Zamanı
anlamadan HAYAT anlaşılamaz.
İnsanların anlamak istedikleri kavramların başında TANRI kavramı vardır. Tanrı doğayı yaratan olarak tanımlandığına göre, doğanın nasıl
yaratıldığı gösterilirse, tanrı anlaşılır olur.
Zaman ve yaratılış-1
Zamanı anlamayan HAYATI anlayamaz.
Nerelerden geçerek İNSAN olduk?
Sürekli
değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz.
• Peki bu değişim-dönüşümlerin neden oluştuğunu biliyor muyuz?
Hayır!
• Değişim-dönüşümlerin nereye doğru gittiğini biliyor muyuz?
Hayır,
onu da bilmiyoruz.
Peki, bu önemli konuları bilmezsek, ne
için yaşadığımızı nasıl bileceğiz?
Hayatımızın anlamı ne olacak?
Bu sorulara cevap verebilmenin yegâne
yolu, nerelerden geçerek günümüze geldiğimizi ve doğadaki gidişatın nereye
doğru olduğunun saptanmasından geçer.
Şimdi bunu yapmaya çalışalım.
Nereden geldik, Nereye gideceğiz?
Doğa
ve dünyayı anlayabilmek için önce geçmişimizi tasarlayalım, nerelerden geçerek
günümüze gelindiğini ortaya koyalım.
Geçmiş nasıl tasarlanabilinir?
•
Varlıkların hangi sırayla
ortaya çıktıkları saptanarak!
Bu işlem nasıl yapılabilinir?
• Jeoloji
denilen bilimden yararlanarak! Şöyle ki: Karalar sürekli aşınır ve aşınmış
maddeler ırmaklarla denizlere taşınır ve deniz diplerinde depolanırlar.
Denizlere taşınan bu maddeler arasında, yeryüzünde o an bulunan maddeler de
bulunurlar. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler
günümüzde denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce
oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu
maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu. Denizdeki katmanlar, bir kitabın
sayfaları gibi, düzenli şekilde üst-üste yığışırlar; yaşlı olan altta, genç
olan onun üstünde olacak şekilde. İşte bu yöntemden yararlanılarak dünyamızın geçmişi
(neyin ne zaman ortaya çıktığı, ne zaman bir volkan patladığı, ne zaman nerede
bir deprem olduğu, dünyamızın neresine ne zaman bir göktaşı düştüğü, vs. gibi dünyamızda
gerçekleşen her olay) saptana
bilinmektedir. Şimdi bu yöntemle elde edilen kayıtlara bakarak, geçmişimizi
tasarlayalım. (Bu konuda ayrıntılı bilgiler “Doğa canlıdır” başlıklı şu
makalede bulunmaktadır. http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2013/06/doga-canldr.html )
1. Nerelerden
Geçerek günümüze geldik?
Zaman
nasıl bir şey?
Günümüzde
Günümüzde
• 1-
cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar, at-arabaları, mızrak gibi İNSAN
BİLGİSİ üretimi olan aletlerimiz var;
• 2-
bunların yanı sıra koyun, fare gibi memeli hayvanlar, kuşlar, bitkiler,
balıklar, böcekler, mercanlar, salyangozlar gibi farklı GENETİK BİLGİLERE göre
oluşmuş çok hücreli canlılar var;
• 3-
bunların yanı sıra, amipler, terliksi hayvanı gibi çekirdekli tek-hücreli
canlılar var;
• 4-
bunların yanı sıra, bakteriler gibi çekirdeksiz tek-hücreli canlılar var;
• 5-
bunların yanı sıra, kuvars, mika, feldspat gibi inorganik moleküller var;
• 6-
bunların yanı sıra, azot, oksijen, karbon, demir, hidrojen, helyum gibi
kimyasal elementler var;
• 7-
bunların yanı sıra, proton, nötron, elektron gibi atom-altı-öğeler var.
Şimdi
geçmişe doğru gidelim, bakalım neler değişecek:
• a-
100 yıl geriye gittiğimizde, “cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar”; 10 bin
yıl geriye gittiğimizde at-arabaları; 50 bin yıl geriye gittiğimizde, “mızrak,
ok” yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ
henüz oluşmamış oluyor;
• b-
300 milyon yıl geriye gittiğimizde, “koyun, inek, fare, kuş, kertenkele, vs.
yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz
oluşmamış oluyor;
• c-
600 milyon yıl geriye gittiğimizde, bitkiler, balıklar, böcekler, mercanlar,
midyeler, salyangoz gibi hayvanlar yok oluyorlar, yani moleküllerine
ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• d-
2,5 milyar yıl geriye gittiğimizde, “amip, terliksi hayvanı” gibi çekirdekli
tek-hücreliler de yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları
oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• e-
4 milyar yıl geriye gittiğimizde, “bakteri” gibi çekirdeksiz tek-hücreli
canlılar da yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak
BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• f-
5 milyar yıl geri gittiğimizde, dünyamızı oluşturan madde dediğimiz
moleküllerin de yok olduğu ve atomlarına ayrıştığı anlaşılıyor. Molekül yapma
bilgisi olmadan, madde oluşturulamaz, gezegen vs. ortaya çıkamaz.
Daha
eski dönemlere ait bilgiler için astro-fiziksel verilerden yararlanılması
gerekiyor. Onlar ise şunu gösteriyor:
• g-
5 milyar yıl ile evrenimizin başlangıcı arası dönem galaksi ve yıldız
oluşumları ile geçiyor. Yıldızlar, atom denilen kimyasal temel elementlerin
sentezlendiği nükleer ortamlardır. Dolayısıyla, atom yapma bilgisi olmadan,
oksijen, karbon, demir gibi temel kimyasal elementler oluşturulamaz, kimyasal
element olmadan molekül (su, mika, kuvars, feldspat gibi mineraller)
oluşturulamaz. O nedenle 5 milyar yıl öncesi dönemde onları oluşturacak BİLGİ
henüz oluşmamış oluyor;
• h- Evrenizin
başlangıcına gidildiğinde (ki o zaman tam bilinmiyor) “proton, nötron, elektron
gibi madde oluşturucu temel öğeler” de yok. Yani bileşenlerine ayrışmış
oluyorlar; bileşenler ise, ÇOK-ÇOK KISA ÖMÜRLÜ, ATOM-ALTI-CANLILIK
ÖĞELERİNDEN oluşuyor. Bunların canlılık
öğeleri olarak değerlendirilmesinin nedeni, şu özelliklere sahip olmaları nedeniyledir:
Mikro-alem dediğimiz
atom-altı-öğeler dünyası kuantsal özellikler gösterir. Doğadaki en küçük
etkileşim, yani en küçük canlılık-hareketlilik özelliğine sahip olan (h) simgesiyle tanımlanan kuantum öğesi ve
ondan daha büyük olan proton, nötron, elektron gibi enerji kümeleşmeleri, şu
ortak özellikleri gösterirler ve kuantsal sistem olarak bilinirler:
•
1) Kuantlar rastgele
davranmazlar, gidecekleri yeri (hedefi) kendileri belirler. Hangi hedef
seçilecek?
•
2) Hedef belirlemekte,
salınım (veya ölçme)-adımlarına göre işlem yaparlar ve bir olasılık hesabına
göre en uygun hedefi seçerler. Çevrede ölçülecek ne kadar hedef var?
•
3) İlerleme sırasında, ya
sağa, ya da sola dönülerek gidilir. Sağa dönerek mi, sola dönerek mi gidileceğini
kendileri belirlerler.
•
4) Salınım-adımının olacağı
düzlem 0 -360 derece arasında değişebilir. Kaç derecelik bir açıda salınım
yapılacağını kendileri belirleyerek ilerlerler.
•
5) Belirlenen hedefe ulaşıla
bilinmesi için, önlerinde aşılması güç bir engel varsa, “tünelleme” denilen bir
faktörden yararlanırlar. Zıplama enerjisinin nasıl sağlanacağını onlar
belirler.
•
6) Birbirleriyle
“haberleşip”, evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilirler. Evrendeki o
kadar çok öğe arasında nasıl denge sağlanacağı bilgisini oluşturmak onların
görevidir.
•
7) Kuantlardan oluşan
enerji-kümelerinin her biri farklı ömürlüdür; kimi saniyenin on-milyarda biri,
kimi bunun üç-katı; kimi saniyenin yüz-milyonda biri, kimi bunun 3 veya 5 katı
daha uzun süreli “yaşar” ve sonra bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir.
Her bir öğenin ne kadar yaşayacağı (etki-süresi) onların yapacağı olasılık
hesaplarıyla belirlenir. (Enerji-yoğunlaşmaları olan atomların da çok
farklı ömürleri olan türleri (izotopları) vardır. Canlılar bunlardan yararlanıp
faklı ömürlü proteinler yaparlar, bedenlerindeki işlemlerin ne kadar süreyle
etkili olacağını saptayacak iç-saatler böyle oluşturulurlar.)
•
8) Çevrelerindeki tüm
varlıkları algılarlar ve onlarla ilişkilerini, çevresindekilerin kendilerine
bakış açısına göre belirlerler. Buna Observer effect =Gözlemci etkisi denir. Zaman
içinde oluşacak o kadar çok yarışmacı arasından, en iyi olanın nasıl seçileceği
gibi hiç kolay olmayan bir görevi yerine getirirler.
Observer effect =Gözlemci etkisi özelliği,
kuantlar aleminin, farklı bedenler içinde farklı davranışlarda bulunmalarını
sağlayan en önemli özelliktir.
Görüldüğü üzere kuantlar alemi
öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir
salınım döngüsünden- sonra tekrar
doğarlar. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR
denilmesi gerekir.
Kuantlar
aleminde katı, sabit hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü söz
konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir,
kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve
hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin
çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Zaman
kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm
döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel
sistemin başlangıç noktasıdırlar. Kuantlar alemi çok farklı büyüklükte kuantsal
canlılardan oluşur, en küçüğü kuantum sözcüğünün ortaya atılmasına neden olan
Planck-sabitidir, (h) simgesiyle gösterilir. Tüm diğer canlılık öğeleri bu
(h)nın ve onların kombinasyonlarının tam sayılı katlamalardır. Bir protonlu
hidrojen, 2 protonlu helyum, 3 protonlu lityum, 6 protonlu karbon, vs. gibi.
Proton -nötron-elektron gibi bizlerin aşina olduğu öğeler, yüksek enerjili,
orta enerjili, ve düşük enerjili olacak şekilde binlerce kat farklı büyüklükteki enerji-kümelerinden, yani
daha küçük kuantsal canlılardan oluşurlar. Bu enerji kümeleri çevre
koşullarıyla değiştirilip, bir-birlerine geçiş yapabilirler. Aşina olduğumuz
maddeler düşük enerjili olanlardan oluşurlar.
Kuantlar
aleminin oluşturduğu MİKRO-ALEM, doğadaki tüm diğer oluşumları, bilinçli
şekilde seçip-değerlendiren ve iyilerin gelişmesini, kötülerin elenmesini
sağlayan en temel canlı öğelerdir, yapıcı-oluşturucu sistemdir. Bu nedenle,
bakterilerden başlanıp, insanlığa doğru geliştirilen tüm canlılar dünyası,
kuantsal canlıların bilinçli seçimleriyle yaşamlarını sürdürmektedirler. En iyi
bilgilere göre oluşturulan bedenler, kuantsal canlılar tarafından seçilerek, iyilerin
hayatlarının devamı sağlanır.
Jeolojik ve astrofiziksel verilere göre ortaya çıkan zaman olgusu 3
değişik konuda çok önemli sonuçlar ortaya koymaktadır:
•
1- Evrenimizin başlangıcında kuantsal canlılar bulunduğu;
•
2- Her şeyin BİLGİ ile oluşturulduğu;
•
3- BİLGİ düzeyinin ZAMAN içinde geliştiği, doğa ve dünyamızın evrimsel
bir gelişme içinde olduğu; Yani doğada fizikçilerin dedikleri şekilde
düzensizliğe-kaosa doğru bir gidişat değil, düzenli sistemler oluşumuna doğru
bir gidişat olduğu kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Şimdi doğayı ve hayatı “bilgi”
faktörünü dikkate alarak, varlıkların karşılıklı etkileşimlerle daha rahat bir
duruma ulaşma çabaları sonucu geçekleşen “zaman” görüşüne göre yorumlarsanız,
nasıl bir değerlendirme ortaya çıkar?
Evrensel sistemin
başlangıcındaki sürekli devinim halindeki bu kuantsal canlıları düşünün. Çok
hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevresindeki zilyonlarca diğer
kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli bir salınım ve titreşim
içindeki bu kuantsal canlılar, ne yapmalılar ki, daha rahat bir duruma
ulaşsınlar?
Bunun cevabına ulaşmak için,
insanların davranışına bakalım: İnsanlar tek başlarına yaşasalardı, her işi tek
başlarına yapmak zorunda olurlardı ve kafalarını kaşıyacak zamanları olmazdı.
Ama ortaklıklar oluşturup, iş-bölümü yaparak ve ürünlerini takas ederek, daha
rahat bir yaşam düzeyine ulaşmışlardır. Buna rahatlama dürtüsü denir ve
doğadaki tüm varlıklarda mevcuttur.
Fizik bilimi verilerine
bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak, çok devingen
kuantum-aleminden, daha az hareketli üst-sistemlere geçtikleri, bunun için
birleşerek daha büyük ortak-yaşam sistemlerine doğru bir gidişatın söz konusu
olduğu görülür.
Geleneksel fizikçiler
şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi” diye bir parametre kullanmamışlar, bilgi ve bilinci
hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve
diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına yerleşmiş en büyük şartlanmışlıktır.
Şimdi evrenimizin oluşumunu tasarlayalım
Jeolojik
ve astrofiziksel verilere göre tasarlanan zaman olgusu, yukarıda özetlendiği
gibidir ve evrenimizin başlangıcında her şeyin enerjiye dönüşmüş şekilde
olduğunu göstermektedir. Madde dediğimiz varlıklar moleküllerden oluşurlar.
Moleküller ise, bir atom-çekirdeği ve onu diğer atom-çekirdekleriyle bağlayan
elektron halelerinden oluşurlar. Yani moleküller farklı atom çekirdeği ile
paylaşılan elektronlarla birbirlerine bağlanırlar. Doğadaki maddeler
(moleküller) atomik ünitelere dönüştürüldüğünde, (evrenin başlangıcında),
evrenimizin büyüklüğünde çok büyük bir büzüşme yaşanmış olması zorunludur.
Çünkü:
Çünkü:
Moleküller, atomların çevresindeki elektronların ortak kullanılmaları
prensibiyle oluşurlar. Yani elektronlar
olmazsa, moleküller oluşturulamazlar. Moleküller parçalanıp, atomlar tek olarak
izole edildiğinde, atom-çekirdekleri ortaya çıkar. Elektron halesinden yoksun
bir çekirdeğin boyutu 1-2 femtometredir. 1 femtometre, milimetrenin trilyonda
biri kadardır (10-15 m). Halbuki çevrelerinde elektron halesi olan
atomlar (yani molekül yapıcılar) 100.000 femtometre’den büyüktürler. Bu farkı
anlamanız için şunu tasarlayın: Bir atomun çekirdeği İstanbul’da Kız-Kulesinin
tepesindeki bir portakal ise, onun elektronları, Büyükada’daki bir toplu-iğne
ucu boyutundadır. Moleküller, çekirdeklerin bu kadar uzakta olacak şekilde
birleşmelerinden oluşurlar. Bu nedenle bizlerin (su, taş, toprak) olarak
gördüğümüz maddeler, sabun-köpüğü gibi boşluksu şeylerdir. Köpüksü
yapılı-dokulu varlıklar ile atom-çekirdeği gibi yoğun dokulu varlıklar arasında
çok temel bir fark vardır, o da hareketlilik faktörüdür. Köpüksü dokulu maddeler, örneğin bir mermi
saniyede yüzlerce metre, bir uzay uydusu saniyede bin metre hızla gidebilir.
Ama asla ışık hızıyla 300.000.km/sn gidemez. Ama atom çekirdekleri ışık hızında
ilerleyebilirler. Yani radyasyon oluştururlar. Bu nedenle, bizlerin aşina
olduğumuz moleküller-şeklindeki alemden, atomlar şeklindeki aleme geçince,
varlıkların hareketlilik yetenekleri, enerji potansiyelleri anormal artmış
olur.
Bu küçülmenin evrenin tüm atomlarında (1080) meydana
geldiğini düşündüğünüzde, küçülmenin ne kadar devasa olduğunu
tasarlayabilirsiniz! Bu nedenle, evrenin başlangıcında, tüm maddeler
atom-altı-öğelere (enerjiye) dönüştürüldüğünde, evrenimizin çok yoğun bir
plazma durumunda olması gerekmektedir.
Bu durum fizikçiler tarafından da öngörülmüş ve evrenimizin çok yoğun
bir plazma şeklindeki ilksel durumundan, bir patlamayla genleşmeye başladığı
(Gamov 1948, Penzias & Wilson 1965, vb.) öne sürülmüştür.
Şimdi bir nokta koyup, zaman kavramının bilgi oluşumuyla bağlantılı olarak
gerçekleşen değişim-dönüşümler olduğunu bilmeyen fizikçilerin, böyle bir
genleşmeyi nasıl açıklayacaklarını tasarlayın: Büyük bir patlama oldu ve evren
genleşmeye başladı ve soğudu; bu soğumanın sonucu da 3 derece Kelvin radyasyonu
(Cosmic Microwave Backgrond = CMB, Penzias & Wilson 1965) olarak günümüzde
bile hala evrende mevcut!
Şimdi olayı bir de “bilgi” faktörünü dikkate alarak, varlıkların
karşılıklı etkileşimlerle daha rahat bir duruma ulaşma çabaları sonucu geçekleşen
“zaman” görüşüne göre yorumlarsanız, nasıl bir değerlendirme ortaya çıkar?
Maddeler (moleküller) dünyası ile atom dünyası (atom-çekirdeği)
arasında çok büyük bir fark vardır. Moleküllerin boyutları nano-metre ölçekli
(10-9 m) iken, nükleon (çekirdek) boyutu femto-metre (10-15
m) ölçeklidir. Bir milyon katlık bir fark söz konusudur. İşte evrenin
genişlemesi atomlar aleminden moleküller alemine geçişin bir sonucu olarak
başlar. Yukarıda vurgulandığı üzere, atomlardan moleküllere geçişte milyon
katlık bir hacim artışı olur. Evrendeki on üzeri 80 kadar atomun da aynı anda moleküllere dönüştüğünü
dikkate alırsanız, genişlemenin boyutunu tasarlayabilirsiniz.
Günümüzde evrenin Big-Bang
adı verilen büyük patlamayla başladığı ve hemen ardından çok büyük ve ani bir
genişlemeye (inflation) uğradığı ve halen de genişlemeye devam ettiği görüşü
egemendir. Evrenin hala genişlediği görüşüne, galaksilerden gelen
radyasyonlarda “doppler-olayına bağlı kızıla kayma” adı verilen bir görüş neden olmuştur. Ancak “kızıla kayma”
durumunun, galaksilerin yaşı ile ilgili olduğu (Halton Arp, 1998) görüşü,
evrenin hala genleştiği görüşüne terstir, bak: Big-Bang var mı, yok mu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2012/10/bigbang-var-m-yok-mu.html
Evrensel sistemin başlangıcındaki bu yoğunlaşmış plazma durumu, çok
hareketli, sürekli bir salınım ve titreşim içindeki atom altı enerji
paketlerinden oluşur. Bu plazma içinde zilyonlarca kuantum öğesini düşünün. Çok
devingensiniz, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevrenizdeki zilyonlarca
diğer kuant öğesi ile karşılıklı etkileşiyorsunuz; sürekli bir akım-akışkanlık
içindesiniz; vs. Ne yapmalısınız ki, daha rahat bir duruma kavuşasınız?
Bunun cevabına ulaşmak için, insanların davranışına bakalım: İnsanlar
tek başlarına yaşasalardı, her şeyi, her işi tek başlarına yapmak zorunda
olurlardı ve kafalarını kaşıyacak zamanları olmazdı. Ama ortaklıklar oluşturup,
iş-bölümü yaparak ve ürünlerini takas ederek, daha rahat bir yaşam düzeyine
ulaşmışlardır. Buna rahatlama dürtüsü denir ve doğadaki tüm varlıklarda
mevcuttur.
Fizik bilimi verilerine bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak,
çok devingen kuantum-aleminden, daha az hareketli üst-sistemlere geçtikleri
görülür.
Enerji akışının yönü, kuvvet denilen varlıkları hareket ettirici
faktörü belirler. Yani, kuvvet enerjinin bir yerden diğerine akışıyla oluşur.
Bilgi ise, enerji-akış yönünü tayin edici trafik levhaları işlevini görür.
•
Güçlü-etkileşim, maddelerin özünü - çekirdeğini oluşturan öğelerin
yerleşme-yönlenmelerini tayin eden trafik işaretleri sistemidir.
Bu temel prensiple işlemlere başlanır ve önce maddelerin özü olan
proton (2-up(u) ve 1-down(d) quarktan oluşan hidrojen çekirdeği) oluşturulur.
(Nötron ise 2-d ve 1u-quarktan oluşur.) Evrenimizde bu nedenle en çok bulunan
element hidrojendir ve %73lük bir orana sahiptir.
Sonra rahatlamanın ikinci adımı atılır ve elektro-manyetik etkileşim bilgileri
devreye sokulur:
•
Elektro-manyetik etkileşim, madde-özlerinden oluşan atom-çekirdeklerini
birbirleriyle ilişkiye sokan trafik işaretleri sistemidir.
Bu temel prensiple farklı atom çekirdekleri birbirleriyle
ilişkilendirilerek, daha büyük boyutlu moleküller alemine geçiş yapılır.
Yukarıda açıklanan bilgi oluşumuna bağlı zaman kavramı oluşumu ise, doğa-bilimsel verilere
dayanmaktadır. Bu görüşün sonucu olarak öngörülen evren genişlemesi (inflation)
ise, tamamen fiziksel bilgilere uygundur.
Geleneksel fizikçiler
şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi” diye bir parametre
kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul
etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına
yerleşmiş en büyük şartlanmışlıktır.
Jeolojik ve astrofiziksel
verilere göre ortaya çıkan zaman olgusu 4 değişik konuda çok önemli sonuçlar
ortaya koymaktadır:
•
1- Evrenimizin başlangıçta sadece atom-altı-öğelerden oluşan yoğun bir
plazma olduğu;
•
2-atom ve molekül oluşumuna geçişle çok büyük bir genleşmeye maruz
kalıp, soğuması sonucu 3º K radyasyonu (Cosmic Microwave Background) yaydığı;
•
3- Her şeyin BİLGİ ile oluşturulduğu;
•
4- BİLGİ düzeyinin ZAMAN içinde geliştiği, doğa ve dünyamızın evrimsel
bir gelişme içinde olduğu; (Yani doğada fizikçilerin dedikleri şekilde
düzensizliğe-kaosa doğru bir gidişat değil, düzenli sistemler oluşumuna doğru
bir gidişat olduğu)
kesin bir
şekilde anlaşılmaktadır.
Sizce doğadaki yaratıcılık
ve yönlendiricilik enerjisi, varlıkların içsel bileşenlerinde midir; yoksa
dışlarındaki harici bir sistemde midir?
Zaman & Yaratılış-2
Zaman ve Yaratılış-1 başlıklı makaleyi
okuduktan sonra devam edelim.
Bir konuda bir görüş oluşturacak veya bir
davranışta bulunacağımızı düşünelim. Davranış neye göre belirlenir?
Bir varlığın davranışının
nasıl belirlendiğini cansız dediğimiz varlıklar aleminden bir örnekle
açıklayalım.
Çekül gibi cansız kabul
edilen bir varlığın davranışını tasarlayın. Çekül, Hindistan gibi büyük bir
ülkenin güney ucunda iken, dikeydir; yani kutup-yıldızı ile dikey-düzlem
arasındaki açı coğrafik enleme (5 derece kuzey) uygun olarak 90+5 = 95 derecedir.
Himalaya dağının eteğindeki Yeni
Delhi’ye (28.5 derece kuzey)
varıldığında, çekülün 90 + 28.5 = 118.5 derece göstermesi gerekir. Ama
çekül ile kutup yıldızı arasındaki açının çok daha az olduğu ve çekülün artık
yeryuvarı merkezini tam göstermediği ve Himalaya dağına doğru saptığı gözlenir.
Bu sapmanın ne kadar olduğu
araştırıldığında, çekülün çok hassas şekilde,
•
Himalaya dağı sisteminin kütlesinin ne kadar olduğunu;
•
Bu yüksek dağ sisteminin ağırlık merkezinin nerede olduğunu;
•
Bu ağırlık merkezinin kendisine ne kadar uzakta olduğunu
(milimi-milimine);
•
Kendi ağırlığının ne kadar olduğunu,
en hassas şekilde ölçüp-saptamış olması ve m1 x m2/
r2 formülüne göre hesaplanan değer kadar dağa doğru sapmış olması
gerektiği görülür. Çünkü bu formül gravite (yerçekimi) adlı doğa yasasını
temsil etmektedir. Çekülün de bu doğa yasasına uygun bir bilince göre davranmış
olması gerektiği düşünülmektedir.
Peki olay acaba gerçekten
böyle mi oluyor?
Fizikçiler varlıkların temel
bileşenlerinin (atom-altı-öğelerinin) iki farklı davranışlı grup içinde
olduklarını gözlemlemişlerdir: Birinci gruba FERMİON adı, ikinci gruba BOSON
(bozon) adı verilmiştir. Fermionlar kütle sahibi, yani madde oluşturuculardır;
aynı anda aynı yerde bulunamazlar, bu nedenle üst-üste gelip-çakışamazlar ve
hep farklı yerler işgal etmek zorundadırlar. Bozonlar ise, fermionlara nasıl
davranacakları bilgisini veren kuvvet-aktarıcılardır,
kuvvet-alanı oluşturuculardır, üst-üste gelip, güçlerini, şiddetlerini
artırabilirler veya azaltabilirler.
Çekül içindeki moleküllerin atomları çevreden
gelen sinyallere göre sürekli olarak spin, salınım-düzlemi vs. gibi
özelliklerini değiştirirler. Yüksek bir dağa yaklaştıkça, dağdan gelen
sinyallerin şiddeti artar, çekülün atomları bu artışa uyacak şekilde
salınım-düzlemi, salınım-yönü, vs. gibi özelliklerini sinyal şiddetine göre
ayarlarlar ve buna uygun olarak, çekül dağ tarafına doğru kayar. Sinyaller
fizikçilerin “boson“olarak tanımladıkları kuvvet aktarıcıları olan bilgi faktörüdür. Çekülün
davranışı ise, moleküllerin içindeki atomların çekirdek- ve elektronları arası
bağlantılarda gerçekleşen ayarlama olaylarıdır. Yani cansız olarak
sınıfladığımız varlıklar aslında tam da cansız sayılamazlar, çünkü içlerindeki
atom-altı-öğeler çevre faktörlerine göre spin, salınım (polarizasyon) düzlemi,
salınım-yönü gibi özelliklerini değiştirebilmekte ve varlıkların konumları da ona
göre değişmektedir. Bu davranış robotsu bir davranış değil, varlığın çevre
faktörleri algılamalarına göre hesaplanıp-sergilenen, bilinçli bir davranıştır.
Dolayısıyla bilgi ve bilinç
arasında bir ilişki ve bağ vardır. Zaman olgusunun açıklandığı makalede
görüldüğü üzere, atom-altı-öğelerden başlanılarak, atom, molekül, hücre, beden gibi
üst-sistemlere geçildikçe, varlıkların yaydıkları sinyaller gittikçe
çeşitlenmekte ve aether dediğimiz sinyaller okyanusu gittikçe
zenginleşmektedir. Koku, tat, sıcaklık, basınç, renk, yararlı, zararlı, iyi,
kötü vs. gibi birçok yeni sinyal doğaya salınmaktadır. Bu sinyaller “bilgi”
dediğimiz bir sinyaller okyanusu oluşturmaktadır. Çeşitli radyo, TV kanalı, vs.
gibi aygıtlarla alınan sinyaller, çok çeşitli bilgiler olarak tekrar
canlandırılmaktadırlar.
Bilgi, doğadaki tüm
varlıkların kimyasal bileşimlerine uygun olarak çevrelerine yaydıkları
sinyallerden
Şimdi
insanların davranışlarının nasıl belirlendiği konusuna bakalım:
Bir insanın davranışını, o insanın
zihniyeti, yani hayata bakış açısı belirler. Zihniyetin ise iki farklı bileşeni
vardır: Bilinç ve Bilinç-altı
Birincisi
ve en etkili olanı
“BİLİNÇ-ALTI” sistemi bilgileridir.
En etkileyici davranış belirleyici olan
“bilinç-altı” bilgileri, ana-rahmine yerleştirildiğimiz andan itibaren ve de
çocukluğumuzun ilk 6 yılı süresince, çevremizdekilerin davranışlarının, gelenek
ve göreneklerin, kopyalanması ile edinilir. Bu bilgiler, atalarımızın asırlar
boyu oluşturdukları verilerin özetlenmiş sonuçlarıdır. Otomatiğe bağlanmış
davranışlarımızın bulunduğu bilinç-altı sistemimize kayıt edilirler.
Bir
fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış
filin bilinç-altına kopyalanır ve fil ondan sonra bu kopyalanmış şartlandırmaya
uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki
insanların davranışlarını aynen kopyalarlar, ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi
bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Çevresinde 3-4 farklı dil bile
konuşulsa, o dilleri aksansız konuşacak şekilde kopyalar. Çevresindeki
insanların davranışlarını da aynen kopyalarlar. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi olmadan çevresindeki olaylardan
etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların düşünce ve davranışlarının
kopyalanmış halleridir. Çevredeki insanlar da yine daha eski kuşaklardan
kopyalanan bilgilere göre programlanmış-şartlanmış olduklarından, bu döngü
böylece devam eder. Kişiler kopyalanmış bu davranışların etkisi altında
davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış, onlara göre şartlanmışlardır.
Bilinç-altına alınan davranışların
en büyük kısmını ise atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize
aktardıkları davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis
edilmiştir. Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden
oluşurlar. Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya
başlandıysa, o davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine
aktarılırlar. Bir araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu
hatırlayın. Ama öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık
yapılır olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur. Her
şeyi yeniden, sıfırdan başlayarak öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki
buna hiçbir ömür yetmez. Bu nedenle, “information & self-organisation”
olarak özetlenen “bilgiye dayalı” oluşum ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden
edinilmiş bilgilerin kopyalanarak gelecek nesillere aktarılması temel bir
prensiptir. Nitekim epigenetik denilen yeni bilim dalı, bu temel prensibin
uygulanış şeklidir. (Epigenetik konusu daha sonraki bir bölümde işlenecektir)
İkincisi ve çok daha az etkili olanı ise “BİLİNÇ” sistemi verileridir. BİLİNÇ, o andaki arzular, beklentiler ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o andaki duruma uyan davranış şeklidir. Okul dönemi ve sonrası evrede edinilen bilgilere dayanırlar.
İkincisi ve çok daha az etkili olanı ise “BİLİNÇ” sistemi verileridir. BİLİNÇ, o andaki arzular, beklentiler ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o andaki duruma uyan davranış şeklidir. Okul dönemi ve sonrası evrede edinilen bilgilere dayanırlar.
Bu
iki farklı kaynağın insan hayatına etki oranı ise şöyledir: Bilinç %5 veya daha
az, bilinç-altı %95 veya daha fazla! (Lipton 2008).
Bilinç ve Bilinç-altı konusunda
ayrıntılı bilgiler http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2012/02/dom-12-bilinc-ve-bilincalti-ayrimi.html adresinde
bulunmaktadır.
Şimdi bizlerin bilinç-altıda hangi
verilerin kayıtlı olduklarını görelim:
1-) 2-3 asır öncelerine
kadarki doğa görüşümüz:
İnsanlar doğadaki oluşum ve
gelişimleri anlayabilmek istemişlerdir. Yıllık, aylık, günlük döngüler, doğada
bir periyodik düzen olduğuna inancı pekiştirmiştir. Bu döngülere uyarak
bitkilerin baharda filizlenip, kışa girerken solup-dökülmesi; tüm canlıların
sürekli bir beslenme dürtüsü içinde olmaları; hayvanların yılın belli aylarında
çiftleşme-üreme dürtüsüne kapılıp, çoğalmaları; vs.. Tüm bu olayları
yönlendirici- itici-oluşturucu bir güç sistemi olması gerektiği inancı, TANRI
adı verilen bir güç sistemine atfedilmiştir.
Diğer taraftan, kah bir kuraklıkla
tüm ürünlerin yok olması, bir volkan patlamasıyla veya bir depremle çevredeki tüm
canlıların zarar görmesi, kah bir kasırgayla her şeyin alt-üst olması doğadaki
bu düzenleyici gücün, yapıcılık-yaratıcılık kadar, yıkıcı-yok edici özellikleri
de olduğu inancını beraberinde getirmiştir.
Bu farklı olayların farklı güç
sistemleriyle oluşturulduğu inancıyla, çok tanrılı dinsel inançlar
geliştirilmiştir. Atalarımızın doğa anlayışı hakkındaki görüşleri, http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-doga-anlayisi.html adresli blog-sayfasında oldukça
ayrıntılı bir şekilde tanıtılmıştır.
Doğadaki olayları yönlendirici gücün
kaynağının Güneşten gelen enerji olduğu bilgisinin oluşmaya başlamasıyla,
tek-tanrılı bir doğal sistem inancı doğmuş ve çeşitli yeni dinsel inançlar
ortaya çıkmıştır. (İlahi-gücü temsil ettiğine inanılan kişilerin hep 24
Aralıkta doğduğu inancı, veyahut “Güneşin oğlu” etiketi, Güneşin en az enerji
verdiği 21-23 aralık tarihlerinden
sonra, 24 aralıktan itibaren tekrar gittikçe artan bir güçle dünyamıza enerji
verdiği gözlemine dayanmaktadır.)
Tüm varlıkların “YE, ÇOĞAL, HAYATTA KAL” şeklinde ebedi
bir dürtü altında olması, bu dürtüyü tetikleyen bir faktörün mutlaka olmasını
gerekli kılar.
Zamanın
felsefecileri, doğa ve dünyamızın ilahi bir Doğa-Üstü-Güç (DÜG) tarafından,
hava + toprak + su + ateş öğelerinin karıştırılmasıyla oluşturulduğu şeklinde
bir teori ortaya atmışlardır. Bu teori 2-3 asır öncelerine kadar kabul
görmüştür ve insanlar, varlıkların bu ilahi güce hizmet için yaratıldığına inanmışlardır.
Şimdiye
dek doğadaki bu oluşturucu-yönlendirici faktörün varlıkların dışında, onların
üstünde bir sistemden gelmesi görüşü egemen olmuştur. Doğa-üstü bir sistemin varlıkları
oluşturup, etkilediği ve yönlendirdiği, doğa yasalarını bu doğa-üstü güç
sisteminin oluşturduğu, varlıkların ise bir robot gibi bu doğa yasalarına
uydukları görüşü, günümüzde hala egemen görüştür. Doğadaki her şeyin tepedeki
bir doğa-üstü güç sistemine bağlı olduğu kabul edildiğinden, tepedeki bu güç
sisteminin ebedi ve sonsuz ömürlü bir varlık olması gerektiği sonucu
çıkarılmıştır. Bu güç sistemi ebedi, sabit, değişmez kabul edildiğinden, bu
görüşe değişmez-sabit anlamında STATİK
SİSTEMLİ doğa görüşü diyoruz.
2-) 1-2 asır önceki düşünce tarzımız:
Doğadaki tüm
varlıkların, oksijen, azot gibi belli sayıda temel elementlerden oluştuğu
anlaşılmıştır. Bu temel elementlerin sayısı başlangıçta Lavoisier (1789)
zamanında 33 olarak saptanır. Bir asır
sonra Mendeleyev (1869) periodik
tablosunda 66 elemente yer verir.
Bu arada Darwin (1859) evrim
teorisini ortaya atar. Doğadaki varlıkların ortak bir atadan kökenlendiğini,
doğal-sistemin en güçlüleri seçerek, evrim
denilen bir süreci işlettiğini ileri sürer. Evrim teorisinde de doğal seçici
denilen bir DÜG-sistemi kabul edilir ve
varlıkların birer robot gibi bu DÜG-sisteminin oluşturduğu doğa-yasalarına
uyarak yaşadıkları kabul edilir.
Darwin’ci görüş, güçlülerin
güçsüzlere galip geldiği bir yaşam felsefesini destekler.
Sunulan şekillerde
ve yapılan açıklamalarda vurgulandığı üzere, her iki görüşte de, varlıkların
kendileri bilgili ve bilinçli değillerdir. Bilgi, güç-enerji, bir Doğa-Üstü-Güç
(DÜG) sistemindedir.
•
O her şeyi bilir (omniscient);
•
O ebedidir, değişim-dönüşüme uğramaz;
•
Zaman onun ebediliğine endeksli bir
sonsuzluktur.
Böyle tanımlanan
bir güç-sistemi, ebedi, değişmez ve sabit olmak zorunda olduğundan,
değişim-dönüşüme uğrayamaz. Bu nedenle böyle bir sisteme STATİK SİSTEM denir.
3-) Kuantum kavramının doğuşu ve
Dinamik Sistemler fiziğininin yükselişi:
1900lü yılına gelindiğine, çoğu temel
kimyasal elementler keşfedilmiş ve maddelerin bu kimyasal elementlerin
tam-sayılı katlarından oluştuğu anlaşılmıştı ama atomların yapısı henüz
keşfedilmemişti. Atomların içlerinde muazzam bir enerji depolandığı henüz
bilinmiyor, enerjinin termodinamik yasalarıyla belirlenen bir sistemde
değişip-dönüştüğü, bu nedenle de, her işlem sonucunda bir miktar enerjinin
kayıp olduğu dikkate alınarak, doğadaki enerjinin kullanıldıkça, kullanılabilir
enerjinin gittikçe azalacağı ve kullanılmayan atık enerjinin gittikçe
azalacağı, bu nedenle de, doğada her şeyin zaman içinde düzensizliğe doğru
gideceğini öngören termodinamiğin 2. Yasası tüm
fizik dünyasınca kesin doğru olarak kabul ediliyordu.
Çözülemeyen problemlerin başında
ise, “black-body-radiation = siyah-cisim-ışıması” denilen ısı-radyasyonu grafiği
yer alıyordu. Örneğin, 5000 Kelvin derecede bir sıcaklığa sahip olan Güneş gibi
çok sıcak bir cisimden yayılan radyasyon, şekilde mavi hatla çizilen şekilde “görünür-ışığın”
maksimum oluşturduğu bir elektromanyetik
spektrum oluşturur; sonra iki yönde de radyasyon azalır ve sıfırlanır.
O zamanın klasik fizik bilgileri
ise, radyasyonun dalga-boyu küçüldükçe (ultraviyole ışınlara doğru) gittikçe
şiddetin artacağı ve ultra-viyole ışınları felaketine yol açacağını
öngörüyordu.
Fizikçiler bu çelişkiyi çözmeye
çalışıyorlardı. Max Planck (1900) bu çelişkiyi çözen fizikçidir. Çözüm
formülünün anahtarı ise, enerji aktarımının gelişi-güzel değerlerde
olamayacağı, ve (h) simgesiyle gösterilen sabit bir değerde olması gerektiği
ilkesidir.
O zamana kadar, enerji
alış-verişinin istenildiği kadar büyük veya istenildiği kadar küçük (hatta
sıfır) değerine kadar değiştirilebileceği görüşü egemendi, çünkü bunu yapma
yetkisinin tepedeki bir olağan-üstü-güç sisteminin elinde olduğuna
inanılıyordu. O güç de, istediği her şeyi yapabilirdi.
(h) simgesiyle tanımlanan quantum
(kuant) kavramı doğadaki en küçük enerji veya etkileşim öğesidir, daha küçük
parçalara ayrılamaz, bölünemez. Diğer enerji öğeleri veya birimleri bu temel
öğenin (h) katlanmalarıyla oluşurlar. Yani doğada gelişi-güzel bir davranış
yoktur, her şey temel bir etkileşim (enerji) biriminin birer birim artırılması
veya azaltılmasıyla oluşmaktadır.
Kuant kavramının keşfiyle birlikte,
kuantum-fiziği denilen yeni bir bilim dalı gelişmeye başlar. Bizlerin aşina
olduğu, katı-sıvı veya gaz durumlu maddeler aleminden çok farklı bir dünya söz
konusudur.
Bizler su, taş, toprak gibi
maddelerin atomlardan oluştuğunu öğrendik. Ama madde dediğimiz bu öğeler
atomların kombinasyonlarından oluşurlar. Bir atomu, molekül durumundan ayırıp
tek başına izole etmeye çalışırsanız, atomun boyutunda muazzam bir değişiklik
geçekleşir.
Şöyle ki: Atomlar bir çekirdek ve o
çekirdeğin etrafında bulunan elektronlardan oluşurlar. Moleküller, atomların
çevresindeki elektronların ortak kullanılmaları prensibiyle oluşurlar. Yani elektronlar olmazsa, moleküller
oluşturulamazlar.
Moleküller parçalanıp, atomlar tek
olarak izole edildiğinde, atom-çekirdekleri ortaya çıkar. Elektron halesinden
yoksun bir çekirdeğin boyutu 1-2 femtometredir. 1 femtometre, milimetrenin
trilyonda biri kadardır (10-15 m). Halbuki çevrelerinde elektron halesi
olan atomlar (yani molekül yapıcılar) 100.000 femtometre’den büyüktürler. Bu
farkı anlamanız için şunu tasarlayın: Bir atomun çekirdeği İstanbul’da
Kız-Kulesinin tepesindeki bir portakal ise, onun elektronları, Büyükada’daki
bir toplu-iğne ucu boyutundadır. Moleküller, çekirdeklerin bu kadar uzakta
olacak şekilde birleşmelerinden oluşurlar. Bu nedenle bizlerin (su, taş,
toprak) olarak gördüğümüz maddeler, sabun-köpüğü gibi boşluksu şeylerdir.
Maddelerin bu köpüksü yapısı ile,
atomların çekirdek yapısı arasındaki farkın maddelerin davranışlarına etkisi
ne? Bu neden önemli ki, burada anlatılıyor?
Köpüksü yapılı-dokulu varlıklar ile
atom-çekirdeği gibi yoğun dokulu varlıklar arasında çok temel bir fark vardır,
o da hareketlilik faktörüdür. Köpüksü
dokulu maddeler, örneğin bir mermi saniyede yüzlerce metre, bir uzay uydusu
saniyede bin metre hızla gidebilir. Ama asla ışık hızıyla 300.000.km/sn
gidemez. Ama atom çekirdekleri ışık hızında ilerleyebilirler. Yani radyasyon
oluştururlar. Bu nedenle, bizlerin aşina olduğumuz moleküller-şeklindeki
alemden, atomlar şeklindeki aleme geçince, varlıkların hareketlilik
yetenekleri, enerji potansiyeli anormal artmış olur; yani radyasyona dönüşmüş
olurlar.
Özetleyecek olursak, doğada iki ayrı
sistem vardır: MİKRO-ALEM ve MAKRO-ALEM; Birincisi enerji doludur, radyasyon
olarak çevresindeki varlıklarla etkileşir; diğeri sabit-yapılı, az- yavaş
hareketlidir.
3.1-) MİKRO-ALEM Özellikleri
Mikro-alem,
atom ve atom-altı-öğeler sisteminden oluşur. Bunlara kuantlar alemi deriz,
çünkü hepsi, en küçük etkileşim birimi olan kuantlara has şu ortak özellikleri gösterirler:
•
1) Kuantlar rastgele davranmazlar, gidecekleri yeri
(hedefi) kendileri belirler. Nereye gidilecek?
•
2) Hedef belirlemekte, salınım (veya ölçme)-adımlarına
göre işlem yaparlar ve bir olasılık hesabına göre en uygun hedefi seçerler.
Çevrede ölçülecek ne kadar hedef var?
•
3) İlerleme sırasında, ya sağa, ya da sola dönülerek
gidilir. Sağa dönerek mi gidilsin, sola dönerek mi?
•
4) Salınım-adımının olacağı düzlem 0 -360 derece arasında
değişebilir. Kaç derecelik bir açıda salınımlar yapılsın?
•
5) Belirlenen hedefe ulaşıla bilinmesi için, önlerinde
aşılması güç bir engel varsa, “tünelleme” denilen bir faktörden yararlanırlar.
Zıplama enerjisi nasıl sağlanacak?
•
6) Birbirleriyle “haberleşip”, evrensel ölçekte enerji
dengelenmesi yapabilirler. Evrendeki o kadar çok öğe arasında nasıl denge
sağlanacak?
•
7) Kuantlardan oluşan enerji-kümelerinin her biri farklı
ömürlüdür; kimi saniyenin on-milyarda biri, kimi bunun üç-katı; kimi saniyenin
yüz-milyonda biri, kimi bunun 3 veya 5 katı daha uzun süreli “yaşar” ve sonra
bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir. Her bir öğenin ne kadar yaşayacağı
(etki-süresi) nasıl saptanacak?
(Enerji-yoğunlaşmaları olan atomların da çok
farklı ömürleri olan türleri (izotopları) vardır. Canlılar bunlardan yararlanıp
faklı ömürlü proteinler yaparlar, bedenlerindeki işlemlerin ne kadar süreyle
etkili olacağını saptayacak iç-saatler böyle oluşturulurlar.)
•
8) Çevrelerindeki tüm varlıkları
algılarlar ve onlarla ilişkilerini, çevresindekilerin kendilerine bakış açısına
göre belirlerler. Oluşacak o kadar çok yarışmacı arasından, en iyi olan nasıl
seçilecek?
(Observer effect =Gözlemci etkisi) (Bu özellik, kuantlar aleminin, farklı
bedenler içinde farklı davranışlarda bulunmalarını sağlayan en önemli
özelliktir.)
•
Kuantlar alemi öğelerinin doğum-ölüm döngüleri vardır.
Her yaşamdan (bir salınım döngüsünden) sonra tekrar doğarlar.
Kuantlar aleminde katı, sabit hiçbir
şey yoktur; madde ve enerji iç-içedir, her şey akışandır ve radyasyon
şeklindedir. Zaman kavramının açıklandığı paragraflarda gösterildiği üzere,
evrensel sistemin başlangıç noktasıdırlar. Kuantlar alemi çok farklı büyüklükte
enerji-kümeleşmelerinden, radyasyonlardan oluşur, en küçüğü kuantum sözcüğünün
ortaya atılmasına neden olan Planck-sabitidir, (h) simgesiyle gösterilir. Tüm
diğer enerji-kümeleri bu (h)nın tam sayılı katlarından oluşurlar. Proton
-nötron-elektron gibi bizlerin aşina olduğu öğeler, yüksek enerjili, orta
enerjili, ve düşük enerjili olacak şekilde binlerce kat farklı büyüklükteki enerji-kümelerinden
oluşurlar. Bu enerji kümeleri çevre koşullarıyla değiştirilip, bir-birlerine
geçiş yapabilirler. Aşina olduğumuz maddeler düşük enerjili olanlardan
oluşurlar.
Kuantlar aleminin oluşturduğu
MİKRO-ALEM, doğadaki tüm diğer oluşumları, bilinçli şekilde seçip-değerlendiren
ve iyilerin gelişmesini, kötülerin elenmesini sağlayan en temel
yapıcı-oluşturucu sistemdir. Bu nedenle, bakterilerden başlanıp, insanlığa
doğru geliştirilen tüm canlılar dünyası, kuantsal alemin kendilerini seçerek,
hayatta kalmalarını sağlamaya yönelik bilgi oluşturma ve o bilgilere göre
örgütlenme çabaları içindedirler. Görüleceği-anlaşılacağı
üzere, kuantsal alemin (enerji aleminin) işi o kadar zordur ki, sürekli
didinip, çaba sarf etmesi, yeni bilgiler oluşturması ve o bilgilere göre de
örgütlenmesi, yapılaşması gerekmektedir. Kuantların yerinde siz olsaydınız, bu
kadar yorucu-hareketli işlemlerden kurtulmak için ne yapardınız?
3.2-) MAKRO-ALEM Özellikleri
Makro-alem bizlerin aşina olduğu,
köpüksü-dokulu, varlıkların “Ye, çoğal ve hayatta kal” ve “information &
self- re-organisation” prensibiyle gerçekleşen evrimsel doğadır.
Alt-sistemlerden – üst-sistem oluşturulması şeklinde büyüyen bir yapılaşma söz
konusudur.
“Information &
self-organisation” olarak özetlenen Dinamik sistemler fiziği (Synergetic),
doğadaki bu dinamik işleyiş mekanizmasının
temel kurallarını ortaya koymuştur. (Haken 2000).
•
1-Doğadaki her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde
gerçekleşir.
•
2-Üst-sistemde geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların
karşılıklı etkileşimleriyle (rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
•
3-Güç (enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.
Felsefi
açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı
eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarında şunu
vurgular:
•
1-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
•
2-karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle
yükümlüdür.
(Düzey
ve sistem eş anlamda kullanılmıştır.)
Her şey alt-sistemlerin
üst-sistemler içinde birleşmeleri şeklinde gerçekleşiyor. En alt sistem kuantum-alemidir;
nitekim “quantum” terimi, doğadaki en temel etkileşim öğesidir. Her şey onlarla
başlar ve onlar tarafından yönlendirilir.
Yukarıda belirtilen 8. Özellikte
(observer-effect= gözlemci-etkisi) görüldüğü üzere, mikro-alem, üst-sistemlerin
gösterdikleri hedefe gidecek şekilde davranırlar. Yani bir midyenin yapısında
bulunan atom-altı-öğeler midyenin çıkarları, bir insanın bedeni içindeki
atom-altı-öğeler, o insanın çıkarları doğrultusunda davranırlar. Ama evrensel
ölçekte enerjinin korunması ve dengelenmesi özellikleri nedeniyle,
oluşturacakları varlıkları asla sonsuz ömürlü yapmazlar ve belli bir süreç
sonunda varlık tekrar parçalarına ayrılır (mikro-aleme dönüşür) ve doğadaki
evrensel sistemle kalibrasyona uğrayarak, tekrar yeni üst-sistem oluşumlarına
katılır.
3.3. DURUM - DEĞERLENDİRMESİ
Yukarıda sunulan 3 farklı bakış
açısı örneğinde görüldüğü üzere, insanlığın hayat görüşü zaman içinde
değişmektedir. Ancak bu değişimlerin insan bilincine yansıtılması çok ama çoook
geciktirilmektedir. Bu gecikmeyi yukarıda anlatılan 3 farklı doğa görüşünden
fark edebiliriz. “Geciktirme” işlemi hep tepedeki zümrenin, çıkarlarını koruma
güdüsüyle, halkın yeni doğal bilgilerle donatılmasını engelleyici taktikler
kullanması sonucu olmaktadır. Atatürk, devrimleri ve köy-enstitüleri projesiyle
bu çarkı kırmak istemiştir, ama sonra gelen liderler buna engel olmuşlardır.
İnsanların hayata bakış açısı,
eğitim sistemine ve gelenek-göreneklerine göre farklı olmakta, bu farklılık
ise, insanlar arası etkileşimleri, ortak bir yaşam sistemi içinde anlaşma ve
uzlaşmalarını zorlaştırmakta, hatta olanaksız yapmaktadır. Böyle olunca da,
kavga ve savaşlar içinde çırpınan bir insanlık dramı yaşanmaktadır.
Bilinç-altı otomatiğe alınmış
davranışların kopyalarından oluşurlar. Atalarımızdan devraldığımız bu davranışların
başında ise statik sistemli bir
doğada yaşanıldığı görüşü gelir.
STATİK SİSTEMde
•
varlıkların kendileri bilgili ve bilinçli
değillerdir. Bilgi, güç-enerji, bir Doğa-Üstü-Güç (DÜG) sistemindedir.
•
O her şeyi bilir (omniscient);
•
O ebedidir;
•
Zaman onun ebediliğine endeksli bir
sonsuzluktur;
•
O değişim-dönüşüme uğramaz. Hep aynı kalır.
Halbuki doğada dinamik sistem
geçerlidir.
DİNAMİK
SİSTEMDE
•
oluşturucu güç, enerji vs. kuantum alemindedir;
•
çevreyle sürekli etkileşim içindedirler;
•
Bilgi oluşturularak sürekli yeni
üst-sistemler yapılır;
•
Oluşan yeni üst-sistemlerin en iyileri seçilip,
kötü olanlar terk edilir.
•
Tüm varlıkların içlerinde mevcut
olduklarından,
•
her an her-yerde (omnipresent) özeliklildirler;
•
her şeyi yapabilirler (omnipotent) özelliklidirler;
•
Doğum-ölüm döngülü olduklarından, yeni bilgi
oluşumlarına göre, doğayı her gün yeniden düzenleyici bir sistemdirler.
•
Zamanın her şeyin ilacı olması, dinamik
sistemin bu özelliği sonucudur.
İnsanlığın asırlardır statik
sistemli bir doğa anlayışını kopyalayarak şartlandırılması nedeniyle, fizikçi,
biyolog, vs gibi tüm bilim insanları, varlıkların çevrelerini algılayarak, değişen koşullara uyum
sağlayacak şekilde, yani bilinçli olarak değişim-dönüşüme uğradıklarını kabullenmezler.
Çünkü bilinç-altları statik sistemli görüşe göre programlanmıştır. Statik sistemde bilgi ve
bilinç tepededir, tabanda olamaz. Kuantum aleminin yukarıda belirtilen
özelliklerine rağmen, bilim-insanları kuantum-alemini bilinçli kabul
edememektedirler.
Hücrelerimiz
içindeki atomlar ve onların alt-öğeleri, kuantsal sisteme özgü yukarıdaki
özellikler, gösterince, doğadaki oluşturma erkinin varlıkların dışında bir
sistemde olduğu geleneksel şartlandırmasıyla programlanmış insanlar ne
diyeceklerdir? Elbette “biz kuantum fiziğini anlayamıyoruz, hiç kimse
anlayamıyor” diyeceklerdir. Ve hala da öyle diyerek, insanlığı kafa karışıklığı
içinde tutmaya devam etmektedirler.
Yani
Doğa dinamik (yani CANLI) bir işletim
temeline dayanıyor. Doğanın kendisi, daha doğrusu doğanın özü canlıdır ve bu
canlılık bilgi oluşturma potansiyeline dayalı olarak sürekli gelişiyor, evrim
denilen bir süreç ortaya çıkıyor, ve insan beyni bu evrimsel sürecin bir aşamasını oluşturuyor. Yani doğa ve
dünyada DİNAMİK bir İŞLETİM sistemi geçerlidir.
Statik
sistemin “Tanrı” olarak tanımladığı yaratıcı güç sistemi, DİNAMİK SİSTEMdeki
“ENERJİ”ye denk gelmektedir. Yani ENERJİ doğal sistemin tanrısıdır ve bilgi ve
bilinçle hareket etmektedir.
Not: Bizler uzlaşamazsak, barış ve
huzur asla gelmeyecek.Toplum hayatı biz
insanların karşılıklı etkileşimlerimizle oluşturulacaktır; kimse uzaydan
gelerek toplumsal yaşamımızın kurallarını oluşturamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder