DOM (17)- Atalarımızın Doğa Anlayışı
İki asır öncesine
kadar devam eden süreçte insanlık oldukça monoton bir hayat sistemi içinde
yaşıyordu. Bu süreçte barut-tüfek gibi birkaç savaş aleti haricinde, insan yaşamını
etkileyen pek önemli bir gelişme olmamıştır. İnsanlık 5-10 bin yıl önceleri
edindiği ziraat bilgilerine göre, aynı tip mutfaklar kullanarak, aynı tür
ayinler, törenler yaparak yaşamıştır. Bu nedenle, 2 asır öncesine kadar
insanlığın yaptığı törenler, 3-4 bin yıl önceleri yapılan törenlere çok
benzerler ve insanlığın doğa ve hayat hakkındaki görüşlerini yansıtırlar.
Bu tür eski
töreler, etnografik araştırmacılar tarafından 1600-1800’lü yıllarda dünya
genelinde taranmış ve bizlere miras bırakılmıştır. Bu belgelerden yararlanarak
atalarımızın doğa ve dünyaya bakış açısını bugünün bilgileri ışığında
değerlendirmemiz mümkün olmaktadır.
Bu gibi binlerce
araştırmayı topluca değerlendirip bir sonuca bağlayan ise, bir İngiliz
antropolog ve sosyal bilim profesörü olan James George Frazer olmuştur. Frazer
(1890): The Golden Bough: A study of magic and religion.
Şimdi bu eserlerden yaralanılarak, atalarımızın doğa ve dünyaya bakışını ve
hayat anlayışını anlamamızı sağlayacak bazı önemli bilgiler aşağıda
bilgilerinize sunulacaktır.
Atalarımızın doğa-anlayışını öğrenmek neden çok önemli?
Atalarımızın doğa-anlayışını öğrenmek neden çok önemli?
Bebeklik süresinde, bebek dışarıdan gelen tüm sesleri, olayları, vs.
algılar, ama beyindeki «motor» devresi
henüz etkinleşmemiş olduğundan, tepki veremez. Bu nedenle sadece ağlayarak
tepki verir. Devam eden süreçte (6 yaşına kadar) 2-6 hertz frekanslı theta
dalgaları eklenir. Bu süreçte çocuğun çevre algılama ve tasarlama, hayal kurma
yetenekleri baskındır, çocuk çevrede olan biten her şeyi bir teyp gibi kayıt
eder. Çevresinde 3-4 farklı dil bile konuşulsa, o dilleri aksansız konuşmayı
öğrenir. 6 yaşına kadar çocuğun yaşadıkları bilinç-altı denilen sistemin
temelini oluşturur. Programlanmış davranışlardır, insanların temel
şartlanmışlıkları bu dönemdeki yaşam koşullarından kaynaklanır.
İnsanlara «Sizi kim yönlendiriyor?» diye sorduğunuzda, «Ben kendim
yönlendiririm» derler. Ama bir insanın davranışı iki farklı kaynaktan
yönlendirilmektedir: Biri, kişinin kendisinin sahip olduğu bilinç devresidir;
diğeri 6 yaş öncesi çocukluk döneminde çevresinde gördüğü insanlardan
kopyalanmış olan verilere dayalı bilinç-altı devresidir. Bilinç-altı, kişinin
hiçbir müdahalesi olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani
başka insanların düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir, kişi bu
davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış,
onlara göre şartlanmıştır. Bu iki farklı kaynağın insan hayatına etki oranı ise
şöyledir: Bilinç %5 veya daha az, bilinç-altı %95 veya daha fazla! (Lipton
2008).
Bu nedenle ana-babaların, komşuların ve tüm diğer çevre koşullarının
bilinç-altı dediğimiz ve biz gelişmiş insanların davranışlarını %95ten fazlasını
etkileyip-yönlendiren bu faktöre dikkat etmesi çok ama çok önemlidir.
Toplumların kalkınmış veya geri-kalmışlıkları tamamen bu ilk-6 yaş evresine
bağlıdır. Çocuğunuza söylediğiniz «sen …
olacaksın, sen aptalsın, vs.» gibi her şey bilinç-altına yerleşir ve
çocuğunuzun kendi genetik yeteneklerine uygun olarak gelişmesine, kişiliğini
bulmasına engel olur. Doğadaki dinamik sistemli oluşumu bilmeden, statik
sistemli gelenek ve göreneklere göre yetiştirilen insanlar, asla kendi
kişiliklerine sahip değillerdir; onlar başkalarının kişiliklerinin kopyalanmış
halleriyle yaşayan zavallılardır.
Yetenekleri yok edilmiş, kısırlaştırılmış zavallılar; geri kalmış
ülkelerin geri kalmışlığının en temel nedeni!
Çocukların bilinç-altı sistemi özellikle annelerin hayat görüşüne göre
oluşturulur. Ülkemizdeki anaların çoğunluğu ise sadece gelenek ve göreneklere,
yani başkalarından kopyalanmış davranışlara göre davranmak zorundadırlar.
Bu nedenle gelenek ve göreneklerimizi devraldığımız atalarımızın doğa
anlayışlarını iyi bilmek zorundayız. Ancak o zaman, zihniyetimizde nelerin
tekrar gözden geçirilmesi ve düzeltilmesi gerektiğini fark edebiliriz.
RUH NEDİR, NASIL YORUMLANMIŞTIR? (1. Kısım)
Eski çağlarda yaşayan insanlar hayat dediğimiz canlılık belirtisini nasıl yorumlamışlardır?
İnsanlar doğadaki
hareketliliğin varlıkların içlerinde bulunan kuantsal öğeler tarafından
başlatıldığını bilmemekteydi ve hala da bilmemektedir. Bu nedenle “can, ruh”
kavramlarının anlaşılabilinmesi için, önce şu 2 temel makalenin okunması
şarttır:
►1: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
►2: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2016/09/enerjinin-kokeni-ve-kuantum-kavramnn.html
Ama şu 2 makalenin de okunması işleri epey kolaylaştıracaktır:
4: Dinamik sistemler fiziği: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
Bu dosyalar
okunduktan sonra, atalarımızın doğa anlayışını anlamaya geçebiliriz.
İlk önce, Kurandan
iki ayet vererek RUH kavramının İslam inancında nasıl algılandığını görelim:
17. Sure (İsrâ
Suresi), 85. Ayet: “Ve sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki “Ruh Rabbimin
bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.”)
39. Sure (Zümer
Suresi), 42. Ayet: Allah (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde,
ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını
tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.
Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.
Şimdi dünyadaki
farklı toplumlardaki gelenek-görenekleri araştırarak, onların canlılık
belirtisi olarak tanımlanan “ruh” kavramını nasıl anladıklarını görelim.
Töreler toplumlarda yaygın hayat görüşünü yansıtırlar. Şimdi
çeşitli toplumlarda görülen törelerden örnekler vererek dünyamızın farklı
yörelerindeki insanların doğaya bakış açısını yansıtmaya çalışalım.
“Güney
Celebes'te (Endonezya’da bir ada), çocuk doğururken bir kadının ruhunun
kaçmasını önlemek için, ebe, gebe kadının vücuduna sımsıkı bir bant sarar. Bir
bedenin ruhu, doğar doğmaz kaçıp da kaybolmasın diye, Celebes'li Alfoer'ler,
doğum olmak üzereyken, evdeki her açıklığı, hatta anahtar
deliklerini bile dikkatle tıkarlar; duvarlardaki her yangı ve çatlağı
kapatırlar. Aynı zamanda, evin içindeki ve dışındaki bütün hayvanların
ağızlarını bağlarlar, içlerinden biri çocuğun ruhunu yutmasın diye.
Aynı nedenle, evdeki herkes, hatta annenin kendisi bile doğumun
başından sonuna kadar ağzını kapalı tutmak zorundadır.
Burunlarını da neden tutmadıkları sorusu ortaya atılınca —çocuğun ruhu
bunlardan birine girebileceğine göre— yanıt şu oldu: burun deliklerinden
soluk alındığı gibi verildiği için ruh daha bir yere
yerleşemeden soluk vermeyle dışarı atılır da ondan.” (Frazer 1890, Cilt1-
s. 123)
“Ruh, görünmeyen uçucu bir kuş olarak kabul
edilir. Kuşlar gibi, pirinçle cezb edilebilir. Sumatra'lı
Battalar arasında, bir erkek tehlikeli bir işten döndüğünde, başına pirinç taneleri
konur, bu tanelere “padiruma tondi”, yani "ruhu (tondi) evde tutacak
şey" denir. Celebes'te bir damadın
ruhunun evlenme sırasında uçup gitme
eğiliminde olduğu düşünüldüğünden onu kalmaya kandırabilmek için üzerine
renkli pirinç taneleri serpilir. Ve genellikle Celebes'teki şenliklerde,
onuruna şenlik yapılan kimsenin başına pirinç saçılır, bundan amaç, bu gibi
zamanlarda kıskanç cinler tarafından kandırılıp götürülmek gibi özel bir
tehlike içinde olan ruhu durdurmaktır. (Frazer 1890, s. 123- 124)
“Santallar
(Hindistanın doğusunda yaşayan bir halk), bir insanın uyuya kaldığını, ruhunun
çok susadığı için bir kertenkele
şeklinde bedenini terk ettiğini ve su içmek için bir su testisine girdiğini anlatır. Tam o sırada testinin
sahibi testinin ağzını kapatır ve ruh bedene dönemediği için
adam ölür. Adamın arkadaşları cesedi
yakmaya hazırlanırlarken "birisi su almak için testinin tıpasını, açar. Kertenkele böylece kaçar ve ruh bedene
döner, adam da hemen canlanır, ayağa kalkar ve arkadaşlarına neden
ağladıklarını sorar. Arkadaşları kendisini öldü sandıklarını ve cesedini yakmak üzere olduklarını söylerler. Adam su almak için
bir kuyuya indiğini, fakat
çıkmakta zorluk çektiğini, henüz döndüğünü söyler onlara. Böylece hepsi görmüşlerdir bunu. (Bastian 1884,
s.127)”
“Uyuyan bir insanın ruhunun vücuttan çıkıp
gerçekte düşünde gördüğü yerleri
ziyaret ettiği varsayılır. Fakat ruhun bu yokluğunun birtakım tehlikeleri vardır, çünkü herhangi
bir nedenle vücudun dışında
alıkonursa, kişi, ruhtan yoksun olduğu için ölecektir. Birçok şey, uyuyan
kimsenin ruhunu alıkoyabilir. Örneğin onun ruhu, uyuyan başka bir kimsenin ruhuyla
karşılaşıp iki ruh kavgaya tutuşabilir;
Gineli bir zenci sabahleyin kemikleri sızlayarak uyanırsa, ruhunun uykuda bir başka ruh tarafından dövüldüğünü düşünür. Ya da henüz ölmüş bir kimsenin ruhuyla
karşılaşabilir ve onun tarafından kaçırılmış olabilir; bundan dolayı,
Aru Adalarında ev halkı ölümden sonraki
gece evde yatmaz, çünkü ölen kimsenin ruhunun hâlâ evde olduğu' varsayıldığından düşte onunla
karşılaşmaktan korkarlar.” Frazer
1890, s. 124)
“Bir insanın ruhunun vücudunu/terk etmesi
için onun uykuda olması gerekmez. Uyanık olduğu saatlerde de onu terk edebilir,
sonunda insan hastalanır ya da (yokluk uzarsa) ölür. Bu yüzden Moğollar
hastalığı bazen hastanın ruhunun yokluğuyla açıklarlar, ruh ya bedenine dönmek
istemiyordur ya da dönüş yolunu bulamamıştır. Bu nedenle ruhun vücuda dönüşünü
sağlamak için bir yandan vücudu olabildiğince çekici yapmak, öte yandansa ona
dönüş yolunu göstermek gerekir. Vücudu çekici bir görünüme getirmek için hasta
insanın bütün en iyi giysileri ve en değerli eşyaları yanına konur; yıkanır,
tütsüler yakılır ve olabildiğince çekici duruma getirilir; bütün arkadaşları,
hastanın adını seslenerek ve ruhunu dönmeye çağırarak kulübenin çevresinde üç
kez dönerler. Ruhun yolunu bulmasına yardım etmek için hastanın başından
kulübenin kapısına kadar renkli bir ip gerilir. Rahip, özel giysileri içinde
bir sürü korkutucu şeyler okur, ruhların uğrayabileceği ve onları bedenlerinden
uzaklaştırabilecek tehlikeleri sıralar. Sonra hastaya ve çevresinde toplanmış
olan arkadaşlarına dönerek "Geldi mi?" diye sorar. Herkes Evet diye
yanıt verir ve geri dönen ruhun önünde eğilerek hasta adamın üzerine tohum
serperler. Bundan sonra, ruha yolunu gösteren ip toplanır ve hastanın boynuna
sarılır, hasta yedi gün hiç çıkarmaksızın takacaktır bunu. Vücuduna henüz
alışmamış olan ruhu tekrar kaçmasın diye hiç kimse hastayı korkutamaz ya da
incitemez (Bastian 1884).”
“Ruhun gidişi her zaman isteyerek olmaz.
Hayaletler, cinler ya da büyücüler tarafından kendi isteği dışında bedenden
ayrılabilir. Bundan dolayı, Burma'lı Karenler, evin önünden bir cenaze alayı
geçerken, çocuklarını özel bir iple evin belli bir yerine bağlarlar, çocukların
ruhları bedenlerini terk edip geçmekte olan cesede girmesin diye. Cenaze
gözden kayboluncaya kadar çocuklar bağlı olarak tutulur (Cross 1854, s 311).”
HAREKETLİLİK NEDİR, NASIL YORUMLANMIŞTIR? (2)
Şimdi rüzgar gibi hareketli öğelerin de bir
ruhu olduğuna inanıldığını gösteren töreleri sıralayalım:
“Shetland denizcileri, rüzgârları
yönettikleri savında olan yaşlı kadınlardan hâlâ rüzgâr satın alırlar. Bugün
Lervick'te rüzgâr satarak geçinen kadınlar var hâlâ (Frazer 1890, s.29)”.
(Frazer eserini 1890da bastırdığına göre, o zamanlarda dualarıyla
rüzgar-tanrısıyla ilişki kurduğuna inanılan
insanlar varmış!)
Rüzgarı kontrol edebilen insanlar olduğu
inancı Shakespeare zamanına kadar sürmüş olmalıdır, çünkü Macbeth’de şöyle bir
sahne vardır:
İKİNCİ CADI - Domuz öldürüyordum.
ÜÇÜNCÜ CADI -Ya sen kardeş?
BİRİNCİ CADI - Bir gemici karısının
kucağında kestaneler vardı, ağzını şapırdata şapırdata yiyip duruyordu.
"Bana da ver" dedim. Çöplük yosması, "Hadi oradan cadı!"
diye haykırdı. Kocası Kaplan gemisinin süvarisi, Halep'e gitmiş; ama ben de bir
eleğe binip arkasından gideceğim. Hem de kuyruksuz fareler gibi. Yapacağım bu
işi, yapacağım da yapacağım.
İKİNCİ CADI - Sana bir rüzgâr
vereyim.
BİRİNCİ CADI - Sağ olasın.
ÜÇÜNCÜ CADI - Ben de bir tane daha.
BİRİNCİ CADI - Başka ne gerekirse hepsi
bende var; estikleri bütün limanlar, gemici haritasında raslanan bütün yönler.
Onu saman gibi kupkuru kurutacağım. İnik göz kapaklarına uyku, ne gece girecek,
ne gündüz. Yaşamını ilençlenmiş insanlar gibi geçirecek. Dokuz kez dokuz hafta
geçerken o süzülecek, eriyip canı çekilecek. Gemisi batmasa bile fırtınadan
fırtınaya düşecek. Bak, bende ne var!
İKİNCİ CADI - Göster bakayım, göster
bakayım!
BİRİNCİ CADI - Ülkesine dönerken batan bir
kaptanın baş parmağı.
“Omaha'da Rüzgâr klanı sivrisinekleri
kovacak bir rüzgârı başlatmak için battaniyelerini havada sallarlar. Bir Haida
Kızdderilisi serin bir rüzgâr istediğinde, oruç tutar, bir kuzgun vurur, ateşin
üzerinde üter ve deniz kenarına giderek yanık tüyleri, rüzgârın esmesini
istediği yönde denizin yüzeyine dört kez süpürür. Sonra da kuzgunu arkasına
fırlatır, fakat daha sonra tekrar yerden alır ve bir ladin ağacının dibine,
yüzü istenen rüzgara dönük oturur durumda yerleştirir. Bir sopa ile gagasını
açık durumda tutarak, birkaç günlüğüne serin bir rüzgar ister (Frazer 1890,
s.27)”.
New Britain'de bir büyücü belli bir
yönden rüzgâr estirmek isterse, devamlı şarkı söyleyerek havaya yanmış kireç
serper. Daha sonra çevresinde zencefil dalları sallar, havaya fırlatır ve
yeniden yakalar. Bundan sonra, kireç tozunun en kalın olarak düştüğü noktada bu
dallarla bir ateş yakar, şarkı söyleyerek ateşin çevresinde dolanır. Son olarak
külleri toplar ve suyun yüzüne serper. Frazer 1890, s.28)”
“Hotanto'lar
rüzgârın yavaşlamasını istediklerinde, en kalın
derilerinden birini alıp bir kazığın ucuna
asarlar, rüzgârın eserek deriyi aşağı indirmeye çalışırken bütün gücünü yitireceğine ve dineceğine
inanırlar. Avusturya'nın bazı
bölgelerinde büyük bir fırtına sırasında pencereyi açıp dışarıya avuç
dolusu yiyecek, saman ya da tüy atarak rüzgâra "Al, bütün bunlar senin, dur artık!" demek töredendir.
Kuzey-Batı
rüzgârları, buzları" kıyıda fazla uzun tuttuğu, yiyeceklerin giderek
azaldığı zamanlarda Alaska Eskimoları rüzgârı
yatıştırmak için bir tören yaparlardı.
Sahilde bir ateş yakılır, erkekler çevresinde toplanır ve şarkı söylerlerdi. Daha sonra yaşlı bir adam ateşe
doğru yürür ve tatlı, yumuşak bir
sesle rüzgâr şeytanını ateşin altına girip kendini ısıtmaya çağırırdı. Şeytanın gelmiş olduğu
varsayıldığı bir zamanda, yaşlı
bir adam, orada bulunanların hepsinin elbirliğiyle doldurduğu bir kova
suyu ateşin üzerine dökerdi ve hemen arkasından ateşin bulunduğu noktaya bir ok yaylım atışı yapılırdı.
Şeytanın, kendisine bu kadar
kötü davranıldığı bir yerde kalmayacağını düşünürlerdi. Etkiyi daha da artırmak için tüfeklerle çeşitli yönlere
ateş edilirdi. (Frazer 1890, s.29)”.
“Bir kez daha yineleyelim: yabanıl,
rüzgârı estirebileceğini ya da dindirebileceğini sanır. Bir Yakut, gün çok
sıcaksa ve gideceği daha uzun bir yol varsa, rastlantıyla bir hayvanın ya da
bir balığın içinde bulduğu bir taşı alır, üzerine bir at kılını birçok defa
dolar ve onu bir sopanın ucuna bağlar. Sonra da bir büyü söyleyerek sopayı
havada sallar. Az sonra serin bir yel esmeye başlar.”
Herodotos şöyle bir olay anlatır: “bir zamanlar Psylli
ülkesinde (bugünkü Tripoli) Sahra'dan
esen bir rüzgar bütün su sarnıçlarını kurutmuştu. Bunun üzerine halk bir
araya toplanıp danıştıktan sonra güney rüzgarına savaş açarak tek vücut halinde
üzerine yürüdü. Ama çöle girdiklerinde, sam yeli onları püskürttü ve tek
adam kalıncaya kadar kumlara gömdü
onları.” (Frazer
1890, 1, s.32)
Doğu Afrika Bedevileri üzerine hala anlatılır: "bir
kasırga tozu dumana katarken ortalığı, peşinde mutlaka ucu çatallı hançerlerini çekmiş, şiddetle esen
kudurmuş rüzgara bindiği düşünülen kötü ruhu uzaklaştırmak için hançerlerini
toz sütununa saplayan bir yığın vahşi de vardır."!"
Aynı şekilde, Avustralya'da, yerli siyahlar, bir çöl
bölgesini bir uçtan bir uca hızla geçen koskoca kızıl kum sütunlarının
oradan geçen ruhlar olduğuna inanırlar.
Bir defasında bir siyah delikanlı bu hareketli sütunların arkasından koşup
bumeranglarla öldürmek istemiştir. İki üç saat koştuktan sonra yorgunluktan
bitkin durumda geri döndü ve Koochee'yi (şeytanı) öldürdüğünü söyledi, ama
Koochee ona hırlamış, nerdeyse ölecekmiş. Bu toz sütunlarına saldırılmadığı
yerlerde bile onlara hala korkuyla bakılmaktadır.
Hindistan'ın bazı bölgelerinde, onların Ganj'da yıkanmaya
giden bhııst'lar olduğu varsayılmaktadır. California Kızılderilileri onların
göksel ülkelere çıkan mutlu ruhlar
olduğunu düşünürler .
Breton köylüleri aniden patlayan bir rüzgar çayırda
otları havaya savurduğunda, şeytanın otları kaldırıp götürmesini önlemek için bir bıçak ya da
tırmık fırlatırlar ona. Alman köylüleri,
içinde bir büyücü ya da kötü bir ruh
taşıdığı için kasırgaya bıçak ya da şapka savururlar. (Frazer 1890, 1,
s.33)
3-YAĞMUR DUALARI & TÖRENLERİ
Günümüz doğa-bilimleriyle uzun süreden beri tanış olan okurlara, ilkel insanın, doğa güçlerini yönetebileceğine olan
inancı yabancı gelecektir.
Ama
ilkel insan, yağmur, güneş, rüzgar gibi
doğal olaylardan öyle etkilenmektedir
ki, bu olayların yönlendirilmesi kendileri için hayati önem taşımaktadır. Peki
bu olaylar nasıl yönlendirilebilirdi? Kutsal özlü insanlar tasarlanarak!
Kutsal özlü insanların doğaüstü
güçlerini doğayla belli bir fiziksel yakınlıktan aldıklarına inanılırdı.
O kutsal ruhu içinde tutan bir “insan-tanrı” olarak düşünülürdü. Onun tüm varlığının, bedeni ve ruhunun,
dünyanın uyumuna öyle duyarlı bir
biçimde ayarlandığı, elinin bir dokunuşuyla ya da başını bir döndürüşüyle,
şeylerin evrensel çerçevesi içinde titreşen bir duygu dalgası gönderebildiği;
onun kutsal organizmasının, sıradan ölümlüleri hiç etkilemeyecek küçük
değişikliklere son derece duyarlı olduğuna inanılırdı.
Yağmur yağdırmayla başlayalım.
Rusya'da Dorpat yakınında bir köyde, yağmura
çok gereksinim olduğunda üç adam eski bir kutsal korulukta köknar ağaçlarına
tırmanırdı. Bunlardan biri, gök gürültüsünü taklit etmek için bir çekiçle bir
kazana ya da küçük bir fıçıya vururdu; ikincisi şimşeği taklit etmek için yanar
iki odun parçasını birbirine sürter, kıvılcımlar çıkarırdı;
"yağmurcu" diye adlandırılan üçüncüsüyse bir demet ince da1la bir
kovadan sular serperdi her yana. Bu bir
duygusal büyü örneğidir; arzulanan olayın,
onu taklit yoluyla meydana getirildiği
varsayılmaktadır. Yağmur çoğunlukla böyle taklitle yağdırılır.
Yeni Gine'nin batısında büyük bir ada olan
Halmahera'd~ (Gilolo), bir büyücü özel türden bir ağaç dalını suya daldırmak ve
bununla çevreye su serpmek yoluyla yağmur yağdırır."
New Britain'de yağmurcu, kırmızı ve yeşil
çizgili bir sarmaşığın yapraklarını bir muz yaprağına sarar, bunu suyla ıslatır
ve yere gömer; sonra ağzıyla yağmur sesi çıkarır."
Kuzey Amerika Omaha Kızılderilileri
arasında, ürün, yağmursuzluktan kurumaya yüz tutunca, kutsal Buffalo
Topluluğunun üyeleri büyük bir kabı
suyla doldurur ve çevresinde dört kez dans ederek döner. Biri, suyun birazını
ağzına alır ve havaya püskürtür, İnce
ince yağan bir yağmuru taklit eder. Sonra kabı sarsalar, suyu yere döker; bunun
üzerine, dans edenler yere atılıp suyu içerler sonuna kadar, yüzleri gözleri
çarnur içinde kalır. Son olarak, suyu
havaya püskürterek ince bir sis oluştururlar. Böylece ürün
kurtarılmış olur.
Avustralya
Wotjobaluk'lan arasında yağmurcu, kendi saçından bir tutarnı suya batırır,
sonra bu suyu emer ve batıya doğru püskürtürdü, ya da ıslak saç tutarnını
başının çevresinde döndüerek yağmur taklidi yapardı.38 Ağızdan su fışkırtmak
Batı Afrika'da da bir yağmur yağdırma yoludur." Bir başka usul de özel bir
taşı suya daldırmak ya da üzerine su serpmektir.
Kuraklık zamanında Servian'lar bir genç kızı soyarlar, başından
ayağına kadar, yüzü bile gizlenecek şekilde,
ot, yeşillik ve çiçeklerle örterler. Böylece kılık değiştiren kıza Dodola denir; bir grup genç kızla birlikte' köyün içinde dolaşır. Her evin önünde dururlar, Dodola dans eder, öteki kızlarsa onun etrafını çevirerek Dodola şarkılarından birini söylerler, evin kadını da kızın başından aşağı bir kova su döker.
ot, yeşillik ve çiçeklerle örterler. Böylece kılık değiştiren kıza Dodola denir; bir grup genç kızla birlikte' köyün içinde dolaşır. Her evin önünde dururlar, Dodola dans eder, öteki kızlarsa onun etrafını çevirerek Dodola şarkılarından birini söylerler, evin kadını da kızın başından aşağı bir kova su döker.
Söyledikleri şarkılardan biri şöyledir:
Biz köyden geçeriz
Bulutlar gökyüzünden geçer
Biz hızlanırız, .-
Bulutlar da hızlanır;
Bize yetişirler,
Bize yetişirler,
Ürünü ve bağları ıslatırlar.
Bazan insanlar yağmur tanrısını yağmur
vermeye zorlamaya çalışırlar. Çin'de kağıttan ya da odundan yapılmış, yağmur tanrısını
temsil eden kocaman bir ejder, törenle çevrede gezdirilir; ama bunun sonucunda
yağmur gelmezse, ejdere sövülür sayılır ve parça parça edilir."
Bazan tanrıların acımasına sığınılır. Ürünleri
susuzluktan
yanarken, Zulular bir "göksel-kuş" arar, onu
öldürür ve bir su birikintisinin içine atarlar. O zaman gökler, kuşun ölümüne duyduğu acıdan erir; "yağmur yağdırarak feryat eder, ölünün arkasından ağıtlar yakar."
öldürür ve bir su birikintisinin içine atarlar. O zaman gökler, kuşun ölümüne duyduğu acıdan erir; "yağmur yağdırarak feryat eder, ölünün arkasından ağıtlar yakar."
Öteki halklar gibi Yunanlılar ve Romalılar da, dualar ve tören alayları etkisiz kaldığında, büyüyle yağmur yağdırma yollarını aramışlardı. Örneği Arkadia'da, ürünler ve ağaçlar susuzluktan yanıp kavrulduğunda, Zeus rahibi Lycaeus Tepesindeki bir kaynağa bir meşe dalı daldırırdı. Böylece yüzü dalgalanan su bir bulut gönderir
gökyüzüne, çok geçmeden bir yağmur dökülürdü bu buluttan yeryüzüne.
(4) TAHIL-RUHU
NE DEMEKTİR?
Bir insana canlılık veren ruhun çocukluk-gençlik-yaşlılık dönemleri
geçirmesi gibi, bitkilere canlılık veren ruhun da gelişim evreleri olduğuna
inanılır.
Ruh, canlılık veren faktör olarak algılanmıştır. Canlılığın da
insanlarda ve hayvanlarda bir doğum-ölüm döngüsü içinde olduğu görüldüğünden,
bitkileri oluşturucu bu canlılık faktörünün de doğup öldüğü varsayılmıştır. Bu
nedenle AĞAÇ RUHU, TAHIL-RUHU gibi ürün oluşturucu bir faktörün, sonbaharda
öldüğü, ilkbaharda tekrar canlandığı yaygındır ve toplumlarda buna yönelik törenler oluşturulmuştur.
Bu nedenle,
ilkbaharda tahıl-ruhunun güçlenmesi ve bol ürün vermesi bahar şenlikleri,
sonbaharda ise öldürülerek, yeniden doğabilmesi olanağının oluşturulması için
hasat törenleri yapılması yaygın bir gelenektir.
Tahıl ruhunun
tarlada ürün (bitki) içinde olduğu düşünülmüştür. Hasat yapılıp, ürün
biçildikçe, bu ruhun tarladaki henüz biçilmemiş tarafa doğru göç ettiği
tasarlanmıştır. Bu nedenle biçme işinin sonuna yaklaşıldığında, bir mola
verilir. Kalan tarla, biçici sayısı kadar eşit parçaya bölünür ve bir yarış
başlatılır. Hiç kimse en son demeti kesen olmayı istemez; çünkü yaşlanmış
tahıl-ruhunun en son demeti bağlayan kişiye geçtiğine inanılır. Bu yaşlanmış
tahıl-ruhu “yaşlı kadın, yaşlı adam, (köpek, kurt, tavuk, domuz) vs.” olarak
adlandırılır ve en son demeti bağlayana “yaşlı kadını sen aldın” denir.
“Çoğu kez de son demete Yaşlı kadın ya da Yaşlı Adam denir. Almanya’da, bir
kadın şekli verilir ve kadın giysileri giydirilir, onu biçen ya da bağlayan
kişinin “Yaşlı Kadını aldığı” söylenir. Schwaben- Altesheim’da bir çiftliğin
bir şerit dışında bütün ürünü biçildiğinde, bütün orakçılar bu şeritin önünde
bir sıraya dizilirler; her biri kendi payına düşeni hızla biçer, son ekini
biçen “Yaşlı Kadını alır”. (Mannhardt 1884, s. 321)”
“Mannhardt'ın da belirttiği gibi, bu törenler de son demetin adıyla çağrılan ve
son arabada onun yanında oturan kişi besbelli onunla özdeşleştirilmektedir;
erkek ya da kadın, son demet içinde yakalanan tahıl-ruhu temsil etmektedir;
başka bir deyişle, tahıl-ruhu ikili olarak temsil edilmektedir, bir insanla ve
bir demetle." Kişinin demetle özdeşleştirilmesi, son demeti biçen ya da
bağlayan kişinin onun içine sarılması töresiyle daha da açık hale gelmektedir.
Örneğin Silezya, Hermsdorf’ta, son demeti bağlayan kadını demetin içine
bağlamak bir zamanlar bilinen bir töreydi. Bavaria, Weiden'de, son demetin
içine bağlanan kişi onu bağ yapan değil biçen kişidir. Burada ürünün içine
sarılan kimse tahıl-ruhu temsil ediyor, tıpkı dallara ya da, yapraklara
sarılan kişinin ağaç-ruhu temsil edişi gibi. (Frazer 1890, s. 332)”
Ağaç-ruhun
bitkiler, sığırlar hatta kadınlar üzerinde gösterdiği varsayılan aynı
bereketlendirici etki tahıl-ruhta da varsayılır. Örneğin, onun bitkiler
üzerinde varsayılan etkisi (tahıl-ruhunun her zaman içinde bulunduğu
varsayılan) son demetin danelerinden bazılarının alınıp baharda genç daneler
içine saçılması uygulamasıyla gösterilir. Sığırlar üzerindeki etkisi, son
demetin saplarının, açıkça iyi beslenmeleri amacıyla sığırlara verilmesiyle
gösteriliyor. (Fazer, 1890)
Şimdi bir-kaç
asır öncelerine kadar insanların neden bir “bereket” verici ilahi bir güç
sistemine inandıklarını daha iyi anlamak için, bir-kaç bin yıl öncesine gidelim
ve 2-3 bin yıl öncelerinde Ege-Bölgesi toplumlarının doğa ve dünyamız hakkındaki görüşlerine
bakalım.
Yunan mitolojisinde tarımın, bereketin, mevsimlerin
tanrıçası Demeter’dir. Tanrılar tanrısı Zeus ile evliliğinden Persephone (Romalılarda Proserpina) adlı kızı doğmuştur. Bir gün Persephone
arkadaşları ile tarlada çiçek toplarken çayır birden ikiye yarılır ve yeraltı
tanrısı Hades, yeryüzüne çıkar. Aşık olduğu Persephone'u
yeraltına kaçırır.
Demeter kızını
aramak için yollara düşer ancak onu hiçbir yerde bulamaz. Üzüntüsü öyle büyük
olur ki hayata küser, Olympos’tan kaçar, yüreği sızlayarak ıssız bir yere çekilir.
Onun küsmesiyle toprağın bereketi kalmaz, insanlar kıtlık tehlikesine
uğrarlar.
Zeus Demeter’e
yalvarır, ama Demeter yalvarmalara kulak vermez. Bütün yalvarmalarının boşa
gittiğini gören Zeus, en sonunda Persephone’nin yılın üçte ikisini yani çiçek
açma ve meyve zamanını, anası Demeter’in, geri kalan üçte birini, yani kışı da
kocası Hades’in yanında geçirmesini kararlaştırır. Böylelikle toprağa yeniden
bereket gelir. Persephone her yeryüzüne çıktığında, Demeter yeryüzüne baharı
getirir.
Her çiftliğin
kendi Tahıl-anası ya da Yaşlı Kadın'ı veya Genç Kız'ı vardır; çocuk, gelecek yılın ürününü temsil etmek
üzere ortaya çıkıyor; buna doğallıkla bu yılın ürününün çocuğu olarak bakılabilir,
çünkü gelecek yılın ürünü ancak bu yılın hasatının tohumundan ortaya
çıkacaktır. Öyleyse Demeter bu yılın olgun ürünü, Persephone ise ondan elde edilen ve baharda tekrar
görülmek üzere sonbaharda ekilen tohum-tahıldır. Persephone'nin yeraltı
dünyasına inişi tohumun ekilişinin söylencesel bir anlatımı olmalıdır; baharda
yeniden ortaya çıkışı ise genç tahılın filiz vermesini anlatacaktır. Böylece
bu yılın Persephone’u gelecek yılın Demeter’ i olur, bu da söylencenin ilk
şekli olmalıdır.
Dinsel düşüncenin
ilerlemesiyle birlikte, tahıl artık bir
yıl içinde bütün bir doğum, büyüme, üretme ve ölüm çevriminden geçen bir varlık
olarak değil, ölümsüz bir tanrıça ile kişileştirilir duruma gelince,
tutarlılık, iki kişiden birinin ananın veya kızının kurban edilmesini
gerektirir.
Fakat tahılın ana
ve kız olarak ikili anlaşılışı, halkın kafasında mantıkla sökülüp atılamayacak
kadar eski zamanda ve derinde kök salmıştı, bunun için de yeniden biçimlenmiş
olan söylencede hem anaya hem de kıza bir yer bulmak zorunluydu. Bu da,
Demeter, kızının her yıl yeraltında kaybolmasına ağlayan, baharda ortaya
çıkısına sevinen tahıl ananın biraz karanlık ve iyice belirgin olmayan rolünü
oynamaya bırakılırken, Persephone’a sonbaharda ekilen ve ilkbaharda filiz
veren tahıl rolü verilerek yapıldı.
Böylece, biçim
değiştirmiş olan söylence, biri bir yıl doğan ve ertesi yıl kendi ardılını
doğuran kutsal varlıkların düzenli bir biçimde birbirinin yerine geçmesi
yerine, biri her yıl yeraltında kaybolan ve sonra yeniden ortaya çıkan,
ötekiyse uygun zamanlarda ağlamaktan ve sevinmekten başka yapacak bir şeyi
olmayan iki kutsal ve ölümsüz varlık anlayışını sergiler. (Frazer, 1890, s.309)
5-BÜYÜ NEDİR?
İnsan
beyninin, bilgi oluşturmaya önem veren bir yapısallaşması vardır. İnsanlığın
hangi zamanda ne tür bilgilere ulaştığı, http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/5937e34256cf4e5_ek.pdf?dergi=JEOLOJ%DD%20M%DCHEND%DDSL%DD%D0%DD%20DERG%DDS%DD
adresli yayında görülebilir.
İnsanların bilgisi arttıkça, doğanın uçsuz
bucaksız olduğunu, onun yanda kendisinin ne kadar küçük ve zayıf olduğunu
görür.
Doğadaki etkileyici
– yönlendirici güç sistemini STATİK, yani sabit ve değişmez yasalara uygun
hareket eden bir güçler sistemi olarak gören atalarımız, kendisinin zayıf ve
küçük olduğunu hissederken, o dev doğa makinesini kontrol eden varlıkları çok
büyük ve güçlü sanmaktadır!
Halbuki doğa dev
gibi büyük doğa makinelerince değil, kuantsal sistem denilen atom-altı-öğeler
dünyasınca yönlendirilmektedir.
Gerek toplumsallaşmayı ilk başlatan Sümer,
gerekse Eflatun gibi felsefi düşüncelerin ilk temellerinin atıldığı belgelerde,
10-11 bin yıl öncelerinin insanlarının iki farklı insan tipinden söz ettikleri
görülür; Biri sıradan insanlar, diğeri kutsal veya tanrı-insanlar.
Hatta Sümer belgelerinde, sıradan
insanların Tanrı-insanlara hizmet etmek için yaratıldıkları yazılıdır. Bu inanç
1-2 bin yıl öncelerine kadar insanlar aleminde egemen olmuştur.
Kutsal veya tanrı-insanlar, doğa-üstü
güçlere sahiptirler, insanlar zorluklarla karşılaştıklarında, bu kutsal
kişilere yalvararak sorunlarının çözümünü beklerler.
Eski çağlardaki krallar genellikle aynı
zamanda rahip olarak görülmüşlerdir. O çağlarda bir kralın çevresindeki
kutsallık aylası hiç de boş bir söz değil, ciddi bir inancın ifadesiydi.
Krallar, birçok durumda yalnızca rahip olarak değil, yani insanla tanrı
arasında bir aracı olarak değil, genellikle insanın elinin uzanamayacağı bir
yerde olduğu varsayılan ve ancak insanüstü ve görünmez varlıklara sunulan dua
ve kurbanlarla ulaşılabilen iyilikleri kullarına ve kendine tapınanlara
verebilecek TANRILAR olarak saygı görürlerdi.
Dolayısıyla tanrılardan, mevsimi gelince
yağmuru yağdırması, güneşi açtırması, ürünü olgunlaştırması vb. beklenirdi.
Bir yabanıla göre, dünya çoğunlukla
doğaüstü güçlerce, yani tepilere ve nedenlere kendi malıymış gibi hükmedebilen;
kendisi gibi, acımalarına, korkularına ve umutlarına başvurulardan
etkilenebilen kişisel varlıklarca yönetilir. Dualar, söz vermeler ya da
korkutmalar, kendisine tanrılardan iyi hava ve bol ürün sağlayabilir; ve kimi
zaman inandığı gibi, bir tanrı kendi kişiliğinde bedenleşecek olursa, o zaman
daha yüksek bir güce başvuru gereksinimi duymaz; o, yani yabanıl, kendi
mutluluğunu, yakınlarının mutluluğunu daha da ileri götürmek için gerekli bütün
güçlere sahiptir.
İlkel insanda, tinsel güçlerle dolu bir
dünya görüşüyle yan yana, bir başka kavram daha vardır: çağdaş doğa yasası kavramının,
ya 'da doğayı hiç değişmeyen bir düzen içinde, kişinin karışması olmaksızın
gelişen olaylar dizisi olarak alan görüşün ilk' tohumunu bu kavramda
bulabiliyoruz. Sözünü ettiğim tohum, çoğu boşinan dizgelerinde büyük bir rol oynayan,
duygusal büyü diyebileceğimiz şeyde bulunmaktadır. Duygusal büyünün
ilkelerinden biri, herhangi bir etki, onu taklit ederek elde edilebilir
ilkesidir. Birkaç örnek verelim buna. Eğer birini öldürmek istiyorsanız onun
bir imgesini yaratır ve yok edersiniz; insanın, kişiyle onun imgesi arasındaki
yakınlık (sempati) yoluyla, imgeye yapılan zararı sanki kendi bedenine yapılmış
gibi hissettiği ne ve imge yok edilirse kendisinin de aynı zamanda yok olması
gerektiğine inanılır.
Fas'ta, ayağına kırmızı bir paketçik
bağlanmış bir kümes hayvanı ya da güvercin görürsünüz bazan. Paketçiğin içinde büyü
vardır, büyü kuş tarafından devamlı oradan oraya götürülünce, büyü yapılan erkek
ya da kadının kafasında da devamlı bir huzursuzluğun olacağına inanılır.
Kamboçya’lı bir balıkçı ağlarını atıp
topladığında hiçbir şey yakalayamca, çırılçıplak soyunur, biraz uzaklaşır
oradan, dönüşte sanki görmemiş gibi ağının üzerinde dolaşır, bilerek yakalanır
ağlara ve bağırmaya başlar, "Hey! Nedir bu? Yoksa ağa mı yakalandım?"
Bundan sonra ağ balık kaçırmayacaktır artık.
Sumatra’nın iç bölgelerinde pirinç kadınlar
tarafından ekilir; kadınlar pirinci ekerken saplar kalın ve sağlam olsun, bol
ürün taşısın dıye saçlarını sırtlarına upuzun bırakırlar.
Bir insanla saçı ya da tırnağı gibi onun
bedeninden kesilmiş, koparılmış bir şey arasında büyülü bir yakınlığın
bulunduğuna inanılır; o kadar ki bu saçı ya da tırnağı
eline geçiren kişi, bunların kesildiği kişi üzerinde ne kadar uzakta olursa olsun, iradesini kullanabilir. Bu boşinan bütün dünyada yaygındır. Dahası, söz konusu yakınlık dostlar ve akrabalar arasında da vardır özellikle zor zamanlarda. Dostları balıkta, avda ya da
savaştayken geride kalmış kimselerin nasıl davranacağını düzenleyen ayrıntılı kurallar buna dayanır. Evde kalan kimse bu .kuralları bozarsa, uzaktaki kişinin başına, kuralın bozulma biçimine bağlı olarak kötü bir şey geleceğine inanılır. Bu yüzden de, Laos'ta bir fıl avcısJ ava çıkarken, karısına kendisi yokken saçını kesmemesini ya da bedenini yağlamamasını
tembih eder; çünkü eğer saçım keserse fıl ağları koparacak bedenini yağlarsa ağların içinden sıyrılıp kaçacak demektir.
eline geçiren kişi, bunların kesildiği kişi üzerinde ne kadar uzakta olursa olsun, iradesini kullanabilir. Bu boşinan bütün dünyada yaygındır. Dahası, söz konusu yakınlık dostlar ve akrabalar arasında da vardır özellikle zor zamanlarda. Dostları balıkta, avda ya da
savaştayken geride kalmış kimselerin nasıl davranacağını düzenleyen ayrıntılı kurallar buna dayanır. Evde kalan kimse bu .kuralları bozarsa, uzaktaki kişinin başına, kuralın bozulma biçimine bağlı olarak kötü bir şey geleceğine inanılır. Bu yüzden de, Laos'ta bir fıl avcısJ ava çıkarken, karısına kendisi yokken saçını kesmemesini ya da bedenini yağlamamasını
tembih eder; çünkü eğer saçım keserse fıl ağları koparacak bedenini yağlarsa ağların içinden sıyrılıp kaçacak demektir.
6-KUTSALLIK NE DEMEK?
İnsanların doğaya uyumlu yaşayabilme
çabalarırıa göre din ve gelenekler oluşmuştur.
Frazer’in (1890), dinlerin ve geleneklerin
köklerinin araştırılmasına yönelik eski çalışmalardan derlediği bilgileri
tanıtmaya devam edelim:
İlk insanlar toplumlarda kralın ya da rahibin .çoğu kez doğaüstü güçlerle donatılmış biri,
ya da bir tanrının bedenleşmiş biçimi olduğuna inanırlar; bunun sonucu olarak
da doğanın gidişinin az çok onun kontrolü altında olduğunun varsayarlar. Kötü
havadan, ürünün iyi olmamasından ve buna benzer felaketlerden onun sorumlu
tutulduğuna inanırlar. Öyle görünüyor ki, kralın doğa üzerindeki gücünün,
uyruğu ve köleleri üzerindeki gücü gibi, istençli belli edimler yoluyla
kullanıldığı varsayılmaktadır; dolayısıyla, eğer kuraklık, kıtlık, salgın
hastalık ya da fırtına gibi afetler ortaya çıkarsa, halk bu felaketi
krallarının savsaklamasına ya da günahına bağlar, onu uygun biçimde kırbaçla ya
da hapisle cezalandırır; bala yumuşamazsa tahttan indirir ya da öldürür.
Bununla birlikte bazan doğanın işleyişinin, krala bağlı olarak düşünülse de, kısmen onun istencinden bağımsız
olduğu varsayılır. Kişiliği, deyim yerindeyse, doğanın devingen merkezi olarak düşünülür, güç çizgileri bu merkezden göklerin dört
bir yanına yayılır; öyle ki, onun herhangi bir hareketi -başını çevirmesi, elini kaldırması doğanın herhangi bir parçasını anında etkiler ve ciddi biçimde rahatsız
eder. 0, dünyanın dengesinin bağlı olduğu destek noktasıdır; onun tarafındaki en küçük bir düzensizlik, hassas dengeyi bozar. Bu yüzden, hem kendisinin çok dikkatli olması,
hem de ona çok dikkat edilmesi gerekir; tüm yaşamı en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar öyle ayarlanmalıdır ki, onun istençli ya da istençsiz hiçbir 'hareketi doğanın yerleşik düzenini bozamasın ya da rahatsız edemesin, Bu
monarklar sınıfından olan Japonya'nın kutsal imparatoru Mikado ya da Dairi,
tipik bir örnektir. O, tanrılar ve insanlar da içinde bütün
evreni yöneten güneş tanrıçasının bedenleşmiş halidir; bütün tanrılar yılda bir kez ona saygı ziyaretinde bulunur ve bir ay onun sarayında kalırlar. "Tanrısız"
denilen bu ay süresince, terk edilmiş olduklarına inanıldığı için hiç kimse
tapınaklara gitmez. (Frazer 1890, 1, s 112)
Mikado'nun yaşam tarzının aşağıdaki
betimlemesi yaklaşık iki yüz yıl önce yazılmıştır:" (Yani 17. Asırda)
Bu aileden gelen prenslere, özellikle de
tahtta olanların çocuklarına, bugün bile kendilerinden kutsal kişiler ve
doğuştan Papa olarak bakılır. Bu yararlı
kavramların, uyruklarındaki kimselerin kafasından çıkmamasını sağlamak için de
kutsal kişiliklerine olağanüstü bir dikkat harcamak ve öteki ulusların
törelerine göre incelendiğinde gülünç ve uygunsuz görünebilecek şeyler yapmak
zorundadırlar. Bunlardan burada birkaç örnek vermek yersiz olmayacaktır.
İmparator, ayağının yere değmesinin saygınlığına ve kutsallığına çok aykırı bir
şey olduğunu düşünür; bu nedenle, bir yere gitmek istediği zaman, insanların
omuzlan üzerinde taşınması gerekir onun. Bedeninin her parçası öyle kutsal
sayılır ki, saçını, sakalını ya da
tırnaklarını kesemez. Bununla birlikte, çok fazla kirlenesin diye de onu
geceleyin, uyuyorken temizleyebilirler; çünkü, dediklerine göre, o saatte onun
bedeninden alınan bir şey ondan çalınmış olacak, böyle bir hırsızlık da onun
kutsallığını ya da saygınlığını bozmamış olacaktı. Eski zamanlarda, imparator
her sabah başına imparatorluk tacını giyip birkaç saat tahtında oturmak
zorundaydı; fakat tam bir heykel gibi: ellerini, ayaklarını, başını, gözlerini
hatta vücudunun hiçbir parçasını kımıldatmaksızın; çünkü, imparatorluğunda
barışı ve huzuru bu yolla sürdürebileceği düşünülürdü; kazara şu ya da bu yana
dönse, veya topraklarının herhangi bir parçasına doğru uzunca bir süre baksa,
ülkeyi yıkıma uğratacak savaş, kıtlık, yangın ya da herhangi bir felaketin
hemen yakında olduğundan korkulurdu. Fakat
daha sonraları, imparatorluk tacının bir güvenlik aracı olduğu, onun hareketliliğinin imparatorlukta barışı
koruyacağı anlaşılınca yalnızca iş
yapmamaya ve zevklere adanmış olan imparatorun kişiliğini bu ağır görevden
kurtarmanın uygun olacağı düşünüldü, bu yüzden şimdi taç her sabah birkaç saat
tahtın üzerine bırakılmakta. Yiyeceklerinin her gün yeni kaplarda hazırlanması,
masada yeni tabaklarda sunulması gerekir: kaplar ve tabaklar temiz ve sadedir,
yalnızca kilden yapılmadır (az masraflı olsun diye); çünkü bir kez kullanıldıktan
sonra sıradan insanların ellerine geçer korkusuyla kırılmaları
gerekir. Çünkü dinsel inançlarına göre,
sıradan bir insan yiyeceğini bu kutsal tabaklardan yiyecek olursa şişer ve ağzını,
boğazını yakardı.
Buna benzer rahip krallar, daha doğrusu
kutsal krallar, Afrika'nın batı kıyısında bulunur. Aşağı Gine'de Cape
Padron yakınında Shark Point'te rahip kral Kukulu tek başına bir ormanda yaşar. Bir
kadına dokunamaz, evinden ayrılamaz;
aslında koltuğundan bile ayrılamaz, onun üzerinde oturur durumda uyumak
zorundadır, çünkü
eğer yere uzansa rüzgar çıkmaz, deniz ulaşımı da dururdu. Fırtınaları düzenler, genellikle de yararlı ve dengeli hava koşulları sağlar.
Güney Meksika'daki Zapotek'lerin
yüksek piskoposunun Mikado'yla daha yakın
bir
koşutluk gösterdiği görülüyor. Kralın kendisine güçlü bir rakip olan bu ruhani
efendi, krallığın başlıca kentlerinden biri olan Yopaa'yı mutlak bir egemenlikle yönetirdi. Söylendiğine
göre, ona karşı duyulan derin saygıyı gözde büyütmek olanaksızdır. Ona bir tanrı gözüyle ,bakılırdı, yeryüzü
onu üzerinde tutacak, güneşse üzerinde parlayacak değerde değildi. Ayağının yere
bir dokunması bile kutsallığını kirletmeye yeterdi. Tahtırevanım omuzlarında
taşıyan görevliler en yüksek ailelerin üyeleriydi; çevresindeki herhangi bir şeye gönül
düşürüp de bakmazdı; onunla karşılaşan herkes onun gölgesini bile görseler
ölüme yakalanacaklarından korkarak hemen yüzüstü yere kapanırlardı. Zapotek
rahiplerine, özellikle de yüce piskoposa nefsini tutma kuralı düzenli olarak
uygulanırdı; fakat her yıl, şölenlerle ve
danslarla kutlanan belli günlerde yüce rahibin sarhoş olması töredendi. Ne göklere
ne de yeryüzüne ait değilmiş gibi göründüğü bu durumda, tanrıların hizmetine
ayrılmış erden kızların en güzeli ona getirilirdi." Kızın ona doğurduğu
çocuk bir erkek olursa, bir prens olarak yetiştirilirdi, en büyük oğul
babasından sonra papalık tahtına otururdu.
Japonya ve Batı Afrika gibi, doğanın
düzeninin, hatta dünyanın var oluşunun kralın ya da rahibin yaşamıyla ilişkili
varsayıldığı her yerde, uyruklarının ona hem sınırsız lütuf ve iyilik kaynağı, hem
de sınırsız tehlike kaynağı ~ olarak bakacağı açıktır. Bir yandan, ~alk, dünya
yemişlerini büyüten, geliştiren yağmur ve güneş ışığı için, gemileri kıyılarına
getiren rüzgar için, hatta ayaklarının altındaki yerin varlığı için ona
teşekkür etmek zorundadır. Ama verdiğini vermeyebilir de; doğanın onun
kişiliğine bağımlılığı o kadar sıkı, merkezı olduğu güçler sisteminin dengesi o
kadar hassastır ki, onun yönünden gelebilecek en küçük bir düzensizlik yeryüzünü temellerinden
sarsacak bir titreme yaratabilir.
Görüldüğü gibi, kutsal-kralın ölümünün
dünyanın yok olmasına neden olacağı sanılırdı. Bu yüzden de, kralın
düşüncesizce bir hareketinin dahası ölümünün tehlikeye atabileceği kendi
güvenlikleri yüzünden: halk, kralından ya
da rahibinden, kendi varlığının devamı ve sonuç olarak halkının ve dünyanın
devamı için yerine getirilmesi gerekli bu kurallara sıkı sıkıya uymasını
isteyecektir. İlk krallıkların, halkın yalnızca kral için var olduğu
despotluklar olduğu fikri, bizim şu anda üzerinde durduğumuz monarşilere hiç
uygun düşmez. Tersine, bu monarşilerde kral yalnızca uyrukları için vardır;
yaşamı doğanın gidişini halkının yararına düzenleyerek konumunun gerektirdiği
görevleri yerine getirdiği sürece değerlidir. Bunu yapamaz duruma gelir gelmez,
daha önce ona bol bol verdikleri özen, bağlılık, dini saygı biter ve kine,
nefrete dönüşür; rezilce görevden alınır ve kaçıp hayatını kurtarabilirse ne
ala. Bir gün önce tanrı diye tapındıkları biri ertesi gün bir suçlu olarak
öldürülür.
Fakat halkın bu değişen davranışında keyfi
ya da aykırı bir şey yoktur. Tersine, davranışları uyumludur. Kralları
tanrılarıysa eğer, aynı zamanda kendilerini koruyan kimsedir ya da öyle olmak
zorundadır; ve eğer onları koruyamıyorsa, bu görevi bunu yapacak bir başkasına
devretmelidir.
Bununa birlikte, beklediklerine yanıt
verebildiği sürece, ona gösterdikleri ve onu kendi kendine göstermeye
zorladıkları özenin dikkatin sınırı yoktur. Bu türden bir kral, törensel
kuralların, bir yasaklar ve usuller ağının etrafına çevirdiği bir çit içinde
yaşar; bu yasaklar ve kurallar onun saygınlığına, dahası rahatına katkıda
bulunmak .için değil, doğanın uyumunu
bozarak, kendini, halkını ve evreni genel bir felakete sürükleyebilecek bir
davranışta bulunmasını önlemek için konmuştur. Bu kurallar, usuller, onun
rahatını artırması şöyle dursun, her hareketini köstekleyerek özgürlüğünü
ortadan kaldırır ve çoğu kez halkın korumayı amaç edindikleri yaşamı bir yük ve
üzüntü kaynağı yapar.
Mısır krallarına tanrı diye tapılırdı,
gündelik yaşamlarının programı kesin ve
değişmez kurallarla en ince ayrıntısına kadar düzenlenmişti. Diodoros,
"Mısır krallarının yaşamı, sorumsuz olan ve canlanın istediğini yapabilen
diğer monarklarınkine benzemiyordu” diyor.
"Tersine onlar adına her şey,
yalnızca resmi görevlen değil, günlük yaşamlarının ayrıntıları bile yasalarla
saptanmıştır . Günün ve gecenin hangi saatinde, hoşuna gittiği için değil de,
yasalar öyle istediği için ne yapacağı önceden düzenlenmişti. Yalnızca kamu hizmetlerini göreceği ya da yargıya başkanlık
edeceği saatler değil, yürüyeceği, yıkanacağı, karısıyla yatacağı, kısacası
yaşamında yapacağı her eylemin saatleri önceden saptanmıştı. Töre sade bir yemeği emrediyordu; yiyebileceği tek et dana
ve kaz etiydi, ancak bildirildiği ölçüde şarap içebilirdi.
Krallık ya da rahiplik görevine bağlanmış olan bu
ağır töreler, görenekler kendi doğal
etkilerini
ortaya çıkardı. Hiç kimse görevi kabul etmiyor, böylelikle de görevin boşlukta kaldığı oluyordu; ya da kabul etseler bile
onun ağırlığı altında ruhsuz yaratıklara, bir yere kapatılmış münzevilere dönüyorlar, yönetimin
dizginleri de bunların ellerinden, adlarım kullanmaksızın gerçek egemenliği kullanmakla yetinen insanların güçlü pençelerine kayıyordu.
Bazı ülkelerde, yüce güçteki bu çatlak, tinsel ve zamanlı
güçlerin tümüyle ve devamlı ayrılışına kadar derinleşiyor, kraliyet sarayı
tamamen dinsel işlevlerini
elinde tutarken, sivil hükümet daha genç
ve daha güçlü bir kuşağın eline geçiyordu.
Bazı örnekler verelim. Kamboçya'da Ateş ve Su
Krallıklarının çoğu kez isteksiz ardıllara zorla verildiğini," Vahşi Ada' da,
sonunda hiç kimse o tehlikeli ayrıcalığı kabul etmeye kandırılamadığı için
monarşinin gerçekte sonlandığını" görmüştük.
Batı Afrika'nın bazı bölgelerinde, kral ölünce,
onun ardılını seçmek için bir aile meclisi gizlice toplanırdı. Seçilen kişi
birden yakalanır, bağlanır ve fetiş evine atılırdı, tacı kabul etmeye razı
oluncaya kadar orada hapiste tutulurdu. Bazan da kalıtçının, zorla kabul ettirilmek
istenen onurdan kaçma yollarını bulduğu olur; zalim bir başkanın, kendisini
tahta oturtma girişimine zorla karşı koymaya kararlı, devamlı silahlı dolaştığı
biliniyor.
Japon Mikadoları, yüce gücün onurunu ve yükünü
bebek yaşındaki çocuklarına aktarma yollarını arayanların ilklerindendi; ülkenin
uzun süredir geçici egemenleri olan Tycoon' ların ortaya çıkışı, bir Mikado'nun
üç yaşındaki oğlu lehine tahttan çekilişine kadar gidiyor. Egemenlik, bebek prensin
elinden bir zorba tarafından ele geçirilince, Mikado'nun davası, cesur ve akıllı
bir adam olan Yoritomo tarafından savunuldu: Yoritomo, zorbayı devirdi ve gölge
Mikado'yu tahta oturttu, asıl gücüyse o elinde tutuyordu artık. Kazanmış olduğu
gücü ve rütbeyi kendi torunlarına miras olarak bıraktı, böylece Tycoon soyunun
kurucusu oldu. On altıncı yüzyılın son yarısına kadar Tycoon'lar etkin ve güçlü
yöneticilerdi; fakat yazgıları Mikado'larınki gibi oldu; içinden çıkılmaz aynı
töre ve yasa ağına dolaşınca, onlar da saraylarından pek çıkmayan, anlamsız törenler
çemberinde dolanıp duran kuklalara dönüştüler, gerçek devlet işleriyse devlet
konseyince yürütülüyordu. Frazer 1890,
1, s. 119)
7-BEDENLERİNE KUTSAL RUH GİRMİŞ İNSANLAR = İNSAN-TANRILAR
Frazer’in (1890), dinlerin ve geleneklerin
köklerinin araştırılmasına yönelik araştırmalardan derlediği bilgileri
tanıtmaya devam edelim:
Doğayı kontrol etme yeteneğinin sınırlarını
sezemeyen yabanılın kendisinde ve bütün insanlarda,.bizim bu gün doğa- üstü
dememiz gereken bazı güçler hayal ettiğini gördük. Ayrıca, bazı kimselerin, bu
genel doğaüstücülükten başka,. kutsal bir ruh tarafından geçici olarak
esinlendiğinin ve içine girmiş olan tanrının bilgi ve gücünü geçici olarak
kullandığının varsayıldığını gördük. Buna benzer inançlardan, bazı kimselerin
bir kutsal ruh' tarafından devamlı olarak tutulduğu,. ya da tarif edilemez bir
başka. yoldan tanrılar arasında sayılacak ve dua, kurban gibi saygı
belirtilerini kabul edecek derecede yüksek doğaüstü güçlerle donatıldığı anlaşılır.
Bu insan tanrılar bazan yalnızca doğaüstü ya da ruhsal işlevlerle sınırlıdır.
Bazan buna ek olarak çok büyük bir politik güç de kullanırlar. Bu durumda,
tanrı oldukları kadar kraldırlar da, yönetim ise teokrasidir. Her ikisinin
örneklerim de vereceğim.
Markiz Adalarında, bütün yaşamları boyunca tanrılaştırılmış
bir sınıf insan vardı. Bunların elementler (toprak, hava, ateş ve su, çev.)
üzerinde doğaüstü bir güçleri olduğuna inanılırdı. Bol ürün sağlayabilirler ya
da toprağı kıraçlaştırabilirlerdi; hastalık , ya da ölüm verebilirlerdi.
Bunların gazabından korunmak için insanlar kurban edilirdi. Sayıları çok
değildi, her adada en fazla bir iki tane. Gizemli bir yalnızlık içinde
yaşarlardı. Güçleri her zaman değil ama bazan kalıtsaldı. Bir misyoner, kişisel
gözlemlerine göre bu insantanrılardan birini anlatıyor. Tanrı, büyük bir evde
bir hücreye yaşayan yaşlı bir erkekti. Evde, bir tür sunak vardı, evin tavan
kirişlerinde ve çevresindeki ağaçların üzerinde baş aşağı asılmış insan
iskeletleri vardı. Hücreye, tanrının hizmetine adanmış kişilerden aşka kimse
giremezdi; ancak insan kurbanların sunulacağı günlerde sıradan kimseler bu
bölgeye girebilirdi. Bu insan tanrı bütün öteki tanrılardan daha fazla kurban
alıyordu; çoğu kez evinin önünde kurulmuş bir yüksek yerde oturur ve her
defasında iki ya da üç insan kurban isterdi. Her defasında bunlar getirilirdi,
çünkü çevreye verdiği korku çok büyüktü. Adanın her tarafından ona başvurulur,
her yerden sunular gönderilirdi.
Güney Denizi Adaları üzerinde, her adada,
tanrıyı temsil eden ya da kişileştiren bir adam olduğu söyleniyor. Bu adamlara
tanrı deniyordu, özleri tanrılarınkiyle karışmıştı. İnsan-tanrı bazan kralın
kendisi olurdu; ama çoğu kez bir rahip ya da ikinci dereceden bir kabile
başkanı olurdu. (Frazer 1890, s. 39)
Iddah Kralı, Nijerya Keşif Kurulundan
İngiliz subaylarına şöyle diyordu: "Tanrı beni kendi hayaline göre
yarattı; ben Tanrının aynısıyım; ve o beni Kral olarak atadı (Allen ve Thomson
1841, s 288).
Bazan insan biçimindeki tanrının ölümü üzerine,
kutsal ruh bir başka adamın bedenine göç eder. Doğu Afrika' da Kaffa Krallığında,
halkın puta tapan bölümü Deôce denilen bir ruha tapınır, ona dualar ve
kurbanlar sunarlar, bütün önemli durumlarda ona başvururlar. Bu ruh, kralla
hemen hemen aynı düzeyde, büyük servete ve etkiye sahip bir kişi olan büyük
büyücünün ya da papanın bedeninde görünür, kral geçici gücünü kullanırken o
ilahi gücü kullanır. Bir ara, krallığa bir Hıristiyan misyonerinin gelmesinden
kısa bir süre önce bu Afrikalı papaz öldü; misyonerin, ölmüş papanın yerini
alabileceği korkusuyla rahipler Debce'nin krala geçtiğini, bundan böyle ilahi
ve geçici gücü kendinde birleştirerek onun tanrı ve kral olarak egemenlik
süreceğini ilan ettiler. (G. Massaja, 1853, s 53)
Budist Tatarlar, en önemli manastırların
başında bulunan Yüce Lama'lar olarak görev gören çok sayıda Buda'ya inanırlar.
Bu Yüce Lamalardan biri ölünce çömezleri yas tutmazlar, çünkü bilirler ki o bir
çocuk biçiminde yeniden doğmuş olarak çok geçmeden yeniden görünecektir. Meraklandıkları
tek şey onun doğacağı yeri bulmaktır. Tam o sırada bir gökkuşağı görürlerse,
bunu ölmüş olan Lama'nın kendilerine gönderdiği, doğacağı yeri gösterecek bir
işaret olarak alırlar. Bazan kutsal çocuğun kendisi açıklar kimliğini.
"Ben Yüce Lama'yım" der, "Filan tapınağın yaşayan Buda'sı. Beni
eski manastırıma götürün. Ben oranın ölümsüz başıyım." Buda'nın doğum yeri
hangi yolla kendini gösterirse göstersin, ister Buda'nın kendi sözleriyle
isterse gökte bir işaretle, çadırlar sökülür, çoğu kez başlarında kralın ya da
krallık ailesinin en önemli kişilerinden birinin bulunduğu bir hacı grubu çocuk
tanrıyı bulmak ve yurduna getirmek üzere neşe içinde yola koyulur. Genellikle
kutsal toprak Tibet'te doğar, kervan ona ulaşmak için çoğu kez en korkunç çölleri
aşmak zorundadır. En sonunda çocuğu bulduklarında kendilerini yere atar ve
tapınırlar ona.
Bununla birlikte, Onun, kendi aradıkları
Yüce Lama olduğunu tanımadan önce, kimliği hakkında inandırıcı kanıtlar vermek
zorundadır onlara. Başı olduğunu ileri sürdüğü manastırın adı, oradan ne kadar
uzakta olduğu, içinde kaç keşişin yaşadığı sorulur; aynı zamanda ölmüş olan
Lama'nın alışkanlıklarını, nasıl öldüğünü anlatmak zorundadır. Ondan sonra,
önüne dua kitapları, çaydanlıklar, çay bardakları gibi eşyalar konur ve önceki
yaşamında kullanmış olduğu şeyleri göstermesi istenir. Eğer hiç hatasız yaparsa
bunu, savı kabul edilir ve zafer törenleri içinde manastıra götürülür. Bütün
Lamaların başında, Tibet'in Roma'sı sayılan Lhasa Dalai Lama bulunur. Ona
yaşayan tanrı gözüyle bakılır, ölüm halinde onun kutsal ve ölümsüz ruhu yine
bir çocukta ortaya çıkar. Bazı anlatılara göre, Dalai Lama'nın bulunuş ve
tanınış biçimi, biraz önce anlatılan, sıradan bir Yüce Lama'nın bulunuş
yöntemine benzer. Bazı açıklamalarda, bir kur' ayla seçimden söz ediliyor.
Dalai Lama nerede doğmuşsa, bitkilerin ve ağaçların yeşerdiği, yaprak verdiği
söylenir; onun söylemesi üzerine çiçekler açar, pınarlar ortaya çıkar; ve onun
varlığı kutsal nimetler saçar etrafa. (Frazer 1890, s. 44)
Madagaskar Antaymour'ları arasında kral
ürünün yetişmesinden ve halkın başına gelecek her türlü kötülükten sorumludur. Birçok
yerde, yağmur yağmazsa ya da ürün iyi yetişmezse kral cezalandırıhr, Böylece,
Batı Afrika'mn bazı bölgelerinde, krala edilen . dualar, verilen hediyeler
yağmur yağdıramayınca, kabile adamları onu iplerle bağlar ve zorla atalarının
mezarına götürürler, gereksindikleri yağmuru oradan elde edebilir diye belki.
İsveç Kralı Domalde zamanında, yıllarca
süren şiddetli bir kıtlık olmuştu, ne hayvan ne de insan kanıyla
durdurulamıyordu. Bu yüzden Upsala'da büyük bir halk meclisi toplandı, kabile
başkanları bu kıtlığın nedeninin Kral DomaIde olduğuna ve mevsimlerin
düzelebilmesi için onun kurban edilmesi gerektiğine karar verdiler. Böylece,
onu. öldürdüler ve kanını tanrıların altarlanna sürdüler. Yine, bize an1atıldığına göre, İsveçliler iyi
ya da kötü ürün alınmasının nedenini krallarına bağlarlardı. Bu yüzden, Kral
Olaf'ın egemenliğinde, kötü günler ve kıtlık olmuştu, halk ise hatanın kralda
olduğunu, çünkü kurbanlarında pintilik ettiğini düşünüyordu. Bu yüzden, bir
ordu toplayarak kralın üzerine yürüdüler, sarayını kuşattılar ve sarayın içinde
yaktılar onu, "iyi ürün elde etmek için Odin'e
kurban vermişlerdi onu”.
kurban vermişlerdi onu”.
Peru İnka'ları, Güneşin çocukları olarak
tanrı saygınlığı görürlerdi; yanlış bir şey yapmazlardı onlar, hiç kimse,
monarkın ya da krallık soyundan gelen herhangi bir kimsenin kişiliğine, onuruna
ya da mülkiyetine saygısızlıkta bulunmayı aklından geçirmezdi. Yine bundan
dolayı İnkalar, çoğu kimse gibi, hastalığa bir kötülük gözüyle bakardı. Bunun,
babaları Güneş'in, oğluna gelip göklerde kendisiyle birlikte dinlenmesini bildirmek
için gönderdiği bir haberci olduğunu düşünürlerdi. Bu yüzden de, İnka'nın,
yaklaşan sonunu bildirdiği alışılmış sözler şunlar olurdu: "Babam beni
dinlenmem için yanına çağırıyor." İyileşmek için kurban sunarak
babalarının isteğine karşı gelmezler, açıkça onun kendilerini yanına
çağırdığını bildirirlerdi.!" Meksika kralları göreve başlarken, güneşin
parlamasını, bulutların yağmur vermesini, nehirlerin akmasını ve toprağın bol
ürün vermesini sağlayacaklarına değgin yemin ederlerdi.
Mısır Kralı, ürünlerde herhangi bir başarısızlık
suçunu kutsal hayvanlarla paylaşır görünmektedir. Kendisine şu adlarla seslenilirdi,
"Göklerin Sahibi, yeryüzünün, güneşin ve tüm dünyadaki yaşamın sahibi,
zamanın sahibi, güneşin seyrinin ölçücüsü, insanlar için Tum, refah tanrısı,
hasatın yaratıcısı, ölümlülerin yaratıcısı ve yapıcısı, bütün insanlara ruh
veren, bütün tanrılara hayat veren, göklerin tutucusu, yeryüzünün eşiği, her
iki dünyanın dengesini tutucu, zengin hediyelerin sahibi, ürünün büyütücüsü,
vb.»
Habeşistan'ın dış bölgelerindeki kabileler
arasında bir gözlemci şöyle anlatılıyor: "Barea'lıların Alfai rahipliği
ilginç bir rahiplik; yağmur yağdırabileceğine inanılır onun. Bareas Alfai'si,
Tembadere yakınında bir dağda ailesiyle yalnız başına yaşar. Halk giyecek ve
meyva şeklinde hediyeler getirir ve büyük bir tarlayı 'onun adına eker biçer.
Bir tür kraldır o, görevi kalıt yoluyla erkek kardeşine ya da kız kardeşinin
oğluna geçer. Onun yağmur çağırabileceği ve çekirgeleri yöreden kovabileceği
varsayılır. Ama halkın bekleyişlerini boşa çıkarır ve ülkede büyük bir kuraklık
baş gösterirse, Alfai ölünceye kadar taşlanır, ona ilk taşı atmaya zorlananlar
da en yakın akrabalarıdır. Biz ülkeden geçerken, Alfai görevini hala yaşlı bir
adam yürütüyordu; ama duydum ki, yağmur yağdırmak onun için çok tehlikeli
olmaya başlamıştı, bunun üzerine o da' görevinden ayrıldı. (Frazer 1890, 1, s.
54)
8-KAHİNLİK
İnsan-tanrı ya da tanrısal veya doğaüstü
güçlerle donanmış bir insani varlık kavramı, temelde dinler tarihinin erken bir
dönemine aittir. Ateş yakarak, mızrak, ok, vs gibi aletler yaparak diğer
varlıklardan ve hayvanlardan daha üstün
bir varlık olduğunu fark eden ilk insanlar, kendisini epey doğa-üstü görür. Bu
nedenle o, insan-tanrıda ya da tanrı-insanda tam bir inançla kendisinde de
olduğunu ileri sürdüğü aynı doğa üstü güçlerin daha yüksek bir derecesinden
başka şey görmemektedir. (Frazer 1890, s. 35)
Bir olayın veya hareketin gerçekleşmesinin, “ruh” adını verdiği
görünmeyen bir sinyal tarafından yapıldığına inanan bu insanlar, tanrı-insan
bedenlerine ilgili “ruh”un girdiği için böyle olağan üstü bir güce ulaşıldığına
inanırlar, Bu olay ruhun bedenleşmesi olarak kabul edilir.
Bu tür bedenleşmiş tanrılar yabanıl toplumda yaygındır.
Bedenleşme geçici ya da devamlı olabilir. Geçiciyse, bedenleşme genellikle esin
ya da cin tutma olarak bilinir, kendini doğaüstü bir güç şeklinde olmaktan çok
doğaüstü bir bilgi şeklinde gösterir. Diğer bir deyişle, genel belirtileri
tansıklardan çok bilicilik ve yalvaçlıktır. Öte yandan, bedenleşme geçici
olmakla kalmayıp, kutsal ruh bir insan bedenine yerleşmişse, tanrı-insanın
tansıklar göstererek bu özelliğini kanıtlaması beklenir kendisinden. Ancak,
düşüncenin bu döneminde, insanların tansıklara doğa yasasını kırma olarak
bakmadığını anımsamamız gerekir. Doğa yasasının varlığını kavrayamayan ilkel insan
onun bozulması, kırılması diye bir şeyi de kavrayamaz, Ona göre bir tansık,
ortak bir gücün alışılmamış, çarpıcı bir belirtisidir. (Frazer 1890, s. 35)
Geçici bedenleşmeye ya da esinlenmeye
inanış bütün dünyada yaygındır. Bazı kişilerin zaman zaman bir ruh ya da tanrı
tarafından ele geçirildiği varsayılır; bu ele geçirilme devam ettiği sürece onların
kendi kişilikleri askıdadır, ruhun varlığı, insanın bütün bedeninin çırpınarak
titremesi ve sarsılmasıyla, çılgınca hareketler ve delice bakışlarda gösterir kendini:
bütün bunlar o insanın kendine değil, onun içine girmiş olan ruha bağlanır; ve
bu anormal durumda ağzından çıkan her şey onun içine yerleşmiş, onun ağzından
konuşan tanrının sesi olarak kabul edilir.
Mangaıa da, içlerine zaman zaman tanrılar
giren rahiplere "tanrı-evleri" ya da kısaca
"tanrılar" denirdi. Bunlar, tanrılar gibi kehanetlerde bulunmadan önce sarhoş edici bir içki içer ve böylece yaratılan vecit halinde söylediği çılgınca sözler tanrının sesi olarak kabul edilirdi.
"tanrılar" denirdi. Bunlar, tanrılar gibi kehanetlerde bulunmadan önce sarhoş edici bir içki içer ve böylece yaratılan vecit halinde söylediği çılgınca sözler tanrının sesi olarak kabul edilirdi.
Bununla birlikte, geçici esinlenme yaratan
iki özel tarza göndermede bulunmak yerinde olacaktır, çünkü bunlar belki
ötekilerden daha az bilinen ve ilerde başvurma fırsatı bulacağımız şeyler. Bu
esinlenme yaratma yollarından biri, kurban edilen şeyin kanını içmektir.
Argos'ta, Apollo Diradiotes tapınağında ayda bir kez geceleyin bir kuzu kurban
edilirdi; bir iffet kuralına uymak zorunda kalmış bir kadın, kuzunun kanını
tadardı, tanrı tarafından böylece esinlenerek kehanetlerde bulunur ya da
geleceği haber verirdi.
Güney Hindistan'da bir şeytan-dansçı
"kafası kesilmiş keçinin gırtlağım ağzına tutarak kurbanın kanını içer.
Sonra, yeni bir hayat kazanmışçasına zilli çomağını sallamaya, hızlı fakat
çılgınca kararsız adımlarla dans etmeye başlar. Birden bire esin bastırır. Ve
hiç kuşkusuz, o dik dik bakışlar, o kendinden geçmiş sıçramalar da. At gibi
horuldar, gözlerini diker, döner. Şeytan, bedenini esir almıştır artık; konuşma
ve hareket gücünü elinde tutuyorsa da, her ikisi yine de şeytanın kontrolü
altındadır, .kendi bilinçliliği askıdadır .. Şeytan-dansçıya şimdi orada.var
olan bir tanrı gibi tapınılır; her seyirci, hastalığı, gereksinmeleri,. orada
olmayan akrabalarının sağlığı, arzularının yerine gelmesi için yapılması gereken adakları, kısaca, üstün
insanın bilgisinin olabileceği her şey hakkında ona danışır.
Geçici esin yaratma tarzlarından burada
sayacağım bir başkası, kutsal bir ağacın bir dalı ya da yapraklarıyla
yapılanıdır. Hindukuş'ta kutsal sedir ağacının ufak dallarıyla bir ateş
yakılır; Dainyal ya da kadın .bilici başına bir örtü örterek bedeni titremelere
tutulup da duyarsız bir biçimde yere düşünceye kadar ağır, keskin kokuyu
ciğerlerine çeker. Az sonra ayağa kalkar ve tiz bir sesle şarkıya başlar,
dinleyicleri de ona katılır ve tekrarlar şarkıyı. (Frazer 1890, s. 37)
Rahip ya da bilici kadar kurbanın da çırpınma
biçiminde beden hareketleriyle esinlenme belirtileri verişi gözleme değer; eğer
hayvan ısrarla hareketsiz kalırsa, onun kurbana uygun olmadığını düşünürler.
Yakutlar kötü bir ruha kurban verirlerken, hayvanın böğürmesi, debelenmesi
gerekir, bunu, kötü ruhun hayvanın bedenine girdiğinin bir belirtisi olarak
kabul ederler.
Apollo bilicisi kadın, kurban edilecek
hayvanın başına şarap döküldüğünde her bacağı ayrı ayrı titremezse kehanette
bulunamazdı. Fakat sıradan Yunan kurbanları için kurbanın yalnızca başını sallaması
yeterdi; böyle yapması için başından aşağı su dökülürdü.
9- RUH KALPTE MİDİR?
Aşkımızı, sevgimizi, hayati
bağlılığımızı vurgulamak için “Seni bütün kalbimle seviyorum” gibi ifadeler
kullanırız. Peki kalp neden böyle önemli kabul edilmiştir?
Ruhun kana bağlı olduğu inancı
“Kral kanının yere dökülmemesi yaygın bir kuraldır. Bundan
dolayı, bir kral ya da onun ailesinden biri öldürülecek olduğunda, kral kanının
toprağa dökülmesini önleyecek bir idam tarzı bulunmuştur. 1688 dolaylarında,
ordu başkomutanı, Siyam Kralına baş-kaldırmış ve onu "ölüm cezasına
çarpılmış krallara ya da aynı kandan gelen prenslere uygulanan tarza"
uygun olarak idam etmişti; buna göre, bu tür suçlular büyük bir demir kazana
konuyor, odun tokmaklarla vurula vurula parçalanıyordu, çünkü kral kanının bir
damlasının bile yere dökülmemesi gerekiyordu, dinlerine göre, kutsal kanı
toprakla karıştırıp kirletmek büyük bir günahtı. Siyamlıların kral soyundan bir
kişiyi idam etme yollarından bazıları da açlıktan öldürme, boğma, onu kırmızı bir
kumaş üzerinde gererek miğdesine hoş kokulu bir odun çubuk saplama ya da
sonuncusu, onu iri bir taşla birlikte deriden bir torba içine dikip nehire atma
gibi yollardır; bazan suya atılmadan önce idam mahkûmunun boynu sandal
ağacından bir sopayla kırılır.
Kubilay Han, kendisine başkaldırmış olan amcası Nayan'ı yenip
ele geçirdiğinde, bir halıya sardırıp ölünceye kadar oraya buraya çarptırarak
öldürtmüştür, "çünkü kendi imparatorluk soyundan selen bir kişinin kanını
yere akıtamaz ya da Tanrının gözleri önünde, Güneşin önünde meydan¬da
bırakamazdı”. (Frazer 1890, 1. Cilt, s. 177)
Ruhun kanla bağlantılı olması nedeniyledir ki, ergenlik çağına
giren kızlarda ilk kanama çok tehlikeli sayılır. Bu durumdaki kızların güneş
ışığına maruz kalmaları veyahut yere basmaları yasaktır. Bu konuda birkaç örnek
aşağıdadır.
“Güney Afrika Zuluları ve akraba kabileler arasında, "bir
kız yürürken, odun topluyorken ya da tarlada çalışıyorken" ergenliğin ilk
belirtileri kendini gösterince "kız nehre doğru koşar ve erkekler tarafından
görülmesin diye bütün gün kamışlar arasında gizlenir. Başına güneş gelip de
kendini kupkuru bir iskelete döndürmesin diye —güneş ışınlarına maruz kalmanın
sonucu mutlaka budur— battaniyesiyle başını dikkatlice örter. Karanlık
çöktükten sonra evine döner ve bir kulübede bir süre başkalarından
ayrılır."(Frazer, 1890, 2- s.211)
“New Ireland'de kızlar (bir süreliğine ki bu süre kızın sosyal
statüsüne göre 2 haftadan beş yıla kadar değişir) küçük kafeslere kapatılır,
karanlıkta tutulur ve ayaklarını yere basmalarına izin verilmez. Bu töreyi,
gözleriyle görmüş olan birisi şöyle anlatıyor. "Buradaki genç kızlara
ilişkin garip bir töreye değgin bir şeyler işittim bir öğretmenden, bunun için
de başkandan beni bu kızların bulunduğu eve götürmesini rica ettim. Ev, 8-9
metre uzunluğundaydı, kamış ve bambularla çevrilmişti etrafı, girişin hemen
karşısına, kesinlikle 'tabu' olduğunu göstermek için bir demet kuru ot
asılmıştı. Evin içinde 2-3 metre yüksekliğinde, tabanı 3-3,5 metre, yerden
yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde konik yapılar vardı, yerden tepeye göre
giderek sivriliyorlardı. Bu kafesler pandanus-ağacının geniş yapraklarından
yapılmıştı, yapraklar birbirine öyle yakın dikilmişti ki, ne ışık ne de
birazcık hava girebilirdi içeri. Her birinin bir yanında, Hindistan cevizi ye
Pandanus-ağacı yapraklarından örülmüş ikili bir kapıyla kapatılmış bir açıklık
vardı. Yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde, tabanı oluşturan bambudan bir
yükselti vardı. Bize söylendiğine göre, bu kafeslerin her birine bir genç kadın
kapatılmıştı, en azından dört ya da beş yıl orada kalacaklar, evin dışına
çıkmalarına bile izin verilmeyecekti. Duyduğumda inanamadım bu öyküye; bütün
bunlar gerçek olamayacak kadar korkunçtu. Başkanla konuştum ve ona kafeslerin
içini görmek istediğimi söyledim, kızları da görmek, onlara boncuktan bir iki
hediye vermek istediğimi ekledim. O bunun 'tabu' olduğunu, kendi akrabalarından
başka herhangi bir erkeğin onlara bakmasının yasaklanmış olduğunu söyledi;
fakat sanırım söz verilen boncuklar yatıştırıcı bir etki yaptı ki, yaşlı bir
kadın görevliyi çağırttı, kapılan ancak o açabilirdi... Başkan emir verince
kadın kapıyı açmak zorunda kaldı, o zaman kızlar aralıktan bize baktılar,
kendilerine ellerini uzatmaları söylenince ellerini uzattılar ve boncuklan aldılar.
Fakat ben, bilerek biraz uzakta durdum ve boncukları şöyle bir uzattım,
kafeslerin içini görebileyim diye onları biraz dışarı çekmek istiyordum çünkü.
Benim bu isteğim başka bir güçlüğe yol açtı, bu kızların, burada kapalı
tutuldukları sürece ayaklarının yere dokunmasına izin verilmiyordu. Fakat
boncukları da almak istiyorlardı, bu yüzden yaşlı kadının dışarı çıkıp bir sürü
odun ve bambu toplaması gerekti, onları yere serdi ve sonra kızlardan birine
giderek onun aşağı inmesine yardım etti, kızın elinden tutarak, uzattığım
boncukları alacak yakınlığa gelinceye kadar odunların üzerinde adım adım
yürümesine yardım etti. O zaman kızın çıktığı kulübenin içini görmek için
yaklaştım, ama başımı içeriye sokamadım, içerisinin havası o denli sıcak ve
boğucuydu. Temizdi içerisi, su koyacak birkaç kısa bambudan başka bir şey
yoktu. Kızın ancak oturacağı ya da bükülüp uzanacağı büyüklükteydi, kapılar
kapatılınca içersi oldukça karanlıklaşıyor olmalıydı. Kızların, her kafesin
yakınına konmuş bir kapta ya da ağaçtan yarılmış bir leğende yıkanmaları için
ancak günde bir kez dışarı çıkmalarına izin veriliyordu. Çok terlediklerini
söylüyorlardı. Bu boğucu kafesler içine çok gençken koyuluyorlar, genç kadın
oluncaya kadar orada kalmaları gerekiyordu; o zaman dışarı çıkarılıyorlar, her
birine büyük bir evlilik şöleni veriliyordu”.(Frazer 1890, c.2-s.212-213)
“Yeni Gine'nin bazı bölgelerinde "başkanların kızları on
üç, on dört yaşına geldiklerinde, iki ya da üç yıl evin içinde tutulur, hiçbir
vesi¬leyle evden çıkmalarına izin verilmez, ev ise güneş onların üzerine
düşmeyecek biçimde güneşten korunur."14 Borneo’lu Ot Danomlar arasında,
kızlar sekiz, dokuz yaşına gelince evin küçük bir odasına ya da hücresine
kapatılır ve uzun bir süre bütün dünyayla her türlü ilişkileri kesilir. Evin
geri kalan bölümleri gibi bu hücre de kazıklarla yerden yüksekte kurulmuştur,
kız hemen tam bir karanlık içinde olsun diye uzak bir köşede açılan bir tek
küçük pencereyle aydınlatılır. Kız, hiçbir bahaneyle, hatta en gerekli amaçlar
için bile odadan ayrılamaz. Kapatıldığı sürece ailesinden hiç kimse onu
göremez, yalnızca, ona hizmet etmek üzere bir tek köle kadın ayrılır. Çoğu kez
yedi yıl süren bu kapanış süresince kız hasır örmekle ya da başka el işleriyle
uğraşır.” (Frazer 1890, c.2-s.213-214)
Alaskalı Thlinkeet ya da Kolosh Kızılderililerinde, bir kız
kadınlık belirtileri gösterince küçük bir kulübeye ya da kafes içine kapatılır,
küçük bir hava deliği dışında her yeri kapalıdır bunun. Bu karanlık ve pis
yerde, eskiden bir yıl sureyle, ateş yüzü görmeden, hareketsiz, yapayalnız
kalmak zorundaydı. Yiyeceği küçük bir pencereye konurdu; suyunu beyaz başlı bir
kartalın kanat kemiğinden içmek zorundaydı. Bugün bu süre hiç olmazsa bazı
yerlerde altı aya indirilmiştir. Kız, bakışlarıyla gökyüzünü kirletmesin diye,
uzun kulakları olan bir tur şapka giymek zorundadır. 18(Frazer 1890, c.2.
s.214)
“İngiliz Guyanası'ndan Macusi’ler arasında, bir kız ergenliğin
ilk belirtilerini gösterince, bir hamak içinde kulübenin en yüksek noktasına
asılır, ilk birkaç gün gündüzleri hamaktan ayrılamaz, fakat geceleyin aşağı
inmek, ateş yakmak ve geceyi ateşin yanında geçirmek zorundadır, yoksa
boynunda, boğazında vb. yaralar çıkacaktır. Belirtiler devam ettiği sürece sıkı
perhiz yapmak zorundadır. Belirtiler geçince aşağı inip, kulübenin en karanlık
köşesinde kendisi için yapılmış olan küçük bir bölmedeki yerini alabilir.
Sabahleyin kendi yemeğini pişirebilir, fakat bunun ayrı bir ateşte, kendine
ayrılmış bir tencerede yapılması gerekir. Yaklaşık on gün içinde büyücü gelir
ve kızın üzerinde, dokunduğu değerli şeylerin üzerine okuyup üfleyerek büyüyü
bozar. Kullanmış olduğu kaplar ve bardaklar kırılır ve parçalar gömülür, ilk
banyosundan sonra kızın, annesi tarafından ince çubuklarla dövülmeye
katlanması, bu sırada çığlık atmaması gerekir, ikinci dönemin sonunda tekrar
dövülür, ama bundan sonra dövülmez. Artık "temiz"dir, yeniden halkın
arasına katılabilir.(Frazer 1890, c.2, s.216)
• Plinius’un, Doğa Tarihi adlı eserinde: Adetli bir kadına
dokunmak, şarabı sirkeye döndürür, ürünleri yakar, fideleri öldürür, bahçeleri
kurutur, arıları öldürür, ya da en azından kovanlarından dışarı sürer, vb.
(yazılıdır.)
• Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde, bir kadın, âdet dönemlerinde
bira yapım yerine girerse, biranın ekşiyeceğine hâlâ (19. asırda)
inanılmaktadır.
10-KUTSAL-KRAL NEDEN ÖLDÜRÜLÜR?
İlkel halklar kendi güvenliklerinin hatta dünyanın
güvenliğinin bedeninde tanrıyı (canlılık enerjisi
olan ruhu) taşıyanlardan birinin yaşamına bağlı olduğuna inanır. Bu yüzden de
doğallıkla onun yaşamının korunmasına
kendilerininki hatırına en büyük özeni gösterirler. Ama ne kadar özen ve dikkat gösterirlerse
göstersinler, bu tanrı insanın yaşlanmasını, zayıflamasını ve en sonunda
ölmesini önleyemezler.
Ona tapınanlar hesaplarını bu üzücü zorunluluğa
dayamak ve bunu en iyi biçimde
karşılamak zorundadır. Tehlike korkunçtur; çünkü eğer doğanın gidişi
insan-tanrının yaşamı na bağlıysa, onun
güçlerinin yavaş yavaş zayıflamasından ve en sonunda ölümle ortadan kalkmasından ne felaketler beklenmez ki? Bu
tehlikelerden kurtulmanın bir tek yolu vardır. Tanrı kralın, güçlerinin
zayıflamaya başladığı belirtilerini gösterir göstermez öldürülmesi ve ruhunun
tehdit edici çürümeyle ciddi bir 'biçimde bozulmadan önce. güçlü kuvvetli bir
ardılma aktarılması gerekir. İnsan-tanrıyı yaşlılıktan ve hastalıktan ölmeye
bırakmaktansa öldürmenin yararları yabanıla göre çok açıktır. Çünkü eğer
insan-tanrı bizim doğal ölüm dediğimiz biçimde ölürse, -yabanıla göre bu, onun
ruhunun ya isteyerek bedeninden ayrıldığı ve geri dönmeyi kabul etmediği
anlamına ya da daha yaygın olarak bir şeytan veya büyücü tarafından bedeninden
çalındığı veya başıboş dolaşmaları sırasında alıkonduğu anlamına gelir. Bu durumlardan hangisinde olursa olsun
insan-tanrının ruhu ona tapınanlar için kaybolmuş demektir; bununla birlikte
refahları da gitmiş, varlıkları' tehlikeye girmiştir artık. Ölmekte olan
tanrının ruhunu, dudaklarından ya da burun deliklerinden ayrıldığı sırada
yakalayıp bir ardılına aktarabilseler bile işlerine yaramayacaktır bu; çünkü
hastalıktan ölmekte olan ruh tanrının bedenini zayıflığın ve tükenmenin son
aşamasında terk edecektir, böyle olunca da aktarılabileceği bedende aynı 'zayıf
varlığı sürdürecektir. Oysa ona tapınanlar onu öldürmekle, önce, ruhunu kaçarken yakalamayı ve uygun bir ardıla
aktarmayı garanti altına alabil mekte; ikinci olarak da; doğal gücü azalmadan
önce onu öldürmekle, insan-tanrının bozulmasıyla dünyanın da bu bozulmaya
sürüklenmemesini güven altına almaktadırlar. Dolayısıyla, insan, tanrıyı
böylece öldürmek ve ruhunu, henüz gücü kuvveti yerindeyken, güçlü bir ardılına
aktarmakla amaca ulaşılmakta ve bütün tehlikelerden sakınılmış olmaktadır.
Tanrılardan, mevsimi gelince yağmuru yağdırması, güneşi
açtırması, ürünü olgunlaştırması... vb. beklenirdi. Bu beklenti bize ne denli
yabancı gelirse gelsin ilk düşünce biçimlerinin ayrılmaz bir parçasıydı. Bir
yabanıl, daha ilerlemiş halkların doğa ile doğaüstü arasına genellikle çizdiği
çizgiyi kavrayamaz pek. Ona göre, dünya çoğunlukla doğaüstü güçlerce, yani tepilere
ve nedenlere kendi malıymış gibi hükmedebilen; kendisi gibi, acımalarına, korkularına
ve umutlarına başvurulardan etkilenebilen kişisel varlıklarca yönetilir. Böyle
kavranılan bir dünyada doğanın gidişini kendi yararına etkileme gücüne sınır
tanımaz o. Dualar, söz vermeler ya da korkutmalar,
kendisine tanrılardan iyi hava ve bol ürün sağlayabilir; ve kimi zaman
inandığı gibi, bir tanrı kendi kişiliğinde bedenleşecek olursa, o zaman daha
yüksek bir güce başvuru gereksinimi duymaz; o, yani yabanıl, kendi mutluluğunu,
yakınlarının mutluluğunu daha da ileri götürmek için gerekli bütün güçlere
sahiptir. (Frazer 1890, 1, s. 10)
Örneğin
Fiji'de "kendini kurban etme hiç de ender bir şey değildir ve bu yaşamı
terk ederlerken sonsuza kadar hep böyle kalacaklarına inanırlar. Bu da,
yaşlılığın zayıflığından ya da kötürüm bit duruma düşmekten gönüllü bir ölümle
kaçmak için güçlü bir neden oluşturur.
Vate'de
(Yeni Hebridler), yaşlılar kendi istekleriyle canlı canlı gömülürlerdi.
Yaşlanmış bir aile reisi canlı olarak gömülmemişse, aile için bir yüz karası
olarak kabul edilirdi bu.
Habeşistan'da
bir Yahudi kabilesi olan Kamantlann "kişiyi hiçbir zaman doğal ölümle
ölmeye bırakmadıkları, yakınlarından biri ölmeye yakın bir yaşa gelmişse
boğazını kesmesi için köyün rahibinin çağrıldığı, eğer bu iş yapılmamışsa,
giden ruhun kutsanmış kişilerin sarayına giremeyeceğine inandıktan"
bildiriliyor. (Frazer 1890, 1., s 215)
Kongo
halkı, papaları Chitome doğal bir ölümle ölecek olursa dünyanın yok olacağına,
sadece onun gücü ve ustalığıyla ayakta tuttuğu yeryüzünün ortadan kalkacağına
inanırdı. Bunun için de, papa hastalanıp ölmeye yüz tutunca onun ardılı olacak
olan insan elinde bir ip ve bir sopayla papanın evine girerek onu boğar ya da
ölünceye kadar sopayla döverdi.
Orta
Afrika'da Unyoro Krallığında töre hala kral ciddi biçimde hastalanırsa ya da
yaşlılıktan dolayı zayıflarsa kendi karılan tarafından öldürülmesini
gerektiriyor; çünkü eski bir kehanete
göre kralın doğal bir ölümle ölmesi halinde taht hanedanın elinden gitmiş
olacaktır.
Yukarı
Kongo' da Kibanga kralı yaşlandığında büyücüler boynuna bir ip geçirirler ve ölünceye kadar ipi sıkarlardı.
Eski
Prusyalılar, tanrılar adına kendilerini yöneten bir yöneticiyi yüce efendileri
olarak kabul ederlerdi ve bu kişi Tanrı'nın Sözcüsü (Kirwaido] olarak
bilinirdi. Kendini zayıf ve hasta hissettiğinde, arkasında iyi bir ad bırakmak
istiyorsa, dikenli çalı-çırpıdan büyük bir yığın yaptırır, üzerine çıkar ve
halka uzun bir söylev çekerdi, tanrılara yararlı işler yapmalarını öğütler,
tanrılara gideceğine ve halk adına onlarla konuşacağına söz verirdi. Sonra
kutsal meşe ağacının önünde yanmakta olan sonsuz ateşten bir parça alır ve çalı
yığınını tutuşturarak ateşte kendini yakar." (Frazer 1890, 1, s 219)
Rahiplerin,
kralın öldürülmesine yetki veren kehaneti, bedeninde herhangi bir kusur olan
kralın, yönetiminden büyük felaketlerin doğacağı inancından gelir; tıpkı
"topal bir saltanata" yani topal bir kralın saltanatına karşı
Spartalıları uyaran kehanet gibi.
Bugün
bile Wadai Sultanının gözle görünür bedensel bir kusuru olmaması gerekir; bir
Angoy kralı; kırık ya da doldurulmuş bir diş ya da eski bir yara izi gibi bir
tek kusuru varsa tahta çıkamaz.
Daha
sonraları, Etiyopya Kralımın bedeninin herhangi bir yerinde bir sakatlarıma
olursa, sarayındaki herkesin de aynı şekilde sakatlandığı kaydediliyor. Örneğin
bir dişini kaybettiği için kralı ölüme zorlamak yerine, bütün adamları bir
dişlerini kaybetmek zorunda kalıyor, böylece adamlarının krala karşı herhangi
bir haksız üstünlüğü ortadan kaldırılmış oluyordu. Böyle bir kural aynı bölgede
Darfur Sultanlarının sarayında hala uygulanmaktadır. Sultan öksürdüğünde,
herkes dilini damağına vurarak ts ts sesi çıkarır; hapşırdığında, bütün cemaat
ağlayışa benzer bir ses çıkarır; altan düşse, peşindeki herkesin de onun gibi
altan düşmesi gerekir; bir tanesi eyer üzerinde kalırsa, rütbesi ne olursa
olsun yere yatırılır ve dövülür.
Kutsal-kralların öldürülme törelerinde değişiklikler oluşturulması
Yukarda
anlatılan durumlarda halk, kutsal kral ya da rahibi, sağlığının bozulduğuna ya
da yaşının ilerlediğine değgin herhangi bir görünür 'belirti kendilerini
uyarıncaya kadar görevde bırakır, bundan sonra artık kutsal görevlerini yerine
getirmeye uygun değildir; fakat bu tür belirtiler görününceye kadar öldürülmez.
Bununla birlikte bazı halklar en küçük bir belirtinin ortaya çıkmasını
beklemenin güvensiz olduğunu düşünüp, kralı henüz yaşamının en canlı
dönemindeyken öldürmeyi yeğlemektedir. Buna göre de, artık halkını
yönetemeyeceği bir süre saptamakta, bu dönemin bitiminde onu öldürmektedir; bu
dönem, arada fiziksel bakımdan çöküş olasılığını ortadan kaldıracak kadar kısa
olmaktadır. Güney Hindistan'ın bazı bölgelerinde bu süre on iki yıldı. Örneğin,
eski bir gezgine göre Quilacare eyaletinde "Bir Pagan Dua Evi vardır,
burada çok önem verdikleri bir put vardır, her on iki yılda bir onun onuruna
büyük bir şölen verirler, bütün Paganlar bir bayrama katılır gibi katılır bu
şölene. Bu tapınağın birçok toprağı ve bir hayli geliri vardır; büyük bir iştir
bu. Bu eyaletin bir kralı vardır; jübileden jübileye on iki yıl hüküm sürer.
Yaşam tarzı şöyledir: on iki yıl tamamlandığında, şölen günü sayısız insan
toplanır oraya, Brahmanlara yiyecek vermek için bol para harcanır. Kral ağaçtan
bir iskele yaptırır, üzerine ipek kumaşlar yayar; o gün büyük törenler ve müzik
eşliğinde bir gölde yıkanmaya gider, bundan sonra putun yanına gider ve ona
yalvarır, iskelenin üzerine çıkar, orada bütün halkın önünde çok keskin
bıçaklar alır eline ve önce burnunu, sonra kulaklarını, dudaklarını ve bütün
organlarını kesmeye başlar, yapabildiğince fazla et kesmeye çalışır vücudundan;
ve bunları aceleyle etrafa saçar, o
kadar kan akar ki vücudundan, bayılmaya yüz tutar, en sonunda da gırtlağını
.keser. Bu kurban töreni puta adanmıştır; on iki yıl hüküm sürmek ve put aşkına
böyle kurban olmak isteyen kişi orada bulunmak ve bunları seyretmek zorundadır;
bulunduğu yerden onu alıp kral olarak iskeleye çıkarırlar.
Calicut'ta,
on iki yıl sonunda kralı öldürme eski kuralı, herhangi bir kimseye, on iki
yılın sonunda krala saldırma ve eğer öldürürse onun yerine geçme izni haline
dönüşmüştü; bu sırada kral etrafının muhafızlarınca çevrili olmasına dikkat
ettiği için, verilen bu izin bir şekil değişikliğinden öte bir şey değildi. O
eski katı kuralı değiştirmenin bir başka yolu biraz önce anlattığımız Babil
töresinde görülüyor. Kralın öldürülme zamanı yaklaştığında (Babil' de bunun bir
tek yıllık saltanatın sonunda olduğu görülüyor) birkaç günlüğüne krallıktan
çekilmekte, bu süre içinde geçici bir kral hüküm sürmekte ve onun yazgısını
üzerine almaktaydı. Önceleri bu geçici kral suçsuz biri, olasılıkla kralın
kendi ailesinin bir üyesi olabiliyordu; fakat uygarlığın gelişmesiyle birlikte,
suçsuz bir insanın kurban edilmesi kamusal duygulara korkunç gelmiş ve bunun
için de onun yerine kısa ve ölümlü bir saltanat sürecek olan ölüme yargılı bir
suçlu getirilmiş olabilir. Daha sonra, ölecek bir kralı temsil eden suçlu için
daha başka örnekle, bulacağız. çünkü
unutmamamız gerekir ki, kral, bir tanrı kimliğinde öldürülmektedir, onun ölümü
ve yeniden dirilmesi, kutsal yaşamı bozulmamış olarak sürdürmenin tek yolu
olarak, halkının ve dünyanın kurtuluşu için zorunlu kabul edilmektedir.
Bazı
yerlerde bu eski törenin bu değişik şekli daha da yumuşatılmıştır. Kral yılda
bir kez kısa bir süreyle yine çekilmekte ve yeri az çok saymaca bir kral
tarafından doldurulmaktadır; fakat bu kısa saltanatın bitiminde ikinci kral
artık öldürülmemekte, ama bazan gerçekten öldürüldüğü zamanın bir anısı olarak
sahte bir öldürme eylemi hala yaşamaktadır. Örneklere bakalım. Kamboçya Kralı,
her yıl Meac (Şubat) ayında üç günlüğüne çekiliyordu. Bu süre içinde hiçbir
yetkisini kullanamıyor, mühüre dokunamıyor, zamanı gelmiş gelirlerini bile
alamıyordu. Onun, yerine Sdach Meac yani Şubat Kralı adlı geçici bir kral
yönetiyordu. Geçici krallık görevi, krallık sarayı ile uzaktan ilişkili bir
aileye kalıt olarak geçiyordu, oğullar babaların, kardeşler ağabeylerin yerini
alıyordu, tıpkı ger çek hükümdarlığın geçişinde olduğu gibi. Yıldız falcılarının
saptadığı uygun bir günde geçici kral yüksek görevlilerce bir zafer alayıyla
göreve götürülüyordu: Kralın filleri üzerinde, kralın tahtırevanında. (Frazer
1890, 1. S. 223)
Siam'da,
altıncı ayın altıncı ay gününde (Nisanın sonu), üç gün süreyle krallığın
ayrıcalıklarından yararlanan geçici bir kral atanır, gerçek kralsa sarayında
kapalı tutulur. Bu geçici kral çok sayıda bendesini, pazarda ve açık
dükkanlarda ne bulurlarsa toplayıp gaspetrnek üzere dört bir yana gönderir; bu
üç gün içinde limana gelen gemiler ve yelkenliler bile onun adına gaspedilir ve
daha sonra parası ödenerek geri alınması gerekir bu malların. Kral kentin
ortasında bir alana gider, süslenmiş öküzlerin çektiği, yaldızlı bir saban
getirilir oraya. Saban yağlandıktan, öküzler güzel kokularla ovulduktan sonra
yalancı kral sabanla dokuz karık açar, yaşlı saray hanımları peşinden yürüyerek
mevsimin ilk tohumlarını saçar toprağa. Dokuz karık açılır açılmaz, seyirci
kalabalığı karıklara koşar ve henüz ekilmiş olan tohumları kapışır, bunları
pirinç tohumuyla karıştırınca bol ürün alacağına inanır.
Daha
sonra öküzler çözülür, önlerine· pirinç, mısır, susam, sago, muz, şeker kamışı,
kavun, karpuz vb. yiyecekler konur; hangisini önce yerlerse, gelecek yıl o
ürünün değerli olacağına inanılır. Bu süre içinde geçici kral sağ ayağını sol
dizi üzerine koymuş, bir ağaca yaslanarak ayakta durur. Böyle bir ayağı
üzerinde dinelerek durmasından dolayı halk arasında Seksek-Kral diye bilinir·
fakat onun resmi unvanı Phaya Phollathep, "Meleklerin Efendisi"dir.
Bir tür Tarım Bakanıdır o; tarla, tohum üzerine bütün anlaşmazlıklar ona
gönderilir.
Bundan
başka onun kralı canlandırdığı bir tören daha vardır. İkinci ayda (soğuk
mevsime rastlar bu) olur ve üç gün sürer. Alay halinde Brahman Tapınağının tam
karşısında bir boş alana götürülür, burada Mayıs-direkleri gibi süslenmiş,
üzerinde Brahmanların sallandığı birtakım direkler vardır. Onlar sallanır ve
dans ederken "Meleklerin Efendisi"nin, tuğladan yapılmış, üzeri
sıvalı, beyaz bir kumaşla kaplanmış ve bir halı asılmış bir yükseltinin
üzerinde tek ayağı üstünde durması gerekir. Yaldızlı bir sayvanı olan ağaçtan
bir çerçeveye dayanır, her iki yanında birer Brahman durur. Dans eden
Brahmanlar bufalo boynuzları taşırlar, bunlarla büyük bir bakır kazandan su alırlar
ve halkın üzerine serperler; bunun, halkın barış ve sükun içinde, şen ve esen
yaşamasını sağlayarak şans getirdiğine inanılır. Meleklerin Efendisi'nin tek
ayak üzerinde durmak zorunda olduğu süre yaklaşık üç saattir. Bunun
"Devatta'ların ve ruhların düzenini sağladığına" inanılır. Ayağını
yere değdirirse, "bütün malını mülkünü kaybedecek ve ailesi kralın kölesi
olacaktır; çünkü bunun devletin yıkımını ve tahtın dayanıksızlığını önceden
bildiren bir fal olduğuna inanılır. Fakat sapasağlam öylece durursa, kötü
ruhlar üzerinde bir zafer kazanmış olduğuna ve bundan başka yalandan da olsa,
bu üç gün içinde limana girebilecek olan üç gemiyi ele geçirip içindekileri
alma, kasabada açık bir dükkan bulup canının istediğini alıp götürme
ayrıcalığına sahip olacağına inanılır. (Frazer 1890, 1. S. 224)
Yukarı
Mısır'da Coptic hesabına göre güneş yılının ilk gününde, yanı 10 Eylülde, Nil
nehri genellikle en yüksek düzeye ulaştığında normal yönetim üç günlüğüne
askıya alınır ve her kasaba kendi yöneticisini seçer. Bu geçici yönetici bir
tür yüksek soytarı şapkası giyer, uzun sarı bir sakal takar ve garip bir
mantoya sarınır. Elinde bir görev değneği, yazıcı, cellat vb. kılıklarına
bürünmüş adamlarla birlikte Yöneticinin sarayına doğru ilerler. Yönetici
görevden vazgeçer; yalancı kral ise tahta oturarak, asıl yöneticinin ve
memurlarının bile uyması gereken
kararlar almak için yetkilileri toplar. Üç
günün sonunda yalancı kral ölüme mahkum edilir; içine sarıldığı örtü ya
da kabuk ateşe tutulur, küllerinden Fellah çıkar sürünerek. (Frazer 1890, 1. S.
226)
Bilspur'da,
bir Rajanın ölümünden sonra bir Brahmanın ölü Rajanın elinden pirinç yemesi ve
tahtı bir yıllığına işgal etmesi bir töre gibi görünüyor. Yılın sonunda
Brahmana hediyeler verilir ve ülke topraklarının dışına çıkarılır, bir daha
oraya dönmesi kesinlikle yasaklanır. Anlatılmak istenen şu: Rajanın ruhu,
öldüğünde, elinden khir (pirinç ve süt) yiyen Brahmanın bedenine .girer, bunun
için de Brahmanın bütün yıl süresince dikkatle gözleniyor, uzaklaşmasına izin
verilmiyor. (Frazer 1890, 1. S. 227)
Kamboçya
ve Siam örnekleri, bunlara geçici olarak devredilen şeyin özellikle kralın kutsal ya da doğaüstü işlevleri olduğu
gerçeğini açıkça ortaya koyuyor. Bu, Siam'ın geçici kralının bir ayağını havada
tutarak kötü ruhlar üzerinde bir zafer kazanacağı, aşağı indirirse devletin
varlığını tehlikeye atacağı inancından ortaya çıkıyor. Yine, Kamboçyalıların
"pirinç dağı'nı ayakları altında çiğneme töreni, ya da Siamlıların
toprakta karık açma ve tohum ekme töreni, bol ürün almak için yapılan
büyülerdir, bu da çiğnenmiş pirincin ya da toprağa ekilmiş tohumun birazını
evine getirenlerin bu yolla iyi bir ürünü sağlama alacağı inancından ortaya
çıkıyor. Ama geçici krallara verilen, ürünleri büyütme görevi, ilkel toplumda
normal olarak kralların yerine getirmesi gereken doğaüstü işlevlerden biridir.
Yalancı
kralın pirinç tarlasında yüksekçe bir yerde bir ayağı üzerinde durması kuralı
belki de ürünün boyatmasını sağlayacak bir büyü anlamına geliyordu başlangıçta;
en azından, eski Prusyalıların yaptığı buna benzer bir törenin amacı buydu. Bir
yükselti üzerinde tek ayağı üzerinde duran, kucağı çöreklerle dolu, sağ elinde
bir bardak brendi ve bir parça karaağaç kabuğu ya da ıhlamur kabuğu tutan köyün
en uzun boylu kızı, tanrı Waizganthos' a keten fidanının kendi durduğu yere
kadar uzaması için dua ederdi. Daha sonra elindeki bardağı boşaltıp yeniden
doldurtur, brendiyi Waizganthos' a bir sunu olarak yere döker, çörekleriyse
tanrıya eşlik eden cinlere, perilere atardı. Bütün tören boyunca tek ayağı
üzerinde durabilirse, keten ürününün iyi olacağının işareti olurdu bu' ama
ayağım yere 'basarsa, ürünün zayıf olabileceğinden korkulurdu. (Frazer 1890, 1.
S. 228)
11-DOĞUM-ÖLÜMLÜ HAYAT DÖNGÜSÜ ESKİ KÜLTÜRLERDE NASIL AÇIKLANMIŞTIR?
Doğadaki doğum-ölümlü hayat döngüsünü açıklamaya yönelik eski toplumlardaki bazı gelenekleri görelim.
Eski insanların
neleri nasıl yorumladıkları en kesin şekilde yazılı belgelerden
anlaşılmaktadır. En eski yazılı belgeler arasında, önce Sümerlerin çivi-yazısı
kil tabletleri, sonra Mısırlıların hiyeroglif yazıtları, üçüncü olarak da eski
yunanca yazılar gelmektedir. Bunlardan ilk ikisi biraz dağınık sayfalardan
oluştuğundan, sonuncu olan yunan mitolojik bilgilerinden yararlanmak daha kolay
olmaktadır. Bir-kaç bin yıl öncesine gidelim ve 2-3 bin
yıl öncelerinde toplumların doğa ve dünyamız hakkındaki görüşlerine bakalım.
Yunan kültüründeki DEMETER-PERSEPHONE figürleri:
Yunan
mitolojisinde tarımın, bereketin, mevsimlerin
tanrıçası Demeter’dir. Tanrılar tanrısı Zeus ile evliliğinden Persephone (Romalılarda
Proserpina) adlı kızı doğmuştur. Bir gün Persephone arkadaşları ile
tarlada çiçek toplarken çayır birden ikiye yarılır ve yeraltı tanrısı Hades, yeryüzüne
çıkar. Aşık olduğu Persephone'u yeraltına kaçırır.
Demeter kızını aramak için yollara düşer
ancak onu hiçbir yerde bulamaz. Üzüntüsü öyle büyük olur ki hayata küser,
Olympos’tan kaçar, yüreği sızlayarak ıssız bir yere çekilir. Onun küsmesiyle
toprağın bereketi kalmaz, insanlar kıtlık tehlikesine uğrarlar.
Zeus Demeter’e yalvarır, ama Demeter
yalvarmalara kulak vermez. Bütün yalvarmalarının boşa gittiğini gören Zeus, en
sonunda Persephone’nin yılın üçte ikisini yani çiçek açma ve meyve zamanını,
anası Demeter’in, geri kalan üçte birini, yani kışı da kocası Hades’in yanında
geçirmesini kararlaştırır. Böylelikle toprağa yeniden bereket gelir.
Persephone her yeryüzüne çıktığında, Demeter yeryüzüne baharı getirir.
Anadolu kültüründe bitkiler alemindeki bereketliliği yönlendirip-etkileyen ilahi figürler Attis ve Kybeledir.
Mitolojik bilgi şöyledir:
Attis Kybele'nin sevgilisidir. Ancak
Kybele'ye verdiği sözü unutarak Pessinus Kralı'nın kızını sever. Onunla
evlendikleri gece düğüne Tanrıça Kybele de davet edilir. Düğünde Attis Kybele
ile karşı karşıya kaldığında ne yapacağını bilemez. Kybele'ye olan sözünü
unuttuğu için duyduğu pişmanlıktan ötürü cinsel organını orada keser ve kanlar
içinde kıvranmaya başlar. Sevgilisinin böyle acı içinde kıvranmasına
dayanamayan Kybele Attis'i bir çam ağacına dönüştürerek ona sonsuzluğu
bağışlar. Çam ağacının her mevsim yeşil kalmasının sebebi budur.
Mitolojilerdeki amaç, ürünlerin (bitkiler,
ağaçlar, vs.) neden yıllık doğum-ölüm döngülerine uğradığını açıklamaktır.
Attis, çam ağacı gibi sürekli yeşil (canlı)
kalan bir bitki (ilahi) ruhu olarak kabul edilince, diğer mevsimlik ömürlü
bitkiler alemini de etkileyici olarak kabul görür.
Attis'in, genel olarak ağaç-ruhları gibi,
ürünün büyümesi üzerinde etkili olduğu, hatta ürünle özdeşleştirildiği
anlaşılıyor. Onun belgeçlerinden (epithet) biri "çok bereketli" idi;
ona "ürünün biçilmiş yeşil (ya da sarı) başağı" diye seslenilirdi;
çektiği acıların, ölümünün ve yeniden dirilişinin öyküsü, orakçının yaraladığı,
ambara gömdüğü ve toprağa ekilirce yeniden yaşama kavuşan olgun dane olarak
yorumlanırdı.
● Yakın-Doğu kültüründeki ADON- AFRODİT geleneği
Suriye kralının kızı Myrrha, Afrodit'e yeterli derecede tapınmadığı için
Afrodit tarafından cezalandırılır ve kıza asla baş edemeyeceği bir baba arzusu
verir. Dadısının yardımıyla babası
ile 7 gün 7 gece beraber olur. Babası son gece birlikte olduğu kişinin kızı
olduğunun farkına varır ve onu öldürmek ister. Tanrılar kıza acıyarak onu mersin ağacına dönüştürürler.
Ağacın gövdesinden 9 ay sonra ölümlülerin en güzeli olan Adonis dünyaya gelir.
Afrodit görür görmez ona aşık olur ve onu
saklaması için Persephone'ye verir. Persephone
de delikanlıya vurulmuştur ve onu geri vermek istemez. İki tanrıça arasında
kavga çıkar. Zeus araya girer ve
Adonis'in 6 ay Afrodit'in, 6 ay Persephone'nin yanında kalmasına karar verir.
Adonis yeraltına indiğinde yaz biter, kış başlar; yeryüzüne çıktığında
toprakların bereketi tekrar gelir ve ilkbahar olur.
Görüldüğü üzere, eski insanlar doğadaki
yaşam döngüsünün motoru olarak kabul ettikleri canlılık faktörünü, RUHu
taşıdıklarına ve aktardıklarına inandıkları insan (veyahut bir başka varlık)
figürlerine atfetmişlerdir. Doğurganlık
bir “Tanrıça figürü”, tanrıçayla birleşecek bir erkek (tanrı) ve onların
ürünleri olarak hayatı devam ettirecek “yavru tanrıça ve tanrılar”
tasarlanmıştır.
Tanrıça, evrenin
yaratıcısı ve doğurma gücüne sahip yaşam veren imge olarak kutsaldır ve ancak
ilkbaharla birlikte canlanan doğanın simgeciliğiyle açıklanabilecek biçimde
tanrıyla birleşmesi ve verimlilik sürecini başlatması gerekmektedir.
İlkbaharın
gelişiyle başlayan doğadaki canlanış tanrının genç kral olarak yeryüzüne çıkışı
anlamını taşımaktadır.
Yaza doğru gidildikçe
genç kral tanrıçayla eşit bir konuma yükselerek onunla simgesel anlamda
evlenmektedir. Bu birleşme, doğurma ve yaşamın sürekliliğini sağlayan kutsal
bir etkinliktir "hieros gamos"
ve büyük olasılıkla temsili bir birleşme töreniyle kişileştirilmektedir.
Eski insanlar,
duygusal veya simgesel büyü etkisine inanmaktadırlar. Doğadaki canlılık ruhunu
taşıdıklarına inandıkları tanrı ve tanrıçaları taklit ederek, hayat döngüsünün
sürdürülmesinde etkili olacaklarını ve bu sayede yaşamları için gerekli olan
ürünlere kavuşacaklarına inanmaktadırlar.
"Hieros
gamos" (kutsal evlilik) adını alan törenler böyle bir amaç için
yapılmışlardır. Tanrıçayı temsil edecek bir kutsal rahibe ve yaz bitiminde
kurban edilecek, topluluktan bir erkek tarafından gerçekleştirilir.
Doğumu ve yaşamı
tekrar doğaya getiren kutsal evlenme, sonbaharda, yeniden yaşam vermek üzere
kurban edilmek ve yeraltına çekilmek zorundadır.
Söylencesel
söylemde geçen ölüm ve yeraltına iniş sahneleri (Adon- Afrodit, Suriye =
Tammuz–Astarte, Babilon = Attis – Kybele, Frigya = Osisris- isis- Horus, Mısır
= Dionysos- Demeter-Proserpina, Yunan) birçok kültürde vardır.
Yeraltına çekilen
ve ölen tanrı, kimi anlatımda tanrıçanın onu, yeraltından kurtarışıyla yeniden
dirilir veya tanrıçanın rahminden tekrar doğar.
Bu eski inançlar
insanların hafızalarında geniş yer tutmuş ve zamanla değişen bilgi düzeyinden
etkilenerek, biraz şekillere dönüştürülmüştür. Temel amaç, ürünlerin bereketli
olmasını sağlamaktır. Eski kültürlerde, arzulanan bir olayın, onun taklidi yoluyla
oluşturulabileceği inancı egemendir. Bu inanç gereği, kutsal ilahi figürleri
taklit eden davranışlarda bulunularak, verimlilik artırılabilinir.
Öldürülen kişi,
tahıl-ruhunun temsilcisi olarak öldürülmektedir; amaç ise ürünlerin bol
olmasıdır. Hem Frigya'da hem de Avrupa'da tahıl-ruhunun temsilcisinin hasatın
yapıldığı tarlada her yıl öldürülmesi simgesel büyü özelliğindedir.
Hasatta yapılan
tahıl-ruhu tasvirinin çoğu kez gelecek yılın hasatında yeni bir tasvirle
değiştirilinceye kadar saklandığını görmüştük. Tasviri bu biçimde bir yıl
saklayıp ertesi yıl yenisiyle değiştirmenin amacı hiç kuşkusuz bitki-ruhunu
taze ve canlı tutmaktı.
Yaşlı Kadın
denilen son demet, ertesi yıl iyi ürün alınsın diye bilerek büyük yapılır. Yani
son demeti genellikle büyük ve ağır yapma töresi, ertesi yıl bol ve dolgun ürün
almayı sağlamak için, duygusal büyü oluyla çalışan bir büyüdür.
Yaşlı Kadın
olarak belirlenen son demet çoğu kez büyüklüğü ve ağırlığıyla öteki demetlerden
ayırt edilir. Örneğin Batı Prusya'nın bazı köylerinde Yaşlı Kadın normal bir
demetin iki katı uzunluğunda ve kalınlığında yapılır, ortasına da bir taş
bağlanır. Bazan o kadar ağır yapılır ki, bir adam zor kaldırır. Bazan Yaşlı
Kadın yapmak için sekiz dokuz demet bir araya bağlanır, onu kaldıran erkek
ağırlığından yakınır.
Maddi ve ölümlü
bir bedende cisimleşmiş olan canlılık öğesi ruh, konuk edildiği ortam çürümeye
başlayınca, yani cisimleştiği beden yaşlandıkça korunması ve sağlıklı şekilde
doğada kalması isteniyorsa, daha güçlü bir ardıla aktarılmak üzere- çökme
belirtileri göstermeden önce ya da en azından gösterir göstermez ondan ayrılmalıdır.
Bu, tanrının yaşlı temsilcisini öldürmek ve kutsal ruhu ondan yeni bir bedene
taşımakla yapılır. Tanrının yani onun insan temsilcisinin öldürülmesi, bu
yüzden, daha iyi bir biçim içinde canlanması· ya da dirilmesi için atılması
gerekli bir adımdan başka bir şey değildir. Bu hem kutsal kralların ve
rahiplerin öldürülmesi töresi için, hem de ağaç ruhunun ya da bitkilerin
ruhunun korunması için geçerlidir. Çünkü
kışın bitkisel yaşamın zayıflaması ilkel insan tarafından bitki ruhunu taşıyan
gövdenin zayıflaması olarak yorumlanmaktadır; Ruh taşıyan gövde yaşlanınca öldürülmesi
ve genç - taze bir gövdeye aktarılması gerekir. Yani ağaç-ruhun temsilcisinin
baharda öldürülmesine, bitkilerin büyümesini artırmanın ve hızlandırmanın bir
yolu olarak bakılmaktadır. Çünkü ağaç-ruhun taşıyıcısının öldürülmesi onun daha
genç ve daha güçlü bir biçimde canlanması, yaşama yeniden dönmesiyle
birliktedir.
Bir örnek
verelim:
Bohemya'rnn
Pilsen bölgesinde Whit-Monday günü Krala, çiçekler ve kurdelelerle süslenmiş
ağaç kabuğundan giysiler giydirilir; yaldızlı kağıttan bir taç giyer, yine
çiçeklerle süslenmiş bir ata biner. Bir yargıç, bir cellat ve başka iki
karakter eşliğinde, arkalarında hepsi de atlı bir dizi asker, köy meydanına
gider, orada Mayıs-ağaçlarının altına bir kulübe ya da yeşil dallardan bir çardak
kurulmuştur. Mayıs-ağaçları taze kesilmiş, ucuna kadar soyulmuş ve çiçeklerle,
kurdelelerle süslenmiş köknardır. Köyün kadın ve kızları eleştirildikten ve
yukarda anlatıldığı şekilde bir kurbağanın başı kesildikten sonra atlı alay,
daha önceden saptanmış dümdüz, uzun bir sokağa gider. Orada iki safa ayrılırlar
ve Kral kaçar. Kısa bir ara verilir ona, bütün hızıyla koşturur, arkasından da
bütün grup. Eğer onu yakalayamazlarsa bir yıl daha Kral olarak kalır,
arkadaşları akşam ıneyhanede onun içki parasını ödemek zorundadır. Ama eğer ona
yetişir de yakalarlarsa fındık çubuğuyla kamçılanır ya da tahtadan kılıçlarla
dövülür ve attan indirilir. Sonra cellat sorar, "Şu Kralın kafasını
keseyim mi?" Yanıt verilir, "Kes", cellat baltasını sallar, ve "Bir,
iki, üç, Kralın kafası uç!" sözleriyle birlikte Kralın başındaki tacı
uçurur. Oradakilerin şamatası ortasında Kral yere düşer; sonra bir teskereye
yatırılır ve en yakın çiftliğe götürülür. (Taklit olarak öldürülen bu kişilerde, kendini
baharda gösterdiği varsayıldığı için, ağaç-ruhunu ya da bitki ruhunu tanımamak
olanaksızdır.)
Okur,
köylülerimizin uyguladığı hasat törelerinin ilk anlamı konusunda hala herhangi
bir kuşku duyuyorsa, bu kuşkular, Borneo'lu Dyakların hasat töreleriyle
yapılacak bir karşılaştırmayla giderilebilir. Kuzey Borneo'lu Dyakların hasat
zamanında özel bir şenlikleri vardır; bu şenliğin amacı, "pirincin ruhunu
korumak, sağlamlaştırmaktır, eğer böyle yapılmazsa, tarlaların ürünü hızla
çürüyecek ve bozulacaktır." Pirincin ruhunu koruma ve sağlamlaştırma yolu
değişik kabilelerde farklı biçimlerdedir. Bazan rahip, onu bir-kaç pirinç
danesi şeklinde yakalar ve beyaz bir bezin içine kor. Bazan köyün dışında büyük
bir sundurma kurulur, onun yanma yüksek ve geniş bir sunak yerleştirilir.
Sunağın köşe direkleri, tepeleri yapraklı uzun bambulardandır, bunlardan
birinden beyaz kumaştan uzun, dar bir bayrak sarkar. Burada parlak, canlı
renklerden giysiler giyinmiş kadın ve erkekler yavaş ve ciddi adımlarla dans
ederler. Birden yaşlılar ve rahipler beyaz bayrağa doğru koşup ucundan
yakalarlar ve çılgınca bir müzikle, seyircilerin bağırışları ortasında dans
etmeye ve ileri geri sallanmaya başlarlar. Yaşlılardan biri sunağın üzerine
fırlar ve bambuları şiddetle sallamaya başlar, bunun üzerine dans edenlerin
ayaklarının dibine küçük taşlar, pirinç fidesinin lifIeri ve daneleri dökülür,
bunlar oradakiler tarafından dikkatle toplanır. Bu pirinç daneleri pirincin
ruhudur. Pirinç ekimi zamanı bu pirinç ruhundan bir kısmı öteki tohumlarla
birlikte dikilir, "böylece o ruh sürdürülmüş ve yayılmış olur”.
Ürünün gelişmesi
istendiğine göre, pirincin ruhunu koruma ve sağlama alma gereksinimi, Burmalı
Karenler tarafından da şiddetle duyulur. Bir pirinç tarlası yeşillenmiyorsa,
pirincin ruhunun (kelah) şu ya da bu biçimde pirincin içinden çıkamadığı
düşünülür. Eğer ruh geriye çağrılamazsa ürün iyi olmayacaktır. Pirincin kelah'ını
(ruhunu) geri çağırmada aşağıdaki formül kullanılır: "Haydi gel,
pirinç-kelahı, gel! Tarlaya gel. Pirince gel. Her cinsin tohumuyla birlikte,
gel. Kho nehrinden gel, Kaw nehrinden gel; buluştukları yerden gel. Batıdan
gel, Doğudan gel. Kuşun gagasındaysan gel, maymunun miğdesindeysen gel, filin
gırtlağındaysan gel. Nehirlerin kaynaklarından, ağızlarından gel. Shan ve
Burman eyaletlerinden gel. Uzak krallıklardan gel. Bütün tahıl ambarlarından
gel. Ey pirinç-kelahı, pirince gel
Yine, Avrupa'daki
tahıl-ruhu gelin ve güvey gibi ikili biçimde temsil etme töresiyle. Java' da
hasat şenliğinde uygulanan bir töre arasında bir koşutluk vardır. Orakçılar
pirinci biçmeye başlamadan önce, dhip ya da büyücü bir miktar pirinç başağı
seçer ve bunları birlikte bağladıktan sonra üzerine yağ sürer ve çiçeklerle
süsler. Böylece donatılmış olan başaklara padi-penganten denir, yani
Pirinç-gelin ve Pirinç-güvey; evlenme törenleri kutlanır, hemen sonra da
pirinci biçme işi başlar. Daha sonra, pirinç ürünü içeri alınırken, ambarda bir
gerdek odası hazırlanır, yeni bir hasır, bir lamba ve her tür tuvalet gereci
'konur oraya. Pirinç-gelin ve Pirine-güveyin yanına düğün konuklarını temsil edecek
pirinç desteleri yerleştirilir. Bu yapılıncaya kadar hasatın tamamı ambara
alınmaz. Pirinç içeri alındıktan sonraki ilk kırk gün, yeni evli çiftleri
rahatsız etmemek için hiç kimse ambara giremez.
Keltler,
Tötonlar, Slavlar, dünyanın çok ötesindeki Peru-İnkaları, Borneo-Dyakları ve Java-Malayları hep benzer
hasat töreleri uygulamışlardır. Bu törelerin dayandığı düşüncelerin bir tek
ırkla sınırlı olmadığı, tersine, tarımla uğraşan bütün gelişmemiş halkların
kafalarına doğallıkla doğduğuna değgin yeterli kanıt vardır.
Tanrı bir bitki ilahı olunca, ateşle
yakılması için özel nedenler
çıkar ortaya. Çünkü ışık ve ısı bitkileri büyütmek için gereklidir; ve duygusal
büyü ilkesine göre, bitkinin kişisel temsilcisini onun etkisine maruz
kılmakla, ağaçlara ve bitkilere bu gerekli şeyler kaynağını sağlamış
oluyorsunuz. Bir başka deyişle, bitki-ruhunu güneşi temsil eden bir ateş içinde
yakmakla, en azından bir süre için bitkinin bol güneş almasını sağlama almış
oluyorsunuz. Duygusal büyü ilkesine göre bitki dünyasının temsilcisini yakmak
yerine sadece ateşten geçirmekle de varılabileceği düşünülmüş ve uygulanmıştır.
Rusya'da Kupalo’nun saptan yapılan figürü yazdönümü ateşinde yakılmaz, yalnızca
onun üzerinde ileri geri götürülür. Fakat sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı
tanrının ölmesi gerekmekledir; bunun için de ertesi gün Kupalo bütün süslerinden soyulur ve bir akarsuya atılır. Dolayısıyla, bu Rus töresinde tasvirin ateşin içinden geçirilişi katkısız ve
basit bir güneş-büyüsüdür.
Orta-doğu
ülkelerindeki Nevruz, Avrupadaki Beltane gibi bahar ve hasat töreleri açıkça
aynı eski düşünce tarzlarına dayanmakta ve aynı ilkel puta-tapmanın bölümlerini
oluşturmaktadır.
İlkel insan için
tanrılar değil, ruhlar önemlidir. Ruhlar, işlevlerinde doğanın belirli faaliyetleriyle
sınırlandırılmıştır. İşlevlere göre sonsuz sayıda ruh vardır. Öte yandan
tanrıların, kendi özel ülkeleri olarak, üzerinde egemenlik sürdürdükleri 'tek
tek ayrı bölümleri vardır; fakat katı bir biçimde onunla sınırlı değillerdir;
iyilik ya da kötülük güçlerini doğanın ve yaşamın diğer birçok alanlarında
gösterebilirler. Aynı zamanda, Ceres, Proserpina, Bakkhos gibi bireysel ya da
özel adlar taşırlar. Ayinler kurban, dua ve övgü yoluyla doğanın gidişini
amaçlanan şekilde etkilemeyi amaçlar. (Frazer 1890, 1. S.340)
Eski toplumların doğayı yorumlama
çabaları birbirlerine benzerler. Örneğin mevsimlere bağlı olarak bitkiler
aleminde ilkbaharda canlanma, yazın olgunlaşma, sonbaharda yaşlanma ve kışın
ölüm görülür. Böyle bir döngünün nedeninin dünyamıza gelen güneş enerjisi
miktarına bağlı olduğunu bu gün biliyoruz. Ama dünyanın evrenin merkezi olduğu
ve her şeyin dünya etrafında döndüğüne inanıldığı eski zamanlarda, bu
döngülerin nedeni açıklamak için, insanlar doğadaki bu değişimleri
etkileyip-yönlendiren “ruh taşıyıcı” varlıklar olduğuna inanmışlardır.
Ruh atalarımız tarafından yani
canlılık enerjisi olarak kabul edilmiştir (ki aslında öyledir). İnsanın
doğup-ölmesi, erkek ve kadının birleşmesiyle yeni çocukların dünyaya gelmesiyle
canlılığın devamının sağlanması olayındaki gibi, “doğadaki canlılıkta da ilahi
güçlerin birleşmeleriyle doğadaki canlılığın devamı sağlanmaktadır” düşüncesi
eski uygarlıklarda yaygındır.
12- RUH CANLILIK VEREN, HAREKET ETTİREN FAKTÖR
OLARAK ALGILANMIŞTIR.
Eğer bir hayvan yaşıyor ve hareket
ediyorsa, onun düşüncesine göre, bu ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir
hayvan olduğu içindir. Eğer bir insan yaşıyor ve hareket ediyorsa, bu ancak
içinde onu hareket ettiren küçük bir insan olduğu içindir. Hayvanın içindeki
hayvan, insanın içindeki insan, işte ruh budur. (Frazer 1890, 1, s 121)
Bir hayvanın ya da bir insanın eylemi nasıl
bir ruhun varlığı ile açıklanıyorsa, uyku ve ölüm dinlenmesi de onun yokluğuyla
açıklanır. Uyku, ya da kendinden geçme, ruhun geçici, ölümse devamlı
yokluğudur. Dolayısıyla, ölüm ruhun devamlı yokluğuysa, ona karşı korunmanın
yolu, ya ruhun bedenden
ayrılmasını önlemek ya da eğer ayrılmışsa onun geriye dönmesini sağlama
almaktır:
Yabanılların bu amaçlardan birini ya da
öbürünü sağlama almak için kabul ettiği önlemler, yasaklar ya da tabular
şeklini alır; bunlar ruhun devamlı varlığını ya da geriye
dönüşünü sağlamaya yönelik kurallardan başka şeyler değildir. Kısacası, bunlar yaşamı esirgeyen ya da koruyan şeylerdir.
Bu genel ifadeleri şimdi örneklerle gösterelim.
Bazı Avustralyalı zencilerle konuşan
Avrupalı bir misyoner şöyle söylüyor: "Sizin sandığınız gibi ben bir tek
kişi değil iki kişiyim." Bunun
üzerine güldüler. "İstediğiniz kadar gülebilirsiniz," diye devam etti
misyoner, "Bir vücudun içinde iki kişi olduğumu söylüyorum size; bu sizin gördüğünüz, büyük vücut; onun içinde
görülmeyen küçük bir vücut daha var. Büyük vücut ölür, gömülür, ama küçük vücut büyüğü ölünce uçar gider." (Frazer 1890, 1, s 121)
Bazı zenciler buna şöyle karşılık verdi: "Evet, evet. Biz de ikiyiz, bizim de göğsümüzde küçük bir vücut var." Öldükten sonra küçük vücudun nereye gittiği
sorulduğunda, bazıları çalılığın arkasına, bazıları denize gittiğini, bazılarıysa bilmediklerini söyledi.
Huronlar ruhun bir başı ve vücudu, kolları
ve bacakları olduğuna inanırlardı; kısacası, insanın
kendisinin tam bir küçük modeliydi ruh.
Eskimolar "ruhun, ait olduğu vücudun şeklini gösterdiğine,
fakat daha nazik ve daha uçucu bir yapısı olduğuna" inanırlar.
Mankenin insana, başka bir deyişle ruhun vücuda
benzerliği o denli tamdır ki, şişman vücutlar, zayıf vücutlar olduğu gibi,
şişman ruhlar, zayıf ruhlar da vardır;" ağır vücutlar, hafif
vücutlar, uzun vücutlar, kısa vücutlar olduğu gibi, ağır ruhlar, hafif
ruhlar, uzun ruhlar, kısa ruhlar da
vardır. Nias (Sumatra'nın batısında bir
ada) halkı, her İnsana, doğmadan
önce ne boyda ve ne ağırlıkta bir ruh istediğinin sorulduğunu ve ona istediği ağırlık ve boyda bir ruhun verildiğini
düşünürler. Verilen ruhun bugüne kadar en ağın on gram kadardır. Bir insanın
yaşamının uzunluğu ruhunun uzunluğuyla orantılıdır; erkenden ölen
çocukların ruhları kısa boyludur. (Frazer 1890, 1, s 122)
Özetlersek:
Eğer bir hayvan yaşıyor ve hareket ediyorsa, onun
düşüncesine göre, bu ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir hayvan olduğu
içindir. Eğer bir insan yaşıyor ve hareket ediyorsa, bu ancak içinde onu
hareket ettiren küçük bir insan olduğu içindir. Hayvanın içindeki hayvan,
insanın içindeki insan, işte ruh budur. (Frazer 1890, 1, s 121)
Atalarımızın bu RUH tanımı güncel doğa-bilimleriyle
uyumludur. Henüz mikroskop gibi doğadaki küçük, gözle
görülemeyen varlıkları gözlemlemek olanağından yoksun olan atalarımız,
kendilerine canlılık veren faktörün bedenlerindeki hücreler olduğunu bilemezdi.
Ama yine de içindeki bir şeylerin kendisine canlılık verdiğini hissetmişti.
İşte ıspatı:
Doğadaki tüm varlıklar atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bu
atom-altı-öğeler ise Fermions (proton, nötron, elektron) ve Bosons (foton,
gluon, graviton) adlı iki farklı gruba ayrılırlar. Fermionlar “madde”, bosonlar
ise bu maddelerinin birbirleriyle etkileşmelerini sağlayan “ruh” faktörüdür.
Yani doğadaki tüm oluşumlarda “madde ve ruh” faktörleri vardır. Fermionlar aynı anda aynı yerde bulunamazlar,
yani üst-üste çakışamazlar, bosonlar ise, üst-üste çakışabilirler, yani, faz ve
frekanslarının uyumu veya uyumsuzluğuna göre,
etkilerini artırıp-azaltabilirler. Sinyaller uyumlu olduğunda, varlıklar
birbirleriyle birleşebilirler ve daha ergonomik bir üst-sistem oluştururlar. Bu
yöntemle, atom-altı-öğelerin birbirleriyle rezonansa girmeleri sayesinde, atom
< molekül < hücre < beden < toplum veya koloni gibi üst-sistemler
oluşturulurlar.
Bu olayı açıklamak için insan
davranışlarına bakalım. İnsan bedeni bir maddedir, iki insan bedeni aynı anda,
aynı yeri paylaşamaz, yani üst-üste çakışamazlar. Ama insanlar birbirleriyle
konuşarak, yazışarak, koklaşarak, dokunarak, vs. tarzda sinyallerle haberleşip,
etkileşebilirler. Bu etkileşimlerde kullanılan sinyaller birbirleriyle uyumlu
iseler, güçlerini-kuvvetlerini üst-üste çakıştırıp, birleşerek, çok ergonomik
birliktelikler oluştururlar. Örn. avlanma, ziraat, ev işleri gibi çok farklı
işler yapma zorunda olan bir insanın, sürekli bir koşuşturma içinde olması ve
dinlenmeye fırsat bulamaması, toplum içinde ise, bu görevlerden sadece birini
yapıp, diğer insanlarla ürününü takas etmesi sayesinde çok daha rahat yaşaması
gibi.
Buna DİNAMİK
SİSTEM denir, doğadaki tüm
oluşumlarda geçerli olan sistemdir.
Her şey, varlıkların içlerindeki bileşenleri tarafından
yapılır, çünkü bir iş veya eylem yapılması için gereken enerji sadece
varlıkların içsel bileşenlerinde bulunur, en temeldeki içsel bileşenimiz ise
kuantsal öğelerdir ve evrendeki tüm enerjilerin kaynağını oluşturmaktadırlar.
Proton-nötron-elektron gibi kuantsal öğelerin
birleşmeleriyle önce atomlar oluşur, onların birleşmeleriyle moleküller,
moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle de
bedenlerimiz oluşur. Bizlerin birleşmemizle de toplum oluşturulur. Tabandan
tepeye doğru gelişmiş olan bu sisteme, “information & self-organisation”
olarak özetlenen dinamik sistem denir.
Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem
yapısallaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir
sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954)
tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi”
başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin
ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlisi şudur:
Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt
düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Bu temel ilkenin “karar erki” konusunu ele alıp, hayvan
ve hücreleri ilişkisine uygularsak, bedenleri oluşturma görevinin hücrelerde
olduğu, bedenlerin onlara hedef göstermekle yükümlü olduğu ortaya çıkar.
Geçekten de, bedenlerin beslenme-yaşama şekline uygun olarak, kah at, kah aslan
gibi farklı diş yapıları, kah keçi, kah deve gibi farklı tırnak-ayak yapıları oluşturulduğunu
görürüz. Canlının doğada bağımlı olduğu faktörlere uygun olacak şekilde bedenin
yapısallaştığı kesin şekilde, biyolojik- paleontolojik araştırmalarda
görülmektedir. (Hücreler karar verirken binlerce (hatta milyonlarca) faktörü
dikkate alırlar; her-bir sinir hücresinin 40-50 bin dendrit bağlantısı vardır,
yani bir karara varabilmesi için, o kadar farklı faktörü dikkate almak
zorundadır. Beden yönetiminde ise, milyarlarca hücre ortaklaşa bir karar almak
zorunda olduğuna göre, dikkate alınmak zorunda olunan faktör sayısını artık siz
hesap edin.)
Şimdi “hedef gösterme” işinin nasıl geçekleştiğini,
kök-hücrelere hedef gösterilmesi olayında açıklayalım. Bir organı, örn.
karaciğeri hastalanan bir insanın o organına, kemik iliğinden alınan kök-hücrelerinin
nakilleri sağlanırsa, o kök hücreleri hemen organdaki bozuk hücreleri
yenilemeye ve organı tekrar sağlam haline getirmeye başlarlar. Kök hücreleri
doğan bir çocuğun göbek bağında, çocukların süt (ilk) dişlerinde, gelişmiş bir
bedenin kemik iliğinde bulunmaktadır.
Kök-hücreler kendilerine gösterilen hedefe uyum
sağlayacak şekilde davranmaktadırlar. Yani hangi organa dönüşmeleri
gerekiyorsa, o organ hücrelerinin özelliklerini yapacak şekilde simetrileri
kırılıyor, köleleşiyor, sabitleşiyorlar. Burada kullanılan simetri-kırılması
kavramını anlayabilmek için şunu düşünün: Bir insan bedeninde 200 kadar farklı
organ vardır. Bir kök-hücresi bu 200 organdan herhangi birine dönüşebilir, yani
simetrisi 200’dür. Bir organa bağlandığında ise, artık sadece o organ hücreleri
gibi davranabilir, yani simetrisi 200den 1’e düşmüştür.
Simetri kırılması kavramı doğadaki tüm oluşum ve
gelişimlerin temelinde yer alır, çünkü, enerji dediğimiz
etkileyici-yönlendirici faktör kuantsal sistem dediğimiz atomlar ve atom-altı-öğeler
aleminde bulunur. Bu kuantsal öğeler evrensel enerji-ağını oluştururlar. Her
şey bu “proton-nötron-elektron gibi” kuantsal öğelerin birleşmeleriyle ortaya
çıkar. Bu kuantsal öğelerin doğadaki oluşumları nasıl etkilediklerini anlamak
için onları çok yüksek bir dağın tepesine yerleşmiş olarak düşünün. Bu dağın
tepesinde iken, her şeyi yapmaya-yönlendirmeye uygundurlar. Ama bu dağın
tepesinden, kuvars, su gibi herhangi bir moleküle dönüşerek, dağın
eteklerindeki herhangi bir noktaya kaydıklarını tasarlayın. Dağın çevresindeki
her noktaya farklı bir molekül yerleşmiş olsun. Daha önce
proton-nötron-elektron olarak dağın tepesinde bulunan bu temel öğeler, artık
birer farklı moleküle dönüşmüş olarak dağın eteğinde bir yerdedirler ve
simetrileri kırılmış durumdadırlar. Onlar artık bağımsız proton-nötron-elektron
gibi atom-altı-öğeler (veyahut hidrojen, oksijen gibi atomlar) olarak değil,
kuvars, su, mika vs. gibi farklı kimyasal maddelere dönüşmüşlerdir. Simetrileri
bu maddelerin özelliklerini yansıtacak şekilde kırılmışlardır,
sabitleştirilmişler, köleleştirilmişlerdir. Daha önce süper-simetrik
durumdayken, yani doğadaki binlerce farklı maddeyi oluşturacak yeteneğe
sahipken, bu maddelere dönüşerek, simetrileri bire düşürülmüştür.
Bu simetri kırılması, köleleştirme, sabitleştirme
kavramları için http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
makalesine bakınız.
Chaisson diyagramı
ve Dinamik-Sistemler-Fiziği enerjinin gittikçe daha etkin şekilde
kullanılmasına yönelik bir gidişat olduğunu göstermektedir.
Yeni bir şey oluştuğunda, hücrelerimiz onu simgeleyen bir
protein yaparlar, kimyasal bileşimleri değişir. Hücrelerin bileşimlerinin değişmesi, molekülleri arasındaki etkileşimleri
değiştirir, onlardaki değişimler atomları etkiler. Geri-beslemeli bu sistem
böylece atom-altı-öğelere kadar geri yansır ve doğa her gün göre yeniden
yapılandırılır.
Gelecek yazımızda doğadaki canlılığı başlatan en temel
sistemi, atomlar aleminin yapıcılığını göstererek, ruh dediğimiz canlılık
faktörünün kökenini göreceğiz.
13- ÇAĞDAŞ-BİLGİLER IŞIĞINDA RUHUN
KAYNAĞI (2. Bölüm)
Doğa, alt-sistem –üst-sistem ilişkileri çerçevesinde
gelişir. En alt sistemi is atomların da
parçaları olan atom-altı-öğeler oluştururlar.
Bedenlerin içlerindeki küçük canlılar olan hücreler
tarafından oluşturulması gibi, diğer varlıklar da, içlerindeki molekül, atom
gibi daha küçük bileşenlerince oluşturulmaktadırlar. Çünkü Canlılık atomlar aleminde kuantlarla başlar.
Önce
atom-altı-öğelerle yapılan bir 2-seçenekli
“2-delik” deneyi göstererek, onların bilinçli mi yoksa robot gibi mi
davrandıklarını görelim.
Şekilde
görüldüğü gibi deney bir hazırlanır. (S) noktasına bir elektron
kaynağı ve arka duvardaki bir yere bir elektron algılayıcısı (D) bir detektör yerleştirilir. Aralarındaki
perde üzerinde de -(A) noktasına- bir delik açılır.
Deliğin
boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge
geçebilecek şekilde ayarlanır.
Aynı
boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha yukarıdaki bir noktada açılır. (A)
deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögedan sadece bir
tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her iki
delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 elektrondan
2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması
beklenir. … Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.
Detektör duvar üzerinde kaydırılabilir özelliktedir ve yeri kaydırıldıkça,
algılanan elektron sayısının sıfır ile 4 arasında değiştiği görülür.
Bu değişimin hangi kurala göre
olduğu araştırıldığında ise, öğelerin şöyle bir olasılık hesabı yaparak
davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
Kuantsal
sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı,
gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin değerlendirme-adımlarıdır.
Kuantsal öğeler hedeflerini (sıfır - maksimum(+1)- sıfır - minimum(-1) – sıfır)
şeklinde pozitiflikle negatiflik arasında değişen değerlendirme adımlarıyla
ölçerek değerlendirirler. (D)’ye ulaşmak isteyen bir öğenin önünde iki
seçenek vardır:
Ya (A)
deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker
değerlendirir:
Örn.
(A) yolunu adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs.
(D) hedefine vardığında adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim
maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Şimdi
diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1)
değeriyle son buldu.
Öğe bu
iki değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge
kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen
100 elektrondan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir şey ulaşmaz.
Başka
bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD)
yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. 2’nin karesi
alınır: 4 eder.
Bu
durumda (S)den gönderilen 100 elektrondan 4 tanesi deliklerden geçer ve
detektör 4 öğe kayıt eder. Delikler normalde birer öğe geçirecek kadar
büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 öğenin geçebileceği deliklerden 4 tane
öğe geçer!
Burada
dikkat edilmesi gereken en önemli nokta şudur: Rezonans, yani uyum, doğadaki
oluşum-ve gelişmeleri yönlendirici ana unsurdur. Öğeler (olasılıklar) arasında
uyum (rezonans) oluşuyorsa, ortaya ekstra kazanç çıkıyor!
Olasılık
hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul
edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında
sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri
gittikçe küçülürler.
Örneğin
1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi
küçülen bir sonuç verir.
Doğadaki
tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre
yapılmaktadır.
Kuantsal
öğelerin, güzergahlar arasındaki mesafe farkına bağlı olarak, (0 – 4) gibi çok
farklı değerler arasında değişecek şekilde ulaşım noktalarına gitmeleri,
WAVE-BEHAVİOUR = DALGA-DAVRANIŞI OLARAK TANIMLANMIŞTIR.
Elektronların
hangi delikten geçtikleri merak edilip, deliklerin arkasına özel detektörler
konduğunda ise, elektronlar olasılık hesabı yapmaya gerek duymadıkları ve
beklenen şekilde, yani her delikten bir elektron geçecek şekilde davrandıkları
görülür. Bu durumda arka duvardaki detektör, hep sabit bir değerde (yani 2)
elektron algılar. BU DURUMA KUANTSAL ÖĞELERİN PARÇACIK DAVRANIŞI DENİYOR.
Canlılık neyle ve nerede başlar?
Doğada sürekli olarak gerçekleşen
değişim-dönüşümlerin temelinde kuantsal enerji olgusu yatar. Kuantum fiziği
deneyleri, atom ve atom-altı-öğeler
dediğimiz proton-nötron-elektron, foton gibi temel varlıkların, ölü, cansız
değil, tam tersine, cıvıl-cıvıl hareketli, yani canlı olduklarını
göstermektedir. Statik-sistemli bakış açısının oluşturduğu ön-yargı ile
fizikçiler bu temel varlıkları, “parçacık” olarak tanımlarlar. Onlarla
yaptıkları deneylerde ise, bu öğelerin kah bir bilye gibi “parçacık”, kah bir
hareketli öğe gibi “dalgalanma” özelliğine sahip olduğunu da görürler. Ne zaman
parçacık, ne zaman “dalga” özelliği gösterdikleri araştırıldığında ise,
gözlemleniyorlarsa parçacık, gözlenmiyorlarsa “dalga” özelliği gösterdiklerini
fark etmişlerdir. Bu ikili özelliğe de “wave-particle duality = dalga-parçacık-ikiliği”
demişlerdir. Bu davranış değişimini de, “gözlemci dalga fonksiyonu çökertir”
şeklinde açıklamaktadırlar.
Şimdi burada bir nokta koyup,
ön-yargısız düşünelim. Kuantsal öğeler dediğimiz, atomlar ve atom-altı-öğeler
(proton-nötron-elektron-foton, vs.) “dalga-parçacık-ikiliği” gösterirler. Şimdi
siz, elektron, foton gibi temel öğelerle deney yapıyorsunuz, deneylerde, siz
onları gözlemlemeye kalkıştığınızda, onların dalga fonksiyonunu çökertmiş
oluyorsunuz, öyle mi?
Ortada bir aktivite, bir olay var: kuantsal-öğenin
“dalgalanma” özelliği kayboluyor. Bu dalgalanma nasıl oluşuyordu? Öğeler,
önlerindeki iki güzergahı ölçüp-değerlendiriyorlar ve ölçüm sonuçlarının
maksimum veya minimum değer göstermeleri ve birbirlerine uyumlu olup olmadıklarına göre bizzat kendileri
karar veriyorlardı. Birileri kendileriyle ilişki kurmak istiyorsa, onu da
algılayıp, hesap yapmaya gerek duymuyorlar, normal beklenen şekilde
davranıyorlardı. (Hatta detektörün ne kadar sağlam veya bozuk olduğunu da
algılıyor ve o bozukluk oranına göre dalga veya parçacık olarak davranıyorlar.)
Fizikçi dostlar, lütfen biraz mantık!
Şimdi kafanızda, doğada canlılık nerde
ve nelerle başlıyor konusunda temel bir fikir oluşturabildiniz mi? Statik
sistem ile dinamik sistem arasındaki fark işte bu temel özellikten kaynaklanır.
Yani doğadaki canlılık ve hayat, atom-altı-öğeler dünyası ile başlar ve
“information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler
fiziği, Chaisson yönelimi gibi faktörlerle alt-sistem-üst-sistem oluşumları
şeklinde milyon-milyar yıllık süreçlerle devam eder.
Atomlar aleminin yukarda açıklanan özelliği
haricinde, şu ekstra özellikleri de, onların doğayı oluşturup-geliştiren en
temel (canlı) varlıklar olduklarını göstermektedirler:
•
Atomik
öğeler mimar-mühendistirler, her şeyi pozitiflik-negatiflik arasında değişen
ölçme- sistemleriyle değerlendirirler.
•
Bir
elektron, daha ergonomik bir yapı algılayıp, oraya göç etmek istediğinde,
"kuantsal enerji-bankası" ona ihtiyacı olan o muazzam enerjiyi ödünç verir, buna “tünelleme etkisi”
denir.
•
EPR
(Einstein-Podolski-Rosen) etkisi evrensel ölçekte bir anında etkileşim (haberleşme)
sistemidir ve bu sayede evrensel ölçekte enerjinin dengelenmesi sağlanır.
•
Anında
etkileşim, sadece kuantsal öğelerde değil, onlardan oluşan diğer üst-sistemlerde de
geçerlidir ve bu nedenle bir çekül veya pusula iğnesi ait olduğu üst-sistemdeki
tüm kütle veyahut manyetik alan değişimlerini anında algılayarak, davranışını
onlara göre ayarlarlar.
•
Kuantsal
öğelerin, kendilerini gözetleyen biri olup-olmadığını algılayıp, ona göre
davranması tam bir bilinçli davranıştır;
•
Atomların
tasarımları, peryodik bir tablo halinde, bir yönde elektro-negativiteler
artarken, diğer yönde elektro-pozitivite artması, atom-çaplarının düzenli
şeklide değişmesi gibi bir çok özellik gösteren tam bir düzenleyiciliktir.
•
Bilginin
eksponansiyel gelişiminin sağlanmış olması ap-ayrı bir mucizedir.
•
Atom-çekirdeklerinde
birbirlerini itecek özellikli olan protonların sıkı bir şekilde bir arada
tutulmaları ve bu olayda E=mc2 formülüne uyacak derecede çok muazzam
enerji depolanması enerji-madde ilişkisini doğuran başka bir olağan-üstülüktür.
•
Kuantların
canlı olmaları ruh denilen ve tanrı kavramının çekirdeğini-özünü oluşturan
olgudur, ruh ile kuantsal öğeler arası bu örtüşmeyi gösterir.
Tüm bu olgular karşısında insanlar, evrimci,
ateist, Marksist, vb. ne olurlarsa olsunlar, atalarımızın “tanrısal güç”
dediği, doğadaki bu olağan-üstü güç sistemini nasıl kabul etmezler ve Doğadaki
Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM)-sistemi gibi dünya genelinde tüm insanlığın
sorunlarının çözen bir görüşte birleşmezler?
13-DÜNYA PARSELLENİP-SAHİPLENİLEBİLİR Mİ?
Doğada ne neye ait, kim neyin sahibi?
Sağ-alt köşedeki şekilde görüldüğü
üzere Homo sapiens adlı modern insanın beyin yapısı, tüm diğer canlılardan
farklı olarak, yorumlamaya çok önem verilen bir şekilde organize edilmiştir.
Yorumlama, varlığın
kendi gözlemlerine dayalı olursa önem ve anlam taşır. Başka bir insanın
görüşlerine dayandırılan yorumlamalar ise insanları bataklığa, karanlığa
götürür.
Günümüz insanlığının doğayı kirletmesi,
İnsanların kendi
deneyimlerine dayalı olarak oluşturduğu inanç sistemleri paganizm olarak
bilinir.
Başka bir insanın
görüşüne göre oluşturulan inanç sistemleri ise, peygamberli dinsel görüşlerdir.
Hırıstiyan inançlı
bir devlet başkanı, Paganist inançlı bir Kızılderili reisine, mektup yazarak,
topraklarını satın almak istediğini belirtir.
Paganist inançlı reis
ise ona aşağıda sunulan “hayat dersi” mektubunu gönderir.
“Washington’daki Büyük Şef
topraklarımızı satın almak istediğini bildiren sözünü göndermiş!.. Büyük Şef
aynı zamanda dostluk ve iyi niyet sözlerini de göndermiş!.. Bu çok nazik bir
davranış… Çünkü karşılık olarak bizim dostluğumuza hiç gereksinimi yok. Ama biz
onun önerisini düşüneceğiz. Çünkü iyi biliyoruz ki eğer topraklarımızı
satmazsak, beyaz adam silahlarla gelip onu gene elimizden alabilir. Ama biz
bazı şeyleri anlamıyoruz. Gökyüzünü, toprağı, kayaların ısısını, nasıl olur da
alıp satabilirsiniz? Bu düşünce bize garip geliyor! Eğer biz havanın
tazeliğine ve suların pırıltılarına zaten sahip değilsek, siz onları nasıl
satın alabilirsiniz?
Biz bunları belki de vahşi olduğumuz için
anlayamıyoruz!.. Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her
parlayan çam iğnesi, bütün o kumsallar ve sahiller, karanlık ormanlardaki sis,
uçsuz bucaksız alanlar ve havada vızıldıyarak uçuşan her bir böcek, halkımızın
anılarında kutsaldır. Ağaçların gövdelerinden sızan sular, Kızılderili’nin
anılarını taşır. Beyaz adamın ölüleri, yıldızlar arasında yürümeye gittikleri
vakit, doğdukları ülkeyi unuturlar. Halbuki bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı
asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Nasıl biz dünyanın bir
parçası isek, o da bizim bir parçamızdır. Güzel kokulu çiçekler, bizim
kızkardeşlerimizdir. Geyik, at, büyük kartal bunlar da bizim erkek
kardeşimizdir. Kayalık tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar, atın vücudundan
bularlaşan ısı ve insan; hepsi aynı ailedendir. Öyleyse, Washington’daki Büyük
Şef, topraklarımızı almak isterken bizden çok şey istemiş oluyor.
Büyük Şef bize rahatça
yaşayabileceğimiz bir yer ayırdığını söylemiş. O bizim babamız ve biz de onun
çocukları olacakmışız!.. Öyleyse topraklarımızı alma önerisini düşüneceğiz. Ama
bu kolay olmayacak. Çünkü bu toprak bizim için önemlidir. Dereler ve
nehirlerden akan pırıltılı sular, sadece su değildir. Onlar bizim atalarımızın
kanıdır. Eğer toprağı size satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlayınız ve bunu
çocuklarınıza da öğretiniz. Göllerin berrak sularındaki her bir yansıma,
halkımızın yaşamından olaylar ve anılar anlatır. Suyun mırıltısı, babalarımızın
babalarının sesidir. Nehirler ise bizim erkek kardeşlerimizdir. Susuzluğumuzu
giderirler, kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler.
Eğer toprağımızı size satarsak hiçbir
zaman unutmayın ve çocuklarınıza da öğretin ki, nehirler bizim olduğu kadar
sizin de kardeşinizdir. Bu nedenle herhangi bir kardeşinize göstereceğiniz
saygıyı nehirlere de göstermelisiniz.
Kızılderili her zaman, ilerleyen beyaz
adamın önünde geri çekilmiştir. Tıpkı dağlardaki sisin sabah güneşi önünden
kaçması gibi. Ama babalarımızın külleri kutsaldır. Mezarları kutsal
topraklardır. Bu tepeler, ağaçlar dünyanın bu parçaları, bize sunulmuştur.
Beyaz adamın bizim yollarımızı anlamadığını biliyoruz. Beyaz adam için,
toprağın bir parçası diğeri ile aynıdır. O sadece geceleri bir hırsız gibi
gelip, topraktan ihtiyacı olanı alıp giden bir yabancıdır. Aldıklarının
kendinden parçalar olduğunun bilincinde değildir. Dünya onun anası değil düşmanıdır.
Onu yendikçe ilerlemeye devam eder. Ve yolunda giderken babalarının mezarını
geride bırakır. Buna da hiç aldırmaz. Dünyayı çocuklarından uzaklaştırır. Buna
da aldırmaz. Babalarının mezarları, çocuklarının bu dünyadaki hakları
unutulmuştur.
Beyaz adam, anası dünyaya ve kardeşi
gökyüzüne sanki satın alınabilen veya yağma edilebilen bir mal gibi, koyunlara
ve parlak boncuklara davrandığı gibi davranır. Onun bu iştahı ve hırsı bir gün
dünyayı yiyip bitirecek ve geriye sadece çorak bir çöl bırakacaktır.
Bilmiyorum, bizim yollarımız
sizinkilerden farklı. Sizin kentlerinizin gürültüsü bile Kızılderili’nin
gözlerine acı verir. Beyaz adamın kentlerinde sakin yer yoktur. Orada bahar
gelince yaprakların açılışını veya böceklerin kanat seslerini dinleyecek yer
bulunmaz. Ama bu belki de benim vahşi olduğumdan ve anlamadığımdandır. Çünkü,
takırtı bizim kulaklarımıza bir hakaret gibi gelir. İnsan eğer bir kuşun yalnız
başına ağlayışını veya su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini
dinleyemezse, yaşamın ne anlamı kalır? Ben Kızılderiliyim… Bunlardan başkasını
anlayamam…
Bir Kızılderili, su birikintisi
üzerine vuran rüzgarın yumuşak sesini, yağmurun temizliğini, çam kokulu rüzgarı
her şeye yeğler. Hayvanlar, ağaçlar, insanlar, hepsi aynı nefesi, aynı havayı
paylaşır. Hava Kızılderililer için çok kutsaldır. Aldığı nefes, beyaz adamın
dikkatini çekmiyor gibi. Beyaz adam, öleli uzun günler olmuş ve kötü kokuyla
uyuşmuş gibidir. Ama eğer size toprağımızı satarsak, havanın bizim için çok
değerli olduğunu hatırlamalısınız. Unutmamalısınız ki, hava sağladığı tüm
yaşamla aynı ruhu taşır. Büyük babamıza ilk nefesi veren rüzgar, onun son
soluğunu da kabul etmiştir ve aynı rüzgar çocuklarımıza yaşam ruhunu verir.
Eğer size toprağımızı satarsak, çayırlardaki çiçeklerden tad alan rüzgarı
koklamasını öğrenmelisiniz, onu korumalısınız ve kutsal tutmalısınız. Bu kokuya
beyaz adamın bile gereksinmesi vardır.
Toprağımızı almak önerinizi
düşüneceğiz. Eğer kabul etmeye karar verirsek, bir koşulumuz olacak: Beyaz adam
bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak… Kızılderililer sizin
yollarınızı, sizin adetlerinizi anlamazlar. Çayırlarda çürüyen binlerce bufalo
gördüm!.. Beyaz adamın, geçerken dumanlı demir attan vurup bıraktığı ve ne
amaçla öldürdüğünü hala anlayamadığım binlerce bufalo.. Ben vahşiyim ve dumanlı
demir atın bufalodan nasıl önemli olabileceğini anlayamıyorum!.. Ve biz vahşi
olduğumuzdan bufaloyu yalnız aç kalmamak için öldürürüz. Hayvanlar olmadan
insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhu o büyük
yalnızlığa dayanamaz ölürdü. Ayakları altındaki toprakların, büyük
babalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Toprağın,
akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu çocuklarınıza söyleyiniz. Böylece
toprağa saygı duyarlar.
Bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi, siz
de kendi çocuklarınıza öğretin: Dünya anamızdır. Dünyaya ne kötülük olursa,
oğullarına da aynı kötülük olur. Eğer insanlar yere tükürürlerse, kendi
yüzlerine tükürürler. Biz bunları biliyoruz. Dünya insanlara ait değildir.
İnsanlar dünyaya aittir. Bütün her şey, aileyi bağlayan kan bağı gibi,
birbirine bağlıdır.
Halkım için ayrılan bölgeye gitme
önerinizi düşüneceğiz. Ayrı ve barış içinde yaşayacağız. Geri kalan günlerimizi
nerede geçireceğimiz o kadar önemli değil artık. Çünkü çocuklarımız babalarının
aşağılandığını görürler. Kalan günlerimiz çok olmayacaktır. Bir zamanlar sizin
gibi güçlü olanların ve ormanlarda özgürce dolaşanların mezarları da
kalmayacak. Onları anmak ve yaslarını tutmak için, bir zamanlar bu dünyada
yaşamış olanların çocukları da kalmayacak… Bunun için neden yas tutalım?
Kabileleri insanlar yapar. İnsanlar
gidince, kabileler de olmaz. Kızılderili de yok olur. Tıpkı denizin dalgaları
gibi; insanlar gelir ve insanlar gider. Şimdi de sanki arkadaşıymış gibi
kendisiyle konuşabilen Tanrısıyla birlikte beyaz adam gelmiştir. Bildiğim bir
şey var ki, belki beyaz adam da bir gün bunu keşfedecektir. Siz nasıl şimdi
bizim toprağımıza sahip çıkmak istiyorsanız ve sonunda sahip olduğunuza
inanacaksanız, aynı şekilde Tanrınıza da sahip olduğunuza inanıyorsunuz. Ama
hiçbir zaman olamayacaksınız!.. Eğer Tanrı sizin anlattığınız gibi gerçek Tanrı
ise, sevecenliği yalnız beyaz adama olamaz.
Beyazlar da bir gün diğerleri gibi
geçip gideceklerdir. Tıpkı denizin dalgaları gibi. Yatağına pislik yığmaya
devam eden, bir gece kendi pisliğinde boğulacaktır.
Son, bize bir sırdır… Sizin
getirdiğiniz gibi bir sonu biz anlayamıyoruz. Dipdiri tepelerin konuşan
tellerle lekelendiğini, ormanın gizli köşelerini neden pek çok beyaz adamın
kokusunun doldurduğunu, vahşi atların neden tutsak edildiğini, bufaloların
neden katledildiğini biz anlamıyoruz. Böyle bir son bize bir şey anlatmıyor.
Çalılıklar nereye gitmiş?.. Kartal nereye kaybolmuş?.. Hızlı koşan bir ata ve
av avlamaya neden veda etmek gerecekmiş?.. Bütün bunlar ne demektir?.. Yaşamın
sonu… Ve; herhalde yeniden yaşamaya çalışmanın başlangıcı…
Toprağımızı alma önerinizi
düşüneceğiz. Kabul edersek, bu belki de bize vaat ettiğiniz bölge için
olacaktır. Orada belki de kalan günlerimizi gönlümüzce yaşayabiliriz. Bu
dünyada, son Kızılderili de yok olduğu zaman, yalnızca çayırlar üzerinde bulut
gibi hareket eden bir anı kalacaktır. Bu kıyılar, bu ormanlar halkımın ruhunu
koruyacaktır. Çünkü onlar bu dünyayı yeni doğan bir çocuk anasının yürek
atışını nasıl severse, öyle severler… Öyle ise, toprağımızı alırsanız, onu
bizim sevdiğimiz gibi seviniz. Onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz.
Anılarını da aynen saklayınız.
Onu çocuklarınız için; bütün
gücünüzle, bütün aklınızla ve bütün kalbinizle koruyunuz ve
seviniz. Göreceksiniz… Bütün bunlardan sonra, kardeş de olabiliriz.”
Duwarmish Kızılderililerinin Reisi,
Reis Seattle
Mektupta dikkatimizi vermek zorunda olduğumuz nokta şudur:
Peygamberli inanç sahibi, dünyanın bir parçasını satın almak, oradaki
canlı-cansız her şeye hükmetmek istiyor,
paganist inanç sahibi ise, toprağı- suyu-havasıyla doğanın, insanlarca
alınıp-satılamayacağını vurguluyor.
Peygamberli inanç mı daha mantıklı, paganist inanç mı daha
mantıklı?
14- İNSANLIK NEDEN ÇOCUKLARININ GELECEĞİNİ
TEHLİKYE ATMAKTA?
Bir Kızılderili şefinin 1.5 asır önceleri gördüğü bir gerçeği
bizler bu gün yaşıyoruz.
İnsanlık:
•
Ormanları
yakarak, toprak altında yaşayan milyonlarca canlı türünü yakıyor,
•
Zehirli
atıklarını denizlere, havaya, toprağa atarak yaşam ortamımızı zehirliyor, kimyasal dengeyi bozuyor,
•
O
ortamlardaki bin-bir çeşit canlıya hayatı cehennem ediyor;
•
Yer
altı kaynakları (madenler, vs.) hoyratça işletilerek, bir sürü zehirli atık
çevreye yayılıyor, ormanlardaki ağaçlar sararıyor, zehirli kimyasallarla olan
dereler sarı-kahve-renkli akıyor, tüm
balıklar, böcekler, vs. ölüyorlar;
•
Doğadaki
canlılığın karşılıklı etkileşimlere dayalı olarak geliştiğini dikkate
almayarak, binlerce canlı türün yok olmasına neden oluyor,
•
Savaşlarında
bombalar atıp, sadece insanları değil, havadaki-topraktaki binlerce canlıyı
öldürüyor-yaralıyor-zehirliyor.
•
Vs. vs.
İnsanlık bindiği dalı kesiyor.
Mantıklı görüş sergileyen paganist düşünceli insanlar karşısında,
mantıksız davranan peygamberli inançlı insanlar dünyamızda egemen güç haline
gelmişlerdir.
Peki insanlık neden doğayı böylesine mahvederek, çocuklarının
geleceğini tehlikeye atmakta, parayla dünyayı kontrol eden tepedeki dar bir
zümrenin kölesi olmaktadır?
Neden? Neden? Neden?
15-PEYGAMBERLİ İNANÇ SİSTEMİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
1. ÖZELLİK:
Karşılıklı bağımlık değil, tepedeki birine bağımlılık söz konudur. Böyle olunca da doğadaki ekolojik sistem bozulur ve insanlık çocuklarının geleceğini tehlikeye atmaya başlar.
Peygamberli inanç
sisteminde, doğa ve dünya kendi-kendine örgütlenen dinamik bir sistem değildir,
varlıkların dışındaki bir güç (Allah) tarafından oluşturulur ve sahiplenilir.
İnsanlar da, onun gönderdiği
peygamberlerin sözlerine göre davranırlar.
— Peygamberlere göre
Allah: ışığı (geceyi gündüzü); yeri – göğü; karalardaki bitkileri
-hayvanlar; denizlerdeki hayvanları, havalardaki kuşları yarattıktan
sonra, “YERYÜZÜNDE YAŞAYAN BÜTÜN
CANLILARA EGEMEN OLSUN” diye insanı
yaratır (6. Gün).
Böyle bir hayat görüşü
ile yetiştirilen insanlar da, Kızılderili şefinin yazdığı mektuptaki gibi
davranır.
Bedenleriyle, doğadaki
atomlar-moleküller arasında karşılıklı bir enerji-ağı etkileşimi içinde olduğu
bilincinden habersiz olan insanlık, doğayı mahvederek, çocuklarının geleceğini
yok edici bir hayat sürdürmektedir.
2. ÖZELLİK: Tepedeki güç, her
şeyin sahibidir ve temsilcileri olan "efendiler" dünyayı parselleyip
sahiplenirler ve insanlar bu efendilere hizmet ederler.
Yani "para icat olur, ahlak bozulur."
Peygamberli inanç sisteminde doğadaki
etkileyici-yönlendirici güç varlıkların dışındadır. O her şeyin sahibidir.
Dünyayı asil-soylu (kutsal-özlü) temsilcileri arasında paylaştırmıştır. Peygamber denilen aracılar veya elçilerle
insanlara nasıl davranmaları gerektiği bilgilerini gönderir. Asil soylular,
efendiler sınıfını oluştururlar, sıradan insanlar bu efendilere hizmet için
vardır; efendilere ait topraklarda çalışıp, ihtiyaç duyulan her şeyi üretirler;
ürettiklerinin çoğunu efendilerine verirler geriye kalan az bir şeyle boğaz tokluğuna
yaşarlar. Bu yöntemle, para veya mal-mülk gibi değer-taşıyıcı her şeyin
tepedekilerin elinde toplandığı kapitalizm denilen sistemin temeli atılmış
olunur.
Statik sistemli, yani tepeye bağımlı
ve tepeden yönlendirmeli hayat görüşünün temeli, bu inanç sisteminden
kaynaklanır. Güç kuvvet hep tepededir, para denilen değer sistemi, tamamen
tepedekilerin denetimindedir.
Bu görüş etkisi altındaki insanların hedefi “para” olmaktadır.
Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır.
Toplumun enerji-birimi olan
“paranın” kontrolü, peygamberli görüşü nedeniyle tepedekilerin eline bırakılınca,
toplum denilen ortak yaşam sistemi, ortaklık olmaktan çıkmıştır.
Bu insanlığın yaptığı en büyük
yanlışlıktır. Çünkü doğada tüm varlıkları etkileyip-yönlendiren “enerji” birimleri,
hep varlıkların içsel bileşenlerindedir: bedenlerimizin enerji kaynağı
hücrelerimizde, hücrelerinki, moleküllerde, moleküllerinki atomlarda,
atomlarınki kuantsal-öğelerde. Bu nedenle doğada her şey tabana dayalı ve
bağımlı iken, insanlık tepeye bağımlı olmuştur. Tepeye bağımlılığın ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html dosyasında gösterilmiştir.
Paranın kontrolü tamamen tepedeki
zenginler-kulübünün elinde ve denetimindedir. Toplum hayatı, zenginler-kulübü
tarafından etkilenip-yönlendirilen “siyasetçilerle” yönlendirilir.
Siyasetçilere neleri nasıl yapacakları ise, hep “tepedekiler” tarafından dikte
edilmiştir.
Varlıkları
yönlendiren güç enerjiyle oluşur. Peki enerji nerdedir veyahut kimdedir? Statik
sistemli doğa görüşünde güç, dolayısıyla enerji tepededir, sahiptedir. Tarih
boyunca çoğu kral veya sultan kendi adına para bastırmış ve bu şekilde güç ve
kuvvetin kendinde olduğu sinyalini vermiştir. Bağımlılık tepeye olunca, para
denilen ve toplum hayatında hizmet-alışverişini sağlayan unsur da tepedekilerin
elinde olur. Dünya genelinde gerçekleşen hizmet-alış-verişlerinde kullanılan
“para” biriminin denetimini elinde tutan, dünyayı yönetme-yönlendirme fırsatına
kavuşur ve uluslar-arası düzeyde güç-savaşları başlar. Eskiden sadece krallar
veya sultanlar tarafından sömürülen halk, bu defa uluslar-arası-para-babaları
tarafından da sömürülmeye başlanır. Çünkü hizmet alış-verişlerinde kullanılan
“parayı” basıp-çoğaltanlar (krallar veya uluslar-arası-bankacılık-sistemleri
vs.) hiçbir hizmet üretmeden üretilen hizmetlerin takası sırasında
anormal kazançlar sağlamaktadır. Tüm bu işlemlerde ise hep en tabandaki halk
soyulmaktadır ve bu uyutulmuş zavallılar kesimi hala uyandırılmaya karşı direnç
göstermektedir. Para basma hakkının dahi kendinde olduğunu, her şeye müdahil
olmasının şart-ve-gerekli olduğunun farkında olmayan halk, maaşı kesilirse:
● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi
korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam
etmektedir. Para atraktör olduğu sürece, insanlar kul-köleliğe
mahkumdur. Bunun tek suçlusu ise statik sistemli (yani TBÖlü) hayat görüşüdür.
İnsanlığın sorunlarından
kurtulmasının tek yolu, doğadaki oluşum ve gelişimlerin statik sistemli (yani
tepeye bağımlı) değil, tabana ve tabandaki öğelerin (insanların) karşılıklı
anlaşıp-uzlaşmalarına dayalı olduğu gerçeğidir.
Statik
sistemde güç, yani yönlendirici (Allah veya doğal seçici), “en üst-sistemde”
tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının enerji-birimi = kanı olan “PARA” da
tepedekilerin denetimindedir.
• Para ile
yöneticiler yönlendirilir,
• Din adamları
çıkarları (para) uğruna halkını uyutur,
• Güvenlik
güçleri maaşlarını tepeden aldıklarından, tabandaki halkın çıkarlarını değil,
tepedekilerin menfaatlerini gözetecek şekilde halkı baskı altında tutar,
• Paranın
halka dağıtımında denge yoktur, çünkü denge ancak karşılıklı etkileşimin bulunduğu
sistemlerde oluşabilir. Dengesizlik hat safhaya ulaşınca, ayaklanmalar,
darbeler, vs. ile tepedekiler değiştirilir, (yani “düzenler” değiştirilirler
ama “düzülenler” hep aynı kalırlar).
• Bu kısır
döngüden kurtulmanın tek yolu vardır: O da “Allah” kavramını doğadaki dinamik
sistemli işleyişe göre yorumlamak ve dincilerin çifte standart uygulayarak, kah
kuantsal sistemli (tabana, karşılıklı etkileşimlere dayalı) bir güç, tepeden
emir verici (harici bir güç) olarak yorumlayarak halkı uyutmasına engel
olmaktır.
• Bu görev
bilim-insanlarının yapması gereken bir görevdir, ama onlar da statik sistemle
zombileşmiş olduklarından ateist-agnostik, vs. gibi, bilgiye dayalı olamayan
görüşlerde ısrarlı olduklarından, yaratılışçılarla olan tartışmalar “sidik
yarışına” döner ve yukarıdaki kısır döngü devam eder.
• Doğadaki
etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz. Bu
güç sistemini (yani atalarımızın tanrı veya Allah olarak tanımladıkları
faktörü) içlerindeki kuantlarda değil, dışlarında kabul edenler, köleliğe
mahkumdurlar.
İnsanı kendine benzer şekilde yaratır,
insan bilgi ve bilinç sahibidir; diğer tüm varlıklar yaratıcının oluşturduğu
doğa yasalarına birer robot gibi uyarlar.
Yani varlıklar arasında karşılıklı bir etkileşme söz konusu değildir ve
güç tamamen varlıkların dışındaki bir yerden kaynaklanmaktadır.
Peygamberli Allah sevdiği insanlarla
toplumlara mesajlarını gönderir;
sahiplenicidir, doğa ve dünyadaki her şeyin sahibidir, sahip olduğu
dünya nimetlerini kendi arzusuna göre dağıtır. Bazı ırkları diğerlerine tercih
eder, örn. İsrail-oğulları ırkını (Semitik) sahiplenir, o ırkı kutsar,
zenginlik vaat eder. Hatta o ırk mensuplarını tanıyabilmesi için sünnet
olmalarını ister. Bu ırk mensupları günümüzde dünya genelinde PARA piyasasını
elinde tutar ve Toplum hayatının kanı olan PARAnın köleleştirici etkisini kullanarak devletleri
yönlendirirler.
Şimdi günümüz fizik bilimi verilerine
bakalım.
Doğadaki tüm varlıklar
atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bu atom-altı-öğeler ise Fermions (proton,
nötron, elektron) ve Bosons (foton, gluon, graviton) adlı iki farklı gruba
ayrılırlar. Fermionlar “madde”, bosonlar ise bu maddelerinin birbirleriyle
etkileşmelerini sağlayan faktördürler, yani ruhturlar. Fermionlar aynı anda
aynı yerde bulunamazlar, yani üst-üste çakışamazlar, bosonlar ise, üst-üste
çakışabilirler, yani, faz ve frekanslarının uyumu veya uyumsuzluğuna göre, etkilerini artırıp-azaltabilirler. Sinyaller
uyumlu olduğunda, varlıklar birbirleriyle birleşebilirler ve
atom-molekül-hücre-beden gibi gittikçe gelişmiş daha ergonomik üst-sistemler
oluştururlar.
Bu olayı açıklamak için insan
davranışlarına bakalım. İnsan bedeni bir maddedir, iki insan bedeni aynı anda,
aynı yeri paylaşamaz, yani üst-üste çakışamazlar. Ama insanlar birbirleriyle
konuşarak, yazışarak, koklaşarak, dokunarak, vs. tarzda sinyallerle haberleşip,
etkileşebilirler. Bu etkileşimlerde kullanılan sinyaller birbirleriyle uyumlu
iseler, güçlerini-kuvvetlerini üst-üste çakıştırıp, birleşerek, çok ergonomik
birliktelikler oluştururlar. Avlanma, ziraat, ev işleri gibi çok farklı işler
yapma zorunda olan bir insanın, sürekli bir koşuşturma içinde olması ve
dinlenmeye fırsat bulamaması, toplum içinde ise, bu görevlerden sadece birini
yapıp, diğer insanlarla ürününü takas etmesi sayesinde çok daha rahat yaşaması
gibi. Doğadaki hayat sistemi böyle bir dinamik sistem içinde gerçekleşmekte ve
gelişmektedir.
Bu gerçekler karşısında, siz okuyucular karar verin: en eski inanç
sistemi olan paganizm gibi dinamik sistemli bir inanç mı, yoksa (statik) peygamberli inanç sistemi mi daha mantıklıdır
ve günümüz doğa-bilimsel verileriyle uyum içinde düşünülebilir?
4. ÖZELLİK:
“Hayatın Doğum-Ölüm döngüsüyle geliştiğini” anlayamayan Peygamberler, “cennet-cehennemli bir öteki dünya” tasarlamışlardır.
Neden “öteki
dünya” diye bir kavram oluşturulmuştur? Cennet Nerededir?
Bu konu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html
Bu konu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html
adresinde işlenmişti.
16- “HAYATIN DOĞUM-ÖLÜM
DÖNGÜSÜYLE GELİŞTİĞİNİN” BİLİNCİNDE OLAN İNSANLARIN DUASI NASIL OLMALI?
Zaman kavramının anlamının açıklandığı http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
makalesinde gösterildiği üzere, doğadaki varlıkların kimyasal bileşimleri
sürekli olarak değişmektedir. Değişimlerin başlangıç noktasını, doğadaki tüm enerjilerin kaynağı ve en temel
canlılık - enerji –öğesi olan kuantlar oluştururlar. Onlardan sonra atom-altı-öğeler
denilen proton-nötron-elektron gibi temel öğeler gelirler. Onların kombinasyonlarıyla yaklaşık 92 temel kimyasal
element oluşur. Ve diğer tüm varlıklar
da bu temel kimyasal elementlerin farklı kombinasyonlarından oluşurlar.
Değişimlerin
nedeni ise, yine aynı makalede açıklanan, enerjinin daha ergonomik şekilde
kullanılmasına yönelik evrensel gidişattır (Chaisson-diyagramı). Bu yönelimi anlamak için şu gelişimi
hatırlayın. 2-3 asır önceleri 20 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşımak
için onlarca at-arabası ve haftalarca zaman gerekiyordu. Günümüzde bu işi, bir
kamyonla 5-6 saate gerçekleştiriyoruz. At-arabası da, kamyon da aynı atom-ve
moleküllerden oluşmaktadırlar; tek fark, bu bileşenlerin farklı şekilde
kombinasyonlara sokulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Evrenimizde de durum aynıdır;
her şey proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğelerden oluşmaktadır, ama bu
öğelerin kombinasyon şekillerinin değiştirilmesiyle, daha ergonomik yapısallaşmalar
ortaya çıkmakta, enerji-akışı-yoğunluğu gittikçe artırılmaktadır. Bu olaylar
ise hep bilgi ile olmaktadır. Hayat
dediğimiz şey evrensel sistemdeki bilgi oluşumuna paralel bu
değişim-dönüşümlerdir. Doğadaki bu gittikçe gelişen-evrimleşen sistem, information
& self-organisation olarak özetlenen “Dinamik Sistemler Fiziğinin” konusunu
oluşturmuştur.
Her varlık, yaşamının devamı için enerjiye ihtiyaç
duyduğundan, enerji ise, kimyasal bileşimlerin değiştirilmeleri nedeniyle
sürekli yeni yapısallaşmalara aktarıldığından, her varlık sürekli olarak
çevresindeki diğer gelişimleri-değişimleri takip edip, enerjisini nereden daha
uygun şekilde elde edebileceğinin arayışları içinde olmaktadır.
Varlıklar bağımlı oldukları değişim-dönüşüm
döngülerini birer iç-saat oluşturarak
kayıt altına alırlar. Bu iç saatlerini de sürekli olarak, yeni değişimleri
dikkate alarak düzeltirler. Örneğin, bizler ve diğer çoğu canlılar, güneş
ışığına ve enerjisine bağımlı olduğumuzdan, bedenimizde 24 saatte bir değiştirilen
moleküler osilasyon (döngü) bulunmaktadır.
Bedenimizdeki “melatonin” denilen bir hormonun miktarı 24 saatlik bir
döngü içerisinde artırılıp-azaltılmakta, bizler de bedenimizdeki bu kimyasal
değişimlere uygun olarak, uyumakta veya uyanmaktayız.
Doğa her gün yeniden
canlanıp-örgütlenir. Bu nedenle her varlığım ömrü sınırlıdır. Bir varlık
ölünce, kurtçuklar(K), mantarlar(M) ve bakteriler(B) gibi organizmalarca,
moleküllerine-atomlarına kadar parçalanırlar.
Değişen enerji yoğunluğuna göre, atomlar, elektron-pozitron
tünellemeleriyle güncelleşirler ve tekrar etkileşerek, yeni molekül
kombinasyonları oluştururlar. Doğa yeniden re-organizasyona uğrar. Yeni
oluşacak hücreler, bu yeni kombinasyonlarla hayatı yeniden canlandırırlar.
Varlıklar değişim-dönüşümleri takip ederek geleceklerini planlarlar, aktiftirler ve kaderlerini belirler.
İnsanlar da aktif olmak ve kaderlerini kendileri belirlemek
zorundadırlar.
Her varlık için bir doğum-ölüm
döngüsü söz konusudur, çünkü varlıkların oluşumu enerjiye bağlıdır. Enerji ise
kuantsal kökenlidir ve “yapılsın-yıkılsın”
şeklinde sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Kuantsal sistemin böyle
bir sürekli değişim-dönüşüm içinde olması, onların kombinasyonlarından oluşan
tüm diğer doğa varlıklarının da otomatik olarak sürekli değişip-dönüşmesini
gerektirmektedir.
Doğum ölüm döngüsü, madde
oluşumunun başlangıcından beri var. Örneğin bir atom çekirdeğinin var olması,
proton ve nötron arasında sürekli bir değişim-dönüşüm (doğum-ölüm) döngüsü
sayesinde sağlanıyor.
Atomlar enerji durumuna göre
elektron-pozitron tünellemeleriyle birbirlerine dönüşüyorlar, bu şekilde
doğadaki atomik kompozisyon sürekli değişiyor.
Atom oranlarının değişmesi,
onlardan oluşan molekülleri etkiliyor ve bu nedenle milyonlarca farklı türde
kimyasal reaksiyon gerçekleşiyor. Böylelikle dinamik sistemli (yani sürekli
değişim-dönüşüm içinde) bir doğa oluşuyor.
Tabanı oluşturan
atom-altı-öğelerin, dinamik sistemlerin çok çeşitli ve farklı üst-sistemlerini
oluşturabilmeleri için,
● üst-sistemin ihtiyaçları
doğrultusunda “Simetrilerinin Kırılması”
● sistemin gerektirdiği şekilde
davranmalarının sağlanması için “Köleleştirilme”
● sisteme ait yapısallaşmanın
(kimyasal bileşimin) korunması için “Sabitleştirme” (solidification)
gibi temel değişiklikler geçirmesi gerekiyor
(Haken 2000). Bu işlemler “SimKırKölSab” kısaltması ile özetlenmiş olsun.
Atomlar oluşurken,
atom-altı-öğelerde SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.
Moleküller oluşurken, atomlarda
SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.
Hücreler oluşurken, moleküllerde
SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.
Bedenler oluşurken, hücrelerde
SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.
Bu nedenle her varlığın bir ömrü
olmak zorunda, çünkü tabandaki öğelerde gerçekleşen SimKırKölSab olayları,
oluşum zamanındaki duruma göre gerçekleşmiştir. Halbuki, o varlığın oluşumundan
sonra çevredeki diğer varlıklarda değişim-dönüşümler olmuş, bir sürü yeni
yapılar ortaya çıkmıştır. Yani doğa her gün yeniden doğmuş-yeniden
yapısallaşmıştır. Dolayısıyla, bedendeki hücreler-moleküller-atomlar zaman
geçtikçe, çevredeki değişim-dönüşümlerle rezonansa girmekte zorlanırlar, çünkü
onların bileşenlerinin SimKırKölSab oluşumları eskide kalmıştır. Bu nedenle
varlıklar ölmek ve kurtçuklar, mantarlar ve bakteriler gibi organizmalarca,
moleküllerine-atomlarına kadar parçalanmak zorundadırlar. Bedenlerimizin
parçaları olan bu atomlar-moleküller, doğadaki değişim-dönüşümlere uygun olarak
yeniden kalibre olurlar ve doğanın yeniden re-organize olmasında devreye girerek,
doğayı yeniden oluşturmaya devam ederler. Bu kalibrasyon olayında, ölen
varlığın parçalarında depolanmış “bilgi” faktörü de rol oynar, çünkü “bilgi”
“boson” türündedir ve doğadaki tüm bosonik öğeler birbirlerinin etkisini
artırıcı veya eksiltici rol oynarlar. Yani, insanların oluşturdukları bilgiler,
doğal sistemle geri beslenmeli bir etkileşim içindedir. Dolayısıyla ölüm bir
yok-olma değil, doğaya geri dönüş olayı söz konusudur. Taziye mesajlarını bu
görüşe uygun olarak, “toprağı bol olsun veya
geleceğimizin daha iyi olması umuduyla”” gibi değiştirmek çok daha
anlamlı olur.
Devamı
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSilBu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSilBu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil