ATALARIMIZIN DOĞA ANLAYIŞI

DOM (17)-   Atalarımızın Doğa Anlayışı

İki asır öncesine kadar devam eden süreçte insanlık oldukça monoton bir hayat sistemi içinde yaşıyordu. Bu süreçte barut-tüfek gibi birkaç savaş aleti haricinde, insan yaşamını etkileyen pek önemli bir gelişme olmamıştır. İnsanlık 5-10 bin yıl önceleri edindiği ziraat bilgilerine göre, aynı tip mutfaklar kullanarak, aynı tür ayinler, törenler yaparak yaşamıştır. Bu nedenle, 2 asır öncesine kadar insanlığın yaptığı törenler, 3-4 bin yıl önceleri yapılan törenlere çok benzerler ve insanlığın doğa ve hayat hakkındaki görüşlerini yansıtırlar.
Bu tür eski töreler, etnografik araştırmacılar tarafından 1600-1800’lü yıllarda dünya genelinde taranmış ve bizlere miras bırakılmıştır. Bu belgelerden yararlanarak atalarımızın doğa ve dünyaya bakış açısını bugünün bilgileri ışığında değerlendirmemiz mümkün olmaktadır.
Bu gibi binlerce araştırmayı topluca değerlendirip bir sonuca bağlayan ise, bir İngiliz antropolog ve sosyal bilim profesörü olan James George Frazer olmuştur. Frazer (1890): The Golden Bough: A study of magic and religion.
    Şimdi bu eserlerden yaralanılarak, atalarımızın doğa ve dünyaya bakışını ve hayat anlayışını anlamamızı sağlayacak bazı önemli bilgiler aşağıda bilgilerinize sunulacaktır.

Atalarımızın doğa-anlayışını öğrenmek neden çok önemli?
Bebeklik süresinde, bebek dışarıdan gelen tüm sesleri, olayları, vs. algılar, ama beyindeki «motor»  devresi henüz etkinleşmemiş olduğundan, tepki veremez. Bu nedenle sadece ağlayarak tepki verir. Devam eden süreçte (6 yaşına kadar) 2-6 hertz frekanslı theta dalgaları eklenir. Bu süreçte çocuğun çevre algılama ve tasarlama, hayal kurma yetenekleri baskındır, çocuk çevrede olan biten her şeyi bir teyp gibi kayıt eder. Çevresinde 3-4 farklı dil bile konuşulsa, o dilleri aksansız konuşmayı öğrenir. 6 yaşına kadar çocuğun yaşadıkları bilinç-altı denilen sistemin temelini oluşturur. Programlanmış davranışlardır, insanların temel şartlanmışlıkları bu dönemdeki yaşam koşullarından kaynaklanır.

İnsanlara «Sizi kim yönlendiriyor?» diye sorduğunuzda, «Ben kendim yönlendiririm» derler. Ama bir insanın davranışı iki farklı kaynaktan yönlendirilmektedir: Biri, kişinin kendisinin sahip olduğu bilinç devresidir; diğeri 6 yaş öncesi çocukluk döneminde çevresinde gördüğü insanlardan kopyalanmış olan verilere dayalı bilinç-altı devresidir. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir, kişi bu davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış, onlara göre şartlanmıştır. Bu iki farklı kaynağın insan hayatına etki oranı ise şöyledir: Bilinç %5 veya daha az, bilinç-altı %95 veya daha fazla! (Lipton 2008).

Bu nedenle ana-babaların, komşuların ve tüm diğer çevre koşullarının bilinç-altı dediğimiz ve biz gelişmiş insanların davranışlarını %95ten fazlasını etkileyip-yönlendiren bu faktöre dikkat etmesi çok ama çok önemlidir. Toplumların kalkınmış veya geri-kalmışlıkları tamamen bu ilk-6 yaş evresine bağlıdır.  Çocuğunuza söylediğiniz «sen … olacaksın, sen aptalsın, vs.» gibi her şey bilinç-altına yerleşir ve çocuğunuzun kendi genetik yeteneklerine uygun olarak gelişmesine, kişiliğini bulmasına engel olur. Doğadaki dinamik sistemli oluşumu bilmeden, statik sistemli gelenek ve göreneklere göre yetiştirilen insanlar, asla kendi kişiliklerine sahip değillerdir; onlar başkalarının kişiliklerinin kopyalanmış halleriyle yaşayan zavallılardır.  Yetenekleri yok edilmiş, kısırlaştırılmış zavallılar; geri kalmış ülkelerin geri kalmışlığının en temel nedeni!

Çocukların bilinç-altı sistemi özellikle annelerin hayat görüşüne göre oluşturulur. Ülkemizdeki anaların çoğunluğu ise sadece gelenek ve göreneklere, yani başkalarından kopyalanmış davranışlara  göre davranmak zorundadırlar.

Bu nedenle gelenek ve göreneklerimizi devraldığımız atalarımızın doğa anlayışlarını iyi bilmek zorundayız. Ancak o zaman, zihniyetimizde nelerin tekrar gözden geçirilmesi ve düzeltilmesi gerektiğini fark edebiliriz.
  

  RUH NEDİR, NASIL YORUMLANMIŞTIR? (1. Kısım)

Eski çağlarda yaşayan insanlar hayat dediğimiz canlılık belirtisini nasıl yorumlamışlardır?


İnsanlar doğadaki hareketliliğin varlıkların içlerinde bulunan kuantsal öğeler tarafından başlatıldığını bilmemekteydi ve hala da bilmemektedir. Bu nedenle “can, ruh” kavramlarının anlaşılabilinmesi için, önce şu 2 temel makalenin okunması şarttır:

1:  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html

2:   http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2016/09/enerjinin-kokeni-ve-kuantum-kavramnn.html

Ama  şu 2 makalenin de okunması  işleri epey kolaylaştıracaktır:

Bu dosyalar okunduktan sonra, atalarımızın doğa anlayışını anlamaya geçebiliriz.
İlk önce, Kurandan iki ayet vererek RUH kavramının İslam inancında nasıl algılandığını görelim:
17. Sure (İsrâ Suresi), 85. Ayet: “Ve sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki “Ruh Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.”)

39. Sure (Zümer Suresi), 42. Ayet: Allah (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.

Şimdi dünyadaki farklı toplumlardaki gelenek-görenekleri araştırarak, onların canlılık belirtisi olarak tanımlanan “ruh” kavramını nasıl anladıklarını görelim.
  Töreler toplumlarda yaygın hayat görüşünü yansıtırlar. Şimdi çeşitli toplumlarda görülen törelerden örnekler vererek dünyamızın farklı yörelerindeki insanların doğaya bakış açısını yansıtmaya çalışalım.



 “Güney Celebes'te (Endonezya’da bir ada), çocuk doğururken bir kadı­nın ruhunun kaçmasını önlemek için, ebe, gebe kadının vücuduna sımsıkı bir bant sarar. Bir bedenin ruhu, doğar doğmaz kaçıp da kaybolmasın diye, Celebes'li Alfoer'ler, doğum olmak üzereyken, evdeki her açıklığı, hatta anahtar deliklerini bile dikkatle tıkarlar; duvarlardaki her yangı ve çatlağı kapatırlar. Aynı zamanda, evin içindeki ve dışındaki bütün hayvanların ağızlarını bağlarlar, içlerin­den biri çocuğun ruhunu yutmasın diye. Aynı nedenle, evdeki her­kes, hatta annenin kendisi bile doğumun başından sonuna kadar ağzını kapalı tutmak zorundadır. Burunlarını da neden tutmadıkları sorusu ortaya atılınca —çocuğun ruhu bunlardan birine girebileceği­ne göre— yanıt şu oldu: burun deliklerinden soluk alındığı gibi verildiği için ruh daha bir yere yerleşemeden soluk vermeyle dışarı atılır da ondan.” (Frazer 1890, Cilt1- s. 123)
   
“Ruh, görünmeyen uçucu bir kuş olarak kabul edilir. Kuşlar gibi, pirinçle cezb edilebilir. Sumatra'lı Battalar arasında, bir erkek tehlikeli bir işten döndüğünde, başına pirinç taneleri konur, bu tanelere “padiruma tondi”, yani "ruhu (tondi) evde tutacak şey" denir. Celebes'te bir damadın ruhunun evlenme sırasında uçup git­me eğiliminde olduğu düşünüldüğünden onu kalmaya kandırabilmek için üzerine renkli pirinç taneleri serpilir. Ve genellikle Celebes'teki şenliklerde, onuruna şenlik yapılan kimsenin başına pirinç saçılır, bundan amaç, bu gibi zamanlarda kıskanç cinler tarafından kandırılıp götürülmek gibi özel bir tehlike içinde olan ruhu durdur­maktır. (Frazer 1890, s. 123- 124)

“Santallar (Hindistanın doğusunda yaşayan bir halk), bir insanın uyuya kaldığını, ruhunun çok susadığı için bir kertenkele şeklinde bedenini terk ettiğini ve su içmek için bir su testisi­ne girdiğini anlatır. Tam o sırada testinin sahibi testinin ağzını kapatır ve ruh bedene dönemediği için adam ölür. Adamın arkadaş­ları cesedi yakmaya hazırlanırlarken "birisi su almak için testinin tıpasını, açar. Kertenkele böylece kaçar ve ruh bedene döner, adam da hemen canlanır, ayağa kalkar ve arkadaşlarına neden ağladıklarını sorar. Arkadaşları kendisini öldü sandıklarını ve cesedini yakmak üzere olduklarını söylerler. Adam su almak için bir kuyuya indiğini, fakat çıkmakta zorluk çektiğini, henüz döndüğünü söyler onlara. Böylece hepsi görmüşlerdir bunu. (Bastian 1884, s.127)”


“Uyuyan bir insanın ruhunun vücuttan çıkıp gerçekte düşünde gördüğü yerleri ziyaret ettiği varsayılır. Fakat ruhun bu yokluğunun birtakım tehlikeleri vardır, çünkü herhangi bir nedenle vücudun dışında alıkonursa, kişi, ruhtan yoksun olduğu için ölecektir. Bir­çok şey, uyuyan kimsenin ruhunu alıkoyabilir. Örneğin onun ruhu, uyuyan başka bir kimsenin ruhuyla karşılaşıp iki ruh kavgaya tutuşa­bilir; Gineli bir zenci sabahleyin kemikleri sızlayarak uyanırsa, ruhunun uykuda bir başka ruh tarafından dövüldüğünü düşünür. Ya da henüz ölmüş bir kimsenin ruhuyla karşılaşabilir ve onun tara­fından kaçırılmış olabilir; bundan dolayı, Aru Adalarında ev halkı ölümden sonraki gece evde yatmaz, çünkü ölen kimsenin ruhunun hâlâ evde olduğu' varsayıldığından düşte onunla karşılaşmaktan kor­karlar.” Frazer 1890, s. 124)

“Bir insanın ruhunun vücudunu/terk etmesi için onun uykuda olması gerekmez. Uyanık olduğu saatlerde de onu terk ede­bilir, sonunda insan hastalanır ya da (yokluk uzarsa) ölür. Bu yüz­den Moğollar hastalığı bazen hastanın ruhunun yokluğuyla açıklar­lar, ruh ya bedenine dönmek istemiyordur ya da dönüş yolunu bula­mamıştır. Bu nedenle ruhun vücuda dönüşünü sağlamak için bir yandan vücudu olabildiğince çekici yapmak, öte yandansa ona dönüş yolunu göstermek gerekir. Vücudu çekici bir görünüme getir­mek için hasta insanın bütün en iyi giysileri ve en değerli eşyaları yanına konur; yıkanır, tütsüler yakılır ve olabildiğince çekici duru­ma getirilir; bütün arkadaşları, hastanın adını seslenerek ve ruhunu dönmeye çağırarak kulübenin çevresinde üç kez dönerler. Ruhun yolunu bulmasına yardım etmek için hastanın başından kulübenin kapısına kadar renkli bir ip gerilir. Rahip, özel giysileri içinde bir sürü korkutucu şeyler okur, ruhların uğrayabileceği ve onları beden­lerinden uzaklaştırabilecek tehlikeleri sıralar. Sonra hastaya ve çev­resinde toplanmış olan arkadaşlarına dönerek "Geldi mi?" diye sorar. Herkes Evet diye yanıt verir ve geri dönen ruhun önünde eği­lerek hasta adamın üzerine tohum serperler. Bundan sonra, ruha yolunu gösteren ip toplanır ve hastanın boynuna sarılır, hasta yedi gün hiç çıkarmaksızın takacaktır bunu. Vücuduna henüz alışmamış olan ruhu tekrar kaçmasın diye hiç kimse hastayı korkutamaz ya da incitemez (Bastian 1884).”

“Ruhun gidişi her zaman isteyerek olmaz. Hayaletler, cinler ya da büyücüler tarafından kendi isteği dışında bedenden ayrılabilir. Bundan dolayı, Burma'lı Karenler, evin önünden bir cenaze alayı geçerken, çocuklarını özel bir iple evin belli bir yerine bağlarlar, çocukların ruhları bedenlerini terk edip geçmekte olan cesede gir­mesin diye. Cenaze gözden kayboluncaya kadar çocuklar bağlı ola­rak tutulur (Cross 1854, s 311).”

HAREKETLİLİK NEDİR, NASIL YORUMLANMIŞTIR?  (2)

 Şimdi rüzgar gibi hareketli öğelerin de bir ruhu olduğuna inanıldığını gösteren töreleri sıralayalım:


“Shetland denizcileri, rüzgârları yönettikleri savında olan yaş­lı kadınlardan hâlâ rüzgâr satın alırlar. Bugün Lervick'te rüzgâr satarak geçinen kadınlar var hâlâ (Frazer 1890, s.29)”. (Frazer eserini 1890da bastırdığına göre, o zamanlarda dualarıyla rüzgar-tanrısıyla ilişki kurduğuna inanılan  insanlar varmış!)

Rüzgarı kontrol edebilen insanlar olduğu inancı Shakespeare zamanına kadar sürmüş olmalıdır, çünkü Macbeth’de şöyle bir sahne vardır:
İKİNCİ CADI - Domuz öldürüyordum.
ÜÇÜNCÜ CADI -Ya sen kardeş?
BİRİNCİ CADI - Bir gemici karısının kucağında kestaneler vardı, ağzını şapırdata şapırdata yiyip duruyordu. "Bana da ver" dedim. Çöplük yosması, "Hadi oradan cadı!" diye haykırdı. Kocası Kaplan gemisinin süvarisi, Halep'e gitmiş; ama ben de bir eleğe binip arkasından gideceğim. Hem de kuyruksuz fareler gibi. Yapacağım bu işi, yapacağım da yapacağım.
İKİNCİ CADI - Sana bir rüzgâr vereyim.
BİRİNCİ CADI - Sağ olasın.
ÜÇÜNCÜ CADI - Ben de bir tane daha.
BİRİNCİ CADI - Başka ne gerekirse hepsi bende var; estikleri bütün limanlar, gemici haritasında raslanan bütün yönler. Onu saman gibi kupkuru kurutacağım. İnik göz kapaklarına uyku, ne gece girecek, ne gündüz. Yaşamını ilençlenmiş insanlar gibi geçirecek. Dokuz kez dokuz hafta geçerken o süzülecek, eriyip canı çekilecek. Gemisi batmasa bile fırtınadan fırtınaya düşecek. Bak, bende ne var!
İKİNCİ CADI - Göster bakayım, göster bakayım!
BİRİNCİ CADI - Ülkesine dönerken batan bir kaptanın baş parmağı.

“Omaha'da Rüzgâr klanı sivrisinekleri kovacak bir rüzgârı başlatmak için batta­niyelerini havada sallarlar. Bir Haida Kızdderilisi serin bir rüzgâr istediğinde, oruç tutar, bir kuzgun vurur, ateşin üzerinde üter ve deniz kenarına giderek yanık tüyleri, rüzgârın esmesini istediği yön­de denizin yüzeyine dört kez süpürür. Sonra da kuzgunu arkasına fırlatır, fakat daha sonra tekrar yerden alır ve bir ladin ağacının dibine, yüzü istenen rüzgara dönük oturur durumda yerleştirir. Bir sopa ile gagasını açık durumda tutarak, birkaç günlüğüne serin bir rüzgar ister (Frazer 1890, s.27)”.
New Britain'de bir büyü­cü belli bir yönden rüzgâr estirmek isterse, devamlı şarkı söyleye­rek havaya yanmış kireç serper. Daha sonra çevresinde zencefil dal­ları sallar, havaya fırlatır ve yeniden yakalar. Bundan sonra, kireç tozunun en kalın olarak düştüğü noktada bu dallarla bir ateş yakar, şarkı söyleyerek ateşin çevresinde dolanır. Son olarak külleri toplar ve suyun yüzüne serper. Frazer 1890, s.28)”

“Hotanto'lar rüzgârın yavaşla­masını istediklerinde, en kalın derilerinden birini alıp bir kazığın ucuna asarlar, rüzgârın eserek deriyi aşağı indirmeye çalışırken bütün gücünü yitireceğine ve dineceğine inanırlar. Avusturya'nın bazı bölgelerinde büyük bir fırtına sırasında pencereyi açıp dışarıya avuç dolusu yiyecek, saman ya da tüy atarak rüzgâra "Al, bütün bunlar senin, dur artık!" demek töredendir.

Kuzey-Batı rüzgârla­rı, buzları" kıyıda fazla uzun tuttuğu, yiyeceklerin giderek azaldığı zamanlarda Alaska Eskimoları rüzgârı yatıştırmak için bir tören yaparlardı. Sahilde bir ateş yakılır, erkekler çevresinde toplanır ve şarkı söylerlerdi. Daha sonra yaşlı bir adam ateşe doğru yürür ve tatlı, yumuşak bir sesle rüzgâr şeytanını ateşin altına girip kendini ısıtmaya çağırırdı. Şeytanın gelmiş olduğu varsayıldığı bir zamanda, yaşlı bir adam, orada bulunanların hepsinin elbirliğiyle doldurduğu bir kova suyu ateşin üzerine dökerdi ve hemen arkasından ateşin bulunduğu noktaya bir ok yaylım atışı yapılırdı. Şeytanın, kendisine bu kadar kötü davranıldığı bir yerde kalmayacağını düşünürlerdi. Etkiyi daha da artırmak için tüfeklerle çeşitli yönlere ateş edilirdi.  (Frazer 1890, s.29)”.

“Bir kez daha yineleyelim: yabanıl, rüzgârı estirebileceğini ya da dindirebileceğini sanır. Bir Yakut, gün çok sıcaksa ve gideceği daha uzun bir yol varsa, rastlantıyla bir hayvanın ya da bir balığın içinde bulduğu bir taşı alır, üzerine bir at kılını birçok defa dolar ve onu bir sopanın ucuna bağlar. Sonra da bir büyü söyleyerek sopayı havada sallar. Az sonra serin bir yel esmeye başlar.”
Herodotos şöyle bir olay anlatır: “bir zamanlar Psylli ülkesinde (bugünkü Tripoli) Sahra'dan  esen bir rüzgar bütün su sarnıçlarını kurutmuştu. Bunun üzerine halk bir araya toplanıp danıştıktan sonra güney rüzgarına savaş açarak tek vücut halinde üzerine yürüdü. Ama çöle girdiklerinde, sam yeli onları püskürttü ve tek adam  kalıncaya kadar kumlara gömdü onları.”  (Frazer 1890, 1, s.32)
Doğu Afrika Bedevileri üzerine hala anlatılır: "bir kasırga tozu dumana katarken ortalığı, peşinde mutlaka ucu  çatallı hançerlerini çekmiş, şiddetle esen kudurmuş rüzgara bindiği düşünülen kötü ruhu uzaklaştırmak için hançerlerini toz sütununa saplayan bir yığın vahşi de vardır."!"
Aynı şekilde, Avustralya'da, yerli siyahlar, bir çöl bölgesini bir uçtan bir uca hızla geçen koskoca kızıl kum sütunlarının oradan  geçen ruhlar olduğuna inanırlar. Bir defasında bir siyah delikanlı bu hareketli sütunların arkasından koşup bumeranglarla öldürmek istemiştir. İki üç saat koştuktan sonra yorgunluktan bitkin durumda geri döndü ve Koochee'yi (şeytanı) öldürdüğünü söyledi, ama Koochee ona hırlamış, nerdeyse ölecekmiş. Bu toz sütunlarına saldırılmadığı yerlerde bile onlara hala korkuyla bakılmaktadır.
Hindistan'ın bazı bölgelerinde, onların Ganj'da yıkanmaya giden bhııst'lar olduğu varsayılmaktadır. California Kızılderilileri onların göksel  ülkelere çıkan mutlu ruhlar olduğunu düşünürler .
Breton köylüleri aniden patlayan bir rüzgar çayırda otları havaya savurduğunda, şeytanın otları kaldırıp götürmesini önlemek için bir bıçak ya da tırmık fırlatırlar ona.  Alman köylüleri, içinde bir  büyücü ya da kötü bir ruh taşıdığı için kasırgaya bıçak ya da şapka savururlar. (Frazer 1890, 1, s.33)

3-YAĞMUR DUALARI & TÖRENLERİ

Günümüz doğa-bilimleriyle uzun süreden beri tanış olan okurlara, ilkel insanın, doğa güçlerini yönetebileceğine olan inancı yabancı gelecektir.  Ama ilkel insan,  yağmur, güneş,  rüzgar gibi doğal olaylardan  öyle etkilenmektedir ki, bu olayların yönlendirilmesi kendileri için hayati önem taşımaktadır. Peki bu olaylar nasıl yönlendirilebilirdi? Kutsal özlü insanlar tasarlanarak!
Kutsal özlü insanların  doğaüstü  güçlerini doğayla belli bir fiziksel yakınlıktan aldıklarına inanılırdı. O kutsal  ruhu içinde tutan bir  “insan-tanrı” olarak düşünülürdü.  Onun tüm varlığının, bedeni ve ruhunun, dünyanın  uyumuna öyle duyarlı bir biçimde ayarlandığı, elinin bir dokunuşuyla ya da başını bir döndürüşüyle, şeylerin evrensel çerçevesi içinde titreşen bir duygu dalgası gönderebildiği; onun kutsal organizmasının, sıradan ölümlüleri hiç etkilemeyecek küçük değişikliklere son derece duyarlı olduğuna inanılırdı.

Yağmur yağdırmayla başlayalım.

Rusya'da Dorpat yakınında bir köyde, yağmura çok gereksinim olduğunda üç adam eski bir kutsal korulukta köknar ağaçlarına tırmanırdı. Bunlardan biri, gök gürültüsünü taklit etmek için bir çekiçle bir kazana ya da küçük bir fıçıya vururdu; ikincisi şimşeği taklit etmek için yanar iki odun parçasını birbirine sürter, kıvılcımlar çıkarırdı; "yağmurcu" diye adlandırılan üçüncüsüyse bir demet ince da1la bir kovadan sular serperdi her yana.  Bu bir duygusal büyü örneğidir; arzulanan  olayın, onu  taklit yoluyla meydana getirildiği varsayılmaktadır. Yağmur çoğunlukla böyle taklitle yağdırılır.
Yeni Gine'nin batısında büyük bir ada olan Halmahera'd~ (Gilolo), bir büyücü özel türden bir ağaç dalını suya daldırmak ve bununla çevreye su serpmek yoluyla yağmur yağdırır."
New Britain'de yağmurcu, kırmızı ve yeşil çizgili bir sarmaşığın yapraklarını bir muz yaprağına sarar, bunu suyla ıslatır ve yere gömer; sonra ağzıyla yağmur sesi çıkarır."
Kuzey Amerika Omaha Kızılderilileri arasında, ürün, yağmursuzluktan kurumaya yüz tutunca, kutsal Buffalo Topluluğunun  üyeleri büyük bir kabı suyla doldurur ve çevresinde dört kez dans ederek döner. Biri, suyun birazını ağzına alır ve havaya püskürtür,  İnce ince yağan bir yağmuru taklit eder. Sonra kabı sarsalar, suyu yere döker; bunun üzerine, dans edenler yere atılıp suyu içerler sonuna kadar, yüzleri gözleri çarnur içinde kalır. Son olarak, suyu  havaya püskürterek ince bir sis oluştururlar. Böylece ürün kurtarılmış  olur.
 Avustralya Wotjobaluk'lan arasında yağmurcu, kendi saçından bir tutarnı suya batırır, sonra bu suyu emer ve batıya doğru püskürtürdü, ya da ıslak saç tutarnını başının çevresinde döndüerek yağmur taklidi yapardı.38 Ağızdan su fışkırtmak Batı Afrika'da da bir yağmur yağdırma yoludur." Bir başka usul de özel bir taşı suya daldırmak ya da üzerine su serpmektir.
Kuraklık zamanında Servian'lar bir genç kızı soyarlar, başından ayağına kadar, zü bile gizlenecek şekilde,
ot, yeşillik ve çiçeklerle örterler. Böylece kılık değiştiren kıza Dodola denir; bir grup genç kızla birlikte' köyün içinde dolaşır. Her evin önünde dururlar, Dodola dans eder, öteki kızlarsa onun etrafını çevirerek Dodola şarkılarından birini söylerler, evin kadını da kın  bından aşağı bir kova su döker.
Söyledikleri şarkılardan biri şöyledir:
Biz köyden geçeriz
Bulutlar gökyünden geçer
                         Biz zlanırız, .-

Bulutlar da hızlanır;
Bize yetişirler,
Ürüve bağları ıslatırlar.
Bazan insanlar yağmur tanrısını yağmur vermeye zorlamaya çalışırlar. Çin'de kağıttan  ya da odundan yapılmış, yağmur tanrısını temsil eden kocaman bir ejder, törenle çevrede gezdirilir; ama bunun sonucunda yağmur gelmezse, ejdere sövülür sayılır ve parça parça edilir."

Bazan tanrıların acımasına sığınılırÜrünleri susuzluktan yanarken, Zulular bir "göksel-kuş" arar, onu
öldürür ve bir su birikinti
sinin içine atarlar. O zaman gökler, kuşun ölümüne duyduğu acıdan erir; "yağmur yağdırarak feryat eder, ölünün arkasından ağıtlar yakar."
Öteki halklar gibi Yunanlılar ve Romalılar da, dualar ve tören  alayları etkisiz kaldığında, büyüyle yağmur yağdırma yollarını  aramışlardı. Örneği Arkadia'da, ürünler ve açlar susuzluktan yanıp kavrulduğunda, Zeus rahibi Lycaeus Tepesindeki bir kaynağa bir meşe dalı daldırırdı. Böylece yüzü dalgalanan su bir bulut gönderir  gökyüzüne, çok geçmeden bir yağmur dökülürdü bu buluttan yeryüzüne.


 (4) TAHIL-RUHU NE DEMEKTİR?

    Bir insana canlılık veren ruhun çocukluk-gençlik-yaşlılık dönemleri geçirmesi gibi, bitkilere canlılık veren ruhun da gelişim evreleri olduğuna inanılır.
Ruh, canlılık veren faktör olarak algılanmıştır. Canlılığın da insanlarda ve hayvanlarda bir doğum-ölüm döngüsü içinde olduğu görüldüğünden, bitkileri oluşturucu bu canlılık faktörünün de doğup öldüğü varsayılmıştır. Bu nedenle AĞAÇ RUHU, TAHIL-RUHU gibi ürün oluşturucu bir faktörün, sonbaharda öldüğü, ilkbaharda tekrar canlandığı yaygındır ve toplumlarda buna  yönelik törenler oluşturulmuştur.


Bu nedenle, ilkbaharda tahıl-ruhunun güçlenmesi ve bol ürün vermesi bahar şenlikleri, sonbaharda ise öldürülerek, yeniden doğabilmesi olanağının oluşturulması için hasat törenleri yapılması yaygın bir gelenektir.
Tahıl ruhunun tarlada ürün (bitki) içinde olduğu düşünülmüştür. Hasat yapılıp, ürün biçildikçe, bu ruhun tarladaki henüz biçilmemiş tarafa doğru göç ettiği tasarlanmıştır. Bu nedenle biçme işinin sonuna yaklaşıldığında, bir mola verilir. Kalan tarla, biçici sayısı kadar eşit parçaya bölünür ve bir yarış başlatılır. Hiç kimse en son demeti kesen olmayı istemez; çünkü yaşlanmış tahıl-ruhunun en son demeti bağlayan kişiye geçtiğine inanılır. Bu yaşlanmış tahıl-ruhu “yaşlı kadın, yaşlı adam, (köpek, kurt, tavuk, domuz) vs.” olarak adlandırılır ve en son demeti bağlayana “yaşlı kadını sen aldın” denir.

    “Çoğu kez de son demete Yaşlı kadın ya da Yaşlı Adam denir. Almanya’da, bir kadın şekli verilir ve kadın giysileri giydirilir, onu biçen ya da bağlayan kişinin “Yaşlı Kadını aldığı” söylenir. Schwaben- Altesheim’da bir çiftliğin bir şerit dışında bütün ürünü biçildiğinde, bütün orakçılar bu şeritin önünde bir sıraya dizilirler; her biri kendi payına düşeni hızla biçer, son ekini biçen “Yaşlı Kadını alır”. (Mannhardt 1884, s. 321)”
    “Mannhardt'ın da belirttiği gibi, bu törenler de son demetin adıyla çağrılan ve son arabada onun yanında oturan kişi besbelli onunla özdeşleştirilmektedir; erkek ya da kadın, son demet içinde yakalanan tahıl-ruhu temsil etmektedir; başka bir deyişle, tahıl-ru­hu ikili olarak temsil edilmektedir, bir insanla ve bir demetle." Kişi­nin demetle özdeşleştirilmesi, son demeti biçen ya da bağlayan kişi­nin onun içine sarılması töresiyle daha da açık hale gelmektedir. Örneğin Silezya, Hermsdorf’ta, son demeti bağlayan kadını deme­tin içine bağlamak bir zamanlar bilinen bir töreydi. Bavaria, Weiden'de, son demetin içine bağlanan kişi onu bağ yapan değil biçen kişidir. Burada ürünün içine sarılan kimse tahıl-ruhu temsil edi­yor, tıpkı dallara ya da, yapraklara sarılan kişinin ağaç-ruhu temsil edişi gibi. (Frazer 1890, s. 332)”
Ağaç-ruhun bitkiler, sığırlar hatta kadınlar üzerinde gösterdiği varsayılan aynı bereketlendirici etki tahıl-ruhta da varsayılır. Örneğin, onun bitkiler üzerinde varsayılan etki­si (tahıl-ruhunun her zaman içinde bulunduğu varsayılan) son demetin danelerinden bazılarının alınıp baharda genç daneler içine saçılması uygulamasıyla gösterilir. Sığırlar üzerindeki etkisi, son demetin saplarının, açıkça iyi beslenmeleri amacıyla sığırlara veril­mesiyle gösteriliyor. (Fazer, 1890)


Şimdi bir-kaç asır öncelerine kadar insanların neden bir “bereket” verici ilahi bir güç sistemine inandıklarını daha iyi anlamak için, bir-kaç bin yıl öncesine gidelim ve 2-3 bin yıl öncelerinde Ege-Bölgesi toplumlarının  doğa ve dünyamız hakkındaki görüşlerine bakalım.

Yunan mitolojisinde tarımın, bereketin, mevsimlerin tanrıçası Demeter’dir. Tanrılar tanrısı Zeus ile evliliğinden Persephone (Romalılarda Proserpina) adlı  kızı doğmuştur. Bir gün Persephone arkadaşları ile tarlada çiçek toplarken çayır birden ikiye yarılır ve yeraltı tanrısı Hades, yeryüzüne çıkar. Aşık olduğu Persephone'u yeraltına kaçırır.
Demeter kızını aramak için yollara düşer ancak onu hiçbir yerde bulamaz. Üzüntüsü öyle büyük olur ki hayata küser, Olympos’tan kaçar, yüreği sızlayarak ıs­sız bir yere çekilir. Onun küsmesiyle topra­ğın bereketi kalmaz, insanlar kıtlık tehlike­sine uğrarlar.
 Sonunda her şeyi gö­ren ve bilen güneş tanrısı Helios ona kızının yer altına kaçırıldığını söyler.
Zeus Demeter’e yalvarır, ama Demeter yalvarmalara kulak vermez. Bütün yalvarmalarının boşa gittiğini gören Zeus, en sonunda Persephone’nin yılın üç­te ikisini yani çiçek açma ve meyve zamanı­nı, anası Demeter’in, geri kalan üçte birini, yani kışı da kocası Hades’in yanında geçir­mesini kararlaştırır. Böylelikle toprağa ye­niden bereket gelir. Persephone her yeryüzüne çıktığında, Demeter yeryüzüne baharı getirir.


Her çiftliğin kendi Tahıl-anası ya da Yaşlı Kadın'ı veya Genç Kız'ı vardır;  çocuk, gelecek yılın ürününü temsil etmek üzere orta­ya çıkıyor; buna doğallıkla bu yılın ürününün çocuğu olarak bakıla­bilir, çünkü gelecek yılın ürünü ancak bu yılın hasatının tohumun­dan ortaya çıkacaktır. Öyleyse Demeter bu yılın olgun ürünü, Persephone  ise ondan elde edilen ve baharda tekrar görülmek üzere sonbaharda ekilen tohum-tahıldır. Persephone'nin yeraltı dünyasına inişi tohumun ekilişinin söylencesel bir anlatımı olmalıdır; bahar­da yeniden ortaya çıkışı ise genç tahılın filiz vermesini anlatacak­tır. Böylece bu yılın Persephone’u gelecek yılın Demeter’ i olur, bu da söylencenin ilk şekli olmalıdır.
Dinsel düşüncenin ilerleme­siyle birlikte, tahıl  artık bir yıl içinde bütün bir doğum, büyüme, üretme ve ölüm çevriminden geçen bir varlık olarak değil, ölümsüz bir tanrıça ile kişileştirilir duruma gelince, tutarlılık, iki kişiden biri­nin ananın veya kızının kurban edilmesini gerektirir.
Fakat tahılın ana ve kız olarak ikili anlaşılışı, halkın kafasında mantıkla sökülüp atılamayacak kadar eski zamanda ve derinde kök salmıştı, bunun için de yeniden biçimlenmiş olan söylencede hem anaya hem de kıza bir yer bulmak zorunluydu. Bu da, Demeter, kızının her yıl yeraltında kaybolmasına ağlayan, baharda ortaya çıkısına sevinen tahıl ananın biraz karanlık ve iyice belirgin olmayan rolünü oynama­ya bırakılırken, Persephone’a sonbaharda ekilen ve ilkbaharda filiz veren tahıl rolü verilerek yapıldı.
Böylece, biçim değiştirmiş olan söylence, biri bir yıl doğan ve ertesi yıl kendi ardılını doğuran kut­sal varlıkların düzenli bir biçimde birbirinin yerine geçmesi yerine, biri her yıl yeraltında kaybolan ve sonra yeniden ortaya çıkan, ötekiyse uygun zamanlarda ağlamaktan ve sevinmekten başka yapacak bir şeyi olmayan iki kutsal ve ölümsüz varlık anlayışını sergiler. (Frazer, 1890, s.309)

5-BÜYÜ NEDİR?

İnsan beyninin, bilgi oluşturmaya önem veren bir yapısallaşması vardır. İnsanlığın hangi zamanda ne tür bilgilere ulaştığı,   http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/5937e34256cf4e5_ek.pdf?dergi=JEOLOJ%DD%20M%DCHEND%DDSL%DD%D0%DD%20DERG%DDS%DD
adresli yayında görülebilir.

 İnsanların bilgisi arttıkça, doğanın uçsuz bucaksız olduğunu, onun yanda kendisinin ne kadar küçük ve zayıf olduğunu görür.
Doğadaki etkileyici – yönlendirici güç sistemini STATİK, yani sabit ve değişmez yasalara uygun hareket eden bir güçler sistemi olarak gören atalarımız, kendisinin zayıf ve küçük olduğunu hissederken, o dev doğa makinesini kontrol eden varlıkları çok büyük ve güçlü sanmaktadır!
Halbuki doğa dev gibi büyük doğa makinelerince değil, kuantsal sistem denilen atom-altı-öğeler dünyasınca yönlendirilmektedir.

Gerek toplumsallaşmayı ilk başlatan Sümer, gerekse Eflatun gibi felsefi düşüncelerin ilk temellerinin atıldığı belgelerde, 10-11 bin yıl öncelerinin insanlarının iki farklı insan tipinden söz ettikleri görülür; Biri sıradan insanlar, diğeri kutsal veya tanrı-insanlar. 
Hatta Sümer belgelerinde, sıradan insanların Tanrı-insanlara hizmet etmek için yaratıldıkları yazılıdır. Bu inanç 1-2 bin yıl öncelerine kadar insanlar aleminde egemen olmuştur. 

Kutsal veya tanrı-insanlar, doğa-üstü güçlere sahiptirler, insanlar zorluklarla karşılaştıklarında, bu kutsal kişilere yalvararak sorunlarının çözümünü beklerler.

Eski çağlardaki krallar genellikle aynı zamanda rahip olarak görülmüşlerdir. O çağlarda bir kralın çevresindeki kutsallık aylası hiç de boş bir söz değil, ciddi bir inancın ifadesiydi. Krallar, birçok durumda yalnızca rahip olarak değil, yani insanla tanrı arasında bir aracı olarak değil, genellikle insanın elinin uzanamayacağı bir yerde olduğu varsayılan ve ancak insanüstü ve görünmez varlıklara sunulan dua ve kurbanlarla ulaşılabilen iyilikleri kullarına ve kendine tapınanlara verebilecek TANRILAR olarak saygı görürlerdi.
Dolayısıyla tanrılardan, mevsimi gelince yağmuru yağdırması, güneşi açtırması, ürünü olgunlaştırması vb. beklenirdi.
Bir yabanıla göre, dünya çoğunlukla doğaüstü güçlerce, yani tepilere ve nedenlere kendi malıymış gibi hükmedebilen; kendisi gibi, acımalarına, korkularına ve umutlarına başvurulardan etkilenebilen kişisel varlıklarca yönetilir. Dualar, söz vermeler ya da korkutmalar, kendisine tanrılardan iyi hava ve bol ürün sağlayabilir; ve kimi zaman inandığı gibi, bir tanrı kendi kişiliğinde bedenleşecek olursa, o zaman daha yüksek bir güce başvuru gereksinimi duymaz; o, yani yabanıl, kendi mutluluğunu, yakınlarının mutluluğunu daha da ileri götürmek için gerekli bütün güçlere sahiptir.
İlkel insanda, tinsel güçlerle dolu bir dünya görüşüyle yan yana, bir başka kavram daha vardır: çağdaş doğa yasası kavramının, ya 'da doğayı hiç değişmeyen bir düzen içinde, kişinin karışması olmaksızın gelişen olaylar dizisi olarak alan görüşün ilk' tohumunu bu kavramda bulabiliyoruz. Sözünü ettiğim tohum, çoğu boşinan dizgelerinde büyük bir rol oynayan, duygusal büyü diyebileceğimiz şeyde bulunmaktadır. Duygusal büyünün ilkelerinden biri, herhangi bir etki, onu taklit ederek elde edilebilir ilkesidir. Birkaç örnek verelim buna. Eğer birini öldürmek istiyorsanız onun bir imgesini yaratır ve yok edersiniz; insanın, kişiyle onun imgesi arasındaki yakınlık (sempati) yoluyla, imgeye yapılan zararı sanki kendi bedenine yapılmış gibi hissettiği ne ve imge yok edilirse kendisinin de aynı zamanda yok olması gerektiğine inanılır.
Fas'ta, ayağına kırmızı bir paketçik bağlanmış bir kümes hayvanı ya da güvercin görürsünüz bazan. Paketçiğin içinde büyü vardır, büyü kuş tarafından devamlı oradan oraya götürülünce, büyü yapılan erkek ya da kadının kafasında da devamlı bir huzursuzluğun olacağına inanılır.
Kamboçya’lı bir balıkçı ağlarını atıp topladığında hiçbir şey yakalayamca, çırılçıplak soyunur, biraz uzaklaşır oradan, dönüşte sanki görmemiş gibi ağının üzerinde dolaşır, bilerek yakalanır ağlara ve bağırmaya başlar, "Hey! Nedir bu? Yoksa ağa mı yakalandım?" Bundan sonra ağ balık kaçırmayacaktır artık.
 Sumatra’nın iç bölgelerinde pirinç kadınlar tarafından ekilir; kadınlar pirinci ekerken saplar kalın ve sağlam olsun, bol ürün taşısın dıye saçlarını sırtlarına upuzun bırakırlar.
Bir insanla saçı ya da tırnağı gibi onun bedeninden kesilmiş, koparılmış bir şey arasında büyülü bir yakınlığın bulunduğuna inanılır; o kadar ki bu saçı ya da tırnağı
eline geçiren kişi, bunların kesildiği kişi üzerinde ne kadar uzakta olursa olsun, iradesini kullanabilir. Bu boşinan bütün dünyada yaygındır. Dahası, söz konusu yakınlık dostlar ve akrabalar arasında da vardır özellikle zor zamanlarda. Dostları balıkta, avda ya da
savaştayken geride kalmış kimselerin nasıl davranacağını düzenleyen ayrıntılı kurallar buna dayanır. Evde kalan kimse bu .kuralları bozarsa, uzaktaki kişinin başına, kuralın bozulma biçimine bağlı olarak kötü bir şey geleceğine inanılır. Bu yüzden de, Laos'ta bir fıl avcısJ ava çıkarken, karısına kendisi yokken saçını kesmemesini ya da bedenini yağlamamasını
tembih eder; çünkü eğer saçım keserse fıl ağları koparacak bedenini yağlarsa ağların içinden sıyrılıp kaçacak demektir.

6-KUTSALLIK NE DEMEK?  

 İnsanların doğaya uyumlu yaşayabilme çabalarırıa göre din ve gelenekler oluşmuştur.
Frazer’in (1890), dinlerin ve geleneklerin köklerinin araştırılmasına yönelik eski çalışmalardan derlediği bilgileri tanıtmaya devam edelim:  
İlk insanlar  toplumlarda kralın ya da rahibin .çoğu kez doğaüstü güçlerle donatılmış biri, ya da bir tanrının bedenleşmiş biçimi olduğuna inanırlar; bunun sonucu olarak da doğanın gidişinin az çok onun kontrolü altında olduğunun varsayarlar. Kötü havadan, ürünün iyi olmamasından ve buna benzer felaketlerden onun sorumlu tutulduğuna inanırlar. Öyle görünüyor ki, kralın doğa üzerindeki gücünün, uyruğu ve köleleri üzerindeki gücü gibi, istençli belli edimler yoluyla kullanıldığı varsayılmaktadır; dolayısıyla, eğer kuraklık, kıtlık, salgın hastalık ya da fırtına gibi afetler ortaya çıkarsa, halk bu felaketi krallarının savsaklamasına ya da günahına bağlar, onu uygun biçimde kırbaçla ya da hapisle cezalandırır; bala yumuşamazsa tahttan indirir ya da öldürür. Bununla birlikte bazan doğanın işleyişinin, krala bağlı olarak düşünülse de, kısmen onun istencinden bağımsız olduğu varsayılır. Kişiliği, deyim yerindeyse, doğanın devingen merkezi olarak şünülür, güç çizgileri bu merkezden göklerin dört bir yanına yayılır; öyle ki, onun herhangi bir hareketi -başını çevirmesi, elini kaldırma doğanın herhangi bir parçasını anında etkiler ve ciddi biçimde rahatsız eder. 0, dünyanın dengesinin bağlı olduğu destek noktasıdır; onun tarafındaki en küçük bir düzensizlik, hassas dengeyi bozar. Bu yüzden, hem kendisinin çok dikkatli olması, hem de ona çok dikkat edilmesi gerekir; tüm yaşamı en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar öyle ayarlanmalıdır ki, onun istençli ya da istençsiz hiçbir 'hareketi doğanın yerleşik düzenini bozamasın ya da rahatsız edemesin, Bu monarklar sınıfından olan Japonya'nın  kutsal imparatoru Mikado ya da Dairi, tipik bir örnektir. O, tanrılar ve insanlar da içinde bütün evreni yöneten güneş tanrıçasının bedenleşmiş halidir; bütün tanrılar yılda bir kez ona saygı ziyaretinde bulunur ve bir ay onun sarayında kalırlar. "Tanrısız" denilen bu ay süresince, terk edilmiş olduklarına inanıldığı için hiç kimse tapınaklara gitmez. (Frazer 1890, 1, s 112)
Mikado'nun yaşam tarzının aşağıdaki betimlemesi yaklaşık iki yüz yıl önce yazılmıştır:" (Yani 17. Asırda)
Bu aileden gelen prenslere, özellikle de tahtta olanların çocuklarına, bugün bile kendilerinden kutsal kişiler ve doğuştan Papa olarak bakılır.  Bu yararlı kavramların, uyruklarındaki kimselerin kafasından çıkmamasını sağlamak için de kutsal kişiliklerine olağanüstü bir dikkat harcamak ve öteki ulusların törelerine göre incelendiğinde gülünç ve uygunsuz görünebilecek şeyler yapmak zorundadırlar. Bunlardan burada birkaç örnek vermek yersiz olmayacaktır. İmparator, ayağının yere değmesinin saygınlığına ve kutsallığına çok aykırı bir şey olduğunu düşünür; bu nedenle, bir yere gitmek istediği zaman, insanların omuzlan üzerinde taşınması gerekir onun. Bedeninin her parçası öyle kutsal sayılır ki, saçını, sakalını  ya da tırnaklarını kesemez. Bununla birlikte, çok fazla kirlenesin diye de onu geceleyin, uyuyorken temizleyebilirler; çünkü, dediklerine göre, o saatte onun bedeninden alınan bir şey ondan çalınmış olacak, böyle bir hırsızlık da onun kutsallığını ya da saygınlığını bozmamış olacaktı. Eski zamanlarda, imparator her sabah başına imparatorluk tacını giyip birkaç saat tahtında oturmak zorundaydı; fakat tam bir heykel gibi: ellerini, ayaklarını, başını, gözlerini hatta vücudunun hiçbir parçasını kımıldatmaksızın; çünkü, imparatorluğunda barışı ve huzuru bu yolla sürdürebileceği düşünülürdü; kazara şu ya da bu yana dönse, veya topraklarının herhangi bir parçasına doğru uzunca bir süre baksa, ülkeyi yıkıma uğratacak savaş, kıtlık, yangın ya da herhangi bir felaketin hemen yakında olduğundan korkulurdu. Fakat daha sonraları, imparatorluk tacının bir güvenlik aracı olduğu, onun  hareketliliğinin imparatorlukta barışı koruyacağı anlaşılınca  yalnızca iş yapmamaya ve zevklere adanmış olan imparatorun kişiliğini bu ağır görevden kurtarmanın uygun olacağı düşünüldü, bu yüzden şimdi taç her sabah birkaç saat tahtın üzerine bırakılmakta. Yiyeceklerinin her gün yeni kaplarda hazırlanması, masada yeni tabaklarda sunulması gerekir: kaplar ve tabaklar temiz ve sadedir, yalnızca kilden yapılmadır (az masraflı olsun diye); çünkü bir kez kullanıldıktan sonra  sıradan  insanların ellerine geçer korkusuyla kırılmaları  gerekir. Çünkü dinsel inançlarına göre, sıradan bir insan yiyeceğini bu kutsal tabaklardan yiyecek olursa şişer ve ağzını, boğazını yakardı.

Buna benzer rahip krallar, daha doğrusu kutsal krallar,  Afrika'nın batı kıyısında bulunur. Aşağı Gine'de Cape Padron yakınında Shark Point'te rahip kral Kukulu tek başına bir ormanda yaşar. Bir kadına dokunamaz, evinden ayrılamaz; aslında koltuğundan bile ayrılamaz, onun üzerinde oturur durumda uyumak zorundadır, çünkü eğer yere uzansa rüzgar çıkmaz, deniz ulaşımı da dururdu. Fırtınaları düzenler, genellikle de yararlı ve dengeli hava koşulları sağlar.

Güney Meksika'daki Zapotek'lerin yüksek  piskoposunun Mikado'yla daha yakın   bir koşutluk gösterdiği görülüyor. Kralın kendisine güçlü bir rakip olan bu ruhani efendi, krallığın başlıca kentlerinden biri olan Yopaa'yı  mutlak bir egemenlikle yönetirdi. Söylendiğine göre, ona karşı duyulan derin saygıyı gözde büyütmek olanaksızdır. Ona bir tanrı gözüyle ,bakılırdı, yeryüzü onu üzerinde tutacak, güneşse üzerinde parlayacak değerde değildi. Ayağının yere bir dokunması bile kutsallığını kirletmeye yeterdi. Tahtırevanım omuzlarında taşıyan görevliler en yüksek ailelerin üyeleriydi; çevresindeki herhangi bir şeye gönül düşürüp de bakmazdı; onunla karşılaşan herkes onun gölgesini bile görseler ölüme yakalanacaklarından korkarak hemen yüzüstü yere kapanırlardı. Zapotek rahiplerine, özellikle de yüce piskoposa nefsini tutma kuralı düzenli olarak uygulanırdı; fakat  her yıl, şölenlerle ve danslarla kutlanan belli günlerde yüce rahibin sarhoş olması töredendi. Ne göklere ne de yeryüzüne ait değilmiş gibi göründüğü bu durumda, tanrıların hizmetine ayrılmış erden kızların en güzeli ona getirilirdi." Kızın ona doğurduğu çocuk bir erkek olursa, bir prens olarak yetiştirilirdi, en büyük oğul babasından sonra papalık tahtına otururdu.

Japonya ve Batı Afrika gibi, doğanın düzeninin, hatta dünyanın var oluşunun kralın ya da rahibin yaşamıyla ilişkili varsayıldığı her yerde, uyruklarının ona hem sınırsız lütuf ve iyilik kaynağı, hem de sınırsız tehlike kaynağı ~ olarak bakacağı açıktır. Bir yandan, ~alk, dünya yemişlerini büyüten, geliştiren yağmur ve güneş ışığı için, gemileri kıyılarına getiren rüzgar için, hatta ayaklarının altındaki yerin varlığı için ona teşekkür etmek zorundadır. Ama verdiğini vermeyebilir de; doğanın onun kişiliğine bağımlılığı o kadar sıkı, merkezı olduğu güçler sisteminin dengesi o kadar hassastır ki, onun yönünden gelebilecek en küçük bir düzensizlik yeryüzünü  temellerinden  sarsacak bir titreme yaratabilir.
Görüldüğü gibi, kutsal-kralın ölümünün dünyanın yok olmasına neden olacağı sanılırdı. Bu yüzden de, kralın düşüncesizce bir hareketinin dahası ölümünün tehlikeye atabileceği kendi güvenlikleri yüzünden: halk, kralından  ya da rahibinden, kendi varlığının devamı ve sonuç olarak halkının ve dünyanın devamı için yerine getirilmesi gerekli bu kurallara sıkı sıkıya uymasını isteyecektir. İlk krallıkların, halkın yalnızca kral için var olduğu despotluklar olduğu fikri, bizim şu anda üzerinde durduğumuz monarşilere hiç uygun düşmez. Tersine, bu monarşilerde kral yalnızca uyrukları için vardır; yaşamı doğanın gidişini halkının yararına düzenleyerek konumunun gerektirdiği görevleri yerine getirdiği sürece değerlidir. Bunu yapamaz duruma gelir gelmez, daha önce ona bol bol verdikleri özen, bağlılık, dini saygı biter ve kine, nefrete dönüşür; rezilce görevden alınır ve kaçıp hayatını kurtarabilirse ne ala. Bir gün önce tanrı diye tapındıkları biri ertesi gün bir suçlu olarak öldürülür.
Fakat halkın bu değişen davranışında keyfi ya da aykırı bir şey yoktur. Tersine, davranışları uyumludur. Kralları tanrılarıysa eğer, aynı zamanda kendilerini koruyan kimsedir ya da öyle olmak zorundadır; ve eğer onları koruyamıyorsa, bu görevi bunu yapacak bir başkasına devretmelidir.
Bununa birlikte, beklediklerine yanıt verebildiği sürece, ona gösterdikleri ve onu kendi kendine göstermeye zorladıkları özenin dikkatin sınırı yoktur. Bu türden bir kral, törensel kuralların, bir yasaklar ve usuller ağının etrafına çevirdiği bir çit içinde yaşar; bu yasaklar ve kurallar onun saygınlığına, dahası rahatına katkıda bulunmak  .için değil, doğanın uyumunu bozarak, kendini, halkını ve evreni genel bir felakete sürükleyebilecek bir davranışta bulunmasını önlemek için konmuştur. Bu kurallar, usuller, onun rahatını artırması şöyle dursun, her hareketini köstekleyerek özgürlüğünü ortadan kaldırır ve çoğu kez halkın  korumayı amaç edindikleri yaşamı bir yük ve üzüntü kaynağı yapar.

Mısır krallarına tanrı diye tapılırdı, gündelik yaşamlarının  programı kesin ve değişmez kurallarla en ince ayrıntısına kadar düzenlenmişti. Diodoros, "Mısır krallarının yaşamı, sorumsuz olan ve canlanın istediğini yapabilen diğer monarklarınkine  benzemiyordu” diyor.  "Tersine onlar adına her şey, yalnızca resmi görevlen değil, günlük yaşamlarının ayrıntıları bile yasalarla saptanmıştır . Günün ve gecenin hangi saatinde, hoşuna gittiği için değil de, yasalar öyle istediği için ne yapacağı önceden düzenlenmişti. Yalnızca  kamu  hizmetlerini göreceği ya da yargıya başkanlık edeceği saatler değil, yürüyeceği, yıkanacağı, karısıyla yatacağı, kısacası yaşamında yapacağı her eylemin saatleri önceden saptanmıştı. Töre sade bir  yemeği emrediyordu; yiyebileceği tek et dana ve kaz etiydi, ancak bildirildiği ölçüde şarap içebilirdi.
Krallık ya da rahiplik görevine bağlanmış olan bu ağır töreler, görenekler kendi doğal etkilerini ortaya çıkardı. Hiç kimse görevi kabul etmiyor, böylelikle de görevin boşlukta kaldığı oluyordu; ya da kabul etseler bile onun ağırlığı altında ruhsuz yaratıklara, bir yere kapatılmış münzevilere dönüyorlar, yönetimin dizginleri de bunların ellerinden, adlarım kullanmaksızın geek egemenliği kullanmakla yetinen insanların güçlü peelerine kayıyordu. Bazı ülkelerde, yüce güçteki bu çatlak, tinsel ve zamanlı güçlerin tümüyle ve devamlı ayrılışına kadar derinleşiyor, kraliyet sarayı tamamen dinsel işlevlerini elinde tutarken, sivil hükümet daha genç ve daha güçlü bir kuşağın eline geçiyordu.
Bazı örnekler verelim. Kamboçya'da Ateş ve Su Krallıklarının çoğu kez isteksiz ardıllara zorla verildiğini," Vahşi Ada' da, sonunda hiç kimse o tehlikeli ayrıcalığı kabul etmeye kandırılamadığı için monarşinin gerçekte sonlandığını" görmüştük.
Batı Afrika'nın bazı bölgelerinde, kral ölünce, onun ardılını seçmek için bir aile meclisi gizlice toplanırdı. Seçilen kişi birden yakalanır, bağlanır ve fetiş evine atılırdı, tacı kabul etmeye razı oluncaya kadar orada hapiste tutulurdu. Bazan da kalıtçının, zorla kabul ettirilmek istenen onurdan kaçma yollarını bulduğu olur; zalim bir başkanın, kendisini tahta oturtma girişimine zorla karşı koymaya kararlı, devamlı silahlı dolaştığı biliniyor.
Japon Mikadoları, yüce gücün onurunu ve yükünü bebek yaşındaki çocuklarına aktarma yollarını arayanların ilklerindendi; ülkenin uzun süredir geçici egemenleri olan Tycoon' ların ortaya çıkışı, bir Mikado'nun üç yaşındaki oğlu lehine tahttan çekilişine kadar gidiyor. Egemenlik, bebek prensin elinden bir zorba tarafından ele geçirilince, Mikado'nun davası, cesur ve akıllı bir adam olan Yoritomo tarafından savunuldu: Yoritomo, zorbayı devirdi ve gölge Mikado'yu tahta oturttu, asıl gücüyse o elinde tutuyordu artık. Kazanmış olduğu gücü ve rütbeyi kendi torunlarına miras olarak bıraktı, böylece Tycoon soyunun kurucusu oldu. On altıncı yüzyılın son yarısına kadar Tycoon'lar etkin ve güçlü yöneticilerdi; fakat yazgıları Mikado'larınki gibi oldu; içinden çıkılmaz aynı töre ve yasa ağına dolaşınca, onlar da saraylarından pek çıkmayan, anlamsız törenler çemberinde dolanıp duran kuklalara dönüştüler, gerçek devlet işleriyse devlet konseyince yürütülüyordu.  Frazer 1890, 1, s. 119)

7-BEDENLERİNE KUTSAL RUH GİRMİŞ İNSANLAR = İNSAN-TANRILAR

Frazer’in (1890), dinlerin ve geleneklerin köklerinin araştırılmasına yönelik araştırmalardan derlediği bilgileri tanıtmaya devam edelim:  

Doğayı kontrol etme yeteneğinin sınırlarını sezemeyen yabanılın kendisinde ve bütün insanlarda,.bizim bu gün doğa- üstü dememiz gereken bazı güçler hayal ettiğini gördük. Ayrıca, bazı kimselerin, bu genel doğaüstücülükten başka,. kutsal bir ruh tarafından geçici olarak esinlendiğinin ve içine girmiş olan tanrının bilgi ve gücünü geçici olarak kullandığının varsayıldığını gördük. Buna benzer inançlardan, bazı kimselerin bir kutsal ruh' tarafından devamlı olarak tutulduğu,. ya da tarif edilemez bir başka. yoldan tanrılar arasında sayılacak ve dua, kurban gibi saygı belirtilerini kabul edecek derecede yüksek doğaüstü güçlerle donatıldığı anlaşılır. Bu insan tanrılar bazan yalnızca doğaüstü ya da ruhsal işlevlerle sınırlıdır. Bazan buna ek olarak çok büyük bir politik güç de kullanırlar. Bu durumda, tanrı oldukları kadar kraldırlar da, yönetim ise teokrasidir. Her ikisinin örneklerim de vereceğim.

Markiz Adalarında, bütün yaşamları boyunca tanrılaştırılmış bir sınıf insan vardı. Bunların elementler (toprak, hava, ateş ve su, çev.) üzerinde doğaüstü bir güçleri olduğuna inanılırdı. Bol ürün sağlayabilirler ya da toprağı kıraçlaştırabilirlerdi; hastalık , ya da ölüm verebilirlerdi. Bunların gazabından korunmak için insanlar kurban edilirdi. Sayıları çok değildi, her adada en fazla bir iki tane. Gizemli bir yalnızlık içinde yaşarlardı. Güçleri her zaman değil ama bazan kalıtsaldı. Bir misyoner, kişisel gözlemlerine göre bu insantanrılardan birini anlatıyor. Tanrı, büyük bir evde bir hücreye yaşayan yaşlı bir erkekti. Evde, bir tür sunak vardı, evin tavan kirişlerinde ve çevresindeki ağaçların üzerinde baş aşağı asılmış insan iskeletleri vardı. Hücreye, tanrının hizmetine adanmış kişilerden aşka kimse giremezdi; ancak insan kurbanların sunulacağı günlerde sıradan kimseler bu bölgeye girebilirdi. Bu insan tanrı bütün öteki tanrılardan daha fazla kurban alıyordu; çoğu kez evinin önünde kurulmuş bir yüksek yerde oturur ve her defasında iki ya da üç insan kurban isterdi. Her defasında bunlar getirilirdi, çünkü çevreye verdiği korku çok büyüktü. Adanın her tarafından ona başvurulur, her yerden sunular gönderilirdi.
Güney Denizi Adaları üzerinde, her adada, tanrıyı temsil eden ya da kişileştiren bir adam olduğu söyleniyor. Bu adamlara tanrı deniyordu, özleri tanrılarınkiyle karışmıştı. İnsan-tanrı bazan kralın kendisi olurdu; ama çoğu kez bir rahip ya da ikinci dereceden bir kabile başkanı olurdu. (Frazer 1890, s. 39)
Iddah Kralı, Nijerya Keşif Kurulundan İngiliz subaylarına şöyle diyordu: "Tanrı beni kendi hayaline göre yarattı; ben Tanrının aynısıyım; ve o beni Kral olarak atadı (Allen ve Thomson 1841, s 288).

Bazan insan biçimindeki tanrının ölümü üzerine, kutsal ruh bir başka adamın bedenine göç eder. Doğu Afrika' da Kaffa Krallığında, halkın puta tapan bölümü Deôce denilen bir ruha tapınır, ona dualar ve kurbanlar sunarlar, bütün önemli durumlarda ona başvururlar. Bu ruh, kralla hemen hemen aynı düzeyde, büyük servete ve etkiye sahip bir kişi olan büyük büyücünün ya da papanın bedeninde görünür, kral geçici gücünü kullanırken o ilahi gücü kullanır. Bir ara, krallığa bir Hıristiyan misyonerinin gelmesinden kısa bir süre önce bu Afrikalı papaz öldü; misyonerin, ölmüş papanın yerini alabileceği korkusuyla rahipler Debce'nin krala geçtiğini, bundan böyle ilahi ve geçici gücü kendinde birleştirerek onun tanrı ve kral olarak egemenlik süreceğini ilan ettiler. (G. Massaja, 1853, s 53)

Budist Tatarlar, en önemli manastırların başında bulunan Yüce Lama'lar olarak görev gören çok sayıda Buda'ya inanırlar. Bu Yüce Lamalardan biri ölünce çömezleri yas tutmazlar, çünkü bilirler ki o bir çocuk biçiminde yeniden doğmuş olarak çok geçmeden yeniden görünecektir. Meraklandıkları tek şey onun doğacağı yeri bulmaktır. Tam o sırada bir gökkuşağı görürlerse, bunu ölmüş olan Lama'nın kendilerine gönderdiği, doğacağı yeri gösterecek bir işaret olarak alırlar. Bazan kutsal çocuğun kendisi açıklar kimliğini. "Ben Yüce Lama'yım" der, "Filan tapınağın yaşayan Buda'sı. Beni eski manastırıma götürün. Ben oranın ölümsüz başıyım." Buda'nın doğum yeri hangi yolla kendini gösterirse göstersin, ister Buda'nın kendi sözleriyle isterse gökte bir işaretle, çadırlar sökülür, çoğu kez başlarında kralın ya da krallık ailesinin en önemli kişilerinden birinin bulunduğu bir hacı grubu çocuk tanrıyı bulmak ve yurduna getirmek üzere neşe içinde yola koyulur. Genellikle kutsal toprak Tibet'te doğar, kervan ona ulaşmak için çoğu kez en korkunç çölleri aşmak zorundadır. En sonunda çocuğu bulduklarında kendilerini yere atar ve tapınırlar ona.
Bununla birlikte, Onun, kendi aradıkları Yüce Lama olduğunu tanımadan önce, kimliği hakkında inandırıcı kanıtlar vermek zorundadır onlara. Başı olduğunu ileri sürdüğü manastırın adı, oradan ne kadar uzakta olduğu, içinde kaç keşişin yaşadığı sorulur; aynı zamanda ölmüş olan Lama'nın alışkanlıklarını, nasıl öldüğünü anlatmak zorundadır. Ondan sonra, önüne dua kitapları, çaydanlıklar, çay bardakları gibi eşyalar konur ve önceki yaşamında kullanmış olduğu şeyleri göstermesi istenir. Eğer hiç hatasız yaparsa bunu, savı kabul edilir ve zafer törenleri içinde manastıra götürülür. Bütün Lamaların başında, Tibet'in Roma'sı sayılan Lhasa Dalai Lama bulunur. Ona yaşayan tanrı gözüyle bakılır, ölüm halinde onun kutsal ve ölümsüz ruhu yine bir çocukta ortaya çıkar. Bazı anlatılara göre, Dalai Lama'nın bulunuş ve tanınış biçimi, biraz önce anlatılan, sıradan bir Yüce Lama'nın bulunuş yöntemine benzer. Bazı açıklamalarda, bir kur' ayla seçimden söz ediliyor. Dalai Lama nerede doğmuşsa, bitkilerin ve ağaçların yeşerdiği, yaprak verdiği söylenir; onun söylemesi üzerine çiçekler açar, pınarlar ortaya çıkar; ve onun varlığı kutsal nimetler saçar etrafa. (Frazer 1890, s. 44)
Madagaskar Antaymour'ları arasında kral ürünün yetişmesinden ve halkın başına gelecek her türlü kötülükten sorumludur. Birçok yerde, yağmur yağmazsa ya da ürün iyi yetişmezse kral cezalandırıhr, Böylece, Batı Afrika'mn bazı bölgelerinde, krala edilen . dualar, verilen hediyeler yağmur yağdıramayınca, kabile adamları onu iplerle bağlar ve zorla atalarının mezarına götürürler, gereksindikleri yağmuru oradan elde edebilir diye belki.
İsveç Kralı Domalde zamanında, yıllarca süren şiddetli bir kıtlık olmuştu, ne hayvan ne de insan kanıyla durdurulamıyordu. Bu yüzden Upsala'da büyük bir halk meclisi toplandı, kabile başkanları bu kıtlığın nedeninin Kral DomaIde olduğuna ve mevsimlerin düzelebilmesi için onun kurban edilmesi gerektiğine karar verdiler. Böylece, onu. öldürdüler ve kanını tanrıların altarlanna sürdüler.  Yine, bize an1atıldığına göre, İsveçliler iyi ya da kötü ürün alınmasının nedenini krallarına bağlarlardı. Bu yüzden, Kral Olaf'ın egemenliğinde, kötü günler ve kıtlık olmuştu, halk ise hatanın kralda olduğunu, çünkü kurbanlarında pintilik ettiğini düşünüyordu. Bu yüzden, bir ordu toplayarak kralın üzerine yürüdüler, sarayını kuşattılar ve sarayın içinde yaktılar onu, "iyi ürün elde etmek için Odin'e
kurban vermişlerdi onu”.
Peru İnka'ları, Güneşin çocukları olarak tanrı saygınlığı görürlerdi; yanlış bir şey yapmazlardı onlar, hiç kimse, monarkın ya da krallık soyundan gelen herhangi bir kimsenin kişiliğine, onuruna ya da mülkiyetine saygısızlıkta bulunmayı aklından geçirmezdi. Yine bundan dolayı İnkalar, çoğu kimse gibi, hastalığa bir kötülük gözüyle bakardı. Bunun, babaları Güneş'in, oğluna gelip göklerde kendisiyle birlikte dinlenmesini bildirmek için gönderdiği bir haberci olduğunu düşünürlerdi. Bu yüzden de, İnka'nın, yaklaşan sonunu bildirdiği alışılmış sözler şunlar olurdu: "Babam beni dinlenmem için yanına çağırıyor." İyileşmek için kurban sunarak babalarının isteğine karşı gelmezler, açıkça onun kendilerini yanına çağırdığını bildirirlerdi.!" Meksika kralları göreve başlarken, güneşin parlamasını, bulutların yağmur vermesini, nehirlerin akmasını ve toprağın bol ürün vermesini sağlayacaklarına değgin yemin ederlerdi.
Mısır Kralı, ürünlerde herhangi bir başarısızlık suçunu kutsal hayvanlarla paylaşır görünmektedir. Kendisine şu adlarla seslenilirdi, "Göklerin Sahibi, yeryüzünün, güneşin ve tüm dünyadaki yaşamın sahibi, zamanın sahibi, güneşin seyrinin ölçücüsü, insanlar için Tum, refah tanrısı, hasatın yaratıcısı, ölümlülerin yaratıcısı ve yapıcısı, bütün insanlara ruh veren, bütün tanrılara hayat veren, göklerin tutucusu, yeryüzünün eşiği, her iki dünyanın dengesini tutucu, zengin hediyelerin sahibi, ürünün büyütücüsü, vb.»

Habeşistan'ın dış bölgelerindeki kabileler arasında bir gözlemci şöyle anlatılıyor: "Barea'lıların Alfai rahipliği ilginç bir rahiplik; yağmur yağdırabileceğine inanılır onun. Bareas Alfai'si, Tembadere yakınında bir dağda ailesiyle yalnız başına yaşar. Halk giyecek ve meyva şeklinde hediyeler getirir ve büyük bir tarlayı 'onun adına eker biçer. Bir tür kraldır o, görevi kalıt yoluyla erkek kardeşine ya da kız kardeşinin oğluna geçer. Onun yağmur çağırabileceği ve çekirgeleri yöreden kovabileceği varsayılır. Ama halkın bekleyişlerini boşa çıkarır ve ülkede büyük bir kuraklık baş gösterirse, Alfai ölünceye kadar taşlanır, ona ilk taşı atmaya zorlananlar da en yakın akrabalarıdır. Biz ülkeden geçerken, Alfai görevini hala yaşlı bir adam yürütüyordu; ama duydum ki, yağmur yağdırmak onun için çok tehlikeli olmaya başlamıştı, bunun üzerine o da' görevinden ayrıldı. (Frazer 1890, 1, s. 54)


8-KAHİNLİK

İnsan-tanrı ya da tanrısal veya doğaüstü güçlerle donanmış bir insani varlık kavramı, temelde dinler tarihinin erken bir dönemine aittir. Ateş yakarak, mızrak, ok, vs gibi aletler yaparak diğer varlıklardan ve  hayvanlardan daha üstün bir varlık olduğunu fark eden ilk insanlar, kendisini epey doğa-üstü görür. Bu nedenle o, insan-tanrıda ya da tanrı-insanda tam bir inançla kendisinde de olduğunu ileri sürdüğü aynı doğa üstü güçlerin daha yüksek bir derecesinden başka şey görmemektedir. (Frazer 1890, s. 35)
Bir olayın veya hareketin  gerçekleşmesinin, “ruh” adını verdiği görünmeyen bir sinyal tarafından yapıldığına inanan bu insanlar, tanrı-insan bedenlerine ilgili “ruh”un girdiği için böyle olağan üstü bir güce ulaşıldığına inanırlar, Bu olay ruhun bedenleşmesi olarak kabul edilir.
Bu tür bedenleşmiş tanrılar yabanıl toplumda yaygındır. Bedenleşme geçici ya da devamlı olabilir. Geçiciyse, bedenleşme genellikle esin ya da cin tutma olarak bilinir, kendini doğaüstü bir güç şeklinde olmaktan çok doğaüstü bir bilgi şeklinde gösterir. Diğer bir deyişle, genel belirtileri tansıklardan çok bilicilik ve yalvaçlıktır. Öte yandan, bedenleşme geçici olmakla kalmayıp, kutsal ruh bir insan bedenine yerleşmişse, tanrı-insanın tansıklar göstererek bu özelliğini kanıtlaması beklenir kendisinden. Ancak, düşüncenin bu döneminde, insanların tansıklara doğa yasasını kırma olarak bakmadığını anımsamamız gerekir. Doğa yasasının varlığını kavrayamayan ilkel insan onun bozulması, kırılması diye bir şeyi de kavrayamaz, Ona göre bir tansık, ortak bir gücün alışılmamış, çarpıcı bir belirtisidir. (Frazer 1890, s. 35)

Geçici bedenleşmeye ya da esinlenmeye inanış bütün dünyada yaygındır. Bazı kişilerin zaman zaman bir ruh ya da tanrı tarafından ele geçirildiği varsayılır; bu ele geçirilme devam ettiği sürece onların kendi kişilikleri askıdadır, ruhun varlığı, insanın bütün bedeninin çırpınarak titremesi ve sarsılmasıyla, çılgınca hareketler ve delice bakışlarda gösterir kendini: bütün bunlar o insanın kendine değil, onun içine girmiş olan ruha bağlanır; ve bu anormal durumda ağzından çıkan her şey onun içine yerleşmiş, onun ağzından konuşan tanrının sesi olarak kabul edilir.
 Mangaıa da, içlerine zaman zaman tanrılar giren rahiplere "tanrı-evleri" ya da kısaca
"tanrılar" denirdi. Bunlar, tanrılar gibi kehanetlerde bulunmadan önce sarhoş edici bir içki içer ve böylece yaratılan vecit halinde söylediği çılgınca sözler tanrının sesi olarak kabul edilirdi.
Bununla birlikte, geçici esinlenme yaratan iki özel tarza göndermede bulunmak yerinde olacaktır, çünkü bunlar belki ötekilerden daha az bilinen ve ilerde başvurma fırsatı bulacağımız şeyler. Bu esinlenme yaratma yollarından biri, kurban edilen şeyin kanını içmektir. Argos'ta, Apollo Diradiotes tapınağında ayda bir kez geceleyin bir kuzu kurban edilirdi; bir iffet kuralına uymak zorunda kalmış bir kadın, kuzunun kanını tadardı, tanrı tarafından böylece esinlenerek kehanetlerde bulunur ya da geleceği haber verirdi.
Güney Hindistan'da bir şeytan-dansçı "kafası kesilmiş keçinin gırtlağım ağzına tutarak kurbanın kanını içer. Sonra, yeni bir hayat kazanmışçasına zilli çomağını sallamaya, hızlı fakat çılgınca kararsız adımlarla dans etmeye başlar. Birden bire esin bastırır. Ve hiç kuşkusuz, o dik dik bakışlar, o kendinden geçmiş sıçramalar da. At gibi horuldar, gözlerini diker, döner. Şeytan, bedenini esir almıştır artık; konuşma ve hareket gücünü elinde tutuyorsa da, her ikisi yine de şeytanın kontrolü altındadır, .kendi bilinçliliği askıdadır .. Şeytan-dansçıya şimdi orada.var olan bir tanrı gibi tapınılır; her seyirci, hastalığı, gereksinmeleri,. orada olmayan akrabalarının sağlığı, arzularının yerine gelmesi  için yapılması gereken adakları, kısaca, üstün insanın bilgisinin olabileceği her şey hakkında ona danışır.
Geçici esin yaratma tarzlarından burada sayacağım bir başkası, kutsal bir ağacın bir dalı ya da yapraklarıyla yapılanıdır. Hindukuş'ta kutsal sedir ağacının ufak dallarıyla bir ateş yakılır; Dainyal ya da kadın .bilici başına bir örtü örterek bedeni titremelere tutulup da duyarsız bir biçimde yere düşünceye kadar ağır, keskin kokuyu ciğerlerine çeker. Az sonra ayağa kalkar ve tiz bir sesle şarkıya başlar, dinleyicleri de ona katılır ve tekrarlar şarkıyı. (Frazer 1890, s. 37)

Rahip ya da bilici kadar kurbanın da çırpınma biçiminde beden hareketleriyle esinlenme belirtileri verişi gözleme değer; eğer hayvan ısrarla hareketsiz kalırsa, onun kurbana uygun olmadığını düşünürler. Yakutlar kötü bir ruha kurban verirlerken, hayvanın böğürmesi, debelenmesi gerekir, bunu, kötü ruhun hayvanın bedenine girdiğinin bir belirtisi olarak kabul ederler.
Apollo bilicisi kadın, kurban edilecek hayvanın başına şarap döküldüğünde her bacağı ayrı ayrı titremezse kehanette bulunamazdı. Fakat sıradan Yunan kurbanları için kurbanın yalnızca başını sallaması yeterdi; böyle yapması için başından aşağı su dökülürdü.


9- RUH KALPTE MİDİR?

Aşkımızı, sevgimizi, hayati bağlılığımızı vurgulamak için “Seni bütün kalbimle seviyorum” gibi ifadeler kullanırız. Peki kalp neden böyle önemli kabul edilmiştir?

Ruhun kana bağlı olduğu inancı

“Kral kanının yere dökülmemesi yaygın bir kuraldır. Bundan dolayı, bir kral ya da onun ailesinden biri öldürülecek olduğunda, kral kanının toprağa dökülmesini önleyecek bir idam tarzı bulunmuştur. 1688 dolaylarında, ordu başkomutanı, Siyam Kralına baş-kaldırmış ve onu "ölüm cezasına çarpılmış krallara ya da aynı kandan gelen prenslere uygulanan tarza" uygun olarak idam etmişti; buna göre, bu tür suçlular büyük bir demir kazana konuyor, odun tokmaklarla vurula vurula parçalanıyordu, çünkü kral kanının bir damlasının bile yere dökülmemesi gerekiyordu, dinlerine göre, kutsal kanı toprakla karıştırıp kirletmek büyük bir günahtı. Siyamlıların kral soyundan bir kişiyi idam etme yollarından bazıları da açlıktan öldürme, boğma, onu kırmızı bir kumaş üzerinde gererek miğdesine hoş kokulu bir odun çubuk saplama ya da sonuncusu, onu iri bir taşla birlikte deriden bir torba içine dikip nehire atma gibi yollardır; bazan suya atılmadan önce idam mahkûmunun boynu sandal ağacından bir sopayla kırılır.

Kubilay Han, kendisine başkaldırmış olan amcası Nayan'ı yenip ele geçirdiğinde, bir halıya sardırıp ölünceye kadar oraya buraya çarptırarak öldürtmüştür, "çünkü kendi imparatorluk soyundan selen bir kişinin kanını yere akıtamaz ya da Tanrının gözleri önünde, Güneşin önünde meydan¬da bırakamazdı”. (Frazer 1890, 1. Cilt, s. 177)
Ruhun kanla bağlantılı olması nedeniyledir ki, ergenlik çağına giren kızlarda ilk kanama çok tehlikeli sayılır. Bu durumdaki kızların güneş ışığına maruz kalmaları veyahut yere basmaları yasaktır. Bu konuda birkaç örnek aşağıdadır.


“Güney Afrika Zuluları ve akraba kabileler arasında, "bir kız yürürken, odun topluyorken ya da tarlada çalışıyorken" ergenliğin ilk belirtileri kendini gösterince "kız nehre doğru koşar ve erkekler tarafından görülmesin diye bütün gün kamışlar arasında gizlenir. Başına güneş gelip de kendini kupkuru bir iskelete döndürmesin diye —güneş ışınlarına maruz kalmanın sonucu mutlaka budur— battaniyesiyle başını dikkatlice örter. Karanlık çöktükten sonra evine döner ve bir kulübede bir süre başkalarından ayrılır."(Frazer, 1890, 2- s.211)


“New Ireland'de kızlar (bir süreliğine ki bu süre kızın sosyal statüsüne göre 2 haftadan beş yıla kadar değişir) küçük kafeslere kapatılır, karanlıkta tutulur ve ayaklarını yere basmalarına izin verilmez. Bu töreyi, gözleriyle görmüş olan birisi şöyle anlatıyor. "Buradaki genç kızlara ilişkin garip bir töreye değgin bir şeyler işittim bir öğretmenden, bunun için de başkandan beni bu kızların bulunduğu eve götürmesini rica ettim. Ev, 8-9 metre uzunluğundaydı, kamış ve bambularla çevrilmişti etrafı, girişin hemen karşısına, kesinlikle 'tabu' olduğunu göstermek için bir demet kuru ot asılmıştı. Evin içinde 2-3 metre yüksekliğinde, tabanı 3-3,5 metre, yerden yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde konik yapılar vardı, yerden tepeye göre giderek sivriliyorlardı. Bu kafesler pandanus-ağacının geniş yapraklarından yapılmıştı, yapraklar birbirine öyle yakın dikilmişti ki, ne ışık ne de birazcık hava girebilirdi içeri. Her birinin bir yanında, Hindistan cevizi ye Pandanus-ağacı yapraklarından örülmüş ikili bir kapıyla kapatılmış bir açıklık vardı. Yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde, tabanı oluşturan bambudan bir yükselti vardı. Bize söylendiğine göre, bu kafeslerin her birine bir genç kadın kapatılmıştı, en azından dört ya da beş yıl orada kalacaklar, evin dışına çıkmalarına bile izin verilmeyecekti. Duyduğumda inanamadım bu öyküye; bütün bunlar gerçek olamayacak kadar korkunçtu. Başkanla konuştum ve ona kafeslerin içini görmek istediğimi söyledim, kızları da görmek, onlara boncuktan bir iki hediye vermek istediğimi ekledim. O bunun 'tabu' olduğunu, kendi akrabalarından başka herhangi bir erkeğin onlara bakmasının yasaklanmış olduğunu söyledi; fakat sanırım söz verilen boncuklar yatıştırıcı bir etki yaptı ki, yaşlı bir kadın görevliyi çağırttı, kapılan ancak o açabilirdi... Başkan emir verince kadın kapıyı açmak zorunda kaldı, o zaman kızlar aralıktan bize baktılar, kendilerine ellerini uzatmaları söylenince ellerini uzattılar ve boncuklan aldılar. Fakat ben, bilerek biraz uzakta durdum ve boncukları şöyle bir uzattım, kafeslerin içini görebileyim diye onları biraz dışarı çekmek istiyordum çünkü. Benim bu isteğim başka bir güçlüğe yol açtı, bu kızların, burada kapalı tutuldukları sürece ayaklarının yere dokunmasına izin verilmiyordu. Fakat boncukları da almak istiyorlardı, bu yüzden yaşlı kadının dışarı çıkıp bir sürü odun ve bambu toplaması gerekti, onları yere serdi ve sonra kızlardan birine giderek onun aşağı inmesine yardım etti, kızın elinden tutarak, uzattığım boncukları alacak yakınlığa gelinceye kadar odunların üzerinde adım adım yürümesine yardım etti. O zaman kızın çıktığı kulübenin içini görmek için yaklaştım, ama başımı içeriye sokamadım, içerisinin havası o denli sıcak ve boğucuydu. Temizdi içerisi, su koyacak birkaç kısa bambudan başka bir şey yoktu. Kızın ancak oturacağı ya da bükülüp uzanacağı büyüklükteydi, kapılar kapatılınca içersi oldukça karanlıklaşıyor olmalıydı. Kızların, her kafesin yakınına konmuş bir kapta ya da ağaçtan yarılmış bir leğende yıkanmaları için ancak günde bir kez dışarı çıkmalarına izin veriliyordu. Çok terlediklerini söylüyorlardı. Bu boğucu kafesler içine çok gençken koyuluyorlar, genç kadın oluncaya kadar orada kalmaları gerekiyordu; o zaman dışarı çıkarılıyorlar, her birine büyük bir evlilik şöleni veriliyordu”.(Frazer 1890, c.2-s.212-213)


“Yeni Gine'nin bazı bölgelerinde "başkanların kızları on üç, on dört yaşına geldiklerinde, iki ya da üç yıl evin içinde tutulur, hiçbir vesi¬leyle evden çıkmalarına izin verilmez, ev ise güneş onların üzerine düşmeyecek biçimde güneşten korunur."14 Borneo’lu Ot Danomlar arasında, kızlar sekiz, dokuz yaşına gelince evin küçük bir odasına ya da hücresine kapatılır ve uzun bir süre bütün dünyayla her türlü ilişkileri kesilir. Evin geri kalan bölümleri gibi bu hücre de kazıklarla yerden yüksekte kurulmuştur, kız hemen tam bir karanlık içinde olsun diye uzak bir köşede açılan bir tek küçük pencereyle aydınlatılır. Kız, hiçbir bahaneyle, hatta en gerekli amaçlar için bile odadan ayrılamaz. Kapatıldığı sürece ailesinden hiç kimse onu göremez, yalnızca, ona hizmet etmek üzere bir tek köle kadın ayrılır. Çoğu kez yedi yıl süren bu kapanış süresince kız hasır örmekle ya da başka el işleriyle uğraşır.” (Frazer 1890, c.2-s.213-214)


Alaskalı Thlinkeet ya da Kolosh Kızılderililerinde, bir kız kadınlık belirtileri gösterince küçük bir kulübeye ya da kafes içine kapatılır, küçük bir hava deliği dışında her yeri kapalıdır bunun. Bu karanlık ve pis yerde, eskiden bir yıl sureyle, ateş yüzü görmeden, hareketsiz, yapayalnız kalmak zorundaydı. Yiyeceği küçük bir pencereye konurdu; suyunu beyaz başlı bir kartalın kanat kemiğinden içmek zorundaydı. Bugün bu süre hiç olmazsa bazı yerlerde altı aya indirilmiştir. Kız, bakışlarıyla gökyüzünü kirletmesin diye, uzun kulakları olan bir tur şapka giymek zorundadır. 18(Frazer 1890, c.2. s.214)


“İngiliz Guyanası'ndan Macusi’ler arasında, bir kız ergenliğin ilk belirtilerini gösterince, bir hamak içinde kulübenin en yüksek noktasına asılır, ilk birkaç gün gündüzleri hamaktan ayrılamaz, fakat geceleyin aşağı inmek, ateş yakmak ve geceyi ateşin yanında geçirmek zorundadır, yoksa boynunda, boğazında vb. yaralar çıkacaktır. Belirtiler devam ettiği sürece sıkı perhiz yapmak zorundadır. Belirtiler geçince aşağı inip, kulübenin en karanlık köşesinde kendisi için yapılmış olan küçük bir bölmedeki yerini alabilir. Sabahleyin kendi yemeğini pişirebilir, fakat bunun ayrı bir ateşte, kendine ayrılmış bir tencerede yapılması gerekir. Yaklaşık on gün içinde büyücü gelir ve kızın üzerinde, dokunduğu değerli şeylerin üzerine okuyup üfleyerek büyüyü bozar. Kullanmış olduğu kaplar ve bardaklar kırılır ve parçalar gömülür, ilk banyosundan sonra kızın, annesi tarafından ince çubuklarla dövülmeye katlanması, bu sırada çığlık atmaması gerekir, ikinci dönemin sonunda tekrar dövülür, ama bundan sonra dövülmez. Artık "temiz"dir, yeniden halkın arasına katılabilir.(Frazer 1890, c.2, s.216)


• Plinius’un, Doğa Tarihi adlı eserinde: Adetli bir kadına dokunmak, şarabı sirkeye döndürür, ürünleri yakar, fideleri öldürür, bahçeleri kurutur, arıları öldürür, ya da en azından kovanlarından dışarı sürer, vb. (yazılıdır.)
• Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde, bir kadın, âdet dönemlerinde bira yapım yerine girerse, biranın ekşiyeceğine hâlâ (19. asırda) inanılmaktadır.


10-KUTSAL-KRAL NEDEN ÖLDÜRÜLÜR?

İlkel halklar kendi güvenliklerinin hatta dünyanın güvenliğinin bedeninde tanrıyı (canlılık enerjisi olan ruhu) taşıyanlardan birinin yaşamına bağlı olduğuna inanır. Bu yüzden de doğallıkla onun yaşamının  korunmasına kendilerininki hatırına en büyük özeni gösterirler.  Ama ne kadar özen ve dikkat gösterirlerse göstersinler, bu tanrı insanın yaşlanmasını, zayıflamasını ve en sonunda ölmesini önleyemezler.
Ona tapınanlar hesaplarını bu üzücü zorunluluğa dayamak  ve bunu en iyi biçimde karşılamak zorundadır. Tehlike korkunçtur; çünkü eğer doğanın gidişi insan-tanrının yaşamı  na bağlıysa, onun  güçlerinin yavaş yavaş zayıflamasından ve en sonunda ölümle ortadan  kalkmasından ne felaketler beklenmez ki? Bu tehlikelerden kurtulmanın bir tek yolu vardır. Tanrı kralın, güçlerinin zayıflamaya başladığı belirtilerini gösterir göstermez öldürülmesi ve ruhunun tehdit edici çürümeyle ciddi bir 'biçimde bozulmadan önce. güçlü kuvvetli bir ardılma aktarılması gerekir. İnsan-tanrıyı yaşlılıktan ve hastalıktan ölmeye bırakmaktansa öldürmenin yararları yabanıla göre çok açıktır. Çünkü eğer insan-tanrı bizim doğal ölüm dediğimiz biçimde ölürse, -yabanıla göre bu, onun ruhunun ya isteyerek bedeninden ayrıldığı ve geri dönmeyi kabul etmediği anlamına ya da daha yaygın olarak bir şeytan veya büyücü tarafından bedeninden çalındığı veya başıboş dolaşmaları sırasında alıkonduğu anlamına gelir.  Bu durumlardan hangisinde olursa olsun insan-tanrının ruhu ona tapınanlar için kaybolmuş demektir; bununla birlikte refahları da gitmiş, varlıkları' tehlikeye girmiştir artık. Ölmekte olan tanrının ruhunu, dudaklarından ya da burun deliklerinden ayrıldığı sırada yakalayıp bir ardılına aktarabilseler bile işlerine yaramayacaktır bu; çünkü hastalıktan ölmekte olan ruh tanrının bedenini zayıflığın ve tükenmenin son aşamasında terk edecektir, böyle olunca da aktarılabileceği bedende aynı 'zayıf varlığı sürdürecektir. Oysa ona tapınanlar onu öldürmekle, önce, ruhunu  kaçarken yakalamayı ve uygun bir ardıla aktarmayı garanti altına alabil mekte; ikinci olarak da; doğal gücü azalmadan önce onu öldürmekle, insan-tanrının bozulmasıyla dünyanın da bu bozulmaya sürüklenmemesini güven altına almaktadırlar. Dolayısıyla, insan, tanrıyı böylece öldürmek ve ruhunu, henüz gücü kuvveti yerindeyken, güçlü bir ardılına aktarmakla amaca ulaşılmakta ve bütün tehlikelerden  sakınılmış olmaktadır.

Tanrılardan, mevsimi gelince yağmuru yağdırması, güne­şi açtırması, ürünü olgunlaştırması... vb. beklenirdi. Bu beklenti bize ne denli yabancı gelirse gelsin ilk düşünce biçimlerinin ayrıl­maz bir parçasıydı. Bir yabanıl, daha ilerlemiş halkların doğa ile doğaüstü arasına genellikle çizdiği çizgiyi kavrayamaz pek. Ona göre, dünya çoğunlukla doğaüstü güçlerce, yani tepilere ve nedenle­re kendi malıymış gibi hükmedebilen; kendisi gibi, acımalarına, kor­kularına ve umutlarına başvurulardan etkilenebilen kişisel varlıklarca yönetilir. Böyle kavranılan bir dünyada doğanın gidişini kendi yararına etkileme gücüne sınır tanımaz o. Dualar, söz vermeler ya da korkutmalar, kendisine tanrılardan iyi hava ve bol ürün sağlaya­bilir; ve kimi zaman inandığı gibi, bir tanrı kendi kişiliğinde bedenleşecek olursa, o zaman daha yüksek bir güce başvuru gereksinimi duymaz; o, yani yabanıl, kendi mutluluğunu, yakınlarının mutlulu­ğunu daha da ileri götürmek için gerekli bütün güçlere sahiptir. (Frazer 1890, 1, s. 10)

Örneğin Fiji'de "kendini kurban etme hiç de ender bir şey değildir ve bu yaşamı terk ederlerken sonsuza kadar hep böyle kalacaklarına inanırlar. Bu da, yaşlılığın zayıflığın­dan ya da kötürüm bit duruma düşmekten gönüllü bir ölümle kaç­mak için güçlü bir neden oluşturur.
Vate'de (Yeni Hebridler), yaşlılar ken­di istekleriyle canlı canlı gömülürlerdi. Yaşlanmış bir aile reisi canlı olarak gömülmemişse, aile için bir yüz karası olarak kabul edilirdi bu.
Habeşistan'da bir Yahudi kabilesi olan Kamantlann "kişiyi hiç­bir zaman doğal ölümle ölmeye bırakmadıkları, yakınlarından biri ölmeye yakın bir yaşa gelmişse boğazını kesmesi için köyün rahibi­nin çağrıldığı, eğer bu iş yapılmamışsa, giden ruhun kutsanmış kişi­lerin sarayına giremeyeceğine inandıktan" bildiriliyor. (Frazer 1890, 1., s 215)

Kongo halkı, papaları Chitome doğal bir ölümle ölecek olursa dünyanın yok olacağına, sadece onun gücü ve ustalığıyla ayakta tuttuğu yeryüzünün ortadan kalkacağına inanırdı. Bunun için de, papa hastalanıp ölmeye yüz tutunca onun ardılı olacak olan insan elinde bir ip ve bir sopayla papanın evine girerek onu boğar ya da ölünceye kadar sopayla döverdi.
Orta Afrika'da Unyoro Krallığında töre hala kral ciddi biçimde hastalanırsa ya da yaşlılıktan dolayı zayıflarsa kendi karılan tarafından öldürülmesini gerektiriyor; çünkü  eski bir kehanete göre kralın doğal bir ölümle ölmesi halinde taht hanedanın elinden gitmiş olacaktır.
Yukarı Kongo' da Kibanga kralı yaşlandığında büyücüler boynuna bir ip geçirirler  ve ölünceye kadar ipi sıkarlardı.
Eski Prusyalılar, tanrılar adına kendilerini yöneten bir yöneticiyi yüce efendileri olarak kabul ederlerdi ve bu kişi Tanrı'nın Sözcüsü (Kirwaido] olarak bilinirdi. Kendini zayıf ve hasta hissettiğinde, arkasında iyi bir ad bırakmak istiyorsa, dikenli çalı-çırpıdan büyük bir yığın yaptırır, üzerine çıkar ve halka uzun bir söylev çekerdi, tanrılara yararlı işler yapmalarını öğütler, tanrılara gideceğine ve halk adına onlarla konuşacağına söz verirdi. Sonra kutsal meşe ağacının önünde yanmakta olan sonsuz ateşten bir parça alır ve çalı yığınını tutuşturarak ateşte kendini yakar." (Frazer 1890, 1, s 219)

Rahiplerin, kralın öldürülmesine yetki veren kehaneti, bedeninde herhangi bir kusur olan kralın, yönetiminden büyük felaketlerin doğacağı inancından gelir; tıpkı "topal bir saltanata" yani topal bir kralın saltanatına karşı Spartalıları uyaran kehanet gibi.
Bugün bile Wadai Sultanının gözle görünür bedensel bir kusuru olmaması gerekir; bir Angoy kralı; kırık ya da doldurulmuş bir diş ya da eski bir yara izi gibi bir tek kusuru varsa tahta çıkamaz.
Daha sonraları, Etiyopya Kralımın bedeninin herhangi bir yerinde bir sakatlarıma olursa, sarayındaki herkesin de aynı şekilde sakatlandığı kaydediliyor. Örneğin bir dişini kaybettiği için kralı ölüme zorlamak yerine, bütün adamları bir dişlerini kaybetmek zorunda kalıyor, böylece adamlarının krala karşı herhangi bir haksız üstünlüğü ortadan kaldırılmış oluyordu. Böyle bir kural aynı bölgede Darfur Sultanlarının sarayında hala uygulanmaktadır. Sultan öksürdüğünde, herkes dilini damağına vurarak ts ts sesi çıkarır; hapşırdığında, bütün cemaat ağlayışa benzer bir ses çıkarır; altan düşse, peşindeki herkesin de onun gibi altan düşmesi gerekir; bir tanesi eyer üzerinde kalırsa, rütbesi ne olursa olsun yere yatırılır ve dövülür.

Kutsal-kralların öldürülme törelerinde değişiklikler oluşturulması

Yukarda anlatılan durumlarda halk, kutsal kral ya da rahibi, sağlığının bozulduğuna ya da yaşının ilerlediğine değgin herhangi bir görünür 'belirti kendilerini uyarıncaya kadar görevde bırakır, bundan sonra artık kutsal görevlerini yerine getirmeye uygun değildir; fakat bu tür belirtiler görününceye kadar öldürülmez. Bununla birlikte bazı halklar en küçük bir belirtinin ortaya çıkmasını beklemenin güvensiz olduğunu düşünüp, kralı henüz yaşamının en canlı dönemindeyken öldürmeyi yeğlemektedir. Buna göre de, artık halkını yönetemeyeceği bir süre saptamakta, bu dönemin bitiminde onu öldürmektedir; bu dönem, arada fiziksel bakımdan çöküş olasılığını ortadan kaldıracak kadar kısa olmaktadır. Güney Hindistan'ın bazı bölgelerinde bu süre on iki yıldı. Örneğin, eski bir gezgine göre Quilacare eyaletinde "Bir Pagan Dua Evi vardır, burada çok önem verdikleri bir put vardır, her on iki yılda bir onun onuruna büyük bir şölen verirler, bütün Paganlar bir bayrama katılır gibi katılır bu şölene. Bu tapınağın birçok toprağı ve bir hayli geliri vardır; büyük bir iştir bu. Bu eyaletin bir kralı vardır; jübileden jübileye on iki yıl hüküm sürer. Yaşam tarzı şöyledir: on iki yıl tamamlandığında, şölen günü sayısız insan toplanır oraya, Brahmanlara yiyecek vermek için bol para harcanır. Kral ağaçtan bir iskele yaptırır, üzerine ipek kumaşlar yayar; o gün büyük törenler ve müzik eşliğinde bir gölde yıkanmaya gider, bundan sonra putun yanına gider ve ona yalvarır, iskelenin üzerine çıkar, orada bütün halkın önünde çok keskin bıçaklar alır eline ve önce burnunu, sonra kulaklarını, dudaklarını ve bütün organlarını kesmeye başlar, yapabildiğince fazla et kesmeye çalışır vücudundan; ve bunları aceleyle etrafa saçar,  o kadar kan akar ki vücudundan, bayılmaya yüz tutar, en sonunda da gırtlağını .keser. Bu kurban töreni puta adanmıştır; on iki yıl hüküm sürmek ve put aşkına böyle kurban olmak isteyen kişi orada bulunmak ve bunları seyretmek zorundadır; bulunduğu yerden onu alıp kral olarak iskeleye çıkarırlar.

Calicut'ta, on iki yıl sonunda kralı öldürme eski kuralı, herhangi bir kimseye, on iki yılın sonunda krala saldırma ve eğer öldürürse onun yerine geçme izni haline dönüşmüştü; bu sırada kral etrafının muhafızlarınca çevrili olmasına dikkat ettiği için, verilen bu izin bir şekil değişikliğinden öte bir şey değildi. O eski katı kuralı değiştirmenin bir başka yolu biraz önce anlattığımız Babil töresinde görülüyor. Kralın öldürülme zamanı yaklaştığında (Babil' de bunun bir tek yıllık saltanatın sonunda olduğu görülüyor) birkaç günlüğüne krallıktan çekilmekte, bu süre içinde geçici bir kral hüküm sürmekte ve onun yazgısını üzerine almaktaydı. Önceleri bu geçici kral suçsuz biri, olasılıkla kralın kendi ailesinin bir üyesi olabiliyordu; fakat uygarlığın gelişmesiyle birlikte, suçsuz bir insanın kurban edilmesi kamusal duygulara korkunç gelmiş ve bunun için de onun yerine kısa ve ölümlü bir saltanat sürecek olan ölüme yargılı bir suçlu getirilmiş olabilir. Daha sonra, ölecek bir kralı temsil eden suçlu için daha başka örnekle, bulacağız.  çünkü unutmamamız gerekir ki, kral, bir tanrı kimliğinde öldürülmektedir, onun ölümü ve yeniden dirilmesi, kutsal yaşamı bozulmamış olarak sürdürmenin tek yolu olarak, halkının ve dünyanın kurtuluşu için zorunlu kabul edilmektedir.

Bazı yerlerde bu eski törenin bu değişik şekli daha da yumuşatılmıştır. Kral yılda bir kez kısa bir süreyle yine çekilmekte ve yeri az çok saymaca bir kral tarafından doldurulmaktadır; fakat bu kısa saltanatın bitiminde ikinci kral artık öldürülmemekte, ama bazan gerçekten öldürüldüğü zamanın bir anısı olarak sahte bir öldürme eylemi hala yaşamaktadır. Örneklere bakalım. Kamboçya Kralı, her yıl Meac (Şubat) ayında üç günlüğüne çekiliyordu. Bu süre içinde hiçbir yetkisini kullanamıyor, mühüre dokunamıyor, zamanı gelmiş gelirlerini bile alamıyordu. Onun, yerine Sdach Meac yani Şubat Kralı adlı geçici bir kral yönetiyordu. Geçici krallık görevi, krallık sarayı ile uzaktan ilişkili bir aileye kalıt olarak geçiyordu, oğullar babaların, kardeşler ağabeylerin yerini alıyordu, tıpkı ger çek hükümdarlığın geçişinde olduğu gibi. Yıldız falcılarının saptadığı uygun bir günde geçici kral yüksek görevlilerce bir zafer alayıyla göreve götürülüyordu: Kralın filleri üzerinde, kralın tahtırevanında. (Frazer 1890, 1. S. 223)

Siam'da, altıncı ayın altıncı ay gününde (Nisanın sonu), üç gün süreyle krallığın ayrıcalıklarından yararlanan geçici bir kral atanır, gerçek kralsa sarayında kapalı tutulur. Bu geçici kral çok sayıda bendesini, pazarda ve açık dükkanlarda ne bulurlarsa toplayıp gaspetrnek üzere dört bir yana gönderir; bu üç gün içinde limana gelen gemiler ve yelkenliler bile onun adına gaspedilir ve daha sonra parası ödenerek geri alınması gerekir bu malların. Kral kentin ortasında bir alana gider, süslenmiş öküzlerin çektiği, yaldızlı bir saban getirilir oraya. Saban yağlandıktan, öküzler güzel kokularla ovulduktan sonra yalancı kral sabanla dokuz karık açar, yaşlı saray hanımları peşinden yürüyerek mevsimin ilk tohumlarını saçar toprağa. Dokuz karık açılır açılmaz, seyirci kalabalığı karıklara koşar ve henüz ekilmiş olan tohumları kapışır, bunları pirinç tohumuyla karıştırınca bol ürün alacağına inanır.
Daha sonra öküzler çözülür, önlerine· pirinç, mısır, susam, sago, muz, şeker kamışı, kavun, karpuz vb. yiyecekler konur; hangisini önce yerlerse, gelecek yıl o ürünün değerli olacağına inanılır. Bu süre içinde geçici kral sağ ayağını sol dizi üzerine koymuş, bir ağaca yaslanarak ayakta durur. Böyle bir ayağı üzerinde dinelerek durmasından dolayı halk arasında Seksek-Kral diye bilinir· fakat onun resmi unvanı Phaya Phollathep, "Meleklerin Efendisi"dir. Bir tür Tarım Bakanıdır o; tarla, tohum üzerine bütün anlaşmazlıklar ona gönderilir.
Bundan başka onun kralı canlandırdığı bir tören daha vardır. İkinci ayda (soğuk mevsime rastlar bu) olur ve üç gün sürer. Alay halinde Brahman Tapınağının tam karşısında bir boş alana götürülür, burada Mayıs-direkleri gibi süslenmiş, üzerinde Brahmanların sallandığı birtakım direkler vardır. Onlar sallanır ve dans ederken "Meleklerin Efendisi"nin, tuğladan yapılmış, üzeri sıvalı, beyaz bir kumaşla kaplanmış ve bir halı asılmış bir yükseltinin üzerinde tek ayağı üstünde durması gerekir. Yaldızlı bir sayvanı olan ağaçtan bir çerçeveye dayanır, her iki yanında birer Brahman durur. Dans eden Brahmanlar bufalo boynuzları taşırlar, bunlarla büyük bir bakır kazandan su alırlar ve halkın üzerine serperler; bunun, halkın barış ve sükun içinde, şen ve esen yaşamasını sağlayarak şans getirdiğine inanılır. Meleklerin Efendisi'nin tek ayak üzerinde durmak zorunda olduğu süre yaklaşık üç saattir. Bunun "Devatta'ların ve ruhların düzenini sağladığına" inanılır. Ayağını yere değdirirse, "bütün malını mülkünü kaybedecek ve ailesi kralın kölesi olacaktır; çünkü bunun devletin yıkımını ve tahtın dayanıksızlığını önceden bildiren bir fal olduğuna inanılır. Fakat sapasağlam öylece durursa, kötü ruhlar üzerinde bir zafer kazanmış olduğuna ve bundan başka yalandan da olsa, bu üç gün içinde limana girebilecek olan üç gemiyi ele geçirip içindekileri alma, kasabada açık bir dükkan bulup canının istediğini alıp götürme ayrıcalığına sahip olacağına inanılır. (Frazer 1890, 1. S. 224)

Yukarı Mısır'da Coptic hesabına göre güneş yılının ilk gününde, yanı 10 Eylülde, Nil nehri genellikle en yüksek düzeye ulaştığında normal yönetim üç günlüğüne askıya alınır ve her kasaba kendi yöneticisini seçer. Bu geçici yönetici bir tür yüksek soytarı şapkası giyer, uzun sarı bir sakal takar ve garip bir mantoya sarınır. Elinde bir görev değneği, yazıcı, cellat vb. kılıklarına bürünmüş adamlarla birlikte Yöneticinin sarayına doğru ilerler. Yönetici görevden vazgeçer; yalancı kral ise tahta oturarak, asıl yöneticinin ve memurlarının  bile uyması gereken kararlar almak için yetkilileri toplar. Üç  günün sonunda yalancı kral ölüme mahkum edilir; içine sarıldığı örtü ya da kabuk ateşe tutulur, küllerinden Fellah çıkar sürünerek. (Frazer 1890, 1. S. 226)

Bilspur'da, bir Rajanın ölümünden sonra bir Brahmanın ölü Rajanın elinden pirinç yemesi ve tahtı bir yıllığına işgal etmesi bir töre gibi görünüyor. Yılın sonunda Brahmana hediyeler verilir ve ülke topraklarının dışına çıkarılır, bir daha oraya dönmesi kesinlikle yasaklanır. Anlatılmak istenen şu: Rajanın ruhu, öldüğünde, elinden khir (pirinç ve süt) yiyen Brahmanın bedenine .girer, bunun için de Brahmanın bütün yıl süresince dikkatle gözleniyor, uzaklaşmasına izin verilmiyor. (Frazer 1890, 1. S. 227)

Kamboçya ve Siam örnekleri, bunlara geçici olarak devredilen şeyin özellikle  kralın kutsal ya da doğaüstü işlevleri olduğu gerçeğini açıkça ortaya koyuyor. Bu, Siam'ın geçici kralının bir ayağını havada tutarak kötü ruhlar üzerinde bir zafer kazanacağı, aşağı indirirse devletin varlığını tehlikeye atacağı inancından ortaya çıkıyor. Yine, Kamboçyalıların "pirinç dağı'nı ayakları altında çiğneme töreni, ya da Siamlıların toprakta karık açma ve tohum ekme töreni, bol ürün almak için yapılan büyülerdir, bu da çiğnenmiş pirincin ya da toprağa ekilmiş tohumun birazını evine getirenlerin bu yolla iyi bir ürünü sağlama alacağı inancından ortaya çıkıyor. Ama geçici krallara verilen, ürünleri büyütme görevi, ilkel toplumda normal olarak kralların yerine getirmesi gereken doğaüstü işlevlerden biridir.
Yalancı kralın pirinç tarlasında yüksekçe bir yerde bir ayağı üzerinde durması kuralı belki de ürünün boyatmasını sağlayacak bir büyü anlamına geliyordu başlangıçta; en azından, eski Prusyalıların yaptığı buna benzer bir törenin amacı buydu. Bir yükselti üzerinde tek ayağı üzerinde duran, kucağı çöreklerle dolu, sağ elinde bir bardak brendi ve bir parça karaağaç kabuğu ya da ıhlamur kabuğu tutan köyün en uzun boylu kızı, tanrı Waizganthos' a keten fidanının kendi durduğu yere kadar uzaması için dua ederdi. Daha sonra elindeki bardağı boşaltıp yeniden doldurtur, brendiyi Waizganthos' a bir sunu olarak yere döker, çörekleriyse tanrıya eşlik eden cinlere, perilere atardı. Bütün tören boyunca tek ayağı üzerinde durabilirse, keten ürününün iyi olacağının işareti olurdu bu' ama ayağım yere 'basarsa, ürünün zayıf olabileceğinden korkulurdu. (Frazer 1890, 1. S. 228)


11-DOĞUM-ÖLÜMLÜ HAYAT DÖNGÜSÜ ESKİ KÜLTÜRLERDE NASIL AÇIKLANMIŞTIR?


Doğadaki doğum-ölümlü hayat döngüsünü açıklamaya yönelik eski toplumlardaki bazı gelenekleri görelim.

Eski insanların neleri nasıl yorumladıkları en kesin şekilde yazılı belgelerden anlaşılmaktadır. En eski yazılı belgeler arasında, önce Sümerlerin çivi-yazısı kil tabletleri, sonra Mısırlıların hiyeroglif yazıtları, üçüncü olarak da eski yunanca yazılar gelmektedir. Bunlardan ilk ikisi biraz dağınık sayfalardan oluştuğundan, sonuncu olan yunan mitolojik bilgilerinden yararlanmak daha kolay olmaktadır.   Bir-kaç bin yıl öncesine gidelim ve 2-3 bin yıl öncelerinde toplumların doğa ve dünyamız hakkındaki görüşlerine bakalım.

Yunan kültüründeki DEMETER-PERSEPHONE figürleri:

Yunan mitolojisinde tarımın, bereketin, mevsimlerin tanrıçası Demeter’dir. Tanrılar tanrısı Zeus ile evliliğinden Persephone (Romalılarda Proserpina) adlı  kızı doğmuştur. Bir gün Persephone arkadaşları ile tarlada çiçek toplarken çayır birden ikiye yarılır ve yeraltı tanrısı Hades, yeryüzüne çıkar. Aşık olduğu Persephone'u yeraltına kaçırır.
Demeter kızını aramak için yollara düşer ancak onu hiçbir yerde bulamaz. Üzüntüsü öyle büyük olur ki hayata küser, Olympos’tan kaçar, yüreği sızlayarak ıs­sız bir yere çekilir. Onun küsmesiyle topra­ğın bereketi kalmaz, insanlar kıtlık tehlike­sine uğrarlar.
 Sonunda her şeyi gö­ren ve bilen güneş tanrısı Helios ona kızının yer altına kaçırıldığını söyler.
Zeus Demeter’e yalvarır, ama Demeter yalvarmalara kulak vermez. Bütün yalvarmalarının boşa gittiğini gören Zeus, en sonunda Persephone’nin yılın üç­te ikisini yani çiçek açma ve meyve zamanı­nı, anası Demeter’in, geri kalan üçte birini, yani kışı da kocası Hades’in yanında geçir­mesini kararlaştırır. Böylelikle toprağa ye­niden bereket gelir. Persephone her yeryüzüne çıktığında, Demeter yeryüzüne baharı getirir.

Anadolu kültüründe bitkiler alemindeki bereketliliği yönlendirip-etkileyen ilahi figürler Attis ve Kybeledir.

Mitolojik bilgi şöyledir:
Attis Kybele'nin sevgilisidir. Ancak Kybele'ye verdiği sözü unutarak Pessinus Kralı'nın kızını sever. Onunla evlendikleri gece düğüne Tanrıça Kybele de davet edilir. Düğünde Attis Kybele ile karşı karşıya kaldığında ne yapacağını bilemez. Kybele'ye olan sözünü unuttuğu için duyduğu pişmanlıktan ötürü cinsel organını orada keser ve kanlar içinde kıvranmaya başlar. Sevgilisinin böyle acı içinde kıvranmasına dayanamayan Kybele Attis'i bir çam ağacına dönüştürerek ona sonsuzluğu bağışlar. Çam ağacının her mevsim yeşil kalmasının sebebi budur.
Mitolojilerdeki amaç, ürünlerin (bitkiler, ağaçlar, vs.) neden yıllık doğum-ölüm döngülerine uğradığını açıklamaktır.
Attis, çam ağacı gibi sürekli yeşil (canlı) kalan bir bitki (ilahi) ruhu olarak kabul edilince, diğer mevsimlik ömürlü bitkiler alemini de etkileyici olarak kabul görür.
Attis'in, genel olarak ağaç-ruhları gibi, ürünün büyümesi üzerinde etkili olduğu, hatta ürünle özdeşleştirildiği anlaşılıyor. Onun belgeçlerinden (epithet) biri "çok bereketli" idi; ona "ürünün biçilmiş yeşil (ya da sarı) başağı" diye seslenilirdi; çektiği acıların, ölümünün ve yeniden dirilişinin öyküsü, orakçının yaraladığı, ambara gömdüğü ve toprağa ekilirce yeniden yaşama kavuşan olgun dane olarak yorumlanırdı.

Yakın-Doğu kültüründeki  ADON- AFRODİT geleneği

Suriye kralının kızı Myrrha, Afrodit'e yeterli derecede tapınmadığı için Afrodit tarafından cezalandırılır ve kıza asla baş edemeyeceği bir baba arzusu verir. Dadısının yardımıyla babası ile 7 gün 7 gece beraber olur. Babası son gece birlikte olduğu kişinin kızı olduğunun farkına varır ve onu öldürmek ister. Tanrılar kıza acıyarak onu mersin ağacına dönüştürürler. Ağacın gövdesinden 9 ay sonra ölümlülerin en güzeli olan Adonis dünyaya gelir.
Afrodit görür görmez ona aşık olur ve onu saklaması için Persephone'ye verir. Persephone de delikanlıya vurulmuştur ve onu geri vermek istemez. İki tanrıça arasında kavga çıkar. Zeus araya girer ve Adonis'in 6 ay Afrodit'in, 6 ay Persephone'nin yanında kalmasına karar verir. Adonis yeraltına indiğinde yaz biter, kış başlar; yeryüzüne çıktığında toprakların bereketi tekrar gelir ve ilkbahar olur.

Görüldüğü üzere, eski insanlar doğadaki yaşam döngüsünün motoru olarak kabul ettikleri canlılık faktörünü, RUHu taşıdıklarına ve aktardıklarına inandıkları insan (veyahut bir başka varlık) figürlerine atfetmişlerdir. Doğurganlık  bir “Tanrıça figürü”, tanrıçayla birleşecek bir erkek (tanrı) ve onların ürünleri olarak hayatı devam ettirecek “yavru tanrıça ve tanrılar” tasarlanmıştır.
Tanrıça, evrenin yaratıcısı ve doğurma gücüne sahip yaşam veren imge olarak kutsaldır ve ancak ilkbaharla birlikte canlanan doğanın simgeciliğiyle açıklanabilecek biçimde tanrıyla birleşmesi ve verimlilik sürecini başlatması gerekmektedir.
İlkbaharın gelişiyle başlayan doğadaki canlanış tanrının genç kral olarak yeryüzüne çıkışı anlamını taşımaktadır.
Yaza doğru gidildikçe genç kral tanrıçayla eşit bir konuma yükselerek onunla simgesel anlamda evlenmektedir. Bu birleşme, doğurma ve yaşamın sürekliliğini sağlayan kutsal bir etkinliktir "hieros gamos"  ve büyük olasılıkla temsili bir birleşme töreniyle kişileştirilmektedir.

Eski insanlar, duygusal veya simgesel büyü etkisine inanmaktadırlar. Doğadaki canlılık ruhunu taşıdıklarına inandıkları tanrı ve tanrıçaları taklit ederek, hayat döngüsünün sürdürülmesinde etkili olacaklarını ve bu sayede yaşamları için gerekli olan ürünlere kavuşacaklarına inanmaktadırlar.

"Hieros gamos" (kutsal evlilik) adını alan törenler böyle bir amaç için yapılmışlardır. Tanrıçayı temsil edecek bir kutsal rahibe ve yaz bitiminde kurban edilecek, topluluktan bir erkek tarafından gerçekleştirilir.
Doğumu ve yaşamı tekrar doğaya getiren kutsal evlenme, sonbaharda, yeniden yaşam vermek üzere kurban edilmek ve yeraltına çekilmek zorundadır.
Söylencesel söylemde geçen ölüm ve yeraltına iniş sahneleri (Adon- Afrodit, Suriye = Tammuz–Astarte, Babilon = Attis – Kybele, Frigya = Osisris- isis- Horus, Mısır = Dionysos- Demeter-Proserpina, Yunan) birçok kültürde vardır.
Yeraltına çekilen ve ölen tanrı, kimi anlatımda tanrıçanın onu, yeraltından kurtarışıyla yeniden dirilir veya tanrıçanın rahminden tekrar doğar.
Bu eski inançlar insanların hafızalarında geniş yer tutmuş ve zamanla değişen bilgi düzeyinden etkilenerek, biraz şekillere dönüştürülmüştür. Temel amaç, ürünlerin bereketli olmasını sağlamaktır. Eski kültürlerde, arzulanan bir olayın, onun taklidi yoluyla oluşturulabileceği inancı egemendir. Bu inanç gereği, kutsal ilahi figürleri taklit eden davranışlarda bulunularak, verimlilik artırılabilinir.

Öldürülen kişi, tahıl-ruhunun temsilcisi olarak öldürülmektedir; amaç ise ürünlerin bol olmasıdır. Hem Frigya'da hem de Avrupa'da tahıl-ruhunun temsilcisinin hasatın yapıldığı tarlada her yıl öldürülmesi simgesel büyü özelliğindedir.
Hasatta yapılan tahıl-ruhu tasvirinin çoğu kez gelecek yılın hasatında yeni bir tasvirle değiştirilinceye kadar saklandığını görmüştük. Tasviri bu biçimde bir yıl saklayıp ertesi yıl yenisiyle değiştirmenin amacı hiç kuşkusuz bitki-ruhunu taze ve canlı tutmaktı.
Yaşlı Kadın denilen son demet, ertesi yıl iyi ürün alınsın diye bilerek büyük yapılır. Yani son demeti genellikle büyük ve ağır yapma töresi, ertesi yıl bol ve dolgun ürün almayı sağlamak için, duygusal büyü oluyla çalışan bir büyüdür.
Yaşlı Kadın olarak belirlenen son demet çoğu kez büyüklüğü ve ağırlığıyla öteki demetlerden ayırt edilir. Örneğin Batı Prusya'nın bazı köylerinde Yaşlı Kadın normal bir demetin iki katı uzunluğunda ve kalınlığında yapılır, ortasına da bir taş bağlanır. Bazan o kadar ağır yapılır ki, bir adam zor kaldırır. Bazan Yaşlı Kadın yapmak için sekiz dokuz demet bir araya bağlanır, onu kaldıran erkek ağırlığından yakınır.

Maddi ve ölümlü bir bedende cisimleşmiş olan canlılık öğesi ruh, konuk edildiği ortam çürümeye başlayınca, yani cisimleştiği beden yaşlandıkça korunması ve sağlıklı şekilde doğada kalması isteniyorsa, daha güçlü bir ardıla aktarılmak üzere- çökme belirtileri göstermeden önce ya da en azından gösterir göstermez ondan ayrılmalıdır. Bu, tanrının yaşlı temsilcisini öldürmek ve kutsal ruhu ondan yeni bir bedene taşımakla yapılır. Tanrının yani onun insan temsilcisinin öldürülmesi, bu yüzden, daha iyi bir biçim içinde canlanması· ya da dirilmesi için atılması gerekli bir adımdan başka bir şey değildir. Bu hem kutsal kralların ve rahiplerin öldürülmesi töresi için, hem de ağaç ruhunun ya da bitkilerin ruhunun  korunması için geçerlidir. Çünkü kışın bitkisel yaşamın zayıflaması ilkel insan tarafından bitki ruhunu taşıyan gövdenin zayıflaması olarak yorumlanmaktadır; Ruh taşıyan gövde yaşlanınca öldürülmesi ve genç - taze bir gövdeye aktarılması gerekir. Yani ağaç-ruhun temsilcisinin baharda öldürülmesine, bitkilerin büyümesini artırmanın ve hızlandırmanın bir yolu olarak bakılmaktadır. Çünkü ağaç-ruhun taşıyıcısının öldürülmesi onun daha genç ve daha güçlü bir biçimde canlanması, yaşama yeniden dönmesiyle birliktedir.

Bir örnek verelim:
Bohemya'rnn Pilsen bölgesinde Whit-Monday günü Krala, çiçekler ve kurdelelerle süslenmiş ağaç kabuğundan giysiler giydirilir; yaldızlı kağıttan bir taç giyer, yine çiçeklerle süslenmiş bir ata biner. Bir yargıç, bir cellat ve başka iki karakter eşliğinde, arkalarında hepsi de atlı bir dizi asker, köy meydanına gider, orada Mayıs-ağaçlarının altına bir kulübe ya da yeşil dallardan bir çardak kurulmuştur. Mayıs-ağaçları taze kesilmiş, ucuna kadar soyulmuş ve çiçeklerle, kurdelelerle süslenmiş köknardır. Köyün kadın ve kızları eleştirildikten ve yukarda anlatıldığı şekilde bir kurbağanın başı kesildikten sonra atlı alay, daha önceden saptanmış dümdüz, uzun bir sokağa gider. Orada iki safa ayrılırlar ve Kral kaçar. Kısa bir ara verilir ona, bütün hızıyla koşturur, arkasından da bütün grup. Eğer onu yakalayamazlarsa bir yıl daha Kral olarak kalır, arkadaşları akşam ıneyhanede onun içki parasını ödemek zorundadır. Ama eğer ona yetişir de yakalarlarsa fındık çubuğuyla kamçılanır ya da tahtadan kılıçlarla dövülür ve attan indirilir. Sonra cellat sorar, "Şu Kralın kafasını keseyim mi?" Yanıt verilir, "Kes", cellat baltasını sallar, ve "Bir, iki, üç, Kralın kafası uç!" sözleriyle birlikte Kralın başındaki tacı uçurur. Oradakilerin şamatası ortasında Kral yere düşer; sonra bir teskereye yatırılır ve en yakın çiftliğe götürülür.  (Taklit olarak öldürülen bu kişilerde, kendini baharda gösterdiği varsayıldığı için, ağaç-ruhunu ya da bitki ruhunu tanımamak olanaksızdır.)

Okur, köylülerimizin uyguladığı hasat törelerinin ilk anlamı konusunda hala herhangi bir kuşku duyuyorsa, bu kuşkular, Borneo'lu Dyakların hasat töreleriyle yapılacak bir karşılaştırmayla giderilebilir. Kuzey Borneo'lu Dyakların hasat zamanında özel bir şenlikleri vardır; bu şenliğin amacı, "pirincin ruhunu korumak, sağlamlaştırmaktır, eğer böyle yapılmazsa, tarlaların ürünü hızla çürüyecek ve bozulacaktır." Pirincin ruhunu koruma ve sağlamlaştırma yolu değişik kabilelerde farklı biçimlerdedir. Bazan rahip, onu bir-kaç pirinç danesi şeklinde yakalar ve beyaz bir bezin içine kor. Bazan köyün dışında büyük bir sundurma kurulur, onun yanma yüksek ve geniş bir sunak yerleştirilir. Sunağın köşe direkleri, tepeleri yapraklı uzun bambulardandır, bunlardan birinden beyaz kumaştan uzun, dar bir bayrak sarkar. Burada parlak, canlı renklerden giysiler giyinmiş kadın ve erkekler yavaş ve ciddi adımlarla dans ederler. Birden yaşlılar ve rahipler beyaz bayrağa doğru koşup ucundan yakalarlar ve çılgınca bir müzikle, seyircilerin bağırışları ortasında dans etmeye ve ileri geri sallanmaya başlarlar. Yaşlılardan biri sunağın üzerine fırlar ve bambuları şiddetle sallamaya başlar, bunun üzerine dans edenlerin ayaklarının dibine küçük taşlar, pirinç fidesinin lifIeri ve daneleri dökülür, bunlar oradakiler tarafından dikkatle toplanır. Bu pirinç daneleri pirincin ruhudur. Pirinç ekimi zamanı bu pirinç ruhundan bir kısmı öteki tohumlarla birlikte dikilir, "böylece o ruh sürdürülmüş ve yayılmış olur”.
Ürünün gelişmesi istendiğine göre, pirincin ruhunu koruma ve sağlama alma gereksinimi, Burmalı Karenler tarafından da şiddetle duyulur. Bir pirinç tarlası yeşillenmiyorsa, pirincin ruhunun (kelah) şu ya da bu biçimde pirincin içinden çıkamadığı düşünülür. Eğer ruh geriye çağrılamazsa ürün iyi olmayacaktır. Pirincin kelah'ını (ruhunu) geri çağırmada aşağıdaki formül kullanılır: "Haydi gel, pirinç-kelahı, gel! Tarlaya gel. Pirince gel. Her cinsin tohumuyla birlikte, gel. Kho nehrinden gel, Kaw nehrinden gel; buluştukları yerden gel. Batıdan gel, Doğudan gel. Kuşun gagasındaysan gel, maymunun miğdesindeysen gel, filin gırtlağındaysan gel. Nehirlerin kaynaklarından, ağızlarından gel. Shan ve Burman eyaletlerinden gel. Uzak krallıklardan gel. Bütün tahıl ambarlarından gel. Ey pirinç-kelahı, pirince gel
Yine, Avrupa'daki tahıl-ruhu gelin ve güvey gibi ikili biçimde temsil etme töresiyle. Java' da hasat şenliğinde uygulanan bir töre arasında bir koşutluk vardır. Orakçılar pirinci biçmeye başlamadan önce, dhip ya da büyücü bir miktar pirinç başağı seçer ve bunları birlikte bağladıktan sonra üzerine yağ sürer ve çiçeklerle süsler. Böylece donatılmış olan başaklara padi-penganten denir, yani Pirinç-gelin ve Pirinç-güvey; evlenme törenleri kutlanır, hemen sonra da pirinci biçme işi başlar. Daha sonra, pirinç ürünü içeri alınırken, ambarda bir gerdek odası hazırlanır, yeni bir hasır, bir lamba ve her tür tuvalet gereci 'konur oraya. Pirinç-gelin ve Pirine-güveyin yanına düğün konuklarını temsil edecek pirinç desteleri yerleştirilir. Bu yapılıncaya kadar hasatın tamamı ambara alınmaz. Pirinç içeri alındıktan sonraki ilk kırk gün, yeni evli çiftleri rahatsız etmemek için hiç kimse ambara giremez.
Keltler, Tötonlar, Slavlar, dünyanın çok ötesindeki Peru-İnkaları,  Borneo-Dyakları ve Java-Malayları hep benzer hasat töreleri uygulamışlardır. Bu törelerin dayandığı düşüncelerin bir tek ırkla sınırlı olmadığı, tersine, tarımla uğraşan bütün gelişmemiş halkların kafalarına doğallıkla doğduğuna değgin yeterli kanıt vardır.
Tanrı bir bitki ilahı olunca, ateşle yakılması için özel nedenler çıkar ortaya. Çünkü ışık ve ısı bitkileri büyütmek için gereklidir; ve duygusal büyü ilkesine göre, bitkinin ki­şisel temsilcisini onun etkisine maruz kılmakla, ağaçlara ve bitkilere bu gerekli şeyler kaynağını sağlamış oluyorsunuz. Bir başka deyişle, bitki-ruhunu güneşi temsil eden bir ateş içinde yakmakla, en azından bir süre için bitkinin bol güneş almasını sağlama almış oluyorsunuz. Duygusal büyü ilkesine göre bitki dünyasının temsilcisini yak­mak yerine sadece ateşten geçirmekle de varılabileceği düşünülmüş ve uygulanmıştır. Rusya'da Kupalo’nun saptan yapılan figürü yazdönümü ateşinde yakılmaz, yal­nızca onun üzerinde ileri geri götürülür. Fakat sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı tanrının ölmesi gerekmekledir; bunun için de ertesi gün Kupalo bütün süslerinden soyulur ve bir akarsuya atılır. Dolayısıyla, bu Rus töresinde tasvirin ateşin içinden geçirilişi katkısız ve basit bir güneş-büyüsüdür.

Orta-doğu ülkelerindeki Nevruz, Avrupadaki Beltane gibi bahar ve hasat töreleri açıkça aynı eski düşünce tarzlarına dayanmakta ve aynı ilkel puta-tapmanın bölümlerini oluşturmaktadır.

İlkel insan için tanrılar değil, ruhlar önemlidir. Ruhlar, işlevlerinde doğanın belirli faaliyetleriyle sınırlandırılmıştır. İşlevlere göre sonsuz sayıda ruh vardır. Öte yandan tanrıların, kendi özel ülkeleri olarak, üzerinde egemenlik sürdürdükleri 'tek tek ayrı bölümleri vardır; fakat katı bir biçimde onunla sınırlı değillerdir; iyilik ya da kötülük güçlerini doğanın ve yaşamın diğer birçok alanlarında gösterebilirler. Aynı zamanda, Ceres, Proserpina, Bakkhos gibi bireysel ya da özel adlar taşırlar. Ayinler kurban, dua ve övgü yoluyla doğanın gidişini amaçlanan şekilde etkilemeyi amaçlar. (Frazer 1890, 1. S.340)

Eski toplumların doğayı yorumlama çabaları birbirlerine benzerler. Örneğin mevsimlere bağlı olarak bitkiler aleminde ilkbaharda canlanma, yazın olgunlaşma, sonbaharda yaşlanma ve kışın ölüm görülür. Böyle bir döngünün nedeninin dünyamıza gelen güneş enerjisi miktarına bağlı olduğunu bu gün biliyoruz. Ama dünyanın evrenin merkezi olduğu ve her şeyin dünya etrafında döndüğüne inanıldığı eski zamanlarda, bu döngülerin nedeni açıklamak için, insanlar doğadaki bu değişimleri etkileyip-yönlendiren “ruh taşıyıcı” varlıklar olduğuna inanmışlardır.
Ruh atalarımız tarafından yani canlılık enerjisi olarak kabul edilmiştir (ki aslında öyledir). İnsanın doğup-ölmesi, erkek ve kadının birleşmesiyle yeni çocukların dünyaya gelmesiyle canlılığın devamının sağlanması olayındaki gibi, “doğadaki canlılıkta da ilahi güçlerin birleşmeleriyle doğadaki canlılığın devamı sağlanmaktadır” düşüncesi eski uygarlıklarda yaygındır.
12- RUH CANLILIK VEREN, HAREKET ETTİREN FAKTÖR OLARAK ALGILANMIŞTIR.

Eğer bir hayvan yaşıyor ve hareket ediyorsa, onun düşüncesine göre, bu ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir hayvan olduğu içindir. Eğer bir insan yaşıyor ve hareket ediyorsa, bu ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir insan olduğu içindir. Hayvanın içindeki hayvan, insanın içindeki insan, işte ruh budur. (Frazer 1890, 1, s 121)
Bir hayvanın ya da bir insanın eylemi nasıl bir ruhun varlığı ile açıklanıyorsa, uyku ve ölüm dinlenmesi de onun yokluğuyla açıklanır. Uyku, ya da kendinden geçme, ruhun geçici, ölümse devamlı yokluğudur. Dolayısıyla, ölüm ruhun devamlı yokluğuysa, ona karşı korunmanın yolu, ya ruhun bedenden ayrılmasını önlemek ya da eğer ayrılmışsa onun geriye dönmesini sağlama almaktır:
Yabanılların bu amaçlardan birini ya da öbürünü sağlama almak için kabul ettiği önlemler, yasaklar ya da tabular şeklini alır; bunlar ruhun devamlı varlığını ya da geriye dönüşünü sağlamaya yönelik kurallardan başka şeyler değildir. Kısacası, bunlar yaşamı esirgeyen ya da koruyan şeylerdir.
 Bu genel ifadeleri şimdi örneklerle gösterelim.
Bazı Avustralyalı zencilerle konuşan Avrupalı bir misyoner şöyle söylüyor: "Sizin sandığınız gibi ben bir tek kişi değil iki kişiyim." Bunun üzerine güldüler. "İstediğiniz kadar gülebilirsiniz," diye devam etti misyoner, "Bir vücudun içinde iki kişi olduğumu söylüyorum size; bu sizin gördüğünüz, büyük vücut; onun içinde görülmeyen küçük bir vücut daha var. Büyük vücut ölür, gömülür, ama küçük vücut büyüğü ölünce uçar gider." (Frazer 1890, 1, s 121)
Bazı zenciler buna şöyle karşılık verdi: "Evet, evet. Biz de ikiyiz, bizim de göğsümüzde küçük bir vücut var." Öldükten sonra küçük vücudun nereye gittiği sorulduğunda, bazıları çalılığın arkasına, bazıları denize gittiğini, bazılarıysa bilmediklerini söyledi.
Huronlar ruhun bir başı ve vücudu, kolları ve bacakları olduğuna inanırlardı; kısacası, insanın kendisinin tam bir küçük modeliydi ruh.
Eskimolar "ruhun, ait olduğu vücudun şeklini gösterdiğine, fakat daha nazik ve daha uçucu bir yapısı olduğuna" inanırlar.
 Mankenin insana, başka bir deyişle ruhun vücuda benzerliği o denli tamdır ki, şişman vücutlar, zayıf vücutlar olduğu gibi, şişman ruhlar, zayıf ruhlar da vardır;" ağır vücutlar, hafif  vücutlar, uzun vücutlar, kısa vücutlar olduğu gibi, ağır ruhlar, hafif ruhlar, uzun  ruhlar, kısa ruhlar da vardır.  Nias (Sumatra'nın batısında bir ada) halkı, her İnsana, doğmadan önce ne boyda ve ne ağırlıkta bir ruh istediğinin sorulduğunu ve ona istediği ağırlık ve boyda bir ruhun verildiğini düşünürler. Verilen ruhun bugüne kadar en ağın on gram kadardır. Bir insanın yaşamının uzunluğu ruhunun uzunluğuyla orantılıdır; erkenden ölen çocukların  ruhları kısa boyludur.  (Frazer 1890, 1, s 122)
Özetlersek:
Eğer bir hayvan yaşıyor ve hareket ediyorsa, onun düşüncesine göre, bu ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir hayvan olduğu içindir. Eğer bir insan yaşıyor ve hareket ediyorsa, bu ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir insan olduğu içindir. Hayvanın içindeki hayvan, insanın içindeki insan, işte ruh budur. (Frazer 1890, 1, s 121)
Atalarımızın bu RUH tanımı güncel doğa-bilimleriyle uyumludur. Henüz mikroskop gibi doğadaki küçük, gözle görülemeyen varlıkları gözlemlemek olanağından yoksun olan atalarımız, kendilerine canlılık veren faktörün bedenlerindeki hücreler olduğunu bilemezdi. Ama yine de içindeki bir şeylerin kendisine canlılık verdiğini hissetmişti.

İşte ıspatı:
  
Doğadaki tüm varlıklar atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bu atom-altı-öğeler ise Fermions (proton, nötron, elektron) ve Bosons (foton, gluon, graviton) adlı iki farklı gruba ayrılırlar. Fermionlar “madde”, bosonlar ise bu maddelerinin birbirleriyle etkileşmelerini sağlayan “ruh” faktörüdür. Yani doğadaki tüm oluşumlarda “madde ve ruh” faktörleri vardır.  Fermionlar aynı anda aynı yerde bulunamazlar, yani üst-üste çakışamazlar, bosonlar ise, üst-üste çakışabilirler, yani, faz ve frekanslarının uyumu veya uyumsuzluğuna göre,  etkilerini artırıp-azaltabilirler. Sinyaller uyumlu olduğunda, varlıklar birbirleriyle birleşebilirler ve daha ergonomik bir üst-sistem oluştururlar. Bu yöntemle, atom-altı-öğelerin birbirleriyle rezonansa girmeleri sayesinde, atom < molekül < hücre < beden < toplum veya koloni gibi üst-sistemler oluşturulurlar.
Bu olayı açıklamak için insan davranışlarına bakalım. İnsan bedeni bir maddedir, iki insan bedeni aynı anda, aynı yeri paylaşamaz, yani üst-üste çakışamazlar. Ama insanlar birbirleriyle konuşarak, yazışarak, koklaşarak, dokunarak, vs. tarzda sinyallerle haberleşip, etkileşebilirler. Bu etkileşimlerde kullanılan sinyaller birbirleriyle uyumlu iseler, güçlerini-kuvvetlerini üst-üste çakıştırıp, birleşerek, çok ergonomik birliktelikler oluştururlar. Örn. avlanma, ziraat, ev işleri gibi çok farklı işler yapma zorunda olan bir insanın, sürekli bir koşuşturma içinde olması ve dinlenmeye fırsat bulamaması, toplum içinde ise, bu görevlerden sadece birini yapıp, diğer insanlarla ürününü takas etmesi sayesinde çok daha rahat yaşaması gibi.

Buna DİNAMİK SİSTEM  denir, doğadaki tüm oluşumlarda geçerli olan sistemdir.

Her şey, varlıkların içlerindeki bileşenleri tarafından yapılır, çünkü bir iş veya eylem yapılması için gereken enerji sadece varlıkların içsel bileşenlerinde bulunur, en temeldeki içsel bileşenimiz ise kuantsal öğelerdir ve evrendeki tüm enerjilerin kaynağını oluşturmaktadırlar.
Proton-nötron-elektron gibi kuantsal öğelerin birleşmeleriyle önce atomlar oluşur, onların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle de bedenlerimiz oluşur. Bizlerin birleşmemizle de toplum oluşturulur. Tabandan tepeye doğru gelişmiş olan bu sisteme, “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistem denir.
Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem yapısallaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlisi şudur:
Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Bu temel ilkenin “karar erki” konusunu ele alıp, hayvan ve hücreleri ilişkisine uygularsak, bedenleri oluşturma görevinin hücrelerde olduğu, bedenlerin onlara hedef göstermekle yükümlü olduğu ortaya çıkar. Geçekten de, bedenlerin beslenme-yaşama şekline uygun olarak, kah at, kah aslan gibi farklı diş yapıları, kah keçi, kah deve gibi farklı tırnak-ayak yapıları oluşturulduğunu görürüz. Canlının doğada bağımlı olduğu faktörlere uygun olacak şekilde bedenin yapısallaştığı kesin şekilde, biyolojik- paleontolojik araştırmalarda görülmektedir. (Hücreler karar verirken binlerce (hatta milyonlarca) faktörü dikkate alırlar; her-bir sinir hücresinin 40-50 bin dendrit bağlantısı vardır, yani bir karara varabilmesi için, o kadar farklı faktörü dikkate almak zorundadır. Beden yönetiminde ise, milyarlarca hücre ortaklaşa bir karar almak zorunda olduğuna göre, dikkate alınmak zorunda olunan faktör sayısını artık siz hesap edin.)

Şimdi “hedef gösterme” işinin nasıl geçekleştiğini, kök-hücrelere hedef gösterilmesi olayında açıklayalım. Bir organı, örn. karaciğeri hastalanan bir insanın o organına, kemik iliğinden alınan kök-hücrelerinin nakilleri sağlanırsa, o kök hücreleri hemen organdaki bozuk hücreleri yenilemeye ve organı tekrar sağlam haline getirmeye başlarlar. Kök hücreleri doğan bir çocuğun göbek bağında, çocukların süt (ilk) dişlerinde, gelişmiş bir bedenin kemik iliğinde bulunmaktadır.
Kök-hücreler kendilerine gösterilen hedefe uyum sağlayacak şekilde davranmaktadırlar. Yani hangi organa dönüşmeleri gerekiyorsa, o organ hücrelerinin özelliklerini yapacak şekilde simetrileri kırılıyor, köleleşiyor, sabitleşiyorlar. Burada kullanılan simetri-kırılması kavramını anlayabilmek için şunu düşünün: Bir insan bedeninde 200 kadar farklı organ vardır. Bir kök-hücresi bu 200 organdan herhangi birine dönüşebilir, yani simetrisi 200’dür. Bir organa bağlandığında ise, artık sadece o organ hücreleri gibi davranabilir, yani simetrisi 200den 1’e düşmüştür.  
Simetri kırılması kavramı doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin temelinde yer alır, çünkü, enerji dediğimiz etkileyici-yönlendirici faktör kuantsal sistem dediğimiz atomlar ve atom-altı-öğeler aleminde bulunur. Bu kuantsal öğeler evrensel enerji-ağını oluştururlar. Her şey bu “proton-nötron-elektron gibi” kuantsal öğelerin birleşmeleriyle ortaya çıkar. Bu kuantsal öğelerin doğadaki oluşumları nasıl etkilediklerini anlamak için onları çok yüksek bir dağın tepesine yerleşmiş olarak düşünün. Bu dağın tepesinde iken, her şeyi yapmaya-yönlendirmeye uygundurlar. Ama bu dağın tepesinden, kuvars, su gibi herhangi bir moleküle dönüşerek, dağın eteklerindeki herhangi bir noktaya kaydıklarını tasarlayın. Dağın çevresindeki her noktaya farklı bir molekül yerleşmiş olsun. Daha önce proton-nötron-elektron olarak dağın tepesinde bulunan bu temel öğeler, artık birer farklı moleküle dönüşmüş olarak dağın eteğinde bir yerdedirler ve simetrileri kırılmış durumdadırlar. Onlar artık bağımsız proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğeler (veyahut hidrojen, oksijen gibi atomlar) olarak değil, kuvars, su, mika vs. gibi farklı kimyasal maddelere dönüşmüşlerdir. Simetrileri bu maddelerin özelliklerini yansıtacak şekilde kırılmışlardır, sabitleştirilmişler, köleleştirilmişlerdir. Daha önce süper-simetrik durumdayken, yani doğadaki binlerce farklı maddeyi oluşturacak yeteneğe sahipken, bu maddelere dönüşerek, simetrileri bire düşürülmüştür.  
Bu simetri kırılması, köleleştirme, sabitleştirme kavramları için http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
makalesine bakınız.

Chaisson diyagramı  ve Dinamik-Sistemler-Fiziği enerjinin gittikçe daha etkin şekilde kullanılmasına yönelik bir gidişat olduğunu göstermektedir.
Yeni bir şey oluştuğunda, hücrelerimiz onu simgeleyen bir protein yaparlar, kimyasal bileşimleri değişir. Hücrelerin bileşimlerinin değişmesi,  molekülleri arasındaki etkileşimleri değiştirir, onlardaki değişimler atomları etkiler. Geri-beslemeli bu sistem böylece atom-altı-öğelere kadar geri yansır ve doğa her gün göre yeniden yapılandırılır. 
Gelecek yazımızda doğadaki canlılığı başlatan en temel sistemi, atomlar aleminin yapıcılığını göstererek, ruh dediğimiz canlılık faktörünün kökenini göreceğiz.

13- ÇAĞDAŞ-BİLGİLER IŞIĞINDA RUHUN KAYNAĞI (2. Bölüm)


Doğa, alt-sistem –üst-sistem ilişkileri çerçevesinde gelişir. En alt sistemi is atomların  da parçaları olan atom-altı-öğeler oluştururlar.
Bedenlerin içlerindeki küçük canlılar olan hücreler tarafından oluşturulması gibi, diğer varlıklar da, içlerindeki molekül, atom gibi daha küçük bileşenlerince oluşturulmaktadırlar. Çünkü  Canlılık atomlar aleminde kuantlarla başlar.

Önce atom-altı-öğelerle yapılan bir 2-seçenekli  “2-delik” deneyi göstererek, onların bilinçli mi yoksa robot gibi mi davrandıklarını görelim.
Şekilde görüldüğü gibi deney  bir hazırlanır. (S) noktasına bir elektron kaynağı ve arka duvardaki bir yere bir elektron algılayıcısı (D)   bir detektör yerleştirilir. Aralarındaki perde üzerinde de -(A) noktasına- bir delik açılır.
Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek şekilde ayarlanır.
Aynı boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha yukarıdaki bir noktada açılır. (A) deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögedan sadece bir tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 elektrondan 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir.   …  Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır. Detektör duvar üzerinde kaydırılabilir özelliktedir ve yeri kaydırıldıkça, algılanan elektron sayısının sıfır ile 4 arasında değiştiği görülür.
Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, öğelerin şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin değerlendirme-adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini (sıfır - maksimum(+1)- sıfır - minimum(-1) – sıfır) şeklinde pozitiflikle negatiflik arasında değişen değerlendirme adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.  (D)’ye ulaşmak isteyen bir öğenin önünde iki seçenek vardır:
Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir:
Örn. (A) yolunu adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs. (D) hedefine vardığında adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu.
Öğe bu iki değeri toplar: +1-1=0.  Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 elektrondan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir şey ulaşmaz.
Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2.   2’nin karesi alınır: 4 eder.
Bu durumda (S)den gönderilen 100 elektrondan 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öğe kayıt eder. Delikler normalde birer öğe geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 öğenin geçebileceği deliklerden 4 tane öğe geçer!
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta şudur: Rezonans, yani uyum, doğadaki oluşum-ve gelişmeleri yönlendirici ana unsurdur. Öğeler (olasılıklar) arasında uyum (rezonans) oluşuyorsa, ortaya ekstra kazanç çıkıyor!
Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler.
Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir.
Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır. 
Kuantsal öğelerin, güzergahlar arasındaki mesafe farkına bağlı olarak, (0 – 4) gibi çok farklı değerler arasında değişecek şekilde ulaşım noktalarına gitmeleri, WAVE-BEHAVİOUR = DALGA-DAVRANIŞI OLARAK TANIMLANMIŞTIR.

Elektronların hangi delikten geçtikleri merak edilip, deliklerin arkasına özel detektörler konduğunda ise, elektronlar olasılık hesabı yapmaya gerek duymadıkları ve beklenen şekilde, yani her delikten bir elektron geçecek şekilde davrandıkları görülür. Bu durumda arka duvardaki detektör, hep sabit bir değerde (yani 2) elektron algılar. BU DURUMA KUANTSAL ÖĞELERİN PARÇACIK DAVRANIŞI DENİYOR.

Canlılık neyle ve nerede başlar?

Doğada sürekli olarak gerçekleşen değişim-dönüşümlerin temelinde kuantsal enerji olgusu yatar. Kuantum fiziği deneyleri,  atom ve atom-altı-öğeler dediğimiz proton-nötron-elektron, foton gibi temel varlıkların, ölü, cansız değil, tam tersine, cıvıl-cıvıl hareketli, yani canlı olduklarını göstermektedir. Statik-sistemli bakış açısının oluşturduğu ön-yargı ile fizikçiler bu temel varlıkları, “parçacık” olarak tanımlarlar. Onlarla yaptıkları deneylerde ise, bu öğelerin kah bir bilye gibi “parçacık”, kah bir hareketli öğe gibi “dalgalanma” özelliğine sahip olduğunu da görürler. Ne zaman parçacık, ne zaman “dalga” özelliği gösterdikleri araştırıldığında ise, gözlemleniyorlarsa parçacık, gözlenmiyorlarsa “dalga” özelliği gösterdiklerini fark etmişlerdir. Bu ikili özelliğe de “wave-particle duality = dalga-parçacık-ikiliği” demişlerdir. Bu davranış değişimini de, “gözlemci dalga fonksiyonu çökertir” şeklinde açıklamaktadırlar.
Şimdi burada bir nokta koyup, ön-yargısız düşünelim. Kuantsal öğeler dediğimiz, atomlar ve atom-altı-öğeler (proton-nötron-elektron-foton, vs.) “dalga-parçacık-ikiliği” gösterirler. Şimdi siz, elektron, foton gibi temel öğelerle deney yapıyorsunuz, deneylerde, siz onları gözlemlemeye kalkıştığınızda, onların dalga fonksiyonunu çökertmiş oluyorsunuz, öyle mi?
Ortada bir aktivite, bir olay var: kuantsal-öğenin “dalgalanma” özelliği kayboluyor. Bu dalgalanma nasıl oluşuyordu? Öğeler, önlerindeki iki güzergahı ölçüp-değerlendiriyorlar ve ölçüm sonuçlarının maksimum veya minimum değer göstermeleri ve birbirlerine uyumlu  olup olmadıklarına göre bizzat kendileri karar veriyorlardı. Birileri kendileriyle ilişki kurmak istiyorsa, onu da algılayıp, hesap yapmaya gerek duymuyorlar, normal beklenen şekilde davranıyorlardı. (Hatta detektörün ne kadar sağlam veya bozuk olduğunu da algılıyor ve o bozukluk oranına göre dalga veya parçacık olarak davranıyorlar.) Fizikçi dostlar, lütfen biraz mantık!
Şimdi kafanızda, doğada canlılık nerde ve nelerle başlıyor konusunda temel bir fikir oluşturabildiniz mi? Statik sistem ile dinamik sistem arasındaki fark işte bu temel özellikten kaynaklanır. Yani doğadaki canlılık ve hayat, atom-altı-öğeler dünyası ile başlar ve “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği, Chaisson yönelimi gibi faktörlerle alt-sistem-üst-sistem oluşumları şeklinde milyon-milyar yıllık süreçlerle devam eder.  

Atomlar aleminin yukarda açıklanan özelliği haricinde, şu ekstra özellikleri de, onların doğayı oluşturup-geliştiren en temel (canlı) varlıklar olduklarını göstermektedirler:
          Atomik öğeler mimar-mühendistirler, her şeyi pozitiflik-negatiflik arasında değişen ölçme- sistemleriyle değerlendirirler.
          Bir elektron, daha ergonomik bir yapı algılayıp, oraya göç etmek istediğinde, "kuantsal enerji-bankası" ona ihtiyacı olan o muazzam  enerjiyi ödünç verir, buna “tünelleme etkisi” denir.
          EPR (Einstein-Podolski-Rosen) etkisi evrensel ölçekte bir anında etkileşim (haberleşme) sistemidir ve bu sayede evrensel ölçekte enerjinin dengelenmesi sağlanır.
          Anında etkileşim, sadece kuantsal öğelerde değil,  onlardan oluşan diğer üst-sistemlerde de geçerlidir ve bu nedenle bir çekül veya pusula iğnesi ait olduğu üst-sistemdeki tüm kütle veyahut manyetik alan değişimlerini anında algılayarak, davranışını onlara göre ayarlarlar.
          Kuantsal öğelerin, kendilerini gözetleyen biri olup-olmadığını algılayıp, ona göre davranması tam bir bilinçli davranıştır;
          Atomların tasarımları, peryodik bir tablo halinde, bir yönde elektro-negativiteler artarken, diğer yönde elektro-pozitivite artması, atom-çaplarının düzenli şeklide değişmesi gibi bir çok özellik gösteren tam bir düzenleyiciliktir.
          Bilginin eksponansiyel gelişiminin sağlanmış olması ap-ayrı bir mucizedir.
          Atom-çekirdeklerinde birbirlerini itecek özellikli olan protonların sıkı bir şekilde bir arada tutulmaları ve bu olayda E=mc2 formülüne uyacak derecede çok muazzam enerji depolanması enerji-madde ilişkisini doğuran başka bir olağan-üstülüktür.
          Kuantların canlı olmaları ruh denilen ve tanrı kavramının çekirdeğini-özünü oluşturan olgudur, ruh ile kuantsal öğeler arası bu örtüşmeyi gösterir.  

Tüm bu olgular karşısında insanlar, evrimci, ateist, Marksist, vb. ne olurlarsa olsunlar, atalarımızın “tanrısal güç” dediği, doğadaki bu olağan-üstü güç sistemini nasıl kabul etmezler ve Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM)-sistemi gibi dünya genelinde tüm insanlığın sorunlarının çözen bir görüşte birleşmezler?

13-DÜNYA PARSELLENİP-SAHİPLENİLEBİLİR Mİ?

Doğada ne neye ait, kim neyin sahibi?

Sağ-alt köşedeki şekilde görüldüğü üzere Homo sapiens adlı modern insanın beyin yapısı, tüm diğer canlılardan farklı olarak, yorumlamaya çok önem verilen bir şekilde organize edilmiştir.
Yorumlama, varlığın kendi gözlemlerine dayalı olursa önem ve anlam taşır. Başka bir insanın görüşlerine dayandırılan yorumlamalar ise insanları bataklığa, karanlığa götürür.
 Günümüz insanlığının doğayı kirletmesi,
İnsanların kendi deneyimlerine dayalı olarak oluşturduğu inanç sistemleri paganizm olarak bilinir.
Başka bir insanın görüşüne göre oluşturulan inanç sistemleri ise, peygamberli dinsel görüşlerdir.
Hırıstiyan inançlı bir devlet başkanı, Paganist inançlı bir Kızılderili reisine, mektup yazarak, topraklarını satın almak istediğini belirtir.
Paganist inançlı reis ise ona aşağıda sunulan “hayat dersi” mektubunu gönderir.
“Washington’daki Büyük Şef topraklarımızı satın almak istediğini bildiren sözünü göndermiş!.. Büyük Şef aynı zamanda dostluk ve iyi niyet sözlerini de göndermiş!.. Bu çok nazik bir davranış… Çünkü karşılık olarak bizim dostluğumuza hiç gereksinimi yok. Ama biz onun önerisini düşüneceğiz. Çünkü iyi biliyoruz ki eğer topraklarımızı satmazsak, beyaz adam silahlarla gelip onu gene elimizden alabilir. Ama biz bazı şeyleri anlamıyoruz. Gökyüzünü, toprağı, kayaların ısısını, nasıl olur da alıp satabilirsiniz? Bu düşünce bize garip geliyor!  Eğer biz havanın tazeliğine ve suların pırıltılarına zaten sahip değilsek, siz onları nasıl satın alabilirsiniz?

 Biz bunları belki de vahşi olduğumuz için anlayamıyoruz!.. Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her parlayan çam iğnesi, bütün o kumsallar ve sahiller, karanlık ormanlardaki sis, uçsuz bucaksız alanlar ve havada vızıldıyarak uçuşan her bir böcek, halkımızın anılarında kutsaldır. Ağaçların gövdelerinden sızan sular, Kızılderili’nin anılarını taşır. Beyaz adamın ölüleri, yıldızlar arasında yürümeye gittikleri vakit, doğdukları ülkeyi unuturlar. Halbuki bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Nasıl biz dünyanın bir parçası isek, o da bizim bir parçamızdır. Güzel kokulu çiçekler, bizim kızkardeşlerimizdir. Geyik, at, büyük kartal bunlar da bizim erkek kardeşimizdir. Kayalık tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar, atın vücudundan bularlaşan ısı ve insan; hepsi aynı ailedendir. Öyleyse, Washington’daki Büyük Şef, topraklarımızı almak isterken bizden çok şey istemiş oluyor.

Büyük Şef bize rahatça yaşayabileceğimiz bir yer ayırdığını söylemiş. O bizim babamız ve biz de onun çocukları olacakmışız!.. Öyleyse topraklarımızı alma önerisini düşüneceğiz. Ama bu kolay olmayacak. Çünkü bu toprak bizim için önemlidir. Dereler ve nehirlerden akan pırıltılı sular, sadece su değildir. Onlar bizim atalarımızın kanıdır. Eğer toprağı size satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlayınız ve bunu çocuklarınıza da öğretiniz. Göllerin berrak sularındaki her bir yansıma, halkımızın yaşamından olaylar ve anılar anlatır. Suyun mırıltısı, babalarımızın babalarının sesidir. Nehirler ise bizim erkek kardeşlerimizdir. Susuzluğumuzu giderirler, kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler.

Eğer toprağımızı size satarsak hiçbir zaman unutmayın ve çocuklarınıza da öğretin ki, nehirler bizim olduğu kadar sizin de kardeşinizdir. Bu nedenle herhangi bir kardeşinize göstereceğiniz saygıyı nehirlere de göstermelisiniz.

Kızılderili her zaman, ilerleyen beyaz adamın önünde geri çekilmiştir. Tıpkı dağlardaki sisin sabah güneşi önünden kaçması gibi. Ama babalarımızın külleri kutsaldır. Mezarları kutsal topraklardır. Bu tepeler, ağaçlar dünyanın bu parçaları, bize sunulmuştur. Beyaz adamın bizim yollarımızı anlamadığını biliyoruz. Beyaz adam için, toprağın bir parçası diğeri ile aynıdır. O sadece geceleri bir hırsız gibi gelip, topraktan ihtiyacı olanı alıp giden bir yabancıdır. Aldıklarının kendinden parçalar olduğunun bilincinde değildir. Dünya onun anası değil düşmanıdır. Onu yendikçe ilerlemeye devam eder. Ve yolunda giderken babalarının mezarını geride bırakır. Buna da hiç aldırmaz. Dünyayı çocuklarından uzaklaştırır. Buna da aldırmaz. Babalarının mezarları, çocuklarının bu dünyadaki hakları unutulmuştur.

Beyaz adam, anası dünyaya ve kardeşi gökyüzüne sanki satın alınabilen veya yağma edilebilen bir mal gibi, koyunlara ve parlak boncuklara davrandığı gibi davranır. Onun bu iştahı ve hırsı bir gün dünyayı yiyip bitirecek ve geriye sadece çorak bir çöl bırakacaktır.

Bilmiyorum, bizim yollarımız sizinkilerden farklı. Sizin kentlerinizin gürültüsü bile Kızılderili’nin gözlerine acı verir. Beyaz adamın kentlerinde sakin yer yoktur. Orada bahar gelince yaprakların açılışını veya böceklerin kanat seslerini dinleyecek yer bulunmaz. Ama bu belki de benim vahşi olduğumdan ve anlamadığımdandır. Çünkü, takırtı bizim kulaklarımıza bir hakaret gibi gelir. İnsan eğer bir kuşun yalnız başına ağlayışını veya su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini dinleyemezse, yaşamın ne anlamı kalır? Ben Kızılderiliyim… Bunlardan başkasını anlayamam…

Bir Kızılderili, su birikintisi üzerine vuran rüzgarın yumuşak sesini, yağmurun temizliğini, çam kokulu rüzgarı her şeye yeğler. Hayvanlar, ağaçlar, insanlar, hepsi aynı nefesi, aynı havayı paylaşır. Hava Kızılderililer için çok kutsaldır. Aldığı nefes, beyaz adamın dikkatini çekmiyor gibi. Beyaz adam, öleli uzun günler olmuş ve kötü kokuyla uyuşmuş gibidir. Ama eğer size toprağımızı satarsak, havanın bizim için çok değerli olduğunu hatırlamalısınız. Unutmamalısınız ki, hava sağladığı tüm yaşamla aynı ruhu taşır. Büyük babamıza ilk nefesi veren rüzgar, onun son soluğunu da kabul etmiştir ve aynı rüzgar çocuklarımıza yaşam ruhunu verir. Eğer size toprağımızı satarsak, çayırlardaki çiçeklerden tad alan rüzgarı koklamasını öğrenmelisiniz, onu korumalısınız ve kutsal tutmalısınız. Bu kokuya beyaz adamın bile gereksinmesi vardır.

Toprağımızı almak önerinizi düşüneceğiz. Eğer kabul etmeye karar verirsek, bir koşulumuz olacak: Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak… Kızılderililer sizin yollarınızı, sizin adetlerinizi anlamazlar. Çayırlarda çürüyen binlerce bufalo gördüm!.. Beyaz adamın, geçerken dumanlı demir attan vurup bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hala anlayamadığım binlerce bufalo.. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın bufalodan nasıl önemli olabileceğini anlayamıyorum!.. Ve biz vahşi olduğumuzdan bufaloyu yalnız aç kalmamak için öldürürüz. Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhu o büyük yalnızlığa dayanamaz ölürdü. Ayakları altındaki toprakların, büyük babalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Toprağın, akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu çocuklarınıza söyleyiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar.

Bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi, siz de kendi çocuklarınıza öğretin: Dünya anamızdır. Dünyaya ne kötülük olursa, oğullarına da aynı kötülük olur. Eğer insanlar yere tükürürlerse, kendi yüzlerine tükürürler. Biz bunları biliyoruz. Dünya insanlara ait değildir. İnsanlar dünyaya aittir. Bütün her şey, aileyi bağlayan kan bağı gibi, birbirine bağlıdır.

Halkım için ayrılan bölgeye gitme önerinizi düşüneceğiz. Ayrı ve barış içinde yaşayacağız. Geri kalan günlerimizi nerede geçireceğimiz o kadar önemli değil artık. Çünkü çocuklarımız babalarının aşağılandığını görürler. Kalan günlerimiz çok olmayacaktır. Bir zamanlar sizin gibi güçlü olanların ve ormanlarda özgürce dolaşanların mezarları da kalmayacak. Onları anmak ve yaslarını tutmak için, bir zamanlar bu dünyada yaşamış olanların çocukları da kalmayacak… Bunun için neden yas tutalım?

Kabileleri insanlar yapar. İnsanlar gidince, kabileler de olmaz. Kızılderili de yok olur. Tıpkı denizin dalgaları gibi; insanlar gelir ve insanlar gider. Şimdi de sanki arkadaşıymış gibi kendisiyle konuşabilen Tanrısıyla birlikte beyaz adam gelmiştir. Bildiğim bir şey var ki, belki beyaz adam da bir gün bunu keşfedecektir. Siz nasıl şimdi bizim toprağımıza sahip çıkmak istiyorsanız ve sonunda sahip olduğunuza inanacaksanız, aynı şekilde Tanrınıza da sahip olduğunuza inanıyorsunuz. Ama hiçbir zaman olamayacaksınız!.. Eğer Tanrı sizin anlattığınız gibi gerçek Tanrı ise, sevecenliği yalnız beyaz adama olamaz.

Beyazlar da bir gün diğerleri gibi geçip gideceklerdir. Tıpkı denizin dalgaları gibi. Yatağına pislik yığmaya devam eden, bir gece kendi pisliğinde boğulacaktır.

Son, bize bir sırdır… Sizin getirdiğiniz gibi bir sonu biz anlayamıyoruz. Dipdiri tepelerin konuşan tellerle lekelendiğini, ormanın gizli köşelerini neden pek çok beyaz adamın kokusunun doldurduğunu, vahşi atların neden tutsak edildiğini, bufaloların neden katledildiğini biz anlamıyoruz. Böyle bir son bize bir şey anlatmıyor. Çalılıklar nereye gitmiş?.. Kartal nereye kaybolmuş?.. Hızlı koşan bir ata ve av avlamaya neden veda etmek gerecekmiş?.. Bütün bunlar ne demektir?.. Yaşamın sonu… Ve; herhalde yeniden yaşamaya çalışmanın başlangıcı…

Toprağımızı alma önerinizi düşüneceğiz. Kabul edersek, bu belki de bize vaat ettiğiniz bölge için olacaktır. Orada belki de kalan günlerimizi gönlümüzce yaşayabiliriz. Bu dünyada, son Kızılderili de yok olduğu zaman, yalnızca çayırlar üzerinde bulut gibi hareket eden bir anı kalacaktır. Bu kıyılar, bu ormanlar halkımın ruhunu koruyacaktır. Çünkü onlar bu dünyayı yeni doğan bir çocuk anasının yürek atışını nasıl severse, öyle severler… Öyle ise, toprağımızı alırsanız, onu bizim sevdiğimiz gibi seviniz. Onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz. Anılarını da aynen saklayınız.

Onu çocuklarınız için; bütün gücünüzle, bütün aklınızla ve bütün kalbinizle koruyunuz ve seviniz. Göreceksiniz… Bütün bunlardan sonra, kardeş de olabiliriz.”

Duwarmish Kızılderililerinin Reisi,  
Reis  Seattle

Mektupta dikkatimizi vermek zorunda olduğumuz nokta şudur: Peygamberli inanç sahibi, dünyanın bir parçasını satın almak, oradaki canlı-cansız her şeye hükmetmek istiyor,  paganist inanç sahibi ise, toprağı- suyu-havasıyla doğanın, insanlarca alınıp-satılamayacağını vurguluyor.
Peygamberli inanç mı daha mantıklı, paganist inanç mı daha mantıklı?

14- İNSANLIK NEDEN ÇOCUKLARININ GELECEĞİNİ TEHLİKYE ATMAKTA?





Bir Kızılderili şefinin 1.5 asır önceleri gördüğü bir gerçeği bizler bu gün yaşıyoruz.
İnsanlık:
                     Ormanları yakarak, toprak altında yaşayan milyonlarca canlı türünü yakıyor,
                     Zehirli atıklarını denizlere, havaya, toprağa atarak yaşam ortamımızı zehirliyor,  kimyasal dengeyi bozuyor,
                     O ortamlardaki bin-bir çeşit canlıya hayatı cehennem ediyor;
                     Yer altı kaynakları (madenler, vs.) hoyratça işletilerek, bir sürü zehirli atık çevreye yayılıyor, ormanlardaki ağaçlar sararıyor, zehirli kimyasallarla olan dereler sarı-kahve-renkli akıyor,  tüm balıklar, böcekler, vs. ölüyorlar;
                     Doğadaki canlılığın karşılıklı etkileşimlere dayalı olarak geliştiğini dikkate almayarak, binlerce canlı türün yok olmasına neden oluyor,
                     Savaşlarında bombalar atıp, sadece insanları değil, havadaki-topraktaki binlerce canlıyı öldürüyor-yaralıyor-zehirliyor.
                      Vs. vs.
İnsanlık bindiği dalı kesiyor.
Mantıklı görüş sergileyen paganist düşünceli insanlar karşısında, mantıksız davranan peygamberli inançlı insanlar dünyamızda egemen güç haline gelmişlerdir.
Peki insanlık neden doğayı böylesine mahvederek, çocuklarının geleceğini tehlikeye atmakta, parayla dünyayı kontrol eden tepedeki dar bir zümrenin kölesi olmaktadır?

Neden? Neden? Neden?

15-PEYGAMBERLİ  İNANÇ  SİSTEMİNİN  TEMEL ÖZELLİKLERİ

1. ÖZELLİK:

Karşılıklı bağımlık değil, tepedeki birine bağımlılık söz konudur. Böyle olunca da doğadaki ekolojik sistem bozulur ve insanlık çocuklarının geleceğini tehlikeye atmaya başlar.

Peygamberli inanç sisteminde, doğa ve dünya kendi-kendine örgütlenen dinamik bir sistem değildir, varlıkların dışındaki bir güç (Allah) tarafından oluşturulur ve sahiplenilir. İnsanlar da,  onun gönderdiği peygamberlerin sözlerine göre davranırlar.
— Peygamberlere göre Allah:   ışığı (geceyi gündüzü);  yeri – göğü; karalardaki bitkileri -hayvanlar; denizlerdeki hayvanları, havalardaki kuşları yarattıktan sonra,  “YERYÜZÜNDE YAŞAYAN BÜTÜN CANLILARA EGEMEN OLSUN” diye  insanı yaratır (6. Gün). 
Böyle bir hayat görüşü ile yetiştirilen insanlar da, Kızılderili şefinin yazdığı mektuptaki gibi davranır.
Bedenleriyle, doğadaki atomlar-moleküller arasında karşılıklı bir enerji-ağı etkileşimi içinde olduğu bilincinden habersiz olan insanlık, doğayı mahvederek, çocuklarının geleceğini yok edici bir hayat sürdürmektedir.

 2. ÖZELLİK: Tepedeki güç, her şeyin sahibidir ve temsilcileri olan "efendiler" dünyayı parselleyip sahiplenirler ve insanlar bu efendilere hizmet ederler.

Yani "para icat olur, ahlak bozulur."


Peygamberli inanç sisteminde doğadaki etkileyici-yönlendirici güç varlıkların dışındadır. O her şeyin sahibidir. Dünyayı asil-soylu (kutsal-özlü) temsilcileri arasında paylaştırmıştır.  Peygamber denilen aracılar veya elçilerle insanlara nasıl davranmaları gerektiği bilgilerini gönderir. Asil soylular, efendiler sınıfını oluştururlar, sıradan insanlar bu efendilere hizmet için vardır; efendilere ait topraklarda çalışıp, ihtiyaç duyulan her şeyi üretirler; ürettiklerinin çoğunu efendilerine verirler geriye kalan az bir şeyle boğaz tokluğuna yaşarlar. Bu yöntemle, para veya mal-mülk gibi değer-taşıyıcı her şeyin tepedekilerin elinde toplandığı kapitalizm denilen sistemin temeli atılmış olunur.
Statik sistemli, yani tepeye bağımlı ve tepeden yönlendirmeli hayat görüşünün temeli, bu inanç sisteminden kaynaklanır. Güç kuvvet hep tepededir, para denilen değer sistemi, tamamen tepedekilerin denetimindedir.
Bu görüş etkisi altındaki insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır.
Toplumun enerji-birimi olan “paranın” kontrolü, peygamberli görüşü nedeniyle tepedekilerin eline bırakılınca, toplum denilen ortak yaşam sistemi, ortaklık olmaktan çıkmıştır.
Bu insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır. Çünkü doğada tüm varlıkları etkileyip-yönlendiren “enerji” birimleri, hep varlıkların içsel bileşenlerindedir: bedenlerimizin enerji kaynağı hücrelerimizde, hücrelerinki, moleküllerde, moleküllerinki atomlarda, atomlarınki kuantsal-öğelerde. Bu nedenle doğada her şey tabana dayalı ve bağımlı iken, insanlık tepeye bağımlı olmuştur. Tepeye bağımlılığın  ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html  dosyasında gösterilmiştir.
Paranın kontrolü tamamen tepedeki zenginler-kulübünün elinde ve denetimindedir. Toplum hayatı, zenginler-kulübü tarafından etkilenip-yönlendirilen “siyasetçilerle” yönlendirilir. Siyasetçilere neleri nasıl yapacakları ise, hep “tepedekiler” tarafından dikte edilmiştir.

Varlıkları yönlendiren güç enerjiyle oluşur. Peki enerji nerdedir veyahut kimdedir? Statik sistemli doğa görüşünde güç, dolayısıyla enerji tepededir, sahiptedir.  Tarih boyunca çoğu kral veya sultan kendi adına para bastırmış ve bu şekilde güç ve kuvvetin kendinde olduğu sinyalini vermiştir. Bağımlılık tepeye olunca, para denilen ve toplum hayatında hizmet-alışverişini sağlayan unsur da tepedekilerin elinde olur. Dünya genelinde gerçekleşen hizmet-alış-verişlerinde kullanılan “para” biriminin denetimini elinde tutan, dünyayı yönetme-yönlendirme fırsatına kavuşur ve uluslar-arası düzeyde güç-savaşları başlar. Eskiden sadece krallar veya sultanlar tarafından sömürülen halk, bu defa uluslar-arası-para-babaları tarafından da sömürülmeye başlanır. Çünkü hizmet alış-verişlerinde kullanılan “parayı” basıp-çoğaltanlar (krallar veya uluslar-arası-bankacılık-sistemleri vs.)  hiçbir hizmet üretmeden üretilen hizmetlerin takası sırasında anormal kazançlar sağlamaktadır. Tüm bu işlemlerde ise hep en tabandaki halk soyulmaktadır ve bu uyutulmuş zavallılar kesimi hala uyandırılmaya karşı direnç göstermektedir. Para basma hakkının dahi kendinde olduğunu, her şeye müdahil olmasının şart-ve-gerekli olduğunun farkında olmayan halk, maaşı kesilirse:
borç taksitlerini ödeyemeyeceği;
ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. Para atraktör olduğu sürece, insanlar kul-köleliğe mahkumdur. Bunun tek suçlusu ise statik sistemli (yani TBÖlü) hayat görüşüdür.

İnsanlığın sorunlarından kurtulmasının tek yolu, doğadaki oluşum ve gelişimlerin statik sistemli (yani tepeye bağımlı) değil, tabana ve tabandaki öğelerin (insanların) karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarına dayalı olduğu gerçeğidir.

Statik sistemde güç, yani yönlendirici (Allah veya doğal seçici), “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir.
•         Para ile yöneticiler yönlendirilir,
•         Din adamları çıkarları (para) uğruna halkını uyutur,
•         Güvenlik güçleri maaşlarını tepeden aldıklarından, tabandaki halkın çıkarlarını değil, tepedekilerin menfaatlerini gözetecek şekilde halkı baskı altında tutar,
•         Paranın halka dağıtımında denge yoktur, çünkü denge ancak karşılıklı etkileşimin bulunduğu sistemlerde oluşabilir. Dengesizlik hat safhaya ulaşınca, ayaklanmalar, darbeler, vs. ile tepedekiler değiştirilir, (yani “düzenler” değiştirilirler ama “düzülenler” hep aynı kalırlar).
•         Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu vardır: O da “Allah” kavramını doğadaki dinamik sistemli işleyişe göre yorumlamak ve dincilerin çifte standart uygulayarak, kah kuantsal sistemli (tabana, karşılıklı etkileşimlere dayalı) bir güç, tepeden emir verici (harici bir güç) olarak yorumlayarak halkı uyutmasına engel olmaktır.
•         Bu görev bilim-insanlarının yapması gereken bir görevdir, ama onlar da statik sistemle zombileşmiş olduklarından ateist-agnostik, vs. gibi, bilgiye dayalı olamayan görüşlerde ısrarlı olduklarından, yaratılışçılarla olan tartışmalar “sidik yarışına” döner ve yukarıdaki kısır döngü devam eder.
•         Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz. Bu güç sistemini (yani atalarımızın tanrı veya Allah olarak tanımladıkları faktörü) içlerindeki kuantlarda değil, dışlarında kabul edenler, köleliğe mahkumdurlar.



3. ÖZELLİK: PEYGAMBERLİ ALLAH “TARAF-TUTAR”

İnsanı kendine benzer şekilde yaratır, insan bilgi ve bilinç sahibidir; diğer tüm varlıklar yaratıcının oluşturduğu doğa yasalarına birer robot gibi uyarlar.  Yani varlıklar arasında karşılıklı bir etkileşme söz konusu değildir ve güç tamamen varlıkların dışındaki bir yerden kaynaklanmaktadır.
Peygamberli Allah sevdiği insanlarla toplumlara mesajlarını gönderir;  sahiplenicidir, doğa ve dünyadaki her şeyin sahibidir, sahip olduğu dünya nimetlerini kendi arzusuna göre dağıtır. Bazı ırkları diğerlerine tercih eder, örn. İsrail-oğulları ırkını (Semitik) sahiplenir, o ırkı kutsar, zenginlik vaat eder. Hatta o ırk mensuplarını tanıyabilmesi için sünnet olmalarını ister. Bu ırk mensupları günümüzde dünya genelinde PARA piyasasını elinde tutar ve Toplum hayatının kanı olan PARAnın köleleştirici  etkisini kullanarak devletleri yönlendirirler.

Şimdi günümüz fizik bilimi verilerine bakalım.
Doğadaki tüm varlıklar atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bu atom-altı-öğeler ise Fermions (proton, nötron, elektron) ve Bosons (foton, gluon, graviton) adlı iki farklı gruba ayrılırlar. Fermionlar “madde”, bosonlar ise bu maddelerinin birbirleriyle etkileşmelerini sağlayan faktördürler, yani ruhturlar. Fermionlar aynı anda aynı yerde bulunamazlar, yani üst-üste çakışamazlar, bosonlar ise, üst-üste çakışabilirler, yani, faz ve frekanslarının uyumu veya uyumsuzluğuna göre,  etkilerini artırıp-azaltabilirler. Sinyaller uyumlu olduğunda, varlıklar birbirleriyle birleşebilirler ve atom-molekül-hücre-beden gibi gittikçe gelişmiş daha ergonomik üst-sistemler oluştururlar.
Bu olayı açıklamak için insan davranışlarına bakalım. İnsan bedeni bir maddedir, iki insan bedeni aynı anda, aynı yeri paylaşamaz, yani üst-üste çakışamazlar. Ama insanlar birbirleriyle konuşarak, yazışarak, koklaşarak, dokunarak, vs. tarzda sinyallerle haberleşip, etkileşebilirler. Bu etkileşimlerde kullanılan sinyaller birbirleriyle uyumlu iseler, güçlerini-kuvvetlerini üst-üste çakıştırıp, birleşerek, çok ergonomik birliktelikler oluştururlar. Avlanma, ziraat, ev işleri gibi çok farklı işler yapma zorunda olan bir insanın, sürekli bir koşuşturma içinde olması ve dinlenmeye fırsat bulamaması, toplum içinde ise, bu görevlerden sadece birini yapıp, diğer insanlarla ürününü takas etmesi sayesinde çok daha rahat yaşaması gibi. Doğadaki hayat sistemi böyle bir dinamik sistem içinde gerçekleşmekte ve gelişmektedir.

Bu gerçekler karşısında, siz okuyucular karar verin: en eski inanç sistemi olan paganizm gibi dinamik sistemli bir inanç mı,  yoksa (statik)  peygamberli inanç sistemi mi daha mantıklıdır ve günümüz doğa-bilimsel verileriyle uyum içinde düşünülebilir?


4.  ÖZELLİK:

Hayatın Doğum-Ölüm döngüsüyle geliştiğini” anlayamayan Peygamberler,  “cennet-cehennemli bir öteki dünya” tasarlamışlardır.

Neden “öteki dünya” diye bir kavram oluşturulmuştur? Cennet Nerededir?

Bu konu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html

adresinde işlenmişti.

16- “HAYATIN DOĞUM-ÖLÜM DÖNGÜSÜYLE GELİŞTİĞİNİN” BİLİNCİNDE OLAN İNSANLARIN DUASI NASIL OLMALI?
Zaman kavramının anlamının açıklandığı  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html makalesinde gösterildiği üzere, doğadaki varlıkların kimyasal bileşimleri sürekli olarak değişmektedir. Değişimlerin başlangıç noktasını,  doğadaki tüm enerjilerin kaynağı ve en temel canlılık - enerji –öğesi olan kuantlar oluştururlar. Onlardan sonra atom-altı-öğeler denilen proton-nötron-elektron gibi temel öğeler gelirler.  Onların kombinasyonlarıyla yaklaşık 92 temel kimyasal element oluşur.  Ve diğer tüm varlıklar da bu temel kimyasal elementlerin farklı kombinasyonlarından oluşurlar.
Değişimlerin nedeni ise, yine aynı makalede açıklanan, enerjinin daha ergonomik şekilde kullanılmasına yönelik evrensel gidişattır (Chaisson-diyagramı).  Bu yönelimi anlamak için şu gelişimi hatırlayın. 2-3 asır önceleri 20 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşımak için onlarca at-arabası ve haftalarca zaman gerekiyordu. Günümüzde bu işi, bir kamyonla 5-6 saate gerçekleştiriyoruz. At-arabası da, kamyon da aynı atom-ve moleküllerden oluşmaktadırlar; tek fark, bu bileşenlerin farklı şekilde kombinasyonlara sokulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Evrenimizde de durum aynıdır; her şey proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğelerden oluşmaktadır, ama bu öğelerin kombinasyon şekillerinin değiştirilmesiyle, daha ergonomik yapısallaşmalar ortaya çıkmakta, enerji-akışı-yoğunluğu gittikçe artırılmaktadır. Bu olaylar ise hep bilgi ile olmaktadır.  Hayat dediğimiz şey evrensel sistemdeki bilgi oluşumuna paralel bu değişim-dönüşümlerdir. Doğadaki bu gittikçe gelişen-evrimleşen sistem, information & self-organisation olarak özetlenen “Dinamik Sistemler Fiziğinin” konusunu oluşturmuştur.

Her varlık, yaşamının devamı için enerjiye ihtiyaç duyduğundan, enerji ise, kimyasal bileşimlerin değiştirilmeleri nedeniyle sürekli yeni yapısallaşmalara aktarıldığından, her varlık sürekli olarak çevresindeki diğer gelişimleri-değişimleri takip edip, enerjisini nereden daha uygun şekilde elde edebileceğinin arayışları içinde olmaktadır.
Varlıklar bağımlı oldukları değişim-dönüşüm döngülerini  birer iç-saat oluşturarak kayıt altına alırlar. Bu iç saatlerini de sürekli olarak, yeni değişimleri dikkate alarak düzeltirler. Örneğin, bizler ve diğer çoğu canlılar, güneş ışığına ve enerjisine bağımlı olduğumuzdan, bedenimizde 24 saatte bir değiştirilen moleküler osilasyon (döngü) bulunmaktadır.  Bedenimizdeki “melatonin” denilen bir hormonun miktarı 24 saatlik bir döngü içerisinde artırılıp-azaltılmakta, bizler de bedenimizdeki bu kimyasal değişimlere uygun olarak, uyumakta veya uyanmaktayız. 

Doğa her gün yeniden canlanıp-örgütlenir. Bu nedenle her varlığım ömrü sınırlıdır. Bir varlık ölünce, kurtçuklar(K), mantarlar(M) ve bakteriler(B) gibi organizmalarca, moleküllerine-atomlarına kadar parçalanırlar.  Değişen enerji yoğunluğuna göre, atomlar, elektron-pozitron tünellemeleriyle güncelleşirler ve tekrar etkileşerek, yeni molekül kombinasyonları oluştururlar. Doğa yeniden re-organizasyona uğrar. Yeni oluşacak hücreler, bu yeni kombinasyonlarla hayatı yeniden canlandırırlar. Varlıklar değişim-dönüşümleri takip ederek geleceklerini planlarlar,  aktiftirler ve kaderlerini  belirler.  İnsanlar da aktif olmak ve kaderlerini kendileri belirlemek zorundadırlar.
Her varlık için bir doğum-ölüm döngüsü söz konusudur, çünkü varlıkların oluşumu enerjiye bağlıdır. Enerji ise kuantsal kökenlidir ve “yapılsın-yıkılsın”  şeklinde sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Kuantsal sistemin böyle bir sürekli değişim-dönüşüm içinde olması, onların kombinasyonlarından oluşan tüm diğer doğa varlıklarının da otomatik olarak sürekli değişip-dönüşmesini gerektirmektedir.
Doğum ölüm döngüsü, madde oluşumunun başlangıcından beri var. Örneğin bir atom çekirdeğinin var olması, proton ve nötron arasında sürekli bir değişim-dönüşüm (doğum-ölüm) döngüsü sayesinde sağlanıyor.
Atomlar enerji durumuna göre elektron-pozitron tünellemeleriyle birbirlerine dönüşüyorlar, bu şekilde doğadaki atomik kompozisyon sürekli değişiyor. 
Atom oranlarının değişmesi, onlardan oluşan molekülleri etkiliyor ve bu nedenle milyonlarca farklı türde kimyasal reaksiyon gerçekleşiyor. Böylelikle dinamik sistemli (yani sürekli değişim-dönüşüm içinde) bir doğa oluşuyor.
Tabanı oluşturan atom-altı-öğelerin, dinamik sistemlerin çok çeşitli ve farklı üst-sistemlerini oluşturabilmeleri için,
● üst-sistemin ihtiyaçları doğrultusunda “Simetrilerinin Kırılması”
● sistemin gerektirdiği şekilde davranmalarının sağlanması için “Köleleştirilme”
● sisteme ait yapısallaşmanın (kimyasal bileşimin) korunması için “Sabitleştirme” (solidification)
 gibi temel değişiklikler geçirmesi gerekiyor (Haken 2000). Bu işlemler “SimKırKölSab” kısaltması ile özetlenmiş olsun.
Atomlar oluşurken, atom-altı-öğelerde SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.
Moleküller oluşurken, atomlarda SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.
Hücreler oluşurken, moleküllerde SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.
Bedenler oluşurken, hücrelerde SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor.

Bu nedenle her varlığın bir ömrü olmak zorunda, çünkü tabandaki öğelerde gerçekleşen SimKırKölSab olayları, oluşum zamanındaki duruma göre gerçekleşmiştir. Halbuki, o varlığın oluşumundan sonra çevredeki diğer varlıklarda değişim-dönüşümler olmuş, bir sürü yeni yapılar ortaya çıkmıştır. Yani doğa her gün yeniden doğmuş-yeniden yapısallaşmıştır. Dolayısıyla, bedendeki hücreler-moleküller-atomlar zaman geçtikçe, çevredeki değişim-dönüşümlerle rezonansa girmekte zorlanırlar, çünkü onların bileşenlerinin SimKırKölSab oluşumları eskide kalmıştır. Bu nedenle varlıklar ölmek ve kurtçuklar, mantarlar ve bakteriler gibi organizmalarca, moleküllerine-atomlarına kadar parçalanmak zorundadırlar. Bedenlerimizin parçaları olan bu atomlar-moleküller, doğadaki değişim-dönüşümlere uygun olarak yeniden kalibre olurlar ve doğanın yeniden re-organize olmasında devreye girerek, doğayı yeniden oluşturmaya devam ederler. Bu kalibrasyon olayında, ölen varlığın parçalarında depolanmış “bilgi” faktörü de rol oynar, çünkü “bilgi” “boson” türündedir ve doğadaki tüm bosonik öğeler birbirlerinin etkisini artırıcı veya eksiltici rol oynarlar. Yani, insanların oluşturdukları bilgiler, doğal sistemle geri beslenmeli bir etkileşim içindedir. Dolayısıyla ölüm bir yok-olma değil, doğaya geri dönüş olayı söz konusudur. Taziye mesajlarını bu görüşe uygun olarak, “toprağı bol olsun veya   geleceğimizin daha iyi olması umuduyla”” gibi değiştirmek çok daha anlamlı olur.

Devamı

3 yorum:

  1. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil