3.- Ne neye, kim kime
bağımlı olarak gelişir?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için,
bedenimizle hücrelerimiz arasındaki ilişkiye bir göz atalım.
3.1-Alt-sistem – Üst-sistem İlişkileri
Bedenimizdeki HPA ekseni
Arkadaşınız hasta ve ateşi var.
Ateşini
sürekli takip
etmek için de
kulağına dijital bir
termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu
rahatlatmak ve ortamın
streslerinden uzaklaştırmak
için piknik
yapmaya karar verip, orman kıyısındaki çimenler üzerinde
sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz; mideleriniz doldu ve
bedeninizdeki tüm kan, aşırı faaliyet göstermek zorunda olan
sindirim sistemi hücrelerine
tahsis edildi. Diğer organlarınızdan kan çekilince bedeninizde
bir gevşeme
duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız.
Tam böylesine
rahatladığınız ve gevşediğiniz
anda, ormanın
kenarından bir
vahşi
ayının size doğru
yaklaştığını gördünüz.
Bakın şimdi ne olur... Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde
bir düşünme sistemi içine girmeden,
bedeninizdeki “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal
= HPA- ekseni”
harekete geçer.
Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen “pitiutary” (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini
söyler. Bunun üzerine “pitiutary”
(P) kan dolaşım sistemine
"adrenocorticotropic hormones (ACTH) " salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin
karar vermesi için
gerekli ayarlamalara başlar.
Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan
hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki
sistemdir, tüm
enerji onlara tahsis edilmelidir.
Bu arada gözünüz arkadaşınızın kulağındaki termometreye
takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan
ateşinin
o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu
fark etti!
Peki, ne oldu da arkadaşınızın ateşi
aniden düşüverdi?
Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz,
tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi
bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji
harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T)
bezine sinyal gönderilerek
“bağışıklık sistemi
faaliyetlerini durdur”
mesajı verilir.
Yani tehlike alarmı verilen bir bedende,
o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji
harcamasını durdururlar. Ateşi olan
bir insanın ateşi düşer!
Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda
bir karar alınır. Yani çok önemli konularda, “bilinçaltı” dediğimiz hücresel etkileşim
sistemi devreye girer. Bilinçaltı ve bilinç devrelerinin nasıl ayrımlaştığı konusunda ayrıntılı bilgiler, daha
sonraki bir bölümde verilecektir.
Çıkartılacak Sonuç:
Doğada her şey, içindeki
bileşenlerine
bağımlıdır. Bu durumun sadece
hücre-beden arası ilişkilerde
değil,
doğadaki
tüm oluşum ve
gelişimlerde
böyle olduğu “Theory of Integrated
Levels” = Tümleşik
Sistemler Teorisi; 1954’de
Feibleman tarafından teorik olarak da ispatlanmıştır.
(Hücre-beden)
Alt-sistem – üst-sistem ilişkileri
olarak bilinen bu ilkeler önceki
bölümlerde
açıklanmıştı.
3.2.-Varlıklar Neden Birbirlerine Bağımlıdırlar?
Doğadaki
tüm olaylar
varlıkların kendi aralarında gerçekleşen
etkileşimlere
(haberleşmelere)
göre gelişirler
ve doğadaki
her şeyde
bir döngü vardır. Her şey bir
önceki evredeki
bir olaya veya öğelere
bağımlı olarak oluşup
gelişir.
Bir
örnekle olayı açıklamaya başlayalım.
Dünyamız
24 saatlik bir gece-gündüz döngüsü yaşar. Bu süreçte
dünyamızın herhangi bir
noktasına düşen
enerji miktarı,
bir maksimum-minimum döngüsüne uğrar.
Şekil: Doğadaki
her şeyde bir döngü
vardır
|
Bir küçük gölümüz olsun. Bu
göldeki yaşam
sistemine bakalım.
Yaşam
sisteminin en temelinde fitoplankton denilen ve güneş
enerjisini depolayıp
şekere
dönüştürerek fotosentez
olayını gerçekleştiren
tek hücreli
canlılar
bulunurlar. Fitoplanktonlar güneş
enerjisine bağlı
olarak yaşarlar.
Dolayısıyla, o noktadaki
fitoplankton miktarı,
dünyanın dönmesine dayalı bu 24 saatlik döngüye uygun olarak
artar veya azalır; dolayısıyla bir dalgalanma gösterir. Şekil 12.1’de gösterilen bu
dalgalanmaya ‘Fitoplankton Yaşam Dalgası (FYD)’
diyelim. Bu dalganın bir boyu ve bir amplitüdü vardır. Amplitüdü depolanan güneş
enerjisi miktarına,
boyu ise, dünyanın dönmesine bağlı olarak değişir.
Zooplanktonlar
fitoplanktonlardan beslenirler; fitoplanktonlar dalgalanma gösterdiğinden,
zooplanktonlarda da dalgalanma oluşacaktır. Midyeler, mercanlar, balıklar, vs.
planktonlardan beslenirler; dolayısıyla onlarda da bir
dalgalanma görülecektir. Dolayısıyla, doğadaki her canlının
yaşamı dalgalanmalar göstermek zorundadır. Bu oluşumlarda,
birincil sistemdeki dalgalanma basit bir sinüs eğrisi şeklinde iken, ikincil-üçüncül-vs. sistemlere doğru,
kaynak miktarı
arttığından, dalgalanma eğrisinin
şekli
de gittikçe değişecektir.
Her canlının bağlı olduğu
temel besin kaynağının hangi aralıklarda bir temel döngü gösterdiğine bağlı olarak, sonraki
halkanın
dalgalanma periyodu da değişimlere uğrar.
Bu nedenlerle,
her yeni oluşan
sistem, bir önceki evredeki olay ve öğelere bağımlı olmak zorundadır. En temeldeki öğeler
olan atom-altı
parçacıkları ise, saniyenin
trilyonlarda birlik süreçleriyle ölçülen döngülere sahiptirler.
Bunun sonucu olarak, atom-altı
parçacıklardan oluşan tüm büyük üst-sistemler,
bu en temel döngü sistemlerine bağımlıdırlar ve belli ömürleri olmak zorundadır.
Tüm varlıklar, oluştukları andan itibaren, diğer tüm varlıklarla karşılıklı etkileşim içine girdiklerinden, önceki varlığın çevresinden etkilenme
derecesi, her yeni bir varlık oluşumundan sonra değişmek zorundadır.
Doğadaki
her şeyde
bir döngü olduğunu
biliyoruz. Zaman dediğimiz olgu doğadaki bu döngülerin
zorunlu bir sonucu olarak
oluşmaktadır. Her varlığın bu gün etkileştiği
sinyal, dünkü sinyalden farklıdır.
Şekil:
Her yeni bir varlığın oluşumu, bir önceki
varlığın
yaşam sisteminde de değişikliğe yol açar ve
o varlığın
ikinci gün oluşturacağı çevre
algılama eğrisinde
de değişiklikler
oluşur.
Örn. İlk oluşan bir
fitoplankton, başlangıçta sadece güneş enerjisi, su, CO2 vs. faktörlerini dikkate alacak şekilde
bir sinyal sistemi oluşturup, bu sinyale göre
çevresi ile
etkileşirken:
i-) İkinci,
3., n.ci fitoplanktonların
oluşumlarından sonra, bu yeni öğeleri
de değerlendirmeye
alarak yaşamak
zorunda olduğundan,
çevresiyle oluşturacağı etkileşim
sinyallerinde farklılıklar oluşmak
zorundadır;
ii-
Zooplanktonların ortaya çıkması ile kendisini yiyen bir başka
varlıktan da
etkilenmeye başlayacağından,
çevresiyle
etkileştiği
sinyal sisteminde değişiklikler oluşturmak zorundadır. Bu nedenle, her yeni bir varlık oluşumundan
sonra, tüm varlıklar çevrelerini yeniden
tarayarak yeni bilgiler oluşturmak ve bu yeni bilgilere göre, yeniden yapısallaşmak zorundadırlar. Bu nedenle tavuk-yumurta türünde bir değişim-dönüşümleri algılama ve ona göre yeniden yapısallaşma
ortaya çıkmıştır.
“Bilgi oluştur ve bu bilgilere göre örgütlen” temel dürtüsü, “her gün” yeniden devreye
girer ve varlıklar
çevrelerini algılayarak yeniden
yapısallaşırlar.
Her yeni oluşan
sistem, daha önceden
var olan sistemlerden beslenip, enerjisini onlardan temin ederken, önceki sistemler de
zorunlu olarak bu yeni oluşan sistemden etkilenirler ve bu nedenle döngülerinde (yani çevreleriyle etkileşim
sinyallerinde) değişiklikler yapmak zorundadırlar.
Bu nedenle
tavuk-yumurta türünde alt-üst sistem ilişkileri ortaya çıkar ve tüm
sistemler karşılıklı olarak birbirlerini
etkileyici bir yaşam döngüsü içine girerler. Bu karşılıklı etkileşim
sistemleri nedeniyle, varlıkların sürekli olarak birbirlerinin oluşturdukları yenilikleri takip
edip, değişen
yeniliklere göre,
kendi yapısallaşmalarında yeniden düzenlemeler yapmaları kaçınılmaz olur.
Her varlık,
çevresinde gerçekleşen her değişim-dönüşüm döngüsünden sonra,
çevresini yeniden değerlendirip, yeniden örgütlenmek zorundadır.
Her bir varlığa ait
sinyal sistemleri farklı birer dalga türü oluştururlar ve bu dalgalanmalar üst-üste çakışarak
karmaşık bir sinyal-dağılım alanları oluşumuna
yol açarlar.
Bunların
sonucunda da, dünyamızın hiçbir yerindeki sinyal
durumu, bir gün
öncesindekine
benzemez ve hep farklılıklar
arz eder. Bu nedenle, dünyamızın herhangi bir noktasındaki birbirini takip eden
iki güne ait enerji miktarı dalgalanması bir önceki günle aynı olmaz.
Canlılar âlemindeki bu döngü
ve dalgalanmalar cansızlar âleminde de aynen vardır.
Şekil:
Geleneksel fizikçiler zaman kavramını
sürekli aynı kabul ederek hatalı
bir teorik yaklaşımda
bulunmaktadırlar.
Örn. Bir elektronun enerji durumu da, sürekli olarak değişmektedir. Ancak
geleneksel fizikçiler doğadaki kuvvet sistemi oluşumlarının zaman ve mekân olgularından bağımsız olarak geliştiği
varsayımına dayanarak teorik
fizik ilkelerini hesapladıklarından dolayı, foton, elektron,
proton, nötron
gibi maddenin temel parçacıklarındaki sinyal durumu
değişimlerini,
zaman ve mekândan
bağımsız
ve sürekli aynı tekrarlanmalar şeklinde tasarlamışlardır. Aynen bir saatin yelkovanlarının, dönüp-dolaşıp, aynı yerden tekrar başlamaları gibi şekilde
görüldüğü türde tasarlayıp, hesaplamalar yapmışlardır. Yani klasik fizikçilerin görüşüne göre, (B) noktasında
başlayan
bir değişim-dönüşüm, (K), (D), (G)
noktalarından
geçip, bir
turluk bir döngüyü tamamladıktan sonra ulaştığı noktada, tüm özellikleri ile eski
(B) noktasının tamamen aynısıdır.
Oysa elektronlar zaman içinde sürekli olarak hem nötrino gibi daha küçük
boyutlu öğeler
tarafından sürekli olarak
etkilenmekte, hem de diğer kimyasal bileşiklerden gelen sinyallerle (fotonlar) sürekli etkileşmektedir.
Doğa
sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olduğundan,
doğadaki
diğer
varlıklardaki
değişimlerle,
söz konusu elektron arasında da information alış-verişi gerçekleşmiş, information düzeyi zaman içinde artan eksponansiyel bir gelişime
sahip olduğundan,
elektronun information düzeyi
de otomatik olarak bu artıştan
nasibini almak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla (B)den başlanan
bir tur sonunda varılan
noktadaki durumda (B’)
diye başka
bir durum söz
konusudur. Onun için
şekli
altta görüldüğü gibi göstermek gerekir:
Şekil: Geleneksel fizikçilerin
zaman kavramı anlayışı, zamanı
izotrop algıladıklarından dolayı hatalıdır, çünkü “dün ile
bu gün” arasında çok değişim dönüşüm olmuş, varlıklar
arası etkileşim
oranları değişmiştir.
Termodinamiğin 2.
yasası olarak
bilinen entropi ilkesi, doğayı
“kapalı” sistem olarak
kabul ettiğinden,
doğada
düzensizliğe doğru bir
gidiş
olması gerektiğini
ileri sürer. Hâlbuki doğada hiçbir “kapalı” sistem yoktur, çünkü tüm sistemler arasında karşılıklı bir sinyal (foton,
enerji) alış verişi
bulunmaktadır.
Bu durumda o
ortamdaki foton, elektron, vs. gibi tüm alt-sistem parçacıkların sinyal
türlerinde de değişiklikler olmak zorundadır, çünkü ortama glikoz, oksijen gibi
yeni moleküller girmiş, buna karşın
CO2 ve H2O moleküllerinin sayısı azalmıştır.
Dolayısıyla ortamdaki bir
yapısallaşma değişimi,
geri beslenmeli olarak atom altı
parçacıklara kadar geri
yansımaktadır.
Doğadaki
değişim dönüşümler atom-altı parçacıklarda var olan
minimum-maksimum değerleri arası
dalgalanmalarla başlarlar. Atomlar bu parçacıkların kombinasyonlarından oluştuklarından dolayı atom-altı-parçacıklardan beslenmiş
olurlar. Moleküller, atomlarla beslenirler; hücreler (mineralojik ve biyolojik
anlamda) moleküllerden ve daha küçük öğelerden beslenirler. Ve bu beslenme
zinciri, fitoplankton –
zooplankton – küçük hayvanlar – büyük hayvanlar şeklinde
devam eder-gider. En temeldeki öğenin enerji durumunda bir dalgalanma söz konusu olduğundan,
ondan beslenen üst-sistemlere
doğru
bu dalgalanma etkisi, karmaşıklaşarak
devam eder. Her varlık,
tabanda bağımlı olduğu öğelerdeki
enerji dalgalanması
zamanlamalarını takip etmek ve
ondaki maksimum enerji durumuna göre kendisini ayarlamak zorundadır. Bu nedenle
doğada
zaman içinde düzen oluşumuna
doğru
bir gelişim
oluşmaktadır.
Döngülerin Yararı:
Sistemlerin Geri Beslenmeli Olarak, Çevresel Sistemlerle Uyum İçine Sokulması
Tavuk-yumurta
etkileşimli
doğal
sistemde, üst
sistem (tavuk) tamamen alt sisteme (hücre
=yumurta) bağımlıdır. Her alt sistemin
de tekrar bir alt sistemi olduğundan, tabana bağımlılık, maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam eder.
Bu nedenledir ki, biz insanların bedenleri, bedenimizin gerek başlangıçtaki yapımında, gerek daha
sonraki işletim
evrelerinde ve bakımında, temel amino
asitler olarak bilinen
Valin, Leucin, İsoleucin,
Threonin, Methionin, Arginin, Lysine, Phenylalanin ve Tryptophan
isimli amino asitlerini belli hayvan
veya bitki ürünlerini yiyerek sağlayabiliriz. Çünkü
bizlerin bedenleri bu amino-asitlerini oluşturmaktan acizdir. Dolayısıyla bizlerin hayatı, tamamen bu
amino-asitlerini sentezleyen
bitki veya hayvan türlerinin
yaşamlarına bağlıdır. Örneğin gözlerimizin görme-yeteneği,
rhodopsin denilen bir molekülün, ışık-enerjisinden
etkilenerek, “fosfatlama” denilen bir tür enerji dönüştürücülüğü görevini yerine
getirmesine bağlıdır. Rhodopsin
proteinin oluşturulabilinmesi içinse,
lysine gibi amino asitlerinin bedende bulunması gerekir. Bu lysine molekülleri
ise, insan bedeninde oluşturulamamaktadır
ve mutlaka bir bitki veya hayvandan alınması gerekmektedir.
Şekil:
Bakteriler belli süreçler
sonunda parçalanıp, bedendeki
eski molekülleri yerine, çevrelerinden çevre koşullarına
uyumlu yeni moleküller aldıkça, çevrelerine
daha uyumlu hale gelirler ve daha kolay çoğalabilirler.
Görüldüğü üzere, çevremizde belli türlerde molekülleri üreten canlıları yok veya hasta
edersek, sağlığımızla ilgili bir sürü
sorun ortaya çıkmasına neden oluruz. Çevremizdeki canlılar hasta olurlarsa, biz
de hasta oluruz, onlar yok olurlarsa, biz de yok oluruz.
Hayvanların yaşamı, bitkilerin yaşamına bağlıdır; bitkilerin yaşamı, bakteri, alg gibi
daha basit canlıların yaşamlarına
bağlıdır. En temeldeki
bakterilerin yaşamı
da, tekrar cansız
varlıklar
olarak bilinen, su, CO2, vs türde
moleküllere bağımlıdır. Bu bağımlılığın nasıl olduğunu
anlamak için şu
deneyin sonuçlarına bakalım.
Bakteriler yaşlandıklarında, ikiye bölünerek
çoğalırlar. Bu bölünme sırasında, yaşlı bakterinin iki
kutbuna (sarı),
yeni moleküller
eklenerek (mavi), yeni yavrular oluşturulur.
Bu yeni 2
yavru tekrar bölündüklerinde, oluşacak 4 yavru bakteriden ikisi genel
hatlarıyla yaşlı bakteri
malzemelerinden oluşurken (sarı),
diğer
ikisi çevredeki
malzemelerin sisteme eklenmeleriyle oluşurlar (mavi).
Bu dört yavru
farklı flüoresanlı boyalarla işaretlenerek çoğalmaları için
uygun bir ortama bırakılmışlar ve
nasıl çoğaldıkları izlenmeye başlanmıştır. Sonuç altta sunulan şekildeki
gibi olmuştur.
Sarımtırak renkte gösterilen ve
malzemesinin çoğunluğu yaşlı bakteriden gelen
yavrular çok az
çoğalabilirlerken,
malzemesinin çoğunluğu çevreden yeni alınan maddelerden oluşan
yavrular (mavi) çok
daha hızlı bir çoğalma göstermişlerdir.
(Ferber (2005))
En basit canlı
türü olan bakterilerin ömürlerinin ve çoğalma yeteneklerinin ne derecede çevredeki cansız dediğimiz
maddelere bağlı olduğunu görmek, değişim-dönüşümlü doğal sistem
içinde ömür denilen süreçlerin
neden gerekli olduğunu anlamak için
yeterlidir.
Zamanlama doğal olayların oluşumlarında çok çok önemlidir
Doğadaki
tüm canlılar, beslenme
kaynaklarının enerji potansiyeli
değişim-dönüşümlerini en hassas şekilde
saptamaya özen
gösterirler.
Bir-iki örnek vererek bunu gösterelim:
Baştankara (Parus
major) denilen serçe türü üzerine yapılan araştırmalarda,
bu kuşların Hollanda ve İngiltere’de, yaklaşık 23 Nisan’da yumurtladıkları, yaklaşık 15 Mayıs’ta yumurtalardan civcivlerin çıktığı ve 2 Haziran’da da
erginleşerek
uçmaya başladıkları saptanmıştır (Fitter &
Fitter 2002, Grossman 2004). Bu kuşların temel besin kaynağını
kurtçuklar oluşturur,
özellikle de meşe sürgünleriyle beslenen
bir güvenin
kurtçukları. Bu kurtçukların sayısal artış maksimumunun 28 Mayısa denk geldiği
saptanmıştır. Bu tarih ise, söz konusu serçe yavrularının en fazla besine
ihtiyaç
duydukları
zaman aralığı ile tam bir çakışma gösterir. Bu durumda,
serçe yavruları iyi beslenecek ve çoğalacaklardır. Peki bu çakışma nasıl sağlanmaktadır?
Baştankaralar
yumurtlama zamanlarını, ilk-bahar başlangıcı ısısına göre ayarlamaktadırlar. Güve yumurtalarından kurtçuk çıkışı ise iki ayrı faktörün kombinasyonuna göre olmaktadır: Kış ve
ilk-baharda donma görülen gün sayıları ve kış-sonu
+ bahar başlangıcındaki sıcaklık değerlerinin
birlikte değerlendirilmesine
göre. Meşe ağaçlarının tomurcuklanma
zamanlarının tayininde ise, diğer bazı faktörler yanı sıra, önceki yılın baharının sonlarındaki sıcaklık değerlerinin
rol oynadığı belirlenmiştir.
Görüldüğü üzere, bitkisinden
tutun, kurtçuğuna,
kuşuna
kadar, tüm canlılar, doğadaki
değişim-dönüşüm döngülerinin farkındadırlar ve bu döngüleri
saptayabildikleri kadar hassas bir şekilde belirlemeye ve ona göre yaşam döngülerini oluşturmaya
çalışmaktadırlar. Milyonlarca yıllık yaşam
tarihi verileri, onlara oldukça
sağlıklı bir değişim-dönüşüm zamanlaması saptama kaynağı sunmaktadır. Hayat
sistemindeki enerji girdisinin ana kaynağını güneş
enerjisi oluşturduğundan,
çoğu canlılar, ya ışık miktarındaki
dalgalanmaları, ya sıcaklık değerlerindeki dalgalanmaları saptayıcı mekanizmalar oluşturarak,
bağlı oldukları temel besin kaynağının en bol olduğu
zamanı
saptamaya ve yaşamlarını ona göre ayarlamaya gayret
etmektedirler.
Her canlı, belli
türlerde başka
canlılara dayalı olarak yaşadığından ve en temeldeki
canlılar da, günlük-aylık veya yıllık enerji girdisi
dalgalanmalarına
uygun olarak dalgalanma gösteren
bir yaşam
döngüsüne sahip olduklarından, sonuçta tüm canlıların yaşamında bir dalgalanma
görülür. Belli aralıklarla sayıları artar ve azalır. Canlı sayısındaki
artma-azalma ölüm ve doğumlarla sağlandığından, hayat
sistemlerindeki doğum ve ölümlerin temel
nedeninin, doğadaki enerji sistemindeki dalgalanmalara bağlı olduğu anlaşılır.
Bizler belli
bir coğrafik
sınırlar içinde yaşıyoruz. Bu sınırlar içindeki doğal
kaynaklar sınırlıdır. Bu sınırlı doğal
kaynakları en
ekonomik şekilde
kullanacak yaşam tarzı,
en rahat yaşam
düzeyine sahip
olur.
Bilginin Artışına Dayalı Olarak, Karşılıklı Etkileşimler Sonucu Doğada Sürekli Yeni Formlar, Yeni Yapısallaşmalar Çıkar
İnsanlık kültüründe, yaklaşık 8-10 bin yıl önceleri tekerlek keşfedilir.
Bu bilgi, tekerleklerin önüne bir (çift) at koşulması bilgisiyle birleştirilerek,
at-arabaları
oluşturulur.
Sonraki nesillerde, bilgilerde sürekli
değişimler
olur; ağaçtan tekerleklerin
yerini, önce
madeni tekerlekler, sonra lastik tekerlekler alır. Atların
yerini ise motorlar alır
ve günümüzdeki modern- hızlı
arabalar, uçaklar, vs. ortaya çıkarlar.
Şekil:
Bilginin gelişmesine bağlı olarak maddeler
yeni kombinasyonlara sokularak, yeni nesneler oluşturulurlar
Böylece
bilgi evrimleşerek devam eder ve bu bilgilere göre de, varlıkların şekilleri sürekli değiştirilir.
Yani dünyamızda evrimleşen ve
gelişen
şey
bilgidir. “Bilgi”ler “düzen ölçütleri” olarak maddelerin
değişik şekillerde
kombinasyon oluşumlarına
yansıtılırlar.
Canlılar alemindeki bilgi
gelişimi ve yeni canlı türleri
oluşumu da aynen böyle olur
Şekil:
Canlı varlıkların
şekilleri de, bilgi düzeyindeki
gelişimlere bağlı
olarak, atom ve moleküllerin değişik şekillerde kombinasyonlara sokulması
sonucu oluşurlar.
Denizel ortama
özgü (a) şeklinde
bir balığı ele alalım. Çevrede değişimler
oluşup,
bataklık gibi
ortamlarda bazı
bitkiler büyümeye başladılarsa, bu durumda,
(a) balığı çevredeki bu değişimleri,
hücrelerine
aktarır. Dış
ortamda bazı önemli değişiklikler
olduğunu
öğrenen
hücreler, eski
bilgilerde değişiklikler yapıp, bu ortamda yaşayabilecek
yeni bir gövde
tasarımı gerçekleştirirler
ve (b) tipinde bir canlı
ortaya çıkar.
Bu şekilde,
yeni bir “tavuk”, atası tavuk olmayan bir
yumurtadan oluşmuş olur!
Moleküller de Çevrelerinden
Kendilerine Gelen Sinyallere Göre Yapılarını Değiştirirler
Peki, cansız
dediğimiz
maddeler doğadaki
değişim-dönüşümlerden nasıl etkileniyorlar ve
bileşimlerinde
nasıl değişiklikler
oluşuyor?
H2O veya
CO2 gibi görünüşe göre
sabit yapılı bir molekülün yapısı, aslında o
kadar da sabit değildir. Şöyle
ki:
Doğadaki
değişim-dönüşümler sonucu, sürekli yeni
radyasyonlar çevreye
yayılır ve bu radyasyonlar
tüm moleküllerin elektron,
proton, nötron
gibi öğelerinin
spin, polarizasyon, enerji durumları
vs. gibi özelliklerinde değişiklikler yapar. Bu nedenledir ki, aynı saf sudan alınmış iki
damla su örneği, değişik türde radyasyonlara uğratılıp, sonra dondurulup,
oluşan
su kristallerinin resmi çekildiğinde, şekilde
gösterilen türde farklı görüntüler sunar.
Şekil:
Su molekülleri çevrelerindeki
sinyallere göre yapılarında
değişiklikler
yaparlar. (Emoto (2002)).
Aynı saf sudan
alınmış
su damlaları,
değişik türde ses dalgaları etkisi altında tutulduktan
sonra, aniden dondurulup, kristal şekilleri incelendiğinde, su moleküllerinin farklı ses dalgaları etkisi altında farklı türlerde bir yapısallaşma gösterdikleri saptanmıştır. (Emoto (2002a,
b).
- Üstteki güzel buz
kristali, Beethoven’in Pastorale senfonisinden gelen sinyaller etkisi altında
kalan saf suyun kristalleştirilmesi sonucu,
- Alttaki
çarpık yapılı buz kristali ise, gürültü müziği sinyalleri etkisi altında tutulan saf
suyun kristalleştirilmesi sonucu oluşmuştur.
Bu olay açıkça,
doğadaki
tüm varlıkların bulundukları ortamla sürekli şekilde
geri-beslenmeli olarak ilişki içinde
olduklarının güzel bir delilidir.
Canlı
varlıklar ölüm ve doğum aşamaları
ile, atomlarına-moleküllerine kadar ayrışarak, çevre koşulları, çevre radyasyonları, enerji durumları, vs gibi faktörlerce onlarla
uyumlu hale gelirler. Bedenlerin ayrışmasıyla doğrudan çevre faktörleri
ile etkileşim
içine giren bu
moleküller,
daha sonraları
tekrar bir canlı
bedeninin bileşimine girdiklerinde, o canlının
çevre koşullarına daha uyumlu olmasını sağlarlar.
Tüm varlıklar
ölmek ve parçalarına ayrışmak ve belli aralıklarla
tekrar yeniden düzenlenmek
zorundadırlar. Çünkü düzen-ölçütleri sadece o
sistem için geçerlidirler ve o
sisteme ait tüm
alt birimleri köleleştirmiş
durumdadırlar.
Bu nedenle o sistem dağılmadığı sürece, o sisteme ait
parçalar, çevre sistemleri ile
etkileşerek
evrensel ölçekli bilgi alış-verişi gerçekleştiremezler.
Bizler ölmek, hücrelerimize, moleküllerimize ayrışmak
zorundayız, çünkü hücreler,
amino-asitler çeşitli
bitki, hayvan ve diğer mikro-organizmaların çevreyle etkileşimleriyle yeniden düzenlenmektedirler.
Organik ve anorganik moleküller
de atomik bileşenlerine ayrılıp, yeniden değişik
izotop-bileşimleri,
değişik
enerji düzeyleri,
değişik
spin ve polarizasyon düzeyleriyle,
değişik
sinyal (yani değişik bilgi) düzeylerine
dönüşmek
zorundadırlar, çünkü evrensel ölçekte birbirleriyle sürekli karşılıklı etkileşim içindedirler. Bu
nedenle, en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm varlıkların birer ömrü bulunmak zorundadır.
Özet
olarak: Doğadaki
tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirleri
ile etkileşim
içindedirler.
Herhangi bir düzeyde,
herhangi bir sistemde yapılan
bir değişiklik,
tüm diğer düzeyleri ve
sistemleri de etkiler. Dolayısıyla tüm varlıkların kaderleri kendi
aralarındaki
karşılıklı etkileşimlere
bağlıdır ve kendi
ellerindedir.
En Temel Bilgi Depolayıcıları Kuantsal Öğelerdir
Johnston (2007)’un
vurguladığı üzere, “Doğadaki
normal bir varlık,
örneğin bir
taş
parçası, önce hafifçe ısıtılıp, sonra tekrar eski
ısısına dönecek şekilde
bir değişimden
geçerse, bu taş parçasının ısıtıldıktan sonra soğuduğu hakkında kayaç bize bir bilgi
vermez. Ama aynı
durum elektron gibi bir kuantsal öğenin
başına gelse, elektron
başından geçen bu ısınma ve soğuma döngüsü hakkındaki bilgiyi
depolar. Bu bilgi, Michael Berry’nin 1984’de öngördüğü şekilde,
elektronun salınım fazında saklanır.”
Her şey
atom-altı-parçacıklarından oluştuğundan,
elektron, proton gibi atom-altı-parçacıkları oluşturdukları molekül
veya mineral gibi üst-sistem
öğelerde
de aynı tür bilgi depolamalarını gerçekleştirirler.
Nitekim kayaçların başlarından geçen çoğu
olaylar içlerindeki
minerallerin elektronlarının çeşitli özelliklerinden
yararlanılarak
çıkartıla bilinmektedir. Örneğin termoluminesansla, bir kayacın hangi radyoaktif
ortamda, kaç yıl kaldığı hesaplana
bilinmekte; manyetik ölçümlerle kayacın geçirdiği coğrafik
konum değişimleri
saptana bilinmekte; vs.. Dolayısıyla, doğa ve dünyamızın tüm geçmişi, onu
oluşturan
temel varlıkların yapısal-dokusal bileşimlerinde
kayıt altında tutulmaktadır. Aynen bir canlının oluşum
bilgilerinin onun tohumlarında
saklanması olayında olduğu
gibi.
“Berry’s phase”
olarak fizikte bilinen bu kuantsal olay (Berry 1984, Yasuhara et al. 2005, Leek
et al. 2007,), teorik olarak tavuk-yumurta bilgi aktarımı sisteminin öngördüğü, varlıkların en temel bileşenleri
olan kuantsal öğelerin
temel bilgi depolayıcı olmaları gerekliliğinin
deneysel ıspatıdırlar.
3.3-Hücreler aleminin temel ilkeleri
Bedenimizin sahibi ve yönlendiricileri içlerindeki hücreler
olduğuna
göre, hücrelerin kuvvet veya
enerjilerini nereden aldıklarını, az veya çok kuvvetli bir
bedenin nasıl
oluşturulduğunu görelim.
Önce bir temel konu hakkında bilgi sahibi olunması gerekir:
Bir şey
nasıl yapılmaktadır? Yani bir şeyi
yapma bilgisi nereden alınır, bunu yapacak
kuvvet veya enerji nereden sağlanır?
Şimdi, kuvvet dediğimiz iş veya
eylem yapıcı faktörün nasıl artırılıp azaltıldığını görelim. Zayıf bir insan 20-30
kiloluk bir yükü kaldırmakta zorlanır. Halbuki bir halterci yüz kilodan
fazlasını kaldırır. Peki, 20-30 kiloyu kaldıramayan bir insan ile 200 kiloyu
kaldıran bir insan arasındaki fark nereden kaynaklanır? Fark, aynı hedefe
yönlendirilmiş kas hücreleri sayısından kaynaklanır. Zayıf bir insan her gün
biraz daha ağır bir yükü kaldırmaya çalıştıkça, bedeninde bu amaca
yönelik hücrelerin sayısında artma başlar.
Bu olay hücreler
arası ortaklık kurallarından kaynaklanır. Şöyle ki: Bir organdaki
hücrelere
normalde sürekli olarak A, B, C gibi üç ayrı yerden ihtiyaç talebi geliyorsa, o
organdaki hücreler yaşamlarına
devam ederler ((a)durumu). Bir organa normalin (A, B, C) dışında (F,G gibi)
daha başka
talepler geliyorsa,
o organ gittikçe
büyümeye çalışır, yani o organı oluşturan
hücrelerin sayısı artırılmaya çalışılır (Şekildeki
(b) durumu).
Şekil:
Hücreler arası anayasa
Bu nedenle, her gün biraz daha fazla ağırlık kaldırmaya zorlanılan bir organ gittikçe büyümek zorunda kalır. Haltercilerin ağır yükleri
kaldırabilmelerinin perde arkası budur. Görüldüğü
üzere,
bendimizde “damla-damla
göl olur,
damlalardan sel olur!”
prensibi uygulanmaktadır.
Milimetrenin onda birinden küçük
yaratıkların güçlerinin üst-üste çakıştırılması sayesinde,
bedenlerimizde yüzlerce kiloyu kaldıracak kuvvetler oluşturulur. Bu oluşumlarda
kuvvet dediğimiz
enerji birikimi, hücrelerimiz
tarafından sağlanmakta;
onlar birbirleriyle uyumlu davranış içine girerek, enerji
paketçiklerinin üst-üste çakışmasını sağlamaktadırlar. Bir üst-sistem olarak
beden (yani bizler) sadece hedef göstermekteyiz. Hücrelerimize diyoruz ki: “Şu ağırlık kaldırılacak!” Onlar da, bizim gösterdiğimiz
hedefe ulaşmak
için, yediğimiz
besinlerden elde ettikleri enerjileri kullanarak, hangi organdaki hücrelerin sayılarının
artırılacağını, hangilerinin
hangileri ile hangi oranda işbirliğine gideceğini kararlaştırarak,
kaslarımızdaki hücre sayılarını artırırlar. Bu nedenledir
ki, beynimizdeki her bir hücre,
on binlerce farklı
faktörü değerlendirip
tek bir sonuca varır
ve bunu diğer
bir hücreye
aktarır; o hücre o sonucu alır ve kendine gelen diğer
binlerce bilgiyle birleştirerek, bir sonuca ulaşır
ve bu sonucu bir diğerine aktarır,
vs.
Şimdi yaşanmış bir örnek vererek, hücrelerimizin bizlerin bilgilerini ve davranışlarını yönlendirmek için nasıl örgütlenip, nasıl iş gördüklerini gösterelim.
Dr. Jill Bolte Taylor (JBT) kardeşi şizofreni hastası olduğu için, normal bir
beyinle, hasta –şizofrenik-
bir beyin arasındaki
farkı anlamayı merak ederek nöroloji dalında uzmanlaşmış bir tıpçıdır (Harward-USA). JBT 1996 Aralık ayının 10’u sabahı beyninin sol tarafında zonklayan bir ağrıyla uyanır. Sonraları sol beyinde bir
damar çatlaması sonucu oluşan kan
pıhtılaşmasına bağlı bir felç oluşumu
olduğu
anlaşılan ve 4 saat içinde bedenin sağ tarafının tümüyle felç olmasına kadar gittikçe ilerleyen bu durum
söz konusudur.
Ameliyat sonrası
tekrar iyileşmesinden
sonra JBT bir beynin faaliyetlerinin nasıl
değişime uğradığını, bir beyin uzmanı olarak anlatarak
beyin işleyişini gözler önüne serer (http://www.yetenekvekariyer.com/beyin-uzerine-bir-icgoru-ve-dr-jill/).
JBT şunları anlatır:
►-
Hareketleri gittikçe yavaşlamaya başlar ve zorlaşır.
►-
Konuşması gittikçe zorlaşır.
►-
Hasta olduğunu
işyerine
bildirmek ister, ancak iş yerinin telefonunu dahi hatırlayamaz. Bunun üzerine kartvizit demetini alarak telefon numarasını bulmaya niyetlenir.
►-
50-60 kartlık bir demet içinden işyeri kartını
tanıyıp seçmesi o kadar
zorlaşmıştır ki, bu basit işlemi
yapması yaklaşık 45 dakika alır.
►-
Kart üzerindeki telefon numarasını tanıması olanaksızlaşmıştır.
Her şeyi
çeşitli yönlere eğimli küçük çizgiler (piksel) olarak görmektedir. Kart üzerinde gördüğü bu pikselleri tek
tek ayırıp, telefon üzerindeki benzer piksellere aktarması gerekmektedir.
►-
Bu aktarma işlemi
o kadar zorlaşmıştır ki, hangi rakamı çevirdiğini, sırada hangi rakam olduğunu
karıştırır. Bu karıştırmayı önlemek için felç olan sağ
elinin bir parmağını, sırada olan numaranın üzerine koymak için sol elini
kullanmak zorundadır.
Sağ
kolu ve eli tamamen hareketsiz bir et-kemik yığını gibidir. Dakikalar süren bir uğraş
sonunda numarayı
çevirmeyi başarır.
►-Telefona
çıkan arkadaşına ‘hasta olduğunu” söylemeye çalışır, ancak ağzından çıkan ses bir hırıldamadan farksızdır. Arkadaşı kendisini anlayamadığını söyler, ama arkadaşının sesi de kendisine
bir uğuldama-hışırtı gibi gelir.
►-
Ama sonunda hasta olduğunu iletir ve ambulans gelir.
►-
Sol beynindeki kan pıhtılaşması
yüzünden sol beyin
faaliyetleri duran JBT, sadece sağ beyin etkisi altında kaldığı anların çok farklı bir duyum oluşturduğunu
belirtir. Çevresindeki
her şeyle
bir enerji-alışverişi içinde girdiğini ve
çok büyük bir mutluluk hissi
yaşadığını anlatır. Yani sağ beyin
genel olarak, yaşanılan
ortamdaki enerji dağılım-durumunu algılayıcı bir işleve
sahiptir ki bu doğadaki tüm
varlıklarda
olması gereken
temel bir davranıştır, çünkü tüm varlıklar enerjiye muhtaçtırlar ve enerjilerini çevrelerinden alırlar.
►-
Sağ
beynin paralel bağlı
işlemciler
gibi çalıştığını ve yaşanılan andaki çevre koşullarını (enerji dağılımı durumu) algıladığını, sol beynin ise seri
bağlantılı işlemciler
gibi çalıştığını ve geçmişe ait bilgileri
kullanarak geleceğe yönelik
plan ve projeler üretmeye çalıştığını belirtir.
►-
Dolayısıyla, sağ ve sol beyin parçalarının bir işbölümü içinde olarak bedeni yaşanılan ortama uyum içinde tutmaya çalıştıklarını vurgular.
Bedenler, hücrelerin oluşturdukları bir holdingleşmedir. Her organ farklı bir ürün üretir:
Her ay şu
kadar saç, şu
kadar tırnak, şu
kadar deri, şu
kadar tuz-ruhu (midede), şu kadar diş, şu kadar şu şekilde kemik, vs. üretilir.
Bu ürünler bedenin bulunduğu
ortama uyum içindirler.
Kaçmaya yönelik yaşam
tarzına uymuş
hayvanın
kemikleri farklıdır, yüzmeye yatkın yaşam tarzına uymuş hayvanın kemik şekli farklıdır.
Et-obur canlının dişi ayrı, ot-obur canlının dişi ayrıdır.
Bir bedende tüm işleri yapanlar hücrelerdir. Oluşturdukları bedenin hayatta kalması ve başarılı olması için ne gerekiyorsa onu
yapmaya çalışırlar.
►-Korkulması
gereken şeyleri
veya olayları
tanımlayıcı hücreler oluştururlar
(amygdala’da);
►-teşvik
edilmesi gereken şeyleri veya olayları
tanımlayıcı dopaminerjik hücreler oluştururlar
(mesolimbic sistemde);
►-
konum- yer belirleyici ve ortam-tanıyıcı hücreler (place cell)
(hippocampus’ta);
►-
iki farklı şey
arasındaki sınır faktörünü fark edip, bedeni
uyaran (border cells);
►-
dikkat edilmesi gereken bir şeye rastlanıldığında bedeni uyaran
(spatial view cells);
►-
hayvanın kafasının ortamda aranılan bir noktaya yönlendiğini gösteren
(head-direction cells);
►-
yaşanılan ortamın harita koordinatlarını belirleyen (grid
cells)
►-
her bir olayın hangi olaylara bağlı
olarak hangi zaman aralığında gerçekleştiğinin
kayıtlarını tutan zamanlama
belirleyici (time keeping cell)
►-
osteoblast denilen kemik yapıcılar,
►-
osteoclast denilen ve var olan bir kemik-yapısını yok-ediciler (yıkıcılar),
►-
bir şey
elde etmeye çalışmak için harcanan emek,
enerji ve zaman, buna değer mi –değmez mi? gibi konularda karar veren hücreler (anterior cingulate cortex); S.W.
Kennerley, 2012: Is the reward really worth it? Nature Neuroscience 15,
647–649.
►-
Besin maddesi olarak alınan çeşitli ürünleri,
hücrelerin
kullandıkları temel yapı-malzemesi olan
amino-asitlerine dönüştüren görevliler
(sindirim-sisteminde yer alan hücreler);
►- Beden
içine giren yabancı hücreleri algılayıp, bunların yabancı olduğunu ve
yok edilmesi gerektiğini bildiren hücreler;
►-
Bu yabancı varlıkları yok edici hücreler gibi çok özel görevli hücreler
oluştururlar.
Yani özetleyecek
olursak, bileşenler, kendi eserleri
olan üst-sistemleri sahiplenip, onu korumaya, ayakta
tutmaya çalışırlar.
Yani bedenler, trilyonlarca hücrenin
daha rahat bir duruma ulaşabilmeleri, doğadaki değişim dönüşümlere kendilerini
uyumlu hale getirebilmeleri için
oluşturulmuş
ortaklık sistemleridirler.
Bu ortaklığın kuralları milyarlarca yıllık karşılıklı çabalar sonucu ancak
oluşturulmuştur ve
bu nedenle de bu ‘çekirdek’ denilen özel bir odada koruma
altında
tutulmaktadır.
3.4-Üst-sistemin göstereceği hedefler, neden her zaman yerine getirilmez?
Alt-sistem- Üst-sistem ilişkilerinde, yapma erki alt-sistemdedir,
ama onlar her gösterilen hedefe gidemezler.
Çünkü onların davranışları iki farklı faktöre bağlıdır:
Birincisi şudur: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde oldukları genetik bilgisiyle
davranırlar.
Gelecekte neler azalacak,
neler artacak konusu tamamen belirsiz olduğundan, hücreler de oluşturacakları bedenleri, edinebildikleri verilere dayalı bir
olasılık hesabına göre yaparlar. Günümüzde 10 bin civarında farklı meslek
vardır. Hücreler de yapacakları bedenlerin bu 10 bin meslekten birine daha
uyguna olacak şekilde bir dağılımda oluştururlar.
Kimi bedenler kas gücüne dayalı ağırlıklı olurlarken, kimisi
müzik konusunda, kimisi matematik gibi farklı alanlarda daha yetenekli beden
oluşumları söz konusudur. Çocuklara hedef gösterme, küçük yaşlarda
başlar
ve ana-babalar bu konuda önemli
rol oynarlar. Maalesef toplumumuzda ana-babalar statik sistemli düşünüp-davrandıklarından, çocuklarının geleceklerini onların doğal
yeteneklerini ön
plana alacak şekilde değil de, kendi arzuları
doğrultusunda
“benim oğlum (kızım?) doktor olacak” vs. gibi şartlandırırlar. Halbuki, çocuklarının davranışlarını inceleyip, onların
nelere yönelik olarak yetenekli-istekli olduklarını saptayıp- o konuda onları
teşvik
etseler çocuklar
daha başarılı ve mutlu olacaklardır. Finlandiya’daki uygulanan eğitim
sistemi bu yönde
olduğundan,
bizlerden daha başarılı bir toplum hayatına
sahip olacakları aşikardır.
İkinci faktör
şudur:
Alt-sistemlerin dikkate almaları
gereken faktörler
o kadar çoktur
ki, sizin göstereceğiniz
hedef bu milyonlarca faktör
arasında kaçıncı sırada olacaktır? Beyinde yaklaşık 100 milyar sinir hücresi görev yapar ve her bir
sinir hücresi de, yaklaşık
50 bin faktörü dikkate alarak bir
karar verir. Bu iki rakamı
çarparsanız, sinir hücrelerimizin 5 000
000 000 000 000 gibi muazzam bir sayıya
ulaşan
faktörü dikkate almak
zorunda olduklarının farkına varırsınız. Bir şeyi
yapmayı mutlaka
istiyorsanız, o
konuya öyle yoğunlaşmalısınız ki, hücreleriniz o konuyu sıralama listesinde üst sıralara yerleştirsinler.
Bu yetenek “azimli” dediğimiz
insanlarda mevcuttur.
Atom-altı-öğeler dünyasına
inildiğinde,
onların dikkate
almaları gereken faktör sayısının nerdeyse “sonsuz” diyebileceğimiz düzeyde oldukları anlaşılmaktadır. Şimdi
siz, kuantsal sistemde tasarlanması
gereken “Tanrı” kavramının işinin
ne kadar karmaşık
ve zor olduğunu
anlayabiliyor musunuz?
Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o
nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Böylelikle çevredeki
değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize aktarılır. Geri-beslemeli bu
sistem böylece
atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır
ve her gün doğa değişen bilgilere göre
yeniden yapılandırılır. Zaman dediğimiz
değişim-dönüşüm göstergesi bu şekilde
ortaya çıkar.
Tavuk-yumurta (veya doğum-ölüm)
döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan
dinamizmin bir sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren
ise, “kuant” dediğimiz
en temel “hareketlilik-dinamiklik” öğeleridirler.
Doğadaki
bu dinamik sistemin nasıl
işlediği, son
15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya başlanmış ve “Information &
self-organisation”
olarak özetlenmiştir.
Yani kuant dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri,
bilgi oluşturarak
kendilerini yönlendirmektedirler.
3.5- Rahatlama Dürtüsü
Tüm üst-sitemler hep bir seviye daha altta bulunan öğelerce
oluşturulurlar.
Varlıkların gittikçe büyüyen süper-ortaklıklar oluşturmalarının nedeni ise,
rahatlama dürtüsü olarak tanımlanabilinecek olan
bir faktördür. Bunu şöyle açıklayabiliriz.
Tek başına
yaşayan
bir insan sürekli
bir koşuşturma
içindedir. Hem
sebze, tahıl üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem
yiyeceği
eti sağlayacak,
hem pişirecek
bir fırın, tabak, kaşık vs yapacak! Böyle bir koşuşturma
içindeki insanın dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz. Toplumsal
bir sistem içinde
yaşayan
bir insan ise, bu görevlerden
sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini
takas ederek yaşar. Bu sayede çok
daha az koşuşturur
ve daha çok
dinlenme zamanı
olur.
Aynı tür bir rahatlama doğadaki tüm diğer varlıklarda da söz konusudur. Bir protonun kütlesi 1.007 atomik kütle birimi (akb), bir
nötronun kütlesi ise, 1.008 akb
kadardır.
Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve
kütlesi ise
12.01 akb’dir. Hâlbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.09 akb’dir.
Peki, proton ve nötron ayrı olduklarında niye daha ağırlar ve birleşip bir
element oluşturduklarında niye daha hafif
bir kütleye ulaşılıyor?
İşte bu soru, ortaklık
sistemleri oluşturmanın
sırrını oluşturur.
Proton ve nötronlar
yalnız başlarına olduklarında, çok hareketli olmak
zorundadırlar.
Bu fazla hareketlilik onların
çok daha fazla
enerji kullanmalarına yol açar. Kullanılan bu ekstra enerji
E=mc2 formülüne göre kütle etkisi yapar ve bu nedenle daha “ağır” olurlar.
Bu nedenle, doğadaki tüm varlıklar,
daha rahat bir duruma ulaşabilmek için
birleşme-
birlikte yaşama-
sistemleri oluşturma çabaları içindedirler.
Zombileşme Ve
Şartlandırmanın Toplum Hayatına Etkisi
Doğada her şey varlıkların karşılıklı anlaşıp-uzlaşarak,
bir ortaklık içinde buluşmalarıyla gerçekleşir;
kimse onları bir
ortaklık içine sokmak için uğraşmaz.
Toplumlar da bu yöntemle
oluşurlar,
insanlar birbirlerinin hizmetine muhtaç
oldukları için bir araya
gelirler. Dolayısıyla, bu toplumsal
birlikteliklerinin kurallarını da kendi aralarında oluşturmalıdırlar. İşte bu
noktada UYANIKLAR (para-babaları,
yöneticiler,
krallar, din sömürücüleri, vs) araya girmişler ve toplumsal sistemin kurallarını kendileri oluştururlarsa,
toplum hayatının daha iyi olacağını savunarak, tepeye bağımlı örgütlenme (TBÖ) sistemleri oluşturmuşlardır. Bunun için de, doğadaki
oluşturucu-yönlendirici güç-sisteminin,
varlıkların üstünde olduğu yalanına
sığınırlar. Fizikçi-biyolog-paleontolog
gibi doğa-bilimciler
de, doğadaki
oluşturucu-yönlendirici güç-sisteminin, varlıkların içsel bileşenlerinde
olduğunu
deneyler veya gözlemlerin
açık ve net bir şekilde
göstermelerine
rağmen,
küçük yaşarlında TBÖ görüşüyle şartlandırılmış
olduklarından,
pasif kalmaktadırlar.
“Kimse kuantum
fiziğini
anlayamıyor, biz
fizikçiler de
anlayamıyoruz,
vs.” şeklinde
beyanatlar veriyorlar. Atom altı
öğeler “kah parçacık, kah dalga şeklinde
davranıyorlar” şeklinde olayları
eğip-bükerek (çifte standart
kullanarak) yorumlamaya çalışıyorlar; atom-altı-öğeler
canlı-bilinçli davranıyorlar demekten çekiniyorlar. Bu durum
“UYANIKLAR”ın meydanı boş bulup
istedikleri gibi at koşuşturmalarını kolaylaştırıyor.
Yani doğa-bilimciler, deneylerle-gözlemlerle, doğadaki oluşturucu-yönlendirici güç-sisteminin kuantsal sistemle başlayıp, atomlar-moleküller-hücrelerle, information
& self-organisation olarak özetlenen
dinamik sistem kuralları
içinde gerçekleştiklerini
görmelerine rağmen, çocukluklarında kendilerine yüklenen
statik-sistemli hayat görüşü etkisi altında kalarak, “kral çıplak” demeye cesaret
edemediklerinden, “uyanık-zümrenin” etkinliği sürmektedir.
Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde
örgütlenmiş,
yani statik sistemli düşünce etkisiyle şartlandırılmış tüm toplumlarda
insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine
alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda
insanlar arasında
anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma
adabı gelişmemiştir.
Tersine, insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara
girerler. Amaç
baştan
böyle olunca da,
tartışmalar
genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir
uzlaşma
sağlanması değil,
kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme
yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz
en temel sorun bu noktada düğümlenir.
Doğada her şey sürekli
değiştiği için, insanı oluşturan
hücreler de
insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem
yapılsın” mantığıyla, muazzam
senaryolar üretecek
şekilde
oluşturmuşlardır. Bu nedenle
insanlar binlerce farklı
hayat görüşü üretmiştir.
Bilgi ve mantık
varlıkların sorunlarına çözüm bulma yeteneğidir.
Kafanızdaki
bilgiler “doğruysa” ve mantığınız sağlamsa,
doğadaki
oluşum
ve gelişimleri
“doğru” değerlendirirsiniz
ve uygun çözümler bulup, sorunlarınızı çözersiniz. Ama kafanızdaki bilgiler yanlışsa,
mantığınız o yanlış
bilgilerden etkileneceğinden, hep yanlış
kararlar alırsınız ve sorunlarınızı çözemezsiniz.
Bu düğümü çözmek için bazı UZLAŞMA İLKELERİ oluşturmak
ve bunlarda bir görüş birliğine
varmak gerekir.
1- Ayrıntılarla değil,
konunun ana hattı
üzerinde tartışmaya
başlayacaksın.
Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapıla bilinir. Karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşma,
karşımızdakinin fikirlerini
en ayrıntısına kadar incelemek ve
sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup, kabul
edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması
gereken konuları
ayırmakla başlamalıdır.
2- Tartışmalarda
karşındakini aşağılayıcı- rencide edici tutum
ve davranışlardan
kaçınacaksın. Bir fikri tümüyle reddetmek, o
konuda kişisel
olarak daha iyi bir öneri
sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm
formülü olmayan birinin, bir
öneriye tümüyle karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.
3- Bir önerinin herhangi bir
yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri sahibine “sizin yazdıklarınızdan şunu mu
anlamam gerekir?”
gibi, önerinin
konuya dair ana fikrini doğru anlayıp-anlamadığınızı kontrol etmeniz
gerekir. Bu daha sonraki birçok
yanlış
anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma indirgemek
için gereklidir. Tartışılan konulardaki temel
kavramların tanımında karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir insan bir şey
anlatırken
"muz" tarif etmek istiyorken, karşısındaki "salatalık" anlıyorsa, kullanılan bazı terimlerin anlamlarında karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz konusudur. Onun için, hangi terimin
tanımında uzlaşma sağlanması gerektiğini
saptayıp, o
terimin tanımında anlaşmalısınız.
4 - Bir konu üzerindeki tartışmalarda
bir sonuca ulaşmadan, başka konular ortaya atarak, hedefi dağıtmayacaksın.
5 - Bir görüşe karşı çıkıldığında, sunulan fikrin
beğenilmeyen
yönünü belirttikten sonra
mutlaka bir düzeltme
önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu
noktaya karşıyım” demek ve bir
alternatif öneri
sunmamak, o konu hakkında
yeterli bilgi ve birikime sahip olmamak anlamına gelir.
Biz insanların
►hep farklı
tellerden çalması,
►hep
kendi görüşünde ısrarlı olması,
►insanlığın tüm toplumsal sorunlarını ortadan kaldıracağını ortaya koyan bir görüşü, hiç gündemine almaması, tamamen
statik sistemli bir görüş ile zombileştirilmiş ve şartlandırılmış olmasındandır.
TAVUK - YUMURTA VEYAHUT DOĞUM - ÖLÜM DÖNGÜLERI
8.1.1. Tavuk – Yumurta Döngülerinin Oluşum Nedeni: Rahatlama Dürtüsü
8.1.1. Tavuk – Yumurta Döngülerinin Oluşum Nedeni: Rahatlama Dürtüsü
Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Hem ihtiyacı olan sebzeleri, tahılları üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem ateş yakacak, hem yemek pişirecek bir fırın yapacak, hem tabak, kaşık yapacak, vs… Böyle bir koşuşturma içinde dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz.
Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede çok daha az koşuşturur ve daha çok dinlenme zamanı olur.
+ 6 nötron’un toplam kütleleri 12.0956 akb’dir.
Aynı tür bir rahatlama doğadaki tüm diğer varlıklarda da söz konusudur. Bir protonun kütlesi 1.00728 atomik kütle birimi (akb), bir nötronun kütlesi ise, 1.00866 akb kadardır. Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise tam 12 akb’dir. Halbuki 6 proton
Peki, proton ve nötron ayrı olduklarında niye daha ağırlar ve birleşip bir element oluşturduklarında niye daha hafif bir kütleye ulaşılıyor?
İşte bu soru, bireysellikle toplumsallık arasındaki ilişkinin sırrını oluşturur. Proton ve nötronlar yalnız başlarına olduklarında, çok hareketli olmak zorundadırlar. Bu fazla hareketlilik onların çok daha fazla enerji kullanmalarına yol açar. Kullanılan bu ekstra enerji E=mc2formülüne göre kütle etkisi yapar ve bu nedenle daha “ağır” olurlar. Bu nedenle kütle azalması ile bağlanma enerjisi arasında bir ilişki vardır.
Şekil 8.1 |
Şekil 8.1: Tüm varlıklar birbirleriyle karşılıklı olarak etkileşim (şekillerdeki oklar) içindedirler. Varlıklar yalnız olduklarında, çok daha fazla enerji kullanırlar ((A)da ok sayısı çok). Birleşerek büyük öğeler oluşturduklarında ise, daha az enerji kullanır duruma geçerler ((B)de ok sayısı az). Doğadaki tüm varlıklarda, enerji kullanımını azaltmak için, bir araya gelerek, daha büyük yapısal birimler oluşturma dürtüsü vardır.
Doğadaki tüm oluşum ve gelişimleri tetikleyen ve yönlendiren dürtü budur. Bu dürtü parçacıkların atomlar veya moleküller olarak, bakterilerin ökaryot hücreler içinde, ökaryot hücrelerin bitkiler veya hayvanlar içinde, hayvanların topluluklar halinde bir araya gelmelerine neden olur.
Tüm varlıklar bileşenlerinden kökenlenen içsel bir hayat dürtüsüyle dinamik sistemler yasalarına uygun olarak tavuk-yumurta döngüsü içinde yönlendirilirler. Tavuklar yumurtalara bağımlıdırlar, yumurtalar moleküllere ve moleküller atomlarına bağımlıdırlar. En temeldeki atom-altı-parçacıkları ise çevrelerindeki her şeyi algılarlar ve ona göre davranırlar ve aynı zamanda da, evrensel ölçekte anında etkileşimlerle evrensel düzeyde bir dengeleme ve uyumluluk sağlarlar. Dinamik sistemlerin gelişimleri “Bilgi oluşturma ve bu bilgilere uygun örgütlenmeler” olarak özetlenmiştir. Bilgi ise üssel ve tümleşik tarzda gelişmektedir. Bu nedenle evrenimizin geleceği önceden belirlenmiş değil, tersine tamamen bizlerin ve diğer tüm varlıkların karşılıklı olarak oluşturacakları bilgilere göre şekillenmektedir.
Yaşam motorunun yakıtını enerji oluşturur ve enerji varlıkların yapısal bağlanma şekillerinde depolanırlar. Hangi yapısal birleşim (kombinasyon) daha ekonomik bir bağ oluşturuyorsa, enerji o sisteme akar. Canlılar bu nedenle amino-asit kombinasyonlarını sürekli değiştirerek, en ekonomik bağ-sistemleri (değişik beden yapıları) oluşturma yarışı içindedirler. Bundan kurtuluş yoktur, çünkü enerji aktarıcı ve taşıyıcı temel öğeler (elektronlar) tünelleme etkisi göstererek, hep en ekonomik sistemlere göçerler. Bu temel öğelerin en ekonomik sistemlere göçmeleri sonucu, ekonomik olmayan sistemler dağılmak zorunda kalırlar ve ömürleri sona erer.
8.1.2. Tavuk ve Yumurta Açısından Doğadaki Değişim-Dönüşümlerin Takip Edilmesinin Önemi
Varlıkların neden sürekli bir doğum-ölüm (veyahut tavuk-yumurta) döngüsü içinde olduklarını anlamak için, zaman kavramının değişim-dönüşümleri zorunlu kılmasını anlamak yeterlidir. Tüm varlıkların yapısında, sürekli olarak değişim-dönüşüm içinde bir doğada oldukları bilgisi vardır ve her varlık bu temel bilgiyle davranmaktadır. Bir örnekle konuyu açıklayalım. Bizler verem veya çiçek aşısı olmakla, bedenimizdeki hücrelere, “doğada şu türde bir yaratık var; bu yaratığı tanımanız için size birkaç-tane veriyoruz. Onları tanıyın (genetik şifrelerini çözün) ki, onlarla başa-çıkabilesiniz.” şeklinde bir mesaj vermiş oluyoruz.
Tavuğun bilgi deposu, çevresiyle oluşturabileceği etkileşim türlerinin kayıtlarından oluşur. Eğitsel bilgi denilen bu bilgiler, güncel koşul verilerdir ve civcivin büyümeye başlamasından sonra düzenlenen sinir hücreleri arası sinaps bağlantıları ve yeni protein oluşumları şeklinde depolanır. Dolayısıyla tavuk sistemine ait bilgiler hücreler arası etkileşimlerde depolanır. Tavuk öldüğünde, hücreler arası bağlantılar kopmuş olacağından, tavuk bilgisi de sona erer!
Yumurta bilgisi, süreklilik arz eden koşullara ait bilgileri ve de 3.5 milyar yıllık bir geçmişe ait değişim-dönüşüm kayıtlarını kapsar ve kalıtsal olarak kromozomlarda, yani hücre-içi-bağlantı-sisteminde saklanır ve nesilden nesile aktarılır.
Her şeyde zaman içinde bir değişim-dönüşüm olduğundan, yumurtalar oluşturacakları tavuk yapılarını, bulundukları çevrede nelerin değişip-dönüştüğünü saptamak için geçici bir süreliğine oluştururlar. Nasılsa, bir süre sonra, diğer varlıklarda da, bir sürü değişim-dönüşüm gerçekleşecek ve o değişim-dönüşümlere uyum sağlamak için, yeni bir civciv modeli oluşturması zorunlu olacaktır!
Dolayısıyla, tavuklar ve yumurtalar karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar, ama etkili ve söz sahibi olan yumurtadır ve yumurta tavuğu oluşturur ve onun geleceğini ve ömrünü belirler!
8.1.3. Tavuk ve Yumurta Sistemleri Arasında Bilgi Akışı
Bizler bir şey gördüğümüzde veya duyduğumuzda, bedenimizdeki hücreler hemen alarma geçip, o şeyi anlamaya-yorumlamaya çalışırlar; bedenimizde bir sürü bir fiziko-kimyasal tepkime gerçekleşir. Hücrelerin değerlendirmelerinden çıkan sonuca göre, bedenimizi soğuk terler basabilir, korkudan bayılıp-kendimizden geçebiliriz; kızgınlıktan küplere binecek duruma geçebilir veyahut sevinçten uçup yakınımızdakileri kucaklayabiliriz. Tüm bu davranışlarımız bedenlerimizdeki hücrelerin değerlendirme şekline bağlıdır. Yani bendimizdeki hücrelerimiz sürekli bir koşuşturma ve değerlendirme çabası içindedirler. Sinaps oluşumları yeni bir protein oluşturularak kayıt edilir (Kandel 2001).
Bu şekilde, bedene ait bir bilgi, hücrelerin dili olan amino-asit sözcüklerinden oluşan genetik dile aktarılmış olur! Yani varlığın atomik diziliş yapısında bazı değişiklikler gerçekleştirilir. Canlılar bir şey öğrendiklerinde, bu öğrenme ve bilgi depolama işlemini bedendeki hücreler yaparlar. Bizler yeni bir şey öğrendiğimizde, hücrelerimizde bir sürü fiziko-kimyasal tepkime gerçekleşir ve bedenimizdeki amino-asitleri yeniden düzene sokulurlar, bir sürü atom ve molekül re-organize olurlar. Bedenimizdeki bir sürü molekülün yeniden düzenlenmesi sonucu, bizlerin düşünce ve davranışları da değişmiş olur. Bu şekilde tavuktan yumurtaya (yani üst sistemden-alt sisteme) doğru sürekli olarak bir bilgi aktarımı gerçekleşir.
Şekil 8.2: Doğada sürekli olarak üst-sistemlerden alt-sistemlere doğru bilgi transferi olur ve bu yeni bilgilere göre, doğa ve dünya sürekli yeniden şekillenir.
Bedenle hücre arası bu bilgi aktarımı, elbette maddenin en küçük parçalarına kadar bu şekilde devam eder ve bunun sonucu tüm üst sistemler en temeldeki yapıtaşlarına ve bilgi sistemlerine bağlanmış olurlar. Tüm oluşumlar karşılıklı olarak birbirleriyle zincirleme bir ilişki içinde bulunduklarından, her varlığın “mevcudiyeti için gerekli asgari koşulları algılama devreleri” anlamında “quorum sensing circuits ” şeklinde bir ortamsal değerlendirme devresi bulunur. Hücrelerin bu davranışları, onların da bağımlı oldukları belli alt-sistemler olmasından kaynaklanır.
8.1.3.1. En Temel Bilgi Depolayıcıları Kuantsal Öğelerdir
Johnston (2007)’un vurguladığı üzere, “Doğadaki normal bir varlık, örneğin bir taş parçası, önce hafifçe ısıtılıp, sonra tekrar eski ısısına dönecek şekilde bir değişimden geçerse, bu taş parçasının ısıtıldıktan sonra soğuduğu hakkında kayaç bize bir bilgi vermez. Ama aynı durum elektron gibi bir kuantsal öğenin başına gelse, elektron başından geçen bu ısınma ve soğuma döngüsü hakkındaki bilgiyi depolar. Bu bilgi, Michael Berry’nin 1984’de öngördüğü şekilde, elektronun salınım fazında saklanır.”
Her şey atom-altı-parçacıklarından oluştuğundan, elektron, proton gibi atom-altı-parçacıkları oluşturdukları molekül veya mineral gibi üst-sistem öğelerde de aynı tür bilgi depolamalarını gerçekleştirirler. Nitekim kayaçların başlarından geçen çoğu olaylar içlerindeki minerallerin elektronlarının çeşitli özelliklerinden yararlanılarak çıkartıla bilinmektedir. Örneğin termoluminesansla, bir kayacın hangi radyoaktif ortamda, kaç yıl kaldığı hesaplana bilinmekte; manyetik ölçümlerle kayacın geçirdiği coğrafik konum değişimleri saptana bilinmekte; vs.. Dolayısıyla, doğa ve dünyamızın tüm geçmişi, onu oluşturan temel varlıkların yapısal-dokusal bileşimlerinde kayıt altında tutulmaktadır. Aynen bir canlının oluşum bilgilerinin onun tohumlarında saklanması olayında olduğu gibi.
“Berry’s phase” olarak fizikte bilinen bu kuantsal olay (Berry 1984, Yasuhara et al. 2005, Leek et al. 2007,), teorik olarak tavuk-yumurta bilgi aktarımı sisteminin öngördüğü, varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal öğelerin temel bilgi depolayıcı olmaları gerekliliğinin deneysel ıspatıdırlar.
Bu şekilde doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı olarak bağımlılık devreleri oluşturulur. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bak. Bölüm 12: Varlıklar arası karşılıklı bağımlılık zincirlemeleri ve döngüleri.
8.1.4.Hücreler Bilgi Oluşturmanın Öneminin Farkındadırlar.
Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri koruyup aktarmak o kadar önemlidir ve hücreler de bunun öylesine farkındadırlar ki:
i- Atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve muazzam bir zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü bizleri sürekli olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına yönelik bir eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında hep bir çekim kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular oluşturarak, böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak bir eylem gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak bir birlerine cazip gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi kapasitelerinin aktarılmasına yarayacak işlevlere girişirler.
ii- Bilgi edinmeyi kolaylaştırmaya yönelik bir eylem, atalarının deneyimlerinden yararlanma usulünü de içerir. Bu amaçla beyinlerde, “mirror neurons” denilen kopyalayıcı sinir hücreleri oluşturulmuş ve bu sayede, atalarının oluşturduğu bilgiler (görsel ve işitsel davranışlar) kopyalanarak, yeni doğan yavruların otomatik bir şekilde bu bilgileri devralmaları sağlanmıştır. (Rizzolatti et al.2001, Rizzolatti & Craighero 2004, Iacoboni.et al. 2005, Iacoboni & Dapretto 2006). Bu yöntem sayesinde, bebekler çevrelerinde duydukları sözcükleri, gördükleri mimikleri ve davranışları aynen kopyalayarak, o çevrenin dili ve kültürünü aynen devralırlar. Bu yöntemin iyi yönleri olduğu gibi, kötü bir yanı da vardır. Hücrelere aktarılan bilgiler, yaşanılan doğa koşullarını gerçeğe uygun şekilde yansıtmıyorlarsa, hücrelerin oluşturacakları işletim sistemi devreleri bozuk-hatalı olmuş olacaklardır. Yani atalarımızın hem iyi hem de kötü yönleri kopyalanmaktadır. Atalarımız bir konuda yanılmışlarsa, bu yanılgı da otomatik olarak kopyalanmakta ve sosyal bir hastalığa dönüşmektedir. Bu nedenle tüm toplumlar geleneklerini bu açıdan bir revizyona tabi tutmak zorundadırlar.
Doğadaki tüm olayların doğadaki en küçük varlıklarca olasılık hesaplarına göre bilgi oluşturularak ve bu bilgilere göre de örgütlenerek oluşturulduğu fikri bizlere biraz tuhaf ve gerçek dışı imiş gibi geliyor. Ama ne var ki, gerçek durum böyledir. Madde dediğimiz varlıklar, doğadaki temel öğelerin (ki bunlara kuant denir) oluşturdukları kümeleşmeler- gruplaşmalardır. Ve doğanın temel öğeleri madde-parçacık yapısında değillerdir, onlar kuantsal davranışlıdırlar, yani sürekli hareketlidirler çünkü çevrelerini her an algılamak ve değişimlere uygun davranmak zorundadırlar, dolayısıyla canlıdırlar. Bu tür davranış biçimi “dalga hali” olarak tanımlanır. Birbirleriyle birleşip madde olduklarında, bu dalga davranışlarını kaybederler. Fizikçiler bu davranış değişikliğine “decoherence” derler.
Kuant dediğimiz en temel öğelerin canlı, bilgili ve bilinçli davranışlı oldukları şu verilerle ıspatlanır:
i- Hepsi dalga davranışı gösterir; çevrelerindeki değişimleri her an algılayıp ona göre davranırlar ve “interference” denilen olasılık hesaplı etkileşim içindedirler.
ii- “Wheeler's Delayed-Choice Gedanken Experiment” denilen deney Jacques ve diğ. 2007 tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu deneyde, kuantların çevrelerini sürekli olarak algıladıkları ve en küçük değişim-dönüşümleri anında fark ederek, o değişim-dönüşümlere anında tepki verdikleri gösterilmiştir.
iii- Bizler sözlü olarak bir bilgiyi bir başkasına iletmek istediğimizde, mümkün olduğunca en zeki bir insanı seçip, mesajımızı onunla iletmek isteriz. Aptal bir insan karmaşık bir mesajı iletemez. Doğadaki varlıklar arası tüm mesajlar fotonlar veya elektronlar tarafından iletilirler. Bizlerin bir e-mail ile aktardığımız karmaşık mesajlar (resimler, çizimler, yorumlar, vs.) hep elektronlar ve fotonlar ile iletilirler. Peki, fotonlar veya elektronlar aptal olsalar, bizlerin niyetlerinin ne olduğunu, hangi bilgileri aktarmak istediğimizi nasıl anlayabilirlerdi?
iv- Bazı matematikçi-fizikçiler “Kuantsal hesaplamalar, kuantsal sistemlerin belli bireysel canlı yapısal unsurlar olarak görülmesini gerektirmektedir” şeklinde fikirler ileri sürmeye başlamışlardır (Gonçalves C. P. 2007: Cosmology, Mathematics and Philosophy. http://cmathphil.blogspot.com/2007/11/with-development-of-quantum-computation.html).
v- 3.2. bölümde anlatılan “Bilginin üssel gelişim özelliği” bilgi oluşturma yeteneğinin varlıkların en temel, en küçük parçacıklarından kökenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu teorik zorunluluk, yukarıdaki diğer verilerle birlikte dikkate alındığında, kuant dediğimiz en temel öğelerin canlı ve bilinçli olduklarını kabul etmekten başka bir seçeneğimizin olmadığı ortaya çıkar.
Kuantlar, sürekli doğa ve dünyayı gözlemleyen ve evrensel ölçekte birbirleriye anında haberleşerek, en ekonomik sistemler (maddeler) oluşturma çabası içindeki doğa bekçileri, yapıcıları, doğanın sahipleridirler.
8.2. Değişim-Dönüşüm İçindeki Doğada Varlıkların Çevrelerini Algılayarak Gelişme Yöntemi
Varlıkların temel bileşenleri tek başlarına olduklarında, çevrelerindeki trilyonlarca öğeyi algılayacak şekilde titreşimde olmak zorundadırlar. Bu çok muazzam bir enerji kullanımı ve aşırı bir yorulma gerektirir. 8.1.1. başlıklı bölümde belirtilen “rahatlama dürtüsü” nedeniyle, tüm parçacıklar birleşerek daha ekonomik üst-sistemler içinde bir araya gelmeye çalışırlar. Bu nedenle laboratuar deneylerinde üretilen hiçbir atom-altı-parçacığı uzun süre yalnız kalmaz ve saniyenin milyonlarda biri gibi kısa bir sürede, çevresindeki bir öğeye yamanır. Yaklaşık 14 milyar yıl önceleri başladığı hesaplanan evrenimizde, doğanın temel öğeleri birbirleriyle birleşmeye başlayarak, atom-molekül-mineral, vs. gibi gittikçe büyüyen birleşikler yapmaya koyulurlar. Büyümenin nasıl olacağı, hangi öğenin hangi mesafede, hangi açıda, vs olacakları, ekonomiklik ve rahatlık dikkate alınarak karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla belirlenir ve belli düzen-ölçütleri oluşturularak kurallara bağlanır ve ondan sonra da bu kurallara uyularak yeni üst-sistemler oluşturulmaya başlanır. Bu nedenledir ki, her bir mineralde her bir elementin hangi mesafede ve hangi açıyla nereye yerleşeceği kesin mineralojik kurallara bağlıdır. Kuvvet alanları atomların dizilişine göre değiştiğinden ve de her bir mineral çok değişik türde atomik dizilimler sergilediklerinden, her bir mineral değişik bir kuvvet alanı türü oluşturur. Her mineralin farklı özellikler göstermesi bundandır.
8.2.1. Varlıkları Yönlendirecek Kuvvet-Alanlarının (Yasaların) Oluşum Şekli
Bir düzen oluşturma örneği vererek, dinamik bir sistem olan doğada, dinamik sistemlerin nasıl işlediğini, varlıkların kendilerini yönlendirecek kuvvet alanlarını nasıl oluşturduklarını gösterelim.
Bir cezve içindeki su molekülleri, ortam sakin ve çevredeki sıcaklık her yerde aynı ise, oldukça durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun yok demektir. Ama çevredeki ısı dağılımı değişirse, örn. cezve ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için bir sorun ortaya çıkmış olur ve moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar, bardaktaki su molekülleri arasında bir hareketlilik başlar, kaotik bir durum oluşur. Bu kaos durumu bir süre devam eder ve sonra su molekülleri karşılıklı olarak birbirleriyle uyum içine girerek şekildeki gibi bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca bardağın tabanından yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar ve içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergah boyunca bardağın dibine inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, hep aynı yerdedir.
Şekil 8.3: Bir cezve içinde kaynayan suda şekildeki gibi peteksi hava kabarcığı çıkış kanalları oluşur (Haken 2000’den).
Her varlık oluşumunu ve varlığını etkileyebilecek tüm faktörleri algılar, bu nedenle molekül gibi küçük öğeler hem çevrelerindeki diğer moleküller, hem de kendilerini sınırlayan çevre sistemlerini algılayıp, onlarla etkileşirler, haberleşirler. Kendi ekseni etrafında dönen veyahut herhangi bir duvar veya zarla sınırlanan her nesne, yarı-kapalı bir sistem oluşturur ve birbirleriyle yoğun şekilde haberleşirler. Geçmiş bölümlerde gösterildiği üzere, bilinçli davranış tüm varlıkların özünde vardır. Rahatlama dürtüsü nedeniyle, tüm varlıklar ortak bir davranış içine girebilme çabası gösterirler ve bunun için sinyalleriyle bir rezonans (uyum) oluşturmaya çalışırlar. Rezonans oluştuğunda, ortak davranış sağlanmış olunur.
Cezvede olan olay şudur. Çevreden gelen sıcaklıktan etkilenen su molekülleri kendilerine gelen her foton sinyalinden sonra, bu sinyalin değeri ve kendisinin buna karşı davranışını gösteren bir tepki sinyalini çevresindeki diğer öğelere bildirir. (Her atom veya molekül, gelen her fotona karşılık bir tepki fotonu çevreye yayar. Her atomdan, her molekülden gelen foton sinyalleri birbirlerinden farklıdırlar. Dolayısıyla, her molekülün çevresindeki elektron, kendisine gelen sinyalin, hangi tür bir molekülden geldiğini, o molekülün kendisine ne kadar uzaklıkta ve hangi enerji düzeyinde olduğunu kesin bir şekilde bilir ve q1*q2/r2 formülüne göre o molekül ile kendisi arasındaki hareket ilişkisini ayarlar. Bu şekilde bardağın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir.) Yani doğada tüm atomlar ve moleküller arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Bu uzlaşma çabası bir süre devam eder ve kaotik evre olarak bilinir. Kaotik evrenin sonunda, tüm moleküller ortak bir kuvvet alanı sistemi (informator veya order-parameter = düzen-ölçütü) üzerinde anlaşırlar ve hepsi buna uyacak şekilde davranırlar. Doğadaki dinamik sistemlerin işleyiş mekanizmasını araştıran bilim dalı olan Sinerjetik fizikte bu olaya, “bilgi-verici kaynak” anlamında “informator=düzen-ölçütü oluşumu denir ve öğelerin daha az enerji harcayan bir duruma geçmeleri veya rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortak davranış ilkelerini oluşturur.
Cezvedeki su moleküllerinin kendilerinin bir cezve içinde olduklarını bilmeleri gibi, atmosfer, hidrosfer, litosfer gibi yeryuvarı sferleri içindeki moleküller de, o büyük çaplı ortamlarının boyutlarını bilirler ve karşılıklı olarak birbirleriyle haberleşerek, çok büyük boyutlu fırtınalar, akıntılar, depremler gibi devasa güç sistemleri oluştururlar.
Şekil 8.4: Varlıkların hareketlerini yönlendiren kuvvet alanları (yasalar) varlıkların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmaları sonucu oluşurlar. Ortakça oluşturulan bu kurallar bağlayıcı niteliktedir ve tüm ilgilileri köleleştirir. (Haken 2000’den).
Bir sistemde düzen (ölçütü) oluşturulmasının “olmazsa olmazı”, tüm ilgililerin (moleküllerin, vs.) fikirlerinin alınması zorunluluğudur; çünkü düzenin yürütülmesinde hepsi birbirleriyle uyum içinde hareket etmek zorundadırlar. Haberleşme yeteneği tüm varlıklarda mevcuttur. M.I.T. fizik profesörü Milo Wolff (1995) şöyle der: “Parçacıklar varlıklarını birbirlerine iletemez olsalardı, o zaman bir parçacık diğer parçacıklara bağımlı olduğunu nasıl bilebilirdi? Haberleşme olmasaydı, her parçacık kendi dünyasında yalnız başına olurdu. Evrenin yasalarının oluşabilmesi için, her bir parçacıkla evrendeki tüm diğer varlıklar arasında karşılıklı algılayıcı bir haberleşme gereklidir.”
8.2.2. Her şey proton-nötron-elektron gibi bir-kaç temel parçacıktan oluştuğuna göre, nasıl oluyor da aynı tür parçacıklardan oluşan farklı kombinasyonlar değişik kuvvet alanları veya değişik değer yargısı sistemleri oluşturuyorlar?
Fizikçiler bu sorunu simetri kırılması ve solidifikasyon (yeni bir anlam atanması ve sabitleştirilmesi) kavramlarıyla çözmüşlerdir. Bu iki kavramdan ne anlaşılması gerektiği daha önceki bölümlerde açıklanmıştı.
Hücrelerin beden oluşturma süresince geçirdikleri bu simetri kırılması ve özellik sabitleştirilmesi olayı, atom-altı-parçacıklardan (aap) başlarlar. Aapların kombinasyonlarından oluşan kimyasal elementlerde yeni özellikler ortaya çıkar; Bu elementlerin kombinasyonları ile oluşan moleküllerde, elementlerin özelliklerinde simetri kırılmaları oluşur ve moleküllere ait yeni özellikler sabitleştirilir. Moleküllerden hücrelere geçişte yine simetri kırılmaları ve yeni özellik eklenip-sabitleştirilmeleri şeklinde yeni özellikler kazanılır. Hücrelerden çeşitli hayvan bedenleri oluşumlarına geçişte, yine simetri-kırılmaları ve yeni özellik kazanımları gerçekleşir. Bu şekilde her canlıda farklı duygu ve düşünce sistemleri ortaya çıkar.
8.2.3. Oluşturulan Kurallara Öğelerin Uymasını Sağlayıcı Faktör: Köleleştirme Prensibi (Slaving Principle)
Doğa ve dünya kendi kurallarını kendileri oluşturan öğelerden oluşan dinamik bir sistemdir. Dinamik sistemlerde ortakça oluşturulan kurallara tüm ilgililerin (ortakların) uymalarını sağlayıcı faktör olarak “slaving = köleleştirme prensibi” bulunduğu belirlenmiştir (Haken 1983, 2000). Bu nedenden dolayı insanlar gelenek ve göreneklerinin kölesidir.
8.2.4. Dinamik Sistemlerde Öğelerin, Çevredeki Değişim-Dönüşümleri Algılama ve Değerlendirmeyi Teşvik Edici Faktör: Maksimum Enformasyon Prensibi
Bu faktör, önceki bölümlerde açıklanan bilginin üssel gelişimiyle doğrudan ilişkili sinerjetik fizik ilkesidir. “Bilgi edinme ve bu bilgilere göre örgütlenme” dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bir zorunluluktur. Bir örnek verelim:
İnsan bedenini oluşturan hücreler, çevrede yeni bir şey veya olay fark ettiklerinde, ‘epinefrin’ gibi bir hormon yayarak, dış-ortamda yeni bir şeyler olduğunu algıladıklarını belirtip, bunun çevrede nasıl değerlendirildiği hakkında ‘bilgi’ isterler. Bu konuda yapılan deneylerde (Schachter & Singer, 1962): Bedenlerine epinefrin hormonu verilen denekler arasına ajanlar yerleştirilerek farklı koşullar oluşturulmuştur. Ajanların kimi, “Oh, neşeden uçacağım” rolü, kimi “Of, üzüntüden öleceğim” rolü oynamıştır. Deneklerde ortaya çıkan davranışlar, ajanların davranışlarıyla bir paralellik gösterir! Yani, hücreler dış ortamdaki her olayın o ortamdaki varlıklarca nasıl yorumlandığını dikkate alacak şekilde bir değerlendirme sistemi oluşturmaktadırlar.
Üst-sistem yapıları, bulundukları çevre koşullarından bağımsız yaşayamazlar. Tüm varlıklar arasında ‘circular causality’ adı verilen karşılıklı bir etkileşim vardır. Duyu organları çevreyi tarayarak, neler olup-bittiği, olayın çevrede nasıl yorumlandığı hakkında hücrelere bilgi aktarırlar ve hücreler de, bu bilgilere göre bu olay hakkında kayıt oluştururlar. Doğada binlerce farklı sistem (canlı varlıklar veya cansız oluşuklar) bulunduğuna ve bunların her birinde farklı bir değişim-dönüşüm oluşabileceğine göre, bedenlerin davranışını etkileyebilecek çevre faktörleri de, yani kontrol parametreleri, sürekli değişmektedir. Bu nedenle duyu organları çevrede olup-bitenleri beyin denilen bilgi-işlem merkezine aktarırlar ve hücreler de buna uygun olarak gerekli yapısal değişiklikleri gerçekleştirirler. Bedendeki amino-asitlerini yeniden kombinasyonlara sokarak, doğadaki değişimlerle rezonansa girecek, onları algılayacak yeni proteinler; hücreler arasında yeni sinaps bağlantıları oluştururlar, vs.
Bir insan bir şey öğrendiğinde, beynindeki hücrelerde bir sürü değişim gerçekleşir. Yani bize ait bir bilgi, gerçekte bedenimizdeki hücrelerde yapılan yapısal-dokusal değişiklikler olarak gerçekleşir. Yani bilgi alt-sistemlerin yapısallaşmalarında kayıt edilir. Bize ait bilgiler, beynindeki sinir hücreleri arasında oluşturulan sinaps yapısallaşmalarında yeni protein türleri oluşturularak ve bu proteinlere o anlamlar atfedilerek kayıt edilirler. Hücrelere ait bilgiler, hücrelerin iç yapısallaşmalarında, farklı amino-asit dizilimi kombinasyonları olarak depolanırlar. Moleküllere ait bilgiler, faklı kimyasal element kombinasyonları olarak kayıtlıdırlar. Her molekül değişik türlerde kuvvet-alanları oluşturur Atomlara ait bilgiler, farklı proton-nötron-elektron kombinasyonları şeklindedirler. Atom altı parçacıkları bilgileri ise, çeşitli türlerdeki elektrik, manyetik potansiyeller, polarizasyonlar, up-down, top-bottom, vs gibi farklı değerler (flavour)-, spinler, vs. olarak kayıtlıdır. Kısacası, bizler bir şey öğrendiğimizde ve bu yeni bilgiye göre davrandığımızda, bedenimizin içinde taa atom-altı-parçacıklarına kadar devam eden bir sürü yapısal-dokusal değişim-dönüşüm gerçekleşir. Bizleri oluşturan bu bileşenlerdeki değişim-dönüşüm ürünlerinin oluşturdukları kuvvet-alanlarına göre de, bizlerin düşünce ve davranışları değişim gösterirler.
Doğum ve ölüm döngüleriyle çevre faktörleri (kontrol parametreleri) sürekli değiştirilirler ve bu değişimler tavuk-yumurta döngüleriyle (üst-sistemlerden, alt-sistemlere bilgi aktarımlarıyla) temel doğal kuvvet alanları-spektrumunun değişmesine neden olurlar. Bu nedenle varlıkların “Quorum sensing circuits” denilen “yaşam koşulları algılama devreleri” sürekli değişimlere uğramak zorunda kalırlar.
8.2.5. Dinamik Sistemlerde Varlıklar Arasında Hedef Belirleme veya Çekicilik Oluşturma
Hedef, bir kuvvet alanı sistemi içinde bir öğenin takip edeceği yolu belirtir. Cansızlar âleminde elektro-manyetik kutuplaşmalar, gravite kuvveti, basınç-sıcaklık gradyanları gibi sınırlı sayıda hedef belirleyici faktör varken, canlılar aleminde renk, tuzluluk, tad, koku, cinsiyet, görüntü, para, gibi bir çok yeni çekim türü daha oluşturulmuştur. Bu nedenledir ki, insanlar güzel, seksi, zengin, vs. görünmek şeklinde içsel dürtüler etkisi altındadırlar. Her yeni oluşturulan varlık, çevredeki diğer varlıklarca değerlendirilip, o varlıkların ilgi alanına alınır. Bu şekilde bilgi düzeyleri sürekli artar ve bilgi düzeylerindeki bu artışlara koşut olarak da yeni formlar, yeni yapısallaşmalar ortaya çıkar, bak Bölüm 12.4.
8.3. Doğum-Ölüm Döngüsünün Oluşum Nedeni ve Yararı
Üst-sistem hayatı toplumsallığa, alt-sistem hayatı bireyselliğe karşılık gelmektedir. Bunun anlamı şudur: Öğeler bir araya gelip, bir üst sistem içinde bir araya gelirlerse, Simetri-kırılması + üst-sisteme ait yeni değer yargısı sistemi oluşturulması + bileşenlerin köleleştirilmesi gibi dinamik sistem ilkeleri gereği, çevre koşullarından uzaklaşmış olurlar. Doğal sistemden bu uzaklaşma nedeniyle, varlığın içindeki bileşenlerin doğa ile uyumsuzluğu gittikçe artar, çünkü bu süreç içinde çevredeki diğer varlıklarda da bir sürü değişim-dönüşüm gerçekleşmiştir. Bu uyumsuzluk artışı belli bir sınırdan sonra öğeler için dayanılmazlaşır ve sistem tekrar parçalarına ayrılarak, çevre koşulları faktörleri ile tekrar etkileşim içine girerler. Söz konusu varlığın yumurtası tekrar yeni bir hayata başladığında, çevresindeki tüm değişim-dönüşümlere uygun yeni olasılık hesapları yaparak, yeni ve değişim-dönüşümlere daha uyumlu yeni bir üst-sistem (beden) oluştururlar.
Şekil 8.6: Doğum-ölüm-döngüsünün nedeni, doğadaki tüm varlıkların zamanla değişmesi ve de tüm varlıkların karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı olmalarıdır.
Bilgi, varlıkların yönlenmelerini sağlayan kuvvet alanları sinyalleridir. Zaman içinde bilgi düzeyi arttığından (yani kuvvet alanları değişerek çeşitlendiğinden) tüm varlıkların kuvvet alanlarındaki bu değişimlere kendilerini uydurabilmeleri için, belli aralıklarla parçalanıp, tekrar yeni kombinasyonlara girmeleri şarttır. Bu olay ise doğum ve ölüm döngüsüne denk gelir.
TABANA DAYALI KARŞILIKLI
BAĞIMLILIK DERECELERİ VE KATALİZÖR ETKİSİ
Sürekli bir değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Patel’in (2008, p. 188) vurguladığı üzere: “Tüm varlıklar atomlardan oluşurlar. … Ve tüm biyokimyasal olaylarda (bu atomlar) farklı şekilde tekrar dizilirler-düzenlenirler. Bizleri oluşturan bu atomlar bir zamanlar Buddha’ya, Cengiz Han’a veya Isaac Newton’a aittiler. Görüleceği üzere, zamanla değişen şey, bu atomların dizilim şekilleridir ve bu dizilim şekilleri farklı bilgiler oluştururlar. … Sözün kısası: Hardware’ler değiştirilir, software ise hassaslaştırılır!” Bu ifadelerin daha kolay anlaşılması için, “madde ile manâ” arasındaki şu bağlantıyı belirtelim. Maddeler, bildiğimiz atomlardan oluşur. Ancak bu atomların nasıl bir araya geleceği, ne kadar büyük veya küçük sistemler oluşturacakları gibi konular, enerji dediğimiz kuantsal salınımcıların denetimindedir.
Sürekli bir değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Patel’in (2008, p. 188) vurguladığı üzere: “Tüm varlıklar atomlardan oluşurlar. … Ve tüm biyokimyasal olaylarda (bu atomlar) farklı şekilde tekrar dizilirler-düzenlenirler. Bizleri oluşturan bu atomlar bir zamanlar Buddha’ya, Cengiz Han’a veya Isaac Newton’a aittiler. Görüleceği üzere, zamanla değişen şey, bu atomların dizilim şekilleridir ve bu dizilim şekilleri farklı bilgiler oluştururlar. … Sözün kısası: Hardware’ler değiştirilir, software ise hassaslaştırılır!” Bu ifadelerin daha kolay anlaşılması için, “madde ile manâ” arasındaki şu bağlantıyı belirtelim. Maddeler, bildiğimiz atomlardan oluşur. Ancak bu atomların nasıl bir araya geleceği, ne kadar büyük veya küçük sistemler oluşturacakları gibi konular, enerji dediğimiz kuantsal salınımcıların denetimindedir.
Her yeni oluşturulan varlık, yapısına işlenmiş
geçmiş zamana ait karşılıklı bağımlılık ve değişim-dönüşüm bilgileri nedeniyle,
yeniliklerle dolu bir doğal sistem içinde ortaya çıkacağını bilmektedir. Bu
nedenle sürekli olarak çevresini algılamaya ve hangi faktörlere daha çok
bağımlı olduğunu saptamaya çalışır. İnsan çocuklarını ele alacak olursak,
bebekler ana-babaların bakımına aşırı şekilde bağımlıdırlar.
Doğadaki yeni oluşacak sistemlerle ilişkileri
düzenlemek için bilinç devresi oluşturulmuştur. Bilinçaltı geçmiş zamanlara ait
kalıtsal bilgilerle denetlenirken, bilinç, yeni oluşan çevre koşulları ile
ilgili konuları halletmek içindir.
|
Doğadaki tüm kimyasal elementler arasında belli yönlerde artan
veya azalan bir enerji-alış-verişi sistemi vardır.
|
Nöroloji dediğimiz bilim dalı ile uğraşanlar
“neurons that fire together wire together = aynı anda ateşleyen nöronlar
arasında bağlantı kurulur” şeklinde bir genelleme yapmışlardır (Siegel 1999).
Yani, bir bedeni oluşturan hücreler, çevrelerinden aldıkları sinyallerin
eş-zamanlı olanlarını birbirleriyle ilişki içine sokacak temel bir yaklaşım
içindedirler. Bu temel yaklaşım, doğadaki tüm diğer oluşumlarda da geçerlidir.
Örneğin bir kimyasal reaksiyonun oluşumunda, çevredeki tüm moleküllerden gelen
sinyaller birlikte değerlendirilirler; ama o moleküllerin hepsi aktif olarak o
reaksiyona katılmazlar. Reaksiyon sadece 3-5 molekül arasında gerçekleşir, ama
bu 3-5 molekül arasında gerçekleşecek reaksiyonun gerçekleşebilmesi için,
bir sürü başka molekülün de çevrede bulunması şarttır, çünkü reaksiyon ancak
onlardan gelen elektro-manyetik sinyallerin de mevcut olması durumunda oluşur.
Bu etkiye katalizör etkisi denir.
Beyindeki her bir sinir hücresi 10.000’lerce
‘dendrit’ dediğimiz alıcı ucunu, bedendeki çeşitli organlara uzatır ve onlardan
gelecek sinyalleri değerlendirmeye başlar. Bedendeki her hücre ise, kendi
çevrelerindeki tüm fiziko-kimyasal ve biyolojik faktörleri (ısı, basınç,
asit-baz oranı, tuzluluk, oksijen oranı, glikoz oranı, vs. gibi yüzlerce faktörü)
değerlendirerek davranışını belirler. Tüm bu değerlendirmelerde ise, enerji
durumu diyebileceğimiz bir temel kriteri dikkate alarak davranır. Şöyle
ki: Doğadaki kimyasal elementler arası etkileşimler elektron-pozitron
alış-verişleri çerçevesinde gerçekleşir. Yukarıdaki şekilde görüldüğü üzere,
periyodik tabloda, soldan sağa doğru gidildikçe elementlerin
elektro-negatiflik derecesi artarken, aşağı doğru azalma söz konusudur.
|
Hücreler enerji durumu değerlendirmelerinde Na-K arası enerji
farkından yararlanırlar.
|
Bir bedende hücre içi Na-yoğunluğu, beden sıvısı
içindeki yoğunluktan azken, K-yoğunluğu beden sıvısı içindeki yoğunluktan
fazladır. Diyelim ki, hücre içinde bir işlem yapılacak. Hücrelerin işlem yapıcı
aletleri proteinlerdir (enzimlerdir). Söz konusu enzimin işlem yapabilmesi için
enerjiye ihtiyacı vardır. Enzime bu enerji, ATP’nin (Aadenosine Tri Phosphate)
ADP’ye (Aadenosine Di Phosphate) dönüştürülmesi şeklinde sağlanır. Bu işlem
için, hücre zarındaki Na-K pompa kanalı açılır ve hücre içine Na iyonları
alınır. Na’un elektro-negativitesi K’a oranla fazla olduğundan, ATP hidrolize
olur ve ADP’ye dönüşür. Çıkan enerjiyi enzim kullanır ve gerekli işlemi yapar.
İşlem yapıldıktan sonra, Na-K pompa kanalı tekrar açılır ve bu defa Na
dışarı atılır, onun yerine K iyonları içeri alınır ve hücre normal yaşamına
devam eder.
Hücrelerin temel enerji kaynağını glikoz adı
verilen şeker molekülleri oluşturur. Şeker moleküllerinin oranına bağlı olarak
da insulin denilen bir hormon üretilir ve bedendeki şeker kullanımı düzenlenir.
Kandaki şeker oranı yüksekse, hücre içindeki enerji de fazla, dolayısıyla, ATP
oranı yüksek demektir. Bu durumda KATP kanalı kapalı olur.
Bedendeki (kandaki) insulin oranı artırılırsa, Ca-kanalları açılır ve hücre
ATPyi ADPye dönüştürerek enerji harcamaya zorlanır.
Hücrelerin bilgi depolama işlerinde kullandıkları şifreleme
tamamen enerji artışı veya azalışı prensibine dayanır.
|
Buna benzer şekillerde Na+/H+ , Na-Ca, K-Ca
dönüştürücüleri vs.ler de vardır. Bu farklı fiziko-kimyasal dönüştürücüler
yardımıyla hücreler organellerindeki çeşitli iyon konsantrasyonlarını
artırıp-azaltabilmekte ve bu sayede çeşitli enerji türlerini birbirlerinedönüştürmektedirler.
Örneğin “lysosome” denilen torba içindeki asit oranını H-pompaları vasıtasıyla
artırarak torbacıklar içine aldıkları bir maddeyi eritebilmekte, bu şekilde o
maddeyi sindirmiş olmaktadırlar.
Görüldüğü üzere, hücreler rastgele işlem yapmıyorlar,
tersine hep enerji durumunu dikkate alarak, yararlı-zararlı veyahut
kazançlı-kazançsız hesaplamalarına göre davranıyorlar. Hücrelerin bu kâr-zarar
hesaplamalarına dayalı işlemleri, mutasyon denilen amino-asit dizilimleri
oluşturmalarında da görülür. Şöyle ki: hücrelerin dilinde tüm genetik bilgiler,
2 hidrojen bağlı olan Adenin-Timin veyahut 3 hidrojen bağlı olan Cytosin-Guanin
molekülü ardışımları olarak kayıt edilir. Bu iki molekül çifti arasındaki fark
ise, sadece NH2’ye karşı CH3(daha basite indirgendiğinde
N’ye karşı CH) bulunmasıdır.Şekil 21’de verilen C ve N izotopları arası ilişki
diyagramı dikkate alındığında, azotla karbon atomlarının, ortamdaki enerji
potansiyeli durumuna göre birbirlerine dönüştükleri açıklanmıştı. Dolayısıyla,
hücreler genetik bilgilerini, çevrelerindeki enerji durumuna göre, bağlantının
2 hidrojenli mi yoksa 3 hidrojenli mi olmasının daha avantajlı olacağı hesabına
göre yapmaktadırlar. Yani ortada yine bir kâr-zarar hesabı yapılması
söz konusudur. Dolayısıyla, rastgele mutasyon olması diye bir şey söz konusu
değildir. Bu konuyu destekleyen araştırmalar yeni-yeni ortaya çıkmaya
başlamışlardır. Örn. Lind ve diğ. (2010) mutasyonların mRNA yapısallaşmasını ve
duraylılığını sağlamaya yönelik olduklarını göstermişlerdir.
Bilgi ve bilinç sistemi diğer canlılara göre çok
gelişmiş, insan denilen bir varlığın oluşumu DOM-(7)- İNSANLAR
NEDEN DİĞER CANLILARDAN DAHA FARKLIDIR?
başlıklı bölümde açıklanacaktır.
başlıklı bölümde açıklanacaktır.
Bizi etkileyip-yönlendiren faktör
içimizde mi dışımızda mı?
Geçenlerde 77 yıl önce
doğmuş olduğum evi görmeye gitmiştim. Ev yerinde yoktu, yıkılmış ve biraz öteye
yeni ve değişik bir ev yapılmıştı. Eski evimizin önünde olangeniş
harman-düzlüğü değişmiş, bir tarafına bir ev yapılmıştı. Eski ağaçlardan hiç
biri kalmamış, yeni bir şeyler büyütülmüştü. Yollar tamamen değişmişti.
Evimizin 500 metre uzağında ablamların-eniştemlerin evine baktım, o da yıkılmış
ve yerine yeni bir bina oturtulmuştu. Ablam da çok değişmiş, 20 yaşlarındaki
genç kız yerine, yerine 90lı yaşlarda yaşlı bir kadın gelmişti.
İnsanların ömür
döngüsü yaklaşık 70-80 yıldır. Bu döngü süresi ağustos böceklerinde 12-17 yıl,
Clunio marinus adlı deniz kenarı üvezlerinde 6-12 hafta, mayıs-böceğinde bir
gün gibi bir süreç gösterebilmekte, her canlı için farklı olmaktadır.
Dünyamızdaki litosfer
dediğimiz katı taşküre parçalarının da ömür döngüleri vardır. Karalar
sürekli aşınıp-ayrışırlar ve ayrışma ürünleri olan küçük taneler,
moleküller-iyonlar denizlere taşınırlar. Denizlerde tekrar farklı kayaçlar
oluşturan bu parçacıklar, denizlerin sıkışmasıyla kıvrılıp-kırılarak,
dağ-oluşum-kuşaklarında tekrar kara haline geçerler. Bu şekilde taşküre
dediğimiz yeryüzü parçaları bir yaşam döngüsü geçirmiş olurlar. Onların yaşam
döngüleri ise milyon-yıl mertebesindedir ve 100-200 milyon yıllık süreçler söz
konusudur.
Her ömür sonunda,
varlığı oluşturan mineraller veya hücreler tekrar molekül ve atomlarına kadar
geri dönüşüp, atom-altı-öğeler dünyasının evrensel ölçekli etkileşim-ağına geri
dönerler. Atom-altı-öğeler dünyasında kuantum-fiziği-kuralları geçerli olur ve
tüm bu ayrışmış öğelerin spinleri, polarizasyonları,frekansları gibi
özellikleri evrensel enerji-ağı ile etkileşime sokulup-ayarlanırlar, yani
kalibre edilirler. Yani doğa her gün yeniden doğmaya ve yapılanmaya başlar.
Zaman ebedi bir
varlığın ömrüne endeksli sonsuz bir süreç değil, ve verilen tik-taklara göre
işlemiyor. Zaman, varlıkların içsel bileşenlerinin, evrensel enerji-ağı ile
sürekli kalibrasyona sokulan atom-altı-öğelerinin, yeni bilgilere göre yeniden
düzenlenmeleriyle oluşan faklı varlıkların değişim-dönüşüm ardalanmalarıdır.
Yaşayan doğal sistemin, olmazsa-olmazıdır.
Bu değişim-dönüşümler
nasıl olmuştu? Neden hiçbir şey eskideki gibi kalmamış, her şey değişmişti?
Zaman dediğimiz şey nasıl bir faktördü?
►1- Değişim-dönüşümleri,
görünmeyen bir el mi yapmıştı?
►2- Değişim-dönüşümler
bir rastlantı sonucu mu oluşmuşlardı?
►3-Değişim-dönüşümler,
varlıkların içlerindeki atom-moleküllerin akışmaları ve yeni kombinasyonlara
girmeleri sonucu mu gerçekleşmişlerdi?
Evet değerli dostlar
acaba bu üç şıktan hangisi geçerlidir? Bir karara varabilir misiniz?
Bu yüzden, TOPLUMSAL ÜST YAPILAR konusunda düşünce sistemimizi TAM TERSİNE çevirmemiz gerekiyor;
YanıtlaSilOluşturma erki, yöneticilerde değil, altındaki çalışanlarda olmalı ( bunun için de daha DOĞRU bir eğitim sistemi şart)
Liderlik, Liderler, çağımızda, zamanlarını doldurmuşlar. Her birey, birer lider olmalı. (bunun için de yine, daha DOĞRU bir eğitim sistemi şart)
Tepeden tabana örgütlü olan her sistem, doğaya uyumlu olacak şekilde, Tabandan Tepeye olacak şekilde Örgütlenmeli