Tanrılardan Kuantlara

TANRILARDAN KUANTLARA
Hayat Nedir? Nereden geldik, Nereye gideceğiz?
Bu çalışmada, doğa ve dünyamızın nasıl oluşturulduğu konusu, eski çağlardan başlanıp, Darwin’ci evrim teorisi ve atom-altı-öğeler dünyasının keşfiyle birlikte ortaya konan yeni görüşlere kadar kıyaslamalı ve karşılıklı ilişkili bir şekilde gözden geçirilip, toplumsal hayat sistemimizdeki sorunların çözümüne kadar uzatılan bir çerçeveye oturtulacaktır.  



1-) 2-3 asır öncelerine kadarki doğa görüşümüz:

 İnsanlar doğadaki oluşum ve gelişimleri anlayabilmek istemişlerdir. Yıllık, aylık, günlük döngüler, doğada bir periyodik düzen olduğuna inancı pekiştirmiştir. Bu döngülere uyarak bitkilerin baharda filizlenip, kışa girerken solup-dökülmesi; tüm canlıların sürekli bir beslenme dürtüsü içinde olmaları; hayvanların yılın belli aylarında çiftleşme-üreme dürtüsüne kapılıp, çoğalmaları; vs.. Tüm bu olayları yönlendirici- itici-oluşturucu bir güç sistemi olması gerektiği inancı, TANRI adı verilen bir güç sistemine atfedilmiştir.
Diğer taraftan, kah bir kuraklıkla tüm ürünlerin yok olması, bir volkan patlamasıyla veya bir depremle çevredeki tüm canlıların zarar görmesi, kah bir kasırgayla her şeyin alt-üst olması doğadaki bu düzenleyici gücün, yapıcılık-yaratıcılık kadar, yıkıcı-yok edici özellikleri de olduğu inancını beraberinde getirmiştir.
Bu farklı olayların farklı güç sistemleriyle oluşturulduğu inancıyla, çok tanrılı dinsel inançlar geliştirilmiştir. Atalarımızın doğa anlayışı hakkındaki görüşleri, http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-doga-anlayisi.html  adresli blog-sayfasında oldukça ayrıntılı bir şekilde tanıtılmıştır.
Doğadaki olayları yönlendirici gücün kaynağının Güneşten gelen enerji olduğu bilgisinin oluşmaya başlamasıyla, tek-tanrılı bir doğal sistem inancı doğmuş ve çeşitli yeni dinsel inançlar ortaya çıkmıştır. (İlahi-gücü temsil ettiğine inanılan kişilerin hep 24 Aralıkta doğduğu inancı, veyahut “Güneşin oğlu” etiketi, Güneşin en az enerji verdiği  21-23 aralık tarihlerinden sonra, 24 aralıktan itibaren tekrar gittikçe artan bir güçle dünyamıza enerji verdiği gözlemine dayanmaktadır.)
Tüm varlıkların “YE, ÇOĞAL, HAYATTA KAL” şeklinde ebedi bir dürtü altında olması, bu dürtüyü tetikleyen bir faktörün mutlaka olmasını gerekli kılar.
Zamanın felsefecileri, doğa ve dünyamızın ilahi bir Doğa-Üstü-Güç (DÜG) tarafından, hava + toprak + su + ateş öğelerinin karıştırılmasıyla oluşturulduğu şeklinde bir teori ortaya atmışlardır. Bu teori 2-3 asır öncelerine kadar kabul görmüştür. Varlıklar bu ilahi güce hizmet için yaratılmışlardır.
Şimdiye dek doğadaki bu oluşturucu-yönlendirici faktörün varlıkların dışında, onların üstünde bir sistemden gelmesi görüşü egemen olmuştur. Doğa-üstü bir sistemin varlıkları oluşturup, etkilediği ve yönlendirdiği, doğa yasalarını bu doğa-üstü güç sisteminin oluşturduğu, varlıkların ise bir robot gibi bu doğa yasalarına uydukları görüşü, günümüzde hala egemen görüştür. Doğadaki her şeyin tepedeki bir doğa-üstü güç sistemine bağlı olduğu kabul edildiğinden, tepedeki bu güç sisteminin ebedi ve sonsuz ömürlü bir varlık olması gerektiği sonucu çıkarılmıştır. Bu güç sistemi ebedi, sabit, değişmez kabul edildiğinden, bu görüşe değişmez-sabit  anlamında STATİK SİSTEMLİ doğa görüşü diyoruz.

2-) 1-2 asır önceki düşünce tarzımız:

Doğadaki tüm varlıkların, atom denilen belli sayıda temel elementlerden oluştuğu anlaşılmıştır. Bu temel elementlerin sayısı başlangıçta Lavoisier (1789) zamanında  33 olarak saptanır. Bir asır sonra Mendelyev (1869)  periodik tablosunda 66 elemente yer verir.
Bu arada Darwin (1859) evrim teorisini ortaya atar. Doğadaki varlıkların ortak bir atadan kökenlendiğini, doğal-sistemin en güçlüleri seçerek,  evrim denilen bir süreci işlettiğini ileri sürer. Varlıklar birer robot gibi doğa-yasalarına uyarak yaşarlar.
Darwin’ci görüş, güçlülerin güçsüzlere galip geldiği bir yaşam felsefesini destekler.
Sunulan şekillerde ve yapılan açıklamalarda vurgulandığı üzere, her iki görüşte de, varlıkların kendileri bilgili ve bilinçli değillerdir. Bilgi ve gücün varlıkların dışındaki bir üst-sistemde olduğu inancı egemendir. Böyle bir sisteme STATİK SİSTEM denir.

3-) İnsanlık şimdiye dek bu iki hayat görüşü etkisi altında kalmış, bu görüşlere uygun gelenek ve görenekler oluşturmuştur.

Bir insanın davranışını sahip olduğu “zihniyet” belirler.
Şimdi “zihniyet” denilen faktörün nasıl oluştuğunu görelim:
Zihniyet iki farklı şekilde oluşturulur:
Birincisi BİLİNÇtir, o andaki arzular, beklentiler  ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o andaki duruma uyan davranış şeklidir.
İkincisi   BİLİNÇ-ALTIdır:
Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya başlandıysa, o davranışlar otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine aktarılırlar. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur.
Şöyle ki: Ana-rahmine yerleştirildiğimiz andan itibaren ve de çocukluğumuzun ilk 6 yılı süresince, çevremizdekilerin davranışlarının, gelenek ve göreneklerin, kopyalanması ile geçer. Bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlardır. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve fil ondan sonra bu kopyalanmış şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar, ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Çevresinde 3-4 farklı dil bile konuşulsa, o dilleri aksansız konuşacak şekilde kopyalar. Çevresindeki insanların davranışlarını da aynen kopyalarlar. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir. Çevredeki insanlar da yine daha eski kuşaklardan kopyalanan bilgilere göre programlanmış-şartlanmış olduklarından, bu döngü böylece devam eder. Kişiler kopyalanmış bu davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış, onlara göre şartlanmışlardır.
        Bilinç-altına alınan davranışların en büyük kısmını ise atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize aktardıkları davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis edilmiştir. Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden oluşurlar. Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya başlandıysa, o davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine aktarılırlar. Bir araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu hatırlayın. Ama öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık yapılır olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur. Her şeyi yeniden, sıfırdan başlayarak öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki buna hiçbir ömür yetmez. Bu nedenle, “information & self-organisation” olarak özetlenen “bilgiye dayalı” oluşum ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden edinilmiş bilgilerin kopyalanarak gelecek nesillere aktarılması temel bir prensiptir. Nitekim epigenetik denilen yeni bilim dalı, bu temel prensibin uygulanış şeklidir. (Epigenetik konusu daha sonraki bir bölümde işlenecektir)
Bu iki farklı kaynağın insan hayatına etki oranı ise şöyledir: Bilinç %5 veya daha az, bilinç-altı %95 veya daha fazla! (Lipton 2008).
Görüleceği üzere, bizler gelenek ve göreneklere göre şartlandırılıyoruz ve o şartlanmışlığın etkisi altında davranmak zorunda oluyoruz.  Şimdi yaşanmış bir şartlanma öyküsü örneği verelim.

3-1) Bir şartlanma öyküsü ve bir itiraf:

Geleneksel şartlanmışlık hepimizde vardır, kendimden bir örnek:
İnsanlık binlerce yıldır, doğadaki tüm oluşumların tepedeki bir güç sistemine bağlı olarak oluşup-geliştiği şeklinde statik sistemli bir doğa görüşüne saplanmıştır.
Daha 2-3 asır öncelerine kadar doğadaki her şeyin, bir “Doğa-üstü-Güç =DÜG” sistemi tarafından “hava + su + toprak + ateş = 4 temel öğenin” karıştırılmaları sonucu oluşturulduğu görüşü egemendi.
2 asır önceleri bilgi düzeyinde gelişmeler olur ve bu dört temel öğenin de daha küçük atom denilen temel kimyasal elementlerden oluştuğu ortaya çıkar. Ama statik sistemli doğa görüşü yine geçerlidir ve her şeyin bu atomların birbirleriyle karıştırarak yapıldığına inanılmaya başlanır. Yani, atomlar bilinçsizdir ve:
 ya rastgele olarak çarpışırlar ve ortaya çıkan moleküller-maddeler “Doğa-üstü-Güç (DÜG) =doğal-seçici”   tarafından seçilirler;
 ya da, DÜG onları kendine göre kombinasyonlara sokarak, doğayı oluşturmaya devam eder.
Doğadaki bu dogmatik kabullerin en önemlilerinden biri, Lavoisier (1743-1794) kanunu olarak bilinen, elementlerin sabitliği yasasıdır.
Doğadaki maddelerin atom denilen kimyasal elementlerden oluştuğunun anlaşılmasından sonra, “doğada hiçbir şey yoktan var edilmez, var olan bir şey de yok edilemez, yani doğada belli sayıda kimyasal element vardır ve tüm maddeler bu belli sayıda kimyasal elementin kombinasyonlarıyla oluşur” şeklinde bir yasa tanımlanmıştır. Yaklaşık bir asır öncesine kadar bu kanun geçerli olur ama radyoaktivitenin keşfiyle ilke, biraz değiştirilir, çünkü Uranyum gibi radyoaktif maddeler sabit kalamayıp, kurşun gibi daha hafif elementlere dönüşürler ve azalan kütle miktarına denk gelecek şekilde E=mc2 formülü uyarıca enerji açığa çıkar ve nükleer enerji dediğimiz enerji türü oluşur. Yasa ise “enerjinin korunması yasasına” dönüştürülerek, fizik anlayışında bir düzeltme yapılır.
Bu fizik-kimya görüşü tüm dünyada egemen olmuş, günümüze kadar da devam etmiştir. Bu temel görüşe uyularak, kimyasal elementlerin oluşumlarının, big-bang denilen bir ilk patlama ile başlayıp, daha sonra yıldızlar içindeki nükleer tepkimeler sonucu oluştuğu ve yıldızların patlamalarıyla da, çevreye yayıldığı, dünyamız gibi gezegenleri oluşturan maddelerin bu tür yıldız patlamalarından oluşan kimyasal elementlerce oluşturulduğu görüşü bilim dünyasının bir dogması haline gelmiştir. Yani dünyamızı oluşturan Ca, Si, Fe, K, Na, vs gibi kimyasal elementlerin miktarı ve birbirlerine göre oranları sabittir. Dünyamızdaki olaylar bu elementlerin miktarlarında bir azalma veya artmaya yol açmazlar. Yani DÜG doğada belli oranda  kimyasal element oluşturmuştur ve bu elementlerin birbirleriyle çarpışmalar vs. gibi bilinçsiz hareketleri sonucu farklı moleküller veya daha üst sistemler oluşurlar ve DÜG bunlardan iyi olanlarını seçer!
Ben bir jeolog olarak eğitilirken derinlik kayaçlarından granitin oluşumu aşağıda verilen şekilde öğretildi ve ben de üniversitede profesör olduğumda, böyle öğretmeye devam ettim:
Granitik kayaçlar, normal manto kökenli magmanın diferansiyasyonu (ayrımlaşması) sonucu oluşmaktadır. Diferansiyasyon şöyle olmaktadır. Kayaç oluşturucu mineraller arasında, kuars, plajioklas, ortoklas, musovit, biyotit, amfibol, piroksen ve olivin en yaygın olanlardır.
Şekilde bu minerallerin oluşum sıcaklıkları gösterilmiştir. Magma yaklaşık 1200 derecede soğumaya ve mineraller kristalleşmeye başlar. Önce Olivin kristalleşir. Sonra piroksenler ve Ca’lu plajioklaslar kristalleşirler. Bu minerallerden oluşan kayaçlara bazik kayaçlar (bazaltik kayaçlar) denir. Magma soğudukça sırayla diğer mineraller kristalleşir ve en sona biyotit, muskovit, kuvars, ortoklas ve Na’lu-plajoklas kalırlar ve kristalleşirler (600-800 dereceler arasında). Bu minerallerden oluşan kayaçlara asidik kayaçlar (granitik kayaçlar) denir.
Jeolojide granitik kayaçların, minerallerin yukarıda belirtilen sırayla kristalleşmelerine bağlı olarak, magmanın diferansiyasyonu (ayrımlaşması) sonucu oluştuğu öğretilmektedir. Yani önce bazik mineralli kayaçlar oluşmakta, geriye asidik (granitik) kayaçlar kalmaktadır. Bu olaya ayrımlaşma (diferansiyasyon) denilmektedir.
Evet günümüzde tüm dünyadaki jeoloji bölümlerinde hala bu bilgiler verilmektedir, ve ben de 2007 yılında yaş haddinden emekli olana kadar, aynen böyle öğrettim.
Tüm bu olayları tersine çevirecek yeni bir bakış açısının temelleri 1960lı yıllarda L. Kervran adlı bir Fransız fizik profesörünün, günümüzde Low energy nuclear reactions (LENR) (=düşük enerjili nükleer reaksiyonlar) olarak bilinen ve tehlikesiz nükleer enerji elde etme yöntemi olarak yoğun araştırmalar yapılan bir konuda gözlemler yayınlamasıyla başlar. (“Transmutations Biologique, Transmutations à la faible énergie”)  
Kervran, kimyasal elementlerin illa yıldız gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık değerleri altında değil, normal dünya koşullarında düşük-enerjili çekirdek reaksiyonları (Low energy nuclear reactions= LENR) şeklinde de gerçekleştiğine dair gözlemler-veriler sunmaya başlar. Bunlar arasında granit oluşumuyla ilgili şu görüşü de yer alır:
Granit bir magma odasındaki 1200 derecelerdeki bir sıvı bir sistemin soğuması sonucu oluşuyorsa, granitlerin çevresinde (kenarlarında) bazaltik bileşimli bir kayaç (gabro) bulunması gerekir. Halbuki granitlerin çevresinde gabro değil, şist-gnays gibi metamorfik kayaçlar bulunur.
Kervran (1973) Granitik kayaçların, magmadan oluşmadığını, metamorfizma sonucu oluştuğunu, ve bileşimindeki potasyum (K) gibi element artışının, diğer kimyasal elementlerin dönüşümleri (transmutasyon) sonucu gerçekleşmiş olması gerektiğini vurgular.
Kervran’ı, kimyasal elementlerin dünya koşullarında birbirlerine dönüşebilecekleri (transmütasyon) görüşüne sürükleyen faktörler arasında şunlar bulunmaktadır:
1: Taze meyveler ile kurutulmuş meyvelerde demir ve bakır elementlerinin miktarlarında anormal artışlar saptanmıştır. Kurutulmuş meyvedeki bakır ve demir miktarları artmaktadır. Bunlar dışarıdan meyvenin içine sokulmadığına göre, başka elementlerden dönüştürülmüş olmalıdır.
2: Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, Mg oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K) miktarında azalma, (Ca)-miktarında artma olduğunu görür ve potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına çok yakın olduğu gerçeğine dayanarak,  bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer.
3: Eklem-bacaklılar grubuna ait çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar, vs) büyüdükçe kavkılarını değiştirmek zorundadırlar. Deniz araştırmaları laboratuarlarında kerevitler, Ca elementinden kimyasal olarak arındırılmış ortamda yetiştirildiklerinde, yine de kavuklarını kusursuz şekilde oluşturdukları saptanmıştır. Yaşadıkları su ortamında kavkılarının yapımında kullanılan Ca (kalsiyum) elementi bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka elementlerden üretmiş olmalıdır.
►4: Tavuklar yumurta kabukları için Ca elementine muhtaçtırlar. Kervran, kalsiyumlu mineral içermeyen ortamlarda (örneğin granitik bir zemin üzerinde) yaşayan tavukların yumurta kabukları için gerekli kalsiyumu nerden sağladıklarını merak eder ve tavukların granitik zeminde bulunan mika minerallerini yediklerini fark eder. Mika mineralleri (K) potasyumca zengindirler. Tavukların bu mikadaki potasyumdan kalsiyum elde ettiklerini düşünür. Tavukları mika minerali dahi bulunmayan ortamlara yerleştirdiğinde, yumurta kabuklarının çok incelip-yumuşaklaştığını görür. Bu deneylerden sonra da, 39K+ 1H = 40Ca şeklinde bir element değişim-dönüşümü gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer.
Ve daha bunlar gibi, doğada kimyasal elementlerin birbirlerine dönüşebildiğini gösteren bir çok gözlem Kervran’ ı bu dahiyane görüşü ortaya atmaya zorlar. Ama bilim-insanlarının çoğunluğu Kervran’a karşı tavır alırlar, hatta hakarete kalkarlar. Örn. meşhur astrofizikçi Carl Sagan Kervran içim şöyle der: “Sizin öngördüğünüz şekilde bir tepkime kimyasal olarak olanaksızdır. Nükleer fizik konusunda sizin temel ders kitapları okumanız gerekir. ”
 Kervran bir fizik profesörüdür ve bilim dünyasında egemen olan dogmatik görüşün bilincindedir.  Bu nedenle, “düşük-enerjili-çekirdek-tepkimeleri = low-energy-nuclear-reaction = LENR” adını verdiği bir başka etkileşim sisteminin söz konusu olması gerektiği şeklinde yeni bir görüş ortaya atar. 
Sagan gibi düşünenler, Kervran’ın, Low Energy Nuclear Reaction=LENR kavramını hiç dikkate almayıp, çekirdek reaksiyonlarının mutlaka yüksek basınç ve sıcaklı etkisi altında E=mc2 formülüne göre geçekleşeceği dogmasına dayanmaktadırlar. Tepkimede 0.008 a.m.u. kütle açığa çıktığını belirten itirazcılar, 6 gramlık bir yumurta kabuğu için gereken kütlenin E=mc2 formülüne göre 50 000 000 kJ gibi muazzam bir enerji açığa çıkaracağını, bunun ise, bırakın tavuğu, tüm çevresini bir ateş topuna çevireceğini belirterek, Kervran’ı sürekli aşağılamışlardır.
Kervran’ın çalışmalarını takdir eden bilim adamları da olmuştur, hatta  H. Maruyama adlı Japon bilimci, 1975 yılında Kervran’a fizyoloji-tıp alanında Nobel ödülü verilmesi teklifini yapmışsa da, söz konusu toplum baskısı nedeniyle, değerlendirmeye alınmamıştır.
Kervran,  bu olağan-üstü görüşlerinin bilim dünyasında kabul gördüğünü göremeden 1983 yılında ölür.
Günümüzde, “LENR” yazıp, internette araştırma yaptığınızda, yüzlerce araştırma sonucu ile karşılaşırsınız.
Devletler-toplumlar zenginler kulübü diyebileceğimiz ağalar, holdingler, bankacılar, vs gibi parayı kontrollerinde tutan bir zümre tarafından yönetilmektedir. Günümüz dünyasının temel enerji kaynağı petrol-doğal gaz ürünlerinden oluşmakta, bu ürünler de yine “zenginler kulübü” denetiminde bulunmaktadır. Bilimsel dergiler dahil, tüm gazeteler ve diğer medya kuruluşları para-babalarının ellerindedir. Ve bu yayın-organları, toplumun sevk ve idaresinin hep kendi tekellerinde olmasını isterler ve bunu tehlikeye sokacak her girişimi engellerler. Petrol ve doğal gaz gibi ham-madde kaynakları tükeninceye kadar, bu zenginler kulübü LENR gibi çok ucuz bir enerji kaynağının piyasaya çıkmasını engelleyici-geciktirici faaliyetlerini sürdüreceklerdir.
Okuyuculara burada bir uyarıda bulunmak gerek: Artık hiçbir fizikçi, 20-30 sene önceki gibi, LENR olgusu yanlış demiyor-diyemiyor, çünkü dayandıkları
1- Lavoisier-kanunu (dogması) ve
2-  Elementlerın sadece yıldız içi gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık koşullarında oluşturulabilecekleri dogmatik görüşü artık çökmüş durumdadır. Tüm fizikçiler normal  koşullarda LENR yöntemiyle element-değişim-dönüşümleri olabileceğini artık kabul etmektedirler.
 Ben de geleneklerimizin bana yüklemiş olduğu önyargılar nedeniyle senelerdir, dogmatik Lavoisier görüşüne göre davrandım ve doğada kimyasal element oranlarının değişmeyeceği önyargısı ile hareket ettim; granitik bir kayaçın diferansiyasyon sistemine göre  oluştuğu bilgisini öğrettim. Kervran’ın yayınları dogmatik baskılar sonucu hasır altı edilmişti ve ancak son on yıldır dikkate alınmaya başlandı. Ve ben de bu nedenle son 6-7 yıldır onun görüşünü dikkate alıp, eski görüşlerimde düzeltmeler yapma gereği duydum. Bu düzeltme girişimlerimi çevremdeki meslektaşlarıma da aktarıp, gerekli uyarıları yapmaya çalışıyorum. Bu bağlamda, tüm eski öğrencilerimden özür dilemek ve onlara yanlış bir granit-oluşum sistemi öğretmiş olmaktan derin üzüntü duyduğumu belirtmek istiyorum.
SONUÇ;
Bu bir itiraf ve özürdür. Davranışlarımız “kopyalanmış” bilgilerle kontrol edilmektedir, kopyalanan bilgiler ise gelenek-göreneklerle aktarılmaktadırlar. BİLİNÇ, gelenek ve göreneklerin yükledikleri hatalı şartlanmışlıkları fark edip, bunları düzeltmek için oluşturulmuştur. İnsanlar hiçbir yargı veya öğretiyi, sorgusuz-sualsiz kabul etmemelidirler, yoksa yanlış bilgi ve geleneklerden asla kurtulamazlar.


Makro-Alem ve Mikro-Alem özellikleri ve ilişkileri
Veyahut: Maddiyat – Maneviyat Kavramlarının Fiziksel Yorumu
Mikro-Alem (Atomlar ve atom-altı öğeler) dünyasının en temel özellikleri

Kuvvet denilen itici-yapıcı güç, enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluşur. Enerji ise kuantum denilen çok küçük enerji kümeciklerinden oluşurlar. Doğadaki tüm enerjilerin kökeni ise kuantum denilen ve (h) ile simgelenen en temel fizik biriminden kaynaklanır. Bu enerji-öğeleri  (h=6.62606896×10-27 (10 üzeri eksi 27) erg·s) gibi çok küçük enerji paketçiklerinden oluşurlar.
 Yani Doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin itici gücünü kuant dediğimiz en temel enerji öğeleri oluşturur- doğa onlarla büyür, onlarla gelişir.
Örneğin görünen ışık huzmeleri bu (h)’nın 10 üzeri 12–13 gibi muazzam değerleri bulan tam sayılı katlarından oluşur. Radyo dalgaları çok daha az sayıda h’dan oluşurken, gama-ışınları çok-çok daha fazla (10 üzeri 19) gibi devasa sayıda h’dan oluşurlar. Bu ışınların sadece çok az bir kısmı görünürken, diğer çok büyük bir kısmı görünmez. Yani bizim çevremiz değişik tam-sayılarda kuantlardan oluşan bir sinyaller okyanusudur. (Neden tam-sayı, neden kesirli değil?) Güneş ışığının değişik renkleri, farklı sayıda (h) içerirler, kırmızı ışık daha az, mor ışık daha fazla sayıda (h) içerir. Foton dediğimiz enerji paketçikleri, belli sayıda (h) kümeleşmeleridirler. Kuvvet alanı denilen şey bu tür kuantsal enerji paketçikleri çorbasıdır.
Yani doğadaki her şey bu (h)’nın tam sayılı katlarından oluşur. Madde dediğimiz nesneler bu enerji biriminin E= h.f = mc2 formülü uyarınca, (E=enerji, f=frekans, m=kütle, c=ışık hızı) yoğunlaşmış şekilleridir.
Evren hala harıl-harıl çalışarak HèHe dönüştüren nükleer santraller (yıldızlar) oluşturmakta, bu sayede kuantsal enerji atomlara dönüştürülmektedir. Gezegenlerde bu çalışmalar daha da ileri safhada olup, atomlardan moleküller oluşturulmaktadır.
Tüm bu işlemler kuant dediğimiz temel enerji öğeleri tarafından başlatılıp-yürütülmektedir.

Kuantların bu işlemleri nasıl yaptıklarını temel birkaç fizik deneyi örneğinde gösterelim.

1. Deney:

Laboratuarda şekilde görüldüğü gibi deney hazırlansın. (S) noktasına bir foton kaynağı ve (D) noktasına da bir detektör yerleştirilsin. Aralarındaki perde üzerinde de -(A) noktasına- bir delik açılsın. Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 foton gönderildiğinde, delikten sadece bir foton geçebilecek şekilde ayarlansın. Aynı boyutta bir ikinci delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılsın. (A) deliği kapatıldığında, (B)
deliğinden de, gönderilen 100 fotondan sadece bir tanesinin geçtiği doğrulansın.

Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 fotondan 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir. Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır. Daha önce mutlaka bir foton kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç foton algılamadığı görülür.
Detektörün konumu kaydırıldıkça foton algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda dört (IV)  tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.
Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, fotonların şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

Şekil: İki-delikten geçecek şekilde, önlerinde 2-seçenek bulunan kuantlar arka duvar üzerinde en sağda gösterilen 0 ile 4 değerleri arasında dalgalanmalı dağılım gösterirler.

Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz ederler. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.

 (D)’ye ulaşmak isteyen bir fotonun önünde iki seçenek vardır. Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Foton her iki seçeneği de teker teker değerlendirir: Örn. (A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs.

(D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu. Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu. Foton bu iki değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve foton kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 fotondan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir foton ulaşmaz.

Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. 2’nin karesi alınır: 4 eder. Bu durumda (S)den gönderilen 100 fotondan 4 tanesi deliklerden geçer ve (D) detektörü 4 foton kayıt eder. Delikler normalde birer foton geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 fotonun geçebileceği deliklerden 4 tane foton geçer!
Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler. Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir. Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.

Peki fotonlar neden davranış değiştiriyorlar? Çünkü fotonlara seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, fotonun önünde sadece bir seçenek olduğu için, foton gösterilen o hedefe gitmektedir. Ama iki delik birlikte açık olduğunda, fotona seçenek sunulmaktadır. Ve foton da bir olasılık hesabı yaprak davranmak zorunda kalmaktadır.
Kuvvet dediğimiz yapıcı veya yıkıcı güç, enerjinin bir yerden bir yere akmasıyla oluştuğuna, doğadaki tüm enerji türleri kuantsal enerji paketçiklerinden oluştuklarına ve de nereye gidip, nereye gitmeyeceklerine onlar karar verdiklerine göre, doğadaki oluşum ve gelişimleri yönlendiren güç sisteminin nasıl bir şey olduğu konusunda görüşlerimizi tekrar gözden geçirmemiz gerekir.  

Detektörü bir canlı olarak düşünürsek her canlı daha çok enerji çekebilmek için konumunu değiştirmek zorundadır. (1) nolu konuma dört foton (2) nolu konuma sıfır foton geleceğine göre canlı (1nolu) konuma yerleşmek isteyecektir. Orada bir varsa ondan sonraki en iyi konum olan (3nolu) noktayı seçecektir. Vs.


2. Deney:

Her maddenin farklı bir ışık yansıtma oranı vardır. Örneğin normal bir cam şayet yeterli bir kalınlığı varsa, gelen ışığın yaklaşık %4ünü geri yansıtır, diğer %96lık kısmı camın içinden geçer.
Ama camın kalınlığı azaltıldıkça yansıyan foton miktarının, 0 (sıfır) ile %16 arasında değiştiği gözlemlenmektedir. 
Değişim rastgele değil, fotonun salınım-adımına ve camın kalınlığına bağlı olmaktadır.
Fotonlar salınım adımlarıyla camın kalınlığını ölçmekte ve 1. deneyde olduğu şekilde olasılık hesabı yaparak, camın içine mi girecekleri, yoksa camın yüzeyinden mi yansıyacaklarına karar vermektedirler. Bu olasılık hesabı, varlığın büyümesi aşamasında, yani camın kalınlığı azken yapılmaktadır. Varlık büyüdüğünde (cam belli kalınlığa ulaştığında), varlığın yapısına ve dokusuna göre belirlenen bir değer sabitleştirilmekte ve o değerde bir enerji, varlığa aktarılmaktadır.
Bu deney bize, doğada, yapıcı (+) veya yıkıcı (-) olabilen temel enerji sahipleri (kuantsal öğelerin) bu enerjilerini nereye ne kadar oranda yatıracaklarını, varlıkların yapısal durumlarını dikkate alarak gerçekleştirdiklerini göstermektedirler. Bu nedenle tüm varlıklar daha çok enerji toplayabilmek için yapısal durumlarını sürekli olarak değiştirip-geliştirmek zorundadırlar. Büyümenin ilk evrelerinde varlıkların yapısal durumlarının çevreden alınan verilere göre ayarlanması ve olgunlaşma evresinde sabitleştirilmesi olayı doğadaki tüm gelişmelerde görülür. İnsanların yetiştirilmesi dâhil! Bu nedenle “Ağaç yaşken eğilir” ve “Ne ekersen onu biçersin” atasözleri ortaya çıkmıştır.


3. Deney:

Fizikçiler elektron gibi enerji taşıyıcısı öğelerin belli bir sınır dâhilinde enerji potansiyeline sahip olduklarını ve bu enerji düzeyine ulaştıklarında, başka bir yörüngeye zıpladıklarını saptadıktan sonra, bazı deneylerde bu enerji taşıyıcıların anormal derecede enerji toplayıp, aşılması olanaksız görünen bir engeli aştıklarını ve daha ekonomik konumlu yerlere (A’dan B’ye) göçtüklerini saptamışlardır. Bu olayı fiziksel mantık ve formülasyonlarla açıklayamadıklarından, “tünelleme = tunneling” diye bir kavram üretip, sanki A’dan B’ye bir tünel açılıyor ve foton o tüneli kullanıp geçiyormuş şeklinde bir yorum yapmışlardır.
Bunu ise şöyle açıklarlar: Diyelim ki siz İstanbul’da yaşıyorsunuz. Bir gün Türkiye’nin Sydney elçiliğinden (Avusturalya) bir bigi aldınız ve Sydney’de yaşayan amcanızın öldüğünü ve size bir milyon dolar miras bıraktığını; bu mirası alabilmek için, 48 saat içinde Sydney’deki ilgili makama başvurmanız gerektiğini, yoksa paranın hazineye kalacağını öğrendiniz. Cebinizde beş kuruşunuz yok. Ne yaparsınız? Bir seyahat acentesine gidersiniz. Mektubu gösterip, size bir bilet vermelerini, ama ücreti 2 gün sonra tahsil edilebilecek şekilde kredi kartınızla ödeyeceğinizi söylersiniz. Uçakta zaten bir sürü boş yeri olan şirket size lüks tarifeden bir bilet satma rizikosunu göze alır ve siz Sydney’e uçar ve mirasa kavuşursunuz. Her iki taraf da kârlı çıkmıştır.
Bu ekstra enerji, çok kısa bir süreliğine oluşturulup sonra tekrar kaybolan çok kısa ömürlü “virtual particles= sanal parçacıklar” denilen öğeler olarak yorumlanmaktadır.
Yani kuantsal öğeler çevrelerindeki en ekonomik yapısallaşmaları algılayıp, o yapısallaşmalara göçerler. Bu şekilde evrensel enerji bankası görevini üstlenmiş olan kuantsal sistem hep en iyi yapısallaşmalara yatırım yaparak doğada bilgiye dayalı dinamik oluşum mekanizması (DOM) sistemini desteklerler.

4. Deney:
EPR-effect ve Quantum-entanglement = Kuantum-dolanıklığı
Aynı kaynaktan üretilmiş iki atom-altı öğe, aralarında çok uzak mesafeler bulunsa bile, biri diğerinin ne yapmakta olduğunu anında “bilebilmektedir.” Buna quantum-entanglement = Kuantum-dolanıklığı denir ve EPR- etkisi (effect) olarak fizik dünyasında bilinir.
EPR kısaltması, üç bilim adamının Albert Einstein, Boris Podolsky ve Nathan Rosen soyadlarının baş harflerini içerir. Einstein ve diğer tüm klasik fizikçiler,
atom-altı-öğeleri cansız-bilinçsiz, bilye gibi parçacıcıklar olarak tasarladıklarından dolayı, atom-altı öğelerin, olasılık hesapları yaparak davrandıkları görüşünü, kabul edememişlerdir. Einstein, “Allah zar atmaz” cümlesini bu nedenle söylemiştir. İddiasını doğrulamak için de, kendi gibi düşünen diğer iki bilim adamı ile bir araya gelerek, 1935 yılında EPR paradoksu olarak bilinen meşhur makaleyi yayınlamışlardır. Bu makalede Kuantum teorisinin paradokslar barındıran eksik bir teori olduğu iddiasında bulunulmuştur. 
İddia özetle şöyledir:
Kuantum kuramına göre, parçacıkların spin (fırıl - dönme) diye adlandırılan bir özelliği vardır. Bir parçacığın spinini belirlediğimiz an, kardeş parçacık ne kadar uzakta olursa olsun, anında ters yönde ve aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır. Bu durum, birbirinin tıpatıp aynı iki bilardo topuna benzetilebilir: Toplardan birine spin (bir tür fiziksel özellik) verdiğiniz an, öteki de aynı anda ters yönde ve tam tamına aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır.
Einstein şöyle der: ‘ışık hızından daha hızlı bir haberleşme olamayacağına göre, iki parçacığın anında diğerinin davranışını bilmesi imkansızdır. Bu nedenle kuantum-fiziğinde yanlışlıklar olmak zorundadır’.
Kuantum fizikçileriyle klasik fizikçiler arasındaki bu tartışma 1982 yılına kadar sürer. Önce 1982 yılında Aspect ve diğ., daha sonra ise (1998)   Tittel ve diğ. tarafından yapılan deneyler, tartışmaya nokta koymuş ve kuantum fizikçilerinin görüşlerinde haklı oldukları kanıtlanmıştır. Bundan sonra EPR-paradoksu “EPR-effect” olarak fizik biliminde yerini almıştır. 
Atom-altı-öğelerin bu özelliği, atom-altı-öğeler düzeyinde evrensel ölçekte bir etkileşim-haberleşme olduğunu gösterir.

Daha bunlar gibi bir çok deney varlıkların en temel yapıtaşları olan atom-altı-öğeler dünyasının evrenimizin mimar-mühendisleri olduklarını ve her şeyin bilgiye dayalı olarak, bilginin ise varlıkların kimyasal-fiziksel yapılaşmalarına kayıt edilip, nesilden nesile aktarılarak gerçekleştiğini göstermektedir.  (Kuantsal sistemin diğer önemli özellikleri hakkında bilgi edinmek için:
DOM (3)- Enerjinin kökeni ve kuantum kavramının ortaya çıkışı
sayfalarına bakabilirsiniz.

60-C-atomundan oluşan buckminsterfulleren denilen moleküllerle yapılan deneyler, bu moleküllerin de kuantsal özelikler gösterdiklerini ortaya koymuştur. Yani kuantsal davranışlar molekül aleminin küçük öğelerinde de görülür. Yani doğadaki tüm küçük alt-sistemlerde görülür ve kuantum-fiziği denilen fizik dalının konusunu oluşturur. Fizikçiler bu temel öğeleri canlı değil de bir cansız parçacık olarak düşündüklerinden makro-alem ile mikro-alem arasında bir bağlantı oluşturamamaktadırlar.

 Moleküller, mineraller, hücreler ve diğer üst-sistemler gibi Makro-Alem dünyasının en temel özellikleri

Kuantsal sistem çok canlıdır. Onun için asla sakin-sabit duramazlar. Sakinleşme ve sabit bir duruma ulaşma, moleküllerin birleşmeleri aşamasından sonra gerçekleşmeye başlar. Bir örnekle açıklayalım.  Yanda tuz dediğimiz NaCl formülü ile gösterilen mineralin “birim hücresi” gösterilmiştir. Görüldüğü gibi, tuz mineralinin en küçük birimi 5.64 angström (1 angström= milimetrenin on-milyonda biri) boyutunda küp şeklinde bir geometriye sahiptir. Bir tuz minerali hücresi tek bir NaCl molekülünden oluşmaz, şekilde görüldüğü gibi en az 14 NaCl molekülü gerekir.  (Laboratuar deneylerinde, bir “birim-hücre” oluşturulması için ne kadar molekül gerektiği araştırıldığında, yaklaşık yüz civarında molekülün ancak böyle bir “çekirdek” madde (mineral) oluşturduğu görülmüştür.)

Bu nedenle “madde” dediğimiz elle tutulur, gözle görülür varlıkların oluşumu, “birim-hücre” dediğimiz temel yapıtaşlarının oluşturulmasıyla başlar. Görüldüğü üzere “Hücre” kavramı sadece canlılar alemindeki hücreler için değil, mineral gibi inorganik alemdeki oluşumlar   (taş-toprak, vs) için de geçerlidir.

Kuant dediğimiz en temel enerji öğeleri, atomlarda ve atom-altı-öğelerde evrensel düzeyde, çok geniş kapsamlı bir davranış sergilerler. Ama “birim-hücre” mertebesinden büyük oluşumlardan itibaren kuantsal enerjinin davranış tarzı değişir. Hücre < beden (mineral, taş-toprak, vs.) gibi üst-sistemlere geçildiğinde, kuantsal enerji oluşturulan üst-sistemi ayakta tutacak, onun çıkarlarını koruyacak şekilde davranmaya başlarlar. Yani evrensel ölçekli bakış-açılarını bırakırlar. İşte bu davranış değişikliği, maneviyat ile maddiyat arasındaki ilişkiyi oluşturur.

- Varlıkların atom è molekül è hücre gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde birleşmeye gitmelerinin nedeni, rahatlama dürtüsü denilen olaydır.

Her öğe, kendine en yakın komşuları ile etkileşim içine girecek ve davranışını ona göre belirleyecektir. (Bunun nedeni, varlıkların karşılıklı olarak birbirlerine sahip oldukları enerji türünü çeşitli sinyaller olarak bildirmeleri ve bu sinyallere göre varlıkların birbirlerini çekmeleri (veya itmeleri)dir. Oluşacak çekim kuvvetinin şiddeti, yandaki şekilde gösterildiği üzere, ögeler arası mesafenin karesiyle ters orantılı olduğundan, varlıkları etkileyen en büyük kuvvetler, kendilerine en yakın olan ögelerin potansiyelleri olmuş olur.)

Oluşturulacak bir ortaklıkta geçerli olacak kurallar (ki buna informator veyahut orderparameter = düzen-ölçütü” denir), tüm katılımcıların ortaklığı ile oluşturulur; her öge en ekonomik yapısallaşmayı tercih edecektir. Bu amaçla hücrelerin atom ve moleküllerinin bilgi sistemlerinde simetri-kırılması yapılarak, yeni hedefe uygun davranılacak bir rezonans sistemi oluşturulur;
Oluşturulan düzen-ölçütü her katılımcı için bağlayıcı olacaktır (ki, bu kurala slaving principle = köleleşme prensibi denir). Bağlayıcılığı güven altına almak için, sabitleyici yapısal unsurlar oluşturulacaktır (solidification).
Bu rezonans sistemine uygun olacak şekilde atom ve moleküllerde sabitleştirmeler (solidifikasyonlar) yapılması. (Çevreye uyum için değişim-dönüşüm şart olduğundan, oluşum ve gelişimin başlangıç safhalarında sabitleştirme işlemi yapılmaz, olgunlaşma safhasına geçişle birlikte sabitleştirme işlemi gerçekleştirilir. Bu nedenle bir civciv, yumurtadan çıktığı anda yanında algıladığı ilk canlıyı, kendisine en yakın dost olarak görür. İnsanlarda ise bu sabitleştirme işlemi çocukluk evresinde olur ve bu nedenle insanı hayat boyu etkileyen en temel davranış olur.)
Doğadaki dinamik sistemin en önemli temel ilkelerinden biri de, her büyümenin bir sınırı olması zorunluluğudur. Örneğin proton-nötron-elektron gibi ögeler birbirleriyle birleşerek, atom dediğimiz temel kimyasal elementleri oluştururlar. Bu temel elementler 56 atom-ağırlıklı Fe (demir) bileşimine kadar (28 proton + 28 nötron), birleştikçe çevrelerine enerji verirler. Hidrojen bombasındaki enerjinin kaynağı bu tür bir enerjidir (fusion=birleşme enerjisi). Hâlbuki demirden sonraki elementler, parçalandıkça çevrelerine enerji verirler. Atom bombasından çıkan enerji (radyoaktif enerji) bu tür bir enerjidir (fission = parçalanma enerjisi). Dolayısıyla, atom-ağırlığı çok büyük elementler duraylı (kararlı) olamamakta ve çabuk bozunmaktadır. Kimyasal elementlerde görülen bu büyüme sınırlanması, diğer tür varlıklarda da bulunur. Bunun nedeni, varlıkları oluşturan öge sayısı arttıkça, varlık içindeki ögeler arası haberleşme ağının çok karmaşıklaşması ve ekonomik olmaktan çıkmasıdır. Bu nedenle, hiçbir hayvan veya bitki anormal boyutlara ulaşamaz. Toplumsal birimlerin belli sayıda insanla sınırlı olması da bu gerekçeye dayanır.


Yani atalarımızın maddiyat maneviyat dedikleri şeyler, moleküller ve daha büyük boyutlu olan varlıklarla, belli bir boyutu olmayan ve enerji sinyallerinden oluşan atom-altı-öğeler alemi öğeleridir.

İnsanların anlamak istedikleri kavramların başında ALLAH vardır. Allah doğayı yaratan olarak tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı gösterilirse, ALLAH anlaşılır olur.

DEVAMI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder