BIR PROFESÖRLE TARTIŞMALARIM

BIR PROFESÖRLE TARTIŞMALARIM

Toplumsal sorunlarımıza bilim insanlarının yaklaşımını göstermek için, bir biyoloji profesörü ile aramda gerçekleşen tartışmaları bilgilerinize sunmak istiyorum.
Tartışmalarımızın başlangıç tarihi 2001 yılına gider. Şimdi o toplantı ile ilgili kısa bir bilgi vereyim.

2001 yılındaki Alanya Dinler otelindeki Paleontoloji-Çalışma-Grubu  toplantımızda evrim üzerine bir panel de vardı. Konuşmacılar olarak, ben (aynı zamanda panel yöneticisiydim) , Prof. Dr. Ali Demirsoy, Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesinden Prof. İzzet Bey ve Hacettepe’den bir doçent daha vardı. Alanya toplantısına giderken otobüste bulunan insanlarla sohbette toplumsal sorunlar ve sıkıntılar dile getiriliyordu. Herkes bu sorunlardan kurtulup, rahat bir yaşama kavuşmanın hayali ile yaşıyor ve birilerinden bu sorunları çözmesi umudunu dile getiriyordu. Ben de yıllardır kafamda oluşturduğum bir hayat görüşü ile insanlığın tüm sorunlarına basit bir çözüm formülü bulduğuma inandığımdan, Alanya’daki evrim konulu toplantıda, konuşmacılarla ortak bir hayat sistemi oluşum modeli üzerinde anlaşacağımızdan ve kamuoyuna “doğadaki oluşum mekanizmasıyla toplumsal sorunlarımızın çözüm yolu”nu duyurarak önemli bir toplumsal görevi tamamlayacağımızdan nerdeyse emindim. Hatta otobüste konuştuğum insanlara “bekleyin yakında önemli şeyler olacak” gibi umut verici sözler söylediğimi çok iyi hatırlıyorum.
Böyle bir beklenti içinde, otele gelir gelmez hemen diğer üç konuşmacıyı arayıp, hazırladığım hayat-sistemi-oluşum mekanizmasını (toplam 5-6 sayfalık bir metindi) onlara sunup, ortak bir görüşte buluşabilmek için üzerinde gerekli değişiklikleri ve düzeltmeleri yapmalarını istedim. Toplantıya daha bir gün vardı ve bu süreç içinde konuşmacılar metin üzerinde gerekli düzeltmeleri yapabilirlerdi. Ama olaylar hiç de umduğum şekilde gerçekleşmedi ve başta sayın A.D. olmak üzere diğer konuşmacılar ‘doğada her şey rasgele olur, öyle bilgi oluşturarak kendi-kendilerine örgütlenme” gibi bir sistem yoktur’  şeklinde bir görüşle karşı çıktı. Ben yine ısrar edip, sunduğum metni okuyup, nerde yanlış bir veri ve mantık hatası bulduklarını belirtmelerini, buldukları hataları düzelteceğimi, vs. söyleyerek kısa toplantımızı bitirdim.
Ertesi sabah toplantıya başlamadan önce, yöneticilerden biri (Prof. Dr. V.T.) bana gelerek “İsmet Bey, sizin konuşmanız ilk sırada, ama Ali Bey ilk konuşmanın kendisine ait olmasını istiyor. Sizce bir sakıncası var mı?” dedi. Ayrıca Ali Bey’in konuşma süresinin de bir saatle sınırlandırılmamayı istediğini söyledi. Ben de konuşma sıramı Ali Bey’ verdim ve Ali Bey 2 saat on-beş dakika süren konuşmasını yaptı.
Ali Bey’den sonra konuşma sırası bana gelmişti. Bana ayrılan 1 saatlik konuşma süresinin yarısına ancak gelmiştim ki, dinleyici sıralarından çok yakın bir arkadaşım (Prof. Dr. T.Ö), “ismet öğle yemeği vakti geldi, konuşmanı toparlasan’ gibi bir uyarıda bulundu. Nasıl sinirlendiğimi unutamam. Önce konuşma sıram elimden alınıyor, sonra ilk konuşmacı benim kullanmam gereken konuşma süresini de kullanıyor ve ben konuşmamın yarısında, kısa kesmem için uyarılıyordum!!! Bu sinirli halimle jet hızıyla konuşma metnini okuyup bitirdim. (Daha sonra dinleyicilerden birinin (jeoloji yük müh. E.Ö.) ‘o hızlı konuşmandan dinleyicilerin bir şey anlamasını nasıl beklersin İsmet Hoca’ dediğini de hala hatırlarım.)
Bu nasıl bir tezgâhtı hala anlayamamışımdır. Ali Bey neden ilk konuşmayı benim değil de kendisinin yapmasını istemişti? Madem ilk konuşmayı kendisi yapmak istiyordu, bunu neden daha önce programı yapanlara bildirmemişti. Konuşma süresinin 1 saat olduğu önceden herkese ilan edilmişti, konuşmacıların konuşmalarını buna göre ayarlamaları gerekmez miydi? İki saat on-beş dakikalık konuşma nedendi? Tüm bu sorulara hala bir yanıt bulabilmiş değilim.
Ben hariç diğer konuşmacılar rasgeleliğe dayalı Darwinci evrim konusunu savunan konuşmalar yaptılar, ben ise doğada hiçbir şeyin rasgele olmadığını, hücrelerin bilgili ve bilinçli davrandıklarını, dolayısıyla canlıların oluşum ve gelişimlerinin bilgi oluşturularak, en ekonomik sistemler oluşturulması şeklinde gerçekleştiğini öne süren bir konuşma yapmaya çalıştım. Yapmaya çalıştım diyorum, çünkü konuşmam bana en yakın arkadaşlarım tarafından “zamanımız daraldı” şeklinde sabote edilmişti.
Konuşmamın bu şekilde hem de en yakın arkadaşım tarafından sabote edilmesi ve diğer konuşmacıların üçünün birlikte davranması sonucu, onların görüşleri doğrultusunda bir basın beyanatı verilerek, toplantı sona erdirildi. Hâlbuki benim tüm toplumsal sorunlarımızın çözüme kavuşmasını sağlayan bir hayat oluşum sistemi sentezim vardı. Onların basına verdikleri mesajda ise böyle hiçbir yararlı sonuç yoktu ve asırlardır devam eden kısır bir yaratılış-darwincilik zıtlaşmasının devamından başka bir şey içermiyordu.
Aradan yıllar geçti ve dinamik sistemler teorisi olarak tanımlanan fizik dalının doğadaki tüm canlı ve cansız sistemlerin “information & self-organisation” şeklinde gerçekleştiğinin matematiksel ve fiziksel formülasyonları ortaya çıktı. Bu fizik dalı, doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin varlıkların oluşturdukları bilgilere göre karşılıklı haberleşmeler sonucu oluştuklarını ve varlıklar haricinde başka hiçbir varlığın kuvvet oluşturucu veya yönlendirici bir yönü bulunmadığını ortaya koyuyordu. Bu arada Gedik (1998 ve 2006) bilgi oluşumunun üssel (eksponansiyel) olarak geliştiğini göstererek, dinamik sistemler fiziğinin atom-altı-öğelerden itibaren öngördüğü bilgi oluşturma potansiyelinin gerçekten de varlıkların en küçük parçacıklarından kökenlenmesi gerektiğinin matematiksel delilini oluşturuyordu.
Şimdi bazı açıklamalarla konuyu aydınlatmak istiyorum.
1-  Doğada bir denge ve düzen vardır ve normal bir insanın mantığı, rasgelelikle bir düzen oluşturmanın mümkün olamayacağını hisseder. Bilim adamları doğadaki bu düzen oluşturucu güç sistemini açık ve net bir şekilde ortaya koymazlarsa, bunu yapan başkaları her zaman vatandaşı yanına çeker. Dinsel görüş sahiplerinin halkı her zaman peşlerinden sürüklemelerinin nedeni budur.
è Doğada bir güç ve enerji sistemi var mı?
Var.
è Peki bu güç sistemi nerden kökenleniyor?
Kuant dediğimiz en küçük enerji paketçiklerinden.
è Peki bu en küçük enerji paketçikleri rasgele bir şekilde mi davranıyorlar, yoksa belli kuralları mı var?
Belli kurallara uyarak davranıyorlar.
1-      Çevrelerini algılıyorlar ve bir ölçme-değerlendirme sistemine göre (örn. dalga boyu) çevreleri hakkındaki ölçü değerlerini olasılık hesabı yaparak en olası durumu seçiyorlar.
2-      Her zaman en ekonomik pozisyonlara göçüyorlar.
3-      Her zaman en kolay yolu seçiyorlar.
4-      Birbirleriyle haberleşiyorlar.
5-      Ve belirli bir döngüleri var, yani doğ-öl, yap-yık, (+) (-) gibi; bu nedenle de doğadaki her varlığın bir doğum-ölüm döngüsü olmak zorunda.
6-      Vs
è  Bu temel öğeler zaman içinde birleşmeye mi, yoksa parçalanmaya mı gidiyorlar?
Birleşmeye doğru bir ilerleme var.
è Neden birleşmeye doğru gidiliyor?
►Proton, nötron, elektron gibi atom-altı-öğeleri atomlar, moleküller şeklinde bir araya gelip, kümeleşirler. Çünkü yalnız olduklarında çok hareketli olmak zorundadırlar ve bu nedenle çok enerji harcarlar. Harcanan bu enerji, E=mcformülüne göre kütle etkisi yapar ve bu nedenle daha “ağır” olurlar.   (Bir protonun kütlesi 1.00728 atomik kütle birimi (akb), bir nötronun kütlesi 1.00866 akb kadardır. Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise 12 akb’dir. Halbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.0956 akb’dir.) Yani temel öğeler birleştikçe, daha rahat bir duruma kavuşurlar ve daha az enerji harcarlar. İşte bu durum, bireysellikle toplumsallık arasındaki ilişkinin sırrını oluşturur.
Aynı tür bir rahatlama doğadaki tüm diğer varlıklarda da söz konusudur.
►Karıncalar, arılar, mercanlar, bryozoa gibi birçok hayvan türü, bu nedenle koloni denilen ortak yaşam sistemleri oluşturmuşlardır.
İnsanlar neden birlikte yaşarlar?
Arkeolojik bulguların gösterdiği üzere, yaklaşık on bin yıldan beri toplumsal bir düzen oluşturmaya çalışıyoruz. Toplum oluşturmak, bir arada yaşamak, tüm varlıkların özünde bulunan bir rahatlama dürtüsünden kaynaklanır. Şöyle ki:
►Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Hem ihtiyacı olan sebzeleri, tahılları üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem ateş yakacak, hem yemek pişirecek bir fırın yapacak, hem tabak, kaşık yapacak, vs… Hiç bir insan bu kadar farklı görevi yapamaz. Ayrıca, tek başına yaşayan insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır ve dinlenmeye ayıracak zaman bulamaz. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede çok daha az koşuşturur ve çok daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşmuş olunur.
è Peki birleşme nasıl oluyor? Varlıklar bilardo topları gibi birbirlerine çarpışarak mı bir araya geliyorlar (ki rasgelelik bunu öngörür), yoksa birbirleriyle sinyallerle haberleşerek mi?
Birbirleriyle sinyallerle haberleşerek!
è Peki bu sinyalleri varlıkların kendileri mi oluşturuyorlar, yoksa sinyaller onlara tepeden birileri (doğa-üstü bir sistem) tarafından mı veriliyor?
Sinyalleri varlıkların kendileri oluşturuyorlar, çünkü atom-altı-parçacıklarından itibaren her varlığın çevre-faktörlerini algılama ve değerlendirme sistemleri var!
è İnsanlar da birbirleriyle haberleşebiliyorlar ama yine de birleşip, ortak bir toplumsal bütünlük oluşturamıyorlar, neden?
Bu soruyu yanıtlamak için şu temel doğa bilgilerine sahip olmak gerek:
Doğa sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik bir sistemdir ve bu dinamik sistemler tümleşik (entegre) devreler şeklinde iç-içe, alt-üstededir. Yani atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler vs. oluşur. Doğadaki tüm bu sistemlerde şu temel kurallar geçerlidir “Theory of integrative levels” (Feibleman 1954)  :
i-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır. Üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
ii-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey sadece hedef gösterir.
iii- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
iv- Herhangi bir düzeyde oluşan bir değişim, tüm diğer düzeyleri de etkiler.
Bunlara ek olarak tüm bu oluşumlarda dinamik sistemler fiziğinin şu kuralları da uygulanmak zorundadır:
i-Üst sistemde geçerli olacak kurallara uyacak şekilde alt-sistem-öğelerinin simetrileri kırılır (yani bilgi düzeyinde değişiklikler yapılır),
ii- buna uygun yapısal sabitleşmeler yapılır,
iii- ve üst-sistemde geçerli olacak kurallara uymak için tüm alt-sistem öğeleri köleleştirilirler.
Yani biz insanların davranışları, içimizdeki hücrelerimiz tarafından belirlenir. Ancak hücreler bu belirleme işlemini, bizlerin onlara aktaracağı çevre koşulları bilgilerine göre yaparlar. Biz onlara neyi hedef gösteriyorsak, onlar bizi o hedefe ulaşacak şekilde yönlendirirler. Ali bey yukarıda anlatılan şekilde davrandıysa, İsmet şu şekilde davrandıysa, bu fark, onların hücrelerine gösterdikleri temel hedef farklılıklarından kaynaklanır.
è Nedir bu hedef farkları?
Hedefler hayat görüşlerini yansıtırlar. Toplumuzda yaygın iki hayat görüşü egemendir: Yaratılış görüşü ve Darwin’ci evrim görüşü. Bunun yanı sıra maksizm, liberalizm, sosyalizm, vs. gibi ekonomik bakış açısına göre değişen farklı görüşler de varsa da, bunların hepsi zikredilen temel iki görüş çerçevesinde davranırlar. Dolayısıyla insanların simetri-kırılmaları+sabitleştirmeleri+köleleştirilmeleri bu görüşlerden birini savunacak şekilde gerçekleştikten sonra, o insanlar bu görüşleri savunacak şekilde davranmaya başlarlar. Dolayısıyla toplumumuzda tek bir ortak hedef görüşü oluşturulmadığı sürece, toplumsal birleşme asla mümkün olamayacaktır. Çünkü şartlanmışlık, akıl ve mantığa dayalı davranmaya engel olmaktadır.
Bir apartmandaki iki aile arasındaki ilişki şartlanmışlık konusunda iyi bir fikir vermektedir.
Komşulardan biri en katta oturmaktadır ve akşam erken yatıp, sabah erken  işine gitmek zorunda olan bir memurdur. Onun üstündeki dairede oturan komşusu ise, akşamları içip, sarhoş olarak eve gelen biridir. Gece geç saatlerde eve geldiğinde, sarhoşluğun da etkisiyle önce pabuçlarından birini çıkarır ve paaatttt! Diye bir tarafa fırlatır. Alttaki komşu bu paaattt! sesine uyanır. 5-10 saniye sonra ikinci pabuç da çıkarılır ve fırlatılır,  tekrar paaatttt! diye bir ses çıkar. Alttaki komşu bu ikinci paaatttt! sesinden sonra tekrar uykusuna dalar. Günler, aylar böyle geçer-gider.
Bir sabah evden çıkarlarken iki komşu birbirleriyle karşılaşır. Alttaki komşu sarhoş komşusuna şöyle der: “Be komşum, sarhoş olarak eve gelmen beni ilgilendirmez, ama acaba şu pabuçlarını çıkarttıktan sonra “paaatttt!” diye bir gürültü çıkartmadan sessizce yere bıraksan da, ben de uyanmasam, iyi bir davranış olmaz mı?”
Sarhoş komşu düşünüp komşusuna hak vermiş. Ama gece eve geldiğinde eski alışkanlıkla ilk papucu paaatttt! diye yine fırlatıvermiş. Ama hemen aklına komşusunun ikazı gelmiş ve ikini pabucu sessizce yere koyuvermiş.
Birinci pabucun gürültüsüyle uyanan alt komşu, ikinci pabucun da yere atılmasını beklemeye başlamış. İkinci “paaatttt!” sesini de duysun ki, tekrar uykusuna dalabilsin. Bir dakika bekle, 2 dakika bekle, vs. uykusu tam kaçmış. Nihayet dayanamayıp üst kattaki komşusunun kapısını çalmış. Kapıyı açan komşusuna: “Yahu komşu, at şu ikinci pabucu da, artık uykuma devam edeyim be adam!” demiş.  

è Peki, insanlarımız arasında anlaşıp-uzlaşmayı, dolayısıyla bütünleşmeyi (toplum oluşturmayı) sağlayacak hedef ne olmalıdır?
Yazının başlangıcında verilen “birleşmeye neden olan dürtü” kavramının ve birleştirici kuvvetin de, kuantsal sistemlere hedef gösterilerek gerçekleştirildiği temel bilgisinin anlaşılması şart ve gereklidir. Hedefimiz toplum oluşturmak, birleşmek olmalı ve bunun yolunun da, doğadaki oluşum mekanizmasının anlaşılmasından geçtiğidir. Varlıkların birleşmelerinin nedeni, daha rahat ve daha az enerji harcayan bir duruma geçmektir. En ekonomik konumlu yapısallaşmaların seçimi işlemini en temeldeki kuantsal öğeler yaparlar, çünkü tünelleme etkisi denilen bir şekilde hep en ekonomik yapısallaşmalara akarlar veya göçerler. (Gerekirse muazzam bir enerji ödünç alarak engelleri zıplayıp-aşarlar).

Yukarıda özetlemeye çalıştığım doğal sistem gelişimi “ Doğadaki oluşum mekanizmasıyla insanlığın sorunlarının çözüm yolu (2008),” başlıklı bir kitapta ayrıntılı olarak verilmektedir. 
Bu kitabı basılmadan önce sayın Ali Demirsoy’a göndererek, eserde herhangi bir veri veya mantık hatası bulup-bulamadığını, ve kitabı değerlendirmesini rica ettim. Zira kitapta tüm doğa-bilimsel veriler sentezlenerek genel bir hayat görüşü oluşturuluyor ve bu hayat görüşü hem cansızlar âlemindeki gelişimleri, hem ‘evrim’ dediğimiz canlılar dünyası gelişimlerini net bir şekilde açıklıyor, hem de insanlığın tüm sorunlarının çözüm formülünü veriyordu. Bu kadar olayın birbirleriyle bağlantılı şekilde açıklanması çok derin bir temel ilişki sisteminden kaynaklanıyor olmalıydı. Yani 2001 yılı Alanya toplantısına giderken kafamda canlandırdığım ve çevremdeki insanlara vermeye çalıştığım “bekleyin yakında önemli şeyler olacak” şeklindeki heyecanımın kaynağı temel bir doğal sistem ilişkisinin farkına varılması olayından kaynaklanıyordu. O toplantıda maalesef sağır kulaklara hitap etmiştim (veyahut hitap etmem engellenmişti). Aradan geçen yıllarda sürekli bu konuyu bilim adamlarının önüne koymaya çalıştım. Başlangıçta fizikçilerden sert bir tepki aldım. Fizikçiler doğada düzensizliğe doğru bir gidiş (entropi artışı) olması gerektiğini, termodinamiğin 2. kuralının bunu öngördüğünü öne sürerek, hayat sistemindeki düzen oluşturmanın “madde yapısındaki bir hastalık” şeklinde görülmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Fizikçilerin bu görüşünün doğru olmadığını (karşılıklı görüşmeler ve internet ortamı tartışmaları sonucunda) ıspat ederek, fizikçilerle aramdaki tartışmaları sonlandırdım. (Ayrıntılı bilgi için yukarıda a.g.e. (adı geçen eserin) 187-191 sayfalarına bakınız.) Bu arada da dinamik sistemler fiziği şeklinde yeni bir fizik dalı oluşturulmuş ve bu fizik dalı doğada maksimum enformasyon prensibinin geçerli olduğunu ve bilgiye dayalı örgütlenmelerle doğada düzen oluşturmaya doğru ilerlendiğini göstermişti (Haken 2000).
Sayın Demirsoy’dan aldığım yanıt şöyleydi:
----- Original Message -----
From: Ali Demirsoy
Sent: Monday, April 07, 2008 6:49 PM
Subject: [fosilankara] demirsoydan
Sevgili Kardeşim İsmet Bey
Gönderdiğiniz yazıyı birkaç defa dikkatle okudum. Doğal olarak birçok yeri benim düşünce tarzıma uygun geliyor ve düşüncelerinize aynen katılıyorum. Atatürk, demokrasi ve toplumdaki şıh-ağa ile özgür iradenin paradoksunu her kes kabul edecektir. Ancak bazı kısımlar özellikle atomdan başlayıp daha üst düzeylere kadar oluşan organizasyon düşüncenizi yorumlayacak bilgiye sahip olamadığım için, fazla bir şey de söylemeyeceğimi anladım. Gecikmemin temelinde yatan da bu eksikliğimdir.  Canlıların kendilerinin organizasyonunu bir çeşit bilinçli gibi tasarlama yeteneklerinin olduğuna ilişkin dolaylı cümleleri vurgulamanızı, doğal olarak evrime inanmış biri olarak itiraz etmeden kabul etmemi de beklemeyiniz.
Ancak, bir jeolog ve fosil bilimci olarak, doğanın tasarımına farklı gözlerle bakmış olmanız eminim birçok kişiye ışık tutacaktır. İlginize ve emeğinize teşekkür ediyoruz.
Saygılarımla
 Prof. Dr. Ali Demirsoy

Görüldüğü gibi Ali Bey temel fiziko-kimyasal oluşum-gelişim sistemlerinin değerlendirmesini yapamadığını vurguluyor ve canlıların bilgi oluşturarak bu bilgilere göre kendilerini organize ettikleri yönündeki düşünceyi “evrime inanmış biri olarak” kabul edemeyeceğini belirtiyor.
Geleneksel düşünce tarzına dayalı doğa görüşü ile şartlandırılmış insanların, dinamik sistemli doğa görüşünü anlamakta zorluk çekmelerinin nedenini bu şartlanmışlık oluşturur. Şimdi bu konuyu biraz açalım.
Bir şey (hücre veya toplum) oluşturmanın 5 temeli
1- Varlıklar neden birleşirler veyahut insanlar neden birlikte yaşarlar?
2- Birlikteliklerde yönlenme ve yönlendirilme nasıl oluşur? Güç, kuvvet nerden alınır? Doğadaki varlıkları yönlendiren güç sistemlerinin oluşum mekanizması (enerji-kuvvet ilişkileri) ve tabana bağımlılık kuralı;
3- Birlikteliklerin (devletlerin) yönetim-yönlendirme şekillerinin tarihsel aşamaları;
4- Tepeye bağımlı Örgütlenme sistemlerinin zararları;
5- Sonuç: İnsanların toplumsal davranmayışları, kendilerine yanlış hedef gösterilmesindendir.

1- sorunun yanıtı yukarıda verilmiştir.
2- Birlikteliklerde yönlenme ve yönlendirilme nasıl oluşur? Güç, kuvvet nerden alınır? Doğadaki varlıkları yönlendiren güç sistemlerinin oluşum mekanizması (enerji-kuvvet ilişkileri) ve tabana bağımlılık kuralı
 Doğa ve dünyada her şey bilgiyle yapılmakta, bilgisiz hiçbir şey başarılamamaktadır. Bu dinamik sistemler fiziğinin “information & self organisation” olarak özetlenen işleyiş sisteminin doğal bir sonucudur. Bu nedenledir ki, hücreler gelecek nesillere miras olarak sadece ve sadece kalıtsal bilgilerini devretmektedirler. O kalıtsal bilgilerde ise, oluşturulacak bedenin nelere, nasıl bağımlı olduğu, hangi çevre faktörlerinin ne kadar ve nasıl etkili olduğu gibi milyonlarca faktör hakkında bilgiler bulunmaktadır. Bir yumurta veya tohum, kromozomlarındaki bu bilgilerden yararlanarak, ne zaman çoğalmaya başlayacağını, hangi yönde gelişmesi gerektiğini, vs. saptar ve çevresinden gelen sinyalleri de algılayıp değerlendirerek yeni bir hayatı başlatır.
Bir hücreye atalarından devredilen kalıtsal bilgilerde hatalar, yanlışlıklar varsa, o hücre iyi çoğalıp gelişemez, çünkü kalıtsal bilgileri hatalıdır.
Şimdi gelelim insanların toplum oluşturma çabalarına. İnsanlık yaklaşık on bin yıldır toplumsal sistemini düzene sokmaya çalışıyor, ama şimdiye dek pek başarılı olamamıştır. Nedeni ise, aynen hatalı genetik bilgiler devralan hücrelerin başarısızlığındaki nedendir: hatalı bilgi aktarımı!
Geleneksel olarak insanlara aktarılan bilgilerde “toplum oluşturmak” diye bir ana hedef bulunmamaktadır. Başka türde hedefler gösterilmesi söz konusudur. İnsanlara hedef olarak bir vatanı savunmak, vatansever-olmak, bir toprak parçasını sahiplenmek, belli inançları savunmak gibi hedefler gösterilmiştir. Tüm bu tür hedeflerde bir şey yapma (toplum oluşturma) gibi yapıcı-oluşturucu-birleştirici-yapıştırıcı özellik yoktur; tersine var olan bir şeylerden azami payı kapma gibi ayrıştırıcı-bölücü-parçalayıcı bir yön ve hedef söz konusudur.
Bizlerin düşünce ve davranışlarını bedenimiz içindeki hücreler belirler. Ama bu belirlemeyi rasgele veya önceden tayın edilen bir tarzda değil, tamamen çevreden kendilerine gelen yönlendirmelere göre yaparlar. Dolayısıyla, hücrelerimize bir-şeylere-sahip-çıkma, veya pay-kapma gibi hedef gösterilince, savaşçı-kavgacı, uzlaşma yeteneği körleştirilmiş insanlar ortaya çıkar. İşte günümüz insanlığının durumu budur.
Bir varlığın yönlendiricisi, o varlığın enerjisini sağlayandır. Çünkü kuvvet dediğimiz faktör, enerjinin bir yerden bir yere akması veya aktarılması sonucu oluşur. Bizlerin bedeninde enerjiyi bir yerden bir yere aktaranlar da hücrelerimizdir. Onlar yediğimiz maddelerdeki enerjiyi bizim kullanacağımız şekle dönüştürürler. Bir varlığı yönlendiren gücün neden varlığın içindeki öğelerden kökenlendiğini,  bir öğrencimin sorusuna verdiğim yanıtta buluruz. Öğrencim, varlıkların kendileri dışında olan bir güç sistemiyle yönlendirildiği görüşünü savunarak, ‘Gezegenler veya yıldızlar neden birbirleriyle çarpışmıyorlar?’ şeklinde bir soru sormuştu. Ben de ‘Sen neden yolda giderken sağa sola çarpmıyorsun? Çarpmıyorsun, çünkü bedenindeki hücreler seni yönlendiriyorlar.’ dedim.
İşte buna tabana veya içe bağımlılık denir. Bunun için tüm varlıklarda “içgüdü” adı verilen bir dürtü bulunur ve o içsel dürtü varlığa gerekli davranışı gösterir. Bu içe-veya tabana-bağımlılık taa kuantsal sistemlere kadar geri gider. Çünkü doğadaki tüm güç ve enerji sistemlerinin kaynağını, kökenini kuantsal sistem oluşturur. (Kuantum terimi, doğadaki en küçük enerji biriminin Planck sabiti denilen ve h simgesi ile gösterilen temel bir değerden başladığı ve bu değerin katlarının alınarak paketler halinde artış gösterdiği bilgisine dayanır.) Dolayısıyla evrenimiz kuantsal sistem tarafından yönlendirilir. Kuantum fiziği denilen ve foton, elektron gibi atom-altı-parçacıklarla yapılan deney sonuçlarının gizemli bulunması ve tüm bilim adamlarını şaşırtmasının nedeni, bu temel yapısal öğelerin canlı oluşları ve bilinçli davranış göstermelerinden kaynaklanır.
Bir beden güç ve kuvvetini, içindeki hücrelerden alır, hücreler güç ve kuvvetlerini atom ve moleküllerden alırlar; atom ve moleküller ise, atom-altı-öğelerden alırlar. En temeldeki atom-altı-öğeler, ölü veya cansız değil, tersine en hızlı yaşayan,  en temel canlılardır. (Bizler saniyede bir adım atmak, birkaç dakikada bir fikir oluşturmakla, kendimizi doğada yaşayan ve bilgi-bilinç sahibi olan ‘özel’ bir varlık sanırız. Bendimizdeki her bir hücre, saniyenin onda veya yüzde birlik bir sürecinde, yüzlerce hareket yapar ve yine bu kadar kısa bir süreçte on-binlerce farklı faktörü değerlendirerek bir karar oluşturur! Elektron dediğimiz bir atom-altı-yavrucuğu ise, saniyenin zilyonda birlik bir sürecinde bir hareket yapar ve çevresindeki trilyonlarca faktörü değerlendirip, bir olasılık hesabı yapar ve bir karar verir. Peki, kim daha çok canlı ve daha çok bilgi işleyip, bir sonuca gidebiliyor? Yukarıda belirtildiği üzere, yalnız yaşadığında trilyonlarca defa dönmek ve trilyonlarca olasılık hesabı yapmak yerine, onlarca işlem ve saniyede bir-iki defa dönmek çok daha rahatlatıcıdır. Bu nedenle varlıklar hep birleşerek daha az hareket eden üst-sistemler oluştururlar.)

3- Birlikteliklerin (devletlerin) yönetim-yönlendirme şekillerinin tarihsel aşamaları;
Günümüzde ülkemizde demokrasi denilen bir yönetim var. Kimse kimsenin kulu olarak görülmüyor ve kimse başkasının hizmetçisi olarak çalışmıyor. Herkesin az veya çok bir mal ve mülkü, örn. bir evi veya küçük bir bahçe veya tarlası var.  Ama çok değil, 1-2 asır öncelerine kadar durum hiç de böyle değildi. Ağalar, efendiler ve de padişahlık vardı. Ülke ve topraklar padişahın mülküydü ve padişah bu mülkünü ağalık- beylik gibi belli unvanlar verdiği kişilere bir fermanla veriyor ve o ağalar-beyler fermanda belirtilen tüm toprakların ve de üzerindeki tüm canlı-cansız varlıkların sahibi oluyorlardı. Dolayısıyla, o topraklarda yaşayan insanlar da o ağanın uşakları-hizmetçileri oluyorlardı. Böyle bir toplumsal hayat sisteminde tüm bürokrasi çarkı tüm malların sahibi olan kişi (padişah, kral, sultan, vs.) için çalışıyorlar, tüm işlemleri onun çıkarları doğrultusunda yapıyorlardı. Bu nedenle devletlerin adları da bu sahip-ailelerin adlarını taşıyordu: Frank-Reich (Frank’ın egemenlik bölgesi), Osmanlı-İmparatorluğu, vs. gibi.
Devlet denilen bu toplumsal sistemlerde, belli bir ülkenin, yani belli bir toprak parçasının sahiplenilmesi söz konusudur. O toprak parçasının sahibi de, o devletin sahibi olan bir hanedanlıktır. Dolayısıyla tüm bürokrasi çarkı, yasa-yönetmelikler bu hanedanı ve onun çıkarlarını korumaya, kollamaya yöneliktir. Halk öyle bir gelenek görenek etkisi altında yetişir ki, herkes “Yaşasın Kral, Padişahım çok yaşa” diye dua edecek şekilde programlanmıştır. Herkes kulluğu, efendisinin bir kölesi, hizmetkârı olduğunu kabul etmiştir. Yani geleneksel devlet kavramı yapısallaşmasında halk hiç önem taşımamaktadır. Her şey kral veya sultan içindir. Bu tür yönetim sistemleri, 2-3 asır öncesine kadar tüm dünyada egemendirler ve monarşi olarak tanımlanmışlardır. (Yönetimde tek bir kişi değil de belli bir asil soylular kesimi varsa, yönetim oligarşi veya aristokrasi olarak adlandırılmıştır. Tepedeki yönetici kesim gücünü ilahi bir kaynaktan aldığını, ilahi güç adına yönetimi sürdürdüğünü belirtiyorsa, yönetim biçimi teokrasi olur.) Eski Yunanistan’da demokrasi uygulandığı görüşü ise, hatalı bir bakış açısından kaynaklanmaktadır, çünkü yönetici kesim, asil soylular denilen “efendiler” kesimidir, köleler ve kadınların hiçbir hakkı yoktur, onlar hizmetkârlar sınıfındadırlar. Dolayısıyla oligarşik bir yönetim söz konusudur.
Bu tür monarşik veya oligarşik yönetimler Fransız İhtilaline kadar tüm dünyada sürer. Fransız İhtilaliyle birlikte insanlar arasında “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” (Liberté, Égalité, Fraternité) olduğu görüşü oluşturulmaya başlanır ve bu görüş yavaş yavaş dünyaya yayılır. Bu görüşün yayılmaya başlamasıyla, devlet yönetiminin tepedeki bir hanedanlığın çıkarlarını savunacak şekilde değil de, halkın çıkarlarını dikkate alacak şekilde olması gerektiği anlamında “res publica = halk için” anlamında ‘republik=cumhuriyet’ sistemi yaygınlaşmaya başlar. Cumhuriyetlerde yöneticiler (parlamento, başkan, vs.) halkın yararını ön planda tutacak şekilde yönetimi sürdürmeye çalışırlar.
Cumhuriyet sistemlerinde yöneticiler genellikle halk arasındaki aydın, saygın kişilerden oluşturulur, ancak doğrudan halkın sandık başına giderek meclise göndereceği temsilcilerini bizzat kendilerinin seçmesi alışılagelmiş bir yöntem değildir. Dolayısıyla, bir süre sonra, halkın kendi yöneticilerini kendisi seçmesine dayalı sistem olan ‘demo-krasi=halk idaresi’ sistemi ortaya çıkar. Ancak başlangıçta sadece erkekler seçme hakkına sahip olarak görülür ve kadınlara seçme-seçilme hakkı yaklaşık bir asırdan beri yaygınlaşmaya başlar.
Bu tarihsel gelişim aşamalarından şu sonuca varılır: Devlet denilen toplumsal yaşam sistemleri, belli bir toprak parçasının belli kişilerce sahiplenilmesi olarak başlamış ve hala da aynı mantıkla devam edilmektedir. Tarihsel süreç içinde değişen tek şey, söz konusu toprak parçasının sahipliği ve yönetimini kimlerin yürüteceği olmuştur. Bu nedenle günümüz demokrasilerinde yönetime gelen her siyasi gurup, hazine ve kamu mallarının yönetimini ele geçirme sevdasıyla yönetime talip olurlar. Kısacası, insanlık tarihi boyunca devlet yönetimi şeklinde değişen tek şey, devlet sahipliğinin önceleri tek bir kişiye, sonraları bir gruba, demokrasilerde ise halkın seçtiği belli bir gruba teslim edilmiş olmasıdır. 

4- Tepeye bağımlı örgütlenme sistemlerinin zararları
Tüm toplumsal sorunlarımızın, tepeye bağımlı örgütlenme sistemlerinden kaynaklandığını yukarıda adı geçen eserden (a.g.e.) bir bölüm ekleyerek gösterelim:
“Toplumlarda varlıkların yönlenmelerini sağlayan kuvvet alanlarının (yasaların) varlıkların haricinde, özel ve olağanüstü bir güç sistemi tarafından oluşturulduğu ve varlıkları etkileyip-yönlendirdiği şeklinde bir görüş egemendir. Bu nedenle de tüm toplumlar sosyal düzenlemelerini hep tepeye konulan ve olağan-üstü yetkilerle donatılan liderli sistemlere göre, yani tepeden tabana olacak şekilde düzenlemişlerdir.
Tepeye Bağımlı Örgütlenmelerde (TBÖ):
1- İnsanlar arası anlaşıp-uzlaşma kapasitesi kötürümleşmektedir; sonuç: bireyler kendi aralarında anlaşıp-uzlaşarak bir şeyler yapma gereği duymazlar; hep tepeden birinden gelecek emre göre davranacak bir tutum içine girerler.
2- İnsanlar pasif davranmaya yönlendirilirler; sonuç: demokrasi denilen sistem işletilemez, çünkü tüm insanların aktifliği gereklidir.
3- Her şey ancak ve ancak bilgi oluşturularak yapıla bilindiğinden, tepeden gelecek yönlendirmelere göre davranacak şekilde programlanan beyinlerde, bilgi oluşturma kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olur. Bunun sonucu ise, toplumda verimlilik azalması ® geri kalmışlık ®  huzursuzluk ®   anarşi ve kargaşa.
4- Kişiler kendilerini de bir üst-sistem yerine koyup, etkisi altında olanlara karşı, “benim dediğim olacak” ısrarcılığı ve inatçılığına bürünürler.
5- TBÖ tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur,   insanlar şantaj, tehdit, suikast, vs. gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
6- İnsan sosyal bir canlıdır ve her sosyal canlının içinde, bir sisteme ait olma, bir sistem içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Devlet, tepedeki bir bürokratik zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hissedenler, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunun tatmin edileceği guruplaşmalar oluştururlar. İşte bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasını oluşturur ve o toplumsal sistemi içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel guruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
7- TBÖ toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir.
8- İnsanlar hücrelerine dayanarak bilgi ve becerilerini geliştirebilecekleri gerçeğinden kopuk yetiştirilerek, beden dışında bir üst-sisteme bağlı oldukları inancı ile programlandıklarından, hücrelerinin yeteneklerini kötürümleştirirler ve kendilerine güven duygusu gelişmesi engellenmiş olarak hayata atılmak zorunda kalırlar.
9- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler. Bürokrası çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon-davası, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar.
Vs..
İnsanlık bu nedenle, yani yaratıcılığı ve yapıcılığı varlıkların dışındaki hayali bir sisteme bağladığı içindir ki,
-Apartmanınızda bir şey yapılacak olsa, tüm kat sakinleriyle anlaşıp bu eylemi gerçekleştirmek imkansızlaşır;
-Mecliste ülke yararına bir şey yapılması gerekse, her bir parti farklı tellerden çalar ve ortak eylem olanaksız olur;
-İnsanlarımızda “bana ne, başkaları yapsın”; “sana ne, bana niye karışıyorsun” gibi davranışların yaygın olmasının tek nedeni, doğadaki oluşum sistemi hakkında yanlış bilgilerle donatılmış olmasındandır.
Hâlbuki çocuklarımıza küçük yaşta şu temel bilgiyi versek:
 ‘Doğadaki tüm oluşumlar varlıkların karşılıklı anlaşıp-uzlaşmaları sayesinde birleşmeleri sonucu oluşurlar ve bunun sonucu hep daha rahat bir yaşama kavuşulmuş olunur. Oluşturulacak-yapılacak sistemin değeri öğelerin oluşturabildikleri bilgi düzeyine bağlıdır.’
Böyle bir durumda, bedendeki hücreler insanları hep birbirleriyle karşılıklı anlaşıp-uzlaşacak şekilde yapısallaştırırlar.
Geleneksel sistemlerde ise insanlar hep harici bir yaratıcının mesajlarını algılayarak insanlığı kurtaracak birinin sorunlarına çözüm bulacağı inancıyla, bir lider peşinde koşmakta ve çözüm yolundan tamamen sapmaktadır.
Sorunlarımızın çözümü böylesine basittir. 
Sorunlarımızın çözümü için, doğadaki bu değişim-dönüşüm sisteminin nasıl işlediği ve dünyamızdaki denge ve düzenin nasıl oluştuğu konularında temel bir alt-yapı bilgisi şart ve gereklidir, çünkü toplum doğadaki genel oluşum sisteminin bir parçasıdır ve aynı temel kurallara göre işlemektedir. Günümüz insanlığının sorunları bu temel gerçeğin farkında olmamasından kaynaklanır. İnsanlık bu nedenle hem üzerinde yaşadığı bu doğa ve dünyaya zararlı işler ve eylemlerde bulunmakta, hem de kişisel sağlığını bozmaktadır.
Bizler hatalı bir hayat görüşünü geleneklerimizle otomatik olarak çocuklarımıza aktararak, çocuklarımıza en büyük kötülüğü yapmakta ve onlara çok kötü bir geleneksel miras bırakmaktayız. Çocuklarımızın geleceği adına, bu yanlışlığa dur diyecek bir tutum ve davranış içine girerek, şu güzel dünyamızda huzurlu ve barışçıl bir ortam oluşturulmasının yolunu açalım. Doğadaki denge ve düzen oluşturucu güç sistemi olarak kabul ettiğimiz “Allah”ı çocuklarımıza yanlış tanıtmak ve onların geleceğini karartmak günahların en büyüğüdür.”

5- Sonuç ve toplumsal davranışa götürecek yol: insanlara “toplum oluşturmayı - birleşmeyi” hedef olarak göstermek!
Doğada her şey enerji, güç ve kuvvetle oluşur. Tüm enerji türlerinin kökenini kuantsal sistem oluşturur. Örneğin dünyamızı aydınlatan, ısıtan, fotosenteze dayalı yaşamı ayakta tutan enerji Güneşten gelir ve Güneş bu enerjiyi Hidrojen ® Helyum dönüştürmesi yaprak sağlar, yani kuantsal enerji kaynağını kullanır. Tüm hayvanlar bitkilere bağlıdırlar, çünkü bitkiler güneş enerjisini glikoza dönüştürücü ve depolayıcı bilgi sistemine sahiptirler. Dolayısıyla tüm hayvanların yönlendirilmesi bitkiler tarafından yapılır, çünkü enerji sağlayıcısı onlardır. Biz insanlar tüm enerjimizi bitki ve hayvanlardan alırız, dolayısıyla bizim yönlendirmemizi bitkiler ve hayvanlar yaparlar. İnsanlar özde hücrelerine bağımlıdır, çünkü tüm besinleri bizlerin kullanacağı türde bir enerjiye ancak onlar dönüştürürler. Hücrelerimiz ise, bitki ve hayvanlara bağımlı olduklarını bilirler, çünkü bizim bedenimizin işleyişi, hangi bitki ve hayvansal besinleri nasıl işleyeceği gibi tüm bilgiler hücrelerimizin bilgi depolarında kayıtlıdır. Hücrelerimizin genetik kayıtlarında daha milyonlarca faktör kayıtlıdır ve tüm bu kayıtlar (bilgiler), doğadaki enerji oranları ve enerji değişim-dönüşümleri ile ilgilidirler.
Bizler öylesine hücrelerimize bağlıyız ve öylesine onlar tarafından yönlendiriliyoruz ki, tüm baş, karın veya başka tür ağrılarımız, onların bazı çevre faktörlerinden veyahut bizlerin yönlendirmelerinden memnun olmadıkları için bize gönderdikleri mesajlardan oluşurlar. Geçek hayattan bir örnek vererek, ne demek istediğimi açıklayayım. Bir yakınımın yurt dışında yaşayan torunu ameliyat olacak ve yakınım ameliyatta bulunması gerektiğine inanıyor. Diğer taraftan sağlık durumu yolculuk yapmasını engelliyor ve torununun yanına gitmek onun için çok büyük zorluklar içeriyor. Bu ikilem içinde kalan yakınım, muazzam baş-ağrılarına tutuluyor, tansiyonu fırlıyor, vs. İlaçlar vs. etki etmiyor. Taa ki, kendisini başka türlü yönlendirinceye kadar. O da şöyle: Torununun yanına gitmek zorunda değilsin. Onun ameliyatında yanında şu kişiler zaten olacak ve sana ihtiyaç olmayacak, yani gitme zorunluluğun yok, rahat ol. Bu telkini kabul eden bedende her şey normale döner ve tansiyon, vs. normalleşir.
Bizler doğa ve dünya koşulları nasıl ise, hücrelerimize o şekilde yansıtmak zorundayız, zira onlar da bedenleri o verilere göre, doğa ve dünya uyumlu olsun diye oluşturuyorlar. Bizler hücrelerimizi ikilem içinde olacak şekilde yönlendiriyorsak, onlar sorunları çözemez duruma düşerler ve bedenimizdeki denge-düzen alt-üst olur. Kanser dâhil birçok hastalık oluşmaya başlar. 
Öylesine hücrelerimize bağımlıyız ve hücrelerimiz de öylesine çevre faktörlerine bağımlı davranıyorlar ki, hem bizlerin gösterdiği hedeflere ulaşmaya çalışıyorlar, hem de milyarlarca yıllık bir süreçteki deneyim verilerini kapsayan genetik bilgilere ters düşmeyecek şekilde davranmak zorundalar.
Bizler kuant dediğimiz en küçük enerji paketçiklerinin birleşmeleriyle başlayan ve atom ® molekül ®hücre ® beden gibi gittikçe geliştirilen bir tümleşik sistem içindeyiz. Tümleşik sistemlerde “Theory of integrative levels”  ilkeleri geçerlidir. Bu ilkeler yukarıda verilmişti.
Bizler hücrelerimize neyi hedef gösteriyorsak onlar ona göre bizlerin bedenlerinin davranışlarını ayarlıyorlar. Şimdiye dek “vatanseverlik” hedef gösterilmiş ve bizler bir toprak parçasını savunacak şekilde savaşçı- kavgacı olarak yapısallaştırılmışız. Binlerce yıldır bu hep böyle sürmüş, sadece vatanın sahipliği tek kişiden, çok kişiye doğru değiştirilmiştir. Ama gösterilen hedef “toplum oluşturmak-birleşmek” olsaydı, insanlık arılar-karıncalar gibi mükemmel işleyen bir toplum hayatına çoktan ulaşmış olurdu.
i-Doğada her şey karşılıklı etkileşimlerle oluşmaktadır.
ii-Karşılıklı etkileşim karşılıklı haberleşme demektir.
iii-Haberleşme, kullanılan sinyallerin birbirleriyle uyumlu olmasına (rezonans) dayalıdır.
iv-Dolayısıyla tüm varlıklar birbirlerinin sinyallerini algılayabilmek için birbirleriyle uyum (rezonans) içine girmeye çalışırlar.
v-Bu karşılıklı haberleşme ve anlaşmalarla doğadaki denge ve düzen oluşmaktadır. Onun için yaşadığımız doğa ve dünya sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir sistemdir. Dinamik sistemlerde her şey “information & self-organisation = bilgi oluşturula ve o bilgilere göre örgütlenile” prensibine göre gerçekleşmektedir. 
Bir arada yaşamanın kurallarını, yani toplumsal sistemi ayakta tutmanın yolu ve yordamını binlerce yıldır aramaktayız. Devlet yapısallaşmasında değiştirilmesi gereken en önemli şey, halka verilecek temel doğal sistem işleyişi bilgisidir. Şimdiye dek, ya evrimci, ya yaratılışçı bir hayat görüşü verilmektedir ki ikisi de doğadaki sistemi yansıtmamaktadır. Çünkü doğa ve dünya dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemlerde her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Neyin, neye, ne zaman, hangi faktörlere bağlı olarak değişeceği gibi bilgiler hep varlıkların bileşenlerinde depolanıp-işlenmekte, tüm bilgiler varlıkların bileşenlerinde kayıt altına alınmaktadır. Bunun en güzel delilini hücreler sunmaktadır. Bedenlerimizin tasarımcıları ve bakımcıları olan hücreler, gelecek nesillere sadece ve sadece "bilgi" miras bırakılmaktadırlar, çünkü önemli ve ebedi olan tek şey bilgidir; çünkü bilgi ile doğadaki enerji türleri birbirlerine dönüştürülebilinmektedir. Fiziğin yeni gelişmekte olan dinamik sistemler dalının ıspatladığı üzere, bilgi zaman içinde gittikçe gelişmekte ve artmaktadır (maximum information principle). Bilgi varlıkların yapısal-dokusal durumlarına işlenerek gelecek nesillere aktarılmaktadır. Bu nedenle varlıkların yapısal-dokusal durumları zaman içinde değişimlere uğratılmaktadır. Geçmişle günümüz arasındaki tek fark bilgi düzeyindeki değişimlerdir. Örneğin dinozorlar dönemindeki varlıklar o dönemdeki bilgi düzeyine göre birleştirilmişlerdir, günümüzdeki canlılar ise, günümüzdeki bilgi düzeyine göre düzenlenmektedirler. Daha ayrıntılı bilgiler a.g.e.de bulunmaktadır.
Öğrenmek demek, bedendeki hücreler arası haberleşmede kullanılan kimyasal moleküllerde değişiklikler yapmaktır. Kendimizi sürekli değiştirip-yenileyebiliyorsak, bir şeyler öğreniriz. Değişimlere açık olmazsak, yani katı (dogmatik) bilgilerle eğitildiysek, hücreler değişim-dönüşüm kanallarını kapatmış olacaklarından dolayı, yeni bir şey öğrenemeyiz.
Geçmişimizde insanlara hatalı bir hedef gösterilmiştir: vatanın, yani toprak parçası ve malların savunulması. Çoğu savaşlar bunun için yapılmıştır ve insanlar hayatlarını bu uğurda feda etmişlerdir.
Yaşamın amacı insanlığın ve diğer varlıkların daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmasıdır. Eğitim sistemimizde insanlara hedef olarak “birbirleriyle karşılıklı-hizmet alış-verişlerine dayalı bir birleşme ve ortaklık oluşturmayı, yani toplumsal bir bütünleşmeyi” gösterecek bir değişiklik yaparsak, çocuklarımıza en güzel mirası bırakmış olacağız:
Toplumsal örgütlenme sisteminde yapılması gereken en temel düzeltme ise, bürokrasi çarkını tepeye değil, tabana (halka) bağımlı kılmaktan geçer. Bürokrasi çarkı elemanları halk tarafından seçilmeli, yöneticiler, halk tarafından seçilen bu bürokratlarla işlerini yürütmelidirler. Nedeni ise şudur: Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız, en iyi öğretmeni seçmez misiniz? Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi düzenleyecek kişiyi, nüfus işlerinizi yürütecek, elektrik işlerinizi yapacak kişiyi, vs. siz seçecek olsaydınız, en yetenekli, en bilgili kişileri seçmez miydiniz? Bu durumda işleriniz daha iyi yürümez miydi? İnsanlar meslek edinirken, en iyi yapabilecekleri işlere soyunup, en iyi şekilde bir eğitimden geçecek, bilgi ve beceri sahibi olacak şekilde bir davranış içine girmezler miydi? Kötü bir iş yapan, kötü bir hizmet veren kişi, halk tarafından hemen uzaklaştırılmaz mıydı? Çürük yumurtalar bu şekilde sürekli yok edilmiş olmaz mıydı? Böyle bir toplumsal sistemde her şey tıkır tıkır işlemez miydi? (Bu yöntem A.B.D. de kısmen uygulanmaktadır. Her eyalet kendi öğretmenini, kendi polisini vs. kendisi atar.)
Doğada atom-altı-parçacıklardan başlanarak, atom > molekül > hücre > hayvan gibi üst sistemlere doğru bir gelişim olduğu, jeolojik, fiziksel ve astro-fiziiksel gözlemlerle ve de teorik yaklaşımlarla ortaya konulan evrensel bir olgudur. Bunun anlaşılamaması diye bir şey, ancak beyinlerini bu konuda kapatanların, yani bu olgulara ters yönde bir bilgi ve yönlendirmeye inanmış olanların göstereceği bir şartlanmışlık tutumdur. Böyle bir şartlandırma etkisi altında olmayanlar kitabı çok kolay anlayıp-değerlendirmişlerdir ki bunların çoğu fizikçi-biyolog gibi doğa-bilimci bile değildirler. İktisatçı, dişçi, tıpçı, öğretmen gibi değişik uzmanlık alanlarında olan kişilerdirler. Rasgeleliğe dayalı bir evrime (veyahut falanca dinin yaratılış görüşüne) inanmış olmak bir şartlanmışlık çeşididir ve her türlü şartlanmışlıkta olduğu gibi, önümüzdeki gerçekleri görmemizi engelleyen temel bir faktördür. Şartlanmışlıklara dayanan bu tür engellemeler nedeniyledir ki, bilim, din ve siyaset adamları yıllardır karşılıklı olarak ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşamıyorlar ve tüm insanlık da bunun sıkıntılarını yaşıyor.
İşte bu şekilde sorunlarımızın nedenine ulaşmış oluyoruz. Herhangi bir şeye kesin bir şekilde inanmış olmak! Hâlbuki sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz ve bu doğada her şey mümkün olabiliyor. Onun için her tür şartlanmışlık zararlıdır.

Son olarak birkaç noktayı vurgulamak istiyorum:
1-      Bir salonda belli bir süreliğine toplanarak sorunları tartışmak artık modası geçmiş bir yöntemdir ve şimdiye kadar da pek başarılı sonuçlar ortaya koyduğu söylenemez. Çünkü süre hep kısıtlıdır ve herkes her şeyi söyleyip, karşısındakilerin tüm tepkilerini değerlendiremez. Bu nedenle bir yerde birkaç gün toplanarak sorunlarımızı çözemeyiz. Sorunların tartışılması internet ortamlarında çok daha kolay ve verimli olmaktadır.
2-      Şartlanmışlıklarımızdan kurtulmadığımız sürece, birleştirici bir formül üzerinde anlaşıp-uzlaşmak mümkün değildir. Darwincilerin ayrı, yaratılışçıların ayrı olarak toplanıp, birbirlerini nasıl alt-edecekleri konusunda çalışmalar yapmakla, sorunumuz ve bölünmüşlüğümüz devam edecektir.
3-      Diyebilirsiniz ki, “siz de şartlanmış bir düşüncede olabilirsiniz.” Evet doğrudur, bende de şartlanmışlık olabilir;  karar vermek için hep temel mantığı kullanın: Önerilen görüş sorunlarımıza bir çözüm sağlıyor mu, sağlamıyor mu? Bu nedenle, bildiri sunmak, konuşmacı olmak isteyen kişi önce kafasında 4x4lük bir toplumsal sorunlarımıza çözüm paketine sahip olmalı ve bu çözüm paketindeki veriler ve bilgiler doğa-bilimsel verilere uygun olmalıdır.
4-      2001 Alanya evrim-toplantısından sonra tam 8 yıl geçti, şimdi tekrar aynı konuda bir toplantı düzenliyoruz ve bizler hala aynı noktadayız. Sorunlarımız daha da artmış durumda. Ülkede yönetim yaratılışçıların eline geçmiş ve “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir” yanlıları tek tek etkisizleştirilmeye, susturulmaya başlanmış. Acaba Alanya toplantısından beri savunduğum yukarıdaki çözüm paketinde hangi veri veya mantık hatası bulundu da, bilim adamları ortak bir noktada buluşup, insanlara gönül rahatlıyla inanacakları bir hayat görüşü sunmakta anlaşamadılar ve halk hala, 3-4 bin yıl önceleri ortaya atılmış doğa görüşlerini savunanların peşinden gitmeye mecbur kalıyor?
5-      Vicdan azabı dediğimiz bir hücresel adalet uygulaması vardır. Hücreler çevreden kendilerine ulaşan tüm bilgileri değerlendirirler. İçinizdeki hücreler yukarıda sunulan ve tüm toplumsal sorunlarımız çözebilen bir program olduğu bilgisini de fark etmişlerdir. Bizler suçumuzu dışarıya karşı gizlesek de, içimizdeki hücreler topluma ve doğal sisteme karşı işlediğimiz suçlardan dolayı bizi içten içe kemirirler ve zaman içinde cezalandırırlar. Çünkü onlar doğal sisteme ve onun kurallarına kökten bağlıdırlar. 

Prof. Dr. İsmet Gedik
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Trabzon, 21 Nisan 2009


Prof. Dr. A. Demirsoy ile yazışmalarım daha sonraları da sürmüştür. Örn. 8 Ağustos 2009 tarihinde, Hacettepe Üniversitesinde Biyoloji profesörü olan Sayın Ali Demirsoy’dan üyesi olduğum paleontologların tartışma platformu olan FosilAnkara’ya şöyle bir yazı geldi.

 “At izinin, it izine karıştığı tartışma”
Evrim Tartışması   adlı bir yazıyı saygılarımla bilgilerinize sunuyorum.
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 18.08.2009
Yazı oldukça uzun olduğundan, sadece konu başlıkları aşağıda verilmiştir.
Düşünce tarzımızın biçimlenmesi: İnsanın Doğası
Neden bu kadar çok sayıda insan, bu kadar bilimsel bilgiye ve açıklamaya karşın, hala yaratılış ve kıyamet kurgularından vazgeçemiyor?
Big-Bang nedir ne değildir?
Big-Bang, yaratılışa mı yoksa evrimsel kurama mı kanıttır?
Yaratılışçıların sürekli çiğnedikleri, ancak neyi çiğnediklerini anlayamadıkları bir öykü:
Sık sık gündeme gelen ara formlara ait fosil kalıntısı nedir ne değildir?
Evrim Mekanizmasını Neden Kolaylıkla Herkes Anlayamaz?
      
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi
18.08.2009

(Demirsoy’un bu yazısı üzerine fosilAnkara sitesi üzerinden kendisine şu postayı gönderdim:)
Evrim – Yaratılış Tartışmasının Özü
Fizik biliminde son asır içinde gerçekleşen araştırmalar, proton, nötron, elektron, foton gibi doğadaki en temel öğelerin rasgele olarak davranmadıklarını, dalga boyları ile çevrelerini ölçüp-biçip, olasılık hesapları yaparak davrandıklarını ortaya koymuştur.
Yaratılışçılar hemen bu gelişmeden yararlanıp, “bakın doğada işiler rasgelelikle olmuyor, ortada bilgili-bilinçli bir davranış var” diyerek hemen sahiplenirler ve “Allah” denilen kavramı “intelligent design” adı altında yeniden pazarlamaya başlarlar. Evrimciler hala rasgelelikte ısrar ettiklerinden, yaratılışçıların bu sahiplenmeleri karşısında, her tartışmada mağlup olmaktadırlar ve yaratılışçılar, 3-4 bin yıl öncelerine dayanan hayat görüşlerine yeni bir kılıf uydurarak insanlığı yönlendirmeye devam etmektedirler.
Yaratılışçıların haklı oldukları nokta: doğada işlerin rasgele olmadığı;
Evrimcilerin haklı oldukları nokta: doğada işlerin önceden planlanan bir şekilde olmadığıdır.
Yani ortada “At izinin, it izine karıştığı tartışma” değil, “Atlarla katırların tepişmesi, arada kalanların ise zarar görmesi” olayı vardır. Şimdi arada kalan insanların nasıl zarar gördüğünü açıklayayım.

Doğada bir denge ve düzen vardır ve normal bir insanın mantığı, rasgelelikle bir düzen oluşturmanın mümkün olamayacağını hisseder. Bilim adamları doğadaki bu düzen oluşturucu güç sistemini açık ve net bir şekilde ortaya koymazlarsa, bunu yapan başkaları her zaman vatandaşı yanına çeker. Dinsel görüş sahiplerinin halkı her zaman peşlerinden sürüklemelerinin nedeni budur.
Biz insanların amacı ve hedefi toplum oluşturmak olmalıdır, çünkü toplum denilen sistem, önceden var olan bir şey değil, sayısı artan öğelerin daha rahat bir duruma kavuşabilmeleri için oluşturmak zorunda oldukları bir ortaklıktır. Aynen bedenlerimizin hücreler tarafından tasarlanıp-oluşturulması gibi. Oluşturuculuk, yaratıcılık hep varlıkların içlerindeki bileşenlerinden kaynaklanır, harici bir oluşturucu veya yaratıcı yoktur. Bu, dinamik sistemler fiziğinin “information & self-organisation” olarak özetlenmiş olan en önemli keşiftir. Yani doğada neyin neye dönüştüğü, nelerden yararlanması gerektiği konusunda bilgi edinip, bu bilgilere göre yapısallaşmak!!!
Toplum önceden var olan bir şey olmadığı için, insanlara da doğada bir şeyin nasıl oluşturulacağı konusunda doğadaki sisteme ters bilgiler verildiği için, insanlık bu ters bilgilerle donatılmış olarak birbirleriyle kavga-savaş içinde yaşamaya çalışıyorlar. Tabii buna yaşam denilirse!!!
İşte bu nedenlerden dolayı yaratılış-evrim tartışması “Atlarla katırların tepişmesi, arada kalanların ise zarar görmesi” olayıdır. Her iki görüş de insanlara doğadaki sistemi gerçeklere uygun olarak aktarmayıp, kendi dar görüşlerine uydurarak aktardıkları için, olay bir tepişmeye dönüşmekte, bundan da halk zarar görmektedir.
Şimdi sayın Demirsoy’un “At izinin, it izine karıştığı tartışma” başlıklı yazısından bazı parçalar aktararak, o konuyla ilgili bazı sorular yönlendirmek istiyorum.

Ali Demirsoy: “Böyle bir molekül seçile seçile bugüne kadar gelmiştir.”
Soru: Seçen kim? Her eylem bir davranış bilgisi ve enerji gerektirir, seçim işlemini yapan güç enerjisini ve bilgiyi nerden alır?

Ali Demirsoy: “Anahtarcı, burada doğal seçilim mekanizmasıdır; anahtarların dişleri ile kilidin girintileri birbirine uyum yapınca çalışmasına izin veriyor; uymadığında anahtar daha deliğe girmeden ya da işlevsiz olduğu anlaşıldıktan sonra etkisiz hale getiriliyor; sürekli deneme-yanılma yöntemi ile bu deney sayısız birey üzerinde deneniyor. Hangi anahtar hangi kilidi açıyorsa, o kapı açılıyor ve yeni bir yola giriliyor; buna evrimsel hat diyoruz.”
Soru: Anahtarcı anahtar yapmak için bilgiye muhtaçtır, bu bilgiyi nerden alır ve bir şey yapmak için gücü-kuvvetini nerden alıyor?

Ali Demirsoy: “kör saatçi olarak bilinen doğal seçilim mekanizması, en iyi kapıyı bulamıyor, olanla yetinmeye çalışıyor ya da onu bir miktar geliştirmeyle yetiniyor.”
Soru: Enerji olmadan, bilgi olmadan hiçbir şey yapılamayacağına göre, kör saatçı enerjisini, bilgisini nerden alıyor?

Ali Demirsoy: “Evrim mekanizmasında çilingir rastgele anahtar yapar, kilidi hiç düşünmez; kilide göre anahtar yapmayı da planlamaz (evrimin rastgeleliği buradan kaynaklanır)”.
Yine aynı soru?

Ali Demirsoy: “Elinde yeterince örnek olmayan ve doğanın işleyiş mekanizmasını öğrenemeyenler için, evrim mekanizmasını anlamak bu nedenle zor olmaktadır. Çare: Yaratılışçılığa sığınma… Emek çekmenize, kafa yormanıza, para harcamanıza, hatta yerinizden kalkmaya bile gerek göremezsiniz… Adaları araştırmak, denizlerin dibine inmek, bilim müzeler kurmak, örnek toplayıp onları araştırmak, dağların tepesine çıkmak gereğini duymazsınız; bırakın onları aptal evrimciler yapsın… Nasıl olsa sizin –düşünmeden biat edecek- sömüreceğiniz büyük bir kitle her zaman yanınızda, arkanızda yer almaktadır; bu kitlenin gözlerinin açılmaması gerekli; ikbalinizin devamı için elinizdeki tüm araçları kullanarak evrimcileri, Darwin’i ve evrim kavramını kötülemeniz yeterli…” 
Soru: Doğada bir denge ve düzen vardır; denge ve düzen rasgelelikle mümkün değildir, rasgelelikle düzensizlik ortaya çıkar. Fizikçiler arasında “doğada entropi artışı (düzensizliğe doğru gidiş) vardır” şeklinde bir yargının bulunmasının nedeni de, fizikçilerin doğadaki oluşum mekanizmasını anlayıp-çözememiş olmalarından kaynaklanır. Halbuki yukarıda adı geçen eserde ıspat edildiği üzere, doğada düzensizliğe doğru değil, düzenliliğe doğru bir gidiş vardır ve bu gidiş dinamik sistemler teorisinin “maximum information principle” ilkesi ile doğrulanmaktadır. Bu nedenle bilim adamları, insanlara doğadaki oluşum mekanizmasını 1-2 asır öncelerinin fizik bilgileriyle değil, en yeni verilere göre oluşturulmuş doğal sistem bilgilerine uygun olarak tanıtmak zorundadırlar. Bilim adamları doğadaki denge ve düzenin nasıl oluştuğunu bilimsel veriler uygun olarak yapmadıkları zaman, bunu 3-4 bin yıl öncelerinin dogmatik verilerine göre açıklayanlar yaparlar ve halk da onların yanında yer alır. Bunun tüm günahı, Darwinciliğe körükörüne bağlanan, dogmatik görüşlü bilim adamlarıdır.

Ali Demirsoy: “Proteinlerin bu kadar büyük yapılmasının nedeni, hedef molekülü tanıyarak doğrulukla kilitlenmeyi ve kendi üzerinde doğru katlanabilmeyi sağlamak için”
Soru: Demek proteinlerin bilgi sahibi olduklarını kabul ediyorsunuz.

Ali Demirsoy: “Canlılık, organize ve belirli görevleri yapan bir sistem olarak sahneye çıkmadı. Birkaç on dizilimden oluşan bir molekülün (RNA olarak bilinen) kendini çoğaltma yeteneği kazanması ile yola çıktı.”
Soru: Kendi kendini kopyalayabilme yeteneği bir bilgi değil mi?

Ali Demirsoy: “Evrim kavramını Türkiye’de benimsemiş çok sayıda insan vardır. Bunlar dogmadan kurtulmuş, yeniliklere açık; A olarak girdiği bir yerde, dinledikten ve öğrendikten sonra fikrini değiştirerek B olarak çıkabilen; geleceğe aydınlık adımlarla ilerleyen, aklı ve bilimi kendine rehber yapmış kişilerdir. Esas geliştireceğimiz kesimler bu kesimdir; çünkü yeniliklere açıktır. En azından kararlarında aklı kullanırlar.”
Soru: “Doğadaki oluşum mekanizmasıyla insanlığın sorunlarının çözüm yolu” adlı kitapta hatalı veri veya hatalı bir mantıksal değerlendirme bulamadığınız halde, siz neden hala insanlarımızın tüm sorunlarını çözecek bu formüle taraftar olmayıp, “İsmet Beyin yazdıklarını onaylamam için, 43 yıldır gece gündüz okuduğum ve okumakta olduğum bilgileri ve öğretiyi (yanlış ya da doğru) bir tarafa atmam gerekiyor.” diyerek, insanlığın toplumsal sorunlarına hiçbir çözüm sunmayan doğru veya yanlışlığı belli olmayan bir görüşte ısrar ediyorsunuz? Bu dogmatik bir davranış değil midir? Yaratılışçılardan farkınız nerededir?

Özetle: Bir şeyin yapılması, oluşması için mutlaka enerji ve bilgi gerekir. Rasgeleliğe dayalı evrimcilere göre, bu enerjinin kaynağı nerededir? Bilgi nerden kökenlenir? Yani “doğal seçici, kör saatçi, çilingir veya anahtarcı” enerjisini nerden alır? Bilgisini nerden alır?

Ve son iki soru daha:
1- Hayat niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur? Bir biyolog olarak bu soruya bir yanıt verebilmeniz gerekir.
2- Toplum hayatı da, hayat sisteminin bir devamıdır. Sizin görüşünüze göre bizlerin hayatı rasgele olaylarla oluştuğuna göre, toplum hayatımızı da rasgele olaylara mı bırakalım, yoksa bizler bilgi ve bilinçle, doğadaki sistemden esinlenerek belli kurallar mı koyalım?

Prof. Dr. İsmet Gedik
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Trabzon Ağustos 2009

(Bu sorularıma Sayın Demirsoy’un yanıtı şu oldu:)


----- Original Message -----
From: Ali Demirsoy
Sent: Tuesday, August 18, 2009 11:28 AM
Subject: [fosilankara] demirsoydan [1 Attachment]


Sevgili İsmet Gedik Kardeşim
İlgine teşekkür ederim.
Sorularınızın çoğuna, bugünkü bilimin ışığı altında, ayrıntılı yanıt verebilirim diye düşünüyorum. Ancak, bu sorduklarınıza, sizi ikna olacak şekilde yanıt verebilmem için en az 800-1000 sayfa mektup yazmam gerekir. Doğrusu bunu da göze alamıyorum. Ancak bu sorularınızın önemli bir kısmının yanıtı bulabileceğiniz 1100 sayfalık Kalıtım ve Evrim diye bir kitabım var.
Dincilerin yanlışını bulmak için de size gönderdiğim yazıları yazmıyorum. Onu hiçbir zaman yapmadım. Ancak yazdıklarımı anlamayıp ya da anlamazlıktan gelip çarpıttıkları ve görsel basında dile getirdikleri sorulara açıklayıcı yanıt vermeye çalıştım.
Benim yazıda belirttiğim gibi kimseyi aydınlatma gibi bir hedefim kalmadı; ancak öğrenmek isteyenlere kapımı açık tutuyorum.
Rastgelelik işini bizatihi biyoloji biliminde uğraşanlar dahi anlamış değiller; çünkü doğanın işletim sistemini kavramış değiller. Bize bunu anlat dediklerinde de esasında 3 milyarlık bir evrimsel tarihi bize 5 dakikada anlatmayı talep ediyorlar. Açıkça bir şeyi söylemem gerekiyor: Populasyon genetiği, genetik eğitimi ve bu ikisine bağlı evrim eğitimi almayanların bunu anlamasında zorluk var.
Bilmiyorum akıllı tasarım mı yoksa evrimsel tasarım mı adlı yazımı okudunuz mu?  Doğa tasarım hatasıyla dolu; bunu iyi bir biyolog hemen anlıyor. Ancak, olayları yüzeysel görenler için durum farklı…
Planlı bir yapının gizemli ürünü olan Ruhu bugünkü bilgilerimiz ışığı altında kabul edemeyiz. Düşünene de bir şey diyemeyiz. Yaklaşık 3.5 milyar bazdan, önemli bir yerde olan tek biri (bir baz) değiştiğinde o kişi hiçbir şeyi anlayamayacak kadar zihinsel özürlü oluyorsa ve eğer siz o bazı doğru yerine tekrar taktığınızda normale dönebiliyorsa, ruhtan bahsedemeyiz. Çünkü maddeden münezzehtir. Ancak maddi yapıdaki bir bozukluk (her insanda en az birkaç tane olduğu gibi, toplumun genelinde şaşılacak kadar yüksek oranda) önemli özürlere neden oluyorsa; orada akıllı bir tasarımdan söz etmemiz sözkonusu değildir.
Karbon molekülünün özelliği, canlı ile cansız arasındaki fark, canlı özelliği gösteren ancak canlı olmayan moleküllerin ortaya çıkışı ve gelişmesini derslerimde uzun uzun anlatıyorum. Ne yazık ki bunları bu sayfalara sığdıramam. Ben bunları yazarken de iyi bir temel bilgiye sahip olduğuma inandığım için yazıyorum. Sizin yazdıklarınızın hiç biri bu güne kadar sınanmış olmadığı için ve sizin dışınızdaki –konumu uygun- birileri tarafından onaylanmadığı için düşüncelerinizi ne yazık ki dikkate alamıyoruz. Bilimsel kimliği olan birinin de alacağını zannetmiyorum. Bundan, yazdıklarınız kesinlikle yanlıştır gibi bir söz söylemek de istemem. Olasılığı ve güvenirliği belirli bir oranın altında olanları biz yok varsayarız. Sizin düşüncelerinizi de ben ve yazınızda adı geçen diğer öğretim üyeleri- bu nedenle dikkate almamış olabiliriz.    
Bugün televizyonlarda dünyadaki canlı moleküllerin bir kısmının (glisin amino asidinin) gök taşlarında da saptandığı bulundu. Canlı molekülleri dünyaya özgü değilmiş…
Kledeskop, içerisine birkaç renkli kağıt parçaları konmuş üç aynadan oluşmuş bir dürbündür . Her çevirişinizde yeni bir şekil ortaya çıkar. Trilyonlarca çevirseniz aynısı yakalayamazsınız. Hepsinin de kendine göre güzel bir şekli vardır. Tek bir şekle odaklanmış iseniz, onu doğaüstü görür, diğerlerini gözden kaçırırsınız. Meydana gelen şekilleri de planlanmış bir yapı olarak görürsünüz. Bir daha aynısını elde etmeye kalkıştığınızda bunu –kural olarak- hiçbir zaman başaramazsınız.  Rastgelelikte bir şeyin tekrarı (aynısı) olmaz. Planlı ve düzenli işleyişlerde bir şeyin aynısı yapılabilir (seri üretime geçilmeden önce plan yapılması da bundan kaynaklanır). Eğer doğada birbirinin aynısı olan –hatta aynı türe ait, hatta ayni aileye ait, hatta ayna ana babaya ait- bir organizma bulursanız, bütün bu yazdıklarımı bu iletiyi alanların gözü önünde yutacağım. Bence –önce- bazı temel kavramların öğrenilmesi gerekli sayın hocam…
Doğanın zenginliği rastgeleliğinden kaynaklanıyor… Hiçbir canlı birkaç bin, birkaç milyon yıl sonra ne olacağını bilmediği için, o gün mükemmel bir tasarım geliştirdiğini düşünsek bile, bu tasarımın yıllar sonra bir çıkmaz olduğunu biliyoruz. Bu nedenle canlı hedefe yönelik tasarım yapmıyor; çeşit üretiyor, seçilen ayakta kalıyor. Biyoloji bilmeyenler de bunun planlanmış bir düzenek olduğu sanısına kapılıyor.
 Bir tarafınız da geçmişte eğitimci olduğu için bu son cümleyi eklemek zorunluluğunu duydum. Ayakta kalanları, gemisini kurtaranları mükemmel bir düzenin mükemmel bir sonucu gördüğünüz için bu yanılgıya düşüyorsunuz. Eğer bırakılan bir milyon yumurtadan erginliğe ulaşan 10 erginin değil de, çoğunluk kalıtsal yapısı izin vermediği için erginliğe ulaşmadan ölen 999990 bireyin duyguları ile düşünebilseydik, yani empatiyi geliştirebilseydik, rastgeleliği de anlamış olacaktık.
Garip olan ne biliyor musunuz? Tanrıyı işe sokmadan, Darwin de ayakta kalanları başarılı bir düzenin ürünleri olarak görmüştü.
Bence kledestopu çevirin derim
Saygılarımla
Ali Demirsoy

(Benim Demirsoy’a yanıtım şu oldu)
Sayın Demirsoy,
Benim sorduklarım basit sorular, cevapları da 1-2 cümleyi geçmez. Siz bunlara yanıt verecek durumda değilseniz, elbette yüzlerce sayfayla uğraşmak zorunda olursunuz.

Soru: Bir şeyin yapılması, oluşması için mutlaka enerji ve bilgi gerekir. Rasgeleliğe dayalı evrimcilere göre, bu enerjinin kaynağı nerededir? Bilgi nerden kökenlenir? Yani “doğal seçici, kör saatçi, çilingir veya anahtarcı” enerjisini nerden alır? Bilgisini nerden alır? 
Yanıt: Tüm enerjilerin kaynağını atom-altı-öğeler dünyasını oluşturan kuantsal sistem oluşturur. Ve bu kuantsal sistem rasgele değil, olasılık hesaplarına göre davranır. Olasılık hesapları rasgelelik değildir. İşte rasgeleliğe dayalı evrimcilerin şartlanmışlıkları bu noktadır.

Soru:  Hayat niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur? Bir biyolog olarak bu soruya bir yanıt verebilmeniz gerekir.
Yanıt: Doğa ve dünyada her şey sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğundan, neyin neye dönüşeceği de önceden bilinemediğinden, sistemin parçaları (örneğin hücreler) oluşturacakları üst sistemleri ebedi yaşayacak şekilde tasarlamazlar, bu nedenle doğada her şeyin bir ömrü olur.
Soru: Toplum hayatı da, hayat sisteminin bir devamıdır. Sizin görüşünüze göre bizlerin hayatı rasgele olaylarla oluştuğuna göre, toplum hayatımızı da rasgele olaylara mı bırakalım, yoksa bizler bilgi ve bilinçle, doğadaki sistemden esinlenerek belli kurallar mı koyalım?
Bu sorunun yanıtının rasgelelikle hiç verilemeyeceğini bildiğim için sordum. Toplum biz insanların oluşturması gereken bir sistemdir. Bu nedenle kuralları, insanlar tarafından karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalara dayanılarak oluşturulmak zorundadır. Rasgelelikle mümkün değildir.

Şimdi gelelim şu görüşünüze:
“Sizin yazdıklarınızın hiç biri bu güne kadar sınanmış olmadığı için ve sizin dışınızdaki –konumu uygun- birileri tarafından onaylanmadığı için düşüncelerinizi ne yazık ki dikkate alamıyoruz. Bilimsel kimliği olan birinin de alacağını zannetmiyorum. Bundan, yazdıklarınız kesinlikle yanlıştır gibi bir söz söylemek de istemem. Olasılığı ve güvenirliği belirli bir oranın altında olanları biz yok varsayarız. Sizin düşüncelerinizi de ben ve yazınızda adı geçen diğer öğretim üyeleri- bu nedenle dikkate almamış olabiliriz.”

Benim yazdıklarımın özünde olan üç konu vardır:
1.si bilginin eksponansiyelliği;
2.si doğada her şeyin olasılık hesaplarına göre yapıldığı
3.sü varlıkların birleşmelerine neden olan faktörün “rahatlama dürtüsü” adını verdiğim bir faktörden kaynaklandığıdır.

Bunlardan birincisinin doğruluğu, jeolojik-paleontolojik tarihsel gelişimlerle kanıtlanmıştır, çünkü sunduğum diyagramlardaki tüm veriler doğadaki sistemden alınmıştır.
İkincisinin doğruluğu fizik deneyleri ve dinamik sistemler fiziği ilkeleriyle saptanmış ve doğadaki ticaretten tutun, bedenlerdeki hücrelerin davranışlarına kadar (Fiorillo et al.2003, Shizgal & Arvanitogiannis 2003, Padoa-Schioppa & Assad 2006, Yang & Shadlen 2007, etc.) saptanmış bir olgudur.
Üçüncüsünün doğruluğunu ise hem paleontolojik gelişim tarihi, hem astrofiziksel oluşum tarihi göstermektedir.

Açıkçası sizin tutumunuzu şu davranışınız göstermektedir.
“Evrim kavramını Türkiye’de benimsemiş çok sayıda insan vardır. Bunlar dogmadan kurtulmuş, yeniliklere açık; A olarak girdiği bir yerde, dinledikten ve öğrendikten sonra fikrini değiştirerek B olarak çıkabilen; geleceğe aydınlık adımlarla ilerleyen, aklı ve bilimi kendine rehber yapmış kişilerdir. Esas geliştireceğimiz kesimler bu kesimdir; çünkü yeniliklere açıktır. En azından kararlarında aklı kullanırlar.”(“Doğadaki oluşum mekanizmasıyla insanlığın sorunlarının çözüm yolu” adlı kitapta hatalı veri veya hatalı bir mantıksal değerlendirme bulamadığınız halde, siz neden hala insanlarımızın tüm sorunlarını çözecek bu formüle taraftar olmayıp, “İsmet Beyin yazdıklarını onaylamam için, 43 yıldır gece gündüz okuduğum ve okumakta olduğum bilgileri ve öğretiyi (yanlış ya da doğru) bir tarafa atmam gerekiyor.” Diyerek, insanlığın toplumsal sorunlarına hiçbir çözüm sunmayan bir görüşte ısrar ediyorsunuz? Bu dogmatik bir davranış değil midir? Yaratılışçılardan farkınız nerededir?
Biz insanların temel amacı ve hedefi, toplum denilen ortak yaşam sistemimizi nasıl oluşturacağımız olmalıdır. Bir bitki veya hayvanın nasıl oluşturulduğu, nasıl davranacağı konusu bizim değil, hücrelerin sorunudur ve onlar bu konudaki tüm bilgilere sahiptir. Siz “bilim adamlarının” bilgisiz-bilinçsiz kabul ettiğiniz hücrelerimiz on-binlerce farklı faktörü dikkate alır, değerlendirir ve bir sonuca varır; bu sonucu diğer ilgili bir hücreye aktarır. Bedenin işleyişi ile ilgili sorunlar böylece milyarlarca hücre arasında karşılıklı olarak işlenir ve bir olasılık hesabı sonucuna ulaşılır ve biz o çıkan sonuca göre davranırız. (Biz de beş-on faktörü ancak değerlendirebilen mantıksal sistemimizle, hücrelerimiz yapmak zorunda oldukları trilyonlarca karşılıklı ilişkiyi hücrelerimize bakarak çözmeye çalışıyoruz, ama elbette çözemiyoruz.)
Biz insanlar kendi sorunumuzu çözmeye odaklanmayıp, hücrelerimizin, atomlarımızın neyi nasıl yaptıklarıyla kafayı buluyoruz. Benim sizlere iletmek istediğim temel mesaj budur. Doğa ve dünya dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre, “bilgi-oluştur ve o bilgiye göre örgütlen; ortamda yeni değişiklikler oldu, yeniden bilgi oluştur ve yeniden örgütlen” prensibine göre işlemektedir. Bedenlerimiz nasıl yapılıp-örgütlendiğini en iyi şekilde onu oluşturan hücreleri bilirler. Biz değil, bizim görevimiz, sayısı artan insan populasyonunun sorunlarını nasıl çözeriz olmalıdır.
Siz dinamik sistemler fiziğinin nasıl işlediği konusunda temel bilgilere sahip değilseniz, doğadaki oluşum mekanizmasının özünü de kavrayamazsınız ve “otorite” koltuğuna oturmuş “bilim adamları” olarak, insanlığın sorunlarının tümünü çözen bir hayat görüşünü “konumu uygun birileri tarafından onaylanmadığı için düşüncelerinizi ne yazık ki dikkate alamıyoruz. Bilimsel kimliği olan birinin de alacağını zannetmiyorum.” şeklinde tırpanlayıp, halkımızın geleceğini, kişisel ihtiraslarınız uğruna karartırsınız.
Sayın Demirsoy, Hücrelerin işini hücrelere bırakıp, bir insan olarak insanların sorunlarının nasıl çözüleceğine odaklanmanız dileğimle,
Prof. Dr. İsmet Gedik
Karadeniz Teknik Üniversitesi  Trabzon

(Benim bu yazım üzerine Demirsoy şunu yazdı:)
Sayın İsmet Gedik Kardeşim
>
> Benim konumum itibariyle insanlığın sorunlarını çözme gibi bir palanım ve
> hedefim yok. Ben sadece -şimdilik-karınca kararıyla doğanın nasıl
> işlediğini öğrenmeye çalışıyorum. Bu ulvi görevi sizlere bıraktım.
>
> Sevgilerimle

(Demirsoy’un bu cevabı üzerine şunu yazdım:)

Sayın Demirsoy,
İşte sorunumuz bu noktada. Sizler gibi bilim adamlarının toplumsal sorunları çözme gibi bir derdiniz yok, sizler tuzu kuru insanlar ekibindensiniz ve sokaktaki vatandaşın durumunun düzelmesi konusunda kendinizi görevsiz sayıyorsunuz. İnsanlara toplumsal hayatta nasıl davranmaları gerektiği konusunda bilgi vermeyi, din-adamları-siyasetçiler gibi, doğadaki oluşum ve gelişim sisteminden tamamen habersiz olan bir guruba bırakıyorsunuz. Onlar da insanları 3-4 bin yıl önceleri oluşturulmuş hayat görüşlerine göre yönlendirmeye devam ediyorlar. Ve siz bilim adamları bundan rahatsız olmuyorsunuz!!!!
Artık söyleyecek bir şey bulamıyorum!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Sizler “doğanın nasıl işlediğini öğrenmeye çalışıyorsunuz”, yıldızlarla galaksilerle, atomlarla, hücrelerle uğraşıyorsunuz (onları da doğru-dürüst anlayıp-yorumladığınız yok ya, neyse), ama insanların 3-4 bin yıl önceki hatalı doğa-görüşleriyle kandırılmalarına karşı bir eyleme geçmek gereği duymuyorsunuz..
‘Mevcut güncel doğa ve dünya bilgileriyle doğadaki oluşum ve gelişim sistemi şöyledir; bu sistemi insanların toplumsal örgütlenmelerinde kullanırsak, tüm sorunların çözüldüğünü görürüz” diyebilen bir bilim adamını, bilim adamı olarak bile dikkate almayıp, “onun görüşleri bir otorite tarafından onaylanmadıkça, biz bu görüşü dikkate almayız” diyecek kadar da, bir görüşü değerlendirecek kendine güvenden yoksunsunuz!!!
Bilim adamıysanız, ya yazdıklarımda bilimsel veri veya mantıksal değerlendirme hataları bulursunuz, ben de onları düzeltirim. Yok bulamadığınız halde bu görüşlerin topluma duyurulmasına “otorite”ye duyulan bağlılık faktörü araksındaki gücünüzle zımnen de olsa taraf olmayarak karşıtlığınızı beyan etmekle, toplumun sırtından geçinen bilimsel parazitler olmuş oluyorsunuz, çünkü topluma yararlı değil, zararlı davranışlarda bulunmuş oluyorsunuz.
Günümüzde insanlar hala 3-4 bin yıl önceki hayat görüşlerini savunan din adamları ve siyasetçilerin peşlerinden gidiyorlarsa, bunun tüm suçu sizler gibi düşünen bilim adamlarının sırtındadır. Ama bu suçunuzun cezasını verecek bir mekanizmadan yoksun olduğumuzdan, bu suçun cezasını çocuklarımız ve torunlarımız çekmektedirler.
Artık size söyleyecek başka sözüm kalmadı.
Sizin bu davranışınızı ileride torunlarınızın ibretle değerlendirip, sizi bu tutumunuzla anımsamaları dileğimle,

İsmet Gedik

Bu son yazım Demirsoy’u çok kızdırmış olmalı ki, şunları yazdı:

Sayın Gedik
Galiba saygı sınırlarını epeyi aşmış görünüyorsun.
Lütfen bana ve benim mail adreslerimden kopyaladığın kişilere bir daha mail
göndermeyiniz.

Önemli Not: Fosilankara moderatörenden ricam, İsmet gedik adresli mailleri
bundan böyle bana ulaştırılmasını engelleyiniz.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi
Biyoloji Bölümü, Beytepe/ANKARA
0312.297 80 40

(Ve bundan sonra elbette tartışmalar sona erdi. Tartışmalara son bir ek yaparak, Sayın Demirsoy’a neden ağır eleştirilerde bulunduğumu tekrar vurgulamak istiyorum.
Sayın Demirsoy:
Benim konumum itibariyle insanlığın sorunlarını çözme gibi bir palanım ve
> hedefim yok. Ben sadece -şimdilik-karınca kararıyla doğanın nasıl
> işlediğini öğrenmeye çalışıyorum. Bu ulvi görevi sizlere bıraktım.”

Şeklinde alay edeci bir yaklaşım sergiliyor. Ben de ona diyorum ki: Ben de doğanın nasıl işlediğini araştırıyorum. Yani ayni konu üzerinde çalışıyoruz. Dolayısıyla benim yazmış olduğum ve size de sunduğum “Doğadaki oluşum mekanizmasıyla insanlığın sorunlarının çözüm yolu” başlıklı eseri değerlendirebilmeniz gerekir. İnsanlığın tüm sorunlarını çözdüğünü iddia eden bir eserde bir veri veya mantık hatası bulamadığınız halde, bu eseri değerlendirmekten çekiniyorsanız, o zaman siz insanların sorunlarını çözmesine engel olmuş oluyorsunuz, çünkü bu eseri değerlendirmek ve tavır koymak, sizin gibi biyologları görevidir; ‘bu konuda bir şey söylemek istemiyorum’ deme hakkınız yoktur! Ayrıca, evrim rasgele mütasyonlarla oluyor vs. gibi bilgileri öğrencilerinize öğretmekle, doğadaki sistemi yanlış tanıtmaya devam etmiş oluyorsunuz, ki ben buna şiddetle karşı çıkıyorum. Ya yazdıklarımda bir hata bulursunuz, ben de hatamı düzeltirim, yok, hata bulamıyorsanız, o zaman akıl-ve mantık sisteminizin sizi doğru düşünme ve davranmaktan alıkoyduğu gerçeği ortaya çıkar ki, bu da dinamik-sistemler teorisinin öngördüğü bir durumdur ve çoğu insanda mevcuttur.
Ben sizin yazdıklarınızda hata buluyorum ve bunları size bildiriyorum. Siz ise benimkilerde bir hata bulmadan susuyor ve yanlış bilgiler okutmaya ve insanlarımızı yanlış yönlendirmeye devam ediyorsunuz! Bu insanlığa karşı işlenmiş bir suç oluşturuyor ve sizi açıkça suçluyorum.
Hücrelerin çevrelerindeki değişim-dönüşümler hakkında bilgi toplayarak, değişen doğa koşullarına uygun yeni beden tasarımları değişiklikleri olarak ortaya çıkardıkları “tür” oluşumlarını başka türlü açıklayamazsınız. Atom ve moleküllerin rasgele çarpışmaları ve harici bir “doğal seçicinin” en iyi yapısallaşmaları seçmesi gibi bir sistem doğada mevcut değildir, çünkü doğada seçici rolünü oynayanlar kuant dediğimiz enerji paketçikleridir ve onlar hep en ekonomik yapısallaşmalara “tünelleme” denilen bir etkiyle göçerler ve ekonomik olmayan yapısallaşmalar enerji kıtlığı sonucu yok olurlar.)

Sayın Demirsoy yine sık-sık Paleontoloji Çalışma Grubunuza yazılarını gönderip, görüşlerini dile getirmiştir. Bunlardan biri Prof. Dr. A. Demirsoy’un: “Sosyalizm ve sosyal devletten ne anlıyoruz?” başlıklı bir yazısıdır. Bu yazıda özetle şunu savunur: (19 Mart 2015):
Bir ülkenin yönetimini herkesin bir oy hakkıyla seçmesi, olsa olsa ilkel ve ilkin demokrasilerde bir çözüm olabilir. Ancak bilim toplumunda, bir ülkeyi belaya sokmadan, hatta kurtlar sofrasında yara almadan, hatasız bir şekilde yönetebilmesi; ancak dünyadan haberi olan, iyi eğitilmiş, becerikli, nitelikli, doğuştan gelen sezgi niteliği yüksek kişilerin yönetime gelmesiyle olabilir. Bu kadroyu seçenlerin nitelikleri de buna uygun olmalı. …. O ki canlı doğan bir insan bazı temel haklara sahiptir; o zaman her insanın yöneticisini seçmesi için bir oy hakkı olmalıdır. Ancak adil bir sosyal sistemde belirli bir eğitim, deneyim, bilgi ve beceri birikiminden sonra kişiler bu oy haklarını artırarak, yönetimde daha büyük oy hakkına sahip olmalıdır.”
Çoğunluğunu bilim insanlarının oluşturduğu  “aydın” kabul ettiğimiz insanların toplumumuza verdiği büyük zararı burada görebiliriz. Sayın Demirsoy, toplumun sahipliğinin halkın kendisine değil, özel insanlara bırakılması gerekyiğini savunuyor.
İnsanların arılar-karıncalar gibi işleyen toplumsal sistemler oluşturamamalarının temel nedeni bilim ve din adamlarının yaşanılan doğa hakkında gerçeklere uygun bir görüş ortaya koyamamalarından kaynaklanır. Çünkü insanlara nasıl davranacakları temel bilgisi (yani hayat bilgisi) bu iki hizmet-dalı mensuplarınca verilmektedir. Şu bağlantı adresinde  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html ve de devam dosyalarında açıklanan DOM (Dinamik Doğadaki Oluşum Mekanizması) bilgileri, doğal sistemin nasıl işlediğini doğa-bilimsel verilerle açıklamakta ve insanlığın bu doğa-bilimsel gerçeklere ters davranışta bulundukları için yoğun toplumsal sorunlar içine sürüklendiğini açık ve net biçimde göstermektedir.
     Ülkemizde “aydın kişi” olarak tanımlananların çoğunluğu aynen bu doğa bilimci (evrimci) profesör gibi düşünmektedir. Bunun temel nedeni, insanlığın statik sistemli bir hayat görüşü ile yetiştirilmekte olmasıdır. Malum, statik sistem, doğadaki her şeyin varlıkların dışında-üstünde bir sistemle oluşturulup-yönlendirildiği görüşüne dayanır. Bu nedenle, bizler bizi yönetecek insan (lider) peşinde koşarız. Liderlik, Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) sistemi gerektirir. Yukarıda önerilen yazıda ise, tüm toplumsal sorunlarımızın TBÖ sisteminden kaynaklandığı açık ve net bir şekilde gösterilmiştir. Yani liderlik, toplumsal sorunlarımızın temel kaynağıdır. Bizler celladına aşık olan insanları oynamaktayız.
“Ehven-i şer” diye bir terim vardır. “Kötüler arasından, en iyi olanı seçme” anlamını taşır. Yani liderliğin hepsinin kötü olduğu bir sistemde, bu kötüler arasından en-ılımlısını seçmek! İşte dünyada uygulanan demokrasi böyle bir şeydir: En az kötülük göreceğimiz birini tepemize yerleştirmek! Sayın Prof. Dr. A. D.’nin yaptığı da işte tam böyle bir “ehven-i şer” politikasıdır.
Hâlbuki yaşadığımız doğa ve dünya dinamik sistemde işlemektedir. “Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemde her şey atom-altı-öğeler olarak bilinen kuantsal (enerji) sistemiyle başlamakta, onlara bağımlı olarak oluşturulup-yönlendirilmektedir. Doğada her şey, alt-sistem – üst-sistem ilişkileri çerçevesinde oluşup-gelişir ve iç-bileşenlerince (yani alt-sistem) tarafından yapılır ve sahiplenilir.
Sorunlarımızın çözümü için yapılması gereken tek şey, insanlara gerçeği, yani dinamik sistemde yaşanıldığı gerçeği bilgisini vermekten geçer. Ama liderli (kapitalist, teokratik) sistemler buna asla izin vermezler, çünkü kendileri yok olacaklardır. Bu nedenle bizler özellikle “internet” yardımıyla, Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) sistemi bilgilerini yaygınlaştırmaktan başka çıkar yol olmadığının farkına varmalıyız.
“Ehven-i şer”li sistem yerine, doğadaki dinamik sistem kurallarına uygun olarak, her şeyin, alt-sistem – üst-sistem ilişkileri çerçevesinde oluşup-geliştiği  ve iç-bileşenlerince (yani alt-sistem) tarafından yapılıp ve sahiplenildiği bilgisiyle yetiştirilen insanlar:
         Toplumun bir ortaklık sistemi olduğu,
         Bu ortaklığın iş ve meslek sahipliğine dayandığı,
         Her iş ve meslek sahibinin toplumun oluşturulması ve sahiplenilmesinden sorumlu olduğu,

bilinciyle hayatını yönlendirir ve toplumuna her zaman sahip çıkar ve korur.

DEVAMI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder