TANRILARDAN KUANTLARA
Hayat Nedir? Nereden geldik, Nereye gideceğiz?
Bu çalışmada, doğa ve dünyamızın
nasıl oluşturulduğu konusu, eski çağlardan başlanıp, Darwin’ci evrim teorisi ve
atom-altı-öğeler dünyasının keşfiyle birlikte ortaya konan yeni görüşlere kadar
kıyaslamalı ve karşılıklı ilişkili bir şekilde gözden geçirilip, toplumsal
hayat sistemimizdeki sorunların çözümüne kadar uzatılan bir çerçeveye
oturtulacaktır.
1-) 2-3 asır öncelerine
kadarki doğa görüşümüz:
İnsanlar
doğadaki oluşum ve gelişimleri anlayabilmek istemişlerdir. Yıllık, aylık,
günlük döngüler, doğada bir periyodik düzen olduğuna inancı pekiştirmiştir. Bu
döngülere uyarak bitkilerin baharda filizlenip, kışa girerken solup-dökülmesi; tüm
canlıların sürekli bir beslenme dürtüsü içinde olmaları; hayvanların yılın
belli aylarında çiftleşme-üreme dürtüsüne kapılıp, çoğalmaları; vs.. Tüm bu
olayları yönlendirici- itici-oluşturucu bir güç sistemi olması gerektiği
inancı, TANRI adı verilen bir güç sistemine atfedilmiştir.
2-) 1-2 asır önceki düşünce tarzımız:
3-) İnsanlık şimdiye dek bu iki hayat görüşü etkisi altında kalmış, bu
görüşlere uygun gelenek ve görenekler oluşturmuştur.
3-1) Bir şartlanma öyküsü ve bir itiraf:
60-C-atomundan oluşan buckminsterfulleren denilen moleküllerle yapılan deneyler, bu moleküllerin de kuantsal özelikler gösterdiklerini ortaya koymuştur. Yani kuantsal davranışlar molekül aleminin küçük öğelerinde de görülür. Yani doğadaki tüm küçük alt-sistemlerde görülür ve kuantum-fiziği denilen fizik dalının konusunu oluşturur. Fizikçiler bu temel öğeleri canlı değil de bir cansız parçacık olarak düşündüklerinden makro-alem ile mikro-alem arasında bir bağlantı oluşturamamaktadırlar.
DEVAMI
1-) 2-3 asır öncelerine
kadarki doğa görüşümüz:
Diğer
taraftan, kah bir kuraklıkla tüm ürünlerin yok olması, bir volkan patlamasıyla
veya bir depremle çevredeki tüm canlıların zarar görmesi, kah bir kasırgayla
her şeyin alt-üst olması doğadaki bu düzenleyici gücün, yapıcılık-yaratıcılık
kadar, yıkıcı-yok edici özellikleri de olduğu inancını beraberinde getirmiştir.
Bu
farklı olayların farklı güç sistemleriyle oluşturulduğu inancıyla, çok tanrılı
dinsel inançlar geliştirilmiştir. Atalarımızın doğa anlayışı hakkındaki
görüşleri, http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-doga-anlayisi.html adresli
blog-sayfasında oldukça ayrıntılı bir şekilde tanıtılmıştır.
Doğadaki
olayları yönlendirici gücün kaynağının Güneşten gelen enerji olduğu bilgisinin
oluşmaya başlamasıyla, tek-tanrılı bir doğal sistem inancı doğmuş ve çeşitli
yeni dinsel inançlar ortaya çıkmıştır. (İlahi-gücü temsil ettiğine inanılan
kişilerin hep 24 Aralıkta doğduğu inancı, veyahut “Güneşin oğlu” etiketi,
Güneşin en az enerji verdiği 21-23
aralık tarihlerinden sonra, 24 aralıktan itibaren tekrar gittikçe artan bir
güçle dünyamıza enerji verdiği gözlemine dayanmaktadır.)
Tüm
varlıkların “YE, ÇOĞAL, HAYATTA KAL”
şeklinde ebedi bir dürtü altında olması, bu dürtüyü tetikleyen bir faktörün
mutlaka olmasını gerekli kılar.
Zamanın felsefecileri, doğa ve
dünyamızın ilahi bir Doğa-Üstü-Güç (DÜG) tarafından, hava + toprak + su + ateş
öğelerinin karıştırılmasıyla oluşturulduğu şeklinde bir teori ortaya
atmışlardır. Bu teori 2-3 asır öncelerine kadar kabul görmüştür. Varlıklar bu
ilahi güce hizmet için yaratılmışlardır.
Şimdiye
dek doğadaki bu oluşturucu-yönlendirici faktörün varlıkların dışında, onların
üstünde bir sistemden gelmesi görüşü egemen olmuştur. Doğa-üstü bir sistemin
varlıkları oluşturup, etkilediği ve yönlendirdiği, doğa yasalarını bu doğa-üstü
güç sisteminin oluşturduğu, varlıkların ise bir robot gibi bu doğa yasalarına
uydukları görüşü, günümüzde hala egemen görüştür. Doğadaki her şeyin tepedeki
bir doğa-üstü güç sistemine bağlı olduğu kabul edildiğinden, tepedeki bu güç
sisteminin ebedi ve sonsuz ömürlü bir varlık olması gerektiği sonucu çıkarılmıştır.
Bu güç sistemi ebedi, sabit, değişmez kabul edildiğinden, bu görüşe
değişmez-sabit anlamında STATİK SİSTEMLİ
doğa görüşü diyoruz.
2-) 1-2 asır önceki düşünce tarzımız:
Doğadaki
tüm varlıkların, atom denilen belli sayıda temel elementlerden oluştuğu
anlaşılmıştır. Bu temel elementlerin sayısı başlangıçta Lavoisier (1789)
zamanında 33 olarak saptanır. Bir asır
sonra Mendelyev (1869) periodik
tablosunda 66 elemente yer verir.
Bu
arada Darwin (1859) evrim teorisini ortaya atar. Doğadaki varlıkların ortak bir
atadan kökenlendiğini, doğal-sistemin en güçlüleri seçerek, evrim denilen bir süreci işlettiğini ileri
sürer. Varlıklar birer robot gibi doğa-yasalarına uyarak yaşarlar.
Darwin’ci
görüş, güçlülerin güçsüzlere galip geldiği bir yaşam felsefesini destekler.
Sunulan şekillerde ve yapılan açıklamalarda
vurgulandığı üzere, her iki görüşte de, varlıkların kendileri bilgili ve
bilinçli değillerdir. Bilgi ve gücün varlıkların dışındaki bir üst-sistemde
olduğu inancı egemendir. Böyle bir sisteme STATİK SİSTEM denir.
3-) İnsanlık şimdiye dek bu iki hayat görüşü etkisi altında kalmış, bu
görüşlere uygun gelenek ve görenekler oluşturmuştur.
Bir
insanın davranışını sahip olduğu “zihniyet” belirler.
Şimdi
“zihniyet” denilen faktörün nasıl oluştuğunu görelim:
Zihniyet
iki farklı şekilde oluşturulur:
Birincisi
BİLİNÇtir, o andaki arzular,
beklentiler ve değerlendirmelere göre oluşturulur;
yani o andaki duruma uyan davranış şeklidir.
İkincisi
BİLİNÇ-ALTIdır:
Bir
davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya başlandıysa, o
davranışlar otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine aktarılırlar. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış
davranışlar topluluğudur.
Şöyle
ki: Ana-rahmine yerleştirildiğimiz andan itibaren ve de çocukluğumuzun ilk 6
yılı süresince, çevremizdekilerin davranışlarının, gelenek ve göreneklerin,
kopyalanması ile geçer. Bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlardır. Bir fil
küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış
filin bilinç-altına kopyalanır ve fil ondan sonra bu kopyalanmış şartlandırmaya
uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki
insanların davranışlarını aynen kopyalarlar, ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi
bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Çevresinde
3-4 farklı dil bile konuşulsa, o dilleri aksansız konuşacak şekilde kopyalar.
Çevresindeki insanların davranışlarını da aynen kopyalarlar. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi
olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların
düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir. Çevredeki insanlar da
yine daha eski kuşaklardan kopyalanan bilgilere göre programlanmış-şartlanmış
olduklarından, bu döngü böylece devam eder. Kişiler kopyalanmış bu
davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış,
onlara göre şartlanmışlardır.
Bilinç-altına alınan davranışların
en büyük kısmını ise atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize
aktardıkları davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis
edilmiştir. Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden
oluşurlar. Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya
başlandıysa, o davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine
aktarılırlar. Bir araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu
hatırlayın. Ama öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık
yapılır olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur. Her
şeyi yeniden, sıfırdan başlayarak öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki
buna hiçbir ömür yetmez. Bu nedenle, “information & self-organisation”
olarak özetlenen “bilgiye dayalı” oluşum ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden
edinilmiş bilgilerin kopyalanarak gelecek nesillere aktarılması temel bir
prensiptir. Nitekim epigenetik denilen yeni bilim dalı, bu temel prensibin
uygulanış şeklidir. (Epigenetik konusu daha sonraki bir bölümde işlenecektir)
Bu iki farklı kaynağın insan
hayatına etki oranı ise şöyledir: Bilinç %5 veya daha az, bilinç-altı %95 veya
daha fazla! (Lipton 2008).
Görüleceği
üzere, bizler gelenek ve göreneklere göre şartlandırılıyoruz ve o
şartlanmışlığın etkisi altında davranmak zorunda oluyoruz. Şimdi yaşanmış bir şartlanma öyküsü örneği
verelim.
3-1) Bir şartlanma öyküsü ve bir itiraf:
Geleneksel
şartlanmışlık hepimizde vardır, kendimden bir örnek:
İnsanlık
binlerce yıldır, doğadaki tüm oluşumların tepedeki bir güç sistemine bağlı
olarak oluşup-geliştiği şeklinde statik sistemli bir doğa görüşüne
saplanmıştır.
Daha
2-3 asır öncelerine kadar doğadaki her şeyin, bir “Doğa-üstü-Güç =DÜG” sistemi
tarafından “hava + su + toprak + ateş = 4 temel öğenin” karıştırılmaları sonucu
oluşturulduğu görüşü egemendi.
2
asır önceleri bilgi düzeyinde gelişmeler olur ve bu dört temel öğenin de daha
küçük atom denilen temel kimyasal elementlerden oluştuğu ortaya çıkar. Ama
statik sistemli doğa görüşü yine geçerlidir ve her şeyin bu atomların
birbirleriyle karıştırarak yapıldığına inanılmaya başlanır. Yani, atomlar
bilinçsizdir ve:
►ya
rastgele olarak çarpışırlar ve ortaya çıkan moleküller-maddeler “Doğa-üstü-Güç
(DÜG) =doğal-seçici” tarafından seçilirler;
►ya
da, DÜG onları kendine göre kombinasyonlara sokarak, doğayı oluşturmaya devam
eder.
Doğadaki
bu dogmatik kabullerin en önemlilerinden biri, Lavoisier (1743-1794) kanunu
olarak bilinen, elementlerin sabitliği yasasıdır.
Doğadaki
maddelerin atom denilen kimyasal elementlerden oluştuğunun anlaşılmasından
sonra, “doğada hiçbir şey yoktan var edilmez, var olan bir şey de yok edilemez,
yani doğada belli sayıda kimyasal element vardır ve tüm maddeler bu belli
sayıda kimyasal elementin kombinasyonlarıyla oluşur” şeklinde bir yasa
tanımlanmıştır. Yaklaşık bir asır öncesine kadar bu kanun geçerli olur ama
radyoaktivitenin keşfiyle ilke, biraz değiştirilir, çünkü Uranyum gibi
radyoaktif maddeler sabit kalamayıp, kurşun gibi daha hafif elementlere
dönüşürler ve azalan kütle miktarına denk gelecek şekilde E=mc2
formülü uyarıca enerji açığa çıkar ve nükleer enerji dediğimiz enerji türü
oluşur. Yasa ise “enerjinin korunması yasasına” dönüştürülerek, fizik
anlayışında bir düzeltme yapılır.
Bu
fizik-kimya görüşü tüm dünyada egemen olmuş, günümüze kadar da devam etmiştir.
Bu temel görüşe uyularak, kimyasal elementlerin oluşumlarının, big-bang denilen
bir ilk patlama ile başlayıp, daha sonra yıldızlar içindeki nükleer tepkimeler
sonucu oluştuğu ve yıldızların patlamalarıyla da, çevreye yayıldığı, dünyamız
gibi gezegenleri oluşturan maddelerin bu tür yıldız patlamalarından oluşan
kimyasal elementlerce oluşturulduğu görüşü bilim dünyasının bir dogması haline
gelmiştir. Yani dünyamızı oluşturan Ca, Si, Fe, K, Na, vs gibi kimyasal
elementlerin miktarı ve birbirlerine göre oranları sabittir. Dünyamızdaki olaylar
bu elementlerin miktarlarında bir azalma veya artmaya yol açmazlar. Yani DÜG
doğada belli oranda kimyasal element oluşturmuştur ve bu elementlerin
birbirleriyle çarpışmalar vs. gibi bilinçsiz hareketleri sonucu farklı
moleküller veya daha üst sistemler oluşurlar ve DÜG bunlardan iyi olanlarını
seçer!
Ben
bir jeolog olarak eğitilirken derinlik kayaçlarından granitin oluşumu aşağıda
verilen şekilde öğretildi ve ben de üniversitede profesör olduğumda, böyle
öğretmeye devam ettim:
Granitik
kayaçlar, normal manto kökenli magmanın diferansiyasyonu (ayrımlaşması) sonucu
oluşmaktadır. Diferansiyasyon şöyle olmaktadır. Kayaç oluşturucu mineraller
arasında, kuars, plajioklas, ortoklas, musovit, biyotit, amfibol, piroksen ve
olivin en yaygın olanlardır.
Şekilde bu
minerallerin oluşum sıcaklıkları gösterilmiştir. Magma yaklaşık 1200 derecede
soğumaya ve mineraller kristalleşmeye başlar. Önce Olivin kristalleşir. Sonra
piroksenler ve Ca’lu plajioklaslar kristalleşirler. Bu minerallerden oluşan
kayaçlara bazik kayaçlar (bazaltik kayaçlar) denir. Magma soğudukça sırayla
diğer mineraller kristalleşir ve en sona biyotit, muskovit, kuvars, ortoklas ve
Na’lu-plajoklas kalırlar ve kristalleşirler (600-800 dereceler arasında). Bu
minerallerden oluşan kayaçlara asidik kayaçlar (granitik kayaçlar) denir.
Jeolojide
granitik kayaçların, minerallerin yukarıda belirtilen sırayla
kristalleşmelerine bağlı olarak, magmanın diferansiyasyonu (ayrımlaşması)
sonucu oluştuğu öğretilmektedir. Yani önce bazik mineralli kayaçlar oluşmakta,
geriye asidik (granitik) kayaçlar kalmaktadır. Bu olaya ayrımlaşma
(diferansiyasyon) denilmektedir.
Evet
günümüzde tüm dünyadaki jeoloji bölümlerinde hala bu bilgiler verilmektedir, ve
ben de 2007 yılında yaş haddinden emekli olana kadar, aynen böyle öğrettim.
Tüm
bu olayları tersine çevirecek yeni bir bakış açısının temelleri 1960lı yıllarda
L. Kervran adlı bir Fransız fizik profesörünün, günümüzde Low energy
nuclear reactions (LENR) (=düşük enerjili nükleer reaksiyonlar) olarak
bilinen ve tehlikesiz nükleer enerji elde etme yöntemi olarak yoğun
araştırmalar yapılan bir konuda gözlemler yayınlamasıyla başlar.
(“Transmutations Biologique, Transmutations à la faible énergie”)
Kervran,
kimyasal elementlerin illa yıldız gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık değerleri
altında değil, normal dünya koşullarında düşük-enerjili çekirdek reaksiyonları
(Low energy nuclear reactions= LENR) şeklinde de gerçekleştiğine dair
gözlemler-veriler sunmaya başlar. Bunlar arasında granit oluşumuyla ilgili şu
görüşü de yer alır:
Granit bir
magma odasındaki 1200 derecelerdeki bir sıvı bir sistemin soğuması sonucu
oluşuyorsa, granitlerin çevresinde (kenarlarında) bazaltik bileşimli bir kayaç
(gabro) bulunması gerekir. Halbuki granitlerin çevresinde gabro değil, şist-gnays gibi metamorfik
kayaçlar bulunur.
Kervran
(1973) Granitik kayaçların, magmadan oluşmadığını, metamorfizma sonucu
oluştuğunu, ve bileşimindeki potasyum (K) gibi element artışının, diğer
kimyasal elementlerin dönüşümleri (transmutasyon) sonucu gerçekleşmiş olması
gerektiğini vurgular.
Kervran’ı,
kimyasal elementlerin dünya koşullarında birbirlerine dönüşebilecekleri
(transmütasyon) görüşüne sürükleyen faktörler arasında şunlar bulunmaktadır:
►1:
Taze meyveler ile kurutulmuş meyvelerde demir ve bakır elementlerinin
miktarlarında anormal artışlar saptanmıştır. Kurutulmuş meyvedeki bakır ve
demir miktarları artmaktadır. Bunlar dışarıdan meyvenin içine sokulmadığına
göre, başka elementlerden dönüştürülmüş olmalıdır.
►2:
Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, Mg oranlarını saptar.
Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki
element miktarlarını tekrar saptadığında, (K) miktarında azalma,
(Ca)-miktarında artma olduğunu görür ve potasyumdaki azalma miktarının
kalsiyumdaki artma miktarına çok yakın olduğu gerçeğine dayanarak, bir transmutasyon (element dönüşümü)
gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer.
►3:
Eklem-bacaklılar grubuna ait çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar,
vs) büyüdükçe kavkılarını değiştirmek zorundadırlar. Deniz araştırmaları
laboratuarlarında kerevitler, Ca elementinden kimyasal olarak arındırılmış
ortamda yetiştirildiklerinde, yine de kavuklarını kusursuz şekilde
oluşturdukları saptanmıştır. Yaşadıkları su ortamında kavkılarının yapımında kullanılan
Ca (kalsiyum) elementi bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka
elementlerden üretmiş olmalıdır.
►4:
Tavuklar yumurta kabukları için Ca elementine muhtaçtırlar. Kervran, kalsiyumlu
mineral içermeyen ortamlarda (örneğin granitik bir zemin üzerinde) yaşayan
tavukların yumurta kabukları için gerekli kalsiyumu nerden sağladıklarını merak
eder ve tavukların granitik zeminde bulunan mika minerallerini yediklerini fark
eder. Mika mineralleri (K) potasyumca zengindirler. Tavukların bu mikadaki
potasyumdan kalsiyum elde ettiklerini düşünür. Tavukları mika minerali dahi
bulunmayan ortamlara yerleştirdiğinde, yumurta kabuklarının çok
incelip-yumuşaklaştığını görür. Bu deneylerden sonra da, 39K+ 1H
= 40Ca şeklinde bir element değişim-dönüşümü gerçekleşmiş olması
gerektiğini ileri sürer.
Ve
daha bunlar gibi, doğada kimyasal elementlerin birbirlerine dönüşebildiğini
gösteren bir çok gözlem Kervran’ ı bu dahiyane görüşü ortaya atmaya zorlar. Ama
bilim-insanlarının çoğunluğu Kervran’a karşı tavır alırlar, hatta hakarete
kalkarlar. Örn. meşhur astrofizikçi Carl Sagan Kervran içim şöyle der: “Sizin öngördüğünüz şekilde bir tepkime
kimyasal olarak olanaksızdır. Nükleer fizik konusunda sizin temel ders
kitapları okumanız gerekir. ”
Kervran
bir fizik profesörüdür ve bilim dünyasında egemen olan dogmatik görüşün
bilincindedir. Bu nedenle, “düşük-enerjili-çekirdek-tepkimeleri =
low-energy-nuclear-reaction = LENR” adını verdiği bir başka etkileşim
sisteminin söz konusu olması gerektiği şeklinde yeni bir görüş ortaya
atar.
Sagan
gibi düşünenler, Kervran’ın, Low Energy Nuclear Reaction=LENR kavramını hiç
dikkate almayıp, çekirdek reaksiyonlarının mutlaka yüksek basınç ve sıcaklı
etkisi altında E=mc2 formülüne göre geçekleşeceği dogmasına dayanmaktadırlar.
Tepkimede 0.008 a.m.u. kütle açığa çıktığını belirten itirazcılar, 6 gramlık
bir yumurta kabuğu için gereken kütlenin E=mc2 formülüne göre 50 000
000 kJ gibi muazzam bir enerji açığa çıkaracağını, bunun ise, bırakın tavuğu,
tüm çevresini bir ateş topuna çevireceğini belirterek, Kervran’ı sürekli
aşağılamışlardır.
Kervran’ın
çalışmalarını takdir eden bilim adamları da olmuştur, hatta H. Maruyama adlı Japon bilimci, 1975 yılında
Kervran’a fizyoloji-tıp alanında Nobel ödülü verilmesi teklifini yapmışsa da,
söz konusu toplum baskısı nedeniyle, değerlendirmeye alınmamıştır.
Kervran,
bu olağan-üstü görüşlerinin bilim dünyasında kabul gördüğünü göremeden 1983
yılında ölür.
Günümüzde,
“LENR” yazıp, internette araştırma yaptığınızda, yüzlerce araştırma sonucu ile
karşılaşırsınız.
Devletler-toplumlar
zenginler kulübü diyebileceğimiz ağalar, holdingler, bankacılar, vs gibi parayı
kontrollerinde tutan bir zümre tarafından yönetilmektedir. Günümüz dünyasının
temel enerji kaynağı petrol-doğal gaz ürünlerinden oluşmakta, bu ürünler de
yine “zenginler kulübü” denetiminde bulunmaktadır. Bilimsel dergiler dahil, tüm
gazeteler ve diğer medya kuruluşları para-babalarının ellerindedir. Ve bu
yayın-organları, toplumun sevk ve idaresinin hep kendi tekellerinde olmasını
isterler ve bunu tehlikeye sokacak her girişimi engellerler. Petrol ve doğal
gaz gibi ham-madde kaynakları tükeninceye kadar, bu zenginler kulübü LENR gibi
çok ucuz bir enerji kaynağının piyasaya çıkmasını engelleyici-geciktirici
faaliyetlerini sürdüreceklerdir.
Okuyuculara
burada bir uyarıda bulunmak gerek: Artık hiçbir fizikçi, 20-30 sene önceki
gibi, LENR olgusu yanlış demiyor-diyemiyor, çünkü dayandıkları
►1-
Lavoisier-kanunu (dogması) ve
►2-
Elementlerın sadece yıldız içi gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık koşullarında
oluşturulabilecekleri dogmatik görüşü artık çökmüş durumdadır. Tüm
fizikçiler normal koşullarda LENR
yöntemiyle element-değişim-dönüşümleri olabileceğini artık kabul etmektedirler.
Ben de
geleneklerimizin bana yüklemiş olduğu önyargılar nedeniyle senelerdir, dogmatik
Lavoisier görüşüne göre davrandım ve doğada kimyasal element oranlarının
değişmeyeceği önyargısı ile hareket ettim; granitik bir kayaçın diferansiyasyon
sistemine göre oluştuğu bilgisini
öğrettim. Kervran’ın yayınları dogmatik baskılar sonucu hasır altı edilmişti ve
ancak son on yıldır dikkate alınmaya başlandı. Ve ben de bu nedenle son 6-7
yıldır onun görüşünü dikkate alıp, eski görüşlerimde düzeltmeler yapma gereği
duydum. Bu düzeltme girişimlerimi çevremdeki meslektaşlarıma da aktarıp,
gerekli uyarıları yapmaya çalışıyorum. Bu bağlamda, tüm eski öğrencilerimden
özür dilemek ve onlara yanlış bir granit-oluşum sistemi öğretmiş olmaktan derin
üzüntü duyduğumu belirtmek istiyorum.
SONUÇ;
Bu bir itiraf ve özürdür. Davranışlarımız
“kopyalanmış” bilgilerle kontrol edilmektedir, kopyalanan bilgiler ise
gelenek-göreneklerle aktarılmaktadırlar. BİLİNÇ, gelenek ve göreneklerin
yükledikleri hatalı şartlanmışlıkları fark edip, bunları düzeltmek için
oluşturulmuştur. İnsanlar hiçbir yargı veya öğretiyi, sorgusuz-sualsiz kabul
etmemelidirler, yoksa yanlış bilgi ve geleneklerden asla kurtulamazlar.
Makro-Alem ve Mikro-Alem
özellikleri ve ilişkileri
Veyahut: Maddiyat – Maneviyat Kavramlarının Fiziksel Yorumu
Mikro-Alem (Atomlar ve atom-altı öğeler) dünyasının en temel
özellikleri
Kuvvet denilen itici-yapıcı güç,
enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluşur. Enerji ise kuantum denilen
çok küçük enerji kümeciklerinden oluşurlar. Doğadaki tüm enerjilerin kökeni ise
kuantum denilen ve (h) ile simgelenen en temel fizik biriminden kaynaklanır. Bu
enerji-öğeleri (h=6.62606896×10-27 (10 üzeri eksi 27)
erg·s) gibi çok küçük enerji paketçiklerinden oluşurlar.
Yani Doğadaki tüm oluşum ve
gelişimlerin itici gücünü kuant dediğimiz en temel enerji öğeleri oluşturur-
doğa onlarla büyür, onlarla gelişir.
Örneğin görünen ışık huzmeleri bu
(h)’nın 10 üzeri 12–13 gibi muazzam değerleri bulan tam sayılı katlarından
oluşur. Radyo dalgaları çok daha az sayıda h’dan oluşurken, gama-ışınları
çok-çok daha fazla (10 üzeri 19) gibi devasa sayıda h’dan oluşurlar. Bu
ışınların sadece çok az bir kısmı görünürken, diğer çok büyük bir kısmı
görünmez. Yani bizim çevremiz değişik tam-sayılarda kuantlardan oluşan bir
sinyaller okyanusudur. (Neden tam-sayı, neden kesirli değil?) Güneş ışığının
değişik renkleri, farklı sayıda (h) içerirler, kırmızı ışık daha az, mor ışık
daha fazla sayıda (h) içerir. Foton dediğimiz enerji paketçikleri, belli sayıda
(h) kümeleşmeleridirler. Kuvvet alanı denilen şey bu tür kuantsal enerji
paketçikleri çorbasıdır.
Yani doğadaki her şey bu (h)’nın tam
sayılı katlarından oluşur. Madde dediğimiz nesneler bu enerji biriminin E= h.f
= mc2 formülü uyarınca, (E=enerji, f=frekans, m=kütle, c=ışık
hızı) yoğunlaşmış şekilleridir.
Evren hala harıl-harıl çalışarak HèHe
dönüştüren nükleer santraller (yıldızlar) oluşturmakta, bu sayede kuantsal
enerji atomlara dönüştürülmektedir. Gezegenlerde bu çalışmalar daha da ileri
safhada olup, atomlardan moleküller oluşturulmaktadır.
Tüm bu işlemler kuant dediğimiz temel
enerji öğeleri tarafından başlatılıp-yürütülmektedir.
Kuantların bu işlemleri nasıl
yaptıklarını temel birkaç fizik deneyi örneğinde gösterelim.
►1. Deney:
Laboratuarda şekilde görüldüğü gibi
deney hazırlansın. (S) noktasına bir foton kaynağı ve (D) noktasına da bir
detektör yerleştirilsin. Aralarındaki perde üzerinde de -(A) noktasına- bir
delik açılsın. Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 foton gönderildiğinde,
delikten sadece bir foton geçebilecek şekilde ayarlansın. Aynı boyutta bir
ikinci delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılsın. (A) deliği
kapatıldığında, (B)
deliğinden de, gönderilen 100 fotondan sadece
bir tanesinin geçtiği doğrulansın.
Her iki delik birlikte açık
tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 fotondan 2 tanesinin
geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir. Ama gerçekte durum
hiç de böyle olmamaktadır. Daha önce mutlaka bir foton kaydeden detektörün,
(şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç foton algılamadığı görülür.
Detektörün konumu kaydırıldıkça foton
algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda dört (IV) tane
algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe düştüğü ve sıfır
olduğu saptanır.
Bu değişimin hangi kurala göre olduğu
araştırıldığında ise, fotonların şöyle bir olasılık hesabı yaparak
davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
Şekil: İki-delikten geçecek şekilde,
önlerinde 2-seçenek
bulunan kuantlar arka duvar üzerinde en sağda gösterilen 0 ile 4 değerleri
arasında dalgalanmalı dağılım gösterirler.
Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir
dalga-boyundan söz ederler. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu
değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu
salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.
(D)’ye ulaşmak isteyen bir
fotonun önünde iki seçenek vardır. Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B).
Foton her iki seçeneği de teker teker değerlendirir: Örn. (A) yolunu salınım
adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs.
(D) hedefine vardığında salınım
adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son
buldu. Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum
(-1) değeriyle son buldu. Foton bu iki değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini
alır: yine sıfır. Ve foton kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir
yararı yok; (S)den gönderilen 100 fotondan hiçbiri delikten geçemez ve (D)
detektörüne hiçbir foton ulaşmaz.
Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu
sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1
+1 = 2. 2’nin karesi alınır: 4 eder. Bu durumda (S)den gönderilen 100 fotondan
4 tanesi deliklerden geçer ve (D) detektörü 4 foton kayıt eder. Delikler
normalde birer foton geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2
fotonun geçebileceği deliklerden 4 tane foton geçer!
Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç
yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama
sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda
artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler. Örneğin
1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi
küçülen bir sonuç verir. Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık
hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.
Peki fotonlar neden davranış
değiştiriyorlar? Çünkü fotonlara seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık
olduğunda, fotonun önünde sadece bir seçenek olduğu için, foton gösterilen o
hedefe gitmektedir. Ama iki delik birlikte açık olduğunda, fotona seçenek
sunulmaktadır. Ve foton da bir olasılık hesabı yaprak davranmak zorunda
kalmaktadır.
Kuvvet dediğimiz yapıcı veya yıkıcı
güç, enerjinin bir yerden bir yere akmasıyla oluştuğuna, doğadaki tüm enerji
türleri kuantsal enerji paketçiklerinden oluştuklarına ve de nereye gidip,
nereye gitmeyeceklerine onlar karar verdiklerine göre, doğadaki oluşum ve
gelişimleri yönlendiren güç sisteminin nasıl bir şey olduğu konusunda
görüşlerimizi tekrar gözden geçirmemiz gerekir.
Detektörü bir canlı olarak düşünürsek
her canlı daha çok enerji çekebilmek için konumunu değiştirmek zorundadır. (1)
nolu konuma dört foton (2) nolu konuma sıfır foton geleceğine göre canlı
(1nolu) konuma yerleşmek isteyecektir. Orada bir varsa ondan sonraki en iyi
konum olan (3nolu) noktayı seçecektir. Vs.
►2. Deney:
Her maddenin farklı bir ışık yansıtma
oranı vardır. Örneğin normal bir cam şayet yeterli bir kalınlığı varsa, gelen
ışığın yaklaşık %4ünü geri yansıtır, diğer %96lık kısmı camın içinden geçer.
Ama camın kalınlığı azaltıldıkça
yansıyan foton miktarının, 0 (sıfır) ile %16 arasında değiştiği
gözlemlenmektedir.
Değişim rastgele değil, fotonun
salınım-adımına ve camın kalınlığına bağlı olmaktadır.
Fotonlar salınım adımlarıyla camın
kalınlığını ölçmekte ve 1. deneyde olduğu şekilde olasılık hesabı yaparak,
camın içine mi girecekleri, yoksa camın yüzeyinden mi yansıyacaklarına karar
vermektedirler. Bu olasılık hesabı, varlığın büyümesi aşamasında, yani camın
kalınlığı azken yapılmaktadır. Varlık büyüdüğünde (cam belli kalınlığa
ulaştığında), varlığın yapısına ve dokusuna göre belirlenen bir değer
sabitleştirilmekte ve o değerde bir enerji, varlığa aktarılmaktadır.
Bu deney bize, doğada, yapıcı
(+) veya yıkıcı (-) olabilen temel enerji sahipleri
(kuantsal öğelerin) bu enerjilerini nereye ne kadar oranda yatıracaklarını,
varlıkların yapısal durumlarını dikkate alarak gerçekleştirdiklerini
göstermektedirler. Bu nedenle tüm varlıklar daha çok enerji toplayabilmek için
yapısal durumlarını sürekli olarak değiştirip-geliştirmek zorundadırlar.
Büyümenin ilk evrelerinde varlıkların yapısal durumlarının çevreden alınan
verilere göre ayarlanması ve olgunlaşma evresinde sabitleştirilmesi olayı
doğadaki tüm gelişmelerde görülür. İnsanların yetiştirilmesi dâhil! Bu nedenle
“Ağaç yaşken eğilir” ve “Ne ekersen onu biçersin” atasözleri ortaya çıkmıştır.
►3. Deney:
Fizikçiler elektron gibi enerji
taşıyıcısı öğelerin belli bir sınır dâhilinde enerji potansiyeline sahip olduklarını
ve bu enerji düzeyine ulaştıklarında, başka bir yörüngeye zıpladıklarını
saptadıktan sonra, bazı deneylerde bu enerji taşıyıcıların anormal derecede
enerji toplayıp, aşılması olanaksız görünen bir engeli aştıklarını ve daha
ekonomik konumlu yerlere (A’dan B’ye) göçtüklerini saptamışlardır. Bu olayı
fiziksel mantık ve formülasyonlarla açıklayamadıklarından, “tünelleme =
tunneling” diye bir kavram üretip, sanki A’dan B’ye bir tünel açılıyor ve foton
o tüneli kullanıp geçiyormuş şeklinde bir yorum yapmışlardır.
Bunu ise şöyle açıklarlar: Diyelim ki
siz İstanbul’da yaşıyorsunuz. Bir gün Türkiye’nin Sydney elçiliğinden
(Avusturalya) bir bigi aldınız ve Sydney’de yaşayan amcanızın öldüğünü ve size
bir milyon dolar miras bıraktığını; bu mirası alabilmek için, 48 saat içinde
Sydney’deki ilgili makama başvurmanız gerektiğini, yoksa paranın hazineye
kalacağını öğrendiniz. Cebinizde beş kuruşunuz yok. Ne yaparsınız? Bir seyahat
acentesine gidersiniz. Mektubu gösterip, size bir bilet vermelerini, ama ücreti
2 gün sonra tahsil edilebilecek şekilde kredi kartınızla ödeyeceğinizi
söylersiniz. Uçakta zaten bir sürü boş yeri olan şirket size lüks tarifeden bir
bilet satma rizikosunu göze alır ve siz Sydney’e uçar ve mirasa kavuşursunuz.
Her iki taraf da kârlı çıkmıştır.
Bu ekstra enerji, çok kısa bir
süreliğine oluşturulup sonra tekrar kaybolan çok kısa ömürlü “virtual
particles= sanal parçacıklar” denilen öğeler olarak yorumlanmaktadır.
Yani kuantsal öğeler çevrelerindeki
en ekonomik yapısallaşmaları algılayıp, o yapısallaşmalara göçerler. Bu şekilde
evrensel enerji bankası görevini üstlenmiş olan kuantsal sistem hep en iyi
yapısallaşmalara yatırım yaparak doğada bilgiye dayalı dinamik oluşum
mekanizması (DOM) sistemini desteklerler.
►4. Deney:
EPR-effect ve Quantum-entanglement = Kuantum-dolanıklığı
Aynı kaynaktan üretilmiş iki
atom-altı öğe, aralarında çok uzak mesafeler bulunsa bile, biri diğerinin ne
yapmakta olduğunu anında “bilebilmektedir.” Buna quantum-entanglement =
Kuantum-dolanıklığı denir ve EPR- etkisi (effect) olarak fizik dünyasında
bilinir.
EPR kısaltması, üç bilim adamının Albert Einstein,
Boris Podolsky ve Nathan Rosen soyadlarının baş harflerini içerir. Einstein
ve diğer tüm klasik fizikçiler,
atom-altı-öğeleri cansız-bilinçsiz, bilye gibi
parçacıcıklar olarak tasarladıklarından dolayı, atom-altı öğelerin, olasılık
hesapları yaparak davrandıkları görüşünü, kabul edememişlerdir. Einstein,
“Allah zar atmaz” cümlesini bu nedenle söylemiştir. İddiasını doğrulamak için
de, kendi gibi düşünen diğer iki bilim adamı ile bir araya gelerek, 1935
yılında EPR paradoksu olarak bilinen meşhur makaleyi yayınlamışlardır. Bu
makalede Kuantum teorisinin paradokslar barındıran eksik bir teori olduğu
iddiasında bulunulmuştur.
İddia özetle şöyledir:
Kuantum kuramına göre, parçacıkların
spin (fırıl - dönme) diye adlandırılan bir özelliği vardır. Bir parçacığın
spinini belirlediğimiz an, kardeş parçacık ne kadar uzakta olursa olsun, anında
ters yönde ve aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır. Bu
durum, birbirinin tıpatıp aynı iki bilardo topuna benzetilebilir: Toplardan
birine spin (bir tür fiziksel özellik) verdiğiniz an, öteki de aynı anda ters
yönde ve tam tamına aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır.
Einstein şöyle der: ‘ışık hızından
daha hızlı bir haberleşme olamayacağına göre, iki parçacığın anında diğerinin
davranışını bilmesi imkansızdır. Bu nedenle kuantum-fiziğinde yanlışlıklar
olmak zorundadır’.
Kuantum fizikçileriyle klasik
fizikçiler arasındaki bu tartışma 1982 yılına kadar sürer. Önce 1982 yılında
Aspect ve diğ., daha sonra ise (1998) Tittel ve diğ. tarafından
yapılan deneyler, tartışmaya nokta koymuş ve kuantum fizikçilerinin
görüşlerinde haklı oldukları kanıtlanmıştır. Bundan sonra EPR-paradoksu
“EPR-effect” olarak fizik biliminde yerini almıştır.
Atom-altı-öğelerin bu özelliği,
atom-altı-öğeler düzeyinde evrensel ölçekte bir etkileşim-haberleşme olduğunu
gösterir.
Daha bunlar gibi bir çok deney
varlıkların en temel yapıtaşları olan atom-altı-öğeler dünyasının evrenimizin
mimar-mühendisleri olduklarını ve her şeyin bilgiye dayalı olarak, bilginin ise
varlıkların kimyasal-fiziksel yapılaşmalarına kayıt edilip, nesilden nesile
aktarılarak gerçekleştiğini göstermektedir. (Kuantsal sistemin diğer
önemli özellikleri hakkında bilgi edinmek için:
DOM (3)- Enerjinin kökeni ve kuantum
kavramının ortaya çıkışı
sayfalarına bakabilirsiniz.
60-C-atomundan oluşan buckminsterfulleren denilen moleküllerle yapılan deneyler, bu moleküllerin de kuantsal özelikler gösterdiklerini ortaya koymuştur. Yani kuantsal davranışlar molekül aleminin küçük öğelerinde de görülür. Yani doğadaki tüm küçük alt-sistemlerde görülür ve kuantum-fiziği denilen fizik dalının konusunu oluşturur. Fizikçiler bu temel öğeleri canlı değil de bir cansız parçacık olarak düşündüklerinden makro-alem ile mikro-alem arasında bir bağlantı oluşturamamaktadırlar.
Moleküller, mineraller,
hücreler ve diğer üst-sistemler gibi Makro-Alem dünyasının en temel özellikleri
Kuantsal sistem çok canlıdır. Onun için asla
sakin-sabit duramazlar. Sakinleşme ve sabit bir duruma ulaşma, moleküllerin
birleşmeleri aşamasından sonra gerçekleşmeye başlar. Bir örnekle
açıklayalım. Yanda tuz dediğimiz NaCl formülü ile gösterilen mineralin “birim
hücresi” gösterilmiştir. Görüldüğü gibi, tuz mineralinin en küçük birimi 5.64
angström (1 angström= milimetrenin on-milyonda biri) boyutunda küp şeklinde bir
geometriye sahiptir. Bir tuz minerali hücresi tek bir NaCl molekülünden
oluşmaz, şekilde görüldüğü gibi en az 14 NaCl molekülü gerekir.
(Laboratuar deneylerinde, bir “birim-hücre” oluşturulması için ne kadar
molekül gerektiği araştırıldığında, yaklaşık yüz civarında molekülün ancak
böyle bir “çekirdek” madde (mineral) oluşturduğu görülmüştür.)
Bu nedenle “madde” dediğimiz elle
tutulur, gözle görülür varlıkların oluşumu, “birim-hücre” dediğimiz temel
yapıtaşlarının oluşturulmasıyla başlar. Görüldüğü üzere “Hücre” kavramı sadece
canlılar alemindeki hücreler için değil, mineral gibi inorganik alemdeki
oluşumlar (taş-toprak, vs) için de geçerlidir.
Kuant dediğimiz en temel enerji
öğeleri, atomlarda ve atom-altı-öğelerde evrensel düzeyde, çok geniş kapsamlı
bir davranış sergilerler. Ama “birim-hücre” mertebesinden büyük oluşumlardan
itibaren kuantsal enerjinin davranış tarzı değişir. Hücre < beden (mineral,
taş-toprak, vs.) gibi üst-sistemlere geçildiğinde, kuantsal enerji oluşturulan
üst-sistemi ayakta tutacak, onun çıkarlarını koruyacak şekilde davranmaya
başlarlar. Yani evrensel ölçekli bakış-açılarını bırakırlar. İşte bu davranış
değişikliği, maneviyat ile maddiyat arasındaki ilişkiyi oluşturur.
►- Varlıkların atom è molekül è hücre gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde
birleşmeye gitmelerinin nedeni, rahatlama dürtüsü denilen olaydır.
► Her öğe, kendine en yakın komşuları ile etkileşim içine girecek ve
davranışını ona göre belirleyecektir. (Bunun nedeni, varlıkların karşılıklı olarak
birbirlerine sahip oldukları enerji türünü çeşitli sinyaller olarak
bildirmeleri ve bu sinyallere göre varlıkların birbirlerini çekmeleri (veya
itmeleri)dir. Oluşacak çekim kuvvetinin şiddeti, yandaki şekilde gösterildiği
üzere, ögeler arası mesafenin karesiyle ters orantılı olduğundan, varlıkları
etkileyen en büyük kuvvetler, kendilerine en yakın olan ögelerin potansiyelleri
olmuş olur.)
► Oluşturulacak bir ortaklıkta geçerli olacak kurallar (ki buna “informator veyahut
orderparameter = düzen-ölçütü” denir), tüm katılımcıların ortaklığı ile
oluşturulur; her öge en ekonomik yapısallaşmayı tercih edecektir. Bu amaçla
hücrelerin atom ve moleküllerinin bilgi sistemlerinde simetri-kırılması
yapılarak, yeni hedefe uygun davranılacak bir rezonans sistemi oluşturulur;
► Oluşturulan düzen-ölçütü her katılımcı için bağlayıcı olacaktır (ki, bu kurala slaving principle = köleleşme prensibi denir).
Bağlayıcılığı güven altına almak için, sabitleyici yapısal unsurlar oluşturulacaktır (solidification).
► Bu rezonans sistemine uygun olacak şekilde atom ve moleküllerde
sabitleştirmeler (solidifikasyonlar) yapılması. (Çevreye uyum için
değişim-dönüşüm şart olduğundan, oluşum ve gelişimin başlangıç safhalarında
sabitleştirme işlemi yapılmaz, olgunlaşma safhasına geçişle birlikte
sabitleştirme işlemi gerçekleştirilir. Bu nedenle bir civciv, yumurtadan
çıktığı anda yanında algıladığı ilk canlıyı, kendisine en yakın dost olarak
görür. İnsanlarda ise bu sabitleştirme işlemi çocukluk evresinde olur ve bu
nedenle insanı hayat boyu etkileyen en temel davranış olur.)
► Doğadaki dinamik sistemin en önemli temel ilkelerinden biri de, her
büyümenin bir sınırı olması zorunluluğudur. Örneğin proton-nötron-elektron gibi ögeler birbirleriyle birleşerek, atom dediğimiz temel kimyasal
elementleri oluştururlar. Bu temel elementler 56 atom-ağırlıklı Fe (demir)
bileşimine kadar (28 proton + 28 nötron), birleştikçe çevrelerine enerji
verirler. Hidrojen bombasındaki enerjinin kaynağı bu tür bir enerjidir
(fusion=birleşme enerjisi). Hâlbuki demirden sonraki elementler, parçalandıkça
çevrelerine enerji verirler. Atom bombasından çıkan enerji (radyoaktif enerji)
bu tür bir enerjidir (fission = parçalanma enerjisi). Dolayısıyla,
atom-ağırlığı çok büyük elementler duraylı (kararlı) olamamakta ve çabuk
bozunmaktadır. Kimyasal elementlerde görülen bu büyüme sınırlanması, diğer tür
varlıklarda da bulunur. Bunun nedeni, varlıkları oluşturan öge sayısı arttıkça,
varlık içindeki ögeler arası haberleşme ağının çok karmaşıklaşması ve ekonomik
olmaktan çıkmasıdır. Bu nedenle, hiçbir hayvan veya bitki anormal boyutlara
ulaşamaz. Toplumsal birimlerin belli sayıda insanla sınırlı olması da bu
gerekçeye dayanır.
Yani atalarımızın maddiyat maneviyat dedikleri
şeyler, moleküller ve daha büyük boyutlu olan varlıklarla, belli bir boyutu
olmayan ve enerji sinyallerinden oluşan atom-altı-öğeler alemi öğeleridir.
İnsanların anlamak istedikleri kavramların başında ALLAH vardır. Allah doğayı yaratan olarak tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı gösterilirse, ALLAH anlaşılır olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder