1900'lü yıllarda, Sümer ülkesi Ur'da dünyaya gelir. Ur'dan Harran Ovası'na göç ederler. İbrahim Peygamber "kutsal hastalıklıdır". Yani, sık sık beyninde sesler duymakta, ve bu seslerin Allah'tan geldiğine inanmaktadır. (Eskiden, beyninde sesler duyan, ve böyle anlarda, kendilerinden geçen kişiler için, "kutsal hastalıklı" teriminin kullanıldığı, Eflatun'un Timaios adlı eserinde vurgulanır! Günümüzde de hala, genellikle kalıtsal (genetik) kökenli olan bu hastalığa sık sık rastlanılır ve şizofreni diye tanımlanır. Ve bu vesile ile şu soruya mantıklı bir cevap bulunuz: Şizofrenik haluzinasyonlar görerek kendini Napolyon, İsa, mesih, vs. sanan günümüz insanlarıyla, "peygamberlere vahiy gelmesi" arasında ne fark vardır?) İbrahim Peygamber'in beyninde ne gibi sesler duyduğuna, Tevrat'tan bir kaç örnek verelim: I. Musa, 12- 17. Bölümlerden ayetler:
" Ve Efendi Tanrı İbram'a dedi: Anavatanını, akrabalarını ve baba evini terk et, ve sana göstereceğim ülkeye git.
Senden (senin soyundan) büyük bir halk oluşturacağım ve seni kutsayacağım ve seni büyük bir isim yapacağım, ve sen bir lütuf olacaksın.
 Seni kutsal kabul edenleri kutsayıp, seni lanetleyenleri lanetleyeceğim; ve yeryüzündeki tüm nesiller seninle kutsallaşsınlar."
Ve böylece İbram yolculuğuna çıkıp, Filistin'e gelir.
"Burada Allah'ı (Efendi Tanrısı) tekrar ona görünür ve konuşur: Senin soyuna bu ülkeyi veriyorum. Ve o (İbram) orada, kendisine görünen Efendi Tanrı'sına bir tapınak inşa eder."
 O zamanın iklim koşulları gereği, Suriye, Filistin, Ürdün gibi ülkelerde,  kuraklık nedeniyle kıtlık hüküm sürmektedir. Bu nedenle, göçer hayatı yaşayan Sami ırkı da, Nil Nehri'nin nimetlerinden yararlanan bolluk ülkesi Mısır'a göçerler. (Bu olay, günümüz geri kalmış toplumlarının, işci olarak Almanya, Amerika, vs. gibi ülkelere gitmelerine benzer).
"Ve Mısır'a yaklaştıklarında, o , karısı Sara'ya dedi ki: Biliyorum, sen çok güzel bir kadınsın. Mısır'lılar seni görünce, bu onun karısıdır deyip, beni öldürecekler, seni bırakacaklardır. Hem benim hayatta kalmam, hem de senin iyiliğin için, onlara  benim kız kardeşim olduğunu söyle." ....
(Firavun İbrahim Peygamber'in karısını kendisine alır, onun hatırı için de İbrahim Peygambere iyi davranılır, mal-mülk verilir. Ve İbrahim Peygamber yeterli servete kavuştuktan sonra, Mısır'dan ayrılarak tekrar, karısıyla birlikte, Filistin'e döner. Efendi Tanrı'sına (yani Allah'ına) tapınak yaptığı yerde, Efendisi'ne seslenir. Efendi Tanrısı yine  ona görünür, ve  ... )
"Ve o gün Efendisi onunla (İbrahim'le) bir anlaşma yaparak dedi ki: Senin soyuna ta Mısır'daki irmaktan, büyük Fırat Irmağına kadar olan bu ülkeyi vereceğim; ..."
"... Sizler, ve bundan sonra doğacak oğullarınız sünnet olacaklar, ki bu benimle sizin aranızdaki anlaşmanın bir işareti olsun. ..."
1.Musa, 17. bölüm:
1-"İbram 90 yaşında iken Efendi Tanrı ona göründü ve konuştu: Ben herşeye kadir olan Allah'ım; benim gösterdiğim yolda yürü ve inan.
2- Ben anlaşmamı benim ve senin aranda yapacağım ve seni(n soyunu) herpsinden çok çoğaltacağım.
3- Bunun üzerine İbram yüzüstü kapandı. Ve Allah onunla olan konuşmasını sürdürdü.
4- Bak, benim anlaşmam seninle ve sen bir çok halkın babası olmalısın.
5- Bu nedenle, adın artık İbram değil, İbrahim olsun; zira seni bir çok halkın babası yaptım.
6- Seni çok verimli yapacağım (yani çok çocuğun olacak anlamında), ve senden bir çok halk oluşturacağım, ve hatta senin soyundan krallar doğacak.
7- Ve ben anlaşmamı seninle ve nesilden nesile senin soyunla yapmak istiyorum, bu öylesine ebedi bir anlaşma olsun ki, ben senin ve senin soyunun Allah'ı olayım.
8- Ve ben sana ve senin soyuna, şimdi içinde yabancı olduğun bu memleketi, tüm Kenan ülkesini, ebedi mülk olarak vermek, ve sizlerin Allah'ı olmak  istiyorum.
9- Ve Allah İbrahim'e söyledi: Sen ve soyun, nesilden nesile, bu anlaşmaya sadık kalın.
10- Senin ve senden sonraki soyunla aramızdaki bu anlaşma tutulsun (bunun için): Aranızda erkek olan herkes sünnet edilsin;
11- Kapçıklarınız kesilsin. BU, BENİMLE  ARANIZDAKİ ANLAŞMANIN İŞARETİ OLSUN. 
12- 8 günlük olan her erkek bebek ...."
13-25- ...
26- Ve o gün onların hepsi sünnet oldular, İbrahim ve oğlu İsmail dahil.
27- Ve ister aileden doğmuş, ister yabancılardan satın alınmış olsun, tüm ailedeki erkek olan herkes, onunla birlikte sünnet oldular.
 Daha sonra, karısı Sara'dan İshak doğar, ve kölesi Hagar'dan olan oğlu İsmail için şu ayet gelir:
 "... İsmail'in soyunu da bereketli kılacağım,... ama ben anlaşmamı İshak ve onun soyu ile yapacağım..."
*
İşte, bu şekilde, Sümer kültürü ile yetişmiş ve yoğrulmuş olan İbrahim Peygamber, beyninde duyumsadığı seslerin de etkisiyle, yeni bir dünya görüşünün temellerini atmaya, ve soyuna aktarmaya başlar.
Bu arada, Sami ırkının bir çok temsilcisi, köle işçi (genellikle çoban) olarak Mısır'da bulunmaktadır. Bunlardan biri de, Musa Peygamberdir. Musa Peygamber de, adı üzerinde, beyninde sesler duyanlar gurubu insanlardandır, yani o da kutsal hastalıklıdır. Musa Peygamber'in Mısır'da bulunduğu yıllardan birinde, (günümüz takvimiyle M.Ö 1470'lerde, Sami takvimiyle M.Ö. 1510'larda) Ege Denizi'ndeki Santorini Volkanı patlar ve tüm Ege ve Akdeniz sahillerinde büyük tsunami dalgaları oluşturur ve tüm sahil kesimindeki yerleşim yerlerini ve insanları yok eder. 25-30 metreyi geçebilen bu muazzam deniz dalgalarından, en çok, sahil şeridindeki düz ovalarda yerleşik yaşayan Mısırlılar etkilenirler, ve yüksek yamaçlarda yaşayan köle çobanlar pek etkilenmezler. Bu deniz dalgaları, Musa Peygamber'in bir mucizesi olarak yorumlanır ve Musa önderliğindeki İsrailoğulları, Mısır'daki kölelik hayatından kaçarak, "kendilerine vaad edilen kutsal topraklara" doğru göçerler.
Tarihimizin bundan sonrası oldukça iyi bilinir; İsa'nın doğumu ve Hırıstiyanlığın yayılışı; Peygamberimiz Muhammed'in doğuşu ve İslamiyetin yayılışı; dinler arası çatışmalar, haçlı seferleri, vs., ve hala devam eden "Tanrı senden yana, benden yana; veyahut ben asil soyluyum, hakimiyet benim hakkım" anlayışı doğrultusundaki çıkar çatışmaları! Ve nihayet 1789 Fransız ihtilali ile, Tanrı soyluluk - efendilik - uşaklık ayrımlarına başkaldırılması ve insanlarası eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi kavramların ortaya atılışı; batılı toplumların bu düşünce sisteminden erken etkilenmeleri; bizlerin ise, yetmiş yıl öncesine kadar hala, ilahi yetkiyi temsil hakkına sahip  padişahlık sistemiyle yönetilmemiz, yani efendi - uşak ayrımına bağlı yaşamamız; ve nihayet Cumhuriyetin ilanı, ve kul- köle- efendi sistemlerinin yasal olarak ortadan kaldırılması; ama bizlerin kafalarında hala binlerce yıllık kul-köle, efendi ayrımına dayalı, hak ve yetkiler sisteminin silinmemiş olması; vs. vs.
İşte, bizlerin kısa ve öz bir tarihçesi böyledir. Sümerler, buzul devirlerinin dünyada yarattığı etkileri bilemediklerinden, sıkışıp kaldıkları adalarda binlerce yıl doğal felaketlere karşı savaşmışlar, stresli bir yaşam sürmüşler; bu stresin etkisiyle bir çok olumlu ve olumsuz örf ve adet geliştirmişler; olumlu katkıları arasında okul, yazı, yasalar, mahkemeler, kent kültürü ve toplumsal örgütlenme gibi son derece önemli kültürel gelişmeler yer alırken, olumsuz katkıları arasında, hurafecilik, büyücülük, falcılık, doğal olayların yanlış yorumlanarak yanlış bir yöne sapılması (yani insanlığın kötü yola saptığı için cennetten kovulduğu!) gibi fikirlerin öncülüğünü etmiş olmaları ve bu inançları daha sonraki nesillere aktarmaları yer alır ki, günümüz insanları hala bu eski inançların izlerini taşımaya devam em ederler. Sözün kısası: Sümerler'in doğal olayları yanlış yorumlamaya başlamaları, ve bu görüşlerin daha sonraki uygarlıklarca da benimsenmesi ve yaygınlaştırılması, insanlık tarihinde BEYİNLERİN YANLIŞ PROGRAMLANMAYA BAŞLANMASI dönemini başaltmıştır.
Şimdi, Sümerlerin nasıl bir düşünce ve inanç sistemine sahip oldukları, kültür ve bilgi düzeyleri, ve onların kültüründen etkilenerek oluşturulan yeni inanç sistemlerinin gelişimleri hakkında, yeterli bilgi sahibi olduktan sonra, değerlendirmeya geçelim.
 Tarihsel bilgi ve bulgulara dayalı olarak hazırlanan bu çizelgeden şu sonuçlara varılabilir:
1.: İnsanlığın ilk hızlı bir zihinsel gelişim içine girdiği donem, yaklaşık 35000 ile 3500 yıl önceleri arasını kapsayan, II. evre olup, bu hızlı gelişimde dinamo görevini, yani öncülüğü, Sümerler yerine getirmişlerdir. Bu döneme damgasını vuran bölge ise, Mezopotamya ve yakın çevreleri olmuştur.
Doğada, yaşamsal bir özellik, yani 'hayatiyet' gösteren tüm öğeler, geometrik bir dizi şeklinde, yani (2, 4, 8,16,32, vs.) gibi, belirli bir zaman diliminde, ikiye katlanarak gelişirler. İnsanlığın zihinsel gelişim grafiği de bu doğal kurala uygun bir yörünge takip etmek zorundadır ve de garfikte görüldüğü gibi, etmeye çalışır, ve eder. Yüz-binlerce yıl süren yavaş gelişim ii ı. evreden, gittikçe hızla gelişen II. evreye geçiş ve baş döndürücü hızlı bir yükseliş, böyle bir geometrik dizi gelişiminin tipik bir görüntüsüdür. Normal koşullarda, bu hızlı yükseliş devam etmeliydi ve insanlık, bu günkü kültürel ve teknik düzeyine, “Normal güzergah” yörüngesini takip ederek, yaklaşık 2 bin yıl öncesinde ulaşmalıydı. Ama, bir "engel" ortaya çıkmış, veya çıkarılmış olmalı ki, bu 'normal' yörünge takip edilememiş, ve insanlığın zeka gelişimi bir duraksama evresine (ııı. evre) girmiştir.
2.: Bu durgun dönemde, Mezopotamya ve yöresi uygarlığı, sanki uyuşturulmuş gibi, eski değerlerin üzerine pek bir şey koyamazken, Uzakdoğu ülkelerinde (Çin'de) kağıt, barut gibi bazı çok önemli (ama az sayıda) buluşlar gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, bu dönem, Uzakdoğu damgasını taşımakta ve öncülük görevi de Çin'lilere geçmiş olmaktadır.
3.: Son beş yüzyıllık tarihimizi kapsayan 4. evrede, insanlık tekrar hızlı bir gelişim içine girmiş, ve öncülük, rönesans ve reformu ilk gerçekleştiren Avrupa ülkelerine geçmiştir. Bu döinemin sonlarına doğru, Kuzey Amerika ülkeleri ile bazı Uzakdoğu ülkeleri de (örn. Japonya), bu hızlı gelişim hızına ayak uydurmayı, hatta gelişimi daha da hızlandırmayı başarmışlardır. Bir başka ifadeyle, ii. evrede kesintiye veya duraksamaya uğrayan insanlık zeka gelişimi, tekrar yükselme eğilimine, bu IV. evrede girmiştir.
4.: İnsanlık kültürü, tek bir coğrafik yöreye ve tek bir ırka bağlı olarak gelişmemiştir; değişik dönemlerde, değişik bölgelerde, farklı kavimler tarafından geliştirilmiştir. Dolayısıyla, bu günkü ulaşılan genel düzey, tüm insanlığın ortak bir mirasıdır.      .
5.: Dünya genelinde alındığında, insanlık uzay çağına girmiş görünürken (yani “İlerleyen güzergah” yörüngesi üzerinde ilerlerken, dünya ülkelerinin çoğunluğu, hala III. evredeki kültür ve teknik düzeyin üzerine çıkamamıştır, ve Geri-kalmışlık·yörüngesı üzerinde yürümektedirler. Yani, bu geri kalmış ülkelerde, 3. evredeki zeka gerilemesine yol açan faktör, hala tüm gücüyle etkisini sürdürmektedir. Peki, zeka gelişimini engelleyen bu faktör ne olabilir?
I. Evre, ilk insanın ortaya çıkışı ile başlayıp, yaklaşık 35 bin yıl öncelerine kadar süren, en uzun bölümdür. iki milyon yıllık toplam tarihimizin, onda dokuzundan fazlasını kapsayan bu ilk evresinde, insanlık pek büyük bir zihinsel gelişim gösterememiştir. Zeka düzeyi, uzun bir süre, sert taşlardan parçalar kopararak, veya onları "yontarak", kendisine kesici bir nesne yapabilmesi ve bu kesici taş parçaları ile, hayvan ve ; bitkileri parçalayıp, yiyecek olarak kullanabilmesinden ileri gidememiştir. Ateşi bile, ancak bu evrenin sonlarına doğru (yaklaşık 500 bin yıl önceleri), kontrollü olarak kullanabilmiştir. Barınak olarak doğal mağaraları kullanmıştır, yani, çalı-çırpıdan bir kulübe yapacak bir zeka düzeyinden yoksundur.
II. Evre, yaklaşık 35 bin yıl öncesi ile 3 bin beşyüz yıl önceleri arasını kapsayan dönemdir. Yaklaşık 30 bin yıllık bir süreyi kapsayan bu dönemin ilk üçte ikilik bölümünde, insanlar, önce resim yapmaya, sonra küçük heykelcikler yontmaya başlamışlar; derken kemik parçalarından çuvaldız veya iğne yapacak bir zeka düzeyine ulaşmışlar ve bu iğneyle, avladıkları hayvanların derilerinden kendilerine çadır gibi barınaklar yaparak, mağaralara bağlı bır yaşam tarzından kurtulup, daha serbestçe yaşamaya, dolayısıyla, daha genişçe alanlardan yararlanma olanağına kavuşmuşlardır. Hızlı bir zihinsel gelişim içine giren insanlık, bu gelişim hızının gereği olarak, daha sonraları taşlardan ve kemiklerden ok, zıpkın, mızrak uçları gibi aletler üreterek, avcılıkta gittikçe ustalaşmış; sonra, yaklaşık on bin yıl önceleri, artan nüfusu besleyebilmek için, gelişen zekasından yararlanarak, çeşitli hayvanları ve bitkileri evcilleştirerek, ıslah ederek, insanlığa yaraşır bir uygarlık düzeyine ulaşmış ve yerleşik hayat tarzına geçmiştir. Yerleşik hayata geçişle birlikte şehircilik" kavramı oluşmuş, ve birlikte yaşamayı öğrenen insanlar, gerçek bir "toplumsal yaşam örneği vererek, çeşitli iş kollarında uzmanlaşmaya. iş bölümüne gitmişler, karşılıklı iş birliği içine girerek ilk büyük uygarlık eserlerini ortaya çıkarmışlardır. İlk madencilik bu dönemde başlamış, ilk dokuma atölyeleri bu dönemde ortaya çıkmış; insanlar, tarlalarını sürdükleri kara sabandan, tekerleğe, atlı arabaya, bıçağa, baltaya, aynaya, çanak çömleğe, ve daha bir çok kullanım eşyasına bu dönemde kavuşmuştur.
III. Evre, yaklaşık M.Ö. 16. yüzyıl ile M.S. 15. yüzyılları arasını kapsayan dönemdir. Bu dönemde, II.evrede ulaşılan zihinsel gelişim hızı kesilmiş, ve bir duraksama evresine girilmiştir. Kâğıt, barut, top gibi birkaç yenilik dışında, insanlık, maalesef pek bir şey geliştirememiştir.
IV. Evre, içinde bulunduğumuz evre olup, yaklaşık son beş yüzyıllık dönemi kapsar. Bu evre içinde, insanlık tekrar hızlı bir zihinsel gelişim içine girmiş, matbaadan başlayarak, buharlı motorlardan, elektrikli aletlerden, elektronik aletler ve uzay teknolojisine kadar bir sürü yeniliği peşi-peşine sıralamıştır ve sıralamaya da devam etmektedir.
II. evredeki hızlı gelişim Sümerler tarafından gerçekleştirilmiştir. Onlar böylesine bir kültür düzeyine ulaştıklarında (yani Cilalı taş\ Tunç Devrine girdiklerinde), dünyanın diğer yörelerindeki toplumlar henüz Yontma Taş Devri düzeyini aşamamışlardır. Dünyada başka bir toplumun değil de Sümerler'in böyle bir gelişim içine girmelerinin nedeni, yaşadıkları ortamın, yavaş yavaş yükselen deniz sularıyla bir adaya dönüşmesi, ve bu adada binlerce yıl mahsur kalmalarıdır. "Kul sıkışmayınca hızır yetişmez, veyahut, insan beyni, zorlanmadıkça çalışmaz, ve gelişmez". Bu kural gereği, Sümerler, sıkışıp kaldıkları adada, o zamana göre, çok yüksek bir kültür düzeyine ulaşmışlardır.
 Dünyada ilk toplumsallaşma ve kentleşme örneğini ortaya koyan Sümerler, her yıl tekrarlanan sel felaketlerinden ve her sene 1-2 cm. yükselen deniz seviyesi sularından 3-4 bin yıl boyunca etkilenmişler ve buzul dönemi sonrasının doğal olayları olan bu felaketlere karşı kendilerini korumaya çalışmışlardır. Felaketlerin doğal nedenini anlayamadıklarından, Tanrılara kurbanlar kesmişler, büyülere başvurmuşlar, dualar okumuşlar, akıllarına gelen her önleme başvurmuşlar; ama en sonunda yine de yaşadıkları yörenin sularla kaplanmasına engel olamadıklarından, 'İnsanların namus ve ahlaklarının bozulması nedeniyle, Tanrıların tüm insanlığı cezalandırmaya karar verdikleri' inancına varmışlardır. Buna ek olarak, binlerce yıl tekrarlanan sel felaketleri, insanlarda başka tür bir şartlanmaya yol açmış, ve Sümer yazıtlarında "Enki'nin laneti" diye adlandırılan bir toplum psikozu oluşumuna yol açmıştır. Sel felaketlerini gönderdiğine inanılan Tanrı Enki'nin lanetini, bir kişiye veya topluma dilemek, böyle bir bedduada bulunmak, korkuların veya korkutmaların en büyüğü olmuştur. Bu korku sendromu Sümerlerde devam ettiği gibi, Sümer kültüründen etkilenen diğer toplumlara da aktarılmıştır.
Dünyanın boyutu, şekli ve büyüklüğü hakkında yeterli bilgileri olmayan bu toplumun "dünyası", çevresi denizlerle kaplı, ters dönmüş bir tabak gibidir ve, onlar için dünya, gözlerinin görebildiği yerle sınırlıdır, yani üzerinde yaşadıkları adadan ibarettir! İçinde yaşadıkları evlerin, "gelecek yılda" sular altında  kalacağını fark eden Sümerler, ellerindeki ağaçlardan gemi yapıp, yaşadıkları yörede topraktan çıkan ziftlerle su geçirmezlik sağlayıp, felaketi beklemeye başlarlar. Ve nihayet "büyük tufan" gelir.
Tufan sonrası, "denizden iki ırmak ülkesine" geldiklerini çivi yazısı kil tabletlerinde belgeleyen Sümerler, yerleştikleri Aşağı Mezopotamya Ovasında,  adada geliştirdikleri üstün kültürleri sayesinde tutunup, çevrelerindeki "barbar" ve kültürsüz toplumaları etkilemeyi başarırlar, ve acı geçmişlerinden çıkardıkları 'doğal felaketlerin, namus ve ahlak bozukluklarının cezası olduğu' felsefelerini, korku sendromlarını ve diğer bir çok olumlu ve de olumsuz törelerini, maalesef, çevre toplumlarına aşılarlar. Yani, doğal olayların yanlış yorumlanması, toplumsal gelenek haline dönüşür ve tüm Orta Doğu toplumları arasında yaygınlaşır (ve bu gün de hala yaygındır: Örn., Erzincan Depremlerinden sonra halk arasındaki yaygın yorumlar da böyleydi).
Sümer kültüründen aşırı şekilde etkilenen Sami ırkı (İsrailoğulları ve Araplar), doğal olayların yanlış yorumlanması geleneğini devam ettirirler ve tüm Dünya'da yaygınlaştırırlar. Bir insanın beyni, beyne yüklenen bilgilere göre karar verir. Doğal olaylar yanlış yorumlanırsa (yani, beyin yanlış programlanırsa), o beyinden doğaya, dolayısıyla yaşam koşullarına uygun çözümler beklenemez; toplumda ilerleme olamaz.. İşte, III. evredeki gelişim duraksamasının ana nedeni, toplumların beyinlerinin yanlış programlanması olmuştur. Bu evrede gerçekleştirilen 2-3 buluş da, yukardaki yanlış felsefeden etkilenmeyen Uzak Doğu toplumlarınca ortaya konulmuştur.
İnsanlığın, IV. evrede tekrar hızlı bir gelişim içine girmesi, bazı toplumlara ait cesur ve akıllı kişilerin, doğal olayların yanlış yorumlandığının farkına varıp, toplumsal baskıları ve ölümü göze alıp, bu yanlışlıkları sergileme cesaretini göstere­bilmeleri sayesinde gerçekleşmiştir. Bu gibi insanların düşünce­lerinden etkilenen toplumlar, IV. evredeki hızlı gelişim süreci içine girip, günümüz dünyasında "Gelişmiş Ülkeler" arasında yerlerini alırken, her doğal felaketi veya kazayı, Tanrı'nın katlanılması gereken bir cezası olarak görüp, geleceklerini kader ve kısmete bağlayan toplumlar, hala III. evredeki durumlarında, yerinde saymaktadırlar.
Tarihten çıkartılacak ders budur, ve tüm bu ileri sürülen görüşler, belgeleriyle ve bulgularıyla (Sümerlerle ilgili çivi yazısı tabletler, arkeolojik ve antropolojik bulgular, Kutsal Kitaplar, vs.)  sabittir. Bu belge ve bulguların önemli bir kısmı, son 20-30 yıl içinde ortaya çıkmış olduğundan, insanların çoğunluğu tarafından henüz bilinmemektedir.
Gelişmiş toplumlar, doğayı, atom altı parçacıklardan evrene kadar (en küçüğünden, en büyüğüne), bir ilişki yumağı içinde değerlen­dirirken, geri kalmış toplumlar, hala, III. evreye özgü "ateş - su - toprak - hava" yapılaşma modelinin dışına çıkamayıp, Orta Çağ düzeyinde bir hayat sürmekte, kendilerini 'hayallerle' avutmaya çalışmaktadır. Geri kalmış toplum insanları, 'kafalarının değişmesi' gereğinden bizzat kendileri söz etmelerine rağmen, 'kafa değiştirmenin, beyinlerdeki yanlış bilgileri atıp, doğaya uyumlu bilgilerle donatmak olduğunu', ya fark edememekte, veya korku sendromundan kendini kurtaramamakta, veyahut da, "yoğurtlarının ekşi olduğunu" kabul edememe inatçılığında direnmektedirler. İnsan doğanın bir parçası olduğuna göre, beyinlerimizdeki bilgiler, dolayısıyla, düşünce ve davranışlarımız da, doğaya uyumlu olmak zorundadırlar. Yani, doğru, doğaya uyumlu olandır. İki türlü belge vardır: 1) İnsani belgeler, yani insanlar tarafından yazılmış veya söylenmiş olanlar; 2) Doğal olarak taşa, toprağa veya diğer doğal oluşuklara, doğal olarak işlenmiş olanlar! Bu iki belge birbiriyle çelişiyorsa, inanılacak olan, doğal belgelerdir!
Sonuç:
Neyse, Sümerler'in, insanlığın kültürel gelişimine yaptıkları bu çok olumlu katkıları yanında; çeşitli hurafeler, falcılık, sihir, büyücülük, cin, peri, şeytan, vs. gibi hayali, gerçeklerle ilgisi olmayan bilgileri kendilerinden sonraki nesillere aktararak, sonraki nesillerin beyinlerini bulandırmış olmaları, ve insanlığı yanlış inançlara yönlendirmedeki büyük olumsuz etkileri de, hiç unutulmamalıdır.
Tarihin eski dönemlerine gidildikçe, çeşitli kavimlerin birbirleriyle bir çok defalar karşılaşıp, birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri, birbirleriyle karıştıkları anlaşılmaktadır. Yukarıdaki saptamalardan, Anadolu ve çevresindeki kavimler arasında şu ilişkilerin varlığı sonucuna varılabilir:
*- Sümerler'in anavatanları Basra Körfezi'nin suları altındaki eski buzul devri ovalarıdır. Basra Körfezi'nin sularla kaplanması sonucu, körfez dibindeki eski yükseltilerde (adalarda) yaşayan Sümerler'in büyük kesimi, Mezopotamya Ovasına çıkarlar ve, o yöredeki yerli kavimlerle kaynaşmaya ve karşılıklı etkileşmeye girerler; zamanla da tamamiyle yerel kavimler içinde eriyip kaybolurlar.
*-  Anadolu ve Mezopotamya  çevresindeki tüm toplumlar, Sami, Ari ve Sümer (dolayısiyle Türki) toplumların bir karışımından oluşmuştur.
*- Dünyada saf ırk diye bir şey yoktur, ve olması da beklenemez. Bu nedenle, tüm insanların, çeşitli nedenlerle bir arada yaşamaya mecbur oldukları yerlerde, karşılıklı hoşgörü içinde hayatlarını sürdürmeleri, tüm katılanlar için en mantıklı davranış tarzıdır. Başka türlü bir davranış, olayların gelişimine terstir ve hiç bir tarafa yarar sağlamayacağı gibi, tüm tarafların da zararına olacaktır.
*- Bu günkü insanlığın sorunları, Sümerler'in on-oniki bin yıl önceleri kendilerini karşı karşıya buldukları sorunlara, dertlere benzerdir. Onların dünyası, üzerinde sıkışıp kaldıkları adalar kadardı, çünkü insan gözü daha fazla uzaklara ulaşamıyordu; bu gün ise, dünya sanki küçülmüş, elimizdeki bir top gibi, ve bizler sabah kahvaltısını İstanbul'da yapıp, öğle yemeğiyle Londra'da bir iş görüşmesini halledip, akşama Newyork'da olabiliyoruz; hatta istersek, gün batmadan, Dünya çevresinde bir tur atıp, tekrar aynı yere dönebiliyoruz. Ve bizler bu gün, tüm insanlık olarak, bu Dünya'da yaşamak ve onu yaşanır bir durumda tutabilmek sorunu ile karşıkarşıyayız. Denizlerimiz her gün biraz daha kirleniyor, soluduğumuz ortak hava her gün biraz daha zehirli gazlarla doluyor; Dünyamızı zararlı ışınlardan koruyan ozon zarı hergün biraz daha inceliyor; Dünyamızın tüm ekolojik sistemi alt-üst oluyor, bir sürü canlı yaratık yok olup, ekosistemdeki yeri boşalıyor ve Dünyamız göz göre göre ekolojik bir çoraklaşmaya doğru sürükleniyor. Eskiden, deniz kenarından bile oltayla kilolarca balık avlanabilirken, bu gün teknelerle açıldığımız denizde, bir-iki ufak balıktan başka bir şey avlayamaz duruma geldik; eskiden ormanda hayvanlardan geçilmezken, şimdi onlardan vazgeçtik, kaldırdığımız bir taşın altında, toprağı işleyip verimini artıracak bir solucan veya başka bir böceğe bile rastlayamaz olduk! Ürettikleri oksijenle dünyamızın akciğeri rolünü üstlenen  tüm bu ormanlar, dünyamızın ortak malıdır; içine zehirler kattığımız hava, devlet sınırı tanımaksızın, tüm dünya çevresini dolaşır, bu gün bizim ciğerimizde, yarın sizin ciğerinizde­dir; zehirleyip, kirlettiğimiz bz bu denizlerin suları, deniz içi akıntılarla tüm dünyaya yayılmakta, bu gün bana, yarın sana zarar vermektedir ve gittikçe de daha zararlı olacaktır. Sözün kısası, onbin yıl önceki Sümerler'den pek bir farkımız yoktur. Onların dünyasını her yıl sel felaketleri tehdit ediyor, adaları sulara gömülüyordu; bizim dünyamızı, bizim bilinçsizce üretip, çevremize saçtığımız kendi artıklarımız tehdit ediyor; bizim kişisel hırslarımız, yanlış önyargılarımız nedeniyle birbirimizi öldürmek, yok etmek, zarar vermek için patlattığımız bombaların tozları, zehirleri tehdit ediyor.
Halbuki bugün, bu yanlış önyargılarımızın nelerden kaynaklandığı, nedenleri ve gereksizliği bilindiği  halde, insanların veya toplumların, geleceklerini yeterince dikkate almayıp, küçük çıkarlar, kişisel hesaplar peşinde koşmaları, eski alışkanlıklarından kopamamaları, beyinlerimizde hala bir çok yanlış bilgi ve önyargı bulunmasının bir sonucudur. Bunlar alışkanlık haline gelmişlerdir ve bizler bunlara "atalardan gelme önemli adet ve geleneklerimiz oldukları" gerekçesiyle hala sıkı sıkıya bağlanıyoruz. Ama şunu bilmeliyiz ki, bu sıkı sıkıya bağlandığımız adetlerimizin çoğu, atalarımızın yanılgılarından kaynaklanmaktadır, ve bugün toplumlar arasında karşılıklı anlayış, işbirliği ve dayanışma eksikliğinin ana nedeni (örneğin çifte standart uygulanması nedeniyle, herkesin kendine yontması ve kendi ırkını veya soyunu başkalarına üstün sayması),  atalarımızdan devraldığımız bilgilerin yanlış olanlarından kaynaklanmaktadır. Ta Sümerler zamanında, Tanrıların insanlar veya toplumlar arasında ayrım yapıp, bazılarına karşı, bazılarından yana imiş gibicesine tarafgir bir canlı yaratıkmış gibi düşünülmüş olması, onların kültürlerinden yoğun olarak etkilenen Sami ırkının da, buna benzer bir Tanrı anlayışı geliştirmelerine, ve "Allah'ın İsrailoğullarını seçilmiş ırk ilan ettiği" fikrinin türetilmesine yol açmıştır. Bu yanılgılı yorumlamalar hala günümüz toplumları arasında yaygın olduğundan, toplumlar arası anlaşmalar, uzlaşmalar, işbirliği ve dayanışma olanakları, dolayısıyla, Dünya ölçeğindeki günümüz sorunlarının çözümleri zorlaşmakta, insanlık gelişememektedir.

EK-5: MUCİZELER ve GÜNCEL YORUMLARI
Kutsal kitaplarda sık sık Nuh Tufanı, Lut ve Sodom- Gomorra olayı, Musa'nın asasıyla yere vurup su çıkarması, Musa'nın asasıyla denizi ikiye ayırması ve Firavun taraftarlarının deniz suyunda boğulması gibi çeşitli olaylar anlatılır ve bu olayların Allah'ın lutfuyla peygamberler tarafından gerçekleştirilmiş mucizeler olduğu belirtilir.
Önceki bölümlerde kısaca özetlendiği üzere, her olayın bir yerde bir kaydı tutulur. Her sel felaketi, her deprem, her volkan patlaması gibi doğal olaylar, herhangi bir şekilde kayıt edilir. Nuh tufanı ile ilgili olay ve nedenleri, daha önceki bölümlerde işlenmiş olduğundan, burada tekrar edilmeyecektir. Şimdi diğer "mucizelere" bakalım ve onlar hakkında mevcut doğal kayıtları araştıralım:
Günümüz takvim yılı (güneş yılı) hesaplarına göre, M.Ö. 15. yüzyıl ilk çeyreğinde (yani M.Ö. 1475-1470'lerde) Ege denizindeki Santorini adasında çok büyük bir volkan patlaması olduğu, jeolojik ve arkeolojik kayıtlardan, anlaşılmaktadır (Keller ve diğ., 1978; Sullivan, 1988; Ercan, 1990).  Tevrat'a göre ise, İsrailoğullarının Mısır'dan göçü, (ay yılı ile) M.Ö.1510 olarak bilinir. Güneş yılı hesabına göre 1470-1475 yıl öncesi, Tevrat'taki hesaplamaların dayandığı ay yılına çevirilirse, yaklaşık 1510-1515 yıllarına denk gelir.
Şimdi gelelim olayın ilginç yönüne: Deniz seviyesine yakın, veya deniz suyu içinde patlayan volkanlar, muazzam deniz dalgaları yaratırlar. Tsunami de denilen bu tür büyük deniz taşkınlıklarında, dalga yükseklikleri 30-40 m.yi bulurlar veya aşabilirler! Girit adasının kuzeyinde patlayan bu Santorini volkanı, Ege Denizindeki bir çok adadaki yerleşim yerlerinin yerle bir edilmesine neden olmuştur. Minos uygarlığı denilen bir kültürün yok oluşu, bu volkanik faaliyetin bir sonucudur.
Ege Denizinde oluşmuş olan bu muazzam tsunami dalgalarının, bir kaç saat içinde tüm Akdeniz'de yayılıp, tüm sahilleri, ve de özellikle ovaları deniz suları altında bırakmış olmasından daha doğal bir şey olamaz. Nil Deltasında ziraatle uğraşan veya yaşayan Firavun adamlarının bu felaketten büyük ölçüde nasibini almalarından da daha doğal bir şey  olamaz. Ovalardan biraz daha yüksek konumlu yamaçlarda hayvancılık ve çobanlıkla uğraşan İsrailoğullarının, bu dalgalardan daha az etkilenmiş olmalarından daha doğal bir şey de olamaz.
Her zaman görülmeyen böylesine muazzam bir felaketin, insanlar tarafından unutulması, veya göz ardı edilmesi de düşünülemez. Yani insanlar bu olayı mutlaka yıllar boyu hatırlamışlardır, ve nesilden nesile de aktarmışlardır. Peki olay nasıl aktarılmıştır?
Bunu hepimiz çok iyi biliriz, onun için burada tekrarlamayalım. Ancak şu soruyu sorarak, konuyu bir başka mantıksal açıdan da düşünelim: Mısır ile İsrailoğullarının Misır'dan ilk kaçtığı yer olan Sina bölgesi arasında, eskiden deniz yoktu ki, Musa Peygamber asasıyla denizi ikiye ayırıp da, Sina'ya kaçsın; Süveyş kanalı yaklaşık 1 asır önce açılmıştır. Dolayısıyla, Mısır'dan Sina'ya geçmek için, denizin ikiye yarılmasına gerek yoktur, ki, bu da olayın bir başka yönünü vurgular.
Diğer bir Musa mucizesine geçelim. Musa, asasıyla yere vurmuş, yerden bir sıra kaynak suyu ortaya çıkmış! Evet, yerden bir sıra kaynak suyu yeryüzüne çıkar, ama nerede çıkar?
Yeraltı suları, yerkabuğundaki geçirimsiz katmanlar üstündeki gözenekli kayaçlar içinde depolanırlar. Yerkabuğunda gelişen kırılmalar ve faylanmalarla, kırık hattının iki tarafındaki katmanlar, birbirlerine göre, aşağı\ yukarı veya sağa\ sola kayarlar. Şimdi bir kırık hattında, bir taraftaki blokun birkaç metre yukarı, diğerinin de aşağı düştüğünü düşünün. Bu hareket ile yeraltı suyu bir tarafta yükselir, bir tarafta düşer. Yeraltı suyunun yükseldiği bloktaki sular, kırık hattı boyunca, çeşitli kaynaklar halinde yeryüzüne çıkar. Böyle kırık hatları boyunca, bir değil, onlarca, yüzlerce kaynak görülebilir. Musa peygamberin yaşadığı yerler, dünyanın en hareketli yerleridir; oralarda büyük kırık hatları (meşhur Ölü Deniz Fay Zonu) bulunmaktadır. Ve onun yaşadığı zaman diliminin de, çok hareketli bir dönem olduğu, volkan patlamalarından ve deprem izlerinden anlaşılmaktadır. Böylesine ideal bir ortamda, bir kırık zonunda bir asayla eşeleyerek, su kaynaklarına ulaşmak çok doğal bir olaydır.
Lut ve Sodom\Gomorra olayı:
Lut Gölü, Kızıldeniz'den Kuzeye doğru uzanan, "Ölü Deniz Fayı" denilen ve yeryüzünün en meşhur kırık zonlarından biri olan  bir yer kabuğu çatlağı üzerinde gelişmiş bir "fay gölüdür". Sodom isimli eski yerleşim merkezi, bu gölün kenarında bulunmaktadır. Yeryuvarının bu tür büyük çatlak zonlarında, çatlağın her iki tarafındaki zemin, bir birine göre, sağa\sola, ve aşağıya \yukarıya doğru, sık sık kaymalara uğramakta, ve bunun sonucunda da buralarda depremler ve volkan patlamaları gerçekleşmektedir. Her defasında kırık zonunun bir başka yerinde, onlarca veya yüzlerce yıllık aralıklarla, bu gibi doğal olaylar (yani depremler ve volkan patlamaları) gelişmektedir. Kırık zonlarındaki yerleşim yerleri ve insanlar, bu olaylardan en fazla zararı görürken, kırık zonundan uzakta bulunanlar, ya hiç zarar görmezler, veya çok az etkilenirler.
Aynı şekilde, Ölü Deniz Fay Zonunun, Lut Gölü kuzeyindeki uzantısı üzerinde yer alan Jericho kenti, insanlık tarihinde bir çok defalar depremlerden zarar görmüş, bunlardan en sonuncusu ise 1927'de olmuştur. Aslen Kudüs doğumlu bir yahudi olan Amos Nur isimli bir yerbilimcinin 1992'de ispatladığı üzere (National Geographic Mayıs 1992), bu kentin duvarları o zaman, Tevrat'ın Joshua 6. bölümünde iddia edildiği gibi, İsrailoğulları askerlerinin ve din adamlarının borazanları ve asker çığlıklarının etkisi ile değil, o zaman olmuş olan bir depremle yıkılmış, ve İsrailoğulları da kenti kolayca ele geçirmişlerdir. Yani, yine burada, Joshua Peygamber, bu doğal olayı yanlış yorumlayıp, Allah'ın İsrailoğullarının yanında yer aldığı şeklinde halka yansıtmıştır.
Elazığ İlimizin güneydoğusundaki Hazar Gölü de bunun gibi bir fay gölüdür, ve geçmişte o gölün kenarında bulunan bir kasaba da, bu gün "batık şehir" olarak bu gölün dibinde bulunmaktadır. Gerede - Amasya - Erzincan hattı da böyle bir kırık zonudur, ve 1939 Erzincan depreminde (ve yine 1991 yılında), Erzincan ilimiz böyle bir olaydan çok zarar görmüştür. Peki, en günahkar insanlarımız Erzincan'da yaşayanlar mı? 
Yeryuvarının kırık zonlarında yaşayan insanların, böyle olaylardan etkilenmemeleri mümkün değildir! 
Mikropların ve bunların etkilerinin bilinmemesinin yarattığı bir başka yanlış yorumlamaya da peygamberler döneminden bir örnek verelim: M.Ö. 701 yılında, Asur kıralı Sanherib, bir çok kenti ele geçirdikten sonra, Kudüs'ü de kuşatır. (Bir çok eski kral gibi, Sanherib de, kral olduktan sonra, babasının Sargon olduğunu inkar edip, Gılgamış gibi tanrılar soyundan geldiğini ileri sürmüştür. Bu olay, insanların ilkellik dönemlerinde çok yaygın olarak rastlanılan bir durumdur. Tarihte bir çok kral kendisinin tanrı soylu olduğu iddiasıyla tahtında oturmuş ve hükmetmiştir ve insanlar da bunu kabullenmişlerdir! Bu gün insanlar arasında yaygın olan ırkçılık akımları, soyluluk iddiaları da, bu ilkel, eski bencillik dürtülerinin bir başka türünü, bir başka görüntüsünü oluşturmaktadır. Neyse, asıl konuya dönelim.) Sanherib'in ordusu, Kudüs surları dışındaki bir göletin yakınına kamp kurar. (Elbette, göl ve kenarı, sivrisinek ve Plasmodium gibi mikroplarla doludur).  Kuşatma günlerce sürer ve bu arada her iki taraf da karfı tarafa elçiler göndererek, şartlarını iletmeye ve kan dökülmeden bir sonuca varmaya uğraşırlar. Kudüs'ün kralı Hiskia'nın  danışmanlığını yapan Yesaya Peygamber, kendi halkına moral aşılamaya, karşı tarafın da moralini bozmaya yönelik fetvalar verir: "O bu şehire giremeye, bir ok bile atamaya, şehrin hiç bir duvarını oynatamaya". Bu arada da karşı tarafın ordusundaki askerler ateş alev yanmaktadır. Derken, bir sabah kalktıklarında ne görsünler, Sanherib'in ordusunun 185.000 askeri cansız yatmaktadır! Bunun üzerine Tevrat'a şu ayet yazılır: "İşte, Allah'ın melekleri Asurlular'ın ordusundan  185 000 adamı vurdu. Ve sabahleyin erkenden kalkmaya çalıştıklarında, baktılar ki, hepsi birer ölü ceset."  Böylelikle, bu olay da, bu peygamberin bir mucizesi olarak kutsal kitaplara işlenir! Bu mucizeyi gerçekleştiren "melekler" ise, bu günkü bilgimize göre, Malaria tropica hastalığına yol açan Plasmodium'lardır, yani tek hücreli bir canlı, bir mikroptur.
Son olarak da, İsa Peygamber'in bazı mucizelerini açıklamaya çalışalım. İsa Peygamber'in, körlerin  gözlerini açtığı, yürüyemeyenleri yürüttüğü, cüzzamlıları iyleştirdiği, hatta ölüleri dirilttiği belirtilir. Beynin işleyişi ve programlanması ile ilgili bölümde açıklandığı üzere, bunların hepsi, mümkündür:  Hipnoz olayını bilen ve hakim olan biri, insanlarda bilinçaltı devrelerini etkileyip, hem bir insanı körleştirebilir, felçli yapabilir, hatta solunumunu, kalp atışlarını yavaşlatıp, durdurabilir; yani insanın beyin faaliyetleri sürer, ama kalbi atmaz, tıbben ölmüş gibidir! Elbette, olay tersine de işletilir: Ruhsal kökenli tüm hastalıklar, bilinçaltına inilerek, düzeltilebir!
İsa Peygamberin mucizeleri arasında, binlerce aç insanın karnını doyurması olayı da vardır. Yine bu olay da hipnotik bir olaydır: Hipnotizma ile, insanlar her arzularını gerçekleştirme duygusunu yaşayabilirler; hipnotizma etkisi altındaki bir insana, soğanı elma diye, veyahut tatsız bir şeyi, çok lezzetli bir şey niyetine yedirebilirsiniz; az bir şey tattırarak, hatta yedirmeyip sadece yalatarak, açlık duygusunu giderir,  kişilerin kendilerini tok hissetmelerini sağlayabilirsiniz.
Bütün sorun, insanların kendi kendilerini tanımamaları, beyindeki hücresel bağlantılı bilgisayarlı işletim sisteminin işleyişi, yetenekleri ve zayıf noktaları konusunda gerekli bilgilerden habersiz olmalarından kaynaklanmaktadır!

EK 6: . MANTIK DIŞI DÜŞÜNCE VE DAVRANIŞLARIN NEDENLERİ
Önce, yanlış anlamaya meydan vermemek için, "Mantık" teriminden ne anlaşılması gerektiğini belirtelim. Mantık, doğadaki mevcut tüm verilerden yararlanarak, bu verileri birbirleriyle en uygun kombinasyonlara sokup, içinde yaşanılan ortama (yani doğaya) en uygun kararları alabilme yeteneğidir. Mantıksızlık ise, doğadaki mevcut bilgilerin, işine gelenlerini kullanıp, işine gelmeyenleri görmemek; veyahut, yaşadığı çağdaki bilgiler ve verilere değil, çok eskilerden kalma gelenek ve göreneklere bağlı kalarak kararlar almaktır. Bu şekilde yapılan bir tanım uyarınca, "mantıklı olmak, çağdaş olmaktır" da denilebilir. Şimdi, önce bir örnek üzerinde, mantıklı veya mantıksız bir davranışı irdeleyelim. (Bu test, matematik veya mantık biliminde, "a = b; b = c; öyleyse, a = c'dir" tipi bir  kuralın uygulamasıdır):
*-: Aşağıdaki soruları, "ama, hem ..., hem ..." gibi çifte standart ürünü cevaplara kaçmadan, kesin olarak, ya "evet", veya "hayır" diye yanıtlayın:
a)- İnanç veya düşünce sisteminizde  ruhun kalpte olduğu şeklinde ifadeler var mıdır?
b)-  Ruh kalpte midir?
c)- Bir insanın kalbi bozulduğunda, ameliyatla alınıp, yerine bir yapay makine bağlanarak, insanın hayatı devam ettirilebildiğine göre, ve o insan, tüm bilinci ve ruhsal durumuyla hala aynı olduğuna göre, ruh kalpte olabilir mi?
Görüldüğü üzere, (c) şıkındaki soruda, kafamızdaki geleneksel bilgilere ters düşeriz, ve mazeret olarak da, "Canım, insanlarda, ruh, sevgi, duygu vs. gibi değer sistemlerinin kalpte olduğu şeklinde ifadeler alışkanlık haline gelmiş; biz de alışkanlık gereği böyle konuşuyoruz!" diyerek mantıksızlığımızı örtmeye çalışırız. Bu ise, "özürü mazeretinden büyük olmak" gibi bir durumdur; yani mantıksızlığın alışkanlık haline gelmiş olmasından daha kötü bir durum olabilir mi?
Buna benzer, çifte standart uygulamaya yönelik mantıksız davranışlarımız o kadar yaygındır ki! Örnek mi? Hem 'tüm insanlar birbirleriyle eşit haklara sahiptir' deriz, hem 'siyah insan, beyaz insan' ayrımı yaparız, veya 'ağa veya efendi tipi insan, ayak takımı veya uşak tipi insan' ayrımı yaparız; hem kadın erkek ayrımı yapılamaz deriz, hem evli bir erkek hovardalık yaparsa bunu hoşgörüyle karşılarken, evli bir kadının aynı tür bir davranışını en ağır cezalarla ödetiriz; Erkeklerin herhangi bir şekilde biyolojik gereksinimlerini yerine getirmelerine hoş görüyle yaklaşırız, kadınlarımızı ise kafeslerin içine atıp, ruhsal bunalımlara düşmelerine, hatta bu ruhsal streslerin dışa vurumu olan çeşitli hastalıklara tutulmalarına neden oluruz; sonra da, 'vah benim biricik yavrum' deyip dövünmeye başlarız; hem yöneticilerin tarafsız ve adil davranmaları gerektiğini söyleriz, hem yönetimi ele geçirir geçirmez, kendi yandaşlarımızı kollamaya başlarız; vs. vs. Bu tür 'hem ..., hem ...li' davranış tarzlarımız o kadar çoktur ki, ve çoğu da öylesine alışkanlık haline gelmiştir ki, artık, mantıksızlık nerdeyse normal sayılmaya başlanmıştır.
Bigi ve mantık, insanlar arasında uzlaşmayı sağlayan en önemli unsurdur. Mantıksızlığın eğemen olduğu bir yerde, anlaşma - uzlaşma da olmaz. Mantıksızlığın nedenlerinin ise, şu  faktörlere bağlı olduğu bilinir:

 'Elmayla armutları birbirine karıştırmak':
İnsanlar bu dünya üzerinde yaşamak için yaratılmışlardır; öyleyese, beyinleri de bu dünya koşullarını hesaplayıp, değerlendirecek bir şekilde oluşturulmuştur. Dolayısıyla insanların beyinlerine yüklenecek bilgiler ve işletim programları da, bu dünya koşullarına uygun olmak zorundadır. Bu dünyada yaşayan bir insanın beynine, daha doğar doğmaz, "hayali bir öteki dünyanın" programları ve bilgileri yerleştirilirse, o beyin, bu dünyanın gerçekleri karşısında bocalar ve uygun kararlar veremez duruma düşer. İnsanların çoğunda görülen ruhsal düzensizliklerin ana nedenlerinden biri budur! Bu konuda daha ayrıntılı bigi için, Ek 2 ve Ek 3'deki Hayat ve Beyin Programlanması hakkındaki bölümlere bakınız.
.- Kötü Niyet: İnsanlar veya taraflar, bibirlerini, peşin önyargılarla, düşman olarak görüyorlarsa, mantıklı davranış sınırlanır. Ancak şunu hemen hatırlayıp, bir kar\zarar hesabı yapalım: İnsanlar birbirlerini karşılıklı olarak düşman sayıp (veyahut birbirine güvenmeyip), karşılıklı olarak birbirlerinin ürettiklerini veya yaptıklarını yıkmaya, yok etmeye çalışırlarsa, o insanların oluşturduğu toplumda bir ilerleme ve gelişme nasıl sağlanacaktır? Refah ve huzur nasıl sağlanacaktır? Sonuç: Kendinizin ve çocuklarınızın geleceği için, insanlar arası ilişkilerde, iyi niyetli olarak, mantıklı davranış içine girerseniz, karlı çıkarsınız! Keskin sirke küpüne zarar!
- Tembellik, Tepkisizlik veya Rahatlık: Bu unsurun egemen olduğu insanlar da, rahatları kaçmasın diye, mantıksız davranışlara göz yumarak, toplumsal hayatta mantıksız davranışların ve yozlaşmanın artmasına katkıda bulunurlar. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" felsefesini benimseyen bu insanlar­ın günahlarını ise, kendileri belki bir kaç yıl veya daha geç çekeceklerdir; çocukları veya torunları ise,  doğar doğmaz ve de tüm hayatları boyunca (aynen bizlerin bu günkü toplumsal sorun­larımızı atalarımızdan devralmamız gibi). Herhangi bir olay karşısında  "iyidir" veya kötüdür" gibilerden bir tepki gösteril­mesi de gerekir, ki "iyi" olan bir şey teşvik görüp, hızla gelişsin; "kötü" olanın ise yayılması engellensin.
- Bilgisizlik: Mantıksız davranışların en önemli ve en yaygın nedeni ise, bu ücüncüsüdür. Şöyle ki:
Belirli konularda yeterli bilgimiz olmazsa, eksik bilgilerle, olaylara ancak çok dar bir açıdan bakabiliriz; ve gerçek görüntü, bizim baktığımız açıdan görülendan çok farklı olabilir.
İşte bu nedenlerle, önce 'doğa olayları, hayat, canlılar arası ilişkiler, toplumsal hayat ve ilişkileri, vs.' konularında yeterli bilgilerle kendimizi donatmadan, mantıklı bir düşünce ve davranış içinde olabileceğimizi sanmayalım. Bu nedenle, bir şey yapmaya veya kesin bir hüküm vermeye kalkmadan önce, o konuda gerekli bilgilerle kendimizi donatmamız lazım. İşte, bu nedenle eğitim çok önem taşır ya! Bizler, hayatta bize gerekecek doğal ve gerçek bilgilerle beynimizi yüklemeliyiz. Bizler bu dünya üzerinde yaşıyoruz, ama beynimize yüklediğimiz bilgiler, bu dünya koşullarına değil de, öteki dünya koşullarına yönelikse, o zaman, beynimizi, bu dünyada yaşadığı sürece, işine yaramayan bilgilerle donatıp, onun kapasitesini ve işleyiş programlarını bu dünyada boşuna meşgul etmiş oluruz. Çünkü, beyin bu gün için, bu dünya koşullarına uygun fikirler ve kararlar vermek üzere oluşturulmuş bir organdır.
"Bilgi sahibi olunmadan, fikir sahibi olunamaz" diye, merhum U. MUMCU'nun çok yerinde bir özdeyişi vardır. Bizler, çoğu kavramlar hakkında, çok kesin hatlarla sınırlanmış kesin tanımlardan yoksunuzdur. Çoğu şeyi, şöyle\böyle, yuvarlak laflarla anlatabiliriz. Herkesin belirli kavramlar konusunda kafalarında oluşturdukları imajlar, birbirleriyle tam çakışmadığı için, o konuda anlaşmak için sarfedilen çabalar boşuna gitmektedir; çünkü taraflar tartıştıkları konuda, beyinlerinde farklı "resimler", farklı "görüntüler" taşımaktadırlar.
Örneğin şu görüntü üzerinde tartışılıyor: Bir taraf "Bu çok güzel bir yaratık" derken, diğer taraf "Bu çok çirkin bir yaratık" diyor. Ve her iki taraf da kendi görüşlerinde  kendilerini haklı kabul ediyorlar. Haklılar da! Çünkü, biri genç bir kız görüyor; diğeri yaşlı bir cadı görüyor. Peki iki taraf da haklı ise, haksız kim? Taraflar bu tartışmada inatlaşıp, birbirlerine girerlerse, ve sonuçta birbirlerine zarar verirlerse, haklıyı haksızı nasıl ayırt edeceğiz? Yukarıdaki gibi çok somut bir resim bu kadar farklı yorumlanıp, anlaşmazlıklara neden olabildikten sonra, şeriatcılık, demokrasi, din, laiklik, inanç, inanç özgürlüğü, düşünce, düşünce özgürlüğü, vs. gibi soyut ve çok karmaşık kavramlar konusunda nasıl anlaşma sağlansın?
 Önce bu örnekten ders çıkaralım: Bir konu üzerinde tartışmaya girmeden önce, o konunun kesin tanımı ve kapsamı konusunda tartışarak ortak bir tanımda anlaşmaya varın; ondan sonra  o konuyla ilgili diğer konuları tartışın! Aksi takdirde, tartışmada kullandığınız terimler aynı olsa bile, o terimler, herkesin beyninde farklı bir içerik ve çerçeve oluşturduğu sürece, birbirinizle anlaşamazsınız!
 Bir şey üzerinde tartışma yapılırken, o şeyin özü "tabu" sayılıp, kesin tanımı ve kapsamı tartışmaya kapatılırsa, o konuda anlaşma sağlanamaz. 'Herkes kendi inancında serbesttir, ve kimse kimsenin inancını tartışmaya açamaz' diye bir kural koyarsınız, önemli temel kavramlar tartışma dışına çıkarılır, ve insanların o kavram hakkında ortak bir tanım ve kapsam oluşturmaları engelleneceği için, insanlar arası uzlaşma olanağı sınırlanır. Sonuç, toplumsal bölünmelere yol açar, ve bir toplum değil, bir çok toplum oluşur, yani bölünmüşlük kaçınılmaz olur.
.- Mantıksızlığın bir diğer önemli nedeni ise, beyinde birbiriyle çelişkili programlar olmasıdır.
Beyinde birbirleriyle çelişkili işletim programları bulunması, yani farklı görüş veya prensiplere sahip olmak; veyahut, beyine çevreden yüklenen programların veya görüşlerin, vücudun doğal iç işleyiş programlarına ters düşmesi: Yukarıda belirtildiği üzere, beyin aynen bir bilgisayar gibi çalışır. Bilgisayara verdiğiniz programda, 'şu şu prensiplere göre, şu verileri hesapla; sonra şu şu prensiplere göre yine aynı verileri hesapla; çıkan sonuçları birbirleriyle kıyasla; sonuçlar birbirleriyle uyuşuyorsa, veya aynı ise, sonucu bildir; sonuçlar birbiriyle uyuşmuyorsa, tekrar baştan hesapla'. Şimdi buradan anlaşılacağı üzere, işlem yapılacak yöntemler "doğruysa" ve birbirleriyle çelişmiyorsa, çeşitli bakış açılarına göre yapılacak hesaplar birbirleriyle uyumlu çıkacak ve bilgisayar kesin bir sonuca varıp, bu sonucu bildirecektir. Tersi durumda, işlem yapılacak programlar birbirleriyle çelişiyorsa, farklı sonuçlar ortaya çıkacak, ve bilgisayar bir kısır döngü içinde bocalayıp duracaktır!
Bu durum, aynen beynin işleyişinde de geçerlidir: Bunu iki değişik örnek üzerinde açıklayalım. Birinci örnek şu: Bir kişinin kafasına "Kadınların erkeklere bakması günahtır" programını yerleştirdiniz; kadın 15 -18 yaşlarına girdi, ve doğal biyolojik gelişimler gereği, beyindeki "otomatik veya içgüdüsel programlar da devreye girdiler ve kadın hem erkeklere ilgi duyuyor, hem de beynindeki bir başka program kadına "çıkar o fikri aklından" diye baskı yapıyor. Diyelim ki, kadının bir talibi de çıkmadı, ve evde kaldı. Sonuç ne olur? Bunalımlı bir hayat, veyahut şeytan \ cin \ peri gibi beyinlerin hayali ürünleriyle sağlanmaya çalışılan çözümler, veyahut, çeşitli ruh ve beden hastalıkları, vs.. Sonuç, iki çelişkili program arasında bocalayıp, ömrün veya bu çilenin bitmesini beklemektir!
İkinci örnek: Bir insanın öğrendiği bilgiler arasında şu programlar olsun: 1- Ruh kalptedir, insanların bütün duyguları kalpten kaynaklanır. 2- Kalp hastalanıp bozulduğunda, ameliyatla çıkarılıp, vücuda bir başka insanın (hatta hayvanın) kalbi takılabildiğine ve de insanın duygu ve düşünceleri aynı kalıp değişmediğine göre, ruh kalpte olamaz; dolayısıyla ruh beyinsel bir fonksiyondur.
Görüldüğü üzere, birbirine tamamen ters iki görüş var. Şimdi buyurun siz bizzat kendiniz bu iki programı beyninize yerleştirip, şu sorulara cevap verecek şekilde bir sonuca varmaya çalışın: *) Ruh nedir, ve nerededir? *) Bir insanın kalbi çıkarılıp, bir başka insanın kalbi takılsa, eski sevgililerini unutup, yeni kalbinin ilk sahibinin sevgililerini mi sevecektir? Duygularında veya inancında bir değişiklik olacak mıdır? Müslüman birine, bir musevi kalbi takılsa, inancı da değişir mi? Sorular çoğaltılabilir, ama yukarıdaki iki görüşe de aynı dercede inanan bir insan, kesin bir karar veremez; aynen bilgisayar gibi, boşuna uğraşıp durur; bir süre sonra ise, kesin çözüm bulamayınca, "ben bilmem, Allah bilir" deyip, işin içinden sıyrılma yoluna sapar.
Beyinlerde birbirleriyle çelişkili programlar olursa, beyin hep bocalar durur, bir türlü kesin çözüm bulamaz.
.- Mantıksızlığın bir başka nedeni de şudur: Beyinlerin genel olarak, kendi hatalarını bulup, onları düzeltme mekanizması vardır. Küçük yaşlarda beyine, bir program yerleştirilir ve buna ek olarak da "İnsanların aklı her şeye ermez; bu bilgilerin doğruluğundan sakın şüphelenmeye kalkma, yoksa başına felaket gelir; günaha girersin"  gibi ekstra bir program yerleştirilirse, o beyinlerin kendi hatalarını bulup düzeltme mekanizmaları kapatılmış olur. Dolayısıyla, bir insanın kafasında bu tür bir yerleşik program varsa, artık o insanın, mantıklı ve doğru olan, ama onun kafasındaki bilgilere ters düşen bir şeyi kabul etmesi olanaksızlaşır! Gerçekleri bulabilmek için, beyinler şüpheci olmak zorundadırlar.
.- Mantıksızlığn en son nedeni ise, beyinde yapısal hata var demektir, yani beyindeki bilgi işlem yapan devrelerde, doğuştan hatalı devreler veya bağlantılar var demektir!
 İnsanlar Neden Bir Konu Hakkında Karar Vermekte Zorlanırlar?
Bir insanın belirli bir konuda bir fikir yürütüp, doğru bir karara varması, veya herhangi bir sorunununa kesin bir çözüm bulması ve bu çözümün doğru olması için beyinde şu koşullar gerçekleşmelidir: a- İnsan dikkatini tamamen o konuya verecek derecede tüm diğer şeylerden kendisini soyutlayıp, beyninin tüm kapasitesiyle o sorunla meşgul olmasını sağlayabilmeli; b- Beyinde bir birleriyle çelişkili işletim programları bulundurulmamalı, yani birbirleriyle bağdaşmayan görüş veya prensiplere sahip olmamalı; c- Söz konusu sorunla ilgili tüm gerekli bilgileri derleyip beyine depolamalı, yani bilgi sahibi olmalı! Bunların gerekçeleri şunlardır:
 Konsantrasyon
Beyin tek bir sorunla değil de, çeşitli şeylerle aynı anda meşgul edilirse,  tüm kapasitesiyle bir sorunla uğraşamayacağından, yani kapasitesi çeşitli konulara bölünerek çalışmak zorunda olacağından, dikkatini bir noktaya veya bir soruna yoğunlaştırmaktan aciz kalınca, ne doğru dürüst bir şey öğrenebilir, ne de bir sorun hakkında çözüm şormülleri üretebilir. Bunun en kolay denemesini şöyle yapabilirsiniz: Televizyonda bir şilmi izlemeye başladığınızı, ve bu arada da, çocuğunuzun bir okul ödevi için size sık sık sorular sorduğunu düşünün. Sonuç şu olacaktır: Ya, çocuğunuz, "Siz de bana hiç zaman ayırıp, sorularıma doğru dürüst cevaplar vermiyorsunuz. Ben gidiyorum. Ödevden kötü not alırsam, alırım. Sizinle bir şey yapılmıyor", deyip, sizin beyin faaliyetlerinizin ürünlerinden memnun kalmadığını belirterek, yanınızdan ayrılacaktır. Veyahut, siz, bir iki soruya şöyle böyle yanıtlar verdikten sonra, bunalacaksınız ve "Şimdi beni rahat bırak da, şu filmi seyredeyim; sorularını sonra sorarsın" diyerek, sıyrılmaya çalışacaksınız. Veyahut da, her iki şeyi bir arada yürüteceksiniz; ancak, ne seyrettiğiniz filmi tam anlayacaksınız, ne de, çocuğunuza verdiğiniz yanıtlar, doyurucu bir düzeyde olacaktır.
Bedensel işler yapılırken de aynı şey söz konusudur: Elinizin bir parmağı üzerinde bir çubuğu dikine olarak dengede tutmaya çalışın; bunu başardığınızda, sadece bu işle kendinizi meşgul ettiğiniz sürece, o çubuğu dengede tutabilirsiniz. Ama bu arada biriyle bir sohbete başlayın ve konuşun; göreceksiniz ki, çubuğu artık kolayca dengede tutamayacaksınız!
Şimdi, gözünüz bir sağa bakar, bir sola bakarsa, her defasında bir başka şeyi algılayıp, bu algıladıklarını beyine iletirse, beyin o algılamalarla meşgul olmak zorundadır. Kulağınız, bir o sese, bir bu sese dikkat ederse, yine beyniniz, o farklı algılamaları işleme koyup, onları değerlendirmek zorunda kalır. Eliniz kah bir kalemle, kah bir kağıtla oynarsa, beyniniz, bu hareketleri de değerlendirmek zorunda kalır. Eliniz, kolunuz bacaklarınız veya deriniz, temas halinde oldukları yerin soğukluğu veya sıcaklığı, sertliği veya yumuşaklığı ile ilgileniyorsa, o duyumsamalar, beyinde işleme konulmak zorundadır. Yani kısacası, beyin tek bir şeyle meşgul olursa, o konuda başarılı olabilir; bir çok şeyle uğraşmak zorunda kalan bir beyin, pek bir şey başaramaz! Çünkü, beyin, aynen bilgisayarlar gibi çalışır; ne kadar geniş bir işlem belleği bir programın işletilmesinde kullanılırsa, o derecede hızlı bir şekilde, karmaşık sorunlar çözümlenebilir.
Diğer iki faktörün etkileri ise, daha önceki paragraflarda açıklanmıştı. Ancak burada kısaca şu eklentiyi yapmak yararlı olacaktır. Son zamanlarda geliştirilen modern aletlerle yapılan gözlemler ve diğer bilimsel araştırmalardan çıkarılan sonuçlara dayanılarak, beyinlerimizin nasıl çalıştığı tasarlanabilmektedir. Yandaki şematik şekilde, bir insan beyninin herhangi bir konuda bir seçim yaparak bir karara varması durumunun, beyindeki hücrelerde nasıl gerçekleştirildiği açıklanmak istenmiştir, (W. H. CALVIN, 1994).
 Gösterilen örnekte, kişinin 'elma' mı, yoksa 'muz' mu seçeceğine, beynindeki bu konularla  ilgili hücre sistemleri karar vermektedirler.   Bir beyin, 'elma' mı, yoksa 'muz' mu seçeceğini kararlaştırırken, beyinde bu konuda söz sahibi olan bölgelerdeki hücreler, birbiri ardına, elma veya muz lehine sinyal verirler; sonuçta en çok hangisi lehine sinyal verildiyse, o şey tercih edilir. Beyindeki hücrelerin herhangi bir şey hakkında olumlu sinyal vermeleri için, o şeyin o beyin hücreleri tarafından tanınması veya bilinmesi gerekir.
Bu olgudan çıkartılacak çok önemli iki sonuç vardır:
1) Bir beyine, ilk defa hangi bilgiler yerleştirildiyse, o bilgiler beynin karar mekanizmasında en etkili olacaklardır; çünkü beyindeki hücreler ilk defa o bilgileri 'doğru' olarak kabul etmişlerdir ve onların karşısına, onlarla birlikte başka bir seçenek sunulmamıştır. Dolayısıyla, daha sonra önlerine çıkan seçeneklerde, hep bu ilk bilgiler avantajlı olacaklardır. Yani beyindeki hücreler taa başlangıçta, tek yönlü olarak şartlanmışlardır. Bu tür tek yönlü bilgi aktarımları,  gerek toplumlarda, gerek bireyler arasında, karşılıklı düşmanlık, güvensizlik vs. türde davranışlara yol açarlar. Bir toplumda 'Türk düşmanlığı' veya 'Yahudi düşmanlığı', v.s. gibi yaygın eğilimlerin bulunması, hep bu tür tek yönlü bilgi aktarımlarının sonucudurlar, ve "toplumsal paranoya" diyebileceğimiz bir toplumsal hastalıktırlar.
2) Beyine yeni bilgiler verildiğinde, her yenilik, beyinde yeni hücresel bağlantı sistemleri oluşumuna, dolayısıyla, insanın bir karar vermesinde sinyal verecek hücre sistemleri sayısının artmasına yol açar. İşte bu nedenle, bir insan bir konuya, ne kadar farklı açılardan bakarak bir karar verebiliyorsa, o insanın ilk şartlandırılmışlığından en az düzeyde etkilenmesi mümkün olabilmektedir, çünkü oylamaya katılacak hücrelerin sayısı artırılarak, şartlandırılmış hücreler dengelenebilmektedir. Ancak burada şu nokta çok büyük önem taşımaktadır: Beyine verilen bilgiler ezber bilgiler mi, yoksa, mantıksal değerlendirilmeye dahil edilebilecek derecede özümsenmiş bilgiler mi?
Bu noktanın önemi ise, şu olgudan kaynaklanmaktadır: Yine beyin araştırmalarında varılan sonuçlardan biri şudur: Beyindeki ezber bilgiler, beynin 'motor bölgesi' denilen, otomatiğe bağlı bir bölgedeki hücelerce yönlendirilirken, mantıksal yorumlamaya dayalı davranışlar, beyin önlobundaki, asosiyasyon bölgesi deni­len bir bölgedeki hücrelerce yönlendirlmektedir (M.E. RAICHLE, 1994). Bir örnek verirsek: Günlük hayatta alışkanlık gereği kullandığımız "Nasılsın?, İyiyim. Ne var, ne yok?" vs. gibi ifadeler, beynimizdeki otomatik motor bölgesi hücrelerinin marifetleri arasındadır. Aynı şekilde, tahtaya yazılan "Güneş ışığı pencereden odaya giriyor" şeklinde bir yazıyı okurken  yine beynimizin  motor bölgesi çalışmaktadır. Halbuki bir kişiye, "Güneş, pencere, ışık, oda" sözcüklerinden bir cümle kurmaları söylendiğinde, bu kişi "Güneş ışığı pencereden odaya giriyor" şeklinde bir tümce oluşturduysa, kişinin ağzından yine aynı tümce çıkmasına karşın, bu sefer, beyninin ön lobundaki asosiyasyon bölgesi hücreleri bu işi kotarmaktadırlar. Dolayısıyla, ezber bilgileri veya ezbere konuşulan cümleler,  mantıksal bir değerlendirme ürünü olmamaktadırlar.
Toplumlarda insanlar, sadece kendi gelenekleri veya inanç sistemleri hakkında bilgi sahibidirler, başka toplumların gelenekleri veya inanç sistemleri hakkında doğru dürüst bir bilgi birikimine sahip değillerdir. Şimdi, böyle tek yönlü bir bilgi ile donatılmış bir beyin, 'doğru' diye elbette kendi gelenek veya inancını kabul edecektir. Onun için, bir konu hakkında,  çok yönlü ve ortak bir bilgi birikimine sahip olmayan insanların birbirleriyle anlaşmaları mümkün olmamaktadır.
Karar Verme Zamanı
Şimdi, hem belleklerimize şimdiye kadar kazınmış olan geleneksel bilgileri, hem de yukarılarda sunulan yeni bilimsel görüşleri beyninizde birlikte değerlendirmeye çalışın ve "hayat", "toplum", "ideal toplumsal yönetim şekli", vs. gibi konular hakkında belirgin fikirler oluşturmaya çalışın. Yeni sunulan bilgiler, geleneksel bilgilerle pek uyumlu olmadığından, zorlanacaksız. Ya, size sunulan bilgilerin yanlış olduğunu bigi ve mantığa dayanarak ıspatlayın, ve eski bildiğiniz yolda gidin; veyahut yenilerin doğruluğunu kabul edip, geleneksel bilgilerinizin doğruluğunu tekrar kontrol edin, bir sonuca varmaya çalışın. Bigi ve mantık yürüterek buradaki görüşleri çürutmeden, sırf kafanızdaki mevcut görüşlere uymuyor diye ret veya inkar etmeniz durumunda ise, yukarıda açıklanan mantıksızlık davranışını sergilemiş olursunuz ki, bunun nedenleri o bölüm altında işlenmişti, ve sizde de bu nedenlerden biri etkili demektir.
Kararsızlık durumu ise, beynin çalışmasına engel olan bir durumdur. Kararsiz bir beyin sahibi, ne kendine güven duyar, ne de  yaratıcı fikirler üretebilir. Bu nedenle de geri kalmışlığın ana nedenlerinden biridir. Dolayısıyla bir karar vermek zorundasınız.
Şimdi, bu anlatılan konu üzerinde, yani beyinlerimizde mantıklı bir davranış üretip, bir karara varma konusunda bir uygulama yapalım:
Şeriat, Laiklik ve Demokrasi Üzerine
Bu günlerde toplumumuzda, demokrasi, laiklik, şeriatcılık gibi çeşitli kavramlar tartışılıyor, toplum yönetimi nasıl olmalı diye fikirler yürütülüyor; ama, bir türlü bir sonuca varılamıyor, hiç bir taraf diğerini ikna edemiyor. Şeriatcılığı savunanlar, "Hakimiyet Allah'ındır"; demokrasiciler, "Hakimiyet milletindir" temel görüşünü benimsiyor. Bu iki görüş, birbirleriyle uyuşmayan iki farklı programdır. Diğer taraftan, şeriatcılar, halkın görüşüne başvurarak, yani 'halkın kendisini yönetecekleri seçmesi' şeklindeki demokratik bir ilkeyi kullanarak 'hakimiyeti' ele geçirmeye kalkıyorlar; demokrasiciler ise, 'bizler de kutsal kitaplara inanıyoruz' diyorlar, ama, bu inanç bağlılığının gereği olan şeriat hükümlerini kabul etmiyorlar! Her iki tarafta da tam bir çifte standart mantıksızlığı var.
 Şeriatcılar, seçim sistemini kabul edip, demokrasinin bir nimetinden yararlanarak, kutsal kitapların öngörmediği bir sistemle yönetime gelip, ondan sonra halkın görüş ve isteklerini bir kenara bırakmak zorunda kalarak (çünkü yönetim şekli, halkın istekleri doğrultusunda değil, kutsal kitaplar, hadis, vs. hükümlerine  göre olmak zorundadır) "şeriat hükümlerine göre" toplumu yönetmeye kalkıyorlar. Şeriat kurallarına göre, 'halkın kendisini yönetecek kişileri, belirli aralıklarla seçmesi ve onları beğenmediğinde, yine seçimle değiştirmesi' diye bir şey söz konusu olmadığından, demokratik bir yolla iktidara gelecek bir şeraitcı partinin, tekrar iktidardan nasıl uzaklaştırılacağı tam bir bilmeceye dönüşüyor. Şeriatcıların karşı karşıya kaldıkları daha bir çok açmaz bulunuyor: Örnekse: Şeriat kurallarının temelini Kutsal Kitap hükümleri oluşturur. Kuran ise arapçadır ve tercüme edilemez diye bilinir. Ayrıca, Kuran'daki arapça, bin küsur yıl öncesinin bir şivesi olup, bugünkü arap dünaysının bile anlayamadığı bir dildir. (Bu aynen bu gün Anadolu'da yaşayan Türklerin, bin küsur yıl önce atalarının konuştukları Uygurca, Turanca gibi dilleri anlayamaması gibidir). Diğer taraftan, 'Allah'la kul arasına kimse giremez' görüşü kabul edilir. Türkiye'de resmi dil Türkçedir, ama, insanlarımızın çoğunluğunun inandığı kitap Kuran'dır. Bu durumda, arapca bilmeyen vatandaş, 'Allah'la arasına, bir aracıyı (Kuran'ı okuyup yorumlayan birilerini)  sokmadan, kutsal kitap hükümlerini nasıl anlasın? Öte taraftan, her tefsirci, Kuran'ı başka türlü yorumluyor; bu ise, farklı tarikatların ve mezheplerin ortaya çıkmasına yol açıyor. İnsanlar böyle bölünmek durumunda olurlarsa, gerçek bir toplum oluşturma olanağı ortadan kalkmış oluyor, çünkü, toplumsal hayatta, karşılıklı işbirliği ve dayanışma sağlanabilmesi için,  ortak düşünce ve davranış vazgeçilmez bir önkoşuldur.
Şimdi de, Kuran'ın neden ve nasıl farklı yorumlamalara yol açacağını bir örnek üzerinde gösterelim:
Kuran'ın, Allah'la farklı uluslar arasındaki ilişkilere yönelik hükümleri arasında, şu ayetler yer alır:
6. Surenin 156. ve 157. ayetleri:
"* Bizden önce iki millete kitap indirildi, biz onu anlamaktan acizdik, bir şey anlamıyorduk" demeyesiniz,
*. Ya da, "Bize de kitap verilseydi, doğru yolu onlardan da iyi bulurduk" demeyesiniz diye, Rabbinizden size apaçık delil olarak Kuran indirildi.  ..."
14. Surenin 4. ayeti:
*- "Biz de, apaçık anlatmaları için her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ..."
16 Surenin 36. ayeti:
*- "Şüphesiz, her millete "Allah'a kulluk edin, sapıklardan kaçının" diyen peygamber göndermişizdir. Allah, kimini doğru yola eriştirdi, kimi ise sapıklığı seçti. ..."
17 Surenin 15. ayeti:
*- "Kim doğru yolu tutarsa kendi lehine, kim yoldan saparsa kendi aleyhine olur. Kimse kimsenin günahını asla çekmez. Biz bir  topluluğa resul göndermedikçe kimseye azap etmeyiz."
28. Surenin 47. ve 59. ayetleri:
"*- Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine uysak ve biz de müminlerden olsaydık, olmaz mıydı?" derler diye peygamber göndermişizdir.
*- Rabbin, ayetlerini kendilerine okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, onları helak edecek değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak etmişizdir."
Şimdi, bigi ve mantığı sağlam, ve hiç bir peşin önyargısı olmayan bir insan, Kurandaki birbirleriyle yakın ilgili bu hükümleri okuduktan, ve de, 2. Surenin, 92,221,242,266 ayetlerinde (ve daha bir çok Surede, örneğin 22/16), Kuran'ın insanlarca kolay anlaşılır şekilde indirildiğinin belirtildiğini de görüp, kendi kendine şu soruyu sorarsa, Kuran'a göre suçlu mu olur?:
 - Madem ki, Kutsal kitaplar herkesin anlayacağı bir şekilde ve dilde gönderiliyormuş, öyleyse, bizim anlayacağımız bir dilde  kutsal kitabımız niye yok? Biz niye, bir aptal gibi, hiç anlamadığımız bir dilde Allah'a dualarda bulunuyoruz?
Görüldüğü üzere, Kutsal kitaplar, özellikle de Kuran, farklı farklı yorumlanabilmeye açıktırlar. Çünkü, Kuran'da hiç bir konu, başlı başına bir surede veya ayette her yönüyle işlenmemiştir. Bir çok surede, belirli bir konu hakkında hükümler bulunmaktadır. Dolayısıyla, bir konu hakkında ayrıntılı bir fikir oluşturmak için, önce bir çok surenin taranması gerekmektedir; sonra ise, bu farklı ayetleri, birbirleriyle ilişki içine sokup, bir yorum yapmak gerekmektedir. Bu aynen, sadece bir kaç yerinde bir kaç hat işlenmiş bir sayfaya bir resim yapmaya benzer; her insan o mevcut hatlar arasındaki boş yerleri farklı farklı çizer ve boyar! İşte bu nedenden dolayı, dinsel konularda yorum yapan kişilerin fikirleri genellikle birbirlerine uymazlar, ve bu uyumzuzluk, çeşitli mezhep ve tarikatların oluşmasına yol açar, ve gün geçtikçe de açacaktır. Onun için, kimsenin Kutsal kitapları yorumlama hakkını kendinde görmesi doğru olamaz. Dolayısıyla, şeriatcılığa dayalı bir toplum yönetimi, sürekli bölünmüşlüğe yola açar ve açmıştır da. 
"Müslüman İnsan" denilince aklımıza genelde, 'iyi niyetli, başkasına bir kötülük yapmayan' bir insan tipi gelir, ve çoğunluğumuz bu terimi bu anlamda kullanırız.  Kuran'da da gerçekten bu anlamda bir çok ayet vardır, ve kendisine müslüman sıfatını yakıştıran insanların büyük çoğunluğu da, Kuran yorumunu bu yönde yapar. Diğer taraftan, Sivas katliamı gibi vahşet dolu olayları körükleyen ve gerçekleştirenler de kendilerini 'müslüman' olarak tanımlıyorlar, ve yaptıkları eylemin Kuran hükümlerine uygun olduğu inancındalar, ve gerçekten de Kuran'da bu yönde de ayetler vardır. Dolayısıyla, yukarıda  örnek olarak verilen Kuran ayetlerinin farklı yorumlanabilirliği de tekrar hatırlanırsa, Kuran çok çok farklı şekillerde yorumlanmaya müsaittir. Dolayısıyla, herkesin onu bizzat okuyup, kendi kendini bizzat yönlendirmesi en doğru davranıştır. Ancak, belirli insanlar, Kuran'ı okuyup anlama ve yorumlama hakkını sadece kendilerinde görerek, çevrelerindeki insanları yönlendirme hakkını ellerinde tutmak istemişler; ve bunu meslek haline dönüştürerek, kendilerine bir geçim kaynağı yolu yaratmışlardır. Buna benzer meslekler, ta putperestlik dönemlerinden beri vardır: Örneğin, Kutsal Kitaplar döneminden önceki Mezopotamya uygarlığı süresince, ruhban sınıfı, hem insanların bu dünyadaki yaşamlarında tanrıların kendilerine lütuflu olmaları için aracılık yapmışlar ve bunun karşılığında para, yiyecek, giyecek, vs. gibi karşılıklar almışlar, hem de ölümlerinden sonra "öteki dünyada" rahat ettirilmelerinde aracı olarak, ölenlerin yakınlarından ölen adına, yiyecek içecek, giyecek, vs. almışlar, yani, geçımlerini bu yolla sağlamışlardır. Henüz, ne gezegen \ güneş ilişkisinin, ne yıldız \ galaksi ilişkilerinin, ne atomun ve atomaltı parçacıklarının,  ne moleküllerin, ne hücrenin ve hücreler arası karşılıklı etkileşimlerin, ne enerji \ madde ilişkilerinin, ne hayvanların ve bitkilerin hangi parçacıklardan ve nasıl oluştuğunun fakında olan; ne de,  hayat ve ölüm kavramları da dahil olmak üzere, doğadaki en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm bu sayılan sistemler arası bağlantı ve ilişkilerin,  kuvvetli ve zayıf etkileşimler, gravite kuvveti, elektromanyetik kuvvet sistemleri gibi belirli ve matematiksel olarak ifade edilebilir güç kaynaklarınca denetlenip yönlendirildiğinin farkında olmayan atalarımız, yaşam şekillerini ve usullerini, o dönemin ilkel bilgi seviyesine uygun bir  düşünce ve değerlendirme sistemi çerçevesinde, tasarlamışlar ve uygulamışlardır. Daha sonraları, insanların ilk toplumsallaşma aşamaları döneminde ortaya çıkan bu meslek, insanların belirli konularda kendilerini yetiştirip, bizzat o konuda bilgi sahibi olmaları engellenerek (korkutma,  şantaj, beyinlerin yanlış programlanıp doğru mantıksal değerlinderme yapmaktan alıkonulması, vs. gibi yöntemlerle), bu güne kadar korunmuştur. Kuran dilinin bin küsur yıl öncesinin arapcasının bir şivesi oluşu ve bugünkü arapların bile onu anlayamaması, "Kuran tercüme edilemez" gibi bir görüşün ileri sürülmesi; içinden çıkamadıkları ve mantıksal olarak çelişkiye düşülen konularda, "insanın aklı her şeye ermez" türünden kaçamaklara başvurulması gibi olgular, bu meslekten geçimini sağlayan zümrenin, çıkarlarının korunmasına yönelik girişimler olarak yorumlanabilirler.
Madem ki, Allah'la kul arasına kimse giremez, girmemeli, öyleyse, niye insanları serbest bırakıp; onların istedikleri kitabı okuyup, istedikleri yorumu yapmalarına olanak tanımıyoruz da, tersine, daha yeni doğan bir çocuğu, ya hırıstiyan, ya islam, ya başka bir dinin damgasıyla damgalayıp, onun gelecekteki bilinçli kararını daha doğduğu anda ipotek altına alıyoruz?
Demokrasiciler ise, önce, 'biz  her türlü görüşe saygılıyız',  temel prensibini uygulamak zorunda kalıp, demokrasi sistemine karşı olan bir görüşün, demokrasi prensipleri uyarınca iktidara gelip, geldikten sonra kendisini yok edecek (demokrasiyi rafa kaldıracak) bir yönetim şeklini devreye sokmasına olanak tanıyorlar. Bindiği dalı kesmek aymazlığına düşüyorlar.
Görüldüğü üzere, her iki düşünce sistemi de, kendi temel ilkesi ile çelişiyor. Sonuçta, insanlar tutarlı ve mantıklı bir karara varamıyorlar, çünkü, beyinlerde birbiriyle çelişkili programlar var.
Sonuç olarak şu ortaya çıkıyor: Bir konu hakkında, bir karar verebilmek, ve verdiği bu kararda da yanılgıya düşmemiş olmak için: a) Kafanızda birbirleriyle çelişkili programlar olmamalı; b) Beyninizi o konu hakkında yeterli bilgiyle donatmış olmalısınız!
Şimdi, bir de, yukarıdaki tartışma konusunun,  "mantıklı" davranış sergileyebilen iki kişi arasında nasıl çözülebileceğini gösterelim. Başlangıçta birbirleriyle zıt görüşler taşıyan, ama, beyinlerindeki programlarda mantıksızlık varsa, bunları düzeltmeye razı olan kişiler, 'mantıklı' olarak kabul edilirler.
Bu nedenle, önce, tarafların mantıklı davranışa uygun olup olmadıklarını, tartışılacak konuyla ilgili bilgilerden oluşturulan bir test üzerinde saptamaya çalışalım. (Bu test, matematik veya mantık biliminde, 'a = b, b = c; öyleyse c = a' kuralının uygulanmasından başka bir şey değildir). Cevaplarınız, ya "evet", veya "hayır" şeklinde olmak zorundadır; aksi takdirde çifte standart uygulanmış olur ki, bu durum mantık çarpıklığının bir sonucudur.
Düşünce veya inanç sisteminize göre;
a)- Allah önce yeri ve göğü yaratmıştır; doğru mu?
b)- Sonra, karaları ve denizleri yaratmıştır; doğru mu?
c)- Sonra, tüm kara, deniz, ve havadaki canlıları yaratmıştır; doğru mu?
d)- Sonra, Adem'i ve sonra Havva'yı yaratmıştır; doğru mu?
e)- Sonra, Adem'le Havva'yı Cennet bahçesine yerleştirmiştir; doğru mu?
f)- Sonra, Adem'le Havva'yı, bir günah işledikleri için Cennet'ten kovmuştur; doğru mu?
g)- Bunların hepsi, bugün dünya dediğimiz yeryüzünde olmuştur; doğru mu?
h)- Öyleyse, Cennet yeryüzünde bir yerde olmak zorundadır; doğru mu?
Bu, çok kısa ve öz bir testtir. Cevaplar birbirleriyle uyumlu ise, mantığınız sağlamdır, ve kafanızda birbiriyle çelişkili program yok demektir! Ama uyumsuz ise, o zaman, mantığınızın sağlam bir değerlendirme yapabilecek şekilde olmadığını kabul etmek zorundasınız. Bunun nedeni ise, yukarıda tartışılan nedenlerden herhangi biri olabilir. Bu nedeni kabul edip, beyninizdeki bilgilerde gerekli düzeltmeyi yapmaya hazırsanız, tartışmaya devam edebilirsiniz. Aksi takdirde, 'mantıklı davranış' söz konusu olamayacağından, herhangi bir tartışmaya katılmanızın da bir anlamı olamaz; havanda su döğmeye gerek yoktur!
(Taraflar arasında, kötü niyet veya ön yargılı davranış söz konusu değilse, mantıksızlığın nedeni, büyük bir olasılıkla, 'bilgi yetersizliği' olabilir. Yukarıdaki örneklerdeki çelişkilerin nedenleri genellikle şu olabilir: İnsanlarımıza geleneksel olarak aktarılan bilgiler arasında, atalarımızın, tarihsel olayları yanlış yorumlayıp, olayları birbirlerine karıştırdıkları durumlar vardır, ve bu durum daha önceki bölümlerde belgeleriyle işlenmiştir. Bu nedenle de, bizler hiç, tüm tarihsel belgeleri ve bilgileri derleyip mantıklı bir dizin içinde değerlendirmeden, kafalarımızdaki geleneksel bilgilere dayanarak kararlar verirsek, bu kararlar, çelkişkiler içerecek ve doğru olamayacaktır.)
Şimdi şöyle bir yol izlensin: Konu "Toplum nasıl yönetilmeli?" Kaç farklı görüş var?  "İki". Birinci görüş: Hakimiyet Allah'ındır; ikinci görüş: Hakimiyet Milletindir. Üç tane sözcük söz konusu: Allah, millet, ve hakimiyet. Bu sözcüklerden 'millet ve hakimiyet' terimlerinin tanımları, her iki tarafca aynı. Öyleyse, anlaşmazlık "Allah" kavramının kapsamı konusunda olmalı! Peki, "Allah" teriminden taraflar ne anlıyorlar?
Bu kitabın ilk bölümünde, 'İnsanlık tarihi boyunca tanrı anlayışı' ve 'Enki'nin laneti, veya tanrı korkusu' başlıklı bölümler hatırlanırsa, insanların 'yaratıcı ve yönlendirici gücü' farklı farklı yorumladıkları anlaşılacaktır. Peki, tarafların kafalarındaki "Allah" tanımları nasıldır?
İnsanlık tarihinin gelişim aşamalarının incelenmesinden ortaya çıkarılabildiği üzere, iki değişik türde Tanrı tanımı yapılabilir:
Birinci tür tanım, 3-4 bin yıl öncesi insanlarının bilgi düzeylerine ve dünya anlayışlarına uygundur ve 'Yaratıcı' şu özelliklere haizdir:
Her şeyi, 'hava, su, toprak ve ateş' dörtlüsünden yapmıştır; yeryüzünde her şeyi şu andaki göründükleri şekilleriyle yaratmıştır, bu yaratılanlarda zamanla bir değişim  olması söz konusu değildir, yani her şey sabit görünüşlüdür, karalar her zaman kara, denizler her zaman denizdirler, tüm canlılar yaratıldıkları andan itibaren aynı şekillerini korurlar ve hiç bir değişime uğramazlar. İnsanı, çamurdan kendine benzer şekilde yaratmıştır ve içine "ruh" üfleyerek ona hayat vermiştir (bu nedenle tanrı, görünmez canlı bir yaratıkmış gibi düşünülür); insan, tanrıya hizmet için yaratılmıştır, dolayısıyla, insan hizmetçi (veya kul), tanrı "Efendi" veya emir verendir; bu nedenle "Ya Rabbim, Efendim" gibi yakarışlarla, O'ndan merhamet dilenir, O'na kurbanlar kesilir, adaklar adanır; insanların bu dünyada kendisine verecekleri hizmetlere göre, onlara 'öteki dünyada' daha iyi, veya daha kötü bir ebedi hayat verir. O her insana görünüp konuşmaz, sadece beyinlerinde özel sesler duyup, özel hayaller görebilen insanlara görünür ve onlarla konuşup, mesajlarını onlarla iletir; insanlara tüm bilgileri O vermiştir; insanlar arasında taraf tutar, örneğin İsrailoğullarını seçilmiş ırk ilan eder ve  'kitabı', yani bilgiyi, 'peygamberliği' onlara verir; her doğal felaket onun insanlara bir cezasıdır; O kıtlık veya bolluk yaratarak, insanları cezalandırır veya mükafatlandırır; yağmuru, göğün pencerelerini açarak indirir, dolayısıyla, gökteki tatlı su ile denizlerdeki tuzlu suyu birbirinden ayrı tutup, hiç karıştırmaz; yoktan var eder, örneğin, bir yerde hiç yokken bir bitki veya hayvan ortaya çıkarır.
Güncel olarak ise, Allah, Tanrı veya Yaratıcı, "Tüm evrenin ve bu evrene ait alt sistemlerin yaratıcısı veya oluşturucusu; onlar arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi; dünyadaki canlı\cansız tüm varlıkların yaratıcısı ve onlar arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi güç sistemi" olarak tanımlanır.
Bu tanım uyarınca, fizik, kimya, biyoloji, genetik, jeoloji, astronomi, antropoloji, vs. gibi doğa bilimleri, yaratıcının oluşturduğu bu sistemin sırlarını çözmeye çalışan, yani Allah'ın mesajlarını algılamaya uğraşan meslek kolları olarak kabul edilebilirler. Dolayısıyla, kısaca "Hayatta en hakiki mürşit bilimdir". Yaratıcı gücün mesajları, doğal sistemde saklıdır; ve insanlar içinde yaşadıkları bu doğal sistemin sırlarını, onu araştırıp, inceleyerek bulabilirler. Yaratıcının kitapları, onun ortaya koyduğu eserlerinde saklıdır; bu kitaplar, canlıların oluşum ve gelişimlerini yansıtan kromozom iplikcikleri şeklinde olabildiği gibi, dünyamızın yapısallaşmasının ortaya koyduğu yaprak yaprak katmanlar olabilirler; veyahut evrende dolaşan çeşitli türlerdeki dalgalar veya ışınımlar şeklinde olabilirler, vs.. Yani, Yaratıcı bir güç kaynağıdır, ve o güç, ne herhangi bir insandan veya ırktan yana ve bir başkasına karşı  olur; ne insanlara karşı duygusal davranışlar gösterip, onları cezalandırır veya mükafatlandırır.
Doğadaki her olayın bir nedeni vardır, ve "Kuvvetli etkileşim, zayıf etkileşim, elektromanyetik kuvvet ve gravite kuvveti" diye sınıflandırılan dört farklı güç sistemi ile denetlenmektedir. Bu güç sistemleri  ile, madde ve enerji sürekli bir değişim\dönüşüm içinde olduklarından, doğada hiç bir şey sabit şekilli ve değişmez değildir. Yeryüzünün şekli bile, sürekli değişmekte, karalar deniz altına düşmekte; deniz diplerindeki çamurlar kıvrımlanarak, dağlara dönüştürülmekte, ve bu olay, sürekli bir döngü halinde devam etmektedir.
İnsan dahil tüm canlılar, hücrelerden oluşmuşlardır; dolayısıyla, insanlara hayatiyet veren, içlerindeki tek bir "can" değil, milyarlarca 'candır'. Yani, insan bir kılıftır, asıl yaşayan, o kılıfın içindeki hücrelerdir. Kılıf içindeki milyarlarca canın birbileriyle etkileşimlerinin toplam bileşkesi, bizlerin duygu, düşünce ve davranışlarını belirler. Nitekim, bu hücreler arası etkileşim, herhangi bir nedenle aksar veya engellenirse (örneğin kafamıza bir balyozla vurulup, veya damarınızdan bir uyuşturucu verilip, sinir hücreleri arası hatların bir kısmı kesilirse), bilincimiz de kaybolur.
Bu kuvvet sistemlerinin doğrulukları, uzaya gönderilen uydularla, atom veya nötron bombalarının yapımıyla, canlıların kromozomlarında yapılabilen genetik kodlama değişiklikleri ve bunun sonucu ortaya çıkan yeni hayati özelliklerle yeterince ıspatlanmışdır. Örneğin, bulutların nasıl oluştuğu; yağmurun nasıl yağdığı; şimşeklerin neden ve nasıl çaktığı; dünya ikliminin nasıl oluşup, zamanla nasıl değiştiği, bu kuvvet  sistemleri ile açıklanabilmektedir. Öyleyse, bir yere yağmur yağıyor, diğer yöre kurak kalıyorsa, bu Allah'ın bir yöredeki insanlara lütfu, diğerlerine cezası olarak yorumlanamaz.
Evet. Görüldüğü üzere, birbirine tamamen zıt iki tanım söz konusu. Birinci tip tanımda, Tanrı, her şeyi bilen; her şeye tek yetkili olan; insanlara neyi yapıp, neyi yapmayacaklarını söyleyendir; insanlar bir şeye ulaşmak için O'na yalvarırlar, merhametli olması için O'na hediyeler (kurban, vs.) verirler; O görünmez bir canlıdır; ancak özel kulları veya temsilcileri vasıtasıyla insanlara mesaj iletir; dolayısıyla insanlar hep özel yetenekli, mucize yaratan insanlar peşinde koşarlar; vs..  İkinci tip Tanrı tanımında, Tanrı bir güç kaynağıdır; insanlar bu güç kaynağının formüllerini bulup, onun doğayı hangi parametrelerle yönlendirdiğini anlamaya çalışırlar; Yaratıcının güç sistemlerinin formüllerini ve parametrelerini saptadıkları kadarıyla da, bu formüllerdeki koşulları yerine getirmeye çalışarak, O'nun güç sistemlerinden yararlanarak, yaşam koşullarını geliştirmeye, doğanın zorluklarına karşı koymaya çalışırlar. Bu iki tip tanım birbirinin tamamen zıttıdır. Birinin sloganı: "Hayatta en hakiki mürşit bilimdir"dir; diğerininki ise, dinlere göre değişir!
Günümüz insanlarının Tanrı anlayışı ise, kafalarındaki bilgi düzeyine göre, bu iki aşırı uç arasında bir yelpazede bulunmaktadır.
Daha önceleri sunulan, ve önemli olması nedeniyle, karşıda tekrar verilen, insanların zaman içindeki bilgi düzeyini yansıtan tablodan görüleceği üzere, Hz. Muhammed'in yaşadığı dönemde insanlığın bilgi düzeyi, 3-4 bin yıl öncesinden pek farklı değildir. Dolayısıyla, şeriat taraftarlarının kendilerini bağladıkları Kuran hükümleri, 3-4 bin yıl öncesinin Tanrı anlayışına daha yakın görüşler içermektedir.
Diğer taraftan, yine tablodan görülebileceği gibi, son bir\iki asır içinde, insanlığın bilgi düzeyi öylesine gelişmiştir ki, insanın mantığı, artık bol ürün elde etmek için Tanrı'ya yalvarmanın değil, verimliliği artıran faktörlerin sağlanmasının gerekliliğine inanmaktadırlar. Susuzluğa karşı, dua etmek yerine, barajlar yaparak, ırmak sularını depolamaya, veyahut, yağmur oluşumu koşullarını, suni olarak oluşturarak, yağmur yağdırmaya  çalışmaktadır.
Toplumumuzdaki insanların beyinlerine, daha doğar doğmaz, dinimiz gereği, Kuran hükümleri yerleştirilmekte; daha sonraları ise, çeşitli doğa bilimsel bilgiler verilmeye çalışılarak, karışık bir eğitim yapılmaktadır. Beyine ilk yerleştirilen programlar her zaman daha etkilidirler. Bu ilk programlar arasında, 'bunların doğruluğundan şüphelenilmesi, veya bunlara ters davranılması durumunda, insanların başına felaketler gelebileceği şeklinde', bir program olursa, beyinlerin kendi kendilerini sürekli yeniden programlama ve yanlışları silip, doğrularıyla yer değiştirme mekanizması kapatılacağından, bu tür programlar içeren beyinlerin, daha sonraki öğrendikleri bilgileri kullanması mümkün değildir; o bilgiler, sadece 'ezber, göstermelik bilgiler' olarak beyinde tutulurlar.
İnsanlarımıza, hem insanın çamurdan oluştuğu belletilmekte, hem hücrelerden oluştuğu; yağmurun hem "Allah'ın göğün kapılarını açarak yağdırdığı" öğretilmekte, hem su buharının, atmosfer katmanlarında yoğunlaşmasıyla, su veya kar şekline dönüşmesi ürünü olarak yer yüzüne düştüğü anlatılmakta; hem yerin altında bir cehennemden söz edilmekte, hem yerin iç yapısı verilirken, hiç bu terim bir daha kullanılmamakta; hem Tanrı'nın ilk insanı, YERYÜZÜNDE, çamurdan yarattığı, ve ilk insanı bu yer yüzünün bir CENNET bahçesine koyduğu öğretilmekte, hem CENNET yeryüzünde değil, hayali bir başka dünyada tasarlanmaktadır! Yani, insanlarımızın beyinlerine, birbirleriyle uyumsuz, yüzlerce program yerleştirilmektedir. Beyinler böyle çelişkili programlar içerirse, o beyinler, hep çift standartlı olurlar. Ruh doktorları bu duruma "ambivalans" derler.
Beyinlerinde birbirleriyle çelişkili programlar içeren insanlar, hem yağmur duasıyla "Tanrıya yalvararak, Ondan yağmur yağdırmasını dilerler", hem yağmur bombası atarak 'Tanrı'dan zorla yağmur koparmaya çalışır" duruma düşerler, ama bu çelişkili durumlarının farkına varmazlar!
Sözün kısası, hem şeriatçı-demokrasiciler, hem laik-müslüman olduğunu savunanlar, her ikisinin de beyinlerinde çelişkili programlar vardır. Kendi içlerinde tutarlı, bigi ve mantığa ters düşmeyen, doğru ve isabetli karar vermeleri ancak tesadüflere bağlıdır.
İki insanın, karşılıklı olarak anlaşabilmesi için, aynı frekansta çalışan iki telsiz aygıtı gibi, ya her ikisinin de beyninde birbirine uygun programlar ve bilgiler olmalıdır, veyahut da, taraflardan birinin o kadar sağlam ve itiraz kabul etmeyen, çelişkisiz fikirleri olmalıdır ki, diğer taraf mantık gereği kabul etmek zorunda olsun! Yukarıdaki durumda, şeriatcı-demokrasicilerin kafalarındaki bilgiler daha çok ilk yapılan tanrı tanımına, laik müslümanların kafalarındaki bilgiler ise, ikinci tanıma daha yakın bilgiler içerdiklerinden, bu iki görüş sahibi, aynı frekansta konuşamamaktadırlar; bu nedenle, anlaşmanın ilk koşulu yerine getirilememektedir. Diğer taraftan, her iki farklı görüş sahipleri de, hem birinci tanıma, hem ikinci tanıma uygun fikirleri kafalarında bulundurduklarından, ve bu iki tanıma ait bilgiler birbirleriyle tamamen uyumsuz olduklarından; taraflar "ambivalanslı" kişiler olarak düşünce üretebilmekte, dolayısıyla, ileri sürdükleri görüşler kendi içlerinde mantıksızlık içermekte, ve bu nedenle de, her iki taraf birbirini mantıksızlıkla suçlayabilmektedir. Tarafların biri tam mantıklı, ve kendi içinde hiç bir çelişki içermeyen bir fikir sistemi üretebilse, mantıklı olmayı kabul eden diğer tarafı  ikna edebilir. İşte, bu nedenlerden dolayı, toplumumuzda insanlar arası yapılan tartışmalar, hep boşuna olmakta, havanda su döğülmekten başka bir şey yapılmamaktadır. Bu acı gerçeği kabul etmek zorundayız.
Şimdi, bir insan, mantıklı olmayı kabul ediyorsa, beynindeki çelişkili programlardan, yanlış olanı silip atmaya razıdır demektir. Öyleyse, tartışmanın ana konusu olan kafasındaki "Tanrı" kavramını, yukarıda sunulan iki zıt tanımdan biri lehine düzeltmek zorundadır. "Hem ..., hem ...; ama,.., vs." gibi çift standartlı düşünme tarzını bırakıp, kesin karar vermekle yükümlüdür.
Örneğin: Yağmur yağdırmak için, doğal sistemin koşulları çerçevesinde, uygun ortamın oluşturulması yeterli midir, ve bu yöntem, Yaratıcının mesajlarının uygulanmaya koyulması değil midir? Evet! Öyleyse, doğa bilimlerinin gereğinin yerine getirilmesi, Yaratıcının doğayı yönetim şekline uygun mudur? Evet! Doğada belirli bir yapısallaşma prensibi ve sistemi var mıdır? Evet. Bu doğal yapısallaşma prensibinin uygulanması, Yaratıcının öngördüğü sisteme uygun mudur? Evet! Dünya ve evren sürekli değişmekte midir? Evet! Öyleyse, bu değişen koşullara uyum sağlamak için, doğadaki değişimleri izleyip, onlara uygun davranmak gerekir mi? Evet!  Yaratıcı, sürekli değişen bir sistem içinde oluşturduğu canlı veya cansızlar aleminin, sabit ve değişmez hükümlü bir kitapla yönetilmesini istemiş olabilir mi? Hayır! Yaratıcı insanı hücrelerden oluşturmakta mıdır? Evet! Hücrelerin neyi nasıl yapacakları, insan veya başka bir kılıf içinde nasıl örgütlenecekleri, onların kromozom kitapcıklarında kayıtlı mıdır? Evet! Hücreler, çevrelerindeki ortamsal değişiklilere uyum sağlayabilmek için, bu genetik kodlamalarında sürekli değişiklikler yaparak kendilerini yaşadıkları yerin koşullarına uydurmaya çalışmaktalar mı? Evet! Hücrelerden, uyum sağlayanlar hayatta kalıyor, uyum sağlayamayanlar yok oluyorlar mı? Evet! Tüm bu olaylar, biz insanların hücreleri arasında da oluyor mu? Evet! Bizlerin çeşitli hastalıkları veya rahatsızlıkları, hücrelerimizin kendi aralarında, veya yabancı hücrelerle olan anlaşmazlıklarından kaynaklanıyor mu? Evet! Toplumalar da insanlardan oluşuyor mu? Evet! Toplumların hastalıkları da, insanlarının birbirleriyle anlaşmazlıklarının sonucu değil midir? Evet! Biz insan olarak kendi başımızın ağrımasını istemediğimize göre, toplumumzun da sancılar çekmesini istememeliyiz, değil mi? Evet. Birbirimizle düşman olmak veya küs olmak yerine, anlaşmamız, toplumumuz için yararlı olacağına, ve de, bigi ve mantık dışında da bir uzlaştırıcı sistem olamayacağına göre, bu çerçevede uzlaşmaya hazır mıyız? Evet! Bizler bu dünya üzerinde mi yaşıyoruz? Evet! Öyleyse, bu dünya üzerinde yaşadığımız sürece, yönetim biçimimiz bu dünyanın koşullarına uyum sağlayacak şekilde olmalı mıdır? Evet! Öyleyse, gerçek olan bu dünya işleriyle, "hayali öteki dünya" işlerini birbiriyle karıştırmamalı, değil mi? Evet!
Öyleyse, bir toplumun yönetimi için, doğabilimsel yöntemlerin uygulanması bu dünyayı ve doğayı yaratanın isteği doğrultusundadır, dolayısıyla, hiç bir inanç sistemi doğal sistemle çelişmemelidir! Bir konu tartışılacaksa, tartışmayı yönetenin, o konuda, tartışmacılardan daha çok bilgili, ve  mantıklı olması gerekir, ancak o zaman taraflar bir uzlaşma zemininde birleştirilebilirler.

EK-7: TOPLUMLARDA DOĞAL YÖNETİM ŞEKLİ NASIL OLMALI?
Bir toplum sağlıklı değilse, toplumsal hastalıkları çoksa, o toplumda işler iyi yürümez. Böyle toplumlara geri kalmış toplum denir. Hastalıklı bir insanla, hastalıklı bir toplum arasında şu benzerlik vardır: Hastalıklı bir insanda, hastalığın nedeni, insanı oluşturan hücrelerin birbirleriyle tam anlaşamayıp, uyum içinde olmamalarıdır; toplumsal hastalıkların nedeni ise, toplumu oluşturan insanların birbirleriyle tam anlaşamayıp,  birbirleriyle uyum içinde olmamalarıdır. Bunu kısa bir özdeyiş şeklinde ifade etmek gerekirse:
 İnsanların hastalığı, hücrelerinin birbirleriyle uyum içinde olamamaları veya anlaşamamaları; toplumların hastalığı, insanlarının birbirleriyle uyum içinde olamamaları veya anlaşamamalarıdır!
Bu durumu çok basit bir örnek vererek açıklayalım: İnsanlar birbirlerine güven duymazlarsa, karşılıklı iş birliği içine girmekte çekingen davranırlar, dolayısıyla gerçek bir toplumsal düzenin gerektirdiği dayanışma ve mutlak güven duyma olgusu oluşmaz. Bu günkü yaşam şeklimizde, çocuk daha aile yuvasında iken, anne\baba veya diğer örnek aldığı kişiler, birbirleriyle konuşurlarken, genellikle başkalarını çekiştirerek sohbetlerini sürdürürler. Diğer taraftan, bir kaç saat sonra, bu çekiştirdikleri kişilerle karşılaşınca, bu defa onlarla çok samimi bir dostmuşcasına, ve onları öven bir davranışa bürünürler. Çocuklar tüm bu olanları yaşayarak büyürler, ve insanlar arası ilişkilerin bu şekilde olması gerektiği inancına ulaşırlar. Bu tür bir yaşam alışkanlığı etkisi altında yetişen bireyler, doğal olarak, bir 'iki - yüzlülük' ve 'çifte standart' hastalığına tutulmuş olarak topluma katılırlar. Bu hastalık ise, nesilden nesile, bulaşıcı bir sosyal hastalık olarak sürekli aktarılır, ve hiç tedavi edilmez. Bu sosyal hastalığın yaygın olduğu toplumlarda, insanların yetişme tarzı, karşılıklı güven duygusunu zayıflattığı için, hiç bir zaman gerçek bir işbirliği ve dayanışma sistemi gerçekleşmez. Sonuç, geri kalmış bir toplumsal hayat tarzıdır.
 Mevcut Toplumsal Düzenle Neden Kalkınamayız?
Bir - iki  örnek vererek, toplumsal kalkınmanın bu günkü tepeden aşağı doğru olan örgütlenme sistemi içinde neden gerçekleşemeyeceğini açıklamaya çalışalım.
OLAY 1- Bir vatandaş, bir işi için şehir merkezine gelir; arabasını park etmek için yer aramaya başlar; girdiği sokağın kenarından itibaren trafik levhalarını takip etmeye başlar; kavşaktan 10 - 15 metre ilerledikten sonra, hiç bir 'park yapılmaz, veya durmak yasaktır' levası, veya 'durak' işareti gibi, park etmesini yasaklayacı bir engel görmeyince, arabasını park eder ve işine koşar. Nitekim, onun arabasının ilerisinde de bir başka araba park emiştir.
Yaklaşık 1,5 saat sonra işi bitip, arabasının yanına döndüğünde, arabasının silecekleri arasına, trafik polislerince, hem de 3 tane, ceza fişi konulduğunu görür. Ceza fişlerini alır, ilgili yasanın 47/c, ve 61. maddelerine uymadığı için, cezalandırıldığını öğrenir. İlgili yasayı bulup, ilgili maddelere bakarak, trafik yasasında bilmediği bir suç unsuru olup olmadığını kontrol eder. 47/c: "Trafik işaret levhaları, cihazları ve yer işaretlemeleri ile belirtilen veya gösterilen hususlara" uymamak; 61. madde ise, 'park etmenin yasak olduğu yerler ve halleri' tek tek sıralamaktadır. Kişinin aracını park ettiği, iki kavşak arasındaki yol üzerinde ise, hiç bir trafik işareti veya sınırlandırması görülmemektedir.
Vatandaş kendisine haksız yere ceza kesildiğinden emin olarak, trafik şubesine gider; görüştüğü trafik polislerinden bazıları çeşitli savunmalar yaparlar: "Orada park etme yasağı yok diyelim; peki, park edilebilir levhası var mı ki, siz orada park ettiniz?", ve daha buna benzer bir sürü başka türde savunma! Vatandaş bu savunnmalardan ikna olmadığından, daha üst düzeyde bir yetkiliyle görüşmek ister ve trafik amirine çıkar. Ona da durumu anlatır. O da elbette, memurlarını savunmak için bazı gerekçeler ileri sürer; tarfiğin sıkışıklığından, orada park etmeye müsaade edemeyeceklerinden söz eder ve şunu ekler: Trafiği düzenlemek bizim görevimiz, ama tarfik levhalarının yerleştirilmesi, dikilmesi görevi belediyenindir. Neyse, sonuçta vatandaş mahkemeye başvurarak hakkını aramaya karar verir.
Mahkemelerde bir davayı takip etmek, başlı başına bir serüvendir. Kaç vatandaş böyle veya buna benzer bir durum karşısında hakkını aramaya devam eder?
OLAY 2- Vatandaşın biri, yıllar önce, bir kooperatife üye olarak, sahil kasabalarının birinde bir arsa alır. Yıllarca aidatlarını öder, yollar yapılır, su kuyuları açılır, elektrik sağlanır, vs.. Arsasına tam ev yapacak duruma geldiğinde, birden bir yazı alır ki, tapulu arsası ormanlık alan olarak ilan edilmiş ve orman bakanlığı araziye sahip çıkmıştır. Vatandaşın elinde, Türkiye Cumhuriyeti başlıklı, "kapı gibi tapusu" vardır, ve üstelik bu tapulu arsası nedeniyle devlete yıllarca arsa vergisi ödemiştir! Ama artık tapusunun bir değeri yoktur, ve verdiği arsa vergilerinin hesabını soracağı bir makam bulamaz! 
Peki, vatandaşa bu tapuyu veren kim? Devletimizin bir bakanlığı! Yıllarca arsa vergisini alan kim? Devletin bir başka bakanlığı! Bir süre sonra vatandaşın tapulu malına el koyan kim? Devletin bir başka bakanlıği! Vatandaşın bu işte suçu ne, ve neden cezalandırılıyor? Devletin farklı bakanlıkları arasında gerekli koordinasyon nerede?
Örnekler çoğaltılabilir; "Yaşar, ne yaşar, ne yaşamaz" hikayelerini bilirsiniz. Sizlerin de başınızdan bunlara benzer sürüyle olay geçmiştir. Peki, bütün bu toplumsal uyumsuzlukların, anlaşmazlıkların asıl nedeni nedir, neden işler tıkır tıkır yürümez? Bu konuda bir inceleme ve araştırma yaptınız mı?
Tüm aksaklıkların ortak noktası şudur: Her şey tepeden aşağı doğru örgütlenmiş, tüm yetkiler en tepede toplanmış, aşağıdakilere görev ve iş verilmiş, ama aksaklıkları giderecek hiç bir yetki verilmemiştir. Sorunlar vatandaşlar arsında çıkmaktadır; ama vatandaşlar arası ilişkileri en ayrıntısına kadar düzenleyen yasalar tek bir merkezden çıkarılmakta, bu kuralların uygulanması görevi ise, alt kedemelere verilmektedir. Trafik yasası örneğinde, trafiğin düzenlenmesi trafik polisinin görevi, ama tarfik levhalarının yerleştirilmesi, belediyenin görevi; ikisi arasında ise koordinasyon sağalyıcı bir sistem oluşturulmamıştir. Belediyeye gidip, neden trafik levhalarını gerektiği şekilde yerleştirmediğini sorarsanız, mali olanaklarının yetersizliğinden başlayan bir sürü başka gerekçe ile karşılaşırsınız. Belediyeler mali bakımdan bir üst makama bağlıdırlar, oradan destek almadan iş göremezler. Yani, sözün kısası, ufak bir şeyin yapılması için, bir taraftan emniyet örgütü içindeki "tepelerden" onay gerekir, bir taraftan belediye örgütlenmesinin tepesindeki yetkililerden onay beklenir.
Yani sözün kısası, bir olayın veya sorunun çözümlenmesi için, iki farklı bakanlığa bağlı iki kuruluş arasında uyum sağlanıp, bir iş birliğine gidilmesi gereken durumlarda, bu iş birliğinin sağlanması, son derece zor, hatta imkansızdır. Bunun için bütün işinizi gücünüzü bırakıp, makam makam dolaşıp, kah Ankara'ya, kah bulunduğunuz kasabaya gidip gelmek yetmediği gibi,  bazan, yasaları doğru okuyup yorumlamaktan aciz bir sürü memuru "ikna etmeye çalışmaktan" her türlü "gücünüz" tükenir! Olayları, normal seyrine bırakıp, dilekçelerle takip etmeye kalkarsanız, yazışmaların her bakanlığın kendi iç kademeleri arasında, aşağıdan yukarıya, ve tekrar yukarıdan aşağıya doğru, bir sürü "imza" atılarak dolanması, ve iki farklı bakanlığın (olumlu bir yaklışım içeren) yazışmalarının  en sonunda sizin elinize  ulaşması, tesadüflerin tesadüfüdür!
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Mevcut  toplumsal düzen, binlerce yıllık padişahlık sisteminin gereği olarak, tepeden tabana doğru örgütlenmiş, ve kasaba, kent gibi alt toplumsal birimlerin kendi kendilerini yönetmeleri hakkı onlardan esirgenmiştir. Böyle olunca, en ufak bir sorunun dahi çözümü için, alt sistemdeki birimler kendi aralarında bağımsızca davranmak yetkilerine sahip olmadıklarından, araya bir sürü gereksiz işlemler girmekte, bu işlemler hem zaman, hem maddi kayıplara yol açmakta ve işler yürümemektedir. İşlerin yürümemesi vatandaşları umutsuzluğa sürüklemekte ve topluma (devlete) karşı güvensizliğe yöneltmektedir.
Doğanın yarattığı gerçek modeller, en ideal hedefleri oluşturur. Bu gün bir uçağın veya denizaltının şekillendirilmesinde mühendislerin örnek aldıkları modeller, kuşlar veya balıklardır; en az dirençle karşılaşacak şekilde, en düşük enerjiyle, en fazla verim ancak böyle sağlanabilir. Bu çok bilinçli ve yerinde bir yaklaşımdir. Öyleyse, toplumsal yönetim şekilleri konusunda, neden doğal sistemlerden esinlenmiyoruz? Konuyu biraz açalım. Bir insan veya hayvan, "Tek hücreli yaratıklar topluluğu" olarak düşünülebiliyorsa, vücudun, bu tek hücreleri nasıl yönettiği incelenerek, "İnsan toplumlarının" nasıl yönetilebileceği konusunda ip uçları elde edilebilir. Şimdi, biz bilinen kadarıyla bu yönetimin nasıl olduğunu ve insan toplumlarına nasıl uyarlanabileceğini kısaca irdeleyelim.
Toplumsal hayat sistemlerinin kurallarının oluşturulmasında, şimdiye dek hiç doğal gerçeklere uygun bir yaklaşım sergilenmemiştir. Bu günkü doğa bilimsel verilere göre,  her şey küçük parçaların birbirleriyle birleşmeleri sonucu oluşmaktadır. Bu yapısallaşma sisteminde, hem küçük parçalar büyük parçaları etkilerler, hem de büyük parçalar küçük parçaları etkilerler; yani tüm sistemler karşılıklı etkileşim içindedirler. Örneğin hidrojen ve oksijenden oluşan 'su' molekülüne bakalım: Hidrojen veya oksijen iyonlarından birine bir şey olur da, değişirlerse; örneğin daha küçük yapı taşlarından biri olan herhangibir atomaltı parçacığı onlara çarpıp, başka bir izotop oluşturursa, veyahut tamamen başka bir elemente dönüştürürse, o zaman 'su' molekülünün  özelliklerinde de değişiklik olur.
İnsanlar hücrelerden, toplumlar ise, insanlardan oluşur. İnsan için hücre neyse, toplum için de insan odur; yani insan, toplumun 'hücresi' sayılır. Vücudumuzu oluşturan hücrelerin birinde oluşacak bir değişiklik, tüm diğer hücreleri, dolayısıyla tüm vücut sistemini etkiler. Tersine olarak da, vücudumuz genelini etkileyecek bir olay, vücudumuz içindeki hücrelerimizi de etkiler. Aynı ilişki, toplum ile onun 'hücresi' konumunda olan insan için de geçerlidir: Bir bireyin, yani bir insanın hastalanması veya yanlış bir davranışda bulunması, ait olduğu toplumu etkiler; tersine olarak da, toplumu  etkileyen bir olay, onun bireylerini de etkiler! Birey etkilenince hücreleri de etkileneceğinden, toplumu rahatsız eden bir olay, sonuçta, o toplumdaki insanları ve o insanların içlerindeki hücreleri de rahatsız eder; ve bu etkileşim, zincirleme bir şekilde doğadaki tüm sistemleri, en küçüğünden, en büyüğüne kadar etkilemeye başlar. Arthur Eddington'un dediği gibi: "Bir elektron titreştiğinde, tüm evren sarsılır." (Chopra, 1990).
Bu durum doğal bir gerçek olduğu halde, hiçbir toplum, sistemli bir eğitimle bu gerçeği bireylerinin ruhuna aşılamaz! İnsanlarımız, ne kendilerinin hücrelerden oluştuğunun bilincindedir; ne de toplum içinde kendilerinin bir hücre konumunda olduklarının farkındadırlar. Dolayısıyla, ne vücutlarının işletim ve yönetim sisteminin nasıl olduğunu bilirler, ne de toplumların yönetim sisteminin nasıl olması gerekliliği konusunda fikir yürütebilirler.
 Vücudun yönetim sistemini, hücreler kendileri ortaklaşa belirlerler. Bu sistemin oluşturulmasında, hem milyonlarca, hatta milyarlarca yıllık soy geçmişi bilgilerini içeren genlerden yararlanılır; hem de, içinde bulundukları ortamın değişen koşullarına uyum sağlayacak veriler dikkate alınır.
Toplumsal yönetim şekilleri ise, hiç bir toplumda bireyler tarafından belirlenmemiştir: Hep bazı 'uyanıklar', yönetim hakkının kendilerinde olduğunu, veya "İlahi Gücü" temsil ettiklerini öne sürerek, kuralları kendileri koymuşlardır.
Toplumsallaşmanın Bazı Önemli Kuralları:
- Bir Toplumda, Hiç Bir İnsan, Bir Diğerine Kızamaz; İnsanlar, Birbirlerine Hoşgörülü Olmak Zorundadır.
İnsanlarımız, anne\baba ve çevrelerinden görerek devraldıkları geleneksel davranış tarzları nedeniyle, kendileri gibi düşünüp davranmayanlara karşı, kızarlar; kızarlar, çünkü "kızmaya" programlanmışlardır. Halbuki, pekala, "kızmamaya" ve "hoşgörülü olmaya" programlanabilirlerdi.
İnsan beyni, doğduğu anda, neredeyse boştur; içinde sadece vücut içi organ sistemlerinin birbirleriyle uyumlu çalışabilmeleri için gerekli "otomatik programlar" oluşturulmuştur; yani, sinir hücreleri arası bağlantı sistemlerinde sadece, genetik olarak oluşturulmuş olan, "otomatik devreler" vardır. Bu "otomatik devreler" dışındaki diğer sinir hücreleri bağlantıları, kişilerin çevrelerinden etkilenme derecelerine bağlı olarak, kişiden kişiye farklı olarak oluşur. Her insanın yaşadığı ve geliştiği ortam, diğerlerinden mutlaka farklı olduğundan, beyinlerin dış ortama karşı oluşturdukları davranış ve düşünce programları da, bireyden bireye farklılıklar gösterir; göstermek zorundadır. Bu nedenle, hiç bir insan, bir diğer insanla, tıpatıp aynı düşünce ve davranış tarzına sahip olamaz, olması da beklenemez! Aynı yumurta ikizi olup, sürekli beraber büyütülüp yetiştirilen iki ikiz kardeş bile!
Ancak, insan kendi kendini tam tanımayıp, nasıl düşünüp davrandığının temel prensiplerini bilmediğinden, çocuklarına karşı yanlış bir davranış içine girer; bu yanlış davranış şekli ise, gelenekselleşip, bir sosyal hastalk olarak, nesilden nesile aktarılarak devam eder. Yani, insanlar, kendileri gibi düşünüp davranmayanlara karşı "kızmaya" programlanırlar! Halbuki, tam tersi olmalıydı: İnsanlar, her insanın farklı ortamların etkisi altında, farklı deneyimler geçirmiş hücrelerden oluştuğunun bilinci içinde, bir diğerine karşı kızmaya hakkları olmadığını bilerek, birbirlerine "kızmamaya", yani "hoşgörülü olmaya" programlanabilirler. Bu, ana-babalara, eğitimcilere, kısacası, bir toplum oluşturmayı hedefleyen herkese düşen ilk görevdir.
Diğer taraftan, toplumsal hayat, insanların  birbirleriyle anlaşıp, uyum içinde karşılıklı işbirliği ve dayanışma içinde olmasını gerektirdiğinden, insanlara, toplumsallaşmanın sağlayacağı yararlar öğretilerek, asgari müştereklerde bir araya gelmeleri sağlanmalıdır. Ne kadar asgari müşterek varsa,  o kadar daha refah içinde bir toplum oluşturulur!
Halbuki, mevcut yaşam sistemimizde, insanlar birbirleriyle konuşup, tartışırken, birbirleriyle nasıl anlaşabilip, hangi ortak noktalarda buluşabileceklerinin arayışı içinde değillerdir; tam tersine, karşısındakinin zayıf noktalarının neresi olduğunu bulup, onu o noktadan yaralamaya çalışmak ana hedefi oluşturmaktadır. Böyle olunca da, insanlar sürekli birbirleriyle daha da zıtlaşmaya gitmektedirler. Halbuki, insanlarımıza ana program olarak, toplumsal bir bütünlük oluşturmak için insanların birbirleriyle uzlaşmaya çabalamaları gerektiği, bunun için de tartışmalarda, karşı tarafı alt etmeye, onun zayıf noktalarını açığa çıkarmaya yönelik bir uğraş içinde olmamak, tersine, karşımızdakinin söylediklerinden, beğendiğimiz ve anlaşabileceğimiz noktaları vurgulamak toplmusal bütünlük oluşturucu bir davranış olur. Bu yöntemin benimsendiği bir gurup içinde, kavga değil, uyum ve anlaşma görülür ve bu uzlaşma gittikçe artar!
İşte, bu nedenden dolayı, biz insanlar, sosyal bir hastalığın etkisiyle başkalarına "kızmaya programlanırız" ve bu şekilde de, toplumsal bağların sağlanmasına büyük bir engel oluştururuz. Çünkü, kızmak, sürekli tenkit etmek, hep daha kötü ilişkilere yol açar; toplumsal bağlar kuvvetledirileceğine, tersine olur ve bağlar zayıflar, hatta kopar!
Bir insanın "kızmaya" yönelik programlanmış olmasının, kendisine de zararı vardır. Şöyle ki, bir insan kızdığında, vücudunda çeşitli stres hormonları salgılanır; bu hormonlar vücut sıvısı ile tüm vücuda yayılır; vücudun bazı hücreleri bu hormonlara karşı aşırı duyarlı olabilirler; bunun sonucu olarak, hangi organın hücreleri aşırı duyarlılık gösteriyorlarsa, o organda rahatsızık başlar, hastalanırlar. Hiç yoktan "baş ağrıları", kalp çarpıntıları, tansiyon yükselmesi, vs. başlayabilir. Kişinin rahatsızlığı, ait olduğu topluma da (ailesine, iş arkadaşlarına, vs.) yansır; zincirleme etkileşimler diğer sistemlere yansır; vs. vs..
 İnsanlara Belletilecek En Temel Bilgi, Toplumsallaşmanın Yararları Olmalıdır.
Bir insan, toplumsal hayat sisteminin yararları konususnda gerekli temel bilgilere sahip değilse, bireysel dürtülerin etkisiyle, hep tek başına sivrilmeye, özel bir konuma erişmeye, 'köşe dönmeye' yönelik girişimler ve davranışlar peşinde olur; dünya görüşü, gelecek anlayışı çok sınırlı kalır. Bu tür insanlar, tek başlarına sivrilmekle, veya 'köşe dönmekle' rahat ve huzurlu bir yaşama kavuşacaklarını sanarlar. Ama gerçek böyle değildir; hiç bir zaman rahat ve huzurlu olamazlar, çünkü rahatlı ve huzur, ancak gerçek toplumsal hayat sistemiyle sağlanabilir. Siz hiç, çevresinde aç, sefil ve umutsuz insanların bulunduğu bir zenginin, kendisini rahat hissederek onların arasında dolaştığını, veyahut, kapısındaki mersedesine ne olacağını merak etmeden uyuyabileceğini sanıyor musunuz? Peki, huzur nerede kaldı?
Halbuki, kişiler, kendilerini toplumun bir ögesi olarak görüp, o toplumsal hayat sistemi içinde, kendi yeteneklerine göre bir iş veya meslek dalında, elinden geldiğince en iyisini yaparak yerini alırsa, ve kendini diğer toplum ögelreinden, ne üstün, ne de aşağı görürse, işte gerçek huzur ve mutluluk o zaman ortaya çıkar. Elbette kişisel hırs ve rekabet olacaktır; ama bu rekabet yıkıcı değil, daha iyiyi yapma, daha iyi olabilme alanındadır; ve bundan da kimse zarar görmeyeceği gibi, toplum kazançlı çıkacaktır.
Yapısallaşma Sistemi, Alttan Üste Doğru Olmalıdır.
Önce bir soru: Toplumsal hayatta kuralları kimler koymalıdır? şimdiye kadar kimler koymuştur?
İnsanlık, yaklaşık 10 bin yıl önceleri toplumsallaşmaya başlamış, ancak, bu dönemlerde, henüz kendi kendini tanıyıp, beyninin ne işe yaradığını, doğanın nasıl bir yapısallaşma gösterip, örgütlendiğini analyamadığından, kısacası zeka düzeyi çok düşük olduğundan, ya kaba gücü kuvvetli olanlarca, ya da biraz daha uyanık olanlarca yönetilip, örgütlenmişlerdir. Bu durum zamanla, krallık, padişahlık, efendilik, kölelik, kulluk gibi sınıfların oluşturulmasına yol açmış; dolayısıyla, insanlık, çok çarpık, ve doğal sisteme tamamen ters bir bir sistemle yönetilmeye başlanmıştır. Bu çarpık sistem, insanların gelenek ve göreneklerine sinmiş, ve hala da bizlerin sıkı sıkıya bağlandığı, milli ve manevi değerlerimizin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır.
Peki, toplumuzda hala geçerli olan kuralları ve gelenekleri kimler koymuştur, bunlar ne kadar "doğrudur, veya doğal koşullara uygundur?
İnsanlığın toplumsal gelişim aşamalarının, aile, klan, kent düzeni, devlet düzeni gibi evrelerden geçtiği sosyal, arkeolojik ve antroplojik bilgilerle kanıtlanmaktadır.
Aile hayatında kuralları, ya ana, ya baba (bazan da ortaklafa?) koymuştur; buna uygun olarak, babaerkil veya anaerkil aile sistemleri hala varlığını sürdürmektedir.
Klanlarda kuralları, genellikle kabile şefi ve danışmanları (genellikle büyücü ve sihirbazlar) koymuştur. Kentsel hayata geçişte, yönetim kuralları, krallar ve ruhban sınıfı tarafından dikte edilmiştir. Günümüzden ikibin yıl öncesine kadar krallar kendilerini Tanrı soylu olarak ilan etmişler, ve halkı buna inandırmışlardır. Yani, güya bu kralların ata tarafı bir tanrının bir insanla birleşmelerinden doğmuşlardır, dolayısıyla, ilahi gücü temsil yetkileri onlara verilmiştir. (Günümüzde bazı insanlar arasında hala geçerli olan asil aile, asil soyluluk gibi kavramlar, ta bu eski inançların kalıntılarıdır.)! Monarşik bir yönetim tarzı olan bu sistemler, günümüzde bile, hala bir çok toplumlarda yaygındır. Krallar veya sultanlar, kendilerini tanrı soylu, çevresindeki insanları kul veya köle gibi kabul edip, öyle davranmaları ve bu durumu halka da, zorla da olsa kabul ettirerek, egemenliklerini sürdürmeleri, yakın zamanlara kadar süregelmiştir. Kölelik, kulluk, efendilik gibi kavramlar halk arasında kabullenilmiş, hatta sanki tanrı yazgısıymış gibicesine, Benimsenmiştir. Bu tür davranışlar, tolumlarda alışkanlık  haline gelmiş, kadercilik, kısmetcilik gibi teslimiyetci, ve bigi ve mantıksal düşüncelere ters örf ve adetler edinilmesine yol açmıştır. Bu gün eşitlikten, demokrasiden, insan haklarından vs. söz açarken, ınsanlığın hangi aşamalardan, ne tür mücadelelerle, ve hangi bilim ve düşünce adamlarının, filozofların yönlendirme ve uyarmalarıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığını, ve bu gelişimlere, hangi tür insanların, doğrudan doğruya veya perde arkasından cephe aldıklarının hatırlanılması, geçmişten ders alınması bakımından, son derece önem taşımaktadır.
Teokratik yönetimlerde, kuralları din adamları belirlerler. Oligarşik yönetimlerde  kuralları, belirli bir sınıf koymuştur. 
Sözün kısası, insanlık, özellikle de bizim toplumumuzun yönetim usulleri ve yasaları, 50-60 yıl öncesine kadar, çok dar bir zümre, veya sadece belirli kişilerce belirlenmiştir. Binlerce yıllık geçmişimizin yaşam şekilleri, kuralları, çeşitli şekillerde, geleneklerimize, örf ve adetlerimize sinmiştir. Bu eski geçmişimizin toplumsal kurallarını ise, insanlar ortaklaşa düşünüp davranarak bizzat kendileri koymamışlar,  tersine, kurallar kendilerine yukarıdan (krallar, padişahlar, sultanlar, din adamları, vs.) tarafından dikte edilmiştir. Nalıncı keserinin hep kendine yontma eğilimi akılda tutularak, toplumsal yaşam kurallarını, tüm katılanların koymasının en doğru ve adil kuralları oluşturacağının bilincine varmamız, dolayısıyle hakkımıza bizat sahip çıkmamız en sağlıklı yol olacaktır. Olaylar karşısında tepkisiz kalmak, aman benden bulmasın da, Allah'tan bulsun diyerek, her şeyi öteki dünyaya havale etmek, demokratik bir topluma yakışmaz, ve bu tür kaderci ve kısmetci, tepkisiz toplumlarda demokratik bir yönetim asla yeşeremez! Bu gün demokrasiye geçmeye çalıştığımız bu günlerde, bizler, hala eskiden gelen alışkanlıklarımızın etkisi altında, her şeyi yukarıdan bekler bir anlayışa sahibiz. Bu tutum yanlıştır, yaşam kurallarımızı, doğa koşullarını izleyerek, çevremizde gözlemler yaparak, bizler bizzat yerleştirmek zorundayız. Tek çözüm yolu budur!
Demokratik bir yönetim, isim olarak bir-iki bin yıldan beri varsa da, yaklaşık 100-200 yıl öncesine kadar, "Efendiler sınıfına" mahsus bir hak olarak kalmış, kul veya köle sınıfı "insan" yerine konulmamıştır. (Efendi - köle ayrımı neden ve ne zaman ortay çıktı? Bu sorunun yanıtını verebilmek için, geçmişte bir dönem aynı dünyayı paylaşmış olan Homo s. sapiens ve Homo s. neanderthalensis'in ilişkilerini tasarlayabilmek gerekir. Bu iki insan türünün bıraktıkları kalıntılardan, Neandertal insanının, kısa boylu ve daha güçlü kuvvetli, ama daha aptal; modern sapiens insanının ise, ince\ uzun boylu, daha narin yapılı, ama daha akıllı olduğu anlaşılmaktadır. Bir çok aleti ve eşyayı, bu akıllı olanın bulduğu; bir buluş yapmanın, bir yaratıcılık olduğu; "yaratıcılık" özelliğinin ise, "Tanrısal" bir özellik olarak kabul edildiği dönemlerde, akıllı ve uyanık insanların kendilerini çevrelerinde nasıl tanıttıklarını, veya aptallarca nasıl kabul gördüklerini tasarlayabilir misiniz?) Dünyamızda, çoğu toplumlarda hala bu "efendi - uşak" ayrımı sistemine dayalı yönetsel sistem egemendir. T.C. gibi, yaklaşık 50-60 yıldır demokratik yönetime geçen toplumlarda, demokrasiye yasal olarak geçilmiş olmasına rağmen, toplumun çoğunluğu hala yazılı olamayan yasaların, yani gelenek ve göreneklerin baskın etkilerinden kurtulamadıklarından, demokrasiyi bir türlü hazmedememektedirler. Asırlar boyu süregelen ve benliğimize sinmiş olan bu "her şeyi yukarıdan bekleme" alışkanlığı, günümüzde her düzeyde yönetimde etkisini sürdürmektedir. Amirler kendilerinde, başında bulundukları sistemin her şeyine karışma hakkı görürler, ve de karışırlar. Halbuki doğadaki yapısallaşma sisteminde, her alt sistem kendi içinde bağımsızdır; kendi işlerini kendisi görür. Beyin hiç bir zaman, bir başka organ hücresinin iç işleyişine karışmaz. Hatta beyin hücreleri kendi aralarında bile birbirlerinin iç işleyişlerine karışmazlar, sadece birbirleriyle alış-veriş ilişkilerinde bulunurlar. Kumanda merkezi olarak beyin, sadece hücreler ve organlar arası ilişkileri ve eşgüdümü sağlar. Toplumsal yönetimde de, yönetici kişi veya organların, sadece, iş ve meslek adamları arasındaki eşgüdümü ve ilişkileri sağlamaktan öteye bir yetkileri olmamalıdır. Doğal sistemin gereği budur. Ama bizler, demokrasiyi güya benimsememize rağmen, seçtiğimiz yöneticileri krallık, padişahlık sistemindeki yetkilerle donatırız. Güya onları bizler seçeriz, ama seçtikten sonra da onlara kul köle olur, onların peşinde koşmaktan, verimli bir çalışmaya zaman bulamayız. Bizler, demokrasiyi benimsemekle, sadece, eskiden otomatik olarak babadan oğula  geçen yöneticilik yetkisini, belirli bir süre için seçtiğimiz kişilere veririz; yani krallarımızı kendimiz seçeriz. Çünkü, asırlardır yönetilmeye öyle alışmışız ki, demokrasi adı altında bile, her şeyi "yukarıdan" bekler, yönetilmeyi bekleriz. Aile kendi kendini yönetmelidir; kentler kendi kendilerini yönetmelidir. Devlet merkezindeki yönetimin görevi, kentler arası eşgüdümü, iş bölümünü düzenlemek olmalıdır. Yoksa, falanca kentin imar planı, vs.si, devlet merkezinden belirlenmeye kalkılırsa, bu iş yürümez; nitekim de yürümemektedir. Sık sık gazetelerde haber olarak yansıtılır: "Belediye başkanları Ankara'da kapı kapı dolaşmaktan usandılar. Seçildikleri beldelerde bulunamak yerine, zamanlarının büyük bölümünü Ankara'daki ilgili bakanlıklarda iş takibiyle geçiren ve ..." Sadece belediye başkanları mı başkentte kapı kapı dolaşır? Diğer bir sürü memur, ticaret sahibi veya bürokratın yanısıra, sıradan vatandaşlar bile, hep bu "tepelerden" işlerini halletmeye çalışırlar. Çünkü bütün yetki, tek merkezde, tek elde toplanmıştır. Örgütlenme ve yapılaşma, tepeden aşağı doğrudur. Halbiki doğadaki yapılaşma modelinde, örgütlenme ve yapılaşma hep alttan yukarı doğru gerçekleşir, gerçekleşmiştir.  Her bir atomun kendine özgü özellikleri vardır, moleküller, atomlarının özelliklerine göre özellik kazanırlar; genler, kendilerini oluşturan molekül dizinimlerinin özelliklerine uygun bir özellik taşırlar; kromozomlar, kendilerini oluşturan genlere göre, ait oldukları sistemde yönlendirici rol oynarlar; vücudumuzu oluşturan organların hücreleri, kendi içişlerinde tamamen özgürdürler, yaşamlarını kendi bildikleri gibi yürütürler, beynimiz onlara bir besini nasıl sindirecekleri, veyahut, neleri alıp, neleri almayacakları gibi konularda bir müdahalede bulunmaz. Beynin görevi, organlar, dolayısıyla hücreler arası işbirliği ve eşgüdümü sağlamaktır; falanca organın şuna ihtiyacı var; filanca organ şöyle bir istekte bulundu; dışarısı soğuk, deri hücreleri üşüyor; tüm kolonimiz (yani vücudumuz) bir tehlike karşısında; v.s. gibi. Her bir organın hücreleri, kendilerine iletilen bu istekleri, yerine getirirler, çünkü, onlar da bir başka zaman, diğer organlardan isteklerde bulunmak zorundadırlar. Kendileri istenilenleri en iyi şekilde yapmazlarsa, başka bir zamanda da, kendi isteklerinin yerine getirilmiyeceğini bilecek kadar "akıllıdırlar".
Dolayısıyla, insan toplumlarının örgütlenme modeli de, insan - aile - mahalle - kent - kent gurupları (?eyalet) - devlet - devlet gurupları - Dünya Devletler Topluluğu şeklinde olursa, doğal sisteme uygun bir yapısallaşma gerçekleştirilmiş olur. Bu modelde, bir üst sistem, sadece alt ögeler arası işbirliği ve eşgüdümü sağlamakla görevli ve yükümlüdür.
Günümüzde politikacıların ağızlarında, "yerel yönetimlerin yetkilerinin artırlması" gibi ifadeler dolaşmaktadır. Bu, yukarıda ileri sürülen görüşün doğruluğunun kanıtından başka bir şey değildir, ama eksik ifade edilmiş şeklidir. Alt sitemler, yani yerel yönetimler, kendi iç işlerinde, tamamen serbest olmalıdırlar; sadece "eğitim, ulaşım, savunma" gibi  konular, üst sistem kontrollu olmaldır; aynen bir bünyedeki ortak genetik kromozomlar, ortak sinir sistemi ağı, ortak  kan dolaşım sistemi ve vücut savunma güçlerinin aynı merkezde yetiştirilip tüm vücuda dağıtılması gibi!
Sözün kısası, doğada, tabandan tavana, yani alttan yukarıya doğru bir yapısallaşma ve örgütlenme vardır. İnsan toplumları da, doğanın, dünyanın bir parçasıdır; dolayısıyla, doğal sisteme uygun bir yapısallaşma ve örgütlenme modeliyle yönetilmelidirler. Bu modele "demokrasi" adı da verilebilir, çünkü, demokrasi, halkın kendi kendini, tabandan başlayarak, yukarı doğru örgütlemesidir. Şimdi burada, çok kısa olarak, yaygın yönetim şekilleriyle, toplumsal yapısallaşma sitemi arasındaki ilişkilere bir göz atalım.
Önce bir soru: Demokratik yönetim şekliyle diktatörlük sistemi arasındaki temel fark nedir?
Diktatörlük sistemi, bütün dünya toplumlarının aşina olduğu bir yönetim tarzıdır, çünkü çok yakın zamanlara kadar çoğu toplumlar o sistemle idare ediliyordu, ve bugün de hala öyle yönetilen toplumlar var. Bu sistemde, ya bir kişi, ya da bir gurup insan, tüm toplumun yönetimini ellerinde tutarlar, ve topluma, yani halka, neyi yapıp, neyi yapmayacaklarını "dikte ederler", yani toplumsal hayat kurallarını ve yöntemlerini onlar koyarlar, halk ise bu yöntemlere uymak zorundadır.
Demokratik sistemde ise, halk kendi kendini yönetmeye çalışır; ancak, bunun nasıl olacağını bimediği için, eski alışkanlığlarının etkisi altında, kral veya sultan yerine, ama onlara tanınan hak ve yetkilerle donatılmış "halk temsilcileri veya başkanlar" seçer. Bu seçilen kişiler, toplumdaki iş ve meslek kollarını, yani hizmet sektörlerini oransal olarak temsil edecek ve yansıtacak şekilde seçilmediğinden, onların koydukları kurallar, toplumun bazı kesimlerinin, yani bazı hizmet sektörlerinin isteklerine ters düşer; böylelikle toplumsal huzursuzluklar başlar. Yani, "halkın kendi kendini yönetmesi sistemi" anlamını taşıyan "demokrasi", halkın "toplumsal hayat" hakkında bir bilgisi olmadığından, toplumsal hayatın nasıl işleyip, nasıl örgütlenmesi gerektiğinden tamamen habersiz olduğundan, toplum yönetimi daha da kötüleşmekte; rüşvet, adam kayırma, torpil, dolandırıcılık, meslek ahlaksızlığı, vs. gibi her tür toplum hastalığı alabildiğine yaygınlaşmakta, insanlar arası güven duygusu gittikçe zayıflamakta, toplum tamamen soysuzlaşmaktadır.
Kısacası, diktatörlük sisteminde, halkın bilgi düzeyinin düşük olması arzulanan bir durumken, demokratik sistemde, halkın çok bilgili olması gerekmektedir. Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunamayacağından, bilgisiz, cahil bir toplumda, demokratik yönetim işetilememektedir. Onun için, "her toplum layık olduğu yönetim şekliyle idare edilir" özdeyişi, çok yerindedir ve yukarıda özetlenen durumu çok açık bir şekilde ifade eder. Şimdi, halkımız, artık krallık, sultanlık gibi tek bir kişinin veya belirli bir zümrenin emri altına girip, onların kulu-kölesi olarak yaşamak istemiyorsa, doğadaki hayat sisteminin nasıl işlediğini, dolayısıyla, toplumsal hayatın da nasıl örgütlenmesi gerektiğini öğrenip, kendini gerekli bilgiyle donatmak zorundadır. Eğer bunu yapmıyorsa, o zaman, "ben aklımı kullanmayı beceremiyorum, beni başkaları yönetsinler, ben onların emir kulu olmaya razıyım" demiş olur!
Demokrasilerde uzlaşma, bir numaralı kuralı oluşturur. O olmazsa, demokrasi de olmaz! Uzlaşma, hem meclisteki iktidar ve muhalefet, yani  partiler arasında, gereklidir; hem de her partinin taraftarları arasında şarttır. Yani partiler arası ve parti içi uzlaşma, demokrasinin işlerliği açısından, vazgeçilemeyecek bir önkoşuldur. Partiler arasında, yani iktidarla muhalefet arasında uzlaşma sağlanamazsa, bir taraf bir yöne kürek çekmeye çalışırken, diğeri başka yöne çeker ve sonuçta 'kayık ne ileri gider, ne geri gider'; toplumda bir gelişme, ilerleme olmaz.
Eğitimsiz bir toplumdaki demokratik haklar, üç-dört yaşındaki bir çocuğun elindeki ateşlemeye hazır makinalı tabancaya benzer; yanlış bilgilerle donatılmış bir toplumdaki demokratik haklar ise, akli dengesi yerinde olmayan bir insanın elindeki ateşlemeye hazır bir tabanca gibidir. Bu olgu akıldan çıkarılmamalıdır.
 Toplumsal hayat, sağlıklı bir örgütlenmeyi gerektirir. Bu günkü toplumsal örgütlenme sisteminin (gerek ülkemizde, gerek dünyada) pek sağlıklı olmadığı ise, örnekleriyle ortadır. Yukarıda önerilen model, doğadan esinlenerek tasarlanmıştır. Yasalar ve yönetmelikler, toplumsal hayatı örgütleyen bağlardır. Bu bağlar, yani yasa ve yönetmelikler, doğal koşullara uymak zorundadırlar; yani bir başka ifadeyle, EN BÜYÜK YASALAR DOĞA YASALARIDIR, tüm toplumsal yasalar, bu doğal yasalara uyumlu olmak, onlarla ters düşmemek zorundadırlar. Bu gün çoğu devlet memurunun, bazı durumlarda vatandaşa verdiği  "Evet, siz haklısınız, ama ne yapayım ki yasalar böyle!" gibi yanıtlar, bu tür çelişkili yasal durumların birer kanıtıdırlar.
Demokratik yönetim şeklini yozlaştırmamızın bir diğer nedeni de şudur:  Doğadaki yapısallaşma sistmenin keşfinde en büyük rolü oynayan bilginlerden biri olan Niels BOHR'dan, geleceğe miras bırakılacak bir özdeyiş yazmasını istemişler; O da şu cümleyi yazmış: "Contraria non contradictoria sed complementa sunt", yani "Zıtlık veya karşıtlık, karşı gelmek (veya engel olmak) değil, tamamlayıcı olmaktır".  Bu doğadaki yapısallaşma sisteminden çıkartılan bir sonuçtur; doğada da pozitif \ negatif gibi kutuplaşmalar yaygındır ve doğal sistemin bir gereğidirler. Ama, bunlar birbirlerini engelleyici değil, tamamlayıcı olarak etkileşirler.
Doğal bir prensipi vurgulayan bu özdeyişten hareketle, bizlerin demokratik sistemlerindeki önemli bir yanlış uygulamayı burada belirtmek gerekir: Muhalefet etmek, bir işin yapılmasına karşı çıkmak, ona engel olmak değil, yapılmak istenileni tamamlamaktır. Dolayısıyla, birbirlerine karşı görüşlü partilerin görevi, birbirlerinin yaptıklarını yıkmaya çalışmak değil, tamamlamak olmalıdır.
Toplumlar bir kayık içindeki insanlara benzer. Kayıktakiler ortaklaşa karar verip, çoğunluğun istediği bir kişiyi dümene geçirir. Artık karar verilmiştir, muhalefettekiler ve iktidar yanlıları aynı güçle, hep birlikte küreğe asılırlar. Gidilen yön yanlışsa, yanlışlığın farkına çabuk varılır; geri dönülür, muhalefet iş başına geçer, gene aynı şekilde, tüm iktidar ve muhalefet elbirliğiyle küreğe asılırlarsa, istenilen yönde hızla ilerlenir. Ama, iktidar yanlıları bir tarafa kürek çekerken, muhalefet yanlıları başka yöne kürek çekerse, veya hiç kürek çekmezse, toplum olduğu yerde sayar, hangi yönün yanlış olduğunun farkına bile varamaz.
Parti içinde uzlaşma olmazsa, bölünmeler başlar. Bölünmenin ise sonu yoktur; hiç bir insan, bir diğeri ile tıpatıp aynı düşünce ve davranışta olamayacağına göre, teorik olarak, insan sayısı kadar parti kurulabilir! Halbuki, insan hayatı veya toplum hayatı gibi hareketli bir sistemin, yönlendirilmesi için her yönlendirici sisteminden, sol ve sağ olmak üzere sadece birer tanesine ihtiyaç vardır. Fazlası, toplumların başını döndürür, onların gidecekleri yönü seçememelerine neden olur. Yani, bir sağ ve bir sol partiden fazlası, hedef şaşırtmaya yarar! Böyle toplumlar hedeflerini şaşırırlar, bir o yana bir bu yana yalpalayıp dururlar.
Aslında, günümüz demokrasilerinde particilik, krallıkların artmış şekilde yönetime talip olması gıbidir; yani monarşik veya totaliter sistemde, kral veya yönetici tek iken, demokrasiye geçildikten sonra, "uyanık" sayısı kadar "kral" adayı vardır, ve herbiri bu işi kendi partisinin en iyi yapacağını söyler. Yani bugünkü demokrasi anlayışında, geleneksel monarşik yönetim sistemi "yavrulamış" ve bir sürü kral adayı ortaya koymuş gibi bir durum vardır. Yine bunun da nedeni, insanların geleneksel düşünce tarzlarında bir değişim olmadan, "halk yönetimini", "krallık elbisesi" içinde düşünmekten kendini kurtaramamış olmasıdır. Evet, demokraside, bir kişinin sözü değil, karşı görüşlerin de dile getirilip, tartışılması gerekir; ancak, bu, iş ve meslek gurupları temsilcileri arasında olması gereken bir tartışma olmalıdır. Dolayısıyla, bir meclise, sadece iş ve meslek kolllarını temsilen üyeler gelmeli, ve; her hangi bir iş veya meslek kolunu ilgilendiren konuda tartışılırken, diğer iş kolu temsilcileri, lehte ve\veya aleyhte olmak üzere tavır alıp, tartışmaya katılmalı; bir başka iş kolu üzerinde tartışılırken ise, bu defa farklı bir şekilde lehte veya aleyhte kutuplaşmalar olmalıdır.
Halbuki, bu günkü partilerin herbirinde, her işkolundan insan olabiliyor, ve iktidar muhalefet kavgası, toplumda hangi iş veya meslek kolunda ne tür değişimler veya düzenlemeler yapılsın diye tartışılırken, aynı iş kolu temsilcileri karşı karşıya gelip, birbirlerine zarar verecek, birbirlerinin yaptıklarını karşılıklı olarak yok edecek düşmanlık duyguları içine itiliyorlar, ve toplumda bölünmeler başlıyor. Bir örnek vererek bu konuyu aydınlatalım: Bir mecliste yatırımlar konuşuluyor, ve hangi dalda ne kadar yatırım yapılıp, toplumun geleceği hangi yöne doğru kaydırılsın konusu tartışılıyor. İktidar partisi, 'karayolu taşımacılığına' ağırlık verip, deniz taşımacılığı veya raylı taşımacılığı tamamen ihmal etme niyetinde; muhalefet, sırf karşı görüşte olmuş olmak için, iktidarın görüşünü tenkit ediyor; ama şu çelişkiye bakın ki, her partide de, hem karayolu ile ilgili iş ve meslek kolları temsilcileri var, hem de raylı sistem veya deniz taşımacılığı ile ilgili işkollarından temsilciler var. Ve bu işkollarının temsilcilerinin herhangi bir gurubu, kendi işkoluna ihanet ediyor! İşte günümüz demokarsileri, böyle bir mantık çarpıklığı içinde çalışıyor. İşın daha da kötüsü, meclislerde, her iş veya meslek kolu temsil edilmediğinden (çünkü seçimlerde, iş ve meslek dallarına göre temsilci değil, gelişigüzel bir usulle, ağzı laf yapan, ve insan kandırmasını bilen insanlar seçildiğinden), dünyadaki gelişimler, çeşitli iş ve meslek koları açısından izlenip, toplumların geleceklerinin yönlendirilmesi planlanamaz. Örneğin, kömür işletmeciliğinin geleceği uzun yıllar hiç konuşulmaz, ve dünya piyasasına göre ekonomik olmayan bir tablo, bir zaman sonra birden karşınıza çıkarsa, sizi dünya koşullarına göre zarara sokan bu ışletmeyi kapatmak zorunda kalıp, toplumsal çalkantılara yol açarsınız. Peki, burada asıl suç kimin? Hem halkın, çünkü seçim zamanı kendi işkolu temsilcisini seçmemiş; ama suçun daha büyüğü, yönetim sistemini böyle şekillendirenlerin, çünkü, halkı,  toplum yöneticilerinin iş ve meslek kolları haricinde olmaması gerekliliği konusunda bilinçlendirememiş.
Dünyada koşullar sürekli değişir. Her iş ve meslek kolu, sürekli olarak, dünyadaki bu değişimleri izleyip, kendi kendini sürekli yenilemek zorundadır. Bunu yapmazsa, ya tam bir gerikalmışlık içinde yaşamına devam etmek zorunda kalır, veyahut her 5-10 yılda bir toplumsal bunalımların patlak vermesini engelleyemez.

Tek Tip  Temel Eğitimin Zorunluluğu ve Bu Eğitimde, Toplumsallaşmanın İnsan Yaşamı ve Geleceği Açısından Öneminin Vurgulanması Gereği.
Bizler eğitim deyince, sanki her okuyup yazma bilenin, veyahut, her yüksek okul mezununun, toplumsallaşma için gerekli kültürü ve bilgiyi aldığını, yani "eğitimli, aydın" nitelikli olduğunu sanırız. İnsanlar, doktor, mühendis, hukukçu, öğretmen, hatta bu konularda doçent, profesör olabilir; ama bu insanlarda tolumsallaşma bilinci hemen hemen hiç olmayabilir. Dolayısıyla, bu günkü eğitim sistemleriyle, toplumsallaşma değil, 'toplumlarin birbirine düşman olması' eğitimi aktarılmaktadır! Her ulus, kendi tarihini yazarken, kendine yontacak şekilde olayları değerlendirip, çocuklarına aktarır; her mezhep, kendi inancının en iyisi olduğunu, başkalarının yanlış yolda olduğunu öğretirse, böyle bir eğitim sisteminde yetişen dünya toplumları birbirleriyle nasıl uzlaşırlar?
Vücuttaki hücreler, bulundukları konuma ve yaptıkaları işlere göre sınıflara (organlara) ayrılmışlardır. Bu ayrım ve görev dağıtımı, döllenmiş hücrenin çoğalmaya başlayarak, belirli bir sayıya ulaşması ve gastrula safhası denilen organlaşma döneminin başlamasıyla devreye sokulur. Bizleri oluşturan her bir hücremizin herbirinde, yaklaşık yüzbin tane gen olmasına karşın, bu yüzbin genlik bilgi deposunun tümü, her hücremiz için "açık" veya "kullanıma hazır" değildir. Gastrula safhasına kadar, her hücreye açık olan bu bilgi bankası, bu safhadan sonra, her hücrenin yapacağı işe göre ayarlanıp, gerekli genler açık konumlu bırakılır, o hücre için gerekmeyen genler ise, 'kapatılır'!
Burada dikkat edilecek ana noktalar şunlardır: 1- İnsan bir hücreler kolonisidir ve bu koloniyi oluşturacak anaç hücrenin "bilgi bankası" (yani kromozom kitabı) vardır. Bu "ana bilgi bankası" koloniyi oluşturacak tüm bireylerin "ortak bilgi deposunu" oluşturur. Yani, tüm bireyler (hücreler), aynı temel bilgiyle donatılır. 2- Uzmanlaşmaya geçildiği andan itibaren, her birey, sadece kendi uzmanlaştığı konuyla ilgili "bilgi deposuyla" bağlantı kurabilir, onlarda gerekli değişimleri yapabilir, yani bilgi dağarcığını, yaşadığı ortamın koşullarına uyumlu hale sokmaya çalışır.
Bizlerin yapısallaşması yukarıdaki sistem uyarınca  gerçekleştiğine göre, biz insanların oluşturacağı toplumsal birimler için de, benzer bir yapısallaşma sistemi uygulamaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Bu sisteme göre ise, çocuklarımızın temel eğitimi, (okul öncesi dönem, ana okulu ve ilk öğretim) ortak olmalı, tek bir eğitim programı uygulanmalıdır; uzmanlaşma ve meslek edinme için, daha sonra, ana sisteme ters düşmeyecek eğitim ve deneyim birikimi aşamasına geçilmelidir.  Bir toplumda, kimi bireylerin ilk eğitimi falanca mezhep, kiminiki filanca mezhep etkisi altında; kiminiki mezhepsiz, kimininki doğa bilimleriyle uyumlu şekilde farklı farklı yapılıyorsa, o toplum "toplum" degil, bir karmaşadır. Doğada böyle bir toplumsallaşma örneği ve modeli mevcut değildir!
Böyle bir temel eğitimde, "ortak" eğitim malzemesi olarak, başlangıçta yapılan "doğru" tanımına uygun bilgilerin kullanılmasından başka seçenek yoktur! Ancak ve ancak, üzerinde yaşadığımız dünya koşullarına uygun olan böyle temel bilgiler ile programlanan beyinler, birbirleriyle anlaşıp, uygarca bir arada yaşayıp, gerçek bir toplumsallaşmayı başlatabilirler!

Doğada Her Şeyin Bir Sınırı Vardır, Dolayısıyla, Toplumsal Birimlerin de Belirli Bir Büyüme Sınırları Olmalıdır.
Atomdan, en büyük canlıya kadar, her sistemde belirli sınırlar vardır. Hiç bir şey, sonsuz bir şekilde çoğalamaz. Örneğin, atomları ele alalım: 50, 60 gibi atom ağırlıklı elementler vardır da,  500, 1000 gibi atom ağırlıklı elementler yoktur. Hatta, 200, 230 atom ağırlıklı elementler bile, duraylı, kararlı değillerdir, zamanla parçalanıp, başka elementlere ve daha küçük parçacıklara ayrılırlar. Canlılar aleminde de aynı kural geçerlidir. Her canlı belirli bir hücre sayısına erişecek kadar "büyür". Diğer taraftan, hayvanların oluşturdukları sürüler de belirli bir sayıya kadar artarlar; hatta bazen sayılarını azaltmak için toplu halde "intihar" eden hayvan gurupları bile vardır.
Bu doğanın bir prensipidir: Hiç bir şey sonsuza kadar büyüyemez. Bu nedenle, insanların oluşturdukları, aile, kent gibi birimlerin de nüfuslarını, toplumdaki iş sahalarına uygun olacak şekilde sınırlamaları, o birimlerin sağlıklı yaşayabilmeleri için gereklidir. Ne fazla nüfuslu bir aile, ne aşırı kalabalık bir kent, ne de aşırı kalabalık bir dünya, duraylı ve sağlam yapılı bir hayat sistemi oluşturabililer. Tersine, çabuk dağılmak zorunda kalırlar.
 Toplumsal Hayat, İş ve Meslek Kollarının Örgütlenmesinden Oluşur.
Toplumsal hayat insanların birbirlerine karşılıklı olarak sunabilecekleri hizmetlerin örgütlenmesidir. Böyle bir örgütlenmenin sağlanabilmesi için, her toplum birminde kimin neyi yaptığının, kimin neler ürettiğinin bilinmesi gerekir. Oturduğunuz kentte, hangi hizmetlerin, hangi ürünlerin kimler tarafından verildiğini bilebiliyor musunuz? Kimlerin hangi işlerle uğraştığının, neler ürettiğinin bir listesi var mı? Bilgi edinmek istediğiniz herhangi bir konuda, kimden veya nereden, en kısa zamanda ayrıntılı bilgi alacağınızı gösteren kılavuzlar var mı? Bu veya benzeri konulara yönelik en yeni güncel bilgilerden ve temel kaynaklardan yoksun olan bir yerde yaşıyorsanız, orada henüz toplumsallaşmaya başlanmamış demektir.
Toplumsal yönetim tarzımızdaki diğer önemli bir aksaklık da, yönetsel merkezlere (meclis, yönetim kurulu vs.) göndereceğimiz temsilcilerin seçiminde yatmaktadır. Şöyleki, toplumsal hayat bir iş ve meslek adamları arası örgütlenme, dolayısıyla, karşılıklı hizmet alış-veriş sistemi olduğuna göre, toplum yönetimine seçilecek kişiler, o toplumdaki iş ve meslek guruplarına uygun oranda, ve onları yansıtacak şekilde olmalıdır. Yani temsilciler, iş ve meslek kolları mensuplarınca kendi aralarından seçilmelidir. Peki, bizlerde öyle mi? Örneğin, kent veya ulusal meclislerimizdeki temsilcilerimizin mesleklere göre dağılımı nasıldır? Bu yalnış sistem nedeniyle, tüm sosyal ve ekonomik hayatımız sık sık grev/ lokavt gibi gereksiz eylemlerle zarara uğratılmakta, gelişmemiz engellenmektedir. Her iş ve meslek dalından temsilciler bulunan bir yönetim biriminin aldığı karara karşı kim grev yapabilir, veya kim lokavt uygulayabilir? Bu nedenle, toplumsal birimleri yönetecek kurullar, iş ve meslek kolları temsilcilerinden, orantılı olarak oluşturulmalıdır.
Bir toplumda, kurallar çok dar bir gurubun yönlendirmesi ile oluşturuluyorsa, ve bu kurallar bazı iş veya meslek guruplarının işine gelmiyorsa, rahatsız olan bu insanların, bu kurallara karşı çıkmaları, baş kaldırmaları, doğal bir tepkidir. Totaliter zihniyetle yönetilen toplumlarda, yönetimden rahatsız olan insanların düzene başkaldırmaları, veya pasif direniş göstermeleri neden kınansın? Yöneticiler, uyguladıkları yasaları, doğal sistemin gerçeklerine uygun duruma sokmadıkları sürece, doğaya ters bu kurallara başkaldırılar sürecek ve toplumlarda huzurlu ortam oluşmayacaktır.
Dünyada ve Evrende Her Şey Zamanla Değiştiğine Göre, Toplumlar da Değişimlere Açık olmak zorundadırlar!
Dünya ve evrende, zaman içinde değişime uğramayan hiç bir şey yoktur. Yıldızlar doğarlar, içlerindeki muazaam ısi ve basınç nedeniyle, içerdikleri hidrojen, helyum gibi elementleri "yakarak" çevrelerine ışınlar saçarlar; ve bu "yakıtları" bittince, büyüklüklerine göre, çeşitli bir "ölüme" giderler. Dünyamız, sürekli kaynayan bir kazan gibidir; dışındaki soğuk kabuğunu çatlatıp, içindeki sıcak lavları dışarı akıtır, yer kabuğunu çatlatıp, milyonlarca yıl boyunca kara halinde kalmış alanları denize dönüştürür; denizlere ve göllere sürekli  çamur gibi tortular yığıp, zamanla dolmalarına neden olur, vs. Ve bu döngü böylece devam eder gider. Bu büyük çaplı değişimler sonucu, dünyada, iklim, atmosfer dediğimiz havanın bileşimi dahil, her şey değişir. Bu değişimlere uyum sağlamak için, canlılar da, elbette değişimlere uğramak zorunda kalırlar.
Hayvanların, ortamsal değişimler karşısında nasıl zorlandıklarına ve uyum sağlamaya çalıştıklarına dair bir örnek verelim:
İnsanlık, günümüzde, çok değişik, yeni nesneler ve kavramlarla karşı karşıya bulunduğundan, hayata bakış açısını ve yaşam kurallarını, asırlar öncesinin bakış açısına uygun gelenekselleşmiş töreleriyle değil, bu değişik ortama uygun, güncelleştirilmiş, hatta geleceğe yönelik yeni kurallara ve yeni görüşlere uygun olarak düzenlemek zorundadır. Bu bir evrimsel zorunluluktur. Şöyle ki: Evrim bir değişim, bir dönüşümdür, ve gerek dünyada, gerek tüm evrende, değişime uğramayan hiç bir şey olmadığından, "her şey değişime uğrar" ifadesi tamamen doğrudur. Ancak değişim hızı, veya evrim hızı her sistemde farklı farklı olduğundan, hele bazılarında milyonlarca, milyarlarca yılda gerçekleştiğinden, insanların gözlemlerine pek açık değillerdir. Evren sürekli değişir, genleşir, içinde yeni yıldızlar oluşur; yıldızlar sürekli değişirler, Hidrojenden oluşmaya başlayıp, onun çekirdek reaksiyonlarıyla yanmasıyla helyumlu yıldıza dönüşürler; bu yıldızlar, H - He çekirdek reaksiyonları sonucu diğer başka elementler oluşturup, daha başka görüntülü ve bileşimli yıldızlara dönüşürler, ve sonuçta, ya parçalanıp başka uzay cisimlerini oluştururlar, veyahut yakıtları bitmiş başka gök cisimlerine dönüşürler. (Beyaz cüce, kızıl dev, asteroidler, gezegenler, nötron yıldızları, vs.). Dünyamız da sürekli değişir; karalar sürekli aşınır, yüksek tepeler alçalır, ovalar, göller dolar; deniz kıyıları tortullarla doldurulup, karalara yeni şeritler eklenir; karalarda ve denizlerde volkanlar patlayıp, yeni dağlar, yeni adalar oluşturulur; bazı kıtalar birbirinden kopup ayrılır, aralarında göller, denizler oluşur; bazı kıtalar birbirlerine yaklaşıp, çarpışırlar, aralarında yeni sıra dağlar oluşur; bunlara bağlı olarak ve de başka ek faktörlerle, dünya iklimi sık sık değişimlere uğrar; vs. vs. Dünyadaki bu değişimler o kadar çok çeşitlidir ki, atmosferin bileşiminden, denizlerin tuzluluğuna, karalardaki bitki örtüsünün çeşitliliğine, hayvanlar alemindeki çeşitliğe, denizlerdeki yosun türlerine kadar her alanda, zaman içinde çok belirgin şekilde görülür. Bu değişimden elbette insan ve insanlık da nasibini alacaktır ve de almıştır.
'Zeka\ yaratıcılık düzeyi' tablosunda belirgin bir şekilde görüldüğü gibi, insanlığın zeka veya yaratıcılık düzeyi de, zaman içinde, olumlu yönde bir değişime uğramıştır. Değişime uğrayan sadece zeka düzeyi, yani beyin yapısallaşması değildir, antroplojik bulguların gösterdiği üzere, dış görüntüsü (boyu, kemik ve diş yapısı, vs.) de değişimlerden geçmektedir.
Değişen koşullara uyum sağlayan gelişir, hayatta başarılı olur; uyum sağlayamayan, 2-3 milyar yıl öncesinden kalan ve hala o zamanın koşullarına uygun ortamlarda hayatlarını sürdüren ilkel bakteriler veya diğer mikroplarda olduğu gibi, ilkel koşullarda yaşamlarını sürdürürler (Örn. Arkeobakteriler, hala 3 milyar yıl öncesinin oksijensiz ortamlarına benzer  olan bataklıksı yerlerde, havasız deniz diplerinde yasarlar). Değişen koşullara uyum sağlayabilme,  bir "zeka" sorunu gibi görünüyor: Bakteriler ve diğer ilkel mikroplar, hayatın ta başlangıcından beri varlar; bu ilkel "tek hücreli" yaratıkların bazıları genetik değişimlere uğrayıp, "akıllı hücrelermiş gibi", birbirleriyle işbirliği ve dayanışma içine girip, "çok hücreliler" gurubunu oluşturmuşlar ve hem değişen yeni koşullara iyi uyum sağlamışlar, hem de daha ekonomik bir yaşam düzeyi geliştirmişler
Ama bir sürü bakteri, hala eski koşullara uygun ortamlarda ve gayrıekonomik bir şekilde yaşamlarını sürdürüyor. İnsanlarda da benzer durum var: "Akıllı" insanlar veya toplumlar bir araya gelip, işbirliği ve dayanışma içine girip, sağlam altyapılı ve kurallı toplumlar oluşturuyorlar ve daha iyi yaşam koşullarında yaşıyorlar. Kafalarını iyi çalıştıramayanlar, birbirleriyle kavga, savaş içinde, binbir güçlükle kazandıklarını karşılıklı olarak yok ederek, sefalet, yokluk ve acılar içinde yaşamaya çalışıyorlar. 
Canlılarda değişen çevre koşullarına uyum sağlama, kromozomlarda sürekli olarak oluşturulan mütasyonlar sayesinde gerçekleştirilir. Her canlı türü, milyarlarca bireyi sayesinde, trilyonlarca değişik mütasyon türü gösterir; herbir bireyden, hangisi o çevre koşullarında daha başarılı olursa, yani, hangisinin mütasyonu değişen koşullara daha iyi uyum sağlıyorsa, ister istemez, o ortamda daha başarılı olacak, hayatta kalacak ve gelişmeye devam edecektir. Dolayısıyla, her ortamın kendine özgü bir canlı topluluğu vardır. Yüksek dağ tepelerinin bitki örtüsüyle, deniz kıyılarının bitki örtüsü birbirine benzer mi? Doğa, canlılar açısından sorunu böyle çözmüştür, ve bu gerçek, hem deneysel olarak, hem doğadaki gözlemlerle ıspatlanmış durumdadır. En son gözlem ve deney, 1980'lerde, Kuzey Amerika'da Hudson Irmağı ağzındaki Foundry Cove isimli körfezde gerçekleşmiştir. Bu körfez çevresinde, eski maden işletmeleri yanında, nikelli, kadmiyumlu piller, aküler üreten tesisler de kurulmuş ve 1970'li yıllara kadar zehirli atıklarını yıllarca körfeze boşaltmışlardır. Körfezdeki hayat, çevredeki sanayi tesislerinin kapatılmasından 10 yıl sonra, yani 1980'lerde incelendiğinde, körfez dibindeki çamurların %25'inin kadmiyumdan oluşmasına rağmen, bu çamurlarda, yoğun bir canlı topluluğunun yaşadığı saptanmıştır. Bu zehirli ortamda yaşayan türlerle, zehirsiz ortam türdeşlerinin, kadmiyuma karşı duyarlılıkları incelendiğinde; zehirli ortamdakilerin yavrularının da, bir kaç nesil temiz ortamlarda yaşatıldıktan sonra, tekrar eski zehirli ortama konulduklarında bile, kadmiyumdan artık etkilenmedikleri gözlenirken; zehirsiz ortamdakilerin kadmiyumdan aşırı şekilde etkilenerek çok büyük bir çoğunluğunun öldüğü, diğer çok az bir kaç tanesinin ise aşırı şekilde hastalandıkları ve rahatsız oldukları görülmüştür. Bunun üzerine deneylere devam edilerek, zehirli ortamda hemen ölmeyerek, bir süre hasta olarak da olsa yaşamlarını sürdürenlerden yavrular elde edilerek, bunlar çoğaltılıp, tekrar zehirli ortama konulmuşlar; ölenler ölmüş, kalanlardan tekrar aynı şekilde yavrular elde edilip, deneye devam edilmiş, ve 3. nesil sonunda elde edilen hayvanların büyük bir çoğunluğunun artık kadmiyumdan etkilenmediği saptanmıştır. Bu hayvanların genlerinde yapılan incelemelerde, bunların genlerinin de, diğer temiz ortam türdeşlerinden farklılıklar gösterdiği belirlenmiştir (Levinton 1992). Evet, doğada ortam koşullarına uyum, genlerde otomatik olarak oluşan mutasyonların, ortamdaki soruna çözüm getirip getirmediğine bağlıdır. Doğa, değişen koşullarıyla, canlılar için sürekli bir deney ortamıdır. Eğer mutasyonlarla, uygun çözüm formülleri bulunmuşsa, başarılı olunuyor; yoksa başarısız. Doğanın kuralı budur.
Bu olayı biraz daha iyi açıklamak için, vücudumuzdan bir örnek verelim. Vücudumuza bir mikrop girdiğini ve bizi hasta etmeye çalıştığını düşünelim. O mikrop vücuda bir tane olarak girer, ama, vücudumuzdaki bol besin ve uygun sıcaklık koşullarında, patlamalı bir çoğalma göstererek, bir kaç saat içinde, 1-2-4-8-16-32-64-128-256-512-1024, vs. gibi binlerce, milyonlarca sayıya ulaşır. Vücudumuzu savunmakla görevli hücrelerimizin (akyuvarlar, T-hücreleri) başları derttedir; vücuttaki milyarlarca hücre içinde, o mikrop hücrelerini ayırt edip, onları yok etmekte zorlanırlar, çünkü, o mikrop hücrelerinin dış duvarlarındaki (zarlarındaki) kapıları açacak anahtar proteinleri keşfetmekte güçlük çekmektedirler. Öyle bir protein üretmelidirler ki, bu proteinin şekli, boyutu, deseni, vs.si, mikrop hücrelerinin duvarlarındaki yapışılacak yerlere tıpatıp uysunlar ve oraya yapışabilsinler. Antigen denilen bu tür proteinler, her mikrop türü için farklı farklıdır. Dolayısıyla, her değişik mikrop için, vücut, yeni bir protein, yani yeni bir ilaç keşfetmek zorundadır. Peki, bizim güvenlik görevlisi hücrelerimiz bu proteini, bu ilacı nasıl keşfetsinler? Yukarıda açıklanmıştı: Vucudumuzda milyarlarca hücre vardır, ve her bir hücrede değişik mutasyonlar olmaktadır. Her değişik mutasyon, değişik bir protein, farklı bir ilaç bileşimi demektir. Vücudumuza yabancı mikroplar girdiğinde, bu mikrop daha önceden bilinen bir mikropsa, hemen tanınıp yok edilir; tanınmıyorsa, işte o zaman, tüm akyuvarlarımız bir arayış içine girerler, her biri içlerindeki farklı mutasyonlara bağlı olarak  farklı bileşimde "ilaçlar", yani proteinler üretip, mikrobun duvarına yapışacak, oraya demirleyecek bir "anahtar protein" bulma arayışı içine girer. Hangi hücrenin mutasyonu buna uygunsa, o hücrenin patenti kullanıma girer ve o hücre derhal aşırı bir çoğalmaya girerek (yine 1-2-4-8-16-32, .. 1024, ..262144, vs. şeklinde) birkaç saat (veya günde) içinde mikroplarla savaşacak sayıda ürer ve savaş başlar; bu nedenle vücudumuzun "ateşi" yükselir. Sonuçta, hücrelerimize yeterli besini veriyorsak, ve onların başlarına bir başka dert açmıyorsak (başka bir mikrop, vs.), hücrelerimiz bu savaştan galip ayrılırlar, ve o mikrobu da bu şekilde tanımış olurlar. Aşı dediğimiz olay, buna benzer bir oluşumun, zayıflatılmış mikroplarla yapılan denemesinden başka bir şey değildir. Kızıl, kızamık, boğmaca, vs. gibi  çocuk hastalıkları ve bunlara tutulan insanların tekrar bu hastalığa tutulmamaları, yukarıda anlatılan olaydaki, anahtar proteinlerin (antigenlerin) formüllerinin, vücudumuzdaki akyuvarlarda mevcut olmasındandır. Akyuvar hücreleri sistemimizdeki bu mutasyon oluşumları ve buna bağlı protein geliştirmeleri, kalıtsal değildir, çünkü bu hücreler üreme hücreleri değildir. Dolayısıyla, her canlı, bu deneyimleri özel olarak yaşamak, geçirmek zorundadır. (Mikroplara karşı bağışıklık kazanılması bu şekilde olurken, mikroplar da sürekli değişimlere, yani mutasyonlara uğrarlar, ve onlar da diğer hücreleri ele geçirebilmek, onları yok etmek peşindedirler. Bu nedenle, bazı mikroplar çok hızlı mutasyona uğrayarak, sürekli değişirler ve diğer hücrelerin kendilerini tanımalarını zorlaştırırlar. Bunun için, her mikroba karşı sürekli bir bağışıklık kazanılması söz konusu değildir. Bağışıklık, ancak çok yavaş değişen mikroplara karşı sağlanabilir.)
Şimdi olayı bir başka yönden de değerlendirelim. Bazı insanlar mikroplara karşı son derece dayanıklıdırlar, ve bu tür hastalıkları kolay atlatırlar, hatta o kişiler, bu hastalıkları geçirdiklerinin farkında bile olmazlar. Peki bu neden kaynaklanır? Bunun nedeni, ya o kişilerin hücrelerinde, başlangıçtan beri uygun formüllü bir mutasyonun var olmasıdır, veya çabucak bulunmasıdır. Hücrelerde herhangi bir mikrobu tanıma proteininin (antigeninin) başlangıçta var olması durumu, kalıtsallıkla ilgilidir. Bir toplumda bu tür insanların sayılarının arttırılması, o toplumun o mikroba karşı genetik olarak, yani kalıtsal olarak bağışıklık kazanmış olması durumunu ortaya koyar. Yani, bir özelliğin nesilden nesile geçebilmesi için, o özelliğe ait mutasyonun, üreme hücrelerinde (sperm veya yumurtada) gerçekleşmiş olması zorunludur. Dolayısıyla, farklı ortam koşulları nedeniyle, herhangi bir organ hücresinde gerçekleşecek mutasyonlar, kalıtsal olamazlar; yani, tırnağını çok kullandığı için tırnağın çok büyümesi, veya, yalınayak gezdiği için ayak tabanının nasırlaşması, kalıtsal olarak gelecek nesile geçmez!
Gerek insan bünyesinde, gerek diğer canlılar aleminde, "sorunların" nasıl çözüldüğünü, ve bundan esinlenerek de toplumsal sorunların nasıl çözülmesi gerktiği konusunda gerekli dersi çıkardıktan sonra, kendi durumumuza bakalım. Günümüz dunyasında toplumlar, sorunlarının çözümünü hep "yukarıdan" birinden bekler; tüm yapısallaşma modeli, tepeden aşağı doğrudur. İşte bu durum doğal yapısallaşma modeline, taban tabana zıttır. Doğada, alttan üste doğru bir yapısallaşma ve örgütlenme vardır. Bizlerde ise, tepeden tabana! Bizim toplumumuzda insanlar rahatlığa alıştırılmışlardır, herşeyi yukarıdan beklerler.
 Peki, toplumlarda bu ortama uyum nasıl sağlanacaktır? Toplumsallaşma, yani bir araya gelip, ortaklaşa daha rahat ve güvenli bir yaşam sistemi geliştirme, bir "genetik akıl, zeka" sorunu olmalı, çünkü tüm canlılar bir araya gelmiyor. Gerek canlıların gelişim tarihi, gerek insanlık tarihi bunu gösteriyor. Ancak "akıllı" yaratıklar bunu gerçekleştiriyorlar. Deliler, kaba güç kullananlar bir çete, bir mafya kurup bir araya gelirlerken, kendilerini "güya akıllı" sananlar darmadağınık yasayıp, birleşmeyi beceremiyorlarsa, "akıllı" sayılamazlar. Neyse, asıl soruna gelelim: Toplumlarda ortama uyum nasıl sağlanacaktır? Tolumsal sorunlar nasıl çözülecektir?
Nasıl ki bir canlı gurubunun ortama uyumu, onu oluşturan bireylerin veya hücrelerin genlerindeki değişimlerden yararlanılarak, doğaya uyumluluk derecesine göre seçiliyor, toplumların uyumu da, toplumu oluşturan insanların fikirlerinden yararlanılarak, bu fikirlerin değişen dünya koşullarına uyumluluk oranına göre belirlenmelidir. Ve de zaman içinde, çevre koşulları sürekli değiştiğine göre, toplumun kuralları da sürekli yenilenmeli, değişimlere uyumlu duruma getirilmelidir. Bu olgu dikkate alınırsa, "zararlı fikir veya düşünce" olamaz, toplum, önyargılı olmaksızın, her ileri sürülen fikrin ortama uyumluluğunu, küçük deneme projeleri yaparak test etmek zorundadır. Çünkü, doğa öyle yapıyor; her canlı türünün yaşadığı ortamdaki yaşam kavgası, doğanın bir denemesidir. Zaman içinde, koşullar hangi yönde değişirse, doğal denemelerden,  ona uygun olanlar başarılı oluyor, olmayanlar, ya tamamen yok oluyorlar, veyahut eski ilkel koşullarında yaşamlarına devam ediyorlar. Bu kural, doğadaki 3.5 milyar yıllık canlılar tarihinden çıkartılacak en önemli derstir! Doğada sabit koşullar yoktur, dolayısıyla, tolumsal hayat için de sabit, değişmez yasalar, kurallar olamaz! Bu nedenlede, insanlar, çevrelerine bir göz atıp, "Kim daha ileri gidiyor, gelişiyor, ve neden?" sorusunu hep kendine sormalı, değişen dünya koşullarına uygun yeni fikirler bularak, bunların başarı derecelerini, küçük projeler halinde denemelidir. Her küçük topluluk bir deneme birimi olmalı, her köy, kasaba, veya kent bir deney alanı olarak işlev görmelidir. İşte bu nedenden dolayı da, yine, her yerleşim birimi, her topluluk, kendi iç işlerinin yürütülmesi, sorunlarının çözümünde, bağımsız olmalı. Tek bir kişiden, veya tek bir toplumdan çözüm yolu beklemek ve onun çizdiği yolda gitmek, tek bir hücrenin mutasyona uğrayıp, diğer hücrelerin ise, o hücreyi taklit etmelerine benzer; başarı şansları, milyonda veya milyarda birdir.
İşte, bizim toplumumuzun en önemli hastalığı budur: Yeni firkirleri, ön yargılı olarak reddederiz, ve kafası çalışıp, değişik bir fikir öne süren insanlarımızı, topluma zararlı olarak görüp, onları "herhangi bir şekilde susturmaya" çalışırız. Bu olay, doğadaki mutasyonu yasaklamak gibi bir şeydir. Mutasyon olmazsa, canlılar değişen dünya koşullarına uyum sağlayamazlar; yeni fikirler, hiç denenmeden yasaklanırlarsa, o toplum gelişemez! Bilim adamları, yazarlar, filozoflar, vs. gibi yeni fikir üretebilen insanlar, önyargılı ve sabit fikirli toplum baskısı yüzünden, değişik fikirlerini ve çözüm önerilerini ortaya sürememektedirler, çünkü bazı toplumlar, "benim düşünce ve inancıma ters düşen bir şey söyleyen insan, benim inancıma hakaret etmiş sayılır, dolayısıyla, benim inancıma göre katli vaciptir" sabit fikrine saplanmışlardır. Bu durumda, kim hayatını tehlikeye atarak, değişik fikrini rahatca söyleyebilir? Bu tür toplumlar, değişen dünya koşullarına nasıl uyum sağlayabilir? 
 İnsanların zeka ve bilgi düzeyi zamanla değişmekte ve gelişmektedir. Bin, iki bin yıl önce insanlar neleri biliyorlardı? Bunu yukarıdaki tablodan görebilirsiniz: Atomdan, molekülden, virüsten, bakteriden, dünyanın şeklinden, evrenden, galaksiden, yağmurun nasıl yağdığından, depremin neden olduğundan, volkanın neden nerde patladığından, beynin ne işe yaradığından, kalbin görevinden, kimyasal tepkimelerden, fotosentezle enerjinin bağlanıp büyüme olayının gerçekleştirilmesinden, yerçekimi kuvvetinden, elektrikten, elektromanyetik etkileşimlerden, atom içi kuvvetlerden, nükleer enerjiden, maddenin enerjiye, enerjini maddeye dönüşebilirliğinden vs.den, vs.den habersiz insanların, doğayı ve evreni yorumlamaları ile, bunları bilen insanların doğa ve dünya olaylarını yorumlamaları aynı olabilir mi? Kısacası, kafanızda ne kadar bir bilgi birikimine sahipsiniz ki, doğayı ve doğal olayları, yani Yaratıcının sistemini ve bu sitemin işleyiş kurallarını doğru yorumladığınızı sanıyorsunuz? Bilimsel kurallar ve bilimin yasaları, yöntemleri, doğa olaylarının, dolayısıyla Yaratıcını sisteminin sırlarını çözme yöntemleridir, yani, bilim, özellikle de doğa bilim­leri, Yaratıcının mesajlarını algılama yöntemleridir. Bilim zeka ile orantılı olarak gelişmektedir, ve bu olgu, verilen tabloda açıkça görülmektedir. Dolayısıyla, fizik, kimya, biyoloji, genetik, jeoloji, paleontoloji, astronomi, astrofizik, anatomi, fizyoloji, nöroloji, ekoloji, antropoloji, arkeoloji gibi temel bilimler dallarındaki genel prensipleri ve bunların ana hatlarını bilmiyorsanız, bu bilim dallarını birbiriyle ilişki içinde değerlendiremiyorsanız; buna ek olarak, dinsel inançlarımızın temelini oluşturan Kutsal Kitapları (Eski Ahiti (Tevratı), Yeni Ahiti, Kuranı) bizzat okuyup, anlamadıysanız, Yaratıcı'yı doğru anlayıp, doğru yorumladığınızı iddia edemezsiniz, çünkü yeterli  bilgi sahibi sayılamazsınız. Ama bu saydığım özelliklere sahip olunmadığı halde, kendi kafasındaki görüşü kesinkes "doğru" kabul edip, bu görüşe ters fikir ileri sürenleri "düşman" sayarak, onu "susturmaya" çalışmak, insanlık niteliği ile bağdaşır bir tutum olamaz; bu tür katı ve sabit fikirliliğe "fanatik görüşlülük" de denir. Ve insanlık fanatik görüşlülerden çok çekmiştir. Bu günkü insanlığın  mutsuzluğunun ve sefaletinin ana nedeni, doğayı ve doğal olayları yanlış yorumlamaya sürüklenmesi ve bu yolun gelenekselleştirilmesi olmuştur. Bizler doğal düzene ters davranışlar içindeyiz; doğal düzen ve sistem ise, Yaratıcının kumuş olduğu düzen ve sistemdir. Yani, bir diğer ifadeyle, bizler, doğal düzene ve sisteme ters işler yapıyoruz, ve bu yaptığımız terslikleri de "Allah adına yaptığımıza" inanıyoruz. Buna, "Allah adına, Allah'ın kurduğu sisteme karşı işler yapmak" denir! Bundan daha büyük bir yanlış davranış olabilir mi? Böyle toplumların ve insanların, mutluluk ve rafah içinde yaşamaya hakları var mı? "Aynaya" bakıp, durumumuzu görelim: "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz; Görünür şahsın rutbe -i aklı eserinden." 
Sonuç olarak şu söylenebilir: Toplumsal hayat kuralları, gunün değişen koşullarına uygun olarak, sürekli yenilenmelidir; hatta toplumlar, doğal değişimleri sürekli izleyerek, geleceği önceden kestirebilmeli ve gerekli toplumsal değişiklikleri yapmalıdır.

Toplumlar İnsanlardan Oluşacağına Göre, Toplumsallaşma "İnsan" Teriminden Ne Anlaşılması Gerektiğini Açıklamalıdır.
Öyleyse hemen bir soru: İNSAN KİME DENİLMELİDİR?
Genellikle, insan, konuşan ve düşünen hayvan diye tanımlanır. Ancak, konuşma ve düşünme olgusunun, göreli bir kavram olduğu da açıktır. Bir çok hayvanın kendilerine özgü bir dilleri olduğu ve birbirleriyle bu sayede anlaştıkları, herkesce bilinir; yine, çoğu hayvanın kendi çapında bir düşünce ve hayal dünyası olduğu, bir çoğunun rüya bile gördüğü de saptanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, konuşma ve düşünme olguları, insan tanımı ve ayrımı için yeterli kriter olamaz.  Diğer taraftan, "insan" vardır, bir hayvan kadar düşünüp, konuşamaz; yani, beyin yapısallaşması ve programlanması özürlü olan insanlar, insanlık değer yargılarına hiç uymazlar. Yine "insanlar" vardır, en vahşi hayvandan daha vahşi bir şekilde, hunharca insan kıyımı yaparlar, kentleri içindeki bütün yaşayanları ile birlikte ateşe verirler, kendileri gibi düşünmeyen insanları acımasızca öldürmeye kalkarlar, vs.. Bu tür yaratıkları, sırf 'iki ayak üzerinde yürüyor, konuşabiliyor, hayal kurabiliyor' diye İNSAN mı sayacağız?
Peki, kime "gerçek insan" diyebileceğiz? Gelişmiş beyin yapıları ile, bir çok teknolojik gelişime imzasını atan insan toplumlarının bu teknolojik ürünlerini kullanma olanağına sahip olan sıradan insanlar, ellerindeki bu teknoloji harikalarını, çevrelerindeki diğer insanlara zarar verecek şekilde kullanmaya kalkarlarsa (ki genellikle bunu yapıyorlar), bu nasıl insanlık?
İnsanlarımızın çoğunluğu, kendilerini oluşturan hücrelerin (hayvancıkların) dürtüleriyle, genellikle hep kendilerini düşünürler, her tartışmada kendilerini haklı bulurlar; yani "onların yoğurtları hiç bir zaman ekşi değildir", onlar hep haklı, diğerleri hep haksızdır. Bu tür insanların dedikleri dediktir, inatçıdırlar, kendileri ile aynı fikirde olmayan diğer insanlarla uzlaşmaları, anlaşmaları olanaksızdır.
Peki niye çoğu insan böyledir? Birinci neden, insan denilen yaratığın, hücre denilen hayvancıklardan oluşması, ve bu hayvancıkların da ufuklarının çok küçük olmasıdır; yani onların dünyasında, sadece onlar en iyisidirler, her şey onlara göre ayarlanmalıdır. Bu olgu, özellikle çocukluk döneminde belirgindir: Çocuklar kendilerini her şeyin merkezinde görmeye meyillidirler; her şey sanki onlar için yaratılmıştır. İkinci neden işte bundan sonraki eğitim sistemi bozukluğu ile ortaya çıkar: İnsanlara, bağımsız bir yaratık olmadıkları; toplumun bir ögesi oldukları; toplum yok edilirse, kendilerinin de "insanlık" vasfını kaybedip, vahşi bir hayvan gibi doğada yaşamak zorunda kalacağı ve soyunun devamının mümkün olamayacağı, vs. gibi gerçeklerin, ekolojik veriler ve delillerle açık seçik anlatılmayışıdır! Yani insanların çoğunluğunun beyinlerine, yaşadıkları dünya ve ortam koşulları hakkında gerçklere uygun bilgilerin yerleştirlimeyip, doğal sisteme ters bilgiler yerleştirlimesidir; bir başka ifadeyle, insanlarımızın beyinlerinin yanlış programlanmasıdır.
"Gerçek insan", kendisinin doğal sistemdeki yerini bilen; içinde yaşadığı ortamı ve dünyayı, gerçeklere uygun şekilde tasarlayabilen; beyninin nasıl çalıştığını bilip, nelerin hayali, nelerin gerçek olduğunu ayırt edip, hayali değil, gerçeklere değer veren; toplumsallaşmanın yaşam standardını artırıcı bir olgu olduğunu anlayacak kadar zeki olan ve bu nedenle, çevresindeki tüm insanlarla anlaşmak ve uzlaşmak zorunda olduğunun bilincinde olandır! Evet, gerçek insan, toplumsallaşmanın ön koşulu olan, çevresindeki insanlarla anlaşmak ve uzlaşmak zorunluluğunu içinde hisseden, bu nedenle, kendi kafasındakileri bir an için bırakıp, kendisini bir an için karşısındaki insanın yerine koyup, onun gibi düşünebilendir; karşınızdaki insanın neden sizden farklı düşündüğünü anlarsanız, anlaşamadığınız konuları tartışıp, "gerçeklerde" birleşmeyi sağlayabilirsiniz. Unutmayınız: "Barika-i hakikat müsademe-i efkardan çıkar"!  Bir başka ifade ile, "greçek insan", tartışabilen insandır.
Bir insanın etki altında kalacağı kuvvet türleri şunlardır:
1- İnsan hücrelerden oluştuğuna, yani yaklaşık 60 trilyonluk bir hücre toplumu olduğuna göre, hücrelerinin isteklerini yerine getirmeye çalışacaktır. Hücreleri şekersiz kaldıklarında, açlık duygusuna kapılacak, hücreleri suya gereksinim duyduklarında susayacaktır. Bu duygular bizlerin midelerinin bir kaprisi değildir. Acıkan veya susayan birinin damarına serum bağlayıp, hücrelerin ihtiyacı olan şeker, tuz ve suyu verdiğiniz anda, bünye açlık ve susuzluğunu unutur. Halbuki ne ağzınıza bir lokma ekmek girmiştir, ne de mideniz bir şey görmüştür. Dolayısıyla, bu tür duygular, bizleri oluşuran mikroskopik hayvancıkların isteklerinin, vücut ölçeğinde dışa vurumundan başka bir şey değildir. Onlara ihtiyaçlarını herhangi bir kanaldan iletebildiğiniz anda, bu duygular da son bulur.
2- İnsanı etkisi altına alan ikinci kuvvet, seks dürtüsüdür. Bizler birer hücre kolonisi olarak da, neslimizin devamını sağlamak için, özel olarak oluşturulan cinsiyet organlarının salgıladıkları hormonların etkisi altında, kişiliğimizin devamı için,  bastırılması zor cinsel duygulara kapılırız. Yine, bir hücreler kolonisi olarak, kolonimizin neslinin devamı, yani çocuklarımızın yetiştirilmesi için, her türlü fedakarlığa ve acıya katlanırız.
Buraya kadar anlatılan bu iki kuvvet türü, genetik olarak hücrelerimizdeki kayıtlarla (kromozomlar ve genler) denetlenirler ve "içgüdüseldirler". Bu kayıtlar ise, doğal olaylar sonucu, canlının milyonlarca yıllık soy geçmişi serüveninin bıraktığı izlerden oluşurlar ve tüm insanlarda (ve de tüm canlılarda) etkilidirler.
3- İnsanı etkileyen üçüncü kuvvet, "toplum baskısı" denilen kuvvettir. Bu kuvveti yöneten, yönlendiren yer ise beyin denilen ve genellikle insanlarca yerleştirilen bilgilerce denetlenen bir bilgisayar merkezidir. İnsanların buraya yerleştirdikleri bilgiler ise, onların çevrelerindeki olayları nasıl yorumladıkları, ve bu olaylardan çıkardıkları derslere bağlıdır. Bunlar, toplumların genel ahlak kuralları dediğimiz kurallarından oluşurlar ve "vicdan" dediğimiz olguyu oluştururlar. İşte, insanlar ve toplumlar arası farklılıklar bu kuvvetin etkisinin farklılığında başlar. İnsanlarımız ne derecede bir toplumun bir parçası olarak kendilerini görebiliyorlar ve bütün benlikleriyle bu topluma inanıyorlar ve kendilerini bu toplumla özdeş hissediyorlar? İnandıkları bu toplum hangi büyüklükte, hangi ölçekte? Aile ölçeğinde mi, kasaba veya kent ölçeğinde mi, devlet ölçeğinde mi, yoksa, dünya ölçeğinde mi?
Hücre dediğimiz hayvancıklarımız, vücut sıvısı içinde, dış dünyadan habersiz, kendi hallerine bir yaşam sürerler; onların dış dünya ile doğrudan bir ilişkileri yoktur. Beyin dediğimiz, hem hücreler arası ilişkileri düzenlemek üzere programlanmış, hem de vucut dediğimiz bu hücreler kolonisinin dış dünya ile ilişkilerini düzenlemek üzere, 'eğitim yollu programlanmaya uygun' olarak yaratılmış olan çok özel bir organımızdır. İnsan doğduğu anda, beyin dediğimiz bu organımızdaki sinir hücreleri sistemi, otomatik olarak vücut hücrelerinin karşılıklı ilişkilerini düzenleyecek şekilde programlanmıştır. Bu genetik olarak otomatiğe bağlanmış bir işlem sonucu kendiliğinden oluşur. Vücudun, veya insanın, çevresiyle ilişkilerini düzenleyecek şekilde beyninin programlanması ise, "eğitim" dediğimiz sistemle gerçekleşir. Eğitim, kişi doğduğu andan itibaren başlar; çocuk, çevresinde gördüğü insanların davranışlarından sürekli "dersler" çıkarır. Dolayısıyla, çocuğun doğup büyüdüğü çevre, eğitim açısından son derecede önemlidir. Okul eğitimi dediğimiz, sonraki beyin programları, bu ilk çevre eğitimi yanında, çok çok önemsiz kalır!
İster aile, ister mahalle, ister kent, ister devlet düzeyinde, hangı düzeyde bir toplum olursa olsun, sağlam bir toplumsal hayat sistemi hedefleyen her toplumun, bu biyolojik gerçekler karşısında, bireylerini nasıl "eğiteceği" veya eğitmesi gerekeceği, açık seçik ortadadır.
Çocuklarımızın doğar doğmaz örnek aldıkları, davranışlarımızı taklit ettikleri biz büyükler, toplumsal hayat hakkında, toplumsallaşmanın yararları konusunda ne biliyoruz, ve ne derecede toplumsal davranıyoruz? Bir tek örnekle, ne kadar "toplumsal" davrandığımızı gösterelim:
Bizim toplumumzda, iki kişi bir araya geldiğimizde, genellikle bir üçüncü insanı çekiştirmekle işe başlarız; onun iyi yönlerinden ziyade, kötü yönlerini sayar dökeriz. Her insanın kötü yönleri vardır, ama mutlaka iyi bir yönü de vardır. Hiç bir insan, kritik edilmeyi, kötü yönlerinin sergilenmesini istemez, çünkü o insanın beyni, kendi hücrelerinin çıkarlarını, yani kendi özünü savunmaya yönelik olarak, doğuştan programlanmıştır; bu nedenle kendisini kritik edeni, hemen 'düşman' kategorisine sokar. Bu insan, falanca kişilerin kendisi hakkında 'şöyle söylediklerini' duyduğu anda, toplumun iki kişisini 'düşman' sınıfına sokmuştur bile. Şimdi bu olaylar böyle zincirleme devam eder ve sonuçta, o toplumda, herkes diğerini kendisine 'dost' değil, 'düşman' olarak görmeye, birbirine güvenmemeye başlar. Peki, birbirine güvenmeyen insanların birlikteliğinden, nasıl bir sağlam "bünye",  bir sağlam toplum oluşturulur?
Halbuki, şöyle davransak işler daha iyi yönde gelişir: Bir kişi hakkında fikrimiz sorulduğunda, veya o kişi hakkında konuşulurken, o kişinin topluma nasıl faydalı olabileceği düşünülüp, o kişiden nasıl yararlanılabileceği, yani o kişinin neyi, diğer insanlardan daha iyi yapabileceği tartışılıp, konuşulsa, o kişi sizleri düşman değil, dost sınıfına sokar. Bu olaylar bu şekilde zincirleme devam ederse,  sonuçta, o toplumda insanlar birbirlerini dost gözüyle görmeye, birbirlerine güvenmeye başlarlar; gerçek bir toplumsal hayat sisteminin kanalları döşenmeye başlanır, vs. .
"Gemisini kurtaran kaptandır", "Herkes kendi bacağından asılır", vs. gibi, toplumsal hayat sistemine ters düşen davranışların benimsendiği bir çevrede yetişen insanların beyinlerinin, toplumsal hayat sistemini benimseyecek bir şekilde programlanmış olmaları beklenemez.
Uzun sözün kısası, 'İNSAN, doğal gerçeklere uygun şekilde nasıl yapısallaşmış olduğunun bilincinde olan ve kendisini  etkileyen her üç kuvvet türünü de birbiriyle dengeleyebilen yaratıktır'.
Konu bir başka açıdan değerlendirilecek olursa, şöyle denilebilir: Bir insan, toplum için zararlı, yani "kötü" ise, bunun iki ana nedeni olabilir: a) Kişi, genetik olarak bozuktur, beynindeki sinir ağı donanımı doğuştan hatalıdır, dolayısıyla yanlış çalışır ve yanlış kararlara varır; b) Kişinin beyni, yetişip - yaşadığı ortamda yanlış programlanmıştır. Birinci durumdaki insanların toplum içinde belirli yerlerde kontrol altında tutulmalıdır ve bu tür kalıtsal bozukluk gösteren insanların neslinin çoğalması kontrol altına alınmalıdir. İkinci durumdaki insanların durumları ise farklıdır; bu tür beyinleri yanlış programlanmış insanlar, tamamen toplumun kendi hatasının ürünüdür; böyle toplumların sistemleri tamamen bozuktur; toplum suçu kendi yapısında, yasasında, geleneğinde veya görneğinde aramalıdır. Bireylerinin "köprü altı çocukları" koşulları altında  yetişmesine göz yuman bir insan kalabalığı, kendisini toplumsallaşmış sayamaz!
Günümüz toplumlarında, insanlar, birbirleriyle anlaşacak tarzda bir eğitim sistemiyle değil, birbirleriyle zıtlaşacak bir sistemle yoğrulmaktadır. İnsanlık, insan denilen yaratığın, nasıl yapısallaştığını ve olaylar karşısında ne tür tepkiler vermeye yatkın olduğunu bilmeden; beyin denilen organının, bilinçli ve bilinç altı devrelerinin nasıl çalıştıklarını ve karşılıklı etkileştiklerini bilmeden, toplumu oluşturan bireylerini, bilim dışı görüşlerle eğitir ve yoğurursa, varılacak sonuç bu günkü durumdan farklı olamaz. Bir insanla anlaşmak istiyorsanız, onu tenkit eder bir tarzla başlamayınız; çünkü, beyin, her şeyden önce, kendi hücrelerini savunmak üzere programlanmıştır ve tenkit edilmeye başlandığı anda, karşısındakini düşman kabul edip, anlaşma kapılarını kapatır!
Sonuç olarak şunu rahatlıkla iddia edebiliriz: Hücreleri, DNA zincirlerindeki depolanmış bilgiler yönetir, emirler oradan alınır. Hücreler kolonisi olan insanı, koloninin koordinatörü ve bilgi deposu olan beyin yönetir; emirler oradan alınır. Toplumları ise, toplum kuralları ve yasaları yönetir. Nasıl ki, beyin, yönettiği her hücre ile sinir ağları ile bağlantılıdır, ve her hücrenin fikrini alır, toplumlar da her bireyle ilgili yasa ve kural hükmü içermeli ve bu kuralların oluşturulmasında, o bireyin onayı olmalıdır. Ancak o zaman bireyler kendilerini toplumun bir parçası sayarlar. Doğal sisteme uygun, dolayısıyla gerçek bir toplum­sal örgütlenme ve yapısallaşma sistemi oluşturmak için, doğadan ve doğal sistemden yararlanmalıyız. Bize en yakın ve uygun doğal örnek bizzat bizim vücudumuzdur: 60 trilyon hayvancık, vücut sistemi altında, az veya çok uyumlu olarak bir arada nasıl yaşıyorlarsa, nasıl örgütlenmişlerse, dünya üzerindeki 5-6 milyarlık biz insanlar da, ona uygun bir örgütlenme sistemi kurabiliriz, ve bu en gerçekçi yaklaşım olur!

Toplum Bir 'Bütündür', 'Bütün' olmak zorundadır.
Toplum, kendisini oluşturan insanların  hizmetlerinin karşılıklı olarak örgütlenmesi ile oluşan bir hayat sistemidir. İster aile, ister kent, ister devlet düzeyinde olsun, bireyler arasında, hizmet dalı veya iş kolu haricinde, hiç bir ayrımcılık yapılamaz; yapıldığı anda, o toplum "bir toplum" olmaktan çıkar, "iki veya daha çok topluma bölünmüş olur"! Örneğin, bir toplumda, partizanca davranılıp, 'bu bizdendir, onu kollayalım' zihniyeti,  en hafif şekliyle bile varsa, o toplum, iki topluma ayrılmış demektir! Bu ayrımcılık, inanç sisteminde olabilir, ırkçılık olarak olabilir, akraba kayırma şeklinde olabilir, kadın \ erkek ayrımı şeklinde olabilir, ve daha bir sürü başka türde olabilir; ama hepsi, o toplumun gerçek bir toplumsal bütünlükten uzaklaşmasına yol açar. Dünyadaki tüm insanlar, tek bir biyolojik türdür. Çünkü, hangi ırktan veya dinden olursa olsun, tüm insanlar birbirleriyle çıftleşip bir döl sahibi olabildiklerine göre, insanları oluşturan temel yaratıklar, yani hücreler,  aynı dili konuşmaktadırlar ki, birbirleriyle anlaşıp döl oluşturabiliyorlar. Yani, bizi oluşturan hücreler aynı soydan olduklarını söylüyorlar, öyleyse biz tüm insanlar da aynı soydanız. Yeryuvarında hayatın tarihsel gelişiminden çıkartılan sonuç, hayatın amacının (dolayısıyla insanlığın amacınının) dünya nimetlerini en akılci ve ekonomik şekliyle kullanıp, maksimum biyokütleyi oluşturmak olduğuna göre, bunun tek yolu, tüm insanlığın ortak bir davranış ve tutum içine girerek, dünya nimetlerini en ekonomik şekliyle kullanmak olmalıdır. Yoksa, her bir insan veya belirli insan gurupları, birbirlerinin yaptıklarını ortadan kaldırmaya, karşılıklı birbirlerine zarar vermeye kalkıyorlarsa (ki bu günkü çoğu insanlarda görülen davranış böyledir), bu durumda, tüm insanlığın ortak mirası olan dünya nimetleri, kişisel ihtiraslar yüzünden çar-çur ediliyor demektir.
"Toplum" kavramının ne anlama geldiği konusunda kesin bilgileri olmayan insanlar, bir insanı kendisine yandaş olarak görüp, diğerlerini dışlayıcı bir tavır takınabilmektedir. Hatta bu kişisel bencillik öylesine ileri götürülebilmektedir ki, birinin arkadaşı olan bir insan, bir üçüncü kişi söz konusu olduğunda, ve bu üçüncü kişi, arkadaşının "düşmanı" olarak nitelendiğinde, kendisi ile onun arasında hiç bir "düşmanlık" duygusu oluşmasına neden olacak bir durum yokken, sırf arkadaşı ile düşman diye, kendisi de ona düşmanca bir tutum almaya zorlanmakta, veya beyninde öyle bir program oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bunlar, toplumsallaşmanın temel hastalıklarıdır. Çünkü, toplumu kamplara bölmek söz konusudur, ve bölünmüşlük, toplumsallaşmanın ana ilkesi olan bütünleşme olgusuna tam ters bir olgudur. İnsanlar zorla, taraf tutmaya vaya taraf olmaya zorlanmaktadırlar; ve bu da arkadaşlık kisvesi altında olmaktadır. Nasıl bir arkadaşlık ki, o arkadaş, bu taraf tutma sonucu, zararlı bir duruma sokulmaktadır. Hangi gerçek bir arkadaş, bir dostunun zararlı bir duruma girmesini isteyebilir? Bir toplumda, hiç bir insanın bir diğerine küs olmaya, başkasına düşmanca hisler beslemeye hakkı olamaz, çünkü, toplum, aynı kayıktaki insanlar topluluğudur; kayıktakilerden bir kısmı, diğerlerine küsüp, tersine kürek çekerse, o kayığın geleceği ne olur? Bu nedenle, sevsek de, sevmesek de, toplum içindeki tüm insanlarla, asgarı müstereklerde birleşmek, "kayığımızın" geleceğini güvence altına almak zorundayız; hiç bir insanla "merhaba, günaydın" ilişkisini kesmek lüksüne veya hakkına sahip değilizdir!
Toplum içindeki bu ayrımcılık olayları, çok kolaylıkla alevlendirilip, o toplum dağıtılabilir. Dolayısıyla, bu gibi terimlerin bir toplum içinde 'söz olarak kullanılmaları' bile hatadır. Toplumları birbirlerinden ayıran tek faktör, insanların birbirleriyle iletişim sağlama derecesini etkileyen faktörlerdir: Bu da coğrafik engeller, dil sorunları gibi faktörler olup, bu faktörler de, modern olanaklar sayesinde minimuma indirilme aşamasındadır. Dolayısıyla, dünyamızda tüm insanlık tek bir ortak dünya toplumu oluşturma eğilimine girmiştir, ve buna zorunludur, çünkü doğa yasaları buna zorlamaktadır!

"Akraba Hastalığı" Toplumsal Kalkınmanın Ana Düşmanıdır.
Önce, "akraba hastalığı" terimiyle ne anlatılmak istendiğini açıklayalım. İnsanlar, yukarıda sözü edilen, insanı etkileyen 3 kuvvet türünden, 2. kuvvetin etkisiyle, kendi çoluk çocuğunu, veya akrabalarını 'kayırma' eğilimi içindedirler. Bu kuvvet türü, biraz daha değişik şekliyle, 'kulüpcülük, particilik, kadroculuk, vs. gibi şekillerde de kendini gösterir. Evet, işte, kendisini bu 2. kuvvetin etkisine fazla kaptırıp, 3 nolu kuvvet etkisini daha az hisseden insanlarda, "akrabalık hastalığı vardır" denilir.
Şimdi, bir kent düşünün; yöneticiler, partizanca veya, dar kadrocu bir zihniyetle davranıp, her hangi bir iş için bir eleman alınacağı zaman, o işi en iyi yapabilecek olanı değil de, sırf 'kendilerinden yana', veya 'kendi görüşlerinde' olduğu için, daha az yetenekli birini o işe alırlarsa, ve bu tür davranış o toplumda yaygınsa, veya egemense, o toplumun kalkınması olanaksızdır! Nedeni gayet açık: Her iş, o işi en iyi yapabilenlerce yapılırsa, verim, üretim artar; tersine durumda ise, verim azalır. Hangi toplum, her iş için, o işi en iyi yapabilecek kişiyi seçebiliyorsa, o toplum daha hızlı kalkınır.
Bu toplumsal hastalığa tutulmuş toplumların uzun vadeli gelecekleri de çok karanlıktır. Şöyle ki: Bir iş için, o işi en iyi yapabilen kişiyi, ona iş vermeyip cezalandırırsa, bu iş sahasındaki bir doğal yeteneğin gelişmesini de engellemiş olur. Doğal yetenekler, çok sık rastlanılan şeyler değildir. Aynen  soylu koşu atları gibi, onlar da teşvik edilip geliştirilirlerse, toplumda, yetenekli kişilerin sayısı artmaya başlar. Tersine olursa, yani yeteneksiz kişiler, sırf 'bizden yana, veya bizim yakınımız' olduğu için, ödüllendirilirlerse, o toplumda, yeteneksiz insanların sayısı gittikçe artar. Bu aynen bir çiftçinin iyi tohum yerine, kötü tohum kullanmasına benzer; verim gittikçe düşer!
 'Akrabalık hastalığı' dediğimiz, insanların bindikleri dalı farkında olmadan kesmeye başlamaları hastalığının yol açtığı 'verimsizlik, ve üretim azalması' olayı, toplumsallaşmanın kurallarından (A) başlığı altında belirtilen kurala uyulmaması sonucu da aynen ortaya çıkar. Şöyle ki: Mahalle, kent gibi küçük toplumsal birimlerin, iç işlerinde kendi kendilerini yönetme yetkilerinin olmaması, ve tepeden müdahalelere açık olmaları durumunda, bazı kentler "sürgün" yeri olarak kullanılıp, oralara en kötü elemanlar gönderilebilir. Dolayısıyla, o yöreler, otomatik olarak, geri kalmışlığa mahkum edilmiş olur! Tersine olarak da, bazı yöreler öylesine teşvik görür ve ödüllendirilir ki, bu durumda, kentler arası nüfus kaymaları, aşırı kalabalıklaşmış kentler ve bunun ortaya çıkardığı diğer toplumsal sorunlar birbirini takip eder.

Toplumsal Hayatta Katı Görüşlülüğe, İnatçılığa Yer Yoktur; Hiç Kimse, Sadece Kendi Görüşlerinin Doğru olduğunda Israr Edip, Bu Görüşlerini Kabul Ettirmeye Çalışmamalıdır. Anne-babalar ve Din adamları bile!
İnsanlar, beyinlerinin nasıl programlanıp, nasıl etkilendiklerini bilmezler. Kafalarındaki her tasarımı doğru veya gerçek kabul ederler. Deneysel olarak saptanan şu olaya bakalım: Bir beyine, bir resim gösterilir, ve bu arada, beyinde, hangi bölgelerdeki hücrelerin faaliyet gösterdikleri, modern tıbbi aygıtlarla saptanır. Daha sonra, aynı insanlara, daha önce gördükleri resmi tekrar 'hayal etmeleri' söylenir, ve yine beyindeKi hangi hücre guruplarının çalıştığı saptanır. Sonuç aynıdır: Beynin aynı bölgeleri faaliyet göstermişlerdir. Bir başka gurup insana, bir görüntü anlatılarak, beyinlerinde, bir 'hayali resim' tasarlamaları istenir ve beynin hangi bölgelerinin faaliyet gösterdikleri saptanır; daha sonra, bu anlatımlara uygun bir resim gösterilerek, yine beynin faal bölgeleri saptanır: Sonuç aynıdır!
Yani sözün kısası, beyinde bazı hücreler, kendi aralarında etkileşimlere girip, beyinde belirli hayaller üretebilirler. Bilinç dediğimiz devreler, bilinçli olarak veya bilinç altında üretilebilen bu görüntü veya tasarımları, 'gerçek veya doğru' olarak kabul ederse, onlara "inanır". Onlara inandığı için de, o tasarımları beyninde istediği zaman oluşturabilir, ve bunlara uygun olarak, vücudun tüm diğer organlarına sinyaller gönderilerek, bu tasarımlara uygun davranışlar göstermeleri istenir. Ve vücudun tüm organları bu emirlere uyarlar. Cinleri olduğunu iddia eden biri, bu cinleri 'görebilir, onlarla çeşitli ilişkilere girebilir, vücudunun tüm diğer organları da bu ilişkileri hissedebilir ve yaşayabilir'. Bu böyle olmak zorundadır, çünkü hayat hücresel düzeydedir, ve hücre gurupları ve etkileşimleri böyle tasarımlara açıktırlar! Ama bu olayları, sadece o kişiler görüp, yaşayabilirler, ne başkaları, ne de bir ölçü aleti bu olayları kaydedebilir, çünkü bunlar sadece o beyinlerin hayali ürünleridir!
Şimdi, beyinlerimiz böylesine geniş bir hayal kurma ve bunları gerçekleştirme uğraşı içindeyken, beyin işlevleri hakkında yeterli bilgileri olmayan biz insanların, beyinlerimizde oluşturduğumuz bu tasarımları gerçekmiş gibi kabul edip, başkalarına kabul ettirmeye çalışmamız mazur görülebilir, ama doğru değildir. Bakın, asırlardır neleri doğru diye belleyip, asırlarca çocuklarımıza 'doğru' diye aktardık, ama bu gün bunların yanlış olduğunu kabul ediyoruz:
İşte kısa bir tarihsel değerlendirme:
(1) Daha 50 - 60 yıl öncesine kadar, "Yer ve gök, (yani dünya ve evren), 6 günde yaratıldı" diye çocuklarımıza öğretiyorduk, ve buna kesin inanıyorduk; bu gün, "Yerin" (yani Dünyanın) 4.6 milyar yıllık, Evrenin ise, 10 milyar yıldan daha yaşlı olduğunu öğretiyoruz.
(2) Daha bir kaç asır öncesine kadar, "Dünya düzdür" diyorduk, ve çocuklarımıza öyle belletiyorduk; bu gün 'Dünya yuvarlaktır' diye öğretiyoruz.
(3) Daha bir kaç asır öncesine kadar, "Dünya kainatın merkezindedir" diye biliyor ve öğretiyorduk; bu gün, Dünyamızın Güneş etrafında dönen bir gezegen olduğunu, Güneşin ise bir yıldızlar kümesinin (galaksinin) çevresinde dönen milyonlarca yıldızdan biri olduğunu, ve de evrende daha milyonlarca başka galaksi olduğunu öğretiyoruz.
(4) Daha bir kaç asır öncesine kadar,  gökyüzünde "Gökkubbe" diye bir katı set olduğunu varsayıyor, bunun geçilemez - aşılamaz olduğunu öğretiyorduk; bu gün, gök yüzünde böyle bir katı set olmadığını öğretiyor, yıldızlara gönderilen uyduların filmlerini gösteriyoruz.
(5) Daha bir kaç asır öncesine kadar,  "Güneş, Ay, Venüs, vs." gibi gök cisimlerini kutsal kabul edip, 'ay tutulmalarında' silahlar atıp, gürültüler çıkararak, bu kutsal varlıkları 'kurtarmaya' çalışıyorduk; bu gün onlara uydularla insanlar gönderip, üzerlerindeki taşları, vs.yi inceliyoruz.
(6) Daha bir kaç asır öncesine kadar, "Dünyadaki her şeyin, 'toprak, su, hava ve ateş' dörtlüsünden oluştuğunu" iddia ediyor, ve okullarımızda böyle öğretiyorduk; bu gün atom altı parçacıklarından, atomlardan, moleküllerden, hücrelerden oluşan bir kutu- kutu içinde bir sistemden söz ediyor, ve bunları öğretiyoruz.
(7) Daha 50- 60 yıl öncesine kadar, Dünya'mızı değişmez ve sabit şekilli olarak biliyor ve öyle öğretiyorduk; bu gün, Dünya'mızın, gerek denizlerinin, gerek dağlarının, hiç bir yerinin sabit şekilli olmadığını, ve sürekli bir değişim içinde olduğunu öğretiyoruz.
Ana\babaların çocuklarına, amirlerin emirleri altındakilere, kaynanaların gelinlerine, öğretmenlerin öğrencilerine, imamların cemaatlarına, vs., vs., hiç kimsenin bir diğerine, neyin mutlaka şöyle veya böyle olduğunu belletmeye çalışması ve bunda diretmesi doğru değildir; söyelenecek tek şey, "bana göre bu iş şöyledir; ama, bak, araştır, kararını kendin ver" olmalıdır, tarihten çıkarılcak ders budur.
Evet, geçmişimizden dersler alarak, ne kadar önemli konu­larda, ne kadar yanlış yorumlar yaptığımızı, ve bu yanlış yorumlarımızı, nasıl inatla ve ısrarla doğru diye savunup, başka şekilde düşünen insanları, bizlerin inandığı şekilde düşünmedikleri için, "ölüme mahkum" etmiş olduğumuzu hatırlayınca, "katı görüşlü ve inatçı olmanın" insanlığa nelere mal olduğunu görmek, bir insan olarak bu gün içlerimizi ürpertiyor!
Durum böyleyken, toplumların geleceğini etkileyen 'büyüklerin' (anne\ baba, öğretmen\ imam, her kademedeki yönetici, başkan, vs.nin) sadece kendi kafalarındaki bilgilerin 'doğru' olduğu saplantısı ile, etkileri altındaki insanlara sadece kendi düşüncelerini kesin doğru imişcesine kabul ettirmeye çalışıp, onlara maddi veya manevi baskı yapmaları, son derece hatalı bir davranıştır. Büyükler, bilgilerini ve deneyimlerini, etkileri altındaki insanlara aktarmalılar; ama, hiç bir zaman bu bilgilerin kesin olarak doğru olduklarını iddia edip, karşısındakilerin bu söylenenlere körü körüne inanmalarını istememeliler. Çocuklarımıza öğreteceğimiz her şey, "bu böyle olabilir, bak araştır, kararını kendin ver" şeklinde olursa, insanlarımız, kendilerini öz güvenli ve dünya koşullarına daha iyi uyum sağlayack bir şekilde yetiştirebilirler. Ayrıca, demokratik sistemin gereği de budur; kimse, sadece kendi kafasındakilerin doğru, başkalarınınkinin yanlış olduğunu iddia etmemelidir.

Bir Toplumda, Değer Yargıları, Doğal Sisteme Uygun Olmalıdır:
Önce, 'değer yargıları' kavramı ile ne denilmek istenildiğini anlatalım: Her insan, toplum içinde bir iş yapar, ve bu iş karşılığı, genellikle 'para' denilen bir kağıt veya maden parçası alır. Bu insan, bir başkasının hizmet ürününü almak istediği zaman, emeği karşılığı olan bu parayı kullanarak, başkasının hizmetini satın alır. Toplumsal hayat sistemi bu şekilde işlemektedir. Yani, toplumsal hayat, bir denge sistemidir, ve bu denge, bir terazinin kefelerine yerleştirilen "değerlerle" sağlanır. Terazinin bir kefesine "üretimler" yerleştirilir, diğer kefesine de, bu üretime uygun olacak şekilde "para" konur. Bu iki "değer" sistemi birbiriyle dengede tutulmak zorundadır. Bu denge bozulursa, toplumsal düzenin bozulması da kaçınılmaz olur. Şimdi, bu dengeyi bozan temel unsurlara gelelim:
1-) Terazinin "Para kefesine" konulacak miktar, toplumdaki ürün veya üretimlere endeksli değil de, gelişigüzel bir metaya, örneğin, altına endeksli ise; o zaman şöyle durumlar olabilir:
Bir dağda bir altın madeni buldunuz, ve her ay bir miktar çıkarıp, kuyumcuya veriyor, karşılığında yüklüce bir para alıyor, bu parayla, istediğiniz gibi yaşıyor, istediğiniz şeyi satın alıyorsunuz. Ayda bir gün çalışıp, 29 gün keyif yapıyorsunuz, ve de o toplumda en varlıklı kişisiniz, yatınız, yazlığinız, hizmetcıleriniz, vs., her şeyiniz var. Her şeyiniz var, çünkü altınınız var, ve toplumun değer yargısı birimi olan para, altına endeksli! Böyle bir toplumda, bu insanın ve onun çevresinin, toplumun diğer kesimiyle aralarında, çok anormal bir kutuplaşma oluşması kaçınılmazdır. Değer birikimi dağılımı, çok çarpıcı bir biçimde, dar bir zümrenin lehine kayıp, anormal kutuplaşmalar oluşunca, toplumda çalkantı ve huzursuzluk artar ve patlamalara neden olur.
Değer birikimi dağılımındaki bu düzensiz kutuplaşma oluşumunun en önemli ana nedeni, "değer birimi olan paranın", altın, gümüş vs. gibi, hem toplumda pek zaruri olmayan, hem de tek bir tip ürüne endeksli olması nedeniyle monopolleşmeye yol açabilen, bir metaya endeksli olmasıdır. Bu doğal olmayan endeksleme sistemi, dünyada altın madenlerini ve altın piyasasını elinde tutan şirket veya devletlere, dünya ekonomik sistemini istedikleri gibi oynatabilme olanağı vermektedir.
Sonuç olarak, ister ulusal bazda, ister uluslararası düzeyde olsun, para denilen, "toplumsal hayatın kanı niteliğindeki", değer yargısı biriminin, altın, gümüş, vs. gibi ender olan, ancak doğal yaşam için hiç de zorunlu olmayan, bir metaya bağlanarak (endekslenerek) toplumsal düzenin sağlanmaya çalışılması, insanlığın asıl hedefini çarpıtıp, onların "altın peşinde" koşmasına yol açmıştır. (Tarih boyunca, altın aramak için harcanan zamanlar, toplumun doğal gereksinimleri doğrultusunda, daha başka amaçlarda harcanmış olsaydı, insanlığın bu gün ulaşmış olabileceği hayat seviyesi ne olurdu?) Herkes define peşindedir, altın arayışı için milyonlarca insan emeği heba edilmektedir. Her define bulan, her altın bulan, kolayca, toplumsal değer dağılımını altüst edip, toplumda anormal kutuplaşmalara yol açmakta, ve bu çarpıklık, zaman içinde başka kesimlere de sıçramakta, sonuçta toplumlarda patlamalar olmaktadır. Bu tür patlamalar, karşılıklı hizmet alış-verişi hızına bağlı olarak, yaklaşık 10, 20, 50, vs. yıl gibi aralıklarla, insanlık tarihi boyunca, hem ulusal bazlarda, hem uluslararası düzeyde sürmüş, bir çok kargaşanın veya savaşın ana nedeni olmuştur. Ve, insanlarda bu mantık çarpıklığı sürdüğü sürece,  olmaya devam edecektir.
Peki, bu altından, süs eşyası ve bir-iki kaplama haricinde insanlık ne yarar görmüştür? Altın yenilebilir mi, içilebilir mi, veya giyilebilir mi? Yaşam için gerekli en temel unsurlar bunlar olduğuna göre, bir toplumun değer sistemi, neden doğal gereksinimler için gerekli maddelere bağlanmayıp da böyle tek bir fantazi maddesine bağlanmıştır? Toplumsal değer yargısı birimi olan "parayı" altın gibi tek bir ürüne, monopolleşmeye (tüm gücü tek elde toplamaya) elverişli tek bir siteme bağlayıp, toplumsal kutuplaşmalara yol açmanın bir mantığı var mı?  Toplumun birimleri arasında kutuplaşmaya yol açmayacak bir "para endeksleme sistemi" yok mudur?
Çözüm için, toplumsal hayat sisteminin ana parametrelerine bakalım: Toplumsal hayat, farklı iş ve meslek kollarının örgütlenmesi prensibine dayanıyorsa, "toplumsal hayatın kanı" niteliğini taşıyan "paranın" da, iş ve meslek kollarının ürünlerine endeksli olması gerekir! Tek mantıklı yaklaşım budur; ne kadar çok iş ve meslek kolu ürünü dikkate alınırsa, o kadar sağlam ve dengeli bir toplumsal ilişki sistemi oluşturulmuş olur. Elbette, bu endeksler toplumdan topluma farklılıklar gösterecektir: Kimi toplumlarda pamuk, fındık, buğday,  kağıt, buzdolabı, vs. endekslemede ağırlıklı iken, bir diğerinde, muz, kahve, vs. etkili olacak; bir başkasında, bilgisayar, araba, peynir, bir araştırma projesi, bir patent, vs. gibi başka ürünler ağırlıklı olacaktır. Üstelik bu endeksleme sistemi sabit değil, dünyanın değişen şartlarına uygun olarak, sürekli kendi kendini de yenileyecek, yeni  dengeler oluşturacaktır. İnsanlar ancak bu koşulla, emeklerinin karşılığını, hiç sömürülmeden alabilirler, ve dünyada kimsenin kimsenin malında gözü olmaz ve kalmaz.

2-) Toplumlarda "değer dengelerini" bozan ikinci faktör, üretim kefesine konan "değerlere" biçilen paydır.
Şimdi bunu açıklayalım: Toplumlarda, herkes bir şey yapar, (veya yaptığını sanar). Kimi, tarımsal sektörde çalışır, o alanda ürünlerini terazinin kefesine koyar; kimisi sanayi sektöründe çalışır, makinalarını, kumaşlarını, vs.yi terazinin kefesine koyar; kimisi, bu sektörler arası ilietişimi düzenleyip, veyahut, kişilere "rahatlık, güven" duygusu verip,  verimliliği artırma "hizmetini" kefeye koyar; kimisi, meslekler öğretip, neyin nasıl daha iyi yapılabileceği "öğretisini" kefeye koyar; vs.. Ancak, öyle "meslekler" vardır ki, hizmet ürünleri kefesine koydukları, "minare gölgesi ve davul tozundan" oluşmaktadır.
Gerçekte o toplumun kazanına hiç bir reel katkısı olmayan, "Hayali ürünler" diyebileceğimiz bu tür "ürünlerin" sahipleri, sürekli olarak, terazinin karşı kefesindeki paradan, aynen gerçek ürün sahipleriyle birlikte, pay alırlarsa, o toplumda sürekli olarak bir gelir kaybı ortaya çıkar. Bu şu demektir: Terazinin ürün (hizmet) içeren kefesine sadece sekiz kişi mal koyarken, karşıdaki "para" kefesinden on kişi sürekli olarak pay almaktadır. Bu gibi durumlar, kalabalık toplumlarda anında göze batmaz; ancak, zamanla bu dengesizlik ve kayıp, öyle bir değere ulaşır ki, toplumsal denge alt üst olur, ve toplum patlar!
Bu tür meslekleri burada saymak gereksiz, düşünürseniz, bunları bulabilirsiniz. İşte, bir toplumda, bu tür insanların sayısı ne kadar çok ise, o toplumlarda, o kadar çok enflasyon olmak zorundadır. Yani enflasyonun, görünmez nedenlerinden biri de budur!
Yönetici kesim, toplumsal hayat sistemini ayakta tutabilmek için, bazen karşılıksız olarak da (yani altını olmadığı halde, varmış gibi) para basabilmekte; bunun sonucu olarak da, uluslararası ilişkilerde, parasının değeri gittikçe düşmekte, dolayısıyla, halkının emeği gittikçe daha az değer taşımakta, ve toplum fakirleşmektedir. Uluslararası iletişim ve etkileşimin çok hızlı ve gelişmiş olduğu bir dönemde, bir toplumun fakirleşmesi, buna karşın başka toplumların çok daha zenginleşmeleri, geniş ölçekte kutuplaşmalara ve huzursuzluklara yol açmakta, yine toplumsal patlamalar gündeme gelmektedir, hem de tüm ulusu kapsayacak patlamalar söz konusu olmaktadır.
 Çağımızın Koşulları, Toplumların Dünya Ölçeğinde Birbirleriyle İlişki İçine Girip, Birbirleriyle Kaynaşmalarını Gerekli Kılmaktadır.
Günümüzde, dünya 'küçülmüştür'; hızlı iletişim ve ulaşım araçları ile, tüm dünya birbirine bağlanmıştır. Bir ülkede oluşan bir hava kirliliği, tüm diğer ülkelere yayılabilmekte; bir ülkenin geliştirdiği bir  teknoljik yenilik, bir kaç günde tüm dünyaya yayılabimekte; bir ülkeden fırlatılacak bir füzeyle, dünyanın herhangi bir yerindeki bir ülke zarara sokulabilmekte; vs..
Toplumlar arası iletişim ve etkileşimin, tüm dünyayı kapsayan, hava yolları, deniz yolları ve kara yolları ağları ile hızlı bir şekilde sağlanması nedeniyle, para denilen ulusal birimler, uluslar arasında da birbirlerine bağlanmak, yani birbirlerine endekslenmek zorunda kalmışlardır. 1944'lerden itibaren başlatılan bu girişimle, IMF denilen "uluslararası para fonu" kurulmuş, ve tüm devletler, kendi ulusal para birimlerini, birbirlerininkiyle kıyaslamalı bir sistem içine sokmuşlar, ölçek olarak da Amerikan Dolarını kabul etmişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri ise, dolarının karşılığını her zaman altın olarak karşılamayı taahüt etmiştir. (ABD, bu taahütünü 1971'de kaldırmıştır.)
Günümüz dünyasında, herhangi bir toplumun, görüşleri ve inançları farklı diye, başka toplumları dışlayarak, hatta düşman sayarak, kendisini içine kapatması ve diğer toplumlarla ilişkilerini kesmesi veya azaltması, kendi kendine ambargo koyması demektir. Şöyle ki:
1- Kendi içine kapanıp, başka devletlerle ilişkilerini kısıtlayan bir devlet, dışarıdan çok ucuza alabileceği bir malı (örneğin kömürünü), bin-ikibin metre derinden çıkarıp, çok pahalıya mal etmek zorunda kalırsa, kendi halkının yaşam standardını, bile bile pahalılaştırmış olur.
2- Kendi geleneksel olanaklarıyla bir ayda yaptığı bir işi, yabancı bir develet, modern teknolojik aletler yardımıyla bir günde yapabiliyorsa, ve sırf kendi içine kapandığı için bu  teknolojiden yararlanma olanağı yoksa, o devletin vatandaşları, hep daha zor koşullarda bir yaşam sürmek zorundadırlar. Biçer\döver varken, orakla veya tırpanla hasat yapmak; modern bilgisyarlar varken, basit hesap makinaları ile hesaplamalar yapmak; modern matbaalar varken, eski matbaalarla basımda direnmek, halkın yaşam standardını düşük tutmaktan başka bir işe yaramaz.
Örnekler çoğaltılabilir, ama sonuç aynıdır: Bir insanın toplum hayatını reddederek, kendi içine kapanıp, "Robinson" tipi bir hayat sürerek, elektrik, radyo, televizyon, tiyatro, konser, okul, hastane, vapur, otobüs, vs. gibi toplumsal eserlerden ve ürünlerden yararlanmaktan vazgeçmesiyle; bir devletin, kendi içine kapanarak, diğer devletlerle iş birliği sonucu elde edilebilecek, daha ucuz ürünlerden ve günlük yaşamı daha kolaylaştırıcı ve rahatlatıcı yeni teknolojilerden vatandaşlarını yoksun bırakması arsında hiç bir fark yoktur! İnsanlar ve devletler, bigi ve mantığa ters duygularla değil, bigi ve mantığa uygun düşüncelerle iş yapmak zorundadırlar. Çünkü, "bigi ve mantığa ters duygularımız", beynimizin, dış dünya gerçekleri karşısında aciz duruma düştüğü zamanlarda oluşturduğu, hayali senaryolardır. Bizler bu dünyada yaşıyoruz, dolayısıyla kendimizi, dünyanın gerçeklerinden soyutlayamayız. Bu dünyada yaşadığımız sürece, beyinlerimizin hayali senaryo ürünleri olan duygusal davranışlarla yaşantımızı etkileyemeyiz. Etkilenirsek, bundan kendimiz, ve toplumumuz zararlı çıkar: Keskin sirke, küpüne zarar!
 Günümüzde, Gerçek Bir Toplumsal Hayat Sistemi Oluşturulabilmesi İçin, Önce, Yönetici Kadroların İkinci Bir Eğitimden Geçirilerek, Beyin Programlarının Yeniden Reorganizasyonu Sağlanmalı; İkinci Aşamada ise, "Toplum Mühendisliği" Gibi Yeni İş Kolları Açılarak, Toplumsallaşmanın Parametreleri Saptanıp, Değerlendirilebilmeli, "Toplumsal Hayatın Mutasyonları" Seçilebilmelidir.
Tüm yukarılarda sıralanan  nedenlerden dolayı, insanlar, dünya ölçeğinde düşünüp, dünya ölçeğinde kabul görecek görüşler ve sistemler üretmek zorundadırlar.
Bir örnek olarak çöp sorununu verelim. İnsan nüfusu her gün artmakta, bu artan nüfusla orantılı olarak, dağlar gibi çöp yığınları oluşmakta, insanlar bu sorunu nasıl çözeceğini bimemektedir. Çöpü şu veya bu şekilde  depolamak çözüm değildir, çünkü, çöpler, tekrar doğal sistemdeki gibi, hayat döngüsü içine geriye kazandırılacak şekilde bir yeniden değerlendirilmeye tabi tutulmadıkça, hep birikecek, ve doğal dengeyi alt\üst edecektir. Doğada bir canlının artığı, bir başka canlı tarafından tekrar aminoasitler veya iyonlar şeklinde, temel yapıtaşlarına parçalanmayıp, bir yerde birikecek olsa, doğal sistem felce uğramaktadır. İşte, insanlık, doğadaki bu sisteme ters bir davranışa girerek, oluşturduğu artıklarını, tekrar temel bileşenlerine ayırmadan, bir yerde depolarsa, aynı feleket karşımıza çıkmaktadır. Bu gün bunun ilk sancılarını çekmekteyiz, ve gelecekte, çok daha kötü şekilde çekeceğiz. "Toplum mühendisleri" gerekli toplumsal örgütlenmeyi yaparken, değişen dünya koşullarına uygun, yeni meslek kolları oluşturulmasının ön hazırlıklarını yapmak zorundadırlar.
Sonuç olarak: Topumsal hayat sistemi, bir düzenleme ve dengeleme işlemidir; bir tür mühendisliktir. "Toplum Mühendisliği" diyebileceğimiz, bir yeni meslek kolu oluşturularak, dünyadaki tüm gelişimleri ve değişimleri izleyip değerlendirebilen, üzerinde yaşanılan dünyanın doğal parametrelerini ve sistemlerini öğrenip, bunlara uygun bir toplumsal örgütlenme yapabilen, çok geniş spektrumlu değerlendirme yeteneği olan insanların yetiştirileceği yeni bir meslek dalı oluşturulması, çağdaşlaşmanın gereği olarak karşımıza çıkmaktadır.

EK-8: SON DEĞERLENDİRME
                        .  İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ ÇAĞDA İNSANLIĞIN TEMEL SORUNU
İnsanlığın tarihinde, teknolojik gelişim hep toplum bilinçlenme düzeyinden daha hızlı yayılmıştır. Şöyle ki: Zeki ve yaratıcı insanın biri bir şey, örneğin makinalı tüfek yapar. İnsanların çoğunluğunun taklit etme güdüsü baskın olduğu için, bu buluş veya teknoloji hızla taklit edilip yayılır. Dolayısıyla, teknolojik bir yenilik birkaç yılda tüm dünyada yayılıp, her eve girerken, bu teknolojik yeniliğin kullanımının gerektirdiği sorumluluk bilinci, insanlar arasında aynı hızla yayılmaz. Sonuç: Gittikçe artan terör ve anarşik eylemler, küçük veya büyük boyutlu savaşlar, vs..
Bir veya iki bin yıl öncelerinin toplumsal değer yargılarına, yapısallaşama ve düşünce tarzına sadık kalınarak, günümüz teknolojisiyle iç içe yaşamak bir sürü sorunlar doğurmaktadır. Şöyle ki:  Bir-iki bin yıl önceleri, insanların "dünyası küçüktür", çünkü insanlar görüp, gezebildikleri ölçekte bir "dünya" tasarlayıp, o çapta düşünebilirler. Motorlu araçların olmadığı bir çağda, yaya veya atlı arabalarla ulaşılbilecek yerler sınırlıdır; makinalı tüfeğin olmadığı bir çağda, ok veya kılıçla bir insanın çevresine verebileceği zarar, gene çok sınırlı kalır. Diğer taraftan, insanların dünya görüşü, toplumsal değer yargıları ve örgütlenme şekilleri de, son derece küçük ve sınırlıdır; aile veya kabile tarzında yaşam tarzı egemendir; her kabile kendisini diğer kabilelere üstün sayar, her kabilenin kendine özgü örf ve adetleri, kendilerine has inanç sistemleri vardır; hele hele asil soyluluk çok önemlidir; kabilelerin yaşadıkları yerler ise, dağlar veya dereler gibi küçük ölçekli yapısal ögelerle sınırlıdır. Yani, insanların hem dünya görüşleri sınırlıdır, hem de teknolojik düzeyleri sınırlıdır! Dolayısıyla ikisi birbirine uygundur.
Gelelim günümüze: Her türlü teknik yenilik, tüm uluslarca kapışılıp taklit edilirken ve bu teknolojik gelişimlere uygun olarak, tüm dünya insanlara açılıp, her insan bir günde tüm dünyayı dolşacak bir teknolojiye sahip olurken; yine her insan veya toplum, eline geçirdiği bir füze ile, çok uzaklardaki bir başka ülkenin en kalabalık kentini yerle bir edebilecek olanağa kavuşurken; bir yerde bilerek veya bilmeyerek patlatılacak bir atom bombası, dünyadaki tum insanları zarara sokacakken; bir yerde üretilecek bir biyolojik silah (mikrop, vs.) tüm dünya uluslarını tehdit edecek bir tehlike oluştururken; çevre sorunları dediğimiz bilinçsiz teknoloji kirliliği, sınır tanımaksızın, tüm ulusları aynı şekilde rahatsız ederken: Çeşitli toplumların, hala, kendilerine has toplumsal değer yargılarında; ırkçılığa sürükleyici "asil soyluluk" geleneklerinde; karşılıklı anlaşma ve uzlaşmayı engelleyici inanç tarzlarında ısrarla direnmeleri; "yabancı teknolojiye evet, ama biz milli ve manevi değerlerimize bağlı kalacağız" diye diretmeleri; işte bunlar birbirine uymuyor! Örneğin: Bir toplumun inancı, veya değer yargıları, sadece kendi inanç sistemlerinin doğru olduğunu vurgulayıp, kendileriyle aynı inanca sahip olmayanları, veyahut, kendi inançlarını tenkit edenleri, öldürme hakkını içeriyorsa; bir diğer toplumunki, yine buna benzer hükümler taşıyorsa ve de birbirlerinden temelde farklı iseler, buyurun, çıkın işin içinden! Eline füzeyi alan, diğerinin başına indirmeye çalışır, ve tüm dünya birbirine girer. Ve dünyadaki teknolojik düzey, bu çatışmalardan, sadece  iki tarafın değil, tüm diğer devletlerin de, az veya çok oranda, etkilenmelirini zorunlu kılar. Peki çözüm yolu var mıdır? Tüm insanlar nasıl ortak bir görüş etrafında toplanabilir?

İnsanlar, dünyayı ve insanın bu dünYadaki yerini, görme, değerlendirme ve yorumlama derecelerine göre, farklı farklı düşünüp, farklı farklı davranırlar. Kimi insanın akli dengesi çok bozuktur, hiç bir belirgin dünya görüşü yoktur; böylelerinin eline geçecek bir makinalının kime çevrileceği hiç belli olmaz. Kiminin dünyası sadece kendisi ve ailesiyle sınırlanır, diğerleri olmasa da olur. Bu nedenle, dünyası bu kadar dar olan biri, kafası bozulduğu zaman, makinalıyı alıp, diğerlerini tarayabilir. Kiminin dünyası biraz daha geniş olur: Kendisini ve ailesini, bulunduğu kentle bütünleşik düşünebilir, çünkü, elektrik, su, yol, okul, hastane, vs. gibi sosyal yaşamı kolaylaştırıcı tesislerin, ancak geniş çerçeveli bir işbirliği ve dayanışma ile mümkün olacağını anlayacak kadar kafası çalışabilmektedir. Böyle insanlar, kentdaşları ile iyi geçinmesi zorunluluğunun bilinci içinde olduğundan, onlara karşı kızmamaya çalışır, kızarsa da, onları makinalıyla cezalandırmaya kalkmaz. Ama, kentler arası bir rekabette veya savaşta, makinalı tüfekler konuşmaya başlarlar. Bazıları büyük kentlerde yaşamanın avantajlarının farkındadır, ama bu rahatlığın bir toplumsallaşma ürünü olduğunu bilmez ve toplum mallarına bile bile zarar verir; örneğin sokak lambalarını kırar, telefon kabinlerini bozar, vs..
Bazılarının dünyası biraz daha geniştir. Onlar, kentler arası işbirliği ve dayanışma ile, hem daha güvenli, hem de daha ekonomik yaşanabileceğini kavrayacak kadar zekidirler: Çünkü her kentte, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri farklılıkları vs. gibi faktörler nedeniyle, her şey daha farklı bir maliyete sahiptir; toplumların herbiri, karşılıklı olarak en ucuza üretebildikleri malları veya diğer toplumsal değerleri takas ederek, yaşam koşullarını daha da geliştirebilirler. Buna ek olarak, karşılıklı düşmanlık duygusu beslenilmediğinden, insanlar, hem silah veya savunma amaçlı fuzuli giderlerden kurtulurlar, hem de korku duygusu olmaksızın yaşarlar. Bazı insanların dünyası ise, çok çok daha geniştir: Onlar, devlet sınırlarını da aşarak düşünürler; onlara göre, bir devletin kendi içine kapanık olarak yaşamaya çalışması, kendi kendine ambargo koyması gibi bir şeydir. Her devlet bir şeyi diğerinden daha ucuza üretebilir; öyleyse, bu tür ürünleri ucuz üretenden alıp, ona onun yerine başka bir şey vermek, her iki taraf için de kazançlı bir iştir. Devletler arası işbirliği ve dayanışmanın bir diğer önemli yararı da şudur: Herhangi bir yeni buluş veya keşif ortaya çıkması olasılığı, araştırıcı insan sayısı ile doğru orantılıdır. Bir devlet mensubunun bulduğu bir yenilik, sadece o devlet içinde kullanılacak olursa, sadece ordaki insanlar bundan yararlanırlar. Örneğin bilgisayarı ele alalım: Bu aleti kullanmaya başlayan her insan, daha önce bir gün uğraşmak zorunda olduğu bir işi, beş dakikada halletmek olanağına kavuştuğundan, eskisine oranla çok daha fazla boş zamana sahip olacaktır; her rahat dönem, insanların daha yaratıcı fikirler ortaya koyabilmesine yol açacağından, ve her yenilik hayatı daha çok kolaylaştıracağından, tüm dünya genelinde, verimli bir döngüye girilmiş olur. Eskiden bir başka kentte oturan bir akrabasına bir cümlelik bir haberi iletmek için, haftalarca yollarda perişan olmak varken, bu gün bir dakikada, dünyanın en öbür ucundaki bir insana bile istediğiniz haberi anında iletebiliyorsunuz. Bu teknolojik yeniliğin kazandırdığı zamanı ve rahatlığı bir düşünün! Her bir yenilik sadece bulanın tekelinde kalırsa, oradakiler diğer toplumlara oranla daha ileri bir düzeye ulaşırlar, ama, bencillik etmeyip, bu yenilikten diğer toplumların da yararlanmasını sağlarlarsa, diğer toplumların bu rahatlamaları sayesinde bulabilecekleri yeniliklerden de bu sefer onlar yararlanıp, daha da iyi bir duruma kavuşabilirler. Tüm bunların haricinde, devletlerin birbirini düşman görmeyeceği bir dünyada, savaş sanayisine yönelik yatırımlara da gerek kalmayacağından, huzur ve barış kendiliğinden sağlanmış olacaktır. Böyle bir dünyada tüm insanlık, üzerinde yaşadıkları dünyanın korunması ve sağlığı için savaşacak, ona uygun ortak projeler peşinde koşacaktır. Bu gün dünyamızın ekolojik sistemi bozulmakta, ormanlık alanlar azalmakta, ozon deliği gittikçe büyümekte, çevre kirliliği gittikçe artmakta, denizlerimizde balıklar ve diğer deniz ürünleri gittikçe azalmakta ve üstelik kaliteleri bozulup, zehirleyici özellikler taşıyabilmekte; karalarda hayvan ve bitki türleri ve sayıları gittikçe azalmakta, dolayısıyla insanların doğal besin kaynakları azalmaktadır. Buna karşın insan nüfusu her 25-30 yılda iki katına çıkacak şekilde artmakta, dolayısıyla ortaya ters bir durum çıkmaktadır.
  Evet günümüzde, bazı insanların  dünyası ise böylesine geniş olabilmekte, ve bu tür insanlar makinalı tüfek peşinde değil, üzerinde yaşadıkları "Dünya"yı, gelecekte  dünyaya çarpabilecek bir göktaşına karşı nasıl savunabilineceğinin hesaplarıyla uğraşmak istemekte; bu tür insanlar, 'hayatın anlamının ve genel prensibinin "YAŞA ve YAŞAT" olduğunun bilincinde olarak, sadece bugünkü kendi hayatlarını değil, kendilerinden yüzlerce yıl sonra yaşyacak torunlarına, tüm bitkileriyle, hayvanlarıyla ve diğer ögeleriyle  yaşanılabilecek bir dünya bırakabilmenin planlarını hayal etmektedirler. Dünya görüşleri bu kadar geniş olan, ve toplumlarda küçük bir azınlıkta olan bu tür insanların bigi ve mantık düzeyi, günümüz yaşam düzeninin neden böylesine çarpık ve akıl dışı bir yörüngede gittiğinin nedenlerini de araştırmakta, çözüm ve çıkış yolları aramaktadır.
İşte, insanlar, kafalarındaki bilgi düzeylerine, düşünüp tasarlayabildikleri dünya ölçeğine göre, farklı farklı davranabilmekte, dolayısıyla, teknolojik taklitçilikleri, toplumsal hayat tasarımları yeteneklerinden daha baskın olduğu için, teknolojinin kötüye kullanımı artmaktadır. Günümüz teknolojisi, kültür düzeyi ne olursa olsun, her insana bir günde dünyanın istediği bir köşesine ulaşma olanağı sağladığından ve çoğu teknolojik yenilikler toplumların yararına olduğu kadar, zararına da kullanılabileceğinden ve de her insan tarafından herhangi bir yolla elde edilebileceğinden, dünyamızdaki mevcut toplumsal düzenler bir açmazla karşı karşıyadırlar. Diğer taraftan, her toplum farklı bir eğitimden  geçtiğinden, toplumlar arası uzlaşma ve anlaşma olasılıkları zayıflamakta; toplumlar arası ilişkilerde çifte standart uygulanması yaygınlaşmaktadır. Bu durum dünya barışı için sürekli bir tehlike kaynağı oluşturmkatadır. Yani, mevcut dünya düzeninde, her toplumun bireyleri, farklı farklı eğitim sitemleri nedeniyle, faklı farklı programlanmakta, bu ise insanlar veya toplumlar arası anlaşma ve uzlaşmayı zora sokmaktadır.
Diğer taraftan, 3.5 milyar yıllık canlılar tarihi gelişiminden çıkartılabilecek çok önemli bir ders vardır: Hücreler bu dünyanın denizlerini, karalarını ve atmosferini, sadece ve sadece tek bir yöntemle feth etmişlerdir: Birleşerek! Her değişik ortama uyum sağlayacak çeşitli organlar, ancak hücrelerin kombinasyonları sayesinde mümkün olmuş, ve bu yöntemle, sadece sulu ortamda yaşamaya zorunlu olan hücreler, dünyanın her yerinde yaşayacak kılıfları yaratabilmişlerdir!
İşte, doğadaki bu temel prensip, insanların, bu dünyanın ve dünya dışı faktörlerin zorluklarına karşı koyabilmeleri ve daha rahat ve ekonomik şekilde yaşayabilmeleri için, başvurabilecekleri tek yöntemdir! Çünkü doğaldır ve gerçektir; hayali bir varsayım veya görüş değildir!
İnsanların birleşmesi ve birbileriyle anlaşması, bigi ve mantık sistemi çerçevesinde olasıdır. Bigi ve mantık dışındaki her tür davranış uzlaşmaya, dolayısıyla, birleşmeye engel oluşturur.
ÇÖZÜM YOLU
Akıl veya zeka dediğimiz, çevre koşullarını değerlendirerek, hayatına yön vermeye çalışma özelliği, sadece biz insanlarda değil, tüm CANLILAR ALEMİNDE vardır. Her hücre, yaşadığı ortamın özelliklerini algılamaya çalışarak, bunları kendisine "yararlı" ve "zararlı", veyahut, "iyi-kötü" şeklinde değerlendirmeye çalışır. Hücreler bu deneyimlerini, genellikle kimyasal yöntemlerle kayıt edip, "öğrenirler". Herhangi bir durumla karşılaştıklarında, yeni algılama, eski kayıtlardaki bilgilerle kıyaslanarak, bir değerlendirme yapılır ve ona göre davranılır. Bu tür öğrenilen bilgiler, zaman içinde, ya geleneksel bilgilere dönüştürülüp, nesilden nesile aktarılacak şekilde ana arşive (genlere, kromozomlara) aktarılıp depolanırlar; veyahut, bireyin kişisel deneyimleri olarak, hücre içinde bazı özel kimyasal bileşikler olarak bulundurulurlar. Genetik olarak kayıt edilip, nesilden nesile aktarılan bilgiler,  genellikle, klasikleşmiş olanlardır. Üzerinde yaşadığımız dünyamızda, yaklaşık üçbuçuk milyar yıldan beri hayat vardır ve bu üçbuçuk milyar yıllık hayat deneyimi, hücrelerin içlerinde özenle saklayıp korudukları genlerinde kayıtlıdır!
Yukarıda belirtildiği üzere, her hücre tipi, bir diğerinden farklıdır; bu farklılık, bilgi depolama açısından da geçerlidir. Bazı canlı gurupları çok değişimler geçirmişler, sürekli yenilikler peşinde koşmuşlar, her yeni ortamsal koşul değişikliğine uyum sağlamaya çaba gösterip, yeni deneyimlerini arşive aktarıp, bilgi olarak  depolamaya özen göstermişlerdir; bazıları, dünyada çevre koşulları değiştikçe,  yeni ortama uyum sağlamaya çalışmaktansa, eski koşulların hala bulunduğu yerleri arayıp, oralarda yaşamlarını sürdürmeye çabalamışlardır. Bu nedenle, günümüz dünyasında hala, hem çok az değişikliğe uğrayarak, hala üçbuçuk milyar yıl öncesininkilerden çok farklı olmayan canlılar (örn. arkeobakteriler), hem de çok hızlı değişimlere uğrayarak, sadece günümüzde yaşayan canlılar (örn. insan), ve de tüm bu iki zıt gurup arasındaki sayısız canlı gurubu, bir arada bulunmakta ve  güncel canlılar alemini temsil etmektedirler. Yeni ortam koşullarına uyum sağlama çabası, iki farklı sistemde gerçekleştirilir: Birincisinde, hücre tek başına bu işle uğraşır; ikincisinde, hücreler birbirleriyle dayanışma ve yardımlaşmaya girerek daha etkin ve ekonomik çözümlere ulaşmaya çalışırlar. Yani yöntemlerin biri bireysel bazda, diğeri toplumsal bazdadır.
Toplumsallaşmalı sistemde hücreler, kendi ıç işlerinde bağımsız kalacak şekilde, diğer hücrelerle ortak yaşam kuralları benimserler ve bu kuralları her hücre kendi içinde "ANAYASA" (ana genler veya majör genler diyebileceğimiz HOM veya HOX genleri) olarak yerleştirir. Bu Bu majör genler veya ana genler, o canlının tüm soygeçmişi aşamalarının ana hatlarının kayıtlı oldukları tarih sayfalarının kayıtlı oldukları tarih sayfalarının izleridir; yani o canlı türünün tarihsel soygeçmişinde, ne zaman kafa, gövde, kıç ayrımına gidildiği; hücrelerin bulundukları vücut konuma göre, ne tür görevler üstlenecekleri, vs. gibi tüm organlaşma özellikleri kayıtlıdır. Üstelik bu tür eşlenik (homolog) genler (kayıtlar), canlıların akrabalık derecesine uygun olarak, sineklerden, farelere ve insanlara kadar birbirlerine çok benzer bileşimler oluşturmaktadırlar (McGinnis ve Kuziora 1994). O kadar benzer ki, bir meyve sineğinin ilgili geni yerine, o genin bir insan kromozomundaki eşleniği monte edilip büyümesi sağlanırsa, sinek büyüyebiliyor, ama gen tam uygun olmadığı için, yandaki resimde görülen farklar ortaya çıkıyor (örn. normal göz yerine yarım göz)! Veyahut, sineğin bazı genleri kaldırılıp, yerine başka konumu simgeleyen genler yerleştirilirse, bazı organları kaybolup, onların yerine farklı organlara ait kısımlar oluşuyor (örn. anten yerine, bir çift bacak daha)!  Canlıların bu ana genlerinde deneysel amaçlarla oynatmalar yapılarak, çeşitli organların sayısı ve vücuttaki yerleri dğiştirilip, acaip görünüşlü yaratıklar oluşturulabilmektedir. Daha az veya daha fazla bacaklı fareler, organlarının yeri değişmiş yaratıklar, vs.. Genetik biliminin henüz bilinmediği önceki yüzyılda, sezgileri ve gözlemleri çok güçlü bir biyoloji bilim adamı (HAECKEL, 1866), bu olguyu keşfedip, biyolojinin temel kurallarından biri olan şu prensibi ortaya atmıştı: "Her canlının, tek bir döllenmiş hücreden ergenleşmiş bir duruma geçişine kadarki bireysel gelişim evresinde, o canlının yeryuvarı tarihindeki soy geçmişi aşamalarının kısa bir özeti sunulur." Genetik biliminin gelişip ilerlemesiyle, bu kuralın ne kadar yerinde bir gözlem olduğu tekrar gözler önüne serilmiştir.
Evet, insanların yapısında birleşmeye meyilli hücre tipleri bulunmaktadır; yani bizleri oluşturan bu temel yapı taşlarımızın kendileri, birleşme, dayanışma, yardımlaşma özelliklerini, kendi özlerinde bulundurmaktadırlar. İnsan beyninde "dil, dudak" gibi konuşma olgusuna yönelik bölgenin, oransal olarak diğer tüm organlara ayrılan yerden fazla olması, insan denilen yaratığın, sosyal bir yaşam için, yani toplumsallaşmaya, toplumsal yaşama yönelik olarak yaratıldığının bir göstergesidir. Yoksa konuşma, yalnız yaşamayı isteyen tek bir insan için neden gerekli olsun ki!
Öyleyse, bir yörede bir arada yaşayan insanların karşılıklı olarak işbirliği, iş bölümü, dayanışma ve yardımlaşmaya girmeleri, doğal sistemin insanlardan beklediği bir davranıştır, çünkü insanları oluşturan hücrelerin genlerine kalıtsal olarak programlanmıştır, yani bu insanların alınyazısıdır; insanlar bir "toplum" oluşturmaya mahkumdurlar. Bu nedenledir ki, bir kişiye verilen hapis cezası (hele tek başına bir odaya kapatılmak), insanı çıldırtabilir; cezaların en büyüğüdür! Günümüz insanı "toplum" oluşturmak için genetik olarak programlanmıştır. Şimdiye dek gerçek bir "toplum" oluşturamamasının nedeni ise, doğayı, doğal olayları ve de kendini yanlış yorumlayıp, beynine yanlış bilgiler depolaması ve kendi kendisiyle çelişkiye düşmüş olmasıdır!
Peki, kendimizi olduğumuz gibi, yani bir "hücreler kolonisi" olarak görsek ne değişecek? Değişecek olan şu: "Madem ki ben bir hücreler kolonisiyim, yani trilyonlarca tek tek hücrenin oluşturduğu bir topluluk, bir "hücreler toplumuyum", ve bu sayede beni oluşturan hücreler daha rahat ve ekonomik bir yaşam standardına kavuşmuşlar, öyleyse, insanlar da bir araya gelip, "insan toplumları oluşturmalılar ki, onlar da bu doğal yöntem sayesinde, daha rahat ve daha ekonomik bir yaşam standardına kavuşsunlar"!
Evet, tüm dünyada, dünya ölçeğinde mutlu bir insanlık tablosunun oluşturulabilmesinin tek çözüm yolu budur; çünkü bu doğal sistemin bir gereğidir, diğer bir ifadeyle, "Tanrı böyle buyurmuştur"! 
İnsanlığın kaderini, insanlar kendileri çizeceklerdir; ya akıl ve mantıklarını çalıştırıp, doğal sisteme (yani Yaratıcının sistemine) uygun bir hayat anlayışı geliştirip, "gerçek bir toplumsal hayat" oluşturup, "silahlara veda" diyecekler ve birbirlerini birer düşman olarak görmek yerine, birarada yaşamaları zorunlu insanlar olarak görüp, birbirlerinin en iyi yönlerini ve yeteneklerini ortaya çıkarmaya çalışarak, karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği içine girecekler; dünyada yalnız başına yaşamadıklarını fark edip, diğer canlıların yaşam koşullarına saygılı davranmanın, kendi gelecekleri açısından gerekli bir yatırım olduğunu anlayıp, çevre kirliliğine ve doğal tahribatlara son vereceklerdir; veyahut da, kafalarına yerleştirdikleri yanlış önyargılar nedeniyle, kendi pislikleri ve zehirleri içinde boğulacaklar, birbirlerinin kuyusunu kazmaya devam ederek, kavga ve savaşlarla ömürlerini tüketeceklerdir.
"Gerçek bir toplumsal düzen" ne zaman ve nasıl kurulabilir? Gerçek bir toplumsal düzenin, doğal (dolayısıyla Yaratıcının) sistemine  uygun olması gerktiği aşikardır. Çünkü insan bu dünya üzerinde yaşıyor, dolayısıyla, yaşam sistemi ve felsefesi de bu dünya koşullarına uygun olmak zorundadır. Bu temel prensip kabul edildikten sonra, yapılacak ikinci iş, doğal sistemi anlamaya ve yorumlamaya gelir ki, bu da, doğa bilimleri sayesinde gerçekleştirilecektir. Öyleyse bütün sorun, fizik, kimya, biyoloji, genetik, jeoloji, ekoloji, vs. gibi doğa bilimlerinin iyi bir sentezini oluşturmaktan ve elde edilecek sonuçları insan toplumları açısından değerlendirmekten geçer.  İki milyon yıllık insanlık geçmişi dikkate alınırsa, doğa bilimleri, son yüzyıl içinde başdöndürücü bir hızla gelişmeye başlamış, keşifler birbirini kovalamıştır. Dolayısıyla, günümüzde, insanlığın önünde büyük bir fırsat vardır: Doğa bilimlerini, dolayısıyla Yaratıcı'nın mesajlarını, tüm insanlığa yayabilmek! Çünkü, öğretecek yeterince malzeme vardır, ve artık "Dünya" küçülmüş, tüm insanlığın ortak malı olmuştur; öyleyse artık ortak bir dünya toplumu felsefesi oluşturulması kaçınılmazdır. Bu ortak yaşam felsefesinin dili de "Bilim" olmalıdır.
İnsanların davranışlarını ve düşünce tarzlarını, beyinlerine yerleştirilen bilgi ve görgüler denetler. Peki, bizlerin beynine ilk yerleştirilen bilgiler hangileridir? ("İlk bilgiler" diyoruz, çünkü, en etkili olanlar, o ilk depolanan  bilgilerdir). Müslümanlık, hırıstiyanlık, budistlik, falanca soydan gelmişlik, vs.. Doğadaki sistemin işleyiş tarzını biliyoruz: Bireyler, kendisini oluşturan hücrelerin etkisi nedeniyle, bencillik duygusu etkisi altındadır. Bir üst sistem olan toplumlar da, kendisini oluşturan insanların etkisi altında, onların istekleri doğrultusunda davranmak zorundadır. Eh, insanlar çocuklarına ilk bilgiler olarak, "sen müslümansın, sen hırıstıyan­sın, sen Türksün, sen Japonsun, vs." gibi ayırımcılık kavramları yerleştirirse, her anlaşmazlıkta, birbiriyle ortak yönü olanlar ortak davranış içine girerler! Bu, ekilen tohumun verdiği bir üründür. Sonuç ise ortadadır: Eksik olmayan savaşlar, kavgalar, yok edilen dünya nimetleri, binbir emekle ortaya konulan eserler ve ürünlerin yakılıp yıkılışı, vs.  Peki, bu nasıl bir dünya düzeni? Bu düzen, Yaratıcıya ait olabilir mi? Yoksa, bu düzen Yaratıcı'nın kurduğu düzen değil de, insanların bozduğu düzen olmasın?
Çoçukarımıza bırakacağımız en büyük miras şu olacaktır: Bizler hepimiz insanız, bu dünya üzerinde yaşıyoruz, bu dünaynın doğal koşullarına uygun yaşamak zorundayız; hepimiz bu dünya gemisinin içindeyiz, birimiz bu gemiye zarar verirsek, hepimiz zararlı çıkarız! Öyleyse andımız şu olmalı: İnsanız, doğruyuz, çalışkanız; yasamız, ....  vs..
İnsanlık, günümüzde, çok değişik, yeni nesneler ve kavramlarla karşı karşıya bulunduğundan, hayata bakış açısını ve yaşam kurallarını, asırlar öncesinin bakış açısına uygun, gelenekselleşmiş töreleriyle değil, bu değişik ortama uygun, güncelleştirilmiş, hatta geleceğe yönelik yeni kurallara ve yeni görüşlere uygun olarak düzenlemek zorundadır. Bu bir evrimsel zorunluluktur. Şöyle ki: Evrim bir değişim, bir dönüşümdür, ve gerek dünyada, gerek tüm evrende, değişime uğramayan hiç bir şey olmadığından, "her şey değişime uğrar" ifadesi tamamen doğrudur. Ancak değişim hızı, veya evrim hızı her sistemde farklı farklı olduğundan, hele bazılarında milyonlarca, milyarlarca yılda gerçekleştiğinden, insanların gözlemlerine pek açık değillerdir. Evren sürekli değişir, genleşir, içinde yeni yıldızlar oluşur; yıldızlar sürekli değişirler, Hidrojenden oluşmaya başlayıp, onun çekirdek reaksiyonlarıyla yanmasıyla helyumlu yıldıza dönüşürler; bu yıldızlar, H - He çekirdek reaksiyonları sonucu diğer başka elementler oluşturup, daha başka görüntülü ve bileşimli yıldızlara dönüşürler, ve sonuçta, ya parçalanıp başka uzay cisimlerini oluştururlar, veyahut yakıtları bitmiş başka gök cisimlerine dönüşürler. (Beyaz cüce, kızıl dev, asteroidler, gezegenler, nötron yıldızları, vs.). Dünyamız da sürekli değişir; karalar sürekli aşınır, yüksek tepeler alçalır, ovalar, göller dolar; deniz kıyıları tortullarla doldurulup, karalara yeni şeritler eklenir; karalarda ve denizlerde volkanlar patlayıp, yeni dağlar, yeni adalar oluşturulur; bazı kıtalar birbirinden kopup ayrılır, aralarında göller, denizler oluşur; bazı kıtalar birbirlerine yaklaşıp, çarpışırlar, aralarında yeni sıra dağlar oluşur; bunlara bağlı olarak ve de başka ek faktörlerle, dünya iklimi sık sık değişimlere uğrar; vs. vs. Dünyadaki bu değişimler o kadar çok çeşitlidir ki, atmosferin bileşiminden, denizlerin tuzluluğuna, karalardaki bitki örtüsünün çeşitliliğine, hayvanlar alemindeki çeşitliğe, denizlerdeki yosun türlerine kadar her alanda, zaman içinde çok belirgin şekilde görülür. Bu değişimden elbette insan ve insanlık da nasibini alacaktır ve de almıştır.
"Zeka ve yaratıcılık düzeyi' tablosunda belirgin bir şekilde görüldüğü gibi, insanlığın zeka veya yaratıcılık düzeyi de, zaman içinde, olumlu yönde bir değişime uğramıştır. Değişime uğrayan sadece zeka düzeyi, yani beyin yapısallaşması değildir, antroplojik bulguların gösterdiği üzere, dış görüntüsü (boyu, kemik ve diş yapısı, vs.) de değişimlerden geçmektedir.
Değişen koşullara uyum sağlayan gelişir, hayatta başarılı olur; uyum sağlayamayan, 2-3 milyar yıl öncesinden kalan ve hala o zamanın koşullarına uygun ortamlarda hayatlarını sürdüren ilkel bakteriler veya diğer mikroplarda olduğu gibi, ilkel koşullarda yaşamlarını sürdürürler (Örn. Arkeobakteriler, hala 3 milyar yıl öncesinin oksijensiz ortamlarına benzer  olan bataklıksı yerlerde, havasız deniz diplerinde yasarlar). Değişen koşullara uyum sağlayabilme,  bir "zeka" sorunu gibi görünüyor: Bakteriler ve diğer ilkel mikroplar, hayatın ta başlangıcından beri varlar; bu ilkel "tek hücreli" yaratıkların bazıları genetik değişimlere uğrayıp, "akıllı hücrelermiş gibi", birbirleriyle işbirliği ve dayanışma içine girip, "çok hücreliler" gurubunu oluşturmuşlar ve hem değişen yeni koşullara iyi uyum sağlamışlar, hem de daha ekonomik bir yaşam düzeyi geliştirmişler. Ama bir sürü bakteri, hala eski koşullara uygun ortamlarda ve gayrıekonomik bir şekilde yaşamlarını sürdürüyor. İnsanlarda da benzer durum var: "Akıllı" insanlar veya toplumlar bir araya gelip, işbirliği ve dayanışma içine girip, sağlam altyapılı ve kurallı toplumlar oluşturuyorlar ve daha iyi yaşam koşullarında yaşıyorlar. Kafalarını iyi çalıştıramayanlar, birbirleriyle kavga, savaş içinde, binbir güçlükle kazandıklarını karşılıklı olarak yok ederek, sefalet, yokluk ve acılar içinde yaşamaya çalışıyorlar. 
Canlılarda değişen çevre koşullarına uyum sağlama, kromozomlarda sürekli olarak oluşturulan mütasyonlar sayesinde gerçekleştirilir. Her canlı türü, milyarlarca bireyi sayesinde, trilyonlarca değişik mütasyon türü gösterir; herbir bireyden, hangisi o çevre koşullarında daha başarılı olursa, yani, hangisinin mütasyonu değişen koşullara daha iyi uyum sağlıyorsa, ister istemez, o ortamda daha başarılı olacak, hayatta kalacak ve gelişmeye devam edecektir. Dolayısıyla, her ortamın kendine özgü bir canlı topluluğu vardır. Yüksek dağ tepelerinin bitki örtüsüyle, deniz kıyılarının bitki örtüsü birbirine benzer mi? Doğa, canlılar açısından sorunu böyle çözmüştür, ve bu gerçek, hem deneysel olarak, hem doğadaki gözlemlerle ıspatlanmış durumdadır. En son gözlem ve deney, 1980'lerde, Kuzey Amerika'da Hudson Irmağı ağzındaki Foundry Cove isimli körfezde gerçekleşmiştir. Bu körfez çevresinde, eski maden işletmeleri yanında, nikelli, kadmiyumlu piller, aküler üreten tesisler de kurulmuş ve 1970'li yıllara kadar zehirli atıklarını yıllarca körfeze boşaltmışlardır. Körfezdeki hayat, çevredeki sanayi tesislerinin kapatılmasından 10 yıl sonra, yani 1980'lerde incelendiğinde, körfez dibindeki çamurların %25'inin kadmiyumdan oluşmasına rağmen, bu çamurlarda, yoğun bir canlı topluluğunun yaşadığı saptanmıştır. Bu zehirli ortamda yaşayan türlerle, zehirsiz ortam türdeşlerinin, kadmiyuma karşı duyarlılıkları incelendiğinde; zehirli ortamdakilerin yavrularının da, bir kaç nesil temiz ortamlarda yaşatıldıktan sonra, tekrar eski zehirli ortama konulduklarında bile, kadmiyumdan artık etkilenmedikleri gözlenirken; zehirsiz ortamdakilerin kadmiyumdan aşırı şekilde etkilenerek çok büyük bir çoğunluğunun öldüğü, diğer çok az bir kaç tanesinin ise aşırı şekilde hastalandıkları ve rahatsız oldukları görülmüştür. Bunun üzerine deneylere devam edilerek, zehirli ortamda hemen ölmeyerek, bir süre hasta olarak da olsa yaşamlarını sürdürenlerden yavrular elde edilerek, bunlar çoğaltılıp, tekrar zehirli ortama konulmuşlar; ölenler ölmüş, kalanlardan tekrar aynı şekilde yavrular elde edilip, deneye devam edilmiş, ve 3. nesil sonunda elde edilen hayvanların büyük bir çoğunluğunun artık kadmiyumdan etkilenmediği saptanmıştır. Bu hayvanların genlerinde yapılan incelemelerde, bunların genlerinin de, diğer temiz ortam türdeşlerinden farklılıklar gösterdiği belirlenmiştir (Levinton 1992). Evet, doğada ortam koşullarına uyum, genlerde otomatik olarak oluşan mutasyonların, ortamdaki soruna çözüm getirip getirmediğine bağlıdır. Doğa, değişen koşullarıyla, canlılar için sürekli bir deney ortamıdır. Eğer mutasyonlarla, uygun çözüm formülleri bulunmuşsa, başarılı olunuyor; yoksa başarısız. Doğanın kuralı budur.
Bu olayı biraz daha iyi açıklamak için, vücudumuzdan bir örnek verelim. Vücudumuza bir mikrop girdiğini ve bizi hasta etmeye çalıştığını düşünelim. O mikrop vücuda bir tane olarak girer, ama, vücudumuzdaki bol besin ve uygun sıcaklık koşullarında, patlamalı bir çoğalma göstererek, bir kaç gün içinde, 1-2-4-8-16-32-64-128-256-512-1024, vs. gibi binlerce, milyonlarca sayıya ulaşır. Vücudumuzu savunmakla görevli hücrelerimiz olan akyuvarların, (B- ve T- hücreleri) başları derttedir; vücuttaki milyarlarca hücre içinde, o mikrop hücrelerini ayırt edip, onları yok etmekte zorlanırlar, çünkü, o mikrop hücrelerinin dış duvarlarındaki (zarlarındaki) kapıları açacak anahtar proteinleri keşfetmekte güçlük çekmektedirler. Öyle bir protein üretmelidirler ki, bu proteinin şekli, boyutu, deseni, vs.si, mikrop hücrelerinin duvarlarındaki yapışılacak yerlere tıpatıp uysunlar ve oraya yapışabilsinler. Antikor denilen bu tür proteinler, her mikrop türü için farklı farklıdır. Dolayısıyla, her değişik mikrop için, vücut, yeni bir protein, yani yeni bir ilaç keşfetmek zorundadır. Peki, bizim güvenlik görevlisi hücrelerimiz bu proteini, bu ilacı nasıl keşfetsinler? Yukarıda açıklanmıştı: Vucudumuzda milyarlarca hücre vardır, ve her bir hücrede değişik mutasyonlar olmaktadır. Her değişik mutasyon, değişik bir protein, farklı bir ilaç bileşimi demektir. Vücudumuza yabancı mikroplar girdiğinde, bu mikrop daha önceden bilinen bir mikropsa, hemen tanınıp yok edilir; tanınmıyorsa, işte o zaman, tüm akyuvarlarımız bir arayış içine girerler, her biri içlerindeki farklı mutasyonlara bağlı olarak  farklı bileşimde "ilaçlar", yani proteinler üretip, mikrobun duvarına yapışacak, oraya demirleyecek bir "anahtar protein" bulma arayışı içine girer. Hangi hücrenin mutasyonu buna uygunsa, o hücrenin patenti kullanıma girer ve o hücre derhal aşırı bir çoğalmaya girerek (yine 1-2-4-8-16-32, .. 1024, ..262144, vs. şeklinde) birkaç saat (veya gün) içinde mikroplarla savaşacak sayıda ürerler ve savaşırlar; bu nedenle vücudumuzun "ateşi" yükselir. Sonuçta, hücrelerimize yeterli besini veriyorsak, ve onların başlarına bir başka dert açmıyorsak (başka bir mikrop, vs.), hücrelerimiz bu savaştan galip ayrılırlar, ve o mikrobu da bu şekilde tanımış olurlar. Aşı dediğimiz olay, buna benzer bir oluşumun, zayıflatılmış mikroplarla yapılan denemesinden başka bir şey değildir, Yani aşı, hücrelerimize bir sorunu nasıl çözecekleri, onlara o sorun çok basit bir şekle indirgenerek, hücrelerin bu basit problemi çözmeleri ve buna benzer ve daha zor bir problemle karşılaştıklarında o problemi hemen çözebilmeleri olayıdır.  . Kızıl, kızamık, boğmaca, vs. gibi  çocuk hastalıkları ve bunlara tutulan insanların tekrar bu hastalığa tutulmamaları, yukarıda anlatılan olaydaki, anahtar proteinlerin (antikorların) formüllerinin, vücudumuzdaki akyuvarlarda mevcut olmasındandır. Akyuvar hücreleri sistemimizdeki bu mutasyon oluşumları ve buna bağlı protein geliştirmeleri, kalıtsal değildir, çünkü bu hücreler üreme hücreleri değildir. Dolayısıyla, her canlı, bu deneyimleri özel olarak yaşamak, geçirmek zorundadır. (Mikroplara karşı bağışıklık kazanılması bu şkilde olurken, mikroplar da sürekli değişimlere, yani mutasyonlara uğrarlar, ve onlar da diğer hücreleri ele geçirebilmek, onları yok etmek peşindedirler. Bu nedenle, bazı mikroplar çok hızlı mutasyona uğrayarak, sürekli değişirler ve diğer hücrelerin kendilerini tanımalarını zorlaştırırlar. Bunun için, her mikroba karşı sürekli bir bağışıklık kazanılması söz konusu değildir. Bağışıklık, ancak çok yavaş değişen mikroplara karşı sağlanabilir.)
Şimdi olayı bir başka yönden de değerlendirelim. Bazı insanlar mikroplara karşı son derece dayanıklıdırlar, ve bu tür hastalıkları kolay atlatırlar, hatta o kişiler, bu hastalıkları geçirdiklerinin farkında bile olmazlar. Peki bu neden kaynaklanır? Bunun nedeni, ya o kişilerin hücrelerinde, başlangıçtan beri uygun formüllü bir mutasyonun var olmasıdır, veya çabucak bulunmasıdır. Hücrelerde herhangi bir mikrobu tanıma proteininin (antikorunun) başlangıçta var olması durumu, kalıtsallıkla ilgilidir. Bir toplumda bu tür insanların sayılarının arttırılması, o toplumun o mikroba karşı genetik olarak, yani kalıtsal olarak bağışıklık kazanmış olması durumunu ortaya koyar. Yani, bir özelliğin nesilden nesile geçebilmesi için, o özelliğe ait mutasyonun, üreme hücrelerinde (sperm veya yumurtada) gerçekleşmiş olması zorunludur. Dolayısıyla, farklı ortam koşulları nedeniyle, herhangi bir organ hücresinde gerçekleşecek mutasyonlar, kalıtsal olamazlar; yani, tırnağını çok kullandığı için tırnağın çok büyümesi, veya, yalınayak gezdiği için ayak tabanının nasırlaşması, kalıtsal olarak gelecek nesile geçmez!
Gerek insan bünyesinde, gerek diğer canlılar aleminde, "sorunların" nasıl çözüldüğünü, ve bundan esinlenerek de toplumsal sorunların nasıl çözülmesi gerktiği konusunda gerekli dersi çıkardıktan sonra, kendi durumumuza bakalım. Günümüz dunyasında toplumlar, sorunlarının çözümünü hep "yukarıdan" birinden bekler; tüm yapısallaşma modeli, tepeden aşağı doğrudur. İşte bu durum doğal yapısallaşma modeline, taban tabana zıttır. Doğada, alttan üste doğru bir yapısallaşma ve örgütlenme vardır (bakınız "Doğadaki Yapısallaşma Sistemi"). Bizlerde ise, tepeden tabana! Bizim toplumumuzda insanlar rahatlığa alıştırılmışlardır, herşeyi yukarıdan beklerler.
 Peki, toplumlarda bu ortama uyum nasıl sağlanacaktır? Toplumsallaşma, yani bir araya gelip, ortaklaşa daha rahat ve güvenli bir yaşam sistemi geliştirme, bir "genetik akıl, zeka" sorunu olmalı, çünkü tüm canlılar bir araya gelmiyor. Gerek canlıların gelişim tarihi, gerek insanlık tarihi bunu gösteriyor. Ancak "akıllı" yaratıklar bunu gerçekleştiriyorlar. Deliler, kaba güç kullananlar bir çete, bir mafya kurup bir araya gelirlerken, kendilerini "güya akıllı" sananlar darmadağınık yaşayıp, birleşmeyi beceremiyorlarsa, "akıllı" sayılamazlar. Neyse, asıl soruna gelelim: Toplumlarda ortama uyum nasıl sağlanacaktır? Tolumsal sorunlar nasıl çözülecektir?
Nasıl ki bir canlı gurubunun ortama uyumu, onu oluşturan bireylerin veya hücrelerin genlerindeki değişimlerden yararlanılarak, doğaya uyumluluk derecesine göre seçiliyor, toplumların uyumu da, toplumu oluşturan insanların fikirlerinden yararlanılarak, bu fikirlerin değişşen dünya koşullarına uyumluluk oranına göre belirlenmelidir. Ve de zaman içinde, çevre koşulları sürekli değiştiğine göre, toplumun kuralları da sürekli yenilenmeli, değişimlere uyumlu duruma getirilmelidir. Bu olgu dikkate alınırsa, "zararlı fikir veya düşünce" olamaz, toplum, önyargılı olmaksızın, her ileri sürülen fikrin ortama uyumluluğunu, küçük deneme projeleri yaparak test etmek zorundadır. Çünkü, doğa öyle yapıyor; her canlı türünün yaşadığı ortamdaki yaşam kavgası, doğanın bir denemesidir. Zaman içinde, koşullar hangi yönde değişirse, doğal denemelerden,  ona uygun olanlar başarılı oluyor, olmayanlar, ya tamamen yok oluyorlar, veyahut eski ilkel koşullarında yaşamlarına devam ediyorlar. Bu kural, doğadaki 3.5 milyar yıllık canlı­lar tarihinden çıkartılacak en önemli derstir! Doğada sabit koşullar yoktur, dolayısıyla, tolumsal hayat için de sabit, değişmez yasalar, kurallar olamaz! Bu nedenlede, insanlar, çevrelerine bir göz atıp, "Kim daha ileri gidiyor, gelişiyor, ve neden?" sorusunu hep kendine sormalı, değişen dünya koşullarına uygun yeni fikirler bularak, bunların başarı derecelerini, küçük projeler halinde denemelidir. Her küçük topluluk bir deneme birimi olmalı, her köy, kasaba, veya kent bir deney alanı olarak işlev görmelidir. İşte bu nedenden dolayı da, yine, her yerleşim birimi, her topluluk, kendi iç işlerinin yürütülmesi, sorunlarının çözümünde, bağımsız olmalı. Tek bir kişiden, veya tek bir toplumdan çözüm yolu beklemek ve onun çizdiği yolda gitmek, tek bir hücrenin mutasyona uğrayıp, diğer hücrelerin ise, o hücreyi taklit etmelerine benzer; başarı şansları, milyonda veya milyarda birdir.
İşte, bizim toplumumuzun en önemli hastalığı budur: Yeni firkirleri, ön yargılı olarak reddederiz, ve kafası çalışıp, değişik bir fikir öne süren insanlarımızı, topluma zararlı olarak görüp, onları "herhangi bir şekilde susturmaya" çalışırız. Bu olay, doğadaki mutasyonu yasaklamak gibi bir şeydir. Mutasyon olmazsa, canlılar değişen dünya koşullarına uyum sağlayamazlar; yeni fikirler, hiç denenmeden yasaklanırlarsa, o toplum gelişemez! Bilim adamları, yazarlar, filozoflar, vs. gibi yeni fikir üretebilen insanlar, önyargılı ve sabit fikirli toplum baskısı yüzünden, değişik fikirlerini ve çözüm önerilerini ortaya sürememektedirler, çünkü bazı toplumlar, "benim düşünce ve inancıma ters düşen bir şey söyleyen insan, benim inancıma hakaret etmiş sayılır, dolayısıyla, benim inancıma göre katli vaciptir" sabit fikrine saplanmışlardır. Bu durumda, kim hayatını tehlikeye atarak, değişik fikrini rahatca söyleyebilir? Bu tür toplumlar, değişen dünya koşullarına nasıl uyum sağlayabilir? 
 İnsanların zeka ve bilgi düzeyi zamanla değişmekte ve gelişmektedir. Bin, iki bin yıl önce insanlar neleri biliyorlardı? Bunu yukarıdaki tablodan görebilirsiniz: Atomdan, molekülden, virüsten, bakteriden, dünyanın şeklinden, evrenden, galaksiden, ya yağmurun nasıl yağdığından, depremin neden olduğundan, volkanın neden nerde patladığından, beynin ne işe yaradığından, kalbin görevinden, kimyasal tepkimelerden, fotosentezle enerjinin bağlanıp büyüme olayının gerçekleştirilmesinden, yerçekimi kuvvetinden, elektrikten, elektromanyetik etkileşimlerden, atom içi kuvvetlerden, nükleer enerjiden, maddenin enerjiye, enerjini maddeye dönüşebilirliğinden vs.den, vs.den habersiz insanların, doğayı ve evreni yorumlamaları ile, bunları bilen insanların doğa ve dünya olaylarını yorumlamaları aynı olabilir mi? Kısacası, kafanızda ne kadar bir bilgi birikimine sahipsiniz ki, doğayı ve doğal olayları, yani Yaratı­cının sistemini ve bu sitemin işleyiş kurallarını doğru yorumladığınızı sanıyorsunuz? Bilimsel kurallar ve bilimin yasaları, yöntemleri, doğa olaylarının, dolayısıyla Yaratıcını sisteminin sırlarını çözme yöntemleridir, yani, bilim, özellikle de doğa bilimleri, Yaratıcının mesajlarını algılama yöntemleridir. Bilim zeka ile orantılı olarak gelişmektedir, ve bu olgu, verilen tabloda açıkça görülmektedir. Dolayısıyla, fizik, kimya, biyoloji, genetik, jeoloji, paleontoloji, astronomi, astrofizik, anatomi, fizyoloji, nöroloji, ekoloji, antropoloji, arkeoloji gibi temel bilimler dallarındaki genel prensipleri ve bunların ana hatlarını bilmiyorsanız, bu bilim dallarını birbiriyle ilişki içinde değerlendiremiyorsanız; buna ek olarak, dinsel inançlarımızın temelini oluşturan Kutsal Kitapları (Eski Ahiti (Tevratı), Kuranı) bizzat okuyup, anlamadıysanız, Yaratıcı'yı doğru anlayıp, doğru yorumladığınızı iddia edemezsiniz, çünkü yeterli  bilgi sahibi sayılamazsınız. Ama bu saydığım özelliklere sahip olunmadığı halde, kendi kafasındaki görüşü kesinkes "doğru" kabul edip, bu görüşe ters fikir ileri sürenleri "düşman" sayarak, onu "susturmaya" çalışmak, insanlık niteliği ile bağdaşır bir tutum olamaz; bu tür katı ve sabit fikirliliğe "fanatik görüşlülük" de denir. Ve insanlık fanatik görüşlülerden çok çekmiştir. Bu günkü insanlığın  mutsuzluğunun ve sefaletinin ana nedeni, doğayı ve doğal olayları yanlış yorumlamaya sürüklenmesi ve bu yolun gelenekselleştirilmesi olmuştur. Bizler doğal düzene ters davranışlar içindeyiz; doğal düzen ve sistem ise, Yaratıcının kurmuş olduğu düzen ve sistemdir. Yani, bir diğer ifadeyle, bizler, doğal düzene ve sisteme ters işler yapıyoruz, ve bu yaptığımız terslikleri de "Allah adına yaptığımıza" inanıyoruz. Buna, "Allah adına, Allah'ın kurduğu sisteme karşı işler yapmak" denir! Bundan daha büyük bir yanlış davranış olabilir mi? Böyle toplumların ve insanların, mutluluk ve rafah içinde yaşamaya hakları var mı? "Aynaya" bakıp, durumumuzu görelim: "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz; Görünür şahsın rutbe -i aklı eserinden." 
Bu gün hala çoğunluğumuz, "insanların hücrelerden oluştuğunu, hücrelerin ise, birer mikroskobik canlı olduklarını ve mütasyona uğradıklarını (yani değişen ortamsal şartlara uyarak, yapılarında değişikliklere uğradıklarını" teorik olarak kabul etmemize rağmen, kendimizi bir hücreler toplumu olarak kabul edip, hastalıklarımız dahil, tüm olayları bu gerçeklere uygun olarak görmeye kendimizi alıştıramıyoruz. Doğayla bütünleşememiş, kendisinin Yaratıcı­nın  doğal sistemindeki yerinin farkında olmayan, yani kendi kendini tanıyamamış insanlar, kendilerini çok özel bir yaratık gibi görürler. Bazı insanlarda bu durum öyle boyutlara varmıştır ki, bu kişiler kendilerini Yaratıcıyla akraba imiş gibi göstermişler, "Tanrı soyundan gelme" gibi yakıştırmalara kadar götürmüşlerdir. Krallık, padişahlık tahtına oturanların çoğunun yapmış olduğu gibi.  Eski zamanlarda kralların, sultanların vs., kendilerini tanrı soylu ilan ettikleri tarihi belgelerle kanıtlanmıştır . Bu davranış tarzı, insanlar arasında efendi \kul ayırımı, veyahut efendi \köle ayrımı gibi zıtlıkların ortaya çıkışının, eşitlik ilkesinin inkar edilişinin ilk görüntülerindendir.
 İnsanların kendi hayallerinin, kendi düşüncelerinin bir ürünü olan  bu "efendi \kul" zıtlığı, yavaş yavaş toplumlarda kök salıp, alışkanlığa bürünmüş, insanlar asırlarca, kendi yarattıkları bu kavramların esiri olmuşlardır. Günümüzde hala, bir çok ülkede, "üstün ırk, adi ırk, efendi \uşak, vs." gibi çağ dışı düşüncelerin var oluşu, toplumların, mevcut bilgi ve kültür düzeylerine rağmen, hala eski "alışkanlıklardan" kolay kolay sıyrılamadıklarının bir belirtisidir. Bu ve buna benzer bir sürü akıl ve mantık dışı düşünce ve davranış tarzları (çeşitli gelenek ve görenekler), insanın, şu güzel dünyayı, kendisine nasıl cehennem yaptığının bir delilidir. Kişisel bazda bakıldığında efendi \uşak veya efendi \kul ilişkisi olarak göze çarpan bu insan davranışı, toplumsal bazda, ırkçılık, mezhepçilik dargörüşlülüğüne götürmüştür. Hatta hala günümüzde bile, bazı ırklar, "insan" soyundan bile sayılmayıp, "hayvan" muamelesi görmektedirler! Böylesine kendisinin ne olduğunu, nerden kökenlendiğini bilmeyen insanların, kendilerini "üstün ırk" veya "seçilmiş ırk" gibi görerek, diğer insan ırklarıyla ortak kökensel ilişkilerini reddet­mesi, "kestane topurundan çıkmış, topurunu beğenmemiş" atasözünü anımsatmaktadır.
Bu gün, bilim ve teknolojinin gelişimiyle, Dünya 'küçülmüştür' ve Avrupadaki bir hava veya su kirliliği, veya bir savaş, sadece orada yaşayanları değil, tüm dünyadaki canlıları etkilemektedir. Dolayısiyle, tüm insanlar, ortaklaşa davranmak, tek bir dünya toplumunun bireyleri olarak tavır takınmak zorundadırlar. Yukarıda özetlenen canlılar tarihi boyunca gözlenen hücreler arası sürekli birleşme çabaları da, bu yönde bir davranışı zorlu kılmaktadır ve bu kaçınılmaz bir olgudur.
 Dünyadaki çeşitli toplumlarda egemen olan, birleşme ve bütünleşmeyi engelleyici, farklı dinsel ve ırkçı duygular, Yaratıcının öngördüğü bir sistemin gereği değil, ilkel toplumların bencilliklerinin bizlerde bıraktığı kötü izlerdir. Yaratıcının HAYAT SİSTEMİnde sürekli bir bütünleşme, bir-araya-gelme, birleşme ana hedeftir. O'nun eseri olan Yeryuvarı tarihi kitabı ve her bir hücremizde (kromozomlarımızda) tek tek kayıtlı olan genetik veriler, yani canlıların gelişim tarihi, bunu kanıtlamaktadır.
Hayatın temel felsefesi budur ve "HAYAT KUVVETİ" denilen bir birleştirici, çoğaltıcı, İlahi kuvvet sayesinde yönlendirilmektedir, ve bu gelişim kaçınılmazdır. Dünya bir bütündür ve tüm üzerindeki canlılarıyla, tüm uluslarıyla, bu dünya üzerindeki kaynakların, en verimli ve akılcı şekilde kullanımı, birbirinden kopuk devletler şeklinde değil, tüm ulusların birleşik bir Dünya Toplumu içinde örgütlenmeleriyle sağlanacaktır. Yaratıcının sisteminin gereği budur; dolayısiyle, insanlığın hedefi bu olmalıdır! Bu sistemin gelişmesini istemeyenler, ırkçı-bencil toplumlardır, ve sadece kendi  çıkarları bozulmasın diye, tüm toplumları, bölüp, parçalamaya, birbirlerine düşman etmeye yönelik girişimler peşindedirler. Egoist toplumlar, dünya genelindeki bir hayat sisteminin, kanser odaklarıdır; kanser odakları, komşu dokuların besinine el koyup, kendilerine çeken yığışımlardır. Bu gün bazı devletlerin, kendileri bir araya gelip bir birliktelik, bir bütünlük oluştururken; çok çeşitli etnik gurupların, asırlar  boyu birbirleriyle karşılıklı akrabalık ilişkileriyle kaynaşmalarından oluşmuş diğer bazı devletlerin parçalanmalarını teşvik edici davranışlar içinde olmaları, onların devletlerarası ilişkilerde bencilliklerinin bir göstergesidir. Bencil bireyler, ister bir vücut hücresi, ister bir tek insan, ister bir gurup eşkiya, ister bir tek devlet olsun; üst sistemin kanser odaklarıdırlar.
Devlet toplumsal hayat sisteminin bir örgütlenme şeklidir; aynı şekilde kentler de, daha küçük ölçekli birer toplumsal hayat sistemleridirler. Toplumsal hayatda, toplumu oluşturan bireylerin, renkleri, görünüşleri, hangi soydan geldikleri, vs. gibi bireysel özelliklerin hiç bir anlamı ve değeri yoktur, çünkü, toplumsal hayatta önemli olan hizmet alış-verişidir: Bir hizmeti kim iyi veriyorsa, o en iyi toplum üyesidir, en iyi vatandaştır, en iyi kentdaştır. Unutmayın ki, toplumsal hayatta, insan yapısı robotlar bile hizmet için devreye giriyorlar. Robotları aşağılayıp, toplumsal hayattan atmadığınıza göre, toplumda iyi hizmet veren insanları niçin farklı soylardan geldikleri için dışlayıp, onlara başka gözle bakıyorsunuz? Irkçılık denilen bu toplum dışı davranış, toplumsal hayat sistemi için kanser oluşumu anlamı taşır; hangi toplumlar bu tür sosyal hastalığa tutulmuşlarsa, sefalet, kavga, anarşi, terör hastalıkları ile boğuşup, sonunda dağılırlar. Irkçılık hastalığının alt sınırı yoktur: Önce, Slav, Cermen, Türk, Kürt, Acem gibi başlar, devlet gibi büyük ölçekli toplumsal  birimler dağılır; sonra falanca boy, filanca aşiret gibi daha küçük ölçekli soy ayrımlarına başlanır, ve toplumsal bağlar zayıflatılır; ve en nihayet, Alioğulları, Velioğulları gibi aileler arası çekişmeler devreye girer ve toplumsal hayat sistemi, köylere mahallelere kadar bozulup, insanlar birbirlerine kırdırılmaya başlanır. Bu en yaygın ve öldürücü sosyal hastalık türüdür!
Türkiye Cumhuriyeti gibi bir sürü farklı etnik kökenli insanlardan oluşan bir devlet içinde, bir gurup insanın, bencillik yaparak, ortak topluluktan kopmaya ve  ayrı bir küçük birim oluşturmaya kalkması, doğal hayat gelişimi sistemine terstir; çünkü bunun sonucunda hem kendi çıkarları azalacaktır, hem ayrıldığı topluluğa zarar vermiş olacaktır. Bu davranış, kanserojen bir davranıştır, tüm diğer gruplara karşı işlenen bir suçtur; çünkü, herkes bundan zarar görecektir. Bir üst sistem olan devlet, kendisini oluşturan guruplar arasında,  hiç birinin bencilce davranıp, diğer gurupların haklarına zarar vermelerine, yani  kanser odağı oluşturmalarına müsaade edemez.  
 Dünya ölçeğinde de, bazı devletlerin, diğer devletlerin bölünmelerini teşvik edici davranışları, tüm diğer devletler tarafından kınanmalıdır; çünkü,  dünya nimetlerinin barışcıl amaçlar yerine, savaş ve kavgalarla, karşılıklı olarak yok edilmesi, yakılması, toplumların birbirlerine zarar vermeleri, "dünya bütçesinden" olmaktadır. Bu yakılıp, yok olan dünya serveti, barışcıl amaçlarla kullanılırsa, bundan tüm dünya devletleri, yani tüm insanlık kazançlı çıkar. Dünyadaki üretim fazlalığı, savaş malzemeleri gibi, yok edici ve yakıcı olarak kullanılacağına, insanlığın ortak çıkarları doğrultusunda kullanılsa, dünyaya mutluluk gelecek, insanlar cennete dünyada kavuşacaklardır. Bu gün "gelişmiş" devletlerin, silah fabrikalarında silahlar üretip, bunları insanları henüz bilinçlenmemiş devletlere ve toplumlara satmalarından daha adi ve daha insanlık dışı bir davranış düşünülemez! Bu tür davranışlar, o devletlerin, zekaca gelişmiş değil, başkalarını sömürerek, kandırarak semirmiş topluluklar olduklarını gösterir.
 Dünyadaki, yanlış bir felsefeye bağlı olarak oluşan mantık çarpıklığı göstergesi "çifte standart" uygulaması, ırkçılık, mezhepcilik gibi, bütünleşmeyi engelleyici faktörler, beyinlerimize çocukluğumuzun ilk yıllarında yerleştirilen yanlış bilgiler ve önyargılarla ayakta tutulduğundan, bu yanlışlık kaldırılmadıkça, Yaratıcının gösterdiği, bütünleşmeye, birleşmeye yönelik gelişimler hep aksayacak, dünyamız refaha kavuşamayacaktır.
 En ufak bir kışkırtmada, dinsel veya ırksal dürtülere kapılarak birbirleriyle savaşa gıren toplumların, bir dünya toplumu oluşturup, dünya nimetlerini ortaklaşa kullanıp, daha rahat ve mutluluk içinde yaşamaları mümkün değildir. Bu ise, doğal düzene terstir; çünkü hayat kuvveti, birlik ve beraberliğe doğru zorlayan bir güçtür, ayırıcı ve bölücü değildir.
 Tüm dünyada, hak ve hukuka dayalı, eşitlikçi, demokratik ve refah getirici bir düzen, Yaratıcı'nın gerçek  özellikleriyle ve sistemiyle tanıtılması sayesinde gerçekleşecektir ve mutlaka da olacaktır. Amaç, bu sistemi bir an evvel gerçekleştirmek, insanlığı bir an evvel şizofrenik insanların beynimize yerleştirdiği bu yanlış önyargılardan kurtarmaktır.
Soluduğumuz hava, içtiğimiz su dünyanın ortak malıdır; bir Çernobil faciası, tüm Dünya'yı etkilemiştir. Öyleyse, dar toplumcu görüşlerin esiri olup ırkçılık yaparak, kavga içinde yaşayacağımıza, daha geniş ufuklu düşünüp, Yaratıcının  gösterdiği yolda, daha üst sistem bir yaşam içinde, yani, Dünya ölçeğinde bir hayat sistemi içinde, bir hayatı hedeflemek, İlahi güçe saygının gereğidir ve kaçınılmazdır. Bu günkü toplumlarda güdülen ırkçılık siyaseti, toplumlar arası kan davasından başka bir şey değildir, ve sonu hiç hayırlı olmamıştır, olamayacaktır da. Çünkü, ırkçılık, mezhepçilik, vs. gibi bölücü görüşler, İlahi Hayat Kuvvetinin bütünleştiriciliğine ters düşmektedirler. Şizofrenik ve aşırı bencil insanların hayallerinin ürünü olan bu yanlış hayat görüşleri, beyinlerimize yüklenen yanlış bilgileri, yani beynimizdeki şeytanı oluşturmakta ve yanlış kararlar almamıza, doğru yoldan sapmamıza neden olmaktadırlar. Dünyamızı kurtarmak için, bu yanlış önyargılardan bir an önce insanlığı arındırmamız gerekmektedir; insanlığın hedefi bu olmalıdır.
Dünyadaki tüm devlet adamlarının, kafalarındaki bilgileri tekrar gözden geçirip, beyinlerinde yanlış veya yanlı önyargılar bulunup bulunmadığını, tüm insanlığa karşı egoistçe davranıp davranmadıklarını kendi kendilerine sormaları; kendilerini, başkalarının gözleriyle de görmeye çalışarak, "insan hakları" adı altında savunmaya çalıştıkları kavramın, tüm insanlığın ortak çıkarları ve geleceği olduğunu düşünmeleri; "devlet egoizminin", diğer toplumların haklarını çığnemek olup olmadığının hesabını kendilerine vermeleri gerekmektedir. Uluslararası anlaşmalarda imzası bulunan devletlerin yöneticileri, hem kendi kendilerine, hem de diğer devlet yöneticilerine karşı bu vicdan muhasebesini yapmak zorundadırlar. Bunun için, önce biz, en küçük toplumsal organlardan biri olan ailemizde, iş yerlerimizde,  derneklerimizde veya daha başka birimlerde, doğal sisteme uygun bir yapısallaşmayı ve düşünce sistemini benimsemeliyiz ve bunun gereğini yerine getirmeliyiz. "Herkes kendi kapısını temizlerse, tüm kent temiz olur" mantığı gereği, doğal sisteme uygum bu doğru mantıksal yaklaşım, ancak bu şekilde tüm dünyaya yayılabilir. Üstelik bu da doğal sistemin gereğıdir: Doğada herhangi bir şeyi büyütmenin yöntemi, o nesnenin oluşabileceği ortama, o şeyin  küçücük bir modelinin, yani bir çekirdekciğin yerleştirilmesidir; örneğin tüm büyük kristaller, değerli taşlar, vs., hep böyle gelişirler! Diğer taraftan, kendinizin uymadığı, uygulamadığı bir şeyi, başkalarından bekle­mek, saçmalık olur. "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bir başka anlamı da budur: Önce kendimiz doğal sisteme uygun, gerçek bir toplumsal örgütlenmeyi gerçekleştirelim, sonra da diğerlerinden aynı davranışı bekleyelim.  

DEVAMI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder