Sorunların Çözümü:
İnsanlık şimdiye dek doğanın kendisini cansız varsayıp, canlılığı varlıkların
dışında varsaydıkları hayali bir güç sistemine atfetmişledir. Bu düşünce
sistemine statik düşünce sistemi denir. Bir asır önceleri kuantum fiziği ortaya
çıkınca ve kuant denilen en temel enerji öğeleriyle yapılan deneyler, bu en
temel enerji-öğelerinin bilgili ve bilinçli davrandıklarını gösterince,
insanlar statik sistemli düşünce ile şartlanmış olduklarından, kuantum fiziği
deneylerini anlayamamışlardır. Bu yanlışlık hala günümüzde de devam etmektedir.
Bu nedenle insanlık hala büyük bir aymazlık ve
şartlandırılmışlık içindedir.
• Zaman, canlı ve ebedi bir varlığın ömrüne endeksli bir
sonsuzluk; doğal sistem ise cansız- ölü kabul ediliyor; değişim-dönüşümlü bir
sistemde yaşanıldığının farkında değiller;
• Yapıcılık-yıkıcılık, yaratma-oluşturma yeteneğinin varlıkların
içsel bileşenlerinde değil, dışlarında, üstlerinde, tepelerinde olan bir güç
sisteminde olduğuna inanılıyor. Böyle olunca, toplumların yönetimi kral,
sultan, lider, vs. gibi otoriter yetkilerle donatılmış kişilere bırakılıyor.
Halbuki doğada otorite, kral, sultan, peygamber vs. gibi bir şey yok ve her şey
varlıklar arası etkileşimlere dayalı olarak gelişiyor. Yani hayat, Kervran’ın
(1982) tanımladığı gibi “life is nothing but chemistry = hayat sadece kimya(sal
değişimler)dır.”
• “bilgi” diye bir faktörün doğal sistem oluşumlarında bir rolü
olduğunun farkında değiller;
Varlıklar, kimyasal bileşimlerine göre davranırlar, çünkü kimyasal bileşimler, milyarlarca yıllık süreçlerde gerçekleşen “information & self-organisation = Bilgilen ve örgütlen” temel ilkesi uyarınca varlığın yapısına işlenmiş “iç-güdüsel” yönlendirmelerdir.
Kimyasal bileşimde yapılan bir değişikliğin bir varlığın
davranışını nasıl etkilediğini bir örnek üzerinde gösterelim.
Bir eşek-arısı-türü, bir örümceğin hem ağzına belli bir zehir
akıtır hem de o anda gövdesine yumurtalarını aktarır. Zehirin etkisiyle bir
sure baygınlaşan örümcek kendine geldiğinde artık zombileşmiş olur. Önceleri
bildiğimiz şekilde bir ağ ören örümcek, zombileştikten sonra, arının
larvalarının korunmasını sağlayacak koza şeklinde bir ağ örer.
Canlı normal davranışından sapmıştır. Yani zombileşme, canlının kimyasal bileşimindeki değişikliklere uygun olarak normal davranışından saptırılması olayıdır.
Her varlık (her canlı) kimyasal bileşimine uygun davranış
gösterir. Bedenlerin kimyasal bileşimleri ise iki farklı yoldan değiştirilebilir:
►1-
Bedene zerk edilen kimyasal bir madde ile, örn.: bedeninize kuduz virüsü
girdiyse, bu virüs çoğalarak bedeninizin kimyasal bileşimini değiştirmeye
başlar,
kimyasal bileşimi değişen insan saldırganlaşır, çünkü zombileşmiştir.
►2-
Verilen bilgilere göre kimyasal-bileşimlerin değiştirilmesi: Beyinlerimiz,
çevreye uyumlu olacak şekilde davranacak şekilde işlev görürler. Biz insanlar
çocuklarımıza, “doğada her şey tepeye bağımlı olacak şekildedir. Sizler de
tepeden (liderlerde, padişahlardan, vs. ) gelecek yönlendirmelere göre
davranacaksınız” şeklinde bir bilgi vermekteyiz. Beyinler bu bilgilere uygun
sinaps yapısı ve o bilgileri simgeleyen kimyasal moleküller oluştururlar, yani
bedenlerimiz o bilgilere uygun davranacak şekilde bir kimyasal bileşime
ulaşırlar. Şartlandırma denilen bu olay, aslında tam bir zombileştirmedir.
Dinamik sistemli davranışın, insanlığın tüm
sorunlarını çözdüğü; statik sistemli TBÖ’nün ise insanlığın tüm sorunlarının
kaynağı olduğu net bir şekilde yukarıda gösterilmişken, insanlarımızın bu olgu
karşısında duyarsız-tepkisiz kalması tamamen zombileşme faktöründen
kaynaklanır. Doğar-doğma çocuklarımıza aşıladığımız statik sistemli doğa görüşü
çocuklarımızı zombi yapmakta ve tüm sorunlarını çözen bir formül karşısında hala
“celladına aşık insanlar” olarak davranmalarına neden olmaktadır. “Celladına
aşık olma” durumunu, şu makaleyi okuyunca daha iyi anlayacaksınız.
Toplumumuzun
aymazlığının nedeni, statik sistemli doğa görüşüyle zombileşmiş olmasındandır.
Bu gerçeği herkese defalarca anlatıp, uyanmalarını sağlamaktan başka kurtuluş
yolu yoktur. Bilgi davranışlarımızı değiştirecek tek faktördür, çünkü bilgi
kimyasal yapımızı değiştirir, bizim de düşünce ve davranışımız ancak bu şekilde
değişebilir. Kavgayla, sürtüşmeyle vs. ile değil, sabırla, inatla bu doğal
sistem bilgilerini yaygınlaştırmaktan başka çıkar yol olmadığını anlayıp, bu
bilgileri yaygınlaştıracak bir “ORTAKLIK” oluşturduğumuzda sorunlarımızın
üstesinden geleceğiz.
Doğa ve dünyamız dinamik
bir sistemdir. Tüm bu dinamizmi başlatan-sürdüren ise kuantsal sistemdir.
Bedenlerimiz, hücrelerden, moleküllerden, atomlardan ve kuantsal sistem
dediğimiz atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bedenimizin her bir hücresinde
saniyede 100.000 kimyasal işlem yapılmaktadır (McTaggart 2008).
Bu işlemlerde C, H, O, gibi kimyasal elementler, çevrelerindeki
değişen-değiştirilen enerji durumlarına göre, değişim-dönüşümlere uğrayarak,
değişen ortam koşullarına uygun yeni madde kombinasyonları oluştururlar. Tüm bu
değişim-dönüşümlere neden olan dürtü ise, “rahatlama dürtüsü” olarak
açıklanan durumdur, ve “enerji-akışı-yoğunluğunun” (Chaisson 2001, 2011)
artırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Enerji-yoğunluğunun nasıl
artırılacağı ise, “bilgi” oluşturularak yapılmak zorundadır, nitekim de, şekilde
gösterildiği üzere, bilginin gelişiminin eksponansiyel olmasıyla net bir şekilde
görülmektedir. Bilgi ise, Kandel’in (2001) ıspatladığı üzere, varlıkların
kimyasal bileşimlerine entegre edilerek depolanıp-aktarılmaktadır.
Bilgi davranışlarımızı
değiştiren tek faktördür, çünkü bilgi kimyasal yapımızı değiştirir, biz de o
kimyasal değişimlerle farklı düşünce ve davranışa geçeriz. Herkesin kafasındaki
bilgileri tekrar bir gözden geçirmesi gerekmez mi? Hepimiz, az veya çok bir
oranda zombileşmiş olduğumuzu neden kabul etmiyoruz?
Üzerinde yaşadığımız doğada ise, kuvvet oluşumunun doğanın kendi
içsel dinamiğinden kaynaklandığı fizik biliminde yapılan araştırmalarla ortaya
çıkmış ve ve önce kuantum fiziği, daha sonra ise dinamik sistemler fiziği
adlı yeni fizik dalları oluşmuştur.
DOM = Dinamik Oluşum Mekanizması
Üzerinde yaşadığımız
doğada ise, kuvvet oluşumunun doğanın kendi içsel dinamiğinden kaynaklandığı
fizik biliminde yapılan araştırmalarla ortaya çıkmış ve ve önce kuantum fiziği, daha sonra ise dinamik
sistemler fiziği adlı yeni fizik dalları oluşmuştur.
Kuantum fiziği hakkında temel bilgileri, “enerjinin kökeni ve
kuantum kavramının ortaya çıkışı: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-2-enerjinin-kokeni-ve-kuantum.html
“ adresli dosyadan, veyahut şu iki videodan: https://youtu.be/2bkBsaWoE1w ve https://youtu.be/ifkphoCQD_8 . öğrenebilirsiniz
Kuvvet
denilen itici-yapıcı güç, enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluşur.
Enerji ise kuantum denilen çok küçük enerji kümeciklerinden oluşurlar. Doğadaki
tüm enerjilerin kökeni ise kuantum denilen ve (h) ile simgelenen en temel fizik
biriminden kaynaklanır.
Örneğin görünen ışık huzmeleri bu (h)nın 1012 - 1013 gibi muazzam değerleri bulan tam sayılı katlarından oluşur. Radyo dalgaları çok daha az sayıda h’dan oluşurken, gama-ışınları çok-çok daha fazla (1019) gibi devasa sayıda h’dan oluşurlar. Bu ışınların sadece çok az bir kısmı görünürken, diğer çok büyük bir kısmı görünmez. Yani bizim çevremiz değişik tam-sayılarda kuantlardan oluşan bir sinyaller okyanusudur. (Neden tam-sayı, neden kesirli değil?) Güneş ışığının değişik renkleri, farklı sayıda (h) içerirler, kırmızı ışık daha az, mor ışık daha fazla sayıda (h) içerir. Foton dediğimiz enerji paketçikleri, belli sayıda (h) kümeleşmeleridirler. Kuvvet alanı denilen şey bu tür kuantsal enerji paketçikleri çorbasıdır.
Yani doğadaki her şey
bu (h)nın tam sayılı katlarından oluşur. Madde dediğimiz nesneler bu enerji
biriminin (E= h.f = mc2 formülü uyarınca, E=enerji, f=frekans,
m=kütle, c=ışık hızı) yoğunlaşmış şekilleridir.
Geleneksel fizikçiler
kuantsal sistem dediğimiz bu atom-altı-öğeler dünyasındaki olayları anlayıp -
yorumlamakta acizliklerini şöyle ifade etmektedirler: Nobel ödüllü fizikçi
Richard P. Feynman şöyle demiştir:
“Gördüğünüz gibi benim fizik öğrencilerim de (bunları)
anlayamıyorlar. Bunun nedeni, benim de (bunları) anlayamadığımdır. Hiç kimse
anlayamıyor.”
“Size anlatacaklarımı neden anlayamayacağınızın diğer bir
nedeni, size doğal sistemin nasıl işlediğini açıklamaya çalışmamdır, doğal
sistemin nasıl işlediğini anlayamayacaksınız. Fakat gördüğünüz gibi, hiç kimse
bunu anlayamamaktadır. Doğanın neden böyle tuhaf biçimde davrandığını
açıklayamıyorum.”
Fizikçilerin doğadaki sistemin nasıl işlediğini anlayamamalarının
nedeni, atom ve atom-altı-öğeleri birer canlı varlık olarak kabul etmeyi hiç
düşünmemiş olmalarıdır, ki bu da geleneksel eğitim sistemini oluşturduğu bir
hatalı şartlanmışlıktır.
Fizikçilerin insan mantığının çarpıtılmasındaki rollerini merak
edenler bu konu hakkında “DOM
(19)- Bilim İnsanlarının Büyük Günahı” başlıklı
bölümde (http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-19-fizikcilerin-en-buyuk-gunahi.html )
adresinde gerekli verileri bulurlar.
Tüm varlıklar enerjilerini kuantsal sistemden almak zorundadırlar.
Kuantsal sistem doğanın enerji bankasıdır, tüm diğer varlıklara enerjilerini
onlar verirler. Her bankacı gibi kuantsal bankacılar da, verecekleri enerji
yatırımının boşa gitmemesi için alıcıların niyet ve hedeflerine bakarlar ve ona
göre yatırım yaparlar.
Dinamik sistemde varlıklar çevrelerinden
etkilenerek bir iş-veya eylem yapmaya kendi kişisel değerlendirmelerine göre
karar verirler. Tüm oluşumlar varlıkların birbirlerini çekmeye çalışma
girişimleriyle oluşur. Etkileşimler, alı-veriş
sistemidir. En temel etkileşim aracı ise kuantlardır. Kuantların birleşerek oluşturdukları atom, molekül gibi üst-sistem oluşumlar gelişmiş alış-veriş şekilleridirler ve tüm kimyasal oluşumların
temelidirler. Yani doğadaki oluşumlar asla rastgele çarpışmalar veya tepeden inme
emirler vs. ile oluşmaz. Bunu en güzel şekliyle canlı varlıkların
oluşumunda gözlemleriz. Erkek ve dişiler birbirlerini çekmek için neler
yapmazlar ki! Aynı türde bir çekim kuvveti inorganik varlıklar
arasında da vardır. (+) veya (-) şeklinde kutuplaşmalar sayesinde, çeşitli
elementler birbirlerini çekerek, karşılıklı rezonans oluştururlar ve
birleşirler. Bu şeklide information & self-organisation olarak özetlenen
dinamik sistemli doğa ortaya çıkar.
Doğadaki bu dinamizmin
temeli “kuant” denilen en temel enerji öğelerine dayanır. Bu en temel enerji
öğeleri çevrelerindeki her şeyi algılarlar, en iyi yapısal varlıkları seçip,
onlara doğru akarak, iyi yapısallaşmaların gelişmesini, kötülerin gerilemesini;
evrensel ölçekte birbirleriyle anında haberleşip, evrensel düzeyde
enerji-dengelenmesini sağlarlar; rastgele davranmazlar ve olasılık hesabı
yaparak, hep en ekonomik- en iyi sistemler oluşmasına katkı yaparlar. Yani doğa
“bilgi” oluşturularak yapılmaktadır. Bu şekilde “information &
self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemli doğa oluşur. Yalnız olduklarında
çok fazla hareketli olmak zorunda olduklarından, atomlar < moleküller <
hücreler < bedenler gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde birleşerek,
hep daha “ekonomik” varlıklar oluştururlar. Bu şekilde kuantsal enerji,
atomlar, moleküller, hücreler, bedenler gibi farklı üst-sistemler içinde
dağılmış olur ve çeşitlenme başlar. Her yeni oluşan sistem, enerjiye muhtaç
olduğundan, tüm-enerjiler de, kuantsal kökenli olduğundan, kuantlar da, hep en
iyi bilgiye göre oluşturulmuş yapısallaşmaları tercih ettiklerinden, varlıklar,
yapısal-dokusal durumlarını sürekli değiştirmek-geliştirmek zorundadırlar. Bu
nedenle hiçbir varlık ebedi-ömürlü olamaz, ve sürekli bir doğum-ölüm döngüsü
içinde yaşamak zorunda kalır.
Üzerinde yaşadığımız doğa dinamik sistemli (yani varlıklar içlerindeki bileşenlerine bağımlı) iken, atalarımızdan bize aktarılan bilgiler statik sistemlidir, yani varlıklar üstlerindeki harici bir güç sistemine bağımlıdır. Dinamik sistemde yaşamak zorunda olan insanlara, statik sistemli hayat görüşü aktarılması, insanların mantıklarının çarpıtılmasına, yani zombileşmelerine yol açmıştır. Zombileşme, bir canlıya, belli bir davranışta bulunma bilgisi veya bir davranışı etkileyici kimyasal maddeler verilerek, canlının normal davranışından saptırılması olayıdır.
Statik sistemli hayat görüşü,
dinamik sistemli doğada yaşayacak şekilde donanmış beyinlerde hatalı bir
bağlantı sistemi oluşturur. Bu hatalı yapı, insanların
zararlarına olan bir durumda ısrar etmelerine neden olur ki, bu tipik bir zombileşme
etkisidir.
Canlılar, çevrelerinden gelen sinyallere göre davranışlarını düzenlemek
zorunda olduklarından, çevreden “dünyada işler böyle olmaktadır, kendini
öyle ayarla” şeklinde bilgilerle eğitilen insanların beyinlerindeki
sinapslarda da, bu bilgiye uygun moleküller oluşur ve kişi o bilgilere uyacak şekilde
davranmaya başlar. Bu “ağaç yaşken eğilir + ne ekersen onu biçersin” etkisidir.
Kimyasal bir madde zerk edilmesiyle ancak bireysel bazda zombileştirme
olurken, eğitsel yönlendirmelerle toplumsal düzeyde zombileştirme gerçekleşir. İnsanların
toplumsal düzeyde bir zombileşme gösterdiğini ispatlamak içinse, hayatın ne
olduğu ve nasıl yaşanması gerektiğinin bilinmesi şarttır.
Bu konuyla ilgili olan şu videonun izlenmesi de çok yararlı
olacaktır: Tanrı Nöronlarda: https://www.youtube.com/watch?v=DZYk8tQNqiQ
Şimdi toplumsal sistemi oluşturacak insanların nasıl zombileşmiş
oldukları ve neden perfekt bir toplumsal hayat sistemi oluşturamadıkları
konusuna geçelim.
Toplumların Zombileşmesi
Doğa dinamik sistemlidir ve dinamik sistemlerde her şey, en
tabandaki kuantsal enerji sistemiyle başlar ve onlara bağımlı olarak gelişir.
Tüm diğer büyük sistemler (maddeler, gezegenler, galaksiler, güçler-kuvvetler
vs.) bu kuantsal öğelerin karşılıklı anlaşıp-uzlaşmaları (rezonans) sonucu
gerçekleşen birleşmelerle oluşurlar. Bu oluşumların temel prensibi, en
temeldeki kuantsal enerji-öğelerinin ergonomik şekilde kullanılmasıdır.
Böylelikle evrende gittikçe gelişen ve enerji-akışını geliştiren varlık oluşumları
devam etmekte ve “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen”
olarak özetlenen dinamik sistem ortaya çıkmaktadır. Bilgi, varlıkların kimyasal
bileşimlerinde kayıt edilmekte, bu nedenle “zaman” denilen değişim-dönüşüm
göstergesi, doğadaki kimyasal madde bileşimlerinin sürekli
değiştirilip-geliştirilmesiyle sürmektedir.
Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı
etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz. Halbuki
gelenek-göreneklerle aktarılan hayat görüşüne göre (yani statik sistemde),
doğadaki tüm olaylar, varlıkların haricindeki olağan-üstü bir varlığın koyduğu
kurallara göre işlemektedir.
Özetlersek: Dinamik sistemli bir dünyada yaşamak üzere
oluşturulmuş insanlara, statik sistemli bir hayat görüşü verilmesi insanların
zombileşmesine neden olmuştur.
►- Bu
nedenle insanlar toplumsal sisteme her yönüyle sahip çıkmazlar,
►- Kamu
mallarına, kendi eşyalarına gösterdikleri itinayı göstermezler;
►- Toplum
hayatına zarar veren bir işlem karşısında,
pasif kalıp, başının derde girmesinden kaçarlar.
►-
Evlerinde tükürmezler, ama sokağa tükürürler;
►- vs. vs.
Sonuç olarak belirtilmesi gereken nokta şudur: Biz insanlar,
gelenek-göreneklerimize işlenmiş statik sistemli (yani yanlış) bir hayat görüşü
ile az veya çok oranda, hepimiz zombileşmişizdir. Bu nedenle, dinamik sistemli
doğa-bilimsel verilerle karşılaştığımızda, kafamız karışır. Doğru olduğu
bilimsel araştırmalarla kesinleşmiş olan verileri ve bilgileri dahi, hayatımıza
entegre edip, onlara uygun davranmakta tereddüt ederiz. Çünkü beynimizdeki
zombileştirici sinapslardan kurtulamamışızdır. Ben kişisel olarak bu ikilem
içinden geçmiş bir insanım. Bu ikilemlerden nasıl kurulduğumu kısaca özetlemek
istiyorum.
►-1- İlk karşılaştığım
ikilemlerden bir “Kalbiyle sevmek” kavramıydı. Beyin araştırmaları, duygu ve düşüncelerin beyinlerdeki sinapslarda gerçekleşen biyokimysal-olaylara
bağlı olduğunu ortaya koymuştu. Öyleyse insan nasıl “kalbiyle” severdi? Bu
konuyu sohbetlerde dile getirip, bu yanlış davranışın durdurulması gerektiğinde
ısrarcı olmaya başladım.
►-2- Diğer bir
yanlışlığın, erkek-kadın ilişkilerinde ve soyadı verilmesinde olduğunu fark ettim. Bir
çocuğun oluşumunda, anadan gelen etki yaklaşık %80dir, çünkü babadan sadece
çekirdek içindeki kromozom iplikçilerinin yarısı gelir. Diğer tüm sitoplazma ve
onun içindeki mitokondria, hücre-zarı-proteinleri, vs. hep anadan gelir.
Dolayısıyla ana-katkısı %80-90 civarındadır. Üstelik bu döllenmiş yumurtanın
tüm bakımı 9 ay boyunca ana karnında olmaktadır. Hal böyleyken, bir çocuğun
soyadının babadan alınması kadar büyük bir haksızlık ve saçmalık olamaz.
►- 3- “İlk
defa tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı?” sorusu, doğadaki
oluşum ve gelişimlerin nasıl gerçekleştiği konusunu anlamamızı sağlar.
Jeolojik-paleontolojik veriler ip-uçları verirler. Yumurta bir hücredir, ama
amip gibi küçük bir hücre değil de, çoğalarak yeni bir beden oluşturabilecek
kadar besin maddeleri ile donatılmış, büyük bir yapıdır. Amip gibi tek hücreli
yaşam tarzından, midye, balık gibi çok hücreli canlıların gelişmesine giden
yolda ortaya çıkarılan, beslenme-ambarlı bir yapısallaşma modelidir. Tek
hücreli canlılar 2-3 milyar yıl önceleri var iken, midye, balık gibi hayvanlar
3-4 yüz milyon yıl önceleri ortaya çıkarlar. Yani dünyada önce hücreler
(yumurtalar) oluştu, sonra o yumurtalardan balık, tavuk gibi çok hücreli
hayvanlar oluştular.
Tavuk – Yumurta ilişkisi ve çıkarılacak ders:
Bir şey yapılması-oluşturulması için enerji gerekir. Enerji ise
sadece kuantsal sistemin denetim ve kontrolündedir. Bu nedenle doğadaki her
şey, kuantsal sistemle oluşturulmaya başlanır, yani doğada üst sistemler,
alt-sistemler tarafından oluşturulurlar. Bu nedenle “Theory of
Integrative Levels” olarak tanımlanan “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin
ana-hatları şöyle özetlenmiştir Feibleman: (1954)::
• Her
düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır ve üst
düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
• Herhangi
bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
• Her
sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst
düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni
bir bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur.
Böylelikle çevredeki değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize
aktarılır. Geri-beslemeli bu sistem böylece atom-altı-öğeler dünyasına kadar
geri yansır ve her gün doğa değişen bilgilere göre yeniden yapılandırılır.
Zaman dediğimiz değişim-dönüşüm göstergesi bu şekilde ortaya çıkar.
Tavuk-yumurta
(veya doğum-ölüm) döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan dinamizmin bir
sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren ise, “kuant” dediğimiz en temel
“hareketlilik-dinamiklik” öğeleridirler. Doğadaki bu dinamik sistemin nasıl
işlediği, son 15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya başlanmış ve
“Information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani kuant
dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri, bilgi oluşturarak kendilerini
yönlendirmektedirler.
2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a
taşıyabilmek için onlarca at-arabası ve haftalarca zaman gerekirdi. Halbuki
günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. Zaman içinde
moleküller-maddeler, öyle bir kombinasyona sokuldular ki, o yeni
kombinasyonlarla, enerji daha etkili şekilde kullanılır oldu.
Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir. 300 yıl
önce de dünyamızda atomlar ve moleküller vardı, şimdi de var. Tek değişen şey
ise, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında
birleştirilmeleridir. Bu sayede insanlar daha kısa zamanda daha büyük işler
yapabilmektedirler.
İş yapılması enerji ile olduğundan, daha kısa zamanda daha büyük
işler yapılması, enerjinin yoğun ve uyumlu bir şekilde kullanılmasını
gerektirir ki, buna enerji akışı yoğunluğu (Chaisson, 2001) denir.
Acaba doğadaki tüm oluşumlar böyle bir bilgi-oluşturma faktörüyle
mi gerçekleşmiştir?
Chaisson (2001, 2010) basitten karmaşık yapısallaşmalara doğru
gelişimlerin, enerji akışı yoğunluğunun artırılmasına bağlı olarak geliştiğini
ortaya koyar. Enerji-akış-yoğunluğu, bir saniye içinde bir gramlık kütleden
akan-geçen enerji miktarı olarak tanımlanır (erg/s/g).
Enerji akışı
yoğunluğu, galaksilerde saniyede 1 erg civarındayken, yıldızlarda 3-4
erg, gezegenlerde 70-80 erg, bitkiler-aleminde 700-800 erg, hayvanlarda
yaklaşık 10 bin erg, beyinlerimizde yaklaşık 100 bin erg, toplum hayatında 500
bin erg civarındadır. Şekilde görüldüğü üzere, bu farklı varlıkların ortaya
çıkış zamanları, enerji-akış-yoğunluğunun zaman içinde artırıldığını
gösterir.
Peki, zaman içinde artan faktör nedir? Fizik
yasalarına göre, doğada enerji ve moment miktarı sabit kaldığına göre, ne
değişiyor da, enerji-akışı-yoğunluğu artırılıyor?
Zaman kavramı şimdiye dek statik sistemli bakış
açısına göre değerlendirilmiştir. Statik sistemde doğadaki
yapıcı-etkileyici güç varlıkların haricinde olduğu varsayılan, görünmez bir
varlığa bağlı olarak düşünüldüğünden, zaman kavramı da, bu varlığın verdiği
tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak düşünülmüştür. Doğadaki her şeyin bu
olağan-üstü varlığın ebedi ömürlü olması gerekliliğine dayanılarak da, zamanın
sonsuz bir süreç olması varsayılmıştır. (Statik sistem görüşüne göre ebedi
varlığın yok olması durumunda, doğanın da yok olmuş olması gerekecektir.)
Zaman, bir saat gibi, ebedi varlığın verdiği tik-taklara göre
işleyen bir süreç olarak düşünülünce, doğadaki tüm olayların bu tik-taklara
göre oluşup-geliştiği varsayılır ve fizikçiler her şeyi bu zaman birimine göre
hesaplamaya başlarlar. Tüm oluşum ve gelişimlerin bu zaman birimine göre,
hızlandığı, yavaşladığı, oluştuğu, yok-olduğu, vs. düşünüldüğünden, tüm fizik
formülleri zamana endeksli olarak tasarlanmışlar, bunun sonucu olarak da,
“zamanda ileri-geri yolculuk, Kara delikler, Big-bang” gibi bir sürü
varsayımlar ileri sürülmüştür.
Peki dinamik sistemli bakış açısında zaman nasıl bir şeydir?
İki farklı bakış açısıyla zaman faktörünü değerlendirelim.
►1. bakış açısı, “an
itibariyle”. Her şeyin donup-kaldığı, hiçbir şeyin hareket etmediği bir sistem düşünün: Güneş sistemi donmuş,
hiçbir gezegen hareket etmiyor; Dünya dönmüyor; insanlar, hayvanlar
donup-kalmışlar, bedenler içindeki hücreler donmuşlar; atomlar içindeki her
hareket durmuş! Bu durumda ne gün oluşur, ne de yıl. Yani doğada
değişim-dönüşüm olmazsa, zaman da oluşmaz. Öyleyse, zaman doğal sistemin
değişim-dönüşüm içinde olmasının bir sonucudur!
►2. Bakış açısı: Değişim-dönüşümler neye
bağlı, neler
neye dönüşüyor? Bu bakış açısı bize, “uzun-dönemde zaman” kavramını anlamamızı sağlar. Şöyle ki:
4.6 milyar yıllık dünyamızın jeolojik geçmişi şekildeki zaman
dilimlerine ayrılmaktadır. Her bir zaman dilimini diğerinden ayıran ise, o
zaman dilimini simgeleyen özel bir varlığın olmasıdır.
Doğadaki varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden oluşurlar.
“Zaman” dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin kombinasyon
farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir görüntüsü
vardır.
Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın
çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi
yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da
“information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak
özetlenen dinamik sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve
fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların yapısallaşmasına yansıtılan bilgi,
kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi)
özellikler oluşturarak, enerji akışını yönlendirir. Yapısallaşmanın
değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak
ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim +
fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri
birbirleriyle iç-içe kavramlardır.
Chaisson-diyagramında
görüldüğü üzere “bilgi” üssel (eksponansiyel) olarak gelişmektedir.
Bilginin
Üssel Oluşumunun Anlamı ve Sonuçları
Üssel fonksiyonlar y=ex şeklindedirler
ve üssel fonksiyonların türevleri hep ex olarak
kalırlar ve asla sıfırlanmazlar. Bunun anlamı, bilgi oluşturma yeteneğinin
sadece insan veya hücre gibi canlılarla sınırlı olamayacağı ve maddenin en
küçük parçacıklarına kadar devam edeceğidir. Nitekim maddenin en küçük
bileşenleri olan kuantsal sistemlerin bilgiye göre davrandıkları http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-2-enerjinin-kokeni-ve-kuantum.html adresli
yazıda gösterilmiştir.
Bilgi
oluşumunun üssel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu
bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir Hamiltoniyen faktörünün
bulunmasını zorunlu kılar. (Gedik 2006’dan).
Enerjinin
Maddelere Bağlanması ve Farklı Bileşimli Maddelerin Oluşumuyla Kuvvet
Türlerinin Çeşitlenmesi
Enerjin
maddelere nasıl bağlandığını ve nasıl yeni kuvvet türleri oluşumuna yol
açtığını örnek vererek açıklayalım:
Dünyamızın
temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten gelen ışınlar fotosentez
olayıyla şeker gibi bir madde içinde depolanırlar.
6 H2O
+ 6 CO2 + Güneşten gelen fotonlar è C6H12O6 +
6O2
Bu
denklemin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı
aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak
gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü
oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri,
polarizasyonları, vs.) H2O ve CO2 moleküllerini
oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji,
maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler
değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki
varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir
‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü
enerji paketçiği, başka türde bir enerji (kombinasyon) olarak
piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir
alıcısı vardır.
Bu
glikozu yiyen hayvanlar, temel enerji birimi olan kuantları (dolayısıyla
fotonları) protein gibi başka bir madde içinde bir araya getirirler. Bu şekilde
kuantsal enerji et denilen bir başka madde içinde depolanmış olur.
Bu enerji
aktarımı bu şekilde devam eder ve her yeni oluşturulan madde, enerjiyi başka
bir “madde bileşimi” şeklinde depolamış olur. Her farklı maddenin farklı rengi,
farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar farklı çekim güçleri
oluştururlar. Ve tüm bu farklı çekim güçleri temelde belli sayıda (h)
kümeleşmelerinden oluşurlar. Farklı kuvvet türleri bu şekilde enerjiden
oluşurlar.
Her
canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını
da bağımlı olduğu belli canlı türleri (veya foton türleri) oluşturduğundan,
neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak
zorundadır. Bu şekilde information & self-organisaton olarak özetlenen dinamik
sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi = information” kavramı,
enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve varlıkların fiziksel-kimyasal
yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her yeni bir varlık
oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni varlığın yaydığı
sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer.
Enerji
taşıyıcıları olan bu kuantsal ögeler çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe,
doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle,
yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler
oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır
duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma
türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına
yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre
gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri
oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar.
Tüm varlıklar enerjilerini kuantsal ögelerden
alırlar ve kuantsal ögeler de fotosentez olayında görüldüğü üzere, molekül
hücre gibi gittikçe büyüyen üst-yapısallaşmalar içinde bir araya gelmişlerdir.
Bu şekilde birbirleriyle bağlantılı sistemler (Integrated levels) ortaya
çıkmışlardır.
Varlıklar
Bilgi-oluşturmanın öneminin farkındadırlar
Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri
koruyup aktarmak o kadar önemlidir ve hücreler de bunun öylesine farkındadırlar
ki:
Atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri
gelecek kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve
muazzam bir zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve
mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü
bizleri sürekli olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına
yönelik bir eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında
hep bir çekim kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular
oluşturarak, böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak
bir eylem gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak bir
birlerine cazip gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi
kapasitelerinin aktarılmasına yarayacak işlevlere girişirler.
Oluşturulan bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını
sağlayan dayanılmaz dürtü: aşk ve seks!
Bilgilerin gelecek nesillere
aktarılmasını sağlamaya yönelik eylemlere en güzel örnek aşk ve seks
dürtüsüdür.
Tüm varlıkların en temel
bileşenleri olan kuantsal öğeler (enerji paketçikleri) sürekli salınım
içindedirler. Ve her şey bu temel bileşenlere bağlı olarak
oluşturulup-geliştirildiğinden, bu kuantsal öğelerin birleşmeleriyle gelişen
tüm üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, hayvanlar, bitkiler, vs)
bağlı oldukları alt-sistem öğelerindeki dalgalanma hareketlerinin hangi
aralıklarla ve hangi faktörlere bağlı olarak değiştiği bilgilerini toplamak ve
bu bilgilere göre davranmak zorundadırlar. Dolayısıyla, hayat, bağımlı
olunan enerji kaynağındaki dalgalanmaların nelere göre değiştiği bilgilerini
toplama ve bu bilgileri gelecek nesile aktarma eylemidir. Bu nedenle, aşk ve
seks dediğimiz karşılıklı kalıtsal bilgi alış-verişi sistemleri oluşturulmuştur.
Aşk ve seks, karşı cinslere (farklı bakış-açılarına) ait bilgiler içeren
hücrelerin buluşma ve kaynaşma eylemleridir.
Şekil: Bu canlılar birbirlerini neden çekerler?
Canlıların genetik bilgi
depolarında, bedenlerin nasıl oluşturulacağı, bu bilgilerin nasıl aktarılacağı
vs. konularında kesin yönlendirmeler vardır ve canlılar bu bilgilere göre
oluşturulurlar. Bir somon balığı, genlerinde kayıtlı bu bilgileri gelecek
nesle aktarmak için, bulunduğu açık denizlerden doğduğu ırmağın kaynağına
dönerek orada karşı cinsle buluşup döllenme işlevini yerine getirebilmek için,
tüm hayatını tehlikeye atacak bir dönüş yolculuğuna çıkar. Çağlayanları
zıplayarak aşmaya çalışır; bir sürü yırtıcı hayvana yem olmamak için çabalar ve
hedeflerine ulaşanlar yumurtalarını ve spermlerini 20-30 saniye içinde üst-üste
bıraktıktan sonra da, çoğunlukla yorgunluktan
bitap düşüp ölürler.
Şekil: Somon balıkları neden hayatlarını tehlikeye atarak yumurtlayacakları ırmak yataklarına dönerler ve dölleme işleminden sonra ölürler?
Balıkları bu ölüm
yolculuğuna yönelten dürtü, hücrelerin bedene empoze ettikleri “genetik
bilgilerin aktarılması zorunluluğu”dur. Hücreler öylesine bilinçlidirler ki,
milyarlarca yıllık deneyimlerin sonucu olan genetik bilgilerin gelecek
nesillere aktarılmasını sağlamak için, aşk ve seks dürtüsünü en dayanılmaz zevk
duyguları ile bağlantı içine sokmuşlardır.
Bilgiler aktarılmak, çoğalmak isterler ve
bu nedenle, oluşturdukları tüm bedenlere bilgi edinme ve aktarmayı teşvik edici
yönlendirmeler yerleştirirler. Bitkilerin güzel renkli çiçekler oluşturmaları,
çiçeklerin çeşitli çekici kokular yaymaları, hayvanların çeşitli göz-alıcı
renkli tüylerle kendilerini süslemeleri, insanların güzel giyinmeye çalışmaları
ve güzel kokular sürünmeleri, vs.nin hepsi, hücrelerimizdeki kalıtsal
bilgilerin gelecek nesile aktarılma baskılarının sonuçlarıdır.
Doğada değişip-dönüşmeyen
hiçbir şey yoktur. Diğer taraftan da tüm varlıklar karşılıklı olarak
birbirlerine bağımlıdırlar. Bu nedenle her varlık zorunlu olarak doğadaki
değişim-dönüşüm sistemlerinin nasıl olduğu ve nasıl birbirine dönüştüğü vs.
bilgilerini toplamak ve gelecek nesile aktarmak zorundadır. Hayatın tanımı ve
anlamı bu nedenle şöyle olmak zorundadır:
Hayat doğadaki
değişim-dönüşümler hakkında bilgi edinme ve bu bilgileri gelecek nesle aktarma
eylemidir.
Bilgi edinmeyi
kolaylaştırmaya yönelik bir eylem, atalarının deneyimlerinden yararlanma
usulünü de içerir. Bu amaçla beyinlerde, “mirror neurons” denilen kopyalayıcı
sinir hücreleri oluşturulmuş ve
bu sayede, atalarının oluşturduğu bilgiler (görsel ve işitsel davranışlar)
kopyalanarak, yeni doğan yavruların otomatik bir şekilde bu bilgileri devralmaları sağlanmıştır.
(Rizzolatti et al.2001, Rizzolatti & Craighero 2004, Iacoboni.et al. 2005,
Iacoboni & Dapretto 2006). Bu yöntem sayesinde, bebekler çevrelerinde
duydukları sözcükleri, gördükleri mimikleri ve davranışları aynen kopyalayarak,
o çevrenin dili ve kültürünü aynen devralırlar. Bu yöntemin iyi yönleri olduğu
gibi, kötü bir yanı da vardır. Hücrelere aktarılan bilgiler, yaşanılan doğa koşullarını
gerçeğe uygun şekilde
yansıtmıyorlarsa, hücrelerin oluşturacakları işletim sistemi devreleri
bozuk-hatalı olmuş olacaklardır.
Yani atalarımızın hem iyi hem de kötü yönleri kopyalanmaktadır. Atalarımız bir konuda
yanılmışlarsa, bu yanılgı da otomatik olarak kopyalanmakta ve sosyal bir hastalığa
dönüşmektedir. Bu nedenle tüm toplumlar geleneklerini bu açıdan bir revizyona
tabi tutmak zorundadırlar.
Doğadaki
tüm olayların doğadaki en küçük varlıklarca olasılık hesaplarına göre bilgi oluşturularak
ve bu bilgilere göre de örgütlenerek oluşturulduğu fikri bizlere biraz tuhaf ve
gerçek dışı imiş gibi geliyor.
Ama ne var ki, gerçek durum böyledir. Madde dediğimiz varlıklar, doğadaki temel
öğelerin (ki bunlara kuant denir) oluşturdukları kümeleşmeler- gruplaşmalardır.
Ve doğanın temel öğeleri madde-parçacık yapısında değillerdir, onlar kuantsal
davranışlıdırlar, yani sürekli hareketlidirler çünkü çevrelerini her an
algılamak ve değişimlere uygun davranmak zorundadırlar, dolayısıyla
canlıdırlar. Bu tür davranış biçimi
“dalga hali” olarak tanımlanır. Birbirleriyle birleşip madde olduklarında, bu
dalga davranışlarını kaybederler. Fizikçiler bu davranış değişikliğine “decoherence” derler.
Kuant dediğimiz en
temel öğelerin canlı, bilgili ve bilinçli davranışlı oldukları 2. Bölümde
gösterilmişti.
Yaklaşık
2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan
genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi
oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve
atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak
bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan
en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler
konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü,
vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre
davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık
hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.
Bu
temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve
yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısallaşmasına gittiklerini anlamak
kolaylaşır. Şimdi bunu görelim.
İnsanın
diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın
genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin
oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları
günümüzde deşifre edilmiş ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya
konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir
şekilde genetik kodlamalara yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik
bilgiler içerdiği, günümüz gen teknolojisi ile ortaya konulabilmelidir.
Bu
düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006)
insan dâhil,
şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi
birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi
kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını
araştırmışlardır.
Araştırma
sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan
en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren
bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated
Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır.
Memeli
hayvan beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan
beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim,
beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen
“yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal
şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde
insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir
yapıya kavuşturulmuştur. Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf
noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir
oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere
dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık
çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan,
asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır.
Bizler statik sistemli bir hayat görüşüne
göre düşünüp-davranırız. Bu görüşte, doğadaki tüm canlılık, olağan-üstü bir güç
tarafından varlıkların içine konulmuş “ruh”
denilen ve ne olduğu bilinmeyen gizemli bir faktörden kaynaklanır (veyahut
varlıklar olağan-üstü güç sisteminin oluşturduğu doğa yasalarına bir robot gibi
uyaralar). Statik sistemli görüş nedeniyledir
ki, kuantum fiziği deneyleri, atomlar ve atom-altı-öğelerle yapılan deneylerde,
onların bilinçli şekilde olasılık
hesapları yaparak davrandıklarını, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde
olduklarını açık ve net biçimde görmelerine rağmen, onlara “parçacık” deyip
geçerler. Parçacık, bir maddenin parçalanarak daha küçük şekillere bölünmesiyle ortaya çıkan
bir halidir. Bu şekilde düşünülmesinin
nedeni, doğadaki oluşumların, olağan-üstü bir güç sisteminin, öğeleri
birbirleriyle çarpıştırarak (veyahut onları birbirleriyle kaynaştırarak) yapıldığı-oluşturulduğu
inancından kaynaklanır. Peki doğadaki oluşumlar varlıkların içsel
dinamikleriyle oluşurlar; yoksa varlıkların haricindeki bir gücün onları
birbirleriyle kaynaştırmasıyla mı?
Atalarımızın robot, ruhsuz
(bilinçsiz) varsaydıkları bir hücrenin içinde saniyede yüz-bin civarında
kimyasal reaksiyon gerçekleşmektedir. Yine bilinçsiz kabul ettiğimiz
atomların içlerinde saniyenin zilyonda birlik süreci içinde, protonlar
nötronlara, nötronlar protonlara dönüşerek, birbirlerini itmek zorunda olan
protonların bir arada tutulmasını sağlayan mucizevi bir yaşam döngüsü
sergilerler.
Bu sayede dinamik sistemli doğa görüşüne
göre oluşmuş bir bitki hücresi,
• çevresinde
sıcaklığın ne zaman en düşük dereceye indiğini,
• sıcaklığın
ne zaman yükselmeye başladığını,
• ortamdaki
nem oranın ne kadar olduğunu,
• beslenmesi
için gereken kimyasal elementlerin oranlarının uygun olup-olmadığı
gibi binlerce faktörü değerlendirir ve
• ne
zaman filiz vermeye başlayacağına,
• hangi
tür bir feremon üretirse, hangi tür bir kelebeğin-arının dikkatini çekebileceğine
ve tohumlarının döllenmesinin sağlanabileceğine,
• çevrede
kendisine zarar veren böceklere karşı ne tür kimyasal moleküller üreterek
onlardan korunabileceğine,
gibi yine binlerce faktörü değerlendirir ve
ulaşacağı sonuca göre neslinin devamı için gereken işlemleri yapmaya çalışır.
Dinamik sistemli doğa görüşüne göre oluşmuş bir hayvan hücresi,
• gereksinimi
olan besin maddelerini hangi bitkilerden (veya başka kaynaklardan) sağlayacağına,
• o
bitkinin hangi ayda sürgün vermeye başlayacağına,
• yavrularının
doğum zamanı hangi bitkinin ürünlerinin bol olduğu zamanla nasıl çakıştıracağına,
• hangi
bitkilerin kendisi için yararlı, hangilerinin zararlı olduğuna,
• vücuduna
giren mikroplarla nasıl savaşacağına,
gibi yine binlerce faktörü değerlendirir ve
ulaşacağı sonuca göre neslinin devamı için gereken işlemleri yapmaya çalışır.
Statik sistemli hayat görüşü ile zombileşmiş bir insanın hücreleri ise:
• Doğada
her şeyin tepeden gelen
yönlendirmelerle gerçekleştiği inancı nedeniyle, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri
araştırma, bu konularda bilgi oluşturma gibi bir gayret içine girmezler, bu
nedenle bilgi oluşturma yetenekleri körleşip-kötürümleşir,
• Hayatın
neden doğum-ölüm döngüsüne dayandığı bilgisi mevcut olmadığından, “öteki-dünya”
gibi hayali bir yerde ebedi bir hayat sürecekleri inancıyla, bu dünya ortamı koşullarının
korunmasına gerekli itina gösterilmez ve dünya cehenneme dönüştürülür,
• Toplum
hayatının kanı-enerjisi paradır, toplum hayatı tepeden yönetildiği için, tüm
güç-kuvvet (dolayısıyla paranın kontrolü) tepedekilerin elindedir. Maaşını
tepedekilerden almaya mahkûm insanların hücreleri ise, maaşı kesilirse,
ev-kirasını ödeyemeyeceği, çocuklarının yiyecek-giyecek ihtiyaçlarını karşılayamayacağı
gibi korkular içerisindedir ve bu nedenle tepedekilerin kulu-kölesi olacak şekilde davranır. Statik hayat görüşlü
tüm toplumlarda, para-babalarının dediği olur, iktidara gelenleri (seçimleri
kazanacak olanları) onlar belirler.
• Doğa
dinamik sistemde işlediğinden, her insanın çevresindeki tüm olayları bizzat
kendisinin değerlendirmesi gerekir. Statik sistem bilgileriyle zombileşmiş insanların ise, özellikle “para” gibi
bir değer yargısı ile tepeye (para babaları, vs.) bağımlı olduklarından, kendi
kaderlerini tayin etme, özgür olma olanakları yoktur.
Halkımız asırlardır devam eden bir
yanılgının kurbanı olmuş ve
asırlardır bu yanlış hayat görüşünü
gelenekleriyle çocuklarına aktarmıştır. Doğadaki yaratıcılık-yönlendiriciliğin
nasıl gerçekleştiğini, yaratıcının eserlerine bakarak araştıran biriyim ve öyle
bir gücün varlığına da inanıyorum. Yaratıcının dinamik sistemli bir oluşun
mekanizması işlettiğini ve bu sistem toplum yaşamına uygulandığında, insanlığın
tüm sorunlarının çözüldüğünü de net bir şekilde
görüyorum ve ıspatlıyorum. Ama halkımız yaratıcının (eserlerini
inceleyerek) kendisine değil, bir peygamberin (bir insanın) dediklerine
inanarak yaşıyor. Ve böylelikle de tepedeki bir lidere bağlı, yani Tepeye Bağımlı
Örgütlenme (TBÖ) içine hapis edilerek, kaderini ve geleceğini tepedeki bir
zümrenin eline bırakıyor. TBÖ sisteminin tüm sorunlarımızın kaynağı olduğu önceki
paragraflarda gösterilmişti, yukarıdaki paragraflarda ise atalarımızın
neden yanılgıya düştükleri özetlenmiştir.
Davranışlarımızın yararımıza mı, zararımıza
mı olduğunu saptama işi mantık olarak bilinir. Zombileşmiş varlıklar, bu konuda başarılı
olamazlar ve yararlarına değil, zararlarına olan davranışta bulunurlar.
Herkesin yukarıda adresleri verilen dosyaları okumaları ve mantıklarının sağlam
mı yoksa bozulmuş mu olduğunun
hesabını yapmaları gerekir. Bu hesaplamayı yapmaları çok önemlidir, çünkü bu
zombileştirici faktörü, çocuklarına aktarması halinde bu büyük “günahı” işlemeye
devam etmiş olacaklardır.
İnsanlar arası ilişkiler Din-Para-İktidar
üçlüsüyle yürütülmektedir ve bu üçlü birbirleriyle sıkı bir bağlantı içindedir.
Bu üç-ayak arasındaki ilişkileri anlayamayan insanların mantıkları çarpıtılmış olur. Halkımızın gerçekleri görüp-
binlerce yıllık bir şartlandırılmışlıktan
- zombileşmişlikten kurtulmaları için bu DOM-dizinindeki dosyaları okuyup, değerlendirmeleri
ve "düşünmeleri", bir kar-zarar hesabı yapmaları şarttır.
Bu konulara görüş bildirecek bilgi birikimine sahip değilim ama olduğu kadarı ile salt insan olmak diye bir durum mevcut değil.Tabiat canlılara bir takım alt dürtüler veriyor bizler de edindiğimiz tecrübeler sonucu oluşan üst dürtüler ile bazı tepkiler vererek yaşantımıza yön veriyoruz. Esen rüzgâra göre yelken tutmak bir beceri işidir. Yazıdan, nabza göre şerbet vermenin,bir tanım olarak, bir manâda, simgesel olarak zombileşmek olduğunu anlıyorum. Benim için çok faydalı bir yazı, bildiklerimi, daha belirgin bir hale getirdi, meselâ '' hayat, kimyasal bir değişimdir'' gibi, ayrıca Ülkemizdeki yönetim ve halkın davranışlarını, yaşadıklarımızı birebir anlattığı da şüphe götürmez bir durumdur. Bu açıdan teşekkür ederim, saygılarımla.
YanıtlaSil