Beyin ve Tanri-1

 Beynimizin Gelişimi ve Tanrı Düşüncesinin ortaya çıkışı

Prof. Dr. İsmet Gedik

Önsöz:

“Bilgiyle oluşan doğada yanlış bilgiyle zombileşme” başlıklı 16 bölümlük yazı dizininde 2.5 milyon yıl önceleri Afrika’da ortaya çıkan insanlığın dünyamıza nasıl yayıldığı ve ilk defa nerede uygar davranışa geçtiği jeolojik, arkeolojik, ve diğer doğa-bilimsel verilerden yararlanılarak sunulmuştu.

Eserde ulaşılan en önemli sonuç ise, yaklaşık 4-5 bin yıl önceleri insanların yanlış bir bilgiyle şartlandırılarak, mantıklarının bozulduğu ve zombileştikleri olmuştu.

Edwin Fuller Torrey’in (2017) “Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk İnsanlar ve Dinlerin Kökeni” adlı eseri insanlığın mantığının çarpıtılmasına yola açan faktörün insan beyni evrimi sürecinde nasıl ortaya çıktığını bilimsel delilleriyle göstermektedir.

İnsanların zombileşmesine neden olan faktörü net bir şekilde göstermesi açısından bu eser çok önemli olduğundan bu çalışma ana hatlarıyla o eseri tanıtmaya tahsis edilmiştir.   

(1. Bölüm)

Beyin, insan davranışlarının koordine edildiği tek merkez olduğundan, beyin gelişmesi hakkında çok önemli birkaç noktayı vurgulamak gerekir.

 

17 kişilik bir araştırmacı ekibinin 2.5 yıl süren yoğun çalışması sonucu ortaya çıkan “The Science of Early Childhood Development = Erken çocukluk gelişimi Bilimi” adlı eser “Jack P. Shonkoff and Deborah A. Phillips (Editors) 2000.  From Neurons to Neighborhoods - The Science of Early Childhood Development. NATIONAL ACADEMY PRESS Washington, D.C., 610 s.” 2000 yılında yayınlamıştır.

Bu çalışmadan alınan bazı önemli bilgiler:

Ana karnında iken Nöral tüp içinde, en içteki hücreler tekrar tekrar bölünür, önce sinir hücreleri veya nöronlar haline gelen hücreler olur, sonra nöronlar yanısıra glia adı verilen destekleyici doku bileşenleri oluşur. Sinir hücreleri oluştuktan ve göç etmeyi bitirdikten sonra, aksonları ve dendritleri hızla uzatırlar ve genellikle nispeten uzun mesafelerde sinaps adı verilen birbirleriyle bağlantılar kurmaya başlarlar. Bu bağlantılar sinir hücrelerinin birbirleriyle iletişim kurmasını sağlar.

 

 


 Aşırı sinaps üretimi ve sonra silinmesi


Beyin korteksinin gelişme evresinde sinapslar önce hızlı şekilde aşırı çoğalırlar. Daha sonra sinapslarda bir budanma gerçekleşir ve ergenlikteki sayıda sinaps kalır. Bu süreç, yaşamın ilk birkaç yılında çok coşkuludur, ancak ergenliğe kadar uzanabilir. Bununla birlikte, bu gelişim süresi içinde, farklı işlevlere sahip farklı beyin bölgeleri farklı zaman süreçlerinde gelişmektedir. Huttenlocher, görsel kortekste sinaptik aşırı üretimin zirvesinin, yaşamın ilk yılının ortasında meydana geldiğini ve ardından okul öncesi dönemin ortasına kadar kademeli bir azalma olduğunu ve bu zamana kadar sinaps sayısının yetişkin seviyelerine ulaştığını tahmin eder. Konuşma ve işitme işlevli beyin bölgelerinde benzer bir gelişim olur, ancak daha geç yaşlarda olur. Bununla birlikte, prefrontal kortekste (üst düzey bilişin gerçekleştiği beynin alanı), çok farklı bir resim ortaya çıkar. Burada, aşırı üretimin zirvesi yaklaşık bir yaşında gerçekleşir ve sadece orta ve geç ergenlik döneminde yetişkinlerdeki sayıya ulaşılır.

 

Doğumdan hemen sonra beyinlerde önce muazzam sayıda sinaps oluşturulması ve belli süreçler sonunda bu sinapsları çoğunun yok edilmesi, bedenlerin çevreye uyumları için çok gereklidir. Çocuk çevresinde neleri görüyor-işitiyorsa, onları tanımlayan sinapsları hayatta kalırlar ve tüm diğerleri tekrar yok edilirler. 

 


Beyindeki belirli bölgelerin büyüklüğü ile ilgili olarak beynin gelişiminde belli bir bölgenin büyüklüğü o bölgenin sunduğu işlevin önemi ile ilişkilidir. Bu ilke şu şekilde özetlenmiştir: “Belli bir işlevi kontrol eden sinir dokusu kitlesi, bu işlev yerine getirilirken işlenen bilgi miktarı ile paralellik gösterir.” Örneğin, sesle yönünü bulan yarasa büyük bir işitme korteksine sahiptir; görme duyusunun önemli olduğu maymunda geniş bir görsel korteks, koku duyusuna bağlı olan sıçanda ise büyük bir koku korteksi bulunur. Sakladığı tohumların bulunduğu yeri hatırlamak için hafızaya ihtiyaç duyan çöl faresi oldukça gelişmiş bir hafıza alanına (hipokampus) sahiptir.

 

İnsan beyninin diğer hayvanlarınkiyle kıyaslanmasında şu önemli farklar görülür:

       Beyin büyüklüğünün beden büyüklüğüne oranı insanlarda çok daha fazladır.

       Beyindeki bilişsel işlevde önemli rol oynayan BA 10 nolu frontal kutup, diğer primatlarınkinden iki kat daha büyüktür.

       Beyin korteksinin 1 mm küpteki Nöron sayısı insanda 25.000 ila 30.000 iken, balina, fil gibi hayvanlarda bu sayı 6-7 bin kadardır.

       Miyelin denilen yalıtkanlık kılıfı oluşturan glia hücreleri sayı bakımından nöronlardan 10 kat daha fazladırlar ve hücreler arası sinyallerin daha hızlı iletilmesinde baş rol oynarlar. Bu kılıf ne kadar kalın olursa, haberleşme o kadar hızlıdır. Bu kılıf insanlarda çok kalın olduğundan balina ve fillerden 5 kat daha hızlı iletim söz konusudur.

       İnsan beyninde nöron oranı şempanzelerden sadece %2  fazla iken, glia hücreleri oranı %31 daha fazladır. Bu durum sinir bağlantı yollarının, dolayısıyla iletişim hızının insanlarda çok arttığını gösterir.

       Beyin geliştikçe kıvrımlaşma (girufikasyon) artar. Kıvrım oluşumu, beynin boyutlarını büyütmek zorunda kalmadan yüzey alanının artırılmasını sağlamıştır. İnsanlardaki kıvrımlaşma rhesus maymunlarına göre yüzde 49, şempanzelere göre ise yüzde 17 daha fazladır.

       En fazla kıvrıma sahip olan bölgeler en son evrilen bölgelerdir. Bunlar da prefrontal korteks ile parietal lobdur.

 

(2. Bölüm)

 

Psikiyatri gibi beyin-ruh ilişkileri ve de antropoloji uzmanı bir bilim adamı olan Edwin Fuller Torrey’in yeni (2017) çıkan “Evolving Brains, Emerging Gods: Early Humans and the Origins of Religion = Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk İnsanlar ve Dinlerin Kökeni” adlı eseri de insanlığın nasıl evrimleştiği konusunda güzel bilgiler içermektedir.


Benim 16 bölümlük yazımı destekleyici nitelikli bilimsel bir kitap olduğundan bazı kısımlarını size aktarmak istiyorum.

Şekilde görüldüğü üzere, insanlık üç çok farklı beyin büyümesi aşamasından geçerek günümüz modern insanlığına ulaşmıştır. Bunlar Homo habilis, Homo erectus, ve Homo sapiens olarak bilinir. Homo sapiens’in de arkaik ve modern olmak üzere iki alt türü vardır. Arkaik türün en tanınanı neandertal insanıdır.

Torrey, insanın geçmişinde görülen bu üç farklı beyin büyüklüğünün günümüz çocuklarının büyüme aşamalarında da görüldüğünü dikkate alarak, günümüz insanının çocukluktan ergenliğe kadar olan evrede gösterdiği davranış değişimlerinin, ataları olan habilis, erektus ve neandertal türleriyle benzerlik gösterip-göstermediğini araştırmıştır.

Bunu saptamak için beyinlerin büyümesi evrelerindeki nöronal = sinirsel bağlantı ilişkilerini gösteren manyetik rezonans görüntüleriyle (MRI), bir kişiden başka birinin ne düşündüğünü düşünmesi istenerek bu sırada fMRI ile hangi beyin bölgelerinin harekete geçirildiği belirlenebilir.

Bundan sonraki sayfalardaki “İtalik karakterli bölümlerin” Torrey’den alındığını özellikle belirtek istiyorum.

Beyin bölgeleri arasındaki bağlantıları değerlendirmede yararlı olan difüzyon tensör görüntüleme (DTI) işlemleri sonuçlarından yararlanılır. Yakın zamanlarda kullanıma giren difüzyon tensörü görüntüleme (DTI) tekniği canlılarda beynin beyaz madde bağlantı yollarım ilk kez görüntüleyebilmemizi sağlamıştır. Beyinde bugüne kadar 15’in üzerinde farklı bağlantı yolu tespit edilmiştir.


ŞEKİL 0.3 Bizi insan yapan beceriler açısından önemli olan beyaz madde bağlantı yollan.

 Çocuklar ve genç yetişkinler üzerinde yapılan DTI incelemeleri ile her yolun farklı yaşlardaki olgunlaşma derecesini değerlendirmek mümkündür. Bazı bağlantı yolları doğumdan kısa bir süre sonra olgunlaşır. Örneğin, iki beyin yarımküresini birbirine bağlayan büyük bir yol olan korpus kallozum böyledir.

Doğumdan kısa bir süre sonra olgunlaşan bir diğer beyaz madde yolu da prefrontal beyin bölgesini beynin arka kısmındaki oksipital lob ve görsel kortekse bağlayan inferior longitudinal fasikulustur (alt boylamsal sinir demeti). Buna karşın, dört beyaz madde bağlantı yolu en son olgunlaşanlar arasında olup, bunlar modern Homo sapiens in insan hâline gelmesinde çok önemli rol oynayan beyin bölümlerini birbirine bağlar. Bu dört bağlantı yolu superior longitudinal fasikulus (üst boylamsal sinir demeti), arkuat fasikulus (kavisli sinir demeti), unsinat fasikulus (çengelsi sinir demeti) ve cingulum’dur (singulum). Tüm bu sinir demetleri Şekil 0.3’te gösterilmiştir.

 (3. Bölüm)

İnsan beyninin evrimini incelemek için çocukların bilişsel gelişiminden yararlanılır. Çocuklarda şu bilişsel gelişim aşamaları tipiktir:

(1)- Öz-farkındalık = Kendini tanıma yaşı 

 

Öz-farkındalık ne demek?

Yaşları üç ay ile yirmi dört ay arasında değişen çocuklarla bir deney yapılır. 88 çocuk birer birer aynanın önüne konur ve kendisini tanıyıp-tanıyamadığına bakılır. “Bu kim?” diye sorulur. Kendisini tanımasını kolaylaştırmak için her çocuğun burnuna kırmızı bir işaret sürülmüştür. Çocuğun burnuna dokunması veya aynada burnunu incelemesi durumunda kendini tanıyacağı varsayılır. On sekiz aydan küçük çocukların hiçbiri kendisini tanımaz. On sekiz ila yirmi ay arasında çok az çocuk bunu yapabilmiştir. Yirmi ile yirmi dört ay arasındaki çocukların üçte ikisi kendini tanır. Bu, aynı zamanda çocukların “ben” ve “benim” gibi kişi amirlerini kullanmaya ve “Ben top atıyorum” gibi kendileri hakkında konuşmaya başladıkları gelişim aşamasıdır. Tüm bunlar oluşmaya başlayan öz-farkındalığın göstergeleridir (Torrey 2017, s. 61)

(2)- Empati kurabilme:

Empati diğer insanların zihnine girebilme ve onların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini bilebilme becerisidir.

Çocukların ne zaman empati yeteneği kazandığını saptamak için Sally-Anne testi olarak adlandırılan standart bir senaryo kullanılır.

Sally bir top alır ve sepetine gizler. Daha sonra odayı "terk eder" ve yürüyüşe çıkar. O yokken, Anne sally'nin sepetinden topu alır ve kendi kutusuna koyar. Sally daha sonra geri döner.

Şimdi çocuklara şu soru sorulur: "Sally topu nerede arayacak?"

Bir çocukta zihinsel gelişim tamamlandıysa “Sally'nin topu kendi sepetinde arayacağını” söylemesi gerekir. Bu şekilde cevap veren çocuklar genellikle 4 yaşından büyük çocuklardır.

Dört yaşından küçük olanların ve otistik çocukların çoğu ise Sally’nin topu, şu an olduğu yerde (yani Anne’nin kutusunda) olduğunu söyleyeceklerdir.

Dört yaşından itibaren, çocuklar başkalarının zihnine girme becerisine sahip olmaya başlarlar. Böylece Sally’nin topu en son bıraktığı yerde, sepetin içinde arayacağını söylerler. Çünkü Sally topun hâlâ orada olduğunu düşünmektedir.

Buna Torrey  “empati kurabilme anlamında = birinci derece zihin kuramı” der, başkalarının düşüncelerine karşı farkındalık anlamına gelir.

Çocuklarda empati duygusunun dört yaş civarında gelişmeye başladığı ve on bir yaş civarına kadar gelişmeye devam ettiği görülmektedir. Çocuklardaki bu farkındalık çocuğun iki yaş civarında kendisini fark etmesinin ardından gelişir.

 

(3)- İçe-bakışçı benlik = otobiyografik bellek

Bir insanın başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünebilmesi içe-bakışçı benliktir. İnsanların süslenmesinin temelinde bu duygu yatar. 

Çocuklar iki yaş civarına geldiklerinde aynada kendilerini tanıyıp tanıyamamaları ile değerlendirilen bir özfarkındalık geliştirirler. Homo erectus’un yaklaşık 1,8 milyon yıl önce buna benzer bir öz-farkındalık kazanmış olduğu arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır.

Yaklaşık dört yaşına geldiklerinde çocuklar, Sally-Anne testinde gösterildiği gibi başkalarının düşüncelerine karşı da bir farkındalık geliştirmeye başlarlar. Arkaik Homo sapiens’in (neandertal) türünün bu empati kurma yeteneğini aşağı yukarı 200.000 yıl önce kazanmış oldukları anlaşılmaktadır.

İçe-bakışçı benlik kişinin kendi benliğini bir nesne olarak görmesini gerektirir. Bu sadece bir aynaya bakıldığında kendini tanımak değil, diğer insanlara nasıl göründüğünüzü, onların sizi nasıl gördüğünü ve onların sizi nasıl gördüklerine dair düşüncelerinizi de içerir. Arkeolojik bulgular bu özelliğin eski insanlarda yaklaşık 100 bin yıldan sonra görülmeye başladığını göstermektedir. Bu da modern insanların o zamandan beri dünyada yaşadıklarını gösterir. Dolayısıyla günümüzde haplogrub-analizleri sonucu 70 bin yıl önceleri ortaya çıktıkları öngörülen modern insan türünün daha önce evrilmiş olması anlamına gelir.

 

(4. Bölüm)

  Şimdi bu farklı insan türleri hakkında elde edilen antropolojik verileri özetleyelim.

 

Homo habilis- Zeki beyin, ancak boş zihin

 


Yeni doğan bir bebeğin beyni ilk şekildeki Australopitecus beyni, yani 400 cm3 kadardır. Bebekler büyüdükçe beyinleri de büyür. Bebeklerin beyinlerindeki büyümenin en fazla olduğu yerler frontal ve parietal bölgelerdir. (Bu terimlerin beyinde nereler olduğu yukarıdaki şekilde görülür). Homo habilis’in beyninde de frontal ve parietal bölgeler diğer insansı’lara oranla çok fazla büyümüştür. Bu nedenle ilk insan türü olan H. habilis çok daha zeki olmuştur.

Homo habilis konusunda bir uzman olan Phillip V. Tobias, şunları yazar: (The brain of Homo habilis: A new level of organization in cerebral evolution. Journal of Human Evolution. Volume 16, Issues 7–8, November–December 1987, Pages 741-761)

“Homo habilis kafatasları “beyne ait madde miktarındaki artışın... esas olarak frontal ve parietal loblarda daha çok, temporal ve oksipital loblarda ise daha az” olduğunu göstermektedir. Özellikle frontal lobda “yanal bölümlerin belirgin biçimde yeniden şekillenmiş olduğu” görülür ve parietal lobda hem yukarı parietal lobül hem de aşağı parietal lobül “özellikle iyi gelişmiştir”.

Homo habilis şu şekilde tanıtılır:

Bir zamanlar insanların atası olan, bilinçten yoksun hayvanlar vardı. Ancak bu, bahsedilen hayvanların beyninin olmadığı anlamına gelmiyor. Kuşkusuz, bu atalar iç kontrol mekanizmaları birçok bakımdan bizimkilerle aynı olan, algı yeteneğine sahip, zeki ve karmaşık bir şekilde dürtüsel yaratıklardı. Fakat sahip oldukları mekanizmanın farkına varmış değillerdi, üstelik bunun varlığı hakkında da hiçbir fikirleri yoktu. Akıllı beyinlere sahiptiler ancak zihinleri boştu. Zekâları duyu organlarından gelen bilgiyi algılıyor ve işliyordu ama zihinleri eşlik eden herhangi bir duyunun bilinçli bir şekilde farkına varmaktan yoksundu. Söz gelimi, zihinleri eşlik eden herhangi bir duygunun bilincinde olmaksızın, beyinleri açlık ya da korku ile harekete geçiyordu, beyinleri istemli eylemlerde bulunurken zihinleri buna eşlik eden iradenin farkına varmıyordu... Ve böylece, bu atalar davranışlarına dair iç-görüden habersiz yaşamlarını sürdürmekteydiler.” Torrey 2017, s. 47.

Homo habilis’in zekâsına ilişkin diğer bir kanıt, alet olarak kullanmak amacıyla işe yarar belirli türlerde taş elde etmek için kilometrelerce yol katetmeleridir.

“Zeki beyin, ancak boş zihin” ifadesi Homo habilis’in özünü tam olarak yakalamış gibi görünüyor.

(5. Bölüm)

 

Homo erectus- Öz-farkındalıklı beyin

Homo habilis yaklaşık 2 milyon yıl öncelerine kadar yaşamış, sonra ondan evrimleşen yaklaşık 950 cm3 beyinli Homo erectus onun yerini almıştır.

Bu Homo erectus Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Homo erectus odundan iki ucu sivriltilmiş mızraklar ve büyük el-baltaları gibi daha gelişmiş aletler yapma becerileri yanında “Ateş yakması”nı da keşfeden insan olarak bilinir

Homo erectus kafataslarını inceleyen araştırmacıların Homo erectus’un beyni “modern insan beyniyle ilginç benzerlikler” gösterdiklerini, bu benzer özellikler arasında ön singulat, insula ve alt parietal alanların da bulunduğunu saptarlar. (Singulat ve insula korteksin daha derinlerdeki en son gelişen bölgelerdir.)

 


Söz konusu alanların bilinen çok sayıda fonksiyonu olsa da paylaştıkları tek işlev öz-farkındalıktır.

Homo erectus’un “farkındalığı olan benlik =öz-farkındalık” denilen beyinsel gelişime ulaştığı anlaşılmaktadır. Homo erctus’un diğer insanlarla ortaklaşa avlanmaya gidişi gibi özellikleri onun bu “öz-farkındalık” duygusuna sahip olduğunu gösterir. Bazı hayvanların da kendilerini aynada tanıyabildikleri gözlenmiştir. Ancak hayvanlarda bu özellik süreklilik arz etmez. (Torrey 2017).

 

Homo erectus’un beyin büyüklüğündeki müthiş artış göz önüne alındığında, beyindeki beyaz madde bağlantı yollarının da daha karmaşık hâle gelmesi beklenir.  Şekilde gösterilen superior longitudinal fasikulus (üst boylamsal sinir demeti), ön singulat, insula ve alt parietal alanlarla bağlantıları içerir ve bu nedenle öz-farkındalıkta önemli bir rol oynar.

İnsanlığın daha zeki olması sadece beyindeki belli bölgelerin büyütülmesi nedeniyle değil, aynı zamanda farklı beyin bölgeleri arasında veri-akışını hızlandıran sinir-bağlantı-yol-ağlarının çok daha gelişmiş olmasıdır.

İnsanların kendi resimlerine bakarken yapılan beyin görüntüleme çalışmalarında, ön-singulatın ve ön-insulanın, özellikle beynin sağ tarafında aktifleştiği gösterilmiştir. Bu çalışmalar bahsedilen beyin bölgelerinin “insanların kendilerinin farkında olma yeteneklerinin evrilmesi için anatomik altyapıyı” oluşturduklarını gösterir. Bazı demans (bunama) vakalarında olduğu gibi bu iki bölgede hasar meydana gelmesi “seçici bir bilinçli davranış kaybına ve kişinin kendisi ile diğerlerine karşı sahip olduğu duygusal farkındalığın yok olmasına” yol açmaktadır.

Alt parietal lob, farkındalıkla ilgili olarak ön-singulat ve ön-insulayı tamamlar; aynı zamanda kişinin vücut bölümlerini ve bu bölümlerin birbirleriyle olan ilişkilerini izleme işlevi de görür.

Tüm bu belirtilen beyin öğeleri, bebeklikten sonra gerçekleşen beyinsel gelişimler olduklarından, Homo erectus evresinde ortaya çıkan özellikler olmalıdırlar.

 

(6. Bölüm)

Arkaik Homo sapiens- Empati duyan beyin

 

Arkaik Homo sapiens (neanderthalensis, denisova, Homo rhodesiensis  vd.)

Arkaik Homo sapiens yaklaşık 500 bin ile yaklaşık 20 bin yılları arası yaşamıştır.

Arkaik Homo sapiens’in en yaygınları Homo sapiens neanderthalensis ve Homo sapiens denisova’dır. Neandertal insanı Avrupa’da, denisova insanı Asya’da yaklaşık 500 bin yıl önceleri ortaya çıkmışlar ve modern insan tarafından yaklaşık 20 bin yıl önceleri yok edilmişlerdir.

Arkaik Homo sapiens yaklaşık 100.000 yıl öncesinden başlayarak, kendi zihinlerinden geçenleri derinlemesine düşünebilmelerini sağlayan içe-bakışçı bir beceri geliştirdiler. Böylece, sadece başkalarının ne düşündükleri hakkında değil, başkalarının onlarla ilgili düşünceleri ve bu düşüncelere gösterdikleri tepkiler hakkında da düşünebilmekteydiler. Örneğin, dekoratif kolye yapmak için kullanıldığı anlaşılan kabuklar ilk kez yaklaşık 100.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu onların başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğünü anlamaya çalışma yeteneğidir.

Neandertal insanlarının “empati duygusu” geliştirmiş olduğu (Torrey 2017 s.77-78)den aktarılan şu paragraflardan anlaşılmaktadır:

“Yaşlı bir erkekte ölümünden yıllar önce oluştuğu düşünülen çok sayıda kırıkla birlikte ciddi yaralanmaların bulunduğu anlaşılmıştır. Yaralanmalar arasında sakat bırakması olası sağ kol ve sol bacak travması ile kafasında körlüğe yol açmış olması muhtemel bir darbe de bulunmaktaydı. Böyle bir hominin, kendi başına uzun bir süre hayatta kalamayacağı için, yanındaki diğer Neandertallerin yıllarca ona bakmış olduğu düşünülmektedir... Başka Neandertaller üzerinde yapılan araştırmalar bu bireylerin de “eklem iltihabı nedeniyle çok acı çektiklerini, bazılarının da kol ya da bacaklarını kaybettiğini” göstermiştir. Sakatlanmış olanların hayatta kalabilmeleri için “gruptaki diğer homininlerin yemeklerini bu kişilerle paylaşmaları ve bir kamptan başka bir kampa giderken onlara yardım etmiş olmaları gerekir. Tüm bunlar merhamet ve şefkatin kanıtlarıdır” … “Başka bir kişiye ilgi ve bakım göstermeniz, o kişinin duygusal bakış açısını paylaşabileceğinizi, diğer bir deyişle onunla empati kurabildiğinizi gösterir. Bu nedenle empati diğer insanların zihnine girebilme ve onla­rın ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini bilebilme becerisi gerektirir. Psikologlar bunu zihin okuması ya da bir zihin kuramına sahip olmak şeklinde ifade ederler. Zihin kuramı, başkalarının davranışlarının düşünceler, duygular ve inançlar gibi içsel durumlar tarafından motive edildiğinin anlaşılmasıdır.


Neandertaller mükemmel avcılardı. Yaptıkları taş aletler, kemik aletler ve silahlar Homo erectus un yaptıklarından daha karmaşıktı. Mızrakları “Neandertal buluşlarının en üst noktasını” oluşturmaktaydı. Neandertallerin yaptığı mızrakların “olimpiyat ciritleri kadar hassas bir şekilde dengelenmiş” olduğu söylenir. Bu mızraklar büyük ölçüde protein içeren beslenmelerinin kaynağı olan hayvanları avlamak için kullanılıyordu. Avlanmanın büyük bir kısmı gruplar hâlinde yapılıyordu. Neandertallerin bizon ve mamut sürülerini bir uçuruma doğru kovalayarak avlamak gibi koordine edilmiş eylemlerde bulunduklarına ilişkin kanıtlar mevcuttur. Ayrıca balık ve kuş da yakalıyorlardı.

(7. Bölüm)

Homo sapiens sapiens = Modern Homo sapiens- İçe-bakışçı Benlik ve Otobiyografik bellek

Gümümüz modern insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 100 bin yıl önceleri yine Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır.

 

Torrey modern Homo sapiensi iki gruba ayırır:

Erken dönem Homo sapiens: yaklaşık 100 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkan insan;

Geç dönem Homo sapiens: 70 bin yıl önce yine Afrika’da ortaya çıkan insan.

 

Erken Dönem Homo sapiens ve yeni dönem Homo sapiens beyinleri özellikleri ve farkları   

Son yıllarda, beyin görüntüleme teknikleri kullanılarak içebakışçı benlikle ilişkili olan beyin alanları detaylı olarak araştırılmıştır. Bu tür araştırmalarda tipik olarak “katılımcılara kişisel özellikler ile ilgili sıfatlar veya cümleler verilerek bu kişisel özelliğin ya da cümlenin kendileri için geçerli olup olmadığı sorulur”; bu sırada beyinleri bir PET veya fonksiyonel MR cihazı ile incelenir. 1999 ile 2009 yılları arasında yapılan bu türden 20 araştırmanın bir meta-analizinde, Şekil 4.1.’de görüldüğü gibi içebakışçı düşünceyle harekete geçirilen dört ana beyin kümesi belirlenmiştir.

Bu kümelerden biri, aynı zamanda özfarkındalık ile başkalarının düşüncesine yönelik farkındalık sırasında etkinleşen ön singulat (BA 24,32) ve insula alanlarıdır. Bu alanların içe-bakışçı düşünce ile etkinleşmemesi şaşırtıcı olurdu. İçebakışçı düşünceyle etkin hâle gelen ikinci beyin kümesi frontal kutup (BA 10), lateral prefrontal korteks (BA 9,46) ve orbitofrontal bölge (BA 47) de dahil olmak üzere prefrontal korteksin bazı kısımlarını içerir. Bu bulgu, “özfarkındalık, bilinçlilik veya içgözlemin frontal lobun sahip olduğu en yüksek psikolojik öznitelik” olduğunu öne süren çalışmalarla da tutarlılık gösterir. Benzer şekilde, “içgözlem, kişi algısı ve diğerle­rinin düşünceleri hakkında çıkarımda bulunmayı” içeren “sosyal biliş” ile ilgili yapılan çalışmalarda orta prefrontal alanın “sosyal bilişte” benzersiz bir rolü olduğu sonucuna varılmıştır.


Erken dönem Homo sapiens’te içebakışçı benlik ve modern insanın zamansal belleği

 İçebakışçı düşünceyle harekete geçen üçüncü beyin bölgesi ön singulatın orta hattının arkasında yer alan arka singulattır (BA 23). Burası prefrontal korteksin birçok kısmına ve temporoparietal bileşkeye güçlü bir şekilde bağlıdır. Arka singulatın “denekten bir sözcüğün veya ifadenin kendi kendini tanımlayıcı olup olmadığını belirtilmesi istendiğinde” etkinleştiği bildirilmiştir. İçebakışçı düşünceyle tetiklenen son beyin bölgesi ise temporal lobun temporal pol (kutup) olarak adlandırılan en ön kısmıdır (BA 38). Bu, iyi anlaşılmamış ancak başkalarının ne düşündüğünü düşünmede rol oynadığı bilinen eski bir beyin alanıdır. Beyin görüntüleme araştırmalarında “diğer kişinin duygularını, niyetlerini veya inancını analiz etmeyi gerektiren görevler” verildiğinde özellikle bu alanın etkinleştiği gösterilmiştir.

 

İçebakışçı düşünceyle ilgili beyin bölgelerinin geliştiği sırada beyaz madde bağlantı yolları, özellikle de üst boylamsal, unsinat ve arkuat sinir demetleri de büyük olasılıkla gelişmeye devam ediyordu. Önceki bölümlerde anlatıldığı gibi, bu yollar önden ön singulat, insula ve prefrontal korteks ile arkadan da parietal ve temporal bölgelerle bağlantılıdır. Beyaz madde bağlantı yolları olgunlaştıkça beyindeki bu alanların önce birinci derece zihin kuramıyla, daha sonra ikinci derece zihin kuramıyla düşünmeyi, ardından giderek karmaşıklaşan zihin kuramıyla değerlendirmeler yapmayı ve nihayetinde insanların kendileri hakkında düşünürken düşündüklerini düşünebilme yeteneği ile sonsuza dek süren bir silsile oluşturacak şekilde birbirleriyle gitgide daha sıkı bağlantılar kurduklarını hayal etmek hiç de güç değil.

Gerçekten de insan evrimindeki en büyük gizemlerden biri, insan davranışının günümüze kadar evrimin gerçekleştiği sürenin tamamıyla karşılaştırıldığında kısacık bir an gibi duran son 100.000 yıl içinde çok çarpıcı biçimde değişmesidir. Buna getirilecek en iyi açıklama büyük olasılıkla, beyaz madde yollarının gelişiminde ve farklı beyin alanlarının birbirleriyle gitgide bağlanmasıyla ortaya çıkan bilişsel beceriler ile davranışlarda bulunacaktır.

Geç Dönem Homo sapiens Beyni   

Yeni genişleyen beyin alanları yeni işlevler kazanıyor, eski beyin alanları yeniden programlanıyor ve aralarındaki beyaz madde bağlantıları güçlenerek geliştiriliyordu. Modern Homo sapiens İn zamansal benliği ile beyni birlikte evriliyordu.

Otobiyografik bellek ile ilişkili beyin bölgelerini belirlemek için çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bunu değerlendirmek için, bireylerden belirli anı türlerine odaklanmaları istenir ve bu sırada beyin görüntülemesi yapılır. Bu şekilde yürütülmüş olan 19 çalışmanın incelenmesi sonucunda şekil 5.2’de görüldüğü gibi yüksek düzeyde etkinleşmiş birden fazla beyin alanı tespit edilmiştir. Belirlenen alanlardan birkaçı önceki bölümde anlatılan başkalarını düşünürken (zihin kuramı) aktive edilen alanlarla özdeştir.

Bunlar arasında ön singulat (BA 24,32), alt parietal lobülün bir parçası (BA 39) ve bunun bitişiğindeki arka üst temporal alan (BA 22) bulunur. Örneğin, bir çalışmada “alt parietal korteksin kişinin kendisine gönderme yaparken özellikle etkinleştiği” bildirilmiştir.72

 

Otobiyografik bellek ile ilgili görevler, prefrontal korteksi özellikle de frontal kutbu (BA 10) ve orbital frontal korteksi (BA 47) etkin hâle getirir. Otobiyografik belleğin neredeyse tamamen kaybolduğu frontotemporal demans (bunama) hastalarının beyinleri ile ilgili yapılan çalışmalarda, orbital frontal korteksin ciddi hasar gördüğü bildirilmiştir. Genç yetişkinler üzerinde yapılan bir çalışmada katılımcılardan okuldaki ilk günlerinin, ilk öpüşmelerinin ve buna benzer deneyimlerin ayrıntılarını düşünmeleri istenmiştir. Çalışmada “orta prefrontal korteks’in (MPFC) yakın geçmişe ait otobiyografik anıların hatırlanmasında özellikle rol oynadığı” saptanmıştır. Frontal lobun işlevinin incelendiği benzer bir araştırmada “frontal lobların, özellikle uç kısımların (polların), özfarkındalık ve zihinsel zaman yolculuğu gibi insana özgü olan yeteneklerle ilgili olduğu” bulunmuştur. Bu ayrıca prefrontal kortekslerinde kalıcı hasar oluşmuş kişilerin hem geleceği düşünme konusunda hem de geçmişi düşünürken eşit derecede sorunla karşılaşmalarını da açıklar. Bir araştırma grubu tarafından özetlendiği gibi: “Frontal lob hasarı bulunan hastalar yalnızca somut ve o an mevcut olan durumlara karşılık verirler, geleceğe yönelik düşünce ya da planlan yoktur... Tarif edilen hastaların birçoğu görünüşte tamamen şu an yaşıyor gibidirler. Geçmişle ilgili düşünceleri ve geleceğe dair kararlarla ilişkileri önemli ölçüde bozulmuştur.”73

Otobiyografik bellekle ilgili görevlerin harekete geçirdiği diğer beyin bölgelerinden bazıları daha önce anlattığımız ve bilişsel görevler tarafından harekete geçirilen alanlarla çok az örtüşür. Otobiyografik bellek ile ilişkili diğer alanların en önemlileri arasında hipokampus (BA numarası yok) ve parahipokampal girus (BA 35,36) bulunur. Bunlar evrimsel olarak en eski beyin alanları arasında yer aldığı için, evrimsel olarak insanın en yeni bilişsel özelliklerinden biri olan otobiyografik bellekle ilgili işlevlere sahip olmaları biraz şaşırtıcıdır. Hipokampus hafıza depolamada kritik öneme sahip olduğu için, bu durum, eski bir beyin alanını kendi amaçlarına uygun olarak görevlendiren yeni bir evrimsel beyin işlevine örnek oluşturur.

Benzer şekilde, beynin evrimsel olarak daha eski bir bölgesi olan amigdala otobiyografik bellekte önemli rol oynar, zira bu tür anılar genellikle duygu yüklüdür ve duygulanım amigdalanın işlevlerinden biridir. Bu nedenle, hipokampus ve amigdala otobiyografik belleğin önemli bileşenleridir 74

Beyaz madde bağlantı yollarının oluşma şekli de otobiyografik belleğin gelişiminde hipokampus, amigdala ve parahippokampal girus’un önemini gösterir. Singulum, hipokampus, amigdala ve parahipocampal girus ile otobiyografik bellekte rol oynayan frontal ve parietal lob yapılarını birleştiren önemli bir sistemdir. Unsinat sinir demeti de otobiyografik bellek ile ilgili pek çok beyin bölgesinin birleştirilmesinde önemlidir. Bu nedenle, otobiyografik belleğimizin yakın zamanlarda gelişmesiyle uyumlu olarak, singulum ve unsinat sinir demetinin insanlarda en son gelişen beyaz madde bağlantı yolları olması ilgi çekicidir.75

Otobiyografik bellek görevlerinin etkinleştirdiği diğer beyin alanları arasında arka singulat (BA 23,31), bitişiğindeki üst parietal alan (prekuneus, BA 7) ve beyincik yer alır. Arka singulat içebakış becerisinde önemli bir rol oynar. Prekuneus, çeşitli bilişsel, duyusal ve görsel işlevleri yerine getirir. Beyinciğin de otobiyografik bellekle ilgili olması biraz şaşırtıcıdır, çünkü beyincik hareketlerin koordinasyonu gibi öncelikle motor fonksiyonlarla ilişkili olduğu düşünülen çok eski bir beyin bölgesidir. Ancak, modern Homo sapiens te beyincik “modern beyinlerde... hızlı bir büyüme” geçirmiştir ve şimdi modern insanlarda beyincik, benzer büyüklükteki şempanzelerden üç kat daha büyüktür. Bir araştırmada katılımcılardan geçmişteki anılarını hatırlamaları istendiğinde beyincikte yaygın bir etkinleşme saptanması üzerine beyinciğin “epizodik (otobiyografik) belleğin bilinç düzeyine çıkmasını başlatan ve bunu takip eden bir ağın parçası” olduğu sonucuna varılmıştır. Beyinciğin böyle bir role sahip oluşu, eski bir beyin bölgesinin yakın zamanda evrilmiş yeni bir beyin işlevi için görevlendirilmesinin bir başka örneğidir.76 Aslında, beyincik ile ilgili araştırmalar yapıldıkça sahip olduğu pek çok yeni işlev ortaya çıkarılmaktadır.

Bu araştırmanın sonucuna göre “beyin görüntüleme çalışmaları, geçmişte yaşanan olayların anımsandığı sırada ve gelecekle ilgili hayaller kurulurken harekete geçen beyin ağları arasında ortak noktaları çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

Erken dönem Homo sapiens ile Modern Homo sapiens arasında BA 10, BA 47, BA 24,32, BA 38 gibi bölgeler ortak şekilde aktif olmuşlardır. Modern Homo sapienste bunlara ek olark BA 23,31, BA 7 gibi yeni oluşan bölgeler de bulunmaktadır. Daha nemli bir fark ise, eski beyin bölgelerinden amigdala, hipokampus, beyincik bölgelerinin de aktive edilmiş olmasıdır. Bu da, mu eski beyin bölgelrinde de, yeni düzenlemeler yapıldığını gösterir.  

Özetle, yaklaşık 40.000 yıl önce, homininler bilişsel evrimin beş önemli aşamasını tamamlamıştı. Homo habilis olarak, yaklaşık iki milyon yıl önce, önemli ölçüde daha zeki olmaya başladılar. Homo erectus yaklaşık 1,8 milyon yıl önce özfarkındalık sahibi oldu. Arkaik Homo sapiens in Neandertal türü, yaklaşık 230.000 yıl önce başkalarının düşünceleri konusunda bir farkındalık edinmeyi (zihin kuramı) başardı. Erken dönem Homo sapiens ise, yaklaşık 100.000 yıl önce kendisi hakkında düşündüğünü düşünmesine olanak tanıyan içebakış becerisi kazandı. Son olarak, modern Homo sapiens yaklaşık 40.000 yıl önce, geleceği planlamak için geçmişten gelen deneyimlerini kullanarak kendisini zamanda geriye ve ileriye doğru düşünebilme becerisini, yani otobiyografik belleği geliştirdi. Bu bilişsel evrimin her aşamasına beyinde oluşan ve günümüzde en azından kabaca tanımlanabilen anatomik değişiklikler eşlik etti.

Böylece, bilişsel olarak donanımlı hâle gelen modern Homo sapiens, bitki ve hayvanları evcilleştirmeye, devletler kurmaya ve uygarlıklar yaratmaya hazırdı. Bu olağanüstü bir gelişme silsilesi olacaktı. Ancak bu gelişmelere eşlik eden, gölgede kalmış sorular daima bir yerde bekliyordu. “Nereden geldim?” “Neden buradayım?” “Ben öldükten sonra bana ne olacak?” Modern Homo sapiens, bu soruların yanıtlarını tanrılarımızda ve dinlerimizde bulacaktı.

 

Otobiyografik bellek bireyin kendisini geçmiş ve gelecek zaman içinde tam olarak yerleştirebilmesi yeteneğidir.

 

 (8. Bölüm)

 

Homo sapiens sapiens’in ortaya çıkardığı önemli yenilikler:  

Güney Afrika’daki mağaralardan elde edilen 75.000 ila 100.000 yıl öncesine ait delinmiş kabuklardan yapılmış bazı kolyeler ve kırmızı toprak pigmentşeri insanlık tarihinde süslenmenin bilinen ilk örnekleridir. Bunların yanında son derece sofistike taş aletler ve silahlar bulunur. Kemikten yapılmış aletler, Kongo’da da bulunmuş ve en az 75.000 yıl öncesine tarihlenmiştir.

Güney Afrika’daki mağaralarda ve kayalara yapılmış barınaklarda yaşayan insanlar deniz ürünleri ve yerel av hayvanları gibi çeşitli besinleri içeren bir beslenme düzenine sahiptiler. Ayrıca, farklı ot ve bitkilerden yaptıkları yatakları kullanarak yerleşik sayılabilecek bir yaşam sürmekteydiler. Bu bitkiler arasında, “örneğin sivrisineklere karşı böcek öldürücü ve larvisidal (larva öldürücü) özelliklere sahip kimyasallar içeren bazı bitkiler” de vardı. Bunlar aynı zamanda bitkisel ilaç olarak da kullanılmış olabilir. Bu mağaralarda rastlanan kırmızı toprak boya ile kaplı, kolye veya bilezik yapımı amacıyla istemli olarak delinmiş gibi görünen ve 77.000 yıl öncesine tarihlenen deniz kabukları da büyük ilgi uyandıran buluntulardır. Güney Afrika’da kolye veya bilezik süslemek için kırmızı toprak boyanın kullanılması, toprak boyanın bu kültürde oynadığı önemli rol ile tutarlıdır. Bu mağaralarda yakın geçmişte 100.000 yıllık bir “toprak boya işleme atölyesi” ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle,  100.000 yıl önce toprak boyanın delinmiş kabuklara uygulanması, ara sıra da olsa süslenme için kullanıldığını akla getirmektedir.

Güney Afrika’daki mağaralarda kazınarak ve öğütülerek değişime uğratılan ve daha sonra keskin bir aletle istemli olarak işlenen toprak boyasıyla yapılmış 15 parça bulunmuştur. Oymalar, çeşitli desenler oluşturan düz çizgilerden oluşmaktadır. Örneğin birinde, “uzun bir çizgi ile kısmen bölünen, altı ve sekiz çizgilik iki setten oluşan çapraz tarama vardır”. Yaklaşık 99.000 yıl öncesine tarihlen oyma tasarımların ne anlama geldiği ile ilgili tahminler, bir tür kayıt, bir takvim ya da bir sanat eseri gibi çeşitlilik göstermektedir. Bu bulgular “en azından Güney Afrika’da, Homo sapiens'in modern bir davranış sergilediğini” göstermektedir.

Vücut biti yaklaşık 72.000 yıl önce baş bitinden farklılaşarak ayrılmıştır. Vücut bitinin cilde değil giysilere yapışacak şekilde uyum sağlamış pençeleri vardır ve yumurtalarım sadece giysilerin üzerine bırakırlar. Bu çalışmaları yürüten araştırmacılara göre, “[vücut bitinin] ekolojik farklılaşması, muhtemelen insanların giysi kullanmaya başlamaları ile gerçekleşmiştir”.

Haplogrup analizlerine göre Afrika’dan çıkışı 70.000 yıl önce olmuşsa kıtadan neden o zaman ayrıldıkları tam olarak belli değildir. Endonezya’daki Toba süper yanardağının 73.000 yıl önce patlaması bunda bir etken olabilir çünkü bu patlamanın dünya iklimini yüzlerce yıl etkilediği düşünülmektedir.

Homo sapiens sapiens, Endonezya’ya en az 50.000 yıl önce ulaştı. Muhtemelen kütükleri ve sazları birbirine bağlayarak tekneler inşa etmiş ve o sırada Papua Yeni Gine ile Tasmanya’ya karadan bağlı olan Avustralya’ya ulaşmak için yaklaşık 65 km’lik açık okyanusu geçmişti. Her ne kadar homininler binlerce yıldır nehirleri ve dar su geçitlerini aşmak için eğreti tekneler kullanmış olsalar da daha uzun bir su geçişi belli ki ilk kez bu zamanda yapılmıştı ve bu da erken dönem Homo sapiens’in planlama becerilerinin bir göstergesiydi. Denizi önemli sayıda insanın geçtiği anlaşılıyor; bugünkü Avustralyalıların genetiğine dayanarak yapılan bilgisayar simülasyonlarından elde edilen sonuçlar “bugünkü mevcut aborijin nüfusunun sadece bir veya iki tekne dolusu bireyin kurduğu koloniden oluşamayacağı, daha fazla kişinin gerektiği” yönündedir. Homo sapiens'in 50.000 yıl önce Avustralya’ya, 49.000 ila 43.000 yıl önce Papua Yeni Gine’ye ve 30.000 yıldan daha öncesinde Yeni İrlanda’daki Melanezya Adasına yerleştiğine ilişkin kanıtlar bulunmaktadır.

Kabuktan yapılmış takılar takması, süslenmesi ve üstüne oturan giysiler giymesi modern Homo sapiens'm diğerlerinin onunla ilgili düşüncelerinin farkına vardığını düşündürüyor. Süslenme, bireyin aile ilişkilerini, sosyal sınıfını, ait olduğu gruba bağlılığını veya cinsel ilişkiye müsait olup olmadığını belirtmek için bir araç olarak ve diğerlerine bir mesaj göndermek içindir. Süslenmenin temelinde, bir Homo sapiens'in başka bir Homo sapiens’in kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünmesi yatar. İşte bu içe-bakışçı benliktir.

Giysileri dikmeye yarayan iğnenin ilk defa kemikten yaklaşık 45.000 yıl önce yapıldığı Altay dağlarındaki Denisova mağarasında saptanmıştır.  Bazıları boyanmış keçi kılından elde edilen yün lifleri ve ketenden yapılan bitki lifleri belli ki halat, ağ ve sepetlerin yanı sıra giyecek yapmak için de kullanılmaktaydı. Dikilerek yapılan giysiler Buzul Devrinde özellikle yararlı olacaktı.

Bu dönemde kullanılmaya başlanan bir diğer alet de kandildi. Kontrollü ateş kullanımı en az 500.000 yıl önce biliniyordu ama kandillerin kullanımı yeniydi. Fransa ve Ispanya’da duvarlarında çizimlerin ve resimlerin bulunduğu mağaralarda birçok kandile rastlanmıştır. Bu kandillerin çoğu içyağı ile doldurulabilen doğal bir çukuru olan taşlardı; fitil olarak liken, yosun, kozalak ve ardıç kullanılmaktaydı. Bulunan birkaç kandilin üzerinde oyulmuş gravürler vardı, bir tanesinin kulpu bile bulunmaktaydı.3

Aletlere ek olarak, yaklaşık 40.000 yıl öncesinden başlayarak yeni ve daha iyi silahlar da geliştirildi. Atlatl da denilen mızrak fırlatıcılar, yaklaşık 30.000 yıl önce ortaya çıkmışlardı ve mızrağı daha uzun mesafeye, daha hızlı ve daha doğru bir şekilde yönlendirebilmekteydiler. Atlatl kullanan bir avcı mızrağı daha güvenli bir mesafeden fırlatabildiği için bu aletler tehlikeli hayvanları avlamada özellikle etkiliydiler.

Binlerce yıl öncesinde ara sıra kullanılan ok ve yay, en az 20.000 yıl önce yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı; ok ve yay, avcının avdan güvenli bir mesafede kalabilmesini ve havadaki kuşları uçarken vurabilmesini sağlamıştı. Balık oltası ile ağ kullanımı da Homo sapiens'in derin sularda balık yakalayabilmesine olanak tanıdı. Örneğin, Endonezya’da bulunan 40.000 yıldan eski ton balığı ve köpekbalığı kemikleri, o tarihlerde açık deniz balıkçılığı yapıldığına dair kanıtlar sunar.4

Yaklaşık 40.000 yıl öncesinden başlayarak gitgide yaygınlaşan diğer bir alet türü de bellek aygıtları olabilir. Bunlar arasında, son bölümde anlatılan ve Güney Afrika’da 90.000 yıldan daha uzun zaman öncesine ait olduğu anlaşılan oymalı toprak boyası üzerine oyulmuş bir dizi çizgi veya nokta bulunan kemik parçaları yer alır. En iyi bilinen ve Fransa’da bulunan örnek, yaklaşık 30.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu işaretler ay döngüsü süresince ayın evrelerini temsil ettiği şeklinde yorumlanmıştır.

” Daha erken dönemlerde Güney Afrika’da bulunan kolye ve bilezikler yalnızca deniz kabuklarıyla yapıldığı hâlde, daha yeni süs eşyalarında hayvan kemikleri, boynuz, fildişi, salyangoz kabuğu, kuş pençeleri, devekuşu yumurtası kabuğu ve renkli taşlar da kullanılmıştır.


Tüm bu malzemelerle kolye ve bileziklerin yanı sıra yüzük, iğne ve pendantif (küpe veya kolye ucunda sallanan süsler) yapılmıştır. Örneğin bir kolye, “yaklaşık 150 adet delinmiş boynuz, kemik ve taş boncuk ile bazıları kesilip bezenmiş olan 5 adet pendantiften yapılmıştı”. Fransa’nın Dordogne bölgesindeki bazı kazı alanlarının boncuk ve sallanan süsler yapmak için “fabrikalar” olduğu belirtilmiştir. Buralar “kişisel süs eşyalarının imalatı için kendi içinde bir endüstri” hâline gelmiştir.7

Bu dönemde süslenme için kullanılan malzeme örnekleri coğrafi olarak Avrupa’da ve Ortadoğu’da yaygın olup, Fransa, İspanya, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan, Lübnan ve Türkiye’de bolca bulunmuştur. Türkiye’de bulunmuş salyangoz kabuklarından ve kuş pençelerinden yapılan kolyelerin 43.000 yıl öncesine ait olduğu saptanmıştır. Benzer süs örneklerine Fas,Cezayir, Kenya, Tanzanya ve Güney Afrika dahil Afrika’da da rastlanmıştır.

Devekuşu yumurtası kabuklarının kullanımı özellikle Afrika’da yaygındı. Göründüğü kadarıyla her yerde, çok değerli olarak kabul edilen ışıltılı beyaz veya canlı parlak renklerdeki kabuklar gibi, en alışılmadık malzemeler kullanılarak özgün bölgesel tarzlar oluşturulmuştur.8

Süslenme için kullanılan malzemeler, bu dönemde aynı zamanda geniş ticaret ağlarının geliştiğini akla getirmektedir. Fransa’daki kolyelerde kullanılan deniz kabukları 160 km uzaktan getiriliyordu. Bazı arkeologlar, süslenme için kullanılan malzemelerin alışverişinin birbirine bağlı insan gruplarının gelişmesinde önemli bir rol oynayabileceğini öne sürmüştür: “Bu konuyla ilgili günümüzdeki kuramlar, o dönemde evlilik, dostluk ve takas ağlarının boncuktan yapılmış süs eşyalarının alınıp verilmesiyle giderek genişlediğini ileri sürer.” Bu tür hediyeler aynı zamanda “yer adları ve akrabalık terimleri ile eşit derecede anımsatıcı birer araç” olarak da işlev görebilirler. Kızıl geyik dişinden yapılmış bir kolye, önceki sonbaharda ortaklaşa kızıl geyik avı yapmış olan bir grupla bir başka grup arasındaki dostluğu temsil edebilir.9

İçebakışçı bir benliğin evrimi, modern Homo sapiense özellikle sosyal etkileşimlerde ve diğerlerinin davranışlarını öngörebilme konusunda diğer homininlere göre büyük bilişsel avantajlar sağlamıştır. Bu yetenek Homo sapiens’in grup avcılığı gibi grupla gerçekleştirdikleri eylemleri büyük ölçüde kolaylaştırmış ve bu bilişsel beceriye sahip olmayan diğer homininlere karşı çatışmalarda ona önemli bir üstünlük sağlamıştır.

 

Yaklaşık 70.000 yıl evvel Afrika’yı terk eden Homo sapiens, zeki, özfarkındalığı olan, empatik ve içebakışçı olağanüstü bir yaratıktı. Bundan sonraki birkaç bin yıl boyunca, doğuda Avustralya ve Papua Yeni Gine’den batıda Avrupa’ya kadar geniş bir alana yayıldı; bu yolculuğu süresince kendisinden daha eski homininin türleiyle melezleşti ve en sonunda onları yerlerinden etti.

 

(9. Bölüm)

 

İçebakışçı  Benlik Ve  Dil

Pek çok primat için birbirlerini tımar etme önemli bir sosyal bağlanma aracıdır. Bu kuruma göre, primat grupları büyüdükçe, bir primatın artan sayıda bireyi tımar etmesi zorlaşmıştır. Böylece dil, tımar etmenin yerini alacak şekilde gelişmiştir: “Sohbeti aslında sosyal bir tımarlama şekli olarak kabul edersek dil bize aynı anda birden fazla kişiyi tımar etme olanağı sağlar.” Bu kuram doğru ise o zaman Dunbar’a göre “konuşma (dolayısıyla dil) yarım milyon yıl önce, en azından bir biçimde Homo sapiens'lerin ortaya çıkışı sırasında zaten var olmalıydı”.

Dolayısıyla, içebakışçı benlik ile bildiğimiz şekliyle dilin beraber gelişmiş olması muhtemel gibi görünmekte. Dil sadece bilginin iki faks makinesi arasında telle yapıldığı gibi aktarımı değildir; daha çok, duyarlı, planlı ve sorgulayıcı sosyal hayvanların bir dizi değişken davranış sergilemesidir. Dil, yalnızca sembolik düşünceyi değil, aynı zamanda bireyin kendi iletişiminin ve alıcı olarak diğerlerinin farkına varmış olmasını da gerektirir.

İnsanda dilin, frontal ve parietal lobların gelişimi ile birlikte gelişen, görece geç bir evrimsel edinim olduğunu destekleyen anatomik kanıtlar da vardır. Maymunların ve büyük maymunların karmaşık sesler çıkarmak için kullandıkları konuşma alanları, insanlardaki gibi yakın geçmişte evrilmiş olan kortekste değil, filogenetik olarak daha yaşlı beyin bölgeleri olan limbik sistem ve beyin sapında yer alır. Biz insanlar da bu eski konuşma alanlarını kullanırız ama sadece bir çekiçle parmağımıza vurduğumuzda küfrederken ya da ağlarken veya güldüğümüzde sesler çıkarırken.

Bunun aksine, insanda konuşmanın büyük kısmı, nispeten kısa bir süre önce kortekste gelişen iki beyin alanı tarafından kontrol edilir. Birincisi, frontal lobda bulunan Broca alanıdır; burası sözlü konuşmayı kontrol eder ve anatomik olarak ağız, dil ve gırtlak kaslarını yöneten beyin bölgesine bitişiktir. İkinci konuşma alanı, temporoparietal bileşkeye bitişik, üst temporal lobda yer alan Wernicke alanıdır; burası konuşmanın anlaşılmasını kontrol eder ve anatomik olarak işitme ile ilişkili beyin bölgesinin bir parçasıdır. Bu nedenle, özfarkındalığın, başkalarının düşüncesine yönelik farkındalığm ve kişinin kendi düşündüğünü düşünme becerisinin gelişmesiyle ilişkili olan beyin alanlarının dil gelişiminde rol oynayan beyin alanları ile örtüştüğü görülür.

Son olarak, insanda dilin nispeten geç bir evrimsel edinim olduğunu destekleyen dil ile ilgili kanıtlar vardır. Yeni Zelanda’dan psikolog Quentin Atkinson, daha karmaşık (daha önce gelişmiş) ve daha az karmaşık olan (daha yakın bir tarihte gelişmiş) 504 dünya dilini fonetik karmaşıklık açısından analiz etti. Atkinson, en eski dillerin Orta ve Güney Afrika’da olduğunu ve diğer dillerin Afrika’dan dünyaya yayılan Homo sapiens in göç yollarını yakından takip ettiğini saptadı. 23

Otobiyografik belleğin dil ile birleşimi, işbirliği ile yapılan böyle bir avlanmayı kolaylaştırmıştır. Avustralyalı psikolog Thomas Suddendorf ve meslektaşları şuna dikkat çeker: “Dilin evrimi zihinsel zaman yolculuğunun evrimiyle yakından bağlantılıdır... Dil, kişisel olayların ve planların paylaşılmasını sağlayarak yaşanabilir geleceği planlama ve inşa etme becerisini artırır.” Suddendorf ayrıca “zihinsel zaman yolculuğu insan evriminde itici bir güçtür,” diye de iddia eder.41

İçebakışçı benliğin kazanılması, homininlerin bilişsel gelişiminde belirleyici bir olaydır. Yaklaşık iki yaşımıza kadar olan gelişim süresince, kendimiz hakkında düşünme becerisini kazanmış oluruz; dört yaşında ise başkalarının düşünceleri hakkında düşünme yetisini elde ederiz. Altı yaşına kadar da ikinci derece zihin kuramına, bir başkasının bizimle ilgili düşüncelerini düşünme becerisine sahip oluruz. Arkaik Homo sapiens bir zihin kuramı edinerek, tanrıların da düşünceleri olduğunu idrak etme yetisini kazandı. Daha sonra, erken dönem Homo sapiens, ikinci derece zihin kuramı -içebakış- ile tanrıların bizimle ilgili düşünüyor olabileceğini, ne düşünüyor olabileceklerini ve tanrıların bizimle ilgili ne düşündüğünü düşünme becerisini edindi.

 


Kısacası, modern Homo sapiens, tıpkı günümüz insanının de yaptığı gibi, tanrılarla muhabbete girmeyi sağlayan bilişsel beceriyi kazanmış bulunuyordu.

 

 (10. Bölüm)

 

Ölülerin Gömülmesi ve Mezar Eşyaları

Modern Homo sapiens’ in sergilediği en çarpıcı davranışlardan biri de bazı ölü gömülerine mezar eşyalarının eklenmesiydi. Homininler yeryüzünde, altı milyon yıldır ölmelerine rağmen bu süre içinde ölenlerin cesetleri ya çürümeye terk edilir ya da leşçil hayvanlar tarafından yenilmek üzere yerde bırakılırdı. Ölülerin maksatlı gömülmesi ile ilgili ilk kesin kanıt 90.000 ila 100.000 yıl öncesine aittir. Nispeten bozulmamış 11 ceset, muhtemelen güneybatı Asya’ya göç etmiş olan erken dönem Homo sapiens tarafından İsrail’deki mağaraların altına gömülmüş hâlde bulunmuştur. Yetmiş beş bin ila 35.000 yıl önce Neandertallerin de birçok ölüyü gömdükleri anlaşılıyor. Üçüncü Bölüm’de de belirtildiği gibi, bu definler zihin kuramı edinmiş olan Neandertallerin gösterdiği ilgi ve bakım davranışını yansıtıyor olabileceği gibi sadece ölü bir bedenin yırtıcıları cezbetmemesi için ondan kurtulma amaçlı da olabilir.10 Daha sonra, günümüzden yaklaşık 28.000 yıl önce, yararlı ve değerli eşyaların ölenlerle birlikte gömüldüğü dikkat çekici maksatlı defin işlemleri yapılmaya başlandı. Bu tür öğelere mezar eşyaları adı verilir. Şimdiye kadar keşfedilen en eski gömüt Moskova’nın 193 km kuzeydoğusunda Sungir’de bulunmuştur. Bir erkek ve iki çocuk, “hayret verici çeşitlilikte ve sayıda eşya ile” birlikte defnedilmişti, buradaki maksat neredeyse kesinlikle bu eşyaların ölümden sonra onlara yardımcı olmasıdır. Üç ceset, 13.000’den fazla fildişi boncukla süslenmiş kıyafetler giymişti; son araştırmalara göre, bir boncuğun oyulması yaklaşık bir saat sürüyordu. Erkeğin kolları 25 adet parlatılmış fildişi bilezik ile süslenmişti ve boynuna ucundan kırmızı bir süs sarkan kolye takılmıştı. Ergen erkek çocuk 25 tilki dişiyle süslenmiş bir kemer takmıştı ve boynunda ucu fildişinden yapılma hayvan şeklinde bir kolye vardı; yanında oyulmuş bir fildişi mamut figürü ve fildişinden yapılma bir disk duruyordu. Kız çocuğunun yanında ise üç adet renkli fildişi disk, karmaşık bir örgü işi, çeşitli fildişi mızraklar ve biri sıra hâlinde delinmiş iki adet boynuzlu asa bulunuyordu. Her iki çocuğun da yanında mamut dişlerinden yapılmış 182 cm uzunluğunda mızraklar vardı. Yeterli yiyecek, giysi ve barınak elde etmek için çok fazla zaman ve enerji harcan­ması gereken kuzey ikliminde, bunlar toprağa gömülmek için olağandışı çeşitlilik gösteren eşyalardı.11


Şekil 1: Varna'da 7 bin yıl öncesine ait bir mezar.

Yirmi yedi bin yıl öncesine tarihlendirilmiş benzer gömütler Sungir’in 1930 km güneybatısında, Çek Cumhuriyetinde keşfedilmiştir. Bir kazı alanında,  18 kişi birlikte gömülmüştü, mamut kemikleri ve kireç taşı plakaları ile kaplıydılar. Dolni Vestonicev adlı başka bir kazı alanında, genç bir kadın ile iki genç erkek, kadın erkeklerin arasında olacak şekilde birlikte gömülmüşlerdi. Cesetlerin pozisyonları araştırmacılar arasında şiddetli tartışmalara yol açmıştı: Kadının başı, kendisine göre ters tarafa bakan bir erkeğe dönüktü, diğer adam ise kadına doğru bakıyordu, iki eli de kadının kasığındaydı. Adamların başlarının etrafına delinmiş kutup tilkisi ve kurt dişleri ile mamut dişinden yapılmış süsler yerleştirilmişti. Mezarın içinde bol miktarda kırmızı toprak ve salyangoz kabuklan da bulunmaktaydı.

Mamut avcıları Dolni Vestonice kazı alanında ahşap ve mamut kemiklerinden yapılmış evlerde en az 2.000 yıl boyunca yaşamışlardı. Evlerden biri 23 ton mamut kemiği kullanılarak inşa edilmişti. Bu kazı alanında 700’ün üzerinde kil heykelcik ile dünyada bilinen ilk seramiğin yanı sıra 26.000 yıl öncesine tarihlenen bir Venüs heykelciği, bazı fallik figür oymalı fildişi asalar ve sepet işi olduğu düşünülen kalıntılar bulunmuştur.12

27.000 yıl öncesine tarihlenen bir başka olağandışı gömü Avusturya’da ortaya çıkarıldı. İkiz oldukları düşünülen iki yenidoğan, fildişi boncuklarla süslü toprakla kaplandıktan sonra bir fildişi ile desteklenen büyük bir mamut kürek kemiğinin altına gömülmüştü. Kürek kemiği ölülerin bedenlerini mezarı doldurmak için kullanılan topraktan koruyordu. Benzer şekilde İtalya’da da aynı döneme ait, iki çocuğun bulunduğu bir mezara rastlandı. Cesetler “leğen kemiği ile kasıkların etrafına yerleştirilmiş, muhtemelen peştemal süslemesi olan” 1.000’den fazla delinmiş salyangoz kabuğu ile birlikte gömülmüşlerdi. İtalya’da daha eski olması muhtemel bir çifte gömüde de yaşlı bir kadın ile bir genç bulunmaktaydı, “cesetlerin başları işlenmiş bir taşla korunmuştu”. Ergenin başının etrafında dört sıra salyangoz kabuğu, kadının da kabuklardan yapılmış iki bileziği vardı. Sibirya’da, “fildişi bir taç, bir boncuk kolye ve kuş şeklindeki bir kolye ucu” takılmış olan genç bir erkek çocuk 24.000 yıl önce bir taş kütüğün altına gömülmüştü.13

Daha önce anlatılanlar gibi bu dönemden kalan bilinen mezar sayısı nispeten azdır. Bunun nedeni, bu gömülerin çoğu mağaralardan ziyade açık alanda oldukları için bulunmalarının güç olmasıdır. Bilinen mezarların birçoğu modern inşaat projeleri sırasında rastlantıyla keşfedilmiştir. Buna ek olarak, en erken gömülerin büyük bir kısmı, Fransa ve İspanyaya göre çok daha az arkeolojik araştırma yapılmış olan orta veya doğu Avrupa’da bulunmuştur.14

Bazı bilim insanları, bu gömülerin mezar eşyaları bulunan ilk mezar­lar olup olmadığı konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Avustralya’da,40.000 yıllık bir Homo sapiens gömüsü 193 km uzaktan getirilmiş bir pig­ment olan kırmızı toprak ile örtülmüştü. Güney Afrika’da muhtemelen daha eski bir gömü yerinde, bir bebek 56 km uzaktan getirilen “büyük ola­sılıkla bir süs veya muska olan, üzerinde delik açılmış bir deniz minaresi” ile birlikte gömülmüştü. Bazı akademisyenler ise daha önceki Neandertal gömülerinin bir kısmında da mezar eşyaları bulunduğunu ileri sürer. Tartışmaların çoğunun merkezinde, nelerin mezar eşyası sayılacağının tanı­mı yer alır. Tartışmanın bir tarafında, mezar eşyalarının “pigmentli toprak, taş veya kemik aletler, üzerinde değişiklik yapılmamış hayvan kemikleri vb.” şeyleri kapsaması gerektiğini savunur. Bu grup içindeki araştırmacı­lar, İsrail’de bulunan erken dönem mağaralarındaki hayvan kemiklerini ve geyik boynuzlarını maksatlı mezar eşyalarına kanıt olarak gösterirler.

Bir araştırmada, 75.000 ila 35.000 yıl önceki maksatlı insan mezarlarının üçte birinden fazlasında bu tür mezar eşyaları olduğu bildirilmiştir. Tartışmanın diğer tarafında, bu tür mezarların bulunduğu mağaraların zemininde büyük olasılıkla zaten taş aletler, kemikler ve pigmentli toprak parçaları olduğunu, bu nedenle bunların bazılarının mezar doldurulur­ken içeride kalmasının şaşırtıcı olmayacağını iddia edenler bulunur. lan Tattersall’ın belirttiği gibi, mezarlarda bulunan kemikler ve boynuzlar me­zar eşyası olarak “pek de etkileyici değildir”. Bu eleştiriler, 40.000 yıldan daha eski olan hiçbir mezarda daha sonraki mezarlarda sıklıkla görülen kabuk, boncuk, kâse veya diğer öğelerin bulunmadığına dikkat çeker.15

Özellikle tartışmalı bir konu da Irak’ta Şanidar Mağarasında bulunan 50.000 yıllık çoklu Neandertal mezarıyla ilgilidir. Buradaki mezarlardan ikisinde bol miktarda çiçek poleni bulunmaktaydı, bu da “kazıcıların ak­lına ölenleri bahar çiçeklerinden oluşan bir yığının üzerine yatırdıklarım” getirmişti. Yıllarca, bu mezar Neandertallerin ölülerini sadece gömmekle kalmadıklarının, aynı zamanda gömme işlemini ölümden sonra hayatın varlığına inandıklarını düşündüren törensel bir davranış ile gerçekleştirdik­lerinin kanıtı olarak gösterilmiştir. Ancak son zamanlarda, o yöreye özgü gerbil cinsinden jird adı verilen kemirgenlerin bu alanda oyuklar açtıkları ve sıklıkla yuvalarına tohum ve çiçek taşıdıkları keşfedildi. Richard Klein ve Blake Edgar’ın The Dawn o f Human Culture da (Uygarlığın Doğuşu) belirt­tikleri gibi: “Jird açıklaması insanlarla ilgili olandan daha az heyecan verici olsa da Şanidar Mağarasındaki diğer gömütlerde olduğu gibi, Neandertal mezarlarında tören yapıldığına dair kanıtların bulunmaması ile tutarlılık gösterir.” Mezar eşyaları ile ölümden sonra hayata olan inanç arasındaki- ilişki daha sonra ayrıntılı olarak tartışılacaktır.16

 

(11. Bölüm)

 

Sanatın  Ortaya Çıkışı

Yaklaşık 40.000 yıl önce modern Homo sapiens in sergilemeye başladığı yeni davranışlar arasında en fazla ilgiyi sanatın ortaya çıkışı çekmiştir. Araştırmacılara göre, sanatın, özellikle de görsel sanatların ortaya çıkışı, “bizi hayvanlardan ve insan öncesi türlerden ayıran, tamı tamına insana özgü bir şeyin kökenini (veya kökenlerden birini)” düşündürdüğü için modern insanların ilgisini çekmektedir. Görsel sanatlar, “bildiğimiz şekliyle insan toplumunun doğduğu dönemde” ortaya çıkmıştır. Yazının bulunması daha binlerce yıl sonrasına denk geldiği için, bu sanatsal yaratımlar bu döneme ait elimizde olan tek kayıtlardır.17

Son 100 bin yıl içinde yaratılan görsel sanatın çeşitliliği ve zenginliği gerçekten etkileyicidir. Her ne kadar bunlar arasında en iyi bilinenleri çok renkli mağara resimleri olsa da bu dönem sanatçıları aynı zamanda gravür, kilden modeller, heykeller, küçük figürler ve her türlü süslemeli objeler de yapmıştır. Çoğu Fransa ve Ispanya’da olmak üzere, sanat ürünü içeren 300’den fazla mağara bulunmuştur. Yalnızca Lascaux Mağarası’da 1.963 adet resim ve gravür vardır, bunların yarısı hayvanları tasvir eder, geriye kalanlar ise geometrik şekillerdir. Yirmi iki bin yıl önce Fransa’nın toplam nüfusunun sadece 2.000 ila 3.000 arasında, tüm Avrupa nüfusunun ise yaklaşık 10.000 olduğu tahminleri göz önüne alındığında, sanatın bolluğu dikkat çekicidir.19

Bugüne kadar keşfedilen bu dönemden kalma en eski örnekler, Endonezya’daki Sulawesi Adasında bulunan LeangTimpuseng Mağarasının duvarlarındaki boyalı el izleri ve İspanya daki El Castille Mağarasındaki geometrik figürlerden oluşan çizimlerdir. Bunların her ikisi de yaklaşık 40.000 yıl öncesine tarihlenmiştir. Duvarlarına resim yapılmış mağaralardan elde edilen en erken bulgular, Chauvet Mağarasında bulunan ve en eskileri 36.000 yıl önce tarihlendirilen olağandışı resimler ile Sulawesi’deki mağarada en az 35.400 yıl öncesine tarihlenen domuz benzeri bir hayvanın çizimidir. Büyük mağara sanatı dönemi 20.000 yılı aşkın bir süre devam etmiştir; daha yeni örnekleri Kuzey İspanyada Altamira’daki (14.000 yıl önce) ve güneybatı Fransa’da Niaux’daki (13.000 yıl önce) mağaralardadır.

Bulunan son mağara sanatı Sicilya’da, Levanzo ve Addaura’daki mağara­larda olup, her ikisi de  11.000 yıl öncesine aittir. Bundan sonra, Avrupa mağara sanatı geleneği, iklimin ısınması ve tarım devriminin başlıyor olması ile eşzamanlı olarak yok olup gitmiştir.20

İlk mağara resimlerinin yapıldığı bu dönem aynı zamanda bilinen en eski heykellerin yontulduğu dönemdir. Güney Almanya’da, Swabian Alpleri’ndeki bir dizi mağarada tümü 35.000 ila 40.000 yıl öncesine ait, fildişinden yapılmış aslan, mamut, bizon ve aslan başlı bir adam ile bir kadın bedenine ait heykelcikler bulunmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla sonuncu heykelcik bir kolye ucu olarak kullanılmaktaydı ve sonraki 10.000 yıl boyunca benzer kadın yontularının öncüsü oldu. Genellikle Venüs heykelcikleri olarak anılan bu figür Orta Avrupa’da yaygın olarak bulunmaktadır. Avusturya’daki Willendorf Mağarasında bulunan en ünlü örnek, bileziklerle süslenmiş ve ayrıntılı bir saç stiline sahip olup kırmızı pigmentli toprak boya ile kaplanmıştır. Bu figürlerin ortak özellikleri olan abartılı büyüklükte göğüsler, kalçalar ve vulva (kadın dış genital organı) araştırmacıların bu heykelciklerin doğurganlık veya yiyecek bolluğu ile ilişkili olduğunu düşünmelerine neden olmuştur. Kadın heykelciklerine ek olarak, fildişinden yontulmuş birçok hayvan heykeli de bu döneme aitti: Mamutlar ve aslanlar tercih edilen konulardı ama at, ayı ve bizon heykelcikleri de yontulmuştu. Mağaralarda ayrıca akbaba ve kuğuların kanat kemiklerinden yapılmış sekiz adet kemik flüt de bulunmuştur. Bu flütlerin en eskileri 42.000 yıl öncesine tarihlenmiş olup, bilinen ilk müzik aletleridir.21

Mağaralarda üç ana tema vardır: hayvanlar, insan el izleri ve geometrik figürler. Hayvanlar oldukça belirgindir; büyük çoğunluğu av hayvanlarıdır. Mağaralarda bulunan 981 adet hayvan resimlerinin analizine göre, at yüzde 28, bizon yüzde 21, dağ keçisi yüzde 9, mamut yüzde 8, yaban öküzü yüzde 6, geyik yüzde 6, ren geyiği yüzde 4, aslan, ayı ve gergedanın her biri yüzde 2 ve diğerleri yüzde 12 oranında yer almıştır. Resmi yapılan hayvanların türleri mağaradan mağaraya değişiklikler gösterir. Örneğin, Chauvet’de en çok aslanlar, mamutlar ve gergedanlar yer tutarken, Cosquer’deki ma­ğarada atlar ve dağ keçileri çok sayıdadır. Buna karşılık, sırtlan, tavşan, kemirgenler, yılan, kuş, balık ve böcek gibi diğer hayvanların resimleri neredeyse hiç yoktur. Ayrıca manzara resimleri de bulunmamıştır, anla­şılan yalnızca hayvanlar üzerinde yoğunlaşılmıştır.23

Ayrıca bu dönemdeki sanatçıların hayvanları mümkün olduğunca gerçekçi bir şekilde tasvir etmeye çalıştıkları dikkat çekmektedir. Bir sanat eleştirmeninin belirttiği gibi: “Mağara ressamları, bir hayvanın doğal ve inandırıcı bir görüntüsünü sunmayı amaçlamış gibidir ve hayvanların şekilleri, duruşları, kürkleri ve ifadesi ile ilgili sahip oldukları bilgiler, hayvanları ve bu hayvanların alışkanlıklarını keskin bir şekilde gözlemlediklerine işaret etmektedir.” Örneğin Fransa, Pech Merle’deki mağarada yaklaşık 25.000 yıl öncesine tarihlenen benekli atların resminin, sembolik ya da hayale dayalı olduğunu düşünüyordu bazı araştırmacılar. Ne var ki, çok eski tarihlerde yaşamış atların kemiklerinden elde edilen DNA’lar üzerinde yapılan araştırmalar, benekli atların o zamanlar var olduğunu doğrulamıştır. Bu araştırmacılar böyle “tarihöncesi resimlerin tasvir edilen hayvanların gerçek görünümleri ile yakından örtüştüğü” sonucuna varmıştır. Bir başka örnek de yürüyen atları gösteren çizimler ve resimlerdir. Gerçekte atların yürürken bacaklarını şu sırayla hareket ettirdikleri bilinmektedir: sol arka, sol ön, sağ arka, sağ ön. Eski mağara ressamları ile son 200 yılda yaşamış olan ressamlar tarafından yapılmış at tasvirlerini inceleyen bir çalışmada, mağara ressamlarının yenilere göre daha doğru bir yürüyüş sırası betimlediği gösterilmiştir. Yazar, “hayvanların hareketini düzenleyen yasaları mağara ressamlarının modern çağlarda yaşamış birçok ressamdan daha iyi anladıkları” sonucuna varmıştır.24

Birçok ressamın yakalamış olduğu sanatsal güzellik etkileyicidir. Bazı örneklerde mağara duvarının doğal kontürleri resimlere dahil edilmiştir. Örneğin, Chauvet’de çizilen bir resimde bir gergedanın boynuzları kaya duvarının konturunu takip eder. Bir başka resimde, iki gergedan dövüş için pozisyon almıştır; bir diğerinde, bir grup aslan avlarını sinsice izler­ken resmedilmiştir; 9 metre genişliğindeki üçüncü bir panel üzerinde ise dört at, dört bizon ve üç gergedan vardır. Chauvet’den 20.000 yıl sonra, Altamira Mağarasındaki yaklaşık 14 yıl öncesine tarihlenen tavanın “pırıl pırıl parlayan, kaygan görünümlü kireçtaşı üzerinde dış hatları siyahla gölgelendirilmiş ve kırmızı renkle harika bir şekilde resmedilmiş 21 bizon gravürü” ile kaplı olduğu görülmüştür. Resimdeki bizonların bir kısmı çömelmiş, bazıları uzanmış, bazıları da yelelerini sallayarak tavanda hücuma geçmişlerdir; kafalar dönmekte, kuyruklar uçuşmakta, kömür gibi karanlık gözler etrafı delmektedir. Chauvet Mağarasında olduğu gibi, Altamira’daki ressamlar da kayanın doğal konturlarından yararlanmışlardır; çizdikleri bizonun geriye doğru bakan başı kayanın çıkıntısı üzerinde resmedildiği için üç boyutlu görünür. Bu ressamların çizdikleri şeye karşı derin bir say­gı ve hürmet duyduklarını, yaptıkları resimlerin hayvanı yüceltme amaçlı olabileceğini tahmin etmek güç değildir. Bu açıdan bakıldığında, mağaranın girişinde şölenler düzenlendiğine dair kanıtlar da bulunur. Altamira Mağarası, Paleolitik sanatın Şistine Şapeli olarak adlandırılmıştır ve Picasso burayı ziyaret ettiğinde “Bizler hiçbir şey icat etmemişiz!” diye bağırmıştır.25

Hayvan figürleri çok sayıda bulunmasına karşın, mağara resimlerinde insan figürleri nispeten azdır. Var olanlar kaba bir biçimde çizilmiştir, çoğunlukla çubuk şeklindeki insanlardan oluşur. Bazı örneklerde, insan figürü av sahnesinin bir parçasıdır. Örneğin Lascaux Mağarasında 915 hayvan arasında sadece bir insan figürü vardır. Lascaux’daki çizim ile ilgili yapılan bir analizde “Anlaşıldığı kadarıyla resimdeki adam, bağırsakları dışarı çıkmış olan bizonu yaralamıştır ve yaralı hayvan da adamı devirmiştir,” denmiştir. Heykeller ve figür şeklindeki heykelcikler (taşınabilir sanat eserleri) içinde en sık rastlananlar insan figürleri, özellikle de daha önce anlatılan Venüs heykelcikleridir.26

Fransadaki Lascaux mağarası resimleri


Bu döneme ait mağara sanatı arasında bulunan bir başka figür de antropozoomorf adı verilen, insan ve hayvan karışımı bir figürdür. Bir araştırmacı, “kısmen insan, kısmen hayvan olan veya en azından hayvan maskesi takmış adamların” bulunduğu 50’den fazla figür olduğunu öne sürmüştür ancak bu figürlerin pek çoğu oldukça belirsizdir. En iyi bilinen örnek ve muhtemelen en yaygın şekilde üretilen mağara sanatı örneği, Fransa’daki Trois-Freres Mağarasında bulunan insan-hayvan bileşimidir; yaklaşık 15.000 yıl öncesine tarihlenen bu figür bir araştırmacı tarafından “Les Trois Freres’in büyücüsü” olarak isimlendirilmiştir. İyi bilinen bir diğer örnek, daha önce belirtildiği gibi güneybatı Almanya’daki bir mağarada bulunan ve 40.000 yıl öncesine tarihlenen fildişinden yapılmış aslan başlı adam heykelidir.

Mağara sanatında insan figürleri nispeten nadir olmasına rağmen, özellikle resimli ilk mağaralarda insan eli izlerinden oluşan işler çok yaygındır. Otuz altı bin yıl öncesine ait çizimlerin yer aldığı Chauvet Mağarasında yüzlerce el izi baskısı vardır; en fazla sayıdaki figür avuç içi baskısı olup bunlar günümüzde solmuş ve kırmızı noktalar gibi görünmeye başlamıştır.

Bu mağarada ayrıca eli pigmentli toprakla kaplayıp duvara bastırarak oluşturulan tam el izlerinin yanında, eli yine duvarın üzerine koyup üzerine kırmızı pigmentli toprak boya püskürtmek suretiyle el izinin “negatif’inin alındığı izler de vardır. Yirmi yedi bin yıl öncesine ait çizimlerin bulundu­ğu Fransa’nın güneybatısındaki Gargas Mağarasında 200’ün üzerinde el baskısı yer alır. Bu mağaralardaki el izleri, Avrupa’daki en az 30 mağarada ve Güney Afrika, Endonezya, Avustralya, Papua Yeni Gine, Arjantin ve Birleşik Devletler’deki kaya sanatı alanlarında bulunan ve daha sonraki dönemlere ait olanlarla benzerlik gösterir.28

Hayvan figürlerine ve insan eli izlerine ek olarak, mağara sanatında yaygın şekilde bulunan figürlerin üçüncü kategorisi geometrik figürlerdir. Bunlar da oldukça çok sayıda olup, bu döneme ait mağaraların neredeyse tümünde ve kaya sanatı alanlarında yer alırlar. Bu geometrik şekiller küçük noktalar ile çizgilerden daire ve spirallere, klaviform (çomak biçimli)ve tektiform (çatı biçimli) çizgilere kadar değişiklik gösterir. Bu figürler genellikle hayvanları tasvir eden panellerde yer almakla birlikte tek başına oldukları yerler de vardır. Bazı örneklerde, geometrik şekiller hayvanların üzerine çizilmiştir; bu şekilde yerleştirilen düz çizgilerin mızrakları veya okları temsil ettiği düşünülmektedir. Bu geometrik şekiller genellikle “işaretler” veya “semboller” olarak adlandırılır ancak neyi sembolize ettikleri tam olarak bilinmiyor. Bunlar “mağara sanatındaki en gizemli figürler” olarak anılmaktadır.29

Alet ve silahların geliştirilmiş ve yeni biçimleri; bellek aygıtları; çeşitlendirilmiş ve yaygın kişisel süsler; mezar eşyalarının da bulunduğu maksatlı insan mezarları; müzik aletleri; resimli mağaralar; heykeller ve heykelcikler; dekore edilmiş her türlü obje; tüm bunlar insan yaratıcılığının altı milyon yıllık hominin tarihinde hiç görülmemiş şekilde patlak verdiğinin göstergeleriydi. Randall White’in özetlediği gibi, “40.000 ila 30.000 yıl önce Avrupa’da tasvir sanatına ait eserler birbiri ardına sahne almıştır”. Bu gelişmeler bir zaman çizelgesine yerleştirildiğinde (bkz. Şekil 5.1), bir­çoğunun coğrafi olarak dünyanın farklı bölgelerinde aşağı yukarı aynı zamanda gerçekleştiği görülür. Bazı yazarlar bu dönemi “insan devrimi” olarak adlandırmıştır.30

Büyük bir bilişsel değişim -içebakışın kazanılması- yaklaşık 100.000 yıl önce gerçekleşmiş ve bu bilişsel değişim o dönemde görülen yeni davranışlar için büyük ölçüde açıklayıcı olmuştur.

(12. Bölüm)

 

Geleceğe hâkim olmak: Otobiyografik belleğin evrimi

 

Çocuklar dört yaşına geldiğinde, otobiyografik bellek olarak bilinen, bazen de anısal bellek denen hafıza şeklinin ilk aşamalarını geliştirirler. Dört yaşından önce bir çocuğun “zaman algısı nispeten kısadır. Onun için asıl göze çarpan zaman dilimi şimdidir. Yaşamı ne uzun bir geçmişe dayanır ne de uzak bir geleceğe”. Daniel Povinelli ve arkadaşları, küçük çocukların “net bir şekilde zamanla ilgili boyutlara sahip olduklarını düşünmeye hangi yaşta başladıklarını” araştırdıkları deneylerle bunu gösterdiler. İki ile beş yaş arasındaki çocukların alınlarına büyük bir çıkartma yapıştırdıktan bir zaman sonra, alınlarında çıkartma varken kaydettikleri video görüntülerini onlara izlettiler. İki ve üç yaşındaki çocukların neredeyse hiçbiri çıkartmayı çıkartmak için ellerini alınlarına götürmezken, dört yaşındaki çocukların çoğu bunu yaptı. Povinelli ve arkadaşları bu deneyden “küçük çocuklardaki benlik algısının büyük çocuklardan farklı olduğu” sonucuna vardılar. “Küçük çocuklar yaşadıkları (ve dolayısıyla kendilerinde anısı bulunan) geçmiş olayların başlarına gelmiş olduğunu kolayca anlayamayabilirler... Anlatılan olayları hatırlasalar da bunlar otobiyografik bellek olarak kodlanmadığı için, bu olayların kendilerinin başına geldiğini anlamazlar.”

Çocuklar büyüdükçe, “kendilerine ait geçmiş olayları tek, kopyalanmamış bir benlik içinde bir araya getirebilirler”. Psikolog ve filozof William James’in ifadesiyle varılan sonuç, “benlik akışının kesintiye uğramaması”, kişinin geçmişte ve şimdi edindiği deneyimleri geleceğe yansıtabilmesidir.32

Çocuklarla yapılan araştırmalar insanın bir sanat anlayışına sahip olması için, bir çizimi veya bir resmi geçmişte gördüğü şeylerle karşılaştırabilirle yeteneğini de içeren bazı temel bilişsel becerileri geliştirmesinin gerekli olabileceğini öne sürer. Bu tür çalışmalar, iki yaşın altındaki çocukların resmin doğasını anlamadığını göstermiştir; örneğin, resimdeki bir topu elleriyle tutmaya çalışabilirler. Üç yaşındaki bazı çocuklar dondurma resminin soğuk olacağını ve gül resminin güzel kokacağını düşünür hâlâ. Çocukların resim anlayışı ile ilgili araştırmalara öncülük eden, Illinois Üniversitesinden psikolog Judy DeLoache’a göre, dört yaşına kadar “pek çok çocuk içinde bir kova dolusu patlamış mısır olan bir resim ters çevrildiğinde mısırların döküleceğini zanneder”. Bu durum, yaklaşık 40.000 yıl öncesinden başlayarak hızla ortaya çıkan sanatın, o dönemde gerçekleşen bilişsel gelişmelere bağlı olabileceğini akla getirmektedir.33

Otobiyografik bellek, uzun süreli iki tür bellekten biridir. İşleyen bellek de denen kısa süreli bellek “akıl yürütme, anlama, öğrenme ve bir dizi eylemin yerine getirilmesi gibi bilişsel görevlerin yürütülmesi için gereken bilgileri zihinde tutma ve kullanma” işlevini görür. Kısa süreli bellek, yeni bir telefon numarasını tuşlarken numarayı hatırlamaya çalıştığınızda kullandığınız bellek türüdür. Buna karşılık uzun süreli bellek, onlarca yıl saklanabilen hafıza “izlerinden” oluşur. Uzun süreli belleğin bir türü semantik (anlamsal) bellek olarak adlandırılır. Bu, Fransa’nın başkenti gibi gerçekleri depolayan uzun süreli bellektir. İkinci uzun süreli bellek türü ise otobiyografik bellektir. Anlamsal belleğin aksine otobiyografik bellek geçmiş olayların hem duyusal hem de duygusal olarak yeniden yaşanmasıdır. Aradaki fark şu şekilde açıklanır: “Gittiğimiz lisenin adını ve nerede olduğunu anımsamamızı sağlayan semantik belleğimizdir ama okuldaki ilk günümüzde hissettiğimiz duyguları ve olayları tekrar deneyimlememizi sağlayan epizodik (otobiyografik) bellektir.

Her ne kadar araştırmacılar otobiyografik belleğin büyük ölçüde geçmiş boyutlarına odaklanmış olsalar da bunun gelecek boyutu da vardır. Örneğin, semantik belleğiniz size rezervasyon yaptırdığınız dört yıldızlı restoranın adresini söyleyebilir ancak otobiyografik belleğinizin gelecekteki eşdeğeri, burada deneyimlemeyi umduğunuz görsel ve tatla ilgili hazları öngörmenizi sağlayacaktır. Buna “bir olayın öndeneyimlenmesi (önceden yaşantılanması)” adı verilmiştir. Çocuklarda otobiyografik belleğin gelişimi üzerine yapılan çalışmalar, geçmiş ve gelecek boyutların aynı anda geliştiğini ve bilişsel olarak bütünleştiğini göstermiştir. Bunlar birlikte zamansal benliği oluşturarak, kişinin geleceğe hâkim olmak için geçmişi kullanmasını sağlar. Sir John Eccles’a göre, geçmişin geleceğe bu şekilde bağlanması, “insanların geçmiş deneyimlerin hatırasından yararlanırken, geleceği planlamaya yönelik olağanüstü becerisini” ortaya koyar. Eccles şöyle devam eder: “Geçmiş-şimdi-gelecekten oluşan bir zaman paradigmasında yaşıyoruz. İnsanlar ŞİMDİ’nin bilinçli olarak farkına vardıklarında, bu deneyim yalnızca geçmiş olayların anılarını değil, aynı zamanda gelecekte olması beklenen olayları da içerir.” Hatta “epizodik [otobiyografik] belleğin başlıca rolünün... geleceğin simülasyonu için geçmişten bilgi edinmek olabileceği” bile iddia edilmiştir.35


Otobiyografik hafıza “bir kişinin önceden yaşanmış olan kişisel olayları yeniden yaşamak için zihinsel olarak geriye yolculuk yapmasını sağlar” ve bu da “bir deneyimin gelecekte nasıl olabileceğini hayal etmek için bir temel oluşturur”.37

 

(13. Bölüm)

 Dinî Düşüncenin Ortaya Çıkışı- Ölümün Anlamı

 Yaklaşık 40.000 yıl öncesine kadar homininler, diğer homininlerin altı milyon yıldan uzun bir süredir ölümlerine tanıklık etmekteydi. Ölümü başkalarının başına gelen bir şey olarak yakından tanıyorlardı. Yaşadıkları grup içinde insanların öldüğünü görüyorlardı; çocuklar hastalıktan, kadınlar doğum yaparken, erkekler av kazalarında ve yaşlılar açlıktan ölüp-duruyorlardı. Ayrıca yiyecek ararken veya geyik sürülerinin peşinden giderken ölü hominlerle karşılaştıkları da oluyordu. Ölümün biyolojik gerçeklerinin sadece tıbbi personele ve cenaze levazımatçılarına havale edildiği günümüzden farklı olarak erken homininler, cesetlerin çürüyerek parçalanmasının her aşamasını görüyorlardı, çünkü günümüzden 100.000 yıl öncesine kadar ölülerin zaman zaman da olsa gömülmediği anlaşılmaktadır.

Bu erken homininlerin ölülerde gözlemledikleri şey neydi? Ölümden sonraki ilk saatlerde cilt altında kanın yerleştiği yerler kabarık lekeler hâlinde görünür, diğer bölgelerde ise deri soluk kül rengini alır. Rigor mortis (ölüm katılığı), birkaç gün boyunca kasları sertleştirir, bu esnada vücutta çürüme (bozunma) başlamıştır. Çürüyen ilk organ, aminoasitlere ve lipitlere ayrışan beyindir. Beyin çürüdükçe kulak, burun veya ağızdan yoğun kıvamda dışarı sızabilen gri bir sıvı hâlini alır.

Vücudun geri kalan kısmının bozunması genellikle üçüncü gün başlar ve hem içten ve hem de dıştan gerçekleşir. Bağırsaklarda, daha önce vücudun bağışıklık sistemi tarafından kontrol altında tutulan milyonlarca bakteri, bağırsakları ve diğer organları sindirmeye başlar. Bakteriler bunu yaparken vücudu, özellikle mideyi, erkek cinsel organlarını, dudakları ve dili şişiren gaz üretirler ve bu da dilin ağızdan dışarı sarkmasına neden olabilir. Vücudun dışında, kurtçuklar gözlerin, ağzın ve cinsel organların etrafında toplanırlar ve cilt altı yağı sindirmeye başlarlar.

Bir haftanın sonunda şişkinlik iyice artarak, iç organların yırtılmasına neden olur. Cilt yeşilimsi bir renk alır ve bazı bölgelerde soyulmaya başlar. O zamana kadar vücudun çoğu yerinde görülür hâle gelen kurtçuklara kas dokusunu seven böcekler de katılır. İki haftanın sonunda cesetlerin “aslında çözündüğü, kendi üzerine çöktüğü ve nihayetinde sızarak toprağa karıştığı” söylenir. Çürüyen etin kokusu, belli mesafelerden fark edilir, “ceset kokusu yoğun ve tiksindiricidir... çürümüş meyve ile çürümüş et arasında bir yerdedir”; kokunun “çok keskin ve unutulmaz” olduğu söylenir. Ceset, ortamın ısısına bağlı olarak iki ila dört hafta içinde bir iskelete dönüşür. Kemikler de parçalanır ancak bunun tamamlanması birkaç yıl alabilir. Bu dönemde, kemikler ve kafatası hayattakiler için acınası bir yadigâr olarak orada öylece dururlar.

Bütün bu anlatılanlar cesedin leş yiyiciler tarafından rahatsız edilmediğini varsayar. Oysa cesetlerin leşçillerin saldırısına uğramadan kalması geçmişte bir istisna olmalı. Sırtlan gibi leşçiler, lezzetli kemik iliği bulunduran uzun kemiklerle büyük kasları içeren kol ve bacakları tercih ederler.

Bu erken homininler parçalanıp çürüyen cesetleri gördüklerine göre, ölüm gerçeğinin kesin olarak farkına varmışlardır. Ve yakınları öldüğünde, birçok hayvan gibi üzülmüş, kayıplarının yasını tutmuşlardır. Üzüntü ve empati duygusu, bazı Neandertallerin ölülerini bir merhamet işareti olarak ya da cesetleri yırtıcılardan korumak için neden gömdüklerini de açıklayabilir. Ölüm, günün sonunda güneşin batması ve yaz sonunda sıcak havaların kaybolup gitmesi gibi bir gerçek hâline gelmiştir. Ölüm, başkalarının başına gelen bir şeydir; bunun sizin de başınıza geleceğini anlamak için geçmişten biriktirdiğiniz tecrübelerinizi kullanarak kuramsal ve duygusal olarak kendinizi tamamıyla gelecek içinde düşünebilmeniz gerekir. Kısacası, otobiyografik bir bellek edinmiş olmalısınız.

Modern Homo sapiens yavaş yavaş bir otobiyografik bellek geliştirdikçe, kendi ölümü konusunda farkındalık sahibi olmaya başladı. İnsanlar içe-bakışçı olarak kendi düşüncelerini düşünebildikleri için sonsuzluk, öncesizlik-sonrasızlık ve yaşamın anlamı gibi tamamen yeni fikirler doğdu. Bir kez bu tür düşüncelere dalınca, bir insanın çürüyen bir insan cesedi gördüğünde kendiliğinden ortaya çıkan sorulara kapılmadan geçip gitmesi artık mümkün değildi. Tanıdığım bu adama ne oldu? Nereye gitti? Aynı şey benim de başıma gelecek mi? Nereye gideceğim? Sadece çürüyüp, bu adam gibi toprağa mı karışacağım?

 “Ölümden bihaber olan atalardan, öleceğini bilen bir varlık türedi.”44

Bu nedenle, otobiyografik belleğin edinilmesi önemli evrimsel avantajlar sağladığı gibi insanlara ayak bağı da oldu. Modern Homo sapiens hem içebakışçı olarak kendisi hakkında düşünebildiği hem de kendini gelecek içinde tasavvur edebildiği için tarihte ilk kez öleceğinin tam olarak farkına vardı. Böylece, modern Homo sapiens, ölümün yansımalarını ve anlamını tam olarak kavrayan ilk hominin oldu. İngiliz arkeolog Mike Parker Pearson’a göre, bu farkındalık “varlığımızın tam özünde insan olmanın ve kendini bilmenin ne demek olduğunu belirleyen temel bir özelliktir”.

 

Edward Tylor, bu kaybolan şeyin bir ruh ya da tin (öz) olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “Ruh kavramı bir insanda ortaya çıkan hareketleri, eylemleri ve değişiklikleri açıklıyorsa neden doğanın geri kalanını daha geniş bir çerçevede açıklamasın?” Tylor, ruhlara ya da tine yönelik bir inancın dinî düşüncenin özü olduğunu düşünmekteydi ve ileri sürdüğü kurama Latince “ruh” sözcüğü anlamındaki anima dan gelen animizm adını vermişti. 46

 

Çocuk gelişiminde olgun bir ölüm anlayışının insan evriminde nispeten geç bir kazanım olduğuna dair iddialar vardır. Altı yaşından küçük çocukların çoğu ölüme dair bir anlayışa sahip değildir. Genç çocuklar ölümün uykuya dalmak gibi geri döndürülebilir olduğuna ve ölenlerin geri gelebileceğine inanır. Üç yüz yetmiş sekiz çocuk ile yapılan bir araştırmada, çocukların büyük kısmının ölülerin yemeye, içmeye, düşünmeye ve duygularını hissetmeye devam ettiklerine inandığı bildirilmiştir. Altı ile dokuz yaşları arasında, çocuğun ölüm kavramı daha kişileştirilmiş ve korkutucu hâle gelir; bu yaşlardaki çocuklar ölümü bir iskelet gibi tarif ederler ancak yine de kalıcı ya da bireysel olarak görmezler.47 Ölümün olgun bir şekilde anlaşılması dokuz ya da daha sonrasına kadar gerçekleşmez ve dört kavramı içerir: ölüm evrenseldir; geri döndürülemez; tüm bedensel işlevler sona erer ve ölümün fiziksel nedenleri vardır. Örneğin, 10 yaşındaki bir kız ölümü “vücudun geçip gitmesi” olarak anlatmıştır, “tıpkı bir çiçeğin solması gibi,” demiştir. Bununla birlikte, risk alma davranışlarına bakıldığında, bazı ergenlerin bile ölümü tam olarak anlamadığı görülür. Bu nedenle, olgun bir ölüm anlayışı, insan beyninin bilişsel gelişiminde ve evriminde yer alan son kilometre taşlarından biridir.48

Modern Homo sapierıs dışında hiçbir hayvanın ölümü tam olarak anlıyormuş gibi görünmemesi ilginçtir; bu da ölüm kavramının oluşması için otobiyografik belleğin gelişmesi gerektiğini düşündürür. Bir köpeğin sahibi öldüğünde yas içinde olması gibi, bazı hayvanlar ölüm sonrası üzüntülerini gösterebilir. Fillerin, ölen aile üyelerinin bedenleri üzerinde hortumlarını gezdirerek, hatta cesetlerin üzerine toprak atarak yas benzeri davranışlar gösterdikleri bildirilmiştir. Ancak bir başkasının ölümüne yas tutmak, sizin de öleceğinizin farkına varmakla aynı şey değildir.49

İnsanlara en yakın primat olan şempanzeler arasında bile ölümü anladıklarına dair bir belirti yoktur. Jane Goodall, Tanzanya’da 66 şempanzenin ölümünü kaydetmiş ve bunlardan 24’ünün cesetlerini görmüştür. Çoğu vakada, ölü hayvan diğer şempanzeler tarafından görmezden gelinerek çürümeye bırakılmıştır. Bir keresinde, yetişkin bir erkek ağaçtan düşüp, boynunu kırarak öldüğünde “grubun diğer üyeleri, ölen hayvanın etrafında yoğun heyecan ve endişe sergilemişler ve ona taş atmışlardı”. Diğer üç şempanze ölümünde ise, yetişkinler bebek şempanzeleri öldürüp yemişlerdi. Ölü türdeşlerin yenmesine goril, babun ve diğer primatlar arasında da rastlanmıştır. Ölüm anlayışı sadece insanlara özgü olduğu için, “ölümü kavramanın, insanla hayvan arasında alet yapmaktan, beyinden veya dilden çok daha belirleyici bir farklılığa işaret ettiği” bile ileri sürülmektedir.50


Birçok gözlemci, yıllar boyunca ölümün farkında olmayı dinî düşünceyi harekete geçiren bir güç olarak görmüştür. Antik Roma’da Gaius Petronius bunu şu şekilde belirtir: “Dünyada tanrıları ilk yaratan şey korkudur.” Daha yakın zamanlarda, İngiliz filozof Thomas Hobbes, Leviathan da dinin “yalnızca insanlara özgü” olduğuna dikkat çekerek “dinin tohumunda diğer canlı yaratıklarda görülmeyen bazı tuhaf nitelikler bulunması gerektiğini” söyler. “Bu tuhaf nitelik, gelecek kaygısıyla çok uzağa bakan, ölüm korkusunun bütün gün yüreğini kemirdiği insanın becerisidir. Tanrılar ta en başından insanların korkusu tarafından yaratılmıştır,” der Hobbes.

Dolayısıyla, yaklaşık 40.000 yıl önce ortaya çıkan modern hominin, daha evvel yaşamış olan tüm homininlerden önemli ölçüde farklıydı.

 

(14. Bölüm)

 

Dinî Düşüncenin Ortaya Çıkışı 2: Rüyalara yüklenen Anlam

Bütün insanların bir ruhu olduğuna ve bu ruhun ölüm ânında bedeni terk ettiğine duyulan inanç dinî düşüncenin kökeniyle ilgili olarak Edward Tylor’ın geliştirdiği kuramın yalnızca ilk kısmım oluşturmaktaydı. Kuramın ikinci kısmı “ruhun Ölüm sonrası bir Yaşamda varlığını sürdürdüğüne ilişkin inanç” idi. Tylor’a göre, “ilkel insanlar rüyalarında gördüklerine dayanarak bu sonuca varmışlardı”.54

Rüyalar hakkında ne biliyoruz? Rüyaların hızlı göz hareketi (REM) uykusuyla ilişkili olduğunu ve tüm memelilerin uykularında REM dönemleri olduğunu biliyoruz. Köpek, kedi, maymun ve fillerin rüya gördüğü söylenir, muhtemelen diğer tüm memeliler de rüya görür. REM uykusunun ve rüyaların amacı hâlâ bilinmiyor; bununla ilgili kuramlar, bellek depolama, problem çözme ve tehdit simülasyonuyla ilgili işlevleri içerir.

Bununla birlikte, homininler birkaç milyon yıldır rüya gördükleri hâlde, rüyalar neden 40.000 yıl önce daha önemli hâle gelmiştir? Bunun sebebi homininlerin bilişsel olarak olgunlaşıncaya kadar rüyalarına anlam yükleyememiş olmalarıdır. Özellikle, özfarkındalığa, başkalarına yönelik farkındalığa, içebakışa ve rüyalarında yaşadıkları deneyimi geçmiş deneyimler ile geleceğe dair umutlar bağlamına yerleştirme becerisine sahip olmaları gerekiyordu.

Antropolog A. Irving Hallowell, Ojibwa Kızılderililerinin rüyalarını yorumlarken bilişsel olgunlaşmanın gerekliliğine işaret etmişti: “Rüya görmek, erken hominidlerde gerçekleşmiş olabilir ancak yalnızca beynin genişlemesi ile tam olarak ortaya çıkan psikolojik imkânlar olmaksızın, rüyaların içeriğinin ya da yaratıcı süreçlerin ürünlerinin başkalarına aktarılması mümkün olmazdı.”55

Edward Tylor, “ilkel” insanların rüyalarla yaşadığı deneyimin onlarda ruh ya da tinin ölüm sırasında bedeni terk ederek bir tür ruhlar dünyasında ya da ölüler diyarında yaşamaya devam ettiği düşüncesine yol açtığını öne sürmüştü. Tylor, ölümden sonra hayat fikrini destekleyen iki tür rüyanın özellikle önemli olduğunu söyler. İlki, “insanların ruhlarının dışdünyadan gelip uyuyan birini ziyaret ettikleri” rüyalardır. Tylor bu rüyalara örnek olarak, “atalarından birinin gölgesini rüyasında gören” Güney Afrikalı Zulu yu ve “gördüğü rüyaları ölmüş arkadaşlarının ziyareti olarak yorumlayan” Batı Afrika’daki Ginelileri gösterir. Tylor’ın tanımladığı diğer rüya türü ise kişinin uyku esnasında ruhunun bedenini terk ettiği ve ölüler diyarı da dahil olmak üzere başka yerlere seyahat ettiği rüyalardır.

Bununla ilgili olarak Tylor, rüya gören ruhlarının “bedenlerini terk edip geri dönebildiği, hatta arkadaşlarıyla sohbet etmek için ölüler âlemine yolculuk yaptığı” Yeni Zelandalı Maorilerden bahseder. Bu insanların rüyaları ile ilgili bulguları göz önüne alarak Tylor, “bedenin ölümünden sonra ruhun Gelecek Hayatta bağımsız şekilde var olduğu” sonucuna varmanın “vahşi bir bakış açısıyla yeterince mantıklı” olduğunu savunur.56

Bu yüzden, “rüya deneyimlerinin, tarih boyunca dünyadaki tüm insanların dinî inançları, uygulamaları ve deneyimleri ile tamamen iç içe geçtiğine hiç kuşku yoktur”.57

Günümüz antropoloji çalışmalarında yer alan rüyalarla ilgili bilgiler üzerinde yapılan bir inceleme McNamara’nın sonucunu desteklemektedir. Yale Üniversitesi İnsan İlişkileri Alan Dosyalarında (Humarı Relations Area Files - HRAF) tanımlanan 295 kültürden 71’inin ekonomik yönden geçim kaynağının tamamen ya da büyük oranda avcılığa, toplayıcılığa ve balıkçılığa bağımlı olduğu belirtilmiştir. Bu kültürlerin mevcut etnografik verilerinde, rüyaların önemine ikisi hariç tüm kültürlerde değinilmiştir. Bazen rüyaların geleceği öngördüğünden bahsedilir; bazen de ölmüş akrabalar rüyalara girer ya da rüya gören kişi ölülerin diyarını ziyarete gider. Örneğin, Batı Kanada’daki Nootkan yerlileri arasındaki inanışa göre “insanlar rüyalarında sıklıkla ölmüş yakınlarını görürler ve bu, ölülerin bulundukları yerde rahat olduğunun göstergesidir”. Bolivya’daki Mataco yerlilerinde ise inanış şudur: “İnsanlar rüyalarında sıklıkla ölü akrabalarını görür. Ruh ölülerin yeraltı dünyasına giderek onları ziyaret eder.” Bu kitabın sonundaki Ek B’de, HRAF dosyalarında açıklandığı şekliyle dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan avcı-toplayıcı kültürlere ait rüyaları içeren 25 alıntıya yer verilmiştir.58

Ruhların dünyası ya da ölüler âlemine ilişkin görüşler kültürden kültüre büyük ölçüde değişir. Örneğin Amerikan yerli halklarından olan Pavniler, “ölen kişinin ruhunun göklere yükselerek bir yıldız hâline geldiğine” inanırlar. Sibirya’daki Yakutlar ise ruhlarının “yemyeşil gökyüzüne doğru yolculuk yaptığını” söylerler. Brezilya’daki Yanomamaların ruhları “avlanmanın daha iyi, yemeklerin daha lezzetli ve diğer ruhların genç ve güzel olması dışında dünyadan pek farklı olmayan” gökyüzüne gider.

AvustralyalI Aborijinlerin ruhlarının ise “kanguruların ve diğer eğlencelerin bolca bulunduğu, bulutların üstündeki güzel bir ülkeye” gittikleri söylenir. Az sayıda kültürde, ölüm sonrası hayat yeraltındadır. Örneğin, Samoa’da ölümden sonraki âleme giriş yeri aktif bir yanardağ içindedir, Sibirya’daki Çukçi halkı ise ölülerin “çok sayıda ren geyiği sürüsünün bulunduğu yeraltında” yaşadığına inanır.59

Dolayısıyla, yaklaşık 40.000 yıl önce insan bedeninin ölmesini takiben ruhun yaşamayı sürdürdüğüne dair bir inanış yavaş yavaş ortaya çıkmıştır.

1smet Gedik'e ait bir kompozisyon


Beynin içebakışçı ve zamansal bir benlik geliştirmesi ve modern Homo sapiens in kendi ölüm olasılığına karşı giderek tedirgin hâle gelmesi ile bu düşünce binlerce yıl içinde gelişti. Bu bizim halen “öldü” yerine “göçtü” ifadesini kullanmamızda olduğu gibi, yalnızca bir semantik yadsıma değildi.

Bu tür anlayışlar, ölüm ile varlığımızın sona erdiği gerçeğinin temel bir kavramsal inkârıydı. Kurtçuklarla kucaklaşıp ve toprağa karışmaktansa başka şekillerde, ölümden sonraki bir dünyada bir ruh veya manevi bir varlık olarak var olmayı sürdüreceğimiz ya da bir başka beden veya biçimde yeniden dünyaya geleceğimiz (reenkanasyon) ölüm sonrası yaşamı keşfettik. İnsanlar tarihte ilk kez ölümsüz oldular.

 

(15. Bölüm)

 

Yeniden Ele Alınan İnsan Devrimi

Otobiyografik belleğin evrimi, modern Homo sapiens in geleceği planlamak için geçmişten daha ustalıkla yararlanmasını sağlamıştır, bu da insanda yaklaşık 40.000 yıl önce görülmeye başlanan büyük değişimin önemli bir bölümünü açıklayabilir. İnsanlar geçmişte yaşadıkları deneyimleri gelecekteki ihtiyaçlarını planlamak için kullandıklarında alet ve silah yapımı hızla gelişmiştir. O dönemde bellek aygıtlarının yaygın kullanımı, geçen sonbaharda öldürülen ren geyiği sayısı gibi geçmiş olayların kaydını tutma ve sonraki dolunay gibi gelecekteki olayları tahmin etmeye duyulan ilginin arttığını gösterir.

1smet Gedik'e ait bir kompozisyon


Daha önce belirtildiği gibi, 40-50 bin yıldan beri sanatın ana teması hayvanlar, özellikle de av hayvanlarıdır. Bu tür hayvanlar, insanların hayatta kalmasında çok büyük öneme sahipti; örneğin, vahşi atlar ve ren geyikleri “insanların beslenmesinin temelini oluşturuyordu”. Dolayısıyla, sanatçılar geçmişte gördükleri veya gelecekte görmek istedikleri şeyleri betimledier. “Bu hayvan resimlerinin yüzde 15’inde mızrak veya oklarla yaralanmış hayvanların tasvir edilmesi”, yani bir av sahnesinin resmedilmesi de bu açıklamayı destekler. Mağaraların bazılarında çocuk ayak izleri bulunmuştur. Belki de bu tür resimler aynı zamanda çocukları hayvanlar hakkında bilgilendirmek, onlara avlanmayı öğretmek için de kullanılmış olabilir.61

Bazı sanat ürünlerinin yeni gelişmekte olan dinî fikirleri, özellikle de ruhlara olan inancı yansıtması da mümkündür. Hayvanların bolluğu göz önüne alındığında, bazı sanat ürünleri hayvanlara ait ruhları temsil ediyor olabilir. Dünyada hayvanların ruhlarına duyulan inanış oldukça yaygındır. Bazı kültürlerde, hayvanların insanların atası olduğuna inanılır; böyle bir hayvana totem adı verilir ve çarpıcı bir biçimde Avustralya Aborijinleri ile Amerika’daki kuzeybatı kıyısı Kızılderilileri arasında bulunur. Resimli mağaraların totemik bir yorumunu savunanlar, belirli mağaralardaki belirli hayvanların ve yarı insan-yarı hayvan figürlerin baskınlığına dikkat çekerler.

Resimli mağaralarla ilgili olarak daha ayrıntılı dinî açıklamalar da yapılmıştır. Şaman, aslen, Sibirya’daki Tungus kabileleri arasında transa geçerek şifa veren, yöreye özgü şifacıları temsil eden bir terimdir. Daha sonra, geleceği öngörebilen ya da hava durumunu kontrol edebilen, büyü yapabilen büyücüler ve bu dünyayla öbür dünya arasında aracı olarak görev yapan rahip benzeri kişilere atıfta bulunmak için daha geniş bir anlamda kullanılmıştır. Resimli mağaralar söz konusu olduğunda şamanın işlevi çoğunlukla rahiplerinkine benzer.64

Mağara sanatının şamanlarla ilgili yorumu, mağaralara resim yapıldığı dönemde rahip benzeri şamanların var olduğunu ve bu mağara sanatının çoğunun şamanların trans hâlinin bir ürünü olduğunu varsayar. Mağaraların ölüler için yeraltına giden geçitler olduğu söylenir, bu yüzden buralarda dolaşan insanlar “yeraltındaki dünyayla tamamen kuşatılmıştı”.

Mağara duvarlarındaki el izleri, insanlar tarafından yeraltıyla bağlantı kurma girişimleri olarak yorumlanmaktadır. Geometrik figürlerin şamanların trans hâlindeyken gördükleri görsel halüsinasyonları temsil ettiği söylenir. Mağaranın belirli bölümlerinin gizli topluluklar için buluşma yeri gibi çeşitli ruhani işlevler için düzenlendiği öne sürülmüştür. Yarı insan-yarı hayvan figürlerin şamanları temsil ettiği söylenir.

Peki resimli mağaralarda tanrılar var mıydı? Önsözde de tartışıldığı gibi, tanrılar terimi bazen hayvan ruhları da dahil olmak üzere her türden doğaüstü varlığı kapsayacak şekilde geniş olarak kullanılmıştır. Böyle geniş bir tanım kullanılıyorsa resimli mağaralarda muhtemelen tanrılar bulunmaktaydı. Bununla birlikte, eğer tanrılar terimi ölümsüz olan ve insanların yaşamları ve doğa üzerinde bazı özel güçlere sahip olan erkek ya da kadın kutsal varlıkları belirtmek için daha dar olarak tanımlanırsa resimli mağaralarda tanrıların bulunma olasılığı azalmış gibi görünüyor.

Peki ya din? Resimli mağaralarda din var mıydı? Bunun cevabı dine ait pek çok tanımdan hangisini seçtiğinize bağlıdır. Edward Tylor, dini geniş bir şekilde “ruhsal varlıklara olan inanç” olarak tanımlamış, bu nedenle resimli mağaralarda ruhlar, hayvanlar ya da başka şeyleri içeren herhangi bir faaliyeti din olarak nitelendirmiştir. Benzer şekilde, Fransız sosyolog Émile Durhheim’ın önerdiği geniş tanımlamayı kullanarak, totemlere tapınma bir din olarak nitelendirilir, çünkü Durkheim’a göre “din, kutsal şeylerle ilgili olarak inanç ve uygulamalardan oluşan birleşik bir sistemdir”.

Mağara sanatının anlamının bu geniş kapsamlı yorumlarından hangisi gerçeğe en yakın olandır? İşin aslı, tekbir doğru yorumun bulunması pek olası görünmüyor. Sanat, insanlık tarihinde 20.000 yılı aşan bir süreyi kapsıyor, bu da İsa’nın doğumundan günümüze dek geçen zamanın on katı demek. Herhangi bir mağarada sanatın ortaya çıkışı çoğu kez yüzyıllar sürmüştür. Bu süre Chauvet Mağarasında yaklaşık 8.000 yıl, Cosquer Mağarasında 6.000 yıl ve içerdiği sanatın büyük kısmının birbirine benzediği Lascaux Mağarasında bile 1.000 yıl kadar sürmüştür. Bu uzun süreler göz önüne alındığında, bir mağarada belirli bir sanatın tam olarak yerleşmesinin tek bir iç mimar tarafından bir kerede gerçekleştirilmiş olması pek mantıklı görünmüyor.67

En azından, mağara sanatının sanatçıların geçmişte gördüklerini veya gelecekte görmeyi umdukları şeyleri tasvir ettiği söylenebilir. Hayvan resimleri, özellikle ok veya mızrak saplanmış olanlar, avın başarılı geçmesini büyülü bir şekilde sağlama girişimleri olabilir. Antropologlar bu tür “avlanma büyüsü” girişimleri günümüzde yaşayan avcı-toplayıcı gruplarında saptamışlardı, bu nedenle mağara sanatının bu şekilde yorumlanması geçen yüzyılda oldukça rağbet görmüştür.68

Ayrıca insanların tasvir edilen hayvanların totem, yani atalarının ruhu olduğuna inanmaları da olasıdır. Özellikle bu dönemin son yıllarında durumun böyle olma ihtimali yüksektir. Son resimli mağaralardaki hayvan resimlerinin bazılarının yapılma tarihi, yaklaşık 11.500 yıl öncesinden başlayarak Göbekli Tepe’de tasvir edilen hayvanlarınki ile örtüşür; bu tarihte insanların atalarına ibadet ettiğine dair kanıtlar daha sonraki bölümde ele alınacağı üzere daha güçlüdür.

Bir yarı insan-yarı hayvan figürü “tanrı” olarak adlandırmak ya da aynı dinî inançlara dayalı gizli toplulukların varlığını öne sürmek için henüz erken. Bu tür şeyler mümkündür ancak elimizdeki kanıtlar bunu destekler gibi durmuyor. Mağara sanatına getirilen böylesine aşırı dinî spekülasyon, arkeolog Dale Guthrie tarafından da o dönem halkını yanlış değerlendirdiği için eleştirilmiştir: “Bu büyülü-dinî yaklaşım... ilk insanları çarpıtarak, tamamen mistik kaygılarla meşgul, batıl inançlı ahmaklar gibi gösteriyor. Buna karşın, Paleolitik sanata ilişkin kanıtlar oldukça farklı bir hikâye anlatır; karmaşık bir dünyanın ayrıntılarıyla yakın temasta olan insanları tasvir eder. Dinî imgelerin varlığı muhtemelen doğrudur, ancak bunlar daha büyük bir deneyim mozaiğinin sadece parçasıdır."69

Otobiyografik belleğin gelişimi göz önüne alındığında, o dönemlerde yaygınlaşan mezarlara değerli eşyaların konmasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Edward Tylor’un yüzyılı aşkın bir süre önce belirttiği gibi, mezara eşya yerleştirilmesi pek çok nedene bağlıdır. Bunlar arasında, ölen kişinin en sevdiği kişisel eşyalarının onunla birlikte gömülmesi; ölene duyulan sevginin bir göstergesi olarak mezarına bir eşya konulması ve ölen kişinin ruhunun eve geri dönerek eşyaları aramaması için kişisel eşyalarının da onunla birlikte gömülmesi yer alır.70

Bununla birlikte, kişisel eşyaların mezara gömülmesinin en yaygın nedeni, bu eşyaların, ölen kişilerin öbür dünyada kullanabilmeleri için yanlarında hazır bulunmasıdır. lan Tattersall’ın gözlemlediği gibi: “Ölülerinmezara eşyalarla birlikte gömülmesi... öbür dünyanın varlığına dair bir inancın varlığını gösterir: Eşyalar gelecekte ölen kişiye faydalı olmaları için oraya konur.” Benzer şekilde, Steven Mithen “fiziksel olmayan bir biçime geçiş olarak görülen bir ölüm kavramı olmasaydı Sungir’deki gibi defin sırasında böyle bir işlemin yapılmasının pek inandırıcı olmayacağım” savunur. Mezar eşyaları ile ilgili bu yorum, bazı topluluklarda görülen ve ölen kişilere öbür dünyada hizmet etmeleri amacıyla insanların öldürüldüğü uygulamalar ile tutarlıdır. Primitive Culture adlı kitabında Tylor, misyonerlerin gelişinden önce bu uygulamanın pek çok örneğine yer verir. Örneğin, “Karibler  ... şeflerinin mezarında ölümden sonraki yeni hayatında ona hizmet etmesi için kurban edilmiş köleler vardı ve aynı amaçla köpekler ve silahlar da beraberinde gömülürdü.” Mezar eşyaları otobiyografik belleğin ve bu belleğin getirdiği insanların öldükten sonra öbür dünyada yaşamayı sürdürdüklerine dair inancın en çarpıcı örneklerinden biridir.71

 

 

(16. Bölüm)

 Tanrıl kavramının Ortaya Çıkışı

Atalarımız  Ve  Tarım

Torrey dahil, dünyada henüz kimse, insanlığın Basra-Hürmüz arası ovada uygarlaşmaya geçtiğini bilmediğinden, ortak yaşam sisteminin ne zaman ve nerede başladığı konusunda kesin bir görüş oluşturamamaktadır. Bu nedenle Torrey şöyle yazar:

Dünya ısınırken insanlar öncesine göre daha büyük gruplar hâlinde bir araya gelmeye başladılar. Homininler yüz binlerce yıl boyunca, çoğunlukla avcı-toplayıcılardan oluşan küçük gruplar hâlinde yaşamaktaydılar. Ancak yaklaşık 18.000 yıl öncesinden başlayarak avcı toplayıcı grupların yılın belirli zamanlarında işbirliği içinde avlanmak için bir araya geldikleri öne sürülmüştür. Fransa ve İspanya’da bu tür toplanma yerleri, görünüşe göre kalıcı barınak olan yapılar bulunmuştur. Bu toplulukların bazı mevsimlerde ayrı ayrı, diğer mevsimlerde ise birlikte ava çıktıkları tahmin ediliyor. Bu muhtemelen tarihte çok sayıdaki homininin düzenli olarak ilk kez bir araya geldiği dönem olup, dikkat çekici sonuçlar doğuracaktır. Bu sonuçlardan biri de Göbekli Tepe’dir.

"İnsan  eliyle  inşa  edilmiş  ilk  kutsal  mekân”

1995 yılında keşfedilen Göbekli Tepe, Türkiye’nin güneydoğusundaki Urfa yakınlarındaki bir tepede yer alır. Yapımına 11.500 yıl önce, güney Avrupa’daki mağaralara son resimlerin çizilmesiyle aşağı yukarı aynı dönemde başlanmıştır. Yani Stonehenge’den 7.000 yıl daha eskidir.

Doksan dönüm üzerine yayılmış olan Göbekli Tepe, bazıları terrazzo (dökme mozaik) veya taş zeminlere, kireçtaşı sütunlarına ve taş banklara sahip 20 çevrilmiş alan içerir. Bu alanlar ilk başta çatı ile kaplanmış olabilir. Yaklaşık 200 adet olan sütunların her biri 5,5 metre yüksekliğinde ve 15 ton ağırlığındadır. T şeklinde olmaları arkeologların büyük ilgisini çekmiştir; bazılarının yanlarda oyulmuş kollar ve eller vardır, orta kısımlarında tokalı bir kemer yer alır, kemerin altına peştamal eklenmiştir ve bir sütunun tepesine yakın bir kolye bulunur. Tepedeki T şeklinin kafa tasviri olduğu düşünüldüğünde, sütunların bir tür antropomorfik varlığı temsilettikleri açıktır. Sütunların birçoğu oyulmuş hayvan figürleri ile, özellikle de yılan, tilki, akbaba, akrep, örümcek, aslan ve yaban domuzu gibi tehli­keli hayvanlarla süslenmiştir. Oyulmuş insan figürlerine Avrupa mağara resimlerinde olduğu gibi burada da oldukça nadir rastlanır.3

Göbekli Tepenin sadece bir kısmı ortaya çıkarılmış olsa da taş sütunların yanı sıra dikkat çekici başka birçok bulgu mevcuttur. Bunların arasında gerçek boyutlarda, kabaca oyulmuş taştan insan kafaları da bulunur. Oymalı taştan yapılmış totem direk olduğu düşünülen objelere de rastlanmıştır; 2009’da keşfedilen ve şu anda Urfa’daki müzede sergilenen bu direklerden biri, yaklaşık 2 metre uzunluğundadır ve bir ayıya benzer. Ayı ne olduğu anlaşılmayan bir hayvanı veya muhtemelen doğum yapmakta olan bir insanı tutan başka bir insanı tutarken tasvir edilmiştir. Totemin her iki yanını büyük yılanlar süsler. Direk, Amerika’daki Kuzeybatı Kıyısı Kızılderilileri tarafından  11.000 yılı aşkın bir süre sonra oyulmuş ahşap totem direkleri andırır.

Göbekli Tepe hangi amaçla kurulmuştu? Şimdiye kadar burada ev, yemek pişirmek için ocak, çöp koymak için çukur ya da kalıcı yerleşime dair başka bir kanıt bulunamamıştır. Öte yandan, binlerce geyik, ceylan ve domuz kemiğinin yanı sıra taş kâseler ve kadehler bulunmuştur, tüm bunlar da burada şölenlerin gerçekleştiğini akla getirmektedir. Göbekli Tepenin çağdaşı olduğu düşünülen, yakındaki arkeolojik alan Körtik’te yapılan kazılarda bulunan içme kaplarındaki tortu kalıntıların analizi bu düşünceyi destekler. Bu tortuların ön analizi, kaplarda şarap bulunduğunu göstermiştir.4

Göbekli Tepe de henüz sadece birkaç insan kemiği bulunmuş olsa da 2014’te ölümünden önce burada yaklaşık 20 yıl boyunca kazı yapan Alman arkeolog Klaus Schmidt, Göbekli Tepenin “ölü gömü yeri ya da ölümle ilgili bir tapınma merkezi... insanın inşa ettiği ilk kutsal mekân... dünyanın en eski tapmağı” olduğunu ileri sürdü. Taşlara oyulmuş tehlikeli hayvan figürlerinin amacı ölüleri korumak mıydı? Schmidt, Göbekli Tepe nin “en az 50 kilometre uzaklıktaki yerleşim yerleri için” bir hac yeri ve törenlerin yapıldığı bir merkez olduğuna inanıyordu. “Burası tepedeki görkemli katedral,” diyordu.5Bugüne kadar keşfedilen en büyük merkez olmasına karşın, Göbekli Tepe, Türkiye’nin güneydoğusundaki bu döneme ait tek tören merkezi değildi.

Yaklaşık 12.000 yıl öncesine tarihlenen Hallan Çemi höyüğü törenlerin yapıldığı diğer bir merkezdir. Kazıları gerçekleştiren arkeolog Michael Rosenberg’e göre, “Doğal hâlleri pek de konuta benzemeyen, daha çok insanların bir araya geldiği yapıların varlığına ilişkin güçlü kanıtlar bulunmaktadır”. Birçoğu süslenmiş çok sayıda taş kâse ve yontulmuş havan tokmaklarının halk şölenleriyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Buna ek olarak, umuma açık yapılardan birinde “muhtemelen bir zamanlar kuzey duvarında asılmış olan bir yaban öküzüne ait bütün bir kafatası vardı”6

Yaklaşık 10.500 yıl önce kurulmuş olan Nevali Çori yerleşkesi, Göbekli Tepeye sadece 32 km mesafededir. Burada da terrazzo zemin, taş banklar ve T şeklinde sütunları olan bir bina vardı. Merkezdeki sütunlardan birinin üzerine “bükülü iki kol ile birbirine kenetlenmiş iki el” oyulmuştu. Bu yapının içinde “kireç taşından yapılmış devasa heykellere ait çok sayıda küçük parçalar” ile “kafası insan, gövdesi kuş olan garip bir varlığın ka­fasıyla vücudunun parçaları” kireç taşından minyatür maskeler ve birbirine zıt yöne bakan iki insan kafasını sıkıca tutuyormuş gibi görünen bir kuş figürünün olduğu bir totem direği bulundu. Nevali Çori’de bulunan en tanınmış obje, dış kısmında iki insanı büyük bir kaplumbağa ile dans ederken gösteren bir kabartmanın yer aldığı kireç taşından bir kâsenin parçalarıdır.7

Göbekli Tepe ve Nevali Çori’ye yakın olan Çayönü höyüğünde ilk yerleşim yaklaşık 10.500 yıl önce gerçekleşmiş olsa da en ilginç bulgu daha sonra inşa edilen bir binadır. Bina harç içine gömülmüş “beyaz kirecin boyanmasıyla yapılmış ve birbirine paralel dizilmiş şeritler” bulunan terrazzo zemine sahiptir. Bu binada yaklaşık 450 insan kalıntısı bulunmuştur. Kalıntıların büyük kısmı eklem yerlerinden ayrılmış, “kuzey-güney hattında düzenlenmiş, doğuya veya batıya bakan” uzun kemik yığınları ile kafatası yığınlarından oluşuyordu. Yaban öküzlerinin kafatasları da insankafatasları ile birlikte yığılmıştır. Günümüz araştırmacıları bu binayı “kafatası evi” veya “ölüler evi” olarak adlandırmaktadır.8

Çayönü’deki “kafatası evi’nin yaklaşık 1.000 yıl boyunca aktif olarak kullanıldığı ve bazı törenlere ev sahipliği yapmış olduğu düşünülmektedir. Binanın bir ucunda, üzerinde  10 cm’lik sivri bir siyah çakmak taşı bulunan “cilalı taş levha” vardı. Çakmak taşında bulunan hemoglobin kristallerinin yaban öküzü, koyun ve insan kanından kaynaklandığı tespit edilmiştir, bu nedenle kafatası evinde muhtemelen hayvanların ve insanların kurban edildiği, en azından üzerlerine kesikler atıldığı tahmin edilmektedir. Manchester Üniversitesinden arkeolog Karina Croucher “Çayönü’ndeki Kafatası Evi’nin görünüşe göre taş levha ile ilintili olayların merkezde olduğu birtakım gösterilerin sergilenmesi amacıyla kullanıldığı” sonucuna varmıştır.9

Bahsettiğimiz bulgulardan neler çıkarabiliriz? En azından, tören binaları olduğu düşünülen yapıları inşa etmek için çok sayıda insanın bir araya geldiğini söyleyebiliriz. Örneğin, büyük taş sütunlarını taş ocağından Göbekli Tepeye taşımak için yaklaşık 500 kişiye ihtiyaç duyulduğu tahmin edilmektedir. Ancak burada en dikkat çekici nokta, tüm bunların bitki ve hayvanların evcilleştirilmesinden önce, büyük yerleşimler henüz ortaya çıkmak üzereyken yapılmış olmasıdır. Hallan Çemi  veya Göbekli Tepe’de tahıl ekimine ilişkin bir kanıt bulunmamakla birlikte, Hallan Çemi’de domuzların evcilleştirildiği yönünde bulgular mevcuttur.

1smet Gedik'e ait bir kompozisyon


Klaus Schmidt’in belirttiği gibi bu durum bir soruyu akla getirir: “Ya tarımın ‘icadı’ büyük avcı toplulukları ve buna eşlik eden çalışmaların bir yan ürünü ise?” Dolayısıyla “insanların uzunca bir süre kitleler hâlinde bir arada olmaları... bitkilerin evcilleştirmesinde hızlandırıcı bir etki göstermiş olabilir”. Bir gazeteci Schmidt’in tezini şöyle özetler: “Yiyecek arayan bir grup insanın büyük bir tapınak inşa etmesi, örgütlü dinin ortaya çıkışının tarımın ve uygarlığın diğer öğelerinin yükselişinden önce olabileceğini gösterebilir.” Bu tezi destekleyen bazı bulgular “modern kızıl buğdayın bilinen en yakın yabani atalarının Göbekli Tepenin sadece 97 km kuzeydoğusunda bulunduğunu” gösteren DNA çalışmalarından elde edilmiştir.10

 

(17. Bölüm)

 Atalara  ibadet  edilmesi

Göbekli Tepe, Hallan Çemi, Nevali Çori ve Çayönü bize ne anlatıyor? O binalarda muhtemelen bir tür ruhsal etkinlik ya da törenler yapılmaktaydı. Bu törenlerde hangi ruhların onurlandırıldığına ilişkin bir ipucuna sahip miyiz? Nevali Çori’de bulunan ve kuşa benzeyen bir gövdesi olan insan kafası heykeli ile totem direklerine benzeyen çok sayıda hayvan yontusunun varlığı hayvan ruhlarının burada da resimli mağaralardaki gibi önemli bir ilgi odağı olduğunu akla getirir. Peki, bazılarında el, kol, baş, kemer, alt kısımlarında peştemal ve hatta bir kolye bulunan sütunlar ne anlama geliyor?

Bunlar bir çeşit antropomorfik varlık olabilirler. Göbekli Tepe’de bulunan gerçek boyutlardaki taştan yapılmış insan kafaları burada insan ruhlarının da olabileceğini düşündürüyor. İngiliz arkeolog Karina Croucher, sütunları yapanların dilediklerinde gerçekçi insan heykelleri de yapabildiklerine ancak “bu  varlıkları’ belirsiz kılmak için insan biçimini taşla birleştirme­yi tercih ettiklerine” dikkat çeker. Croucher sütunların “atalara ait daha amorf bir kategoriyi temsil edebileceğini” ileri sürmüştür.11

Bu tören yerlerindeki faaliyetler sırasında atalar da onurlandırıldıysa şaşırtıcı olmaz. Edward Tylor dinî düşüncenin evrimsel kökeniyle ilgili kitabı Primitive Culture’da ölülerin ruhları olduğuna dair inancın kişiyi “doğal olarak ve neredeyse kaçınılmaz bir şekilde er ya da geç huşuya ve tövbe etmeye götüreceğini” iddia eder. Edinburgh Üniversitesinde dinle ilgili çalışmalar yapan Profesör James Cox, “yerli dinî inançların, ritüellerin ve sosyal uygulamaların atalara odaklandığını ve bu nedenle akrabalık ilişkilerine aşırı vurgu yaptığını” belirtir. Atalara ibadet etmenin ortaya çıkışı 28 avcı-toplayıcı toplumun incelendiği yakın tarihli bir çalışmayla tutarlılık göstermektedir. Bu çalışmaya göre “böyle toplumlarda öbür dünyaya olan inanç atalara ibadetin başlamasından önce gelişmiştir ve bu inanç daha sonra ortaya çıkan atalara ibadetin gelişimini de hızlandırmıştır”. Buna karşılık, bu tür toplumlarda yüksek (göksel) tanrı kavramı çok daha sonraları ortaya çıkar.12

Bir atayı onurlandırmanın nedenleri nelerdir? Avcı-toplayıcı kültürlerine dair bir inceleme bunun nedenlerinden birinin ataların yaşayanlara yardım edebileceğine inanılması olduğunu ileri sürer. Örneğin, Seylan’daki Vedda halkının sahip olduğu çok eski bir inanca göre “her yakın akraba, öldükten sonra geride kalanları gözetleyip kollayan bir ruh hâline gelir”. Bu ruhlar “hayattaki yakınlarının rüyalarına girerek onlara avlanacakları yerleri söylerler”. Bu nedenle Vedda dini “en belirgin ve en önemli özelliği... esas olarak ölen akrabaların ruhuna hürmet etmek” olan bir “ölüler kültü” olarak nitelendirilir. Benzer şekilde, Bolivya’daki Siriono göçebeleri arasında, “bir adam av sırasında üst üste gelen şanssızlıklarla karşılaştığında (bir zamanlar müthiş bir avcı olan) atasının kemiklerinin gömülü olduğu yere giderek ondan kötü talihini düzeltmesini ve av için nereye gitmesi gerektiğini söylemesini ister”. Ölen kişilerin geride kalanlarla iletişim kurabileceği ve onlara yardım ettiği inancına bugün bile rastlanmaktadır.

Örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde 2009 yılında yapılan bir araştırmada Amerikalıların yüzde 30’unun “ölmüş biriyle ilişki kurduğunu” söylediği bildirilmiştir. Otomobil kazasından sağ kurtulanların feci kazadan birkaç dakika önce yeni ölmüş büyük annelerinin emniyet kemerini takmaları için kendilerini uyardığına dair hikâyeler anlatmaları hiç de nadir rastlanılan bir durum değildir.13

Avcı toplayıcı toplumlar genellikle atalarını onurlandırmak için resmî törenler yaparlardı. Muhtemelen 11.000 yıl önce Göbekli Tepe ve civardaki yerlerde de benzer törenler yapılıyordu. Örneğin, Kanada’daki Ojibvva yerlileri, her iki ya da üç yılda bir “Ölüm Şöleni” düzenlerdi; şölende, “bu iki üç yıllık arada ölenlerin kemikleri gömülerek bolca yiyecek ve diğer temel kullanım maddesi dağıtılırdı”. Bazı Ojibvva topluluklarında “ölüler bir sicimin üzerine takılı ahşap figürler hâlinde temsil edilirdi... [ve] davullar çalmaya başladığında bu figürlere dans ettirilirdi”. Karaayak yerlileri de “ölülerin ruhlarının davet edildiği bir dans” düzenlerdi. Çupik Eskimoları, her Ağustos ayında “Ölüler için Şölen” yaparlardı; akrabalar “hediyeleriniateşe atarlardı...  [ve] yanmış nesnelerin ölen kişiye gittiğine inanılırdı”. Benzer şekilde, daha önce Amerika’daki Kuzeybatı Kıyısı Kızılderilileri tarafından düzenlenen ünlü hediye törenleri, “diğerlerinden ayrı bir tören değil, daha çok ölünün anısına adanmış bir dizi törenin bir parçası” idi. Bu törenlerde “konuklara sunulan yiyecekler arasında, hediyelerin verildiği ölülerin en sevdiği şeyler bulunurdu”.14


Avcı toplayıcılar arasında ataları onurlandırmak için yapılan ibadetler ne denli yaygındır? Atalara ibadete bu tür toplumların hepsinde olmasa da büyük çoğunluğunda rastlanmaktadır. Londra Kings College’da karşılaştırmalı din profesörü olan Geoffrey Parrinder, “Afrikalıların düşünce dünyasında ataların ruhlarının çok büyük bir rol oynadığına şüphe yoktur... Birçok Afrika kabilesinde tanrılara gerçek anlamda ibadet edilmez; tanrıların yerine atalara ibadet edilir,” der. Örneğin, Sierra Leone’de “iki farklı ata grubuna ibadet edilir... isimleri ve yiğitlikleri bilinen atalar ile çok uzak bir geçmişte ölmüş olan atalar”. Güney Afrika’nın !Kung Bushman halkının “ölülerin ruhları olduğuna şiddetle ve güçlü bir şekilde inandıkları” söylenir, ancak !Kung halkının “atalarına ibadet ettiklerine veya onlar için dinî ayin yaptıklarına dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır”. Yine de bu tür kanıtların bulunmaması daima ihtiyatla karşılanmalıdır; Edward Tylor’ın belirttiği gibi “ilkel insanların teolojilerine ait ayrıntıları kendilerinden öğrenmek her zaman kolay değildir”. Dolayısıyla, atalara ibadet etmenin ne kadar yaygın olduğu göz önüne alındığında,  11.000 yıl önce GöbekliTepe’de gerçekleşen törenlerin bu amaçla yapılmış olması muhtemel bir açıklama gibi gözükmektedir.15

Bitki Ve  Hayvanların  Evcilleştirilmesi

Göbekli Tepe, yaygın şekilde Bereketli Hilal olarak anılan yay şeklindeki coğrafi bölgenin en kuzey ucunda yer alır. Bereketli Hilal günümüzde İsrail ve Filistin’den başlayıp Lübnan, Ürdün, Suriye ve Güneydoğu Türkiye üzerinden Irak ve İran’a doğru toplamda yaklaşık 1.600 km uzanır. İklim ve olumlu koşullar nedeniyle, bu bölgede alışılmışın üzerinde bir yoğun­lukta yabani buğday (hem gernik hem de küçük kızıl buğday çeşitleri), çavdar, arpa, mercimek, nohut ve fasulyenin yanı sıra yabani koyun, keçi, sığır (yaban öküzü) ve domuz (yaban domuzu) mevcuttu; dolayısıyla tarımın gelişmesi için ideal bir ortam bulunmaktaydı. Bereketli Hilal’in tarım devriminin başladığı yer olduğuna inanılmaktadır.16

Sonrasında tarım devrimine dönüşecek olan ilk başak hasadı, yaklaşık 20.000 yıl öncesinde Bereketli Hilal’de başlamıştır. Bu tarihten sonra da çoğu insan, yarı göçer bir şekilde, mevsimlere ve hayvan sürülerine göre hareket eden küçük gruplar hâlinde yaşamaya devam etseler de önceden belirtildiği gibi bazıları belli yerleşim yerlerinde daha uzun zaman geçirmeye başlamıştı. İsrail’de alışılmadık şekilde iyi korunmuş bir yerleşim yerinde, 19.000 yıl öncesinde insanların “bir yandan yabani arpa ve yabani küçük kızıl buğday gibi tahıllardan yararlanırken” diğer yandan yabani zeytin, badem, antepfıstığı ve üzüm topladıklarına dair kanıtlar vardır. Bu, tahılları yetiştirdikleri anlamına gelmez, sadece bu bitkileri zaten doğal olarak yetiştikleri yerlerde kesip kullanıyorlardı. Ürdün’de “günümüzden 20.000 ile 10.000 yıl öncesi arasında avcı toplayıcılar tarafından işgal edilen bir yerleşim yerinde,  150’den fazla yenilebilir bitki türü tespit edildi”. Bu tür arkeolojik bulgular, alışılagelmiş olmasa da “Doğu Akdenizli avcı toplayıcı toplulukların yabani tahılları, tarımın başlamasından binlerce yıl önce yiyecek olarak tükettiklerini” ileri sürer. Antropolog Douglas Kennett özetle şöyle der: “Tarım aslında bir devrim değildi. İnsanlar çok uzun zamandır bitkilerle oynayıp duruyorlardı.”17

Modern Homo sapiens in zekâsı göz önüne alındığında, bazı insanların geçen yılın tohumlarının bir kenara atıldığı yerde yeni bitkilerin ortaya çıktığını fark etmeleri kaçınılmazdı. Bu, mantıklı olarak istemli bir şekilde tohum ekimine ve ardından en iyi bitkilerin tohumlarının gelecekte ekilmek üzere seçilmesine yol açacaktı. Böylece bitkilerin istemli ekimi sürdü ve tarım doğdu. İstemli bitki yetiştiriciliğinin, 11.500 ila  11.000 yıl önce, Göbekli Tepenin inşa edilmesiyle yaklaşık aynı zamanda Bereketli Hilal içinde birden fazla yerde başladığına dair kanıtlar bulunuyor. Bunlar arasında İsrail, Suriye’nin kuzeyi, Türkiye’nin güney­doğusu ve kuzey Irak’taki bölgeler ile İran’daki Zagros Dağları yer alır. Bu merkezler arasında obsidyen, deniz kabukları, bitüm  pigmentli toprak boya ve diğer malların ticaretinin yapıldığına dair çok sayıda kanıt bulunduğu için, bitki yetiştirme konusunda da bilgi alışverişi yapılmış olması muhtemeldir. Bu bölgelerde “tahıl, hasır ve kamış hasat edilmesine bağlı bir aşınma deseni gösteren” orak bıçakları bulunmuştur. Öğütme taşları, havanlar ve havan tokmakları gibi gıda hazırlamayla ilişkili diğer araçlar da ortaya çıkarılmıştır.18

Zamanla insanlar buğday ve arpa gibi bitkileri başka türlü kullanabileceklerini de keşfettiler. Öğütülüp un hâline getirilir ve suyla karıştırılıp pişirilirse bu otlardan ekmek yapılabilirdi. Doğal olarak oluşan bir mantar olan maya eklenerek ekmeği kabartmak mümkündü. Zaman içinde öyle bir noktaya gelindi ki arpa lapası ve mayanın muhtemelen yanlışlıkla bir yerde unutulmasıyla bira adını verdiğimiz fermente bir içecek ortaya çıktı. Pennsylvania Üniversitesinden arkeolog Patrick McGovern, Bereketli Hilal’de erken dönemlerde keşfedilen içeceğin sadece bira olmadığını, aynı zamanda şarabın da ilk kez burada ortaya çıktığını ileri sürer. Buradaki Toros, Zagros ve Kafkas dağları Avrasya üzümlerinin çıkış yeri olarak kabul edilir, çünkü buraları “türlerin en büyük genetik çeşitliliğini gösterdiği ve dolayısıyla ilk kez evcilleştirilebildiği yerlerdir”. Bu kurama göre, insanlar yabani üzümleri topluyor ve bunları kaplarda saklıyorlardı. Üzüm kabukları doğal maya içerdiği için üzüm kendi hâline bırakıldığında yavaşça “düşük alkollü bir şaraba, bir tür Taş Devri Beaujolais Nouveau’suna dönüşebilirdi”. McGovern’a göre, “klanın en gözüpeklerinden biri bu uydurma karışımın tadına şöyle bir bakmış”, arkadaşlarına keyif verici etkisinden bahsetmiş ve sonra onları da paylaşmaya davet etmiştir. Bu, belki de dünyanın ilk şarap tadımı idi; artık geri dönüşü yoktu.19

Biranın ilk keşfi tarihsel kayıtlarda genellikle mizahi bir şekilde ele alınsa da aslında bitkilerin evcilleştirilmesinde önemli bir rol oynamış olabilir. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir akademisyenlerin bir kısmı bazen “ekmekten önce bira” hipotezi olarak ifade edilen “tahılların temel geçimi sağlamaktan ziyade bira üretmek amacıyla vcilleştirildiği” yönündeki iddiasını ortaya atmışlardır. Arkeolog Brian Hayden ve Simon Fraser Üniversitesindeki meslektaşları o zamanlar bira yapımında kullanılan teknolojinin belirlenmesi de dahil olmak üzere bu tezin ayrıntılı bir incelemesini üstlendi. Bu araştırmacılar bira yapımının avcı toplayıcı toplumlarda pek mümkün olmadığına dikkat çekerek bira yapımının büyük olasılıkla Homo sapiens 'in yarı yerleşik bir hayata geçtiğinde başladığını belirtmişlerdir. Üstelik “ilk evcilleştirilen tahılların (çavdar, küçük kızıl buğday, gernik ve arpa) bira yapmaya uygun olduğu” ve “Geç Epipaleolitik çağda [yaklaşık 12.000 yıl önce] bira yapımının gelişmesini kısıtlayacak önemli bir teknolojik engelin bulunmadığı” anlaşılmıştır. Hayden ve arkadaşları ayrıca biranın ilk yapımının öncelikle ziyafetle ve yiyip içerek eğlenmeyle ilişkili olduğunu ileri sürmüşlerdir:

Bira yapımı, zahmetli bir işlem olup, çok fazla miktarda tahıl ve emeğin kontrolünü gerektirir... Yoksul ailelerin veya bireylerin laf olsun diye, geçici bir zevk için yapacağı bir şey değildir. Etnografik literatür, bira yapımının, neredeyse sadece sosyal açıdan önemli olan özel günler için, fazladan üretilmiş tahıllarla yapıldığını çok net bir şekilde ortaya koyar.

Bu sebeple, bira yapımı, geleneksel dünyanın birçok bölgesinde ziyafetlerin vazgeçilmez bir unsurudur.20 Daha önce de belirtildiği gibi, Göbekli Tepe ve Hallan Çemi gibi yerlerde 12.000 ila 11.000 yıl önce şölenler yapıldığına, ziyafetler verildiğine dair kanıtlar bulunmaktadır. Ayrıca yakınlardaki bir yerleşim olan Körtik’teki içki fıçılarının içinde şarap kalıntılarının bulunduğu ileri sürülmüştür. Ölmüş ataların veya diğer ruhların onurlandırılması amacıyla şölenler yapılırken, “insan doğasının mistik güçlerini” tetiklediği iyi bilinen bira ve şarap, bu ruhlarla iletişim kurmada yardımcı olmak için kullanılmış olabilir. Eğer bu doğruysa dinî fikirlerin gelişimindeki erken dönemlerde bira ile şarabın önemli bir rol oynamış olması mümkündür.21

Modern Homo sapiens bitki yetiştirmeyle aşağı yukarı aynı zamanda hayvanları da evcilleştirmeye başladı. Bu iki olayın sırası tartışmalı olsa da büyük olasılıkla birbirlerini etkilemişlerdir. Örneğin, evcilleştirilen bitkilerin insanlar tarafından kullanılmayan kısımları ile keçi ve domuzlar beslenebilirdi. Benzer şekilde, evcilleştirilmiş sığır, öküz ve atlarla saban sürülerek bitkilerin ekildiği alanlar artırılmış olabilir.

Köpeklerin evcilleştirilen ilk hayvanlar olduğu neredeyse kesindir. Bunun 32.000 sene önce olduğu ve evcilleştirmenin birden fazla kez gerçekleştiği öne sürülmüştür. Alaska Üniversitesinden Dale Guthrienin belirttiği gibi, “Köpekler av bulmada, onu tutup getirmede veya yaralı avı takip etmede, muhtemelen Pleistosen (buzul çağı) standartlarına göre avdaki başarıyı müthiş artıran, çığır açıcı bir yardım sağlamışlardı”. Günümüzden 11.000 yıl önce, diğer hayvanlar evcilleştirilmeye başlandığında, evcil köpekler oldukça yaygındı.22

Koyun ve keçiler muhtemelen bir sonra evcilleştirilen hayvanlardı ki bunun en az 10,000 yıl önce gerçekleştiğine dair kanıtlar var. Modern Homo sapiens, mağara resimlerinin gösterdiği gibi, hayvansal davranışı kurnazca gözlemleyebiliyordu. Bu insanlar yabani koyunlarla keçilerin liderlerini nasıl izlediklerini ve yeni doğan hayvanların sürüden alındıklarında evcilleştirilebileceğini fark etmiş olmalılar. Hem koyun hem de keçi, ilk çiftçilerin hayatlarına önemli katkılarda bulunmuş olmalı. Juliet Clutton-Brock’un Domesticated Animalsfrom Early Times isimli kitabında şöyle yazmıştır: “Keçi ilkel köylülere ve göçebe çobanlara fiziksel ihtiyaçlarının tümünü sağlayabilmekteydi; giysi, et, süt, ayrıca el yapımı objeler için kemik ve tendon (kas kirişi), ışık için içyağı ve yakıt ile gübre için tezek.” Keçi derileri giyim ve su kapları olarak da kullanılabilmekteydi.

Yaban domuzları ile sığırların (yaban öküzleri) daha sonra evcilleştirildiği düşünülmektedir. Bununla birlikte Bereketli Hilal’in bazı yerlerinde domuzun koyun veya keçiden önce evcilleştirildiğine ilişkin iddialar vardır. Sığırların evcilleştirilmesi özellikle önemlidir. Sığırlar et, süt, tereyağı ve peynir sağlamaktaydılar; postlarından giysi, ayakkabı ve kalkan yapılabili­yordu; dışkıları yakıt veya gübre olarak kullanılabiliyor ya da bina yapmak için samanla karıştırılabiliyordu; yağları yakılabiliyor ve boynuzlarından silah yapılabiliyordu.

Büyükbaş hayvanlar aynı zamanda arabaları çekmek, kuyulardan su çıkarmak için çarkları çevirmek amacıyla da kullanılıyor ve harman dövmek için tahılların üzerinde yürütülüyordu. Bu nedenle, Güneybatı Asya’daki en eski kültürlerin bazıları da dahil olmak üzere birçok kültürde bu hayvanlara büyük saygı gösterilmesi, hatta ibadet edilmesi şaşırtıcı değildir.23

Bereketli Hilal’de bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi, düzenli ve doğrusal bir süreç değildi. Bereketli Hilal yaklaşık 1.600 km genişliğindedir ve tarım devrimi, yaklaşık 12.000 ila 7.000 yıl önce, 5.000 yıllık bir zaman aralığında gerçekleşmiştir. Tarımın yavaş yavaş ortaya çıktığı yüzyıllar boyunca bir yandan da avcılık ve toplayıcılık sürmekteydi. Karina Croucher’ın kaydettiği gibi, “Neolitikleşme, önemli hususların bölgeden bölgeye değişkenlikler gösterdiği birkaç bin yıllık bir süre içinde gerçekleşti”.24

 

(18. Bölüm)

Çiftçilik Ve  Paralel Evrim

Bereketli Hilal’den yakın çevresindeki bölgelere yayılan bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesinin bağımsız bir şekilde dünyanın diğer yerlerinde de gerçekleştiği düşünülmektedir. Batıya doğru yayılan tarım, günümüzden 9.000 yıl öncesinde Türkiye’nin batısına ulaşarak 8.000 yıl önce doğu Avrupa’ya, özellikle günümüzde Yunanistan ve Bulgaristan olarak adlandırdığımız ülkelere ulaştı. Yavaşça batıya doğru ilerleyerek yaklaşık 7.500 yıl önce orta Avrupa’ya, 6.000 yıl önce de İngiltere’ye erişti. Yakın tarihli genetik ve dilbilimsel araştırmalar, Avrupa’ya tarımı getirenlerin kökleri güneydoğu Türkiye ve Bereketli Hilale uzanan insanlar olduğunu ve Avrupa tarımının bağımsız olarak geliştiğine dair bir kanıt bulunmadığını doğrulamıştır.25

Bereketli Hilal’den doğuya doğru ilerleyen tarım şimdiki İran ve Türkmenistan’a, daha sonra Pakistan ve Hindistan’a yayılmıştır. Yedi bin yıl öncesine gelindiğinde, İndus Vadisinde tarım başlamıştı. Tarım bu yönde hareket ederken binlerce yıldır var olduğu açıkça görülen eski ticaret yollarını takip etmekteydi. Örneğin, Ürdün’ün bir köyünde bulunan 19.000  yıllık kişisel süs eşyalarının yapımında kullanılan deniz kabuklarının Hint Okyanusundan geldiği ve tarımın başlamasından çok önce “en ücra köşelere dek yayılmış sosyal ağların” bulunduğu kaydedilmiştir. Tarım Bereketli Hilal’den güneye doğru Mısır’ın içlerine dek yayılmış ve bu bölgede 7.500 yıl önce ortaya çıkmıştır.26

Bereketli Hilale komşu bölgelerdeki bu yayılmaya ilaveten, bitkiler ve hayvanlar dünyanın coğrafi olarak farklı bölgelerinde de birbirinden bağımsız olarak evcilleştirilmiştir. Antropolog Robert Wenke ve Deborah Olszewski Patterns in Prehistory isimli kitapta konuyu şöyle özetlemiştir: ‘“Tarım devriminin’ en çarpıcı özelliklerinden biri de sadece hızlı ve yaygın olmanın ötesinde dünyanın farklı yerlerinde de bağımsız şekilde gerçekleşmiş olmasıdır.” Aslında bu gerçek, paralel evrimi destekleyen en güçlü kanıtlardan biri olarak kabul edilir.27

Tarımın Çin’de muhtemelen birbirinden bağımsız olarak iki ayrı yerde geliştiği düşünülmektedir. Çin’de çanak çömlek yapımının, muhtemelen yemek pişirmede kullanılmak üzere günümüzden 20.000 yıl öncesinde başladığına dair kanıtlar vardır. Pirinç, yaklaşık 8.900 yıl önce Yangtze Nehri Vadisinde, darı ise 8.500 yıl önce Sarı Nehir yatağında evcilleştirilmişti. Tavuk, keçi, koyun, öküz ve domuz Çin’de erken tarihlerde evcilleştirilmişti; domuzlarda yapılan genetik çalışmalara göre, bu hayvanlar birbirinden bağımsız olarak en az altı kez evcilleştirilmiştir. Tıpkı Bereketli Hilal’de olduğu gibi, kırık çanak çömlek parçalarındaki kalıntılarda Çin’deki tarımın ortaya çıkması sırasında mayalı içeceklerin kullanıldığına dair kanıtlar vardır. Sarı Nehir Vadisindeki Jiahu’da bu tür bir kalıntı 9.000 yıl önce tarihlendirilmiş ve Patrick McGovern tarafından “bir üzüm ile alıç meyvesinden yapılmış şarap, bal likörü ve pirinç birası içeren karmaşık bir içecek” olarak tanımlanmıştır.28

Bu dönemde tarımın bağımsız olarak geliştiği bir diğer bölge de Papua Yeni Gine’deki dağlık arazilerdi. Buralarda tarım gölevez , pandanus

muz, tatlı patates ve şeker kamışı ile günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce başladı. Avustralya National Üniversitesinden arkeolog Peter Belhvood’a göre, Papua Yeni Gine’deki erken dönem tarım “tahıl ve evcil hayvanlar olmaksızın çok geniş kapsamlı bir sistem olmasa da gerçek ve birincil tarım olarak nitelendirilebilir”. Papua Yeni Gine’deki tarım muhtemelen buradaki dağlık bölgelerin çok uzak ve fiziksel olarak erişilemez olmasından dolayı Avustralya’ya yayılmadı.29

Tarımın bağımsız olarak geliştiği diğer merkezler arasında Peru, Orta Amerika ve Sahraaltı Afrika bulunmaktaydı. Peru dağlık bölgelerinde “patates gibi bitkilerin evcilleştirilmesi” 7.000 yıl öncesinde “çoktan başlamıştı”. Kıyı kesimlerinde pamuk ve diğer bitkiler 6.000 yıl önce yetiştirilmekteydi. Lama, alpaka ve hint domuzu daha sonra evcilleştirildi. Kuzey Meksika’dan Guatemala’ya kadar uzanan Mezoamerika’da kabak yetiştirildiğine dair kanıtlar 10.000 yıl öncesine tarihlenir, bunu balkabağı ve fasulye izler. Amerika kıtasının başlıca gıda maddesi hâline gelecek olan mısır ilk kez yaklaşık 5.500 yıl önce orta Meksika’da evcilleştirildi. Son olarak, pek çok uzman, Afrika’da Sahra Çölünün hemen güneyindeki Sahel bölgesinde tarımın diğer yerlerden bağımsız şekilde, darı, sorgum, pirinç ve tatlı patatesin evcilleştirilmesiyle birlikte başladığını düşünüyor. Bu bölgede sığırların diğer bölgelerden bağımsız olarak evcilleştirildiğine dair de çok kanıt bulunmuştur.30

1smet Gedik'e ait bir kompozisyon


Yaşayanlar Ve  Ölüler

Günümüzden 12.000 ila 7.000 yıl öncesindeki zaman aralığında avcı toplayıcılıktan çiftçiliğe kademeli olarak geçiş yapılması, yaşayanlarla ölüler arasındaki ilişkiyi de derinden değiştirmiştir. Ölenlerin oradan oraya taşınması pratikte imkânsız olduğundan göçebe yaşam biçimi ölülerin gömülmesini ya da öldükleri yerde bırakılmasını gerektirir. Buna karşın yerleşik yaşam tarzı, ölen kişinin yaşayanların yakınında gömülmesine ve dolayısıyla önceki nesillere ait gömülen ataların giderek artmasına olanak tanır. Bu durumda ölmüş ataların, yaşayanlar için çok daha önemli hâle gelmiş olması muhtemeldir. Bir açıdan, lokal mezarlar kişinin atalarını hatırlamasını kolaylaştırır; örneğin, atasının dibinde gömülü olduğu ağacın altından her geçtiğinde onu aklına getirir. Karina Croucher, “Ölülerin yaşayan kişilere yakın tutulması, ölenle duygusal bağları korumaya ve yas tutma sürecine yardımcı olmaya duyulan arzuyu yansıtıyor olabilir,” demiştir. Başka bir açıdan ise ölen aile üyelerini yaşayanların yakınında bir yerlere gömmenin, toprak mülkiyeti ile akrabalık yükümlülükleri bakımından pratik sonuçları vardır. Bir kişinin atasının sürdüğü tarla ile bu atanın gömüldüğü toprak ve şu anki nesil tarafından sürülen tarla hep aynı yerdir. Bir özet bilgi şunları anlatır:

“Genellikle toprak ve atalar birbirine bağlıdır. Birçok Afrika kabilesinde atalar arazinin nihai sahipleridir... AvustralyalI aborijinler ise ataların arazinin bir parçası olduğunu kabul ederler.” Bu düzenlemeler kaçınılmaz olarak, tarihte belki de ilk kez arazi sahibi olma fikrine yol açmıştır. Arazi mülkiyeti fikri, araziyi kimin miras alabileceği ve sahibinin ölümünün ardından mirasın nasıl bölünmesi gerektiğine dair soruları gündeme getirmiştir. “Bu şartlar altında, bazı otoritelere başvurulması gerekiyordu ve soy ataları bu otorite için doğal bir kaynak sağlamıştı.” Mike Parker Pearson The Archeology of Death and Burial adlı kitabında tarım devrimi sırasında toprak ile insanlar arasındaki ilişkiyi şöyle anlatır:

Belirli akrabalık gruplarına ait olan insanların ortak ataları, çeşitli nedenlerle giderek önem kazanmaktaydı. Topraktan ekim ve hasat zamanlarında mevsimsel olarak faydalanılması insanların hayatında önemli bir yer edindikçe, ataların fiziksel kalıntıları insanların toprakla birebir bağlantı kurmalarına aracılık ediyordu. Bu gibi mevsimlik işler için yeterince büyük grupların harekete geçirilmesi çok önemliydi ve bu gruplar birbirlerinin emeklerinden yararlanırken, insanların birlikte yaşamalarına hizmet eden soyağaçlarını anımsamaları ve sahiplenmeleri gerekliydi.31

Tarım devrimi sırasında insan mezarlarına bazen eşyalar da konuyordu, tarımsal yaşam tarzı daha sıkı bir şekilde yerleştikçe bu uygulama daha da yaygınlaşmıştır. Mezar eşyalarının çoğu yararlı veya dekoratif olup, cinsiyete özgü değişiklikler göstermekteydi. Örneğin, erkeklerin mezarlarına öbür dünyadaki tahılları hasat etmek için kullanışlı olan kemik aletler, orak veya obsidyen bıçaklar konmaktaydı. Kadınlar ise bazen “kabuk ve taşlardan yapılmış boncuklar; boyun, bel ve bileğe takılan kemik zincirler; kolyeler, bilezikler ve kemerler” ile süslenmekteydi. Karina Croucher, “dört yaşın altındaki çocukların en çok mezar eşyasına sahip olduğunu” ve bunlar arasında bu çocukların öbür dünyada bir şeyler içmeleri için “küçük kupalar’ın da olduğunu belirtir.32

Bu dönemde bazı ölüler kullanışlı ve dekoratif mezar eşyalarına ek olarak öbür dünyada kendilerine eşlik etmeleri için hayvanlarla veya hayvanlara ait parçalarla birlikte gömülüyorlardı. En sık gömülen hayvanlar köpeklerdi; bu yalnızca ölen insanlarla köpekler arasındaki sevgi dolu bir ilişkiyi gösterebileceği gibi, köpeklerin öbür dünyada sahiplerine yardım etmeleri için gömülmüş olabileceğine de işaret edebilir. Köpeklerden başka “mezarlarda geyik, ceylan, yaban öküzü ve kaplumbağa kalıntılarına” da rastlanmıştır. Bazı bölgelerde çocuk mezarlarında tilkilere ait çene kemikleri bulunmuştur. Dolayısıyla, ölenler ve atalar için endişe duyulması, insanlık tarihinde bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi ile aynı zamanda öne çıkmıştır. Atalar ve tarım birlikte evriliyordu.33

Modern Homo sapiens işlediği tarlaların yanına yerleştikçe, geniş aileler birbirlerine yakın evler inşa ettiler. Böyle aile kümeleri 11.000 ila 10.000 yıl önce yavaş yavaş köy hâline geldi ve o zamana dek Jericho gibi bir köy yaklaşık 2.000 kişilik bir nüfusa sahip oldu. Arkeolojik kayıtlar, bu ilk köylerde “bitişik evlerin akrabalık ilişkisi içinde olduğunu” doğrulamıştır. Kalıcı olarak birlikte yaşayan insanların bu şekilde kümelenmesi, insanlık tarihinde ilk kez görülüyordu. Bu durum insanların ekim için en iyi tohumların seçilmesinden ataların en iyi şekilde nasıl onurlandırılacağım kadar pek çok konu hakkında topluca fikir alışverişinde bulunmalarını mümkün kılmıştır. Mike Parker Pearson bu dönemi şöyle özetler: “[Güneybatı Asya’da] günümüzden 12.800 ila 10.000 yıl önceki zaman aralığında, tarımın ilk kez ortaya çıkmasıyla, insanlarda ölülerin yaşayanlar arasındaki maddi varlığına dair bir saplantı oluşmaya başladığına açıkça tanıklık ediyoruz.”34

Tarım devriminin ilk aşamalarında, yaklaşık 12.000 ila 10.000 yıl önce, ölen kişilerin aileleri tarafından doğrudan yaşadıkları evin altına gömülmeleri yaygın bir uygulamaydı. Yakın tarihli kazılarda, bazı durumlarda önce ölülerin gömüldüğü, daha sonra mezarın tam üstüne evin inşa edildiği belirlenmiştir. Böylece ölen kişi fiziksel olarak yaşayanlara yakın kalmış oluyordu. Nitekim “bir örnekte, baş kısmı bir taş yastık üzerine oturtulmuş olan bir mezar üstteki evin zeminindeki sıvada bir tümseğe neden olmuştu”. Karina Croucher, “Ölenlerin yaşayanlara yakın tutulması önemli gibi görünüyor. Geride kalanlar hayatlarına ölmüş yakınlarının mezarlarının üzerinde yer alan odalarda devam ediyorlardı,” diye belirtir. Ölen kişilerin köye komşu olan ortak alanlarda, yani mezarlıklarda gömülmesi ilk kez tarım devriminin sonraki aşamalarında görülmeye başlanmıştır.35

 

(19. Bölüm)

 

Kafatası  Kültleri

Tarım devriminin başlarında ve ortalarında, ölümden haftalar ya da aylar sonra cesetleri çıkarıp kafataslarını almak yaygın bir uygulamaydı. Kafatasları daha sonra ailenin evinde veya köyde ortak bir alanda sergilenirdi. Fransız arkeolog Jacques Cauvin, “Kafatasları aslında evin zeminine duvar boyunca dizilirdi. Kırmızı kilden topaklar eve getirilip, kafatasları yuvarlanmasın diye destek olarak kullanılırdı. Böylece kafatasları herkesin görebileceği şekilde sergilenirdi... Kafataslarının sanat eseri gibi düzenlenmesi yeni bir şeydi,” diye belirtir.36

Bazı kafatasları boyanmıştır, bazıları ise sıvanarak insan yüzüne benzetilmiştir. Bu işlem sırasında “yüzün  etli’ bir şekilde ortaya çıkması için kafatasının yüz kısmı kireç, alçı taşı veya çamurdan yapılmış sıva tabakası ile kaplanmaktaydı”. Gözlerin bulunduğu yere deniz kabukları sokulmakta ve “bunları belirgin kılmak için de daha açık renkte sıva kullanılmakta” veya göz kalemiyle gözlerin etrafı boyanmaktaydı. Yüzlerine sıva yapılmış kafataslarının bir kısmında “dövmeye benzer işaretler bulunmaktaydı, bu da bazılarının ayırt edici ya da kişiselleştirilmiş olduğunu, belki de bireylerin yaşarken sahip oldukları görünümü taklit ettiğini düşündürmektedir”. Karina Croucher, bazı kafataslarında ayrıca “saç, başörtüsü ya da peruk” bulunabildiğine dikkat çeker, tabii bu organik materyaller günümüze dek kalmamıştır.37

Güneybatı Asya’nın çeşitli yerlerine dağılmış hâlde, 10.000 ile 8.500 yıl öncesine tarihlenen en azından 90 adet sıva yapılmış kafatası bulunmuştur. İngiliz arkeolog Jacquetta Hawkes’a göre, “Bazı kafatasları öylesine ince işçilikle modellenmiş ve gerçek yüze benzetilmiştir ki her biri kült obje olduğu kadar birer sanat eseridir”. Bu kafataslarının görenler üzerindeki etkisi çarpıcıdır. Jericho’da bu şekilde sıva yapılmış ilk kafatası ortaya çıktığında baş arkeolog araştırmacı meslektaşlarının uğradığı şaşkınlığı şu şekilde anlatmıştır: “Hiçbirimiz akşamın bir vakti... böyle bir nesneyle [sıva yapılmış kafatası] karşılaşmayı beklemiyorduk.” Başka kazı alanlarındaki arkeologlar, sıva yapılmış kafataslarının bulunmasını “son derece duygusal bir deneyim” olarak nitelendirmişlerdir: “Tüm dikkatimiz yüzlere doğru çekiliyor ve bunlar kelimenin tam anlamıyla,  geçmişten gelen yüzler’.”38

Jericho'da bulunan sıvanmış kafatası


Güneybatı Asya’da tarım devrimi sırasında insan kafataslarının yaygın olarak sergilenmesi “kafatası kültü” olarak adlandırılır. Bu kafataslarındaki aşınma desenleri incelendiğinde, bunların sadece sergilenmekle kalmayıp aynı zamanda birçok kişi tarafından elle tutulduğu tahmin edilmektedir. Bazı arkeologlara göre bu, atalara ibadetin kesin bir kanıtıdır. Mike Parker Pearson, bu tür kafataslarının “eskiden hayatta olan ölülerin temsilleri ve yaşayanların ölmüş atalarını algılama biçimlerinin somutlaşmış hâli” olduklarını ileri sürer. Karina Croucher da benzer şekilde şöyle der: “Ölüm bedenin dünya ile olan bağının sona erdiğine değil, daha çok yaşayanlarla yeni bir faaliyet ve etkileşim evresinin başladığına dikkat çeker... Belki de ölenler, hayatla ilgili kararlan etkileyen ve yaşamsal olaylarda etkin bir rol oynayan, ölümün ötesinde evin aktif üyeleri olarak görülmüş olabilirler... Kafatasları, ölülerin yaşayanların hayatında süregiden rolüne işaret eder.” Gerçekten de bir evde bu şekilde sergilenen bir kafatası kelimenin tam anlamıyla ev halkının başı olarak görülebilir.39

Güneybatı Asya’da görülen bir diğer ilgi çekici bulgu da çoğunluğu tarım devriminin sonlarına tarihlenen heykeller ve maskelerdir. Heykeller, birgrup içinde oturan kadınlar ya da ayakta duran erkekler gibi küçük insan figürlerinden yüzü boyalı ve gözleri deniz kabuğundan yapılmış, boyu bir metreyi aşan insan heykellerine kadar çeşitlilik gösterir. Örneğin, Ürdün’de bir köy olan ve 9.250 ile 8.000 yıl öncesine tarihlenen Ayn Gazal’da 13 adet 90 cm’lik tüm vücut heykeli ile 12 adet 45 cm’lik büstler bulunmuş ve bunlar arkeologlar tarafından genellikle “atalara ait portreler” olarak kabul edilmiştir. Başka bir arkeolojik alanda 665 heykelcik bulunmuştur. Gözler için vurgu yapılmış deliklerin, minik bir burnun, ağzın ve bazılarında dişlerin bulunduğu kireçtaşı maskeler, çok az sayıda olsa da çok ilgi çekici objelerdir. İsrail’deki arkeolojik bir alanda her biri farklı görünüşe sahip olan bu türden on iki maske bulunmuş ve bu maskeler yaklaşık 9.000 yıl öncesine tarihlenmiştir. Bazı maskelerin kenarları delinmiştir, bu da bu maskelerin insanların kafalarına ya da muhtemelen sıva yapılmış bir kafatasının etrafına geçirildiğini düşündürmektedir. Bir maske “kırmızı limonitik inklüzyonlu (demir oksit parçacıklı) kireçtaşından yapılmıştı. Bu madde maskeye kanla kaplı bir insan yüzü görüntüsü veriyordu”. Aynı maskede ayrıca üzerine saç parçaları iliştirilmiş küçük zift parçaları da bulunmaktaydı; bu saçlar maskenin özgün hâline saç eklendiğini düşündürmektedir.40

Bu gizemli heykellerin ve maskelerin anlamı nedir? Bazı arkeologlara göre “sıva yapılmış kafatasları, heykeller ve maskeler ortak bir tema [oluşturuyordu]” ve birbirlerine bağlıydılar. Bunların sıklıkla aynı arkeolojik alanlarda bulunması, hepsinin atalara gösterilen derin saygı ile bir şekilde ilişkili olma olasılığını desteklemektedir. Diğer birçok kültürde maskelerin yüzyıllar boyunca kullanılış şekli göz önüne alındığında, maskeyi takan belki de halka açık bir törende ölüyü temsil etmiş olabilir.41

İsrail’de, Ayn Gazal ile yaklaşık aynı zamana tarihlenen bir köy olan Kfar Hahoresh, burada insanların yaşadığına dair hiçbir kanıt bulunmadığı için olağandışı bir yerdir. Burasının “öncelikli olarak ölülerin gömüldüğü ve saygı gördüğü bir yer olduğu düşünülüyor”. Burada sekiz vahşi sığıra ait kemikleri içeren bir çukurun üzerini örten, başsız bir insan iskeleti bulunmuştur. Yakınında “insan ve hayvan kemikleri kullanılarak yapılmış, muhtemelen bir hayvanın tasvirini de içeren, 15 insan alt çene kemiği ile diğerkalıntılarla oluşturulmuş oval bir düzenleme mevcuttu”. Bir mezarda “sıva yapılmış bir insan kafatasına sahip başsız bir ceylan ölüsü bulunmuştu”. Araştırmacılar bu köyün “çevresindeki köylere hizmet eden bölgesel bir mezarlık ve ibadet merkezi olduğunu” ileri sürmüşlerdir.42

Türkiye’nin orta bölgesinde bulunan ve 9.000 ila 8.000 yıl öncesine tarihlenen bir köy olan Çatalhöyük’te de insanların maneviyata önem verdikleri belirlenmiştir. Çatalhöyük’te üç çeşit buğday, arpa ve çeşitli sebzeler yetiştiren, yabani meyveleri ve kabuklu yemişleri toplayan ve koyun ile keçi yetiştiren yaklaşık 5.000 kişi yaşıyordu. Jacquetta Hawkes, “Bu insanların arasında çok yetenekli ahşap işçileri, kumaş ve sepet dokumacıları, taş parlatıcıları ve çömlekçiler bulunmaktaydı,” diye kaydeder. Aletler ve silahlar için ustura keskinliğinde bıçakların yapımı için kullanılan bir tür volkanik cam olan obsidyen yakınlardaki bir madenden çıkarılıyordu ve Suriye, Lübnan ve Kıbrıs’a kadar uzak yerlerle ticareti yapılıyor, karşılığında da odun ve diğer hammaddeler alınıyordu. Bu alışveriş geniş bir ticaret ağının parçasıydı. Bilim yazarı Michael Balter’a göre “Çatalhöyük’ün servetinin kaynağı bu ticaret olabilir”43

Ölüm, Çatalhöyük’teki insanların kafa yorduğu başlıca konulardan biriydi. Köyün kazı yapılmış olan küçük bölümünde beş yüzü aşkın mezar açığa çıkarılmıştır. Bunların çoğu evlerin altına gömülü bulunmuştur. Her evde ortalama sekiz mezar bulunmakla birlikte, bu sayı sıfırla altmış dört arasında değişmekteydi. İskeletlerin çoğu sağlam durumdaydı ve bir tane kırmızı toprak boya ile boyanmış sıvalı kafatası bulundu. Çatalhöyük’te bulunan mezar eşyaları arasında, erkek mezarlarında taştan yapılmış gürz başları ve kemik kulplu kamalar, kadın mezarlarında ise boncuk ve kabuklardan yapılmış kolyeler, bilezikler, kolye uçları ile bakır ve kemik yüzükler yer alıyordu. En sıra dışı mezar eşyaları, bilinen en eski aynalar olan “arkalarında düz sıva bulunan yuvarlak obsidyen aynalar”dı. Bunlar büyük olasılıkla ölülerin öbür dünyada kendilerini aynada görebilmeleri için mezara konmuştu.44

Çatalhöyük’teki en ilginç bulgulardan biri, arkeologlar tarafından “tapınak”, “tarih evleri” ya da “kült merkezleri” olarak adlandırılan yaklaşık 40 yapıdır. Bu yapılar genellikle “sığır kafatası ile boynuzlarının karmaşık bir düzenlenmesini” içermekte, sıvalı duvarlarında ise resim ve gravürler bulunmaktaydı. Resimlerin başlıca konusu ölümdür ve “kancalı ve tüylü gagalarıyla başsız insan bedenlerini gagalayan geniş kanatlı akbabalar” şeklinde işlenir. Bu grotesk dünyada “içlerinde leşçil yaratıkların -tilki, çakal ve akbaba- kafataslarının gizlendiği, özenle yapılmış kadın memesi modelleri” vardır. Bu resimlerde vahşi sığırlar da belirgindir ve bir duvarı tamamen kaplayan bir boğa resmi bulunmuştur. “Birçok kazı yerinde bir boğa kafasına ya da resmine rastlamadan ilerlemek neredeyse imkânsız,” diyen kazılardan sorumlu arkeolog Jacques Cauvin’e göre, boğalar “Çatalhöyük’te takıntılı bir tema” idi ve bazı fresklerde “bu koca hayvanın etrafını ok ve yaylarla silahlanmış ve hareket hâlindeki erkekler sarmıştı”. Boğalara ek olarak, kadın figürleri ve heykelcikleri de oldukça yaygındır. Bunlar arasında, iki yanında saldırmaya hazır leoparların olduğu ve bacakları arasında yuvarlak bir nesne bulunan, oturan bir kadın heykelciği de vardır. Bu heykelcik, bazıları tarafından doğum yapan bir kadın olarak yorumlanmış olup, kimi çağdaş arkeologlar arasında Çatalhöyük ana tanrıçası fikrinin oluşmasına yol açmıştır. Kimi araştırmacılar ise kadının bacakları arasındaki yuvarlak nesnenin bir insan kafatası olduğunu ileri sürmüştür.45

Çatalhöyük’teki bu “tapınakların” anlamı nedir? Köyün her yanına dağılmış oldukları için bu yapılar “atalara uzunca bir zaman derin saygının gösterilebilmesi” için oluşturulmuş “akrabalık kültü merkezleri” olarak tanımlanmıştır. Sıvalı kafatasları, heykelcikler ve maskeler gibi tapınaklar da büyük ihtimalle atalara ibadet ile ilişkiliydi. Atalardan neler istenmiş olabilir? Atalara ibadet ile ilgili olarak çağdaş tarım toplumlarında sahip olduğumuz bilgilere dayanarak, eski insanlar atalarından yağmur yağdırmalarını, haşatın bol olmasını ve toprağın daha verimli hâle gelmesini istemiş olabilirler. Atalardan ayrıca evcil hayvanların ve belki kadınların da doğurganlıkları ile ilgili isteklerde bulunulmuş olabilir. Diğer yandan, insanlar atalarından kuraklığa, fırtınalara ve diğer doğal afetlere, hastalıklara ve her şeyden çok ölüme karşı koruma da talep etmiştir. Bu nedenle, atalarından yardım talep eden insanların  12.000 ila 7.000 yıl önceki asıl endişeleri muhtemelen yaşam ve ölümle ilgili temel konulardı.46 Bu nedenle, tarım devrimi sırasında Bereketli Hilal ve bitişiğindeki Güneybatı Asya’da atalara ibadetin gittikçe önem kazanmış olması mümkün görünmektedir. Bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi dünyanın çeşitli yerlerinde bağımsız olarak gerçekleştiği için atalara ibadet bu bölgelerde de tarımın gelişmesine eşlik etmiş olabilir mi?

Çin’de atalara hürmet edilmesinin tarımın gelişmesiyle çakıştığı görülüyor. Sarı Nehir’in suladığı ovadaki Jiahu’da 9.000 yıl öncesine ait mezarlar ortaya çıkarılmıştır; bu dönemde darı ve pirinç ekimi yapılan ilk bitkilerdi. Bazı mezarlarda “ölen kişinin başı dikkatlice çıkarılmıştı... ve yerine altı veya sekiz çift tüm kaplumbağa kabuğu konmuştu”. Bazı kabuklarda yüzlerce “küçük, yuvarlak siyah ve beyaz çakıl taşları” bulunmaktaydı. Diğer mezar eşyaları arasında, tığlar, değirmen taşlan, yeşimden ve turkuazdan yapılmış mücevherler ve Çin’deki en eski müzik aletleri arasında yer aldığı düşünülen kemik flütler vardı.47

Jiahu’da bulunan arkeolojik alan, daha önce belirtildiği gibi, Çin’deki şarap yapımı ile ilgili bilinen ilk kanıtlara sahip olduğu için de dikkat çekicidir. Patrick McGovern’a göre şarap, büyük ihtimalle ölenlerin ardından verilen ziyafetlerde içiliyor ve burada, ölen kişinin soyundan gelen bir kişi atalarla iletişim kurmak üzere görevlendiriliyordu. Yedi gün oruç tuttuktan sonra bu göreve atanan kişi günümüzdeki iki şişeye eşdeğer miktarda üzüm şarabını içer ve daha sonra atalarıyla iletişim kurmaya başlardı. Bir Çin kasidesinde şöyle dile getirilmiştir;

Ayinler tamamlandı işte;

Çanlar, davullar çaldı

Sofu torun yerine geçer,

Ayinin başı duacı seslenir;

“Ruhların hepsi sarhoş.’48

Arkeolojik araştırmaların azlığı ve yazılı kayıtların olmadığı göz önüne alındığında, tarımın ilk geliştiği diğer bölgelerde atalara ibadetin tarihi hakkında çok az bilgi mevcuttur. Mezar eşyaları bulunan gömütlerin bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi ile aynı zamanlarda gerçekleştiği açıktır; ancak ölenlerin yaşayanlar tarafından nasıl göründüğünü bilmek olası değildir.

Peru’daki mezarlar 8.000 yıl öncesine tarihlenmiştir; bazı bölgelerde cesetler bütün hâlde gömülmekte, başka bölgelerde ise güneybatı Asya’da olduğu gibi, et çürümeye başladıktan veya sıyrıldıktan bir süre sonra eklemlerinden ayrılan kemikler dağınık bir şekilde bir araya getirilmekteydi. Tarımın başladığı Afrika’nın Sahel bölgesinde 9.500 yıl öncesine tarihlenen çok sayıda mezar bulunmuştur; mezar eşyaları arasında yumurta kabuklarından yapılmış kaplar ve boncuklar yer alır. Pakistan’daki İndus Vadisi’nde erken dönem tarımına egzotik mezar eşyaları içeren mezarlar eşlik etmektedir. Bu mezar eşyaları arasında bazıları 480 km’den uzak mesafeden getirilmiş turkuaz, lazuli (lacivert taş) ve büyük sedef deniz kabukları vardır. Nihayet 6.500 yıl önce Mısır’da tarım başladığında “Badari dönemindeki mezar taşlarından elde edilen cenaze eşyalarına ait kanıtlar, ölümden sonraki hayata dair çok erken bir inanca işaret etmekteydi”. Atalara ibadet edilmesi, bir sonraki bölümde tartışılacağı gibi Mısır’da bir takıntı hâline gelecekti.49

(20. Bölüm)

 

En  Erken  Tanrılar

Günümüzden 11.000 ila 7.000 yıl önceki zaman aralığında dünyanın çeşitli bölgelerinde gerçekleşen tarım devrimi, bitki ve hayvanların evcilleştirilmesine yol açtı. Önceden de gördüğümüz gibi, tarım devrimi sırasında, yaşayanlarla ölüler arasındaki ilişkide ataların ruhlarının evcilleştirilmesine yol açan bir devrim daha gerçekleşti. Bu ikinci devrimin tarihsel kayıtları daha belirsiz olsa da her iki devrim modern Homo sapiens in gelecekteki gelişimini derinden etkileyecekti. Tarım ve atalara ibadet birlikte gelişti; ilki gıda, İkincisi ise yardım için.

“Tanrılar” ifadesinin daha önce tanımlanan daha kısıtlayıcı anlamında kullanılması ile ilk tanrıların ortaya çıkması ikinci devrimin sonuçlarından biri gibi görünüyor. Bu, 7.000 ila 8.000 yıl evvel, belki de daha önce olmuş olabilir. Ancak tanrılar ortaya çıkmadan önce iki şeyin gerçekleşmesi şarttı. İlk olarak, ruhların bir kısmı çok güçlü hâle gelmiş olmalıydı. Bunun nasıl olduğunu hayal edebiliriz. Örneğin, mükemmel bir çiftçi olan bir adam ölümünden sonra ataları tarafından onurlandırılırdı; ruhuna dua edilirdi ve tohum ekim zamanı topraklarında bulunan bir ağacın dibine çeşitli hediyeler bırakılırdı. Sonraki nesiller boyunca hasatlar iyi giderse bu atanın kudretli bir hasat ruhu olduğu kabul edilirdi. Benzer şekilde, büyük bir savaşçı olan bir adam öldükten sonra onurlandırılır ve ruhu halkına savaşta önderlik etmesi için yardıma çağrılırdı. Sonraki nesiller boyunca savaşlarda başarılar elde edilirse bu atanın da güçlü bir savaşçı ruh olduğu kabul edilirdi. Birkaç nesil boyunca keçi ya da koyun kurban edilmesinin sonucunda yağmur bol olmuşsa yağmur gibi doğa olayları ile ilgili ruhların statüsü de yükseltilmiş olabilir. Bu elbette yeni bir fikir değil; 2.300 yıl önce, Makedonyalı Yunan filozofu Euhemerus “Tanrılar başlangıçta insan yöneticilerdi, zamanla kendi cemaatleri tarafından gittikçe kutsallaştırıldılar,” demiştir. On dokuzuncu yüzyılda, İngiliz sosyolog Herbert Spencer, “Tüm tanrılar aslında güçleri ve cesaretleri ile ün yapmış atalar, kabile kurucuları, savaş şefleri veya nam salmış şifacılardı... her dinin kökeninde atalara ibadet vardır,” diye kaydetmiştir. Benzer şekilde Edward Tylor, bazı ataların ruhlarının “tanrı mertebesine yükselebildiğine” dikkat çekmiştir.50

İlkel toplumlar üzerinde yapılan araştırmalarda, ruh ve tanrıların genellikle bir süreklilik gösterdiği bulunmuştur. Bu sürekliliğin bir ucunda anne ve babalar ile büyükanne ve büyükbabaların ruhları yer alır. Daha güçlü ruhlar, birçok nesil önce ölen ataları temsil edebilir; kabilenin ilk üyesi olarak görülen atanın ruhu ise bunlardan da güçlüdür. Benzer şekilde, tanrılar aynı zamanda belirli bir grup ya da kabilenin tanrıları olabilecek insansı özelliklere sahip tanrılardan dünyayı yaratan ancak daha sonra dünya işlerine pek karışmayan daha yüksek, hatta uzak tanrılara kadar çeşitlilik gösterir. Bu yelpazede ruhlardan tanrılara geçiş süreci ilerledikçe, tanrılar daha fazla doğaüstü güç kazanır. En güçlü insan ruhlarını tanrıların en az güçlü olanından ayıran çizgi, alacakaranlık ile şafak arasındaki çizgi gibidir, hemen fark edilemez. Birçok araştırmacı bu sorunla cebelleşmektedir; örneğin, antropolog Herbert Basedow, Avustralya Aborijinleriüzerine yaptığı çalışmada “özgün bir ruh atası ile bir tanrı arasında ayrım yapmanın bazen çok zor olduğunu” belirtir.51

Papua Yeni Gine’deki dağlık alanlarda yaşayan yerli grupların keşfedilmesi ile çeşitli kutsal ruhlara sahip olan ancak görünürde yüksek bir tanrısı bulunmayan bir toplumu gözlemlemek için alışılmadık bir fırsat yakalandı. Bu engebeli arazilerde yaklaşık 40.000 yıl önce Modern Homo sapiens yerleşmiş ve aşağı yukarı 10.000 yıl önce de tarım geliştirilmiş olsa da bu insanlar altın arayan Avustralyalı maceracılarının buralara geldiği 1930’lu yıllara kadar dış dünya tarafından bilinmiyordu. Avustralyalılar geldiklerinde küçük köylerde kabileler hâlinde yaşayan taş devrinden kalma çiftçilerle karşılaştılar. Bu insanlar öbür dünya ve ataların ruhları hakkında oldukça gelişmiş inançlara sahiplerdi. Bu keşiften sonra, antropologlar kabileleri inceleyerek yerli halkın Avustralyalılarla ilk temas kurdukları sırada nelere inandıklarını incelediler. Papua Yeni Gineliler çok sayıda kabile ve dil grubuna ayrılmış olsa da Avustralyalıların karşılaştığı tüm yerliler, bu tuhaf beyaz ziyaretçilerinin atalarının geri dönen ruhları olduğuna inanıyorlardı. Onların “bir rüyada gördüğü insanlara benzediklerini... açıkça görülecek şekilde gelen ruhlar olduklarını düşünmüşlerdi”. Bir adam “bu ruhların gökyüzünden mi [yoksa] yerin altından mı geldiklerini merak etmişti”. Başka bir grup “bu soluk benizli varlıkların hayalet olduklarını...  ölüler diyarından akrabalarını bulmak için geri döndüklerini iddia etmişti”. Avustralyalılar geldiğinde yaklaşık 18 yaşında genç bir adam olan Telenge o güne dair şunları hatırlıyordu: “Gelenlerin derileri öyle solgundu ki ışık altında parlıyor gibiydiler.” Söylendiğine göre: “Telenge’nin bildiği tek soluk derili yaratık, hayaletler veya güçlü kutsal ruhlardı. O hâlde bu yaratıklar dama [ruhlar] olmalıydı. Bahçenin başka yerlerinden şaşkınlık içinde bakan diğer erkekler de aynı sonuca varmışlardı.” Ne var ki bir grup Avustralyalıları dışkılarken gördükten sonra, onların ruhlar olmadıklarına karar vermişlerdi, çünkü dışkılamak doğaüstü bir statüyle tutarsızdı.52

İlk temasın kurulduğu dönemlerde, Papua Yeni Gine’deki kabilelerin, yardımsever (iyicil) ve kötü niyetli (kötücül) ruhları içeren ayrıntılı bir kozmolojisi olduğu görüldü. Yardımsever ruhların çoğu insan ilişkilerine müdahale ettiği düşünülen atalara ait ruhlardı. Kötü niyetli ruhların çoğu ise köken olarak insan değildi ve hastalık ile ölümden sorumluydu.

Belirli ruhlar belirli bölgelerle ilişkiliydi ve “insanlara ait olan kutsal ruhlar genellikle kuş biçimi alıyorlar ve kendi seslerini çıkararak haberleşiyorlardı”. Ruhların bundan başka vahşi domuz veya piton gibi başka hayvanların şeklini aldıkları da oluyordu. Bazı kabilelerin, ruhların onurlandırıldığı ve “düzenli aralıklarla domuz kurban edildiği” tapınakları vardı. Ayrıca, “çeşitli hediyelerle ve domuz kurban edilerek ataların gönüllerini almak ve dama ruhlarını yatıştırmak” için resmî törenler yapıyorlardı. Bazı kabileler ataları onurlandıran ve maskeli kişinin ölen kişiyi temsil ettiği törenler düzenliyordu. Dokuz bin yıl öncesinde güneybatı Asya’daki kireç taşından yapılmış maskeler de bu şekilde kullanılmış olabilir.53

Yüksek tanrıların ortaya çıkmasından önce gerçekleşmesi gereken ikinci şey, önemli sayıda insanın bir araya gelmesiydi. Genellikle 100’den az insan içeren avcı toplayıcı gruplar atalarına ait ruhları ve doğada bulunan diğer ruhları onurlandırmış olabilirler ancak bu ruhları ilah (yüksek tanrı) düzeyine yükseltmek için pek sebep yoktu. Bununla birlikte, avcı toplayıcı gruplar bir araya gelerek köylere ve kasabalara yerleştikçe, tıpkı grupların liderleri arasında olduğu gibi, rakip ruhlar arasında da bir hiyerarşi kurmak gerekecekti. Ruhlar arasındaki bu hiyerarşiden ilk tanrılar ortaya çıktı. Bu ilk tanrılar aslında insanların fikir birliğiyle üst düzeyde olduğuna karar verdikleri ruhlardan ibaretti.

Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesiyle mümkün hâle gelen istikrarlı gıda arzının desteklediği tarım devrimi sırasında gerçekleşen nüfus artışı, kritik sayıda insanın bir araya gelmesini sağladı. Göbekli Tepenin 11.000 yıl önce bir tören yeri olarak kullanıldığı dönemde, dünya nüfusunun yaklaşık beşmilyon olduğu tahmin ediliyor. Altı bin yıl önce bir tanrıyı onurlan­dırmak amacıyla dünyanın ilk tapmağı Mezopotamya’da inşa edildiğinde,dünya nüfusu tahminlere göre yaklaşık 100 milyona, günümüzden 2.000 yıl öncesinde ise 300 milyona yükselmişti.54

Bir nüfusun büyüklüğü ile bu nüfusta var olan tanrı türleri arasındaki ilişki net bir şekilde tespit edilmiştir.  1960’ta Berkeley deki California Üniversitesinden psikolog Guy Swanson, George Murdoch’un 556 topluluğa ait etnografik veritabanının bir örneklemi olan 50 “ilkel” toplumda yaptığı tanrı araştırmasını yayınladı. Swanson, sosyal ve siyasal açıdan daha karmaşık (daha “egemen örgütlere” sahip) olan toplumlar ile “yüksek tanrıların” (“yerin ve göğün hâkimi olan bir tanrının”) varlığı arasında önemli bir ilişki olduğunu bildirmiştir. Daha yakın tarihli bir araştırmada, toplumların büyüklüğü (yerel topluluğun ötesinde siyasal otorite seviyelerinin sayısı) ile “ahlakçı tanrıların” (“insanlara neleri yapıp neleri yapmamaları gerektiğini söyleyen tanrıların”) varlığı arasında son derece anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır. Bu bağlantı, Oregon Üniversitesinden psikolog Azim Shariff tarafından, “Big Gods Were Made for Big Groups” [Büyük Gruplar için Büyük Tanrılar Üretildi] başlıklı bir makalede özetlenmiştir.

Shariff, “büyük tanrılar... sadece büyük ve karmaşık toplumlarda gelişen ve Holosen dönemine ait nispeten yeni inovasyonlar olma eğilimi gösterirler,” diye belirtmiştir. “Büyük tanrıların” büyük nüfuslarla ilişkili olduğu, son zamanlarda ortaya atılan “Tanrı sizi izliyor” kuramı ile ilgili kitaplarda da vurgulanmıştır.55

 


Tarım devriminin sonraki evrelerinde ilk yüksek tanrıların ne zaman ve nerede ortaya çıktıklarına ilişkin daha kesin göstergeler var mı? Tartışmaların büyük kısmı yaklaşık 10.000 yıl önce başlayıp giderek yaygınlaşan ve boyları bir metreyi bulan gizemli heykeller ile heykelcikler üzerine yoğunlaşır. Heykellerin bazıları ilk yapıldıklarında parlak renklerle boyalıydı ve Arkeolog Jacques Cauvin’e göre bu heykellerin ilk hâli “oldukça çarpıcı olmalıydı”. 56 Bu heykelciklerin ve heykellerin ataları mı yoksa ilahları mı temsil ettikleri epey tartışılmıştır. Ataları temsil ettiklerini savunanlar, her birinin görünümlerinin farklı olduğunu ve bu nedenle tek bir ilahın imgesini aktarma girişimi gibi görünmediklerine dikkat çeker. Buna ek olarak, heykelciklerin çoğu yüz özellikleri açısından genelde atalar olarak kabul edilen çağdaş boyalı ve sıvalı kafataslarına benzemektedir. Ayrıca hey­kelcikler ve sıvalı kafatasları genellikle birbirleriyle ilişkili olarak bulunmuştur; bazı araştırmacılar bu nedenle heykelciklerin muhtemelen “hane halkından yakınlarda ölmüş kadınlar” veya “ataların soyut temsilleri... ataya dayalı sosyal ve dinî bir organizasyonun göstergeleri” oldukları sonucuna varmıştır.57

Diğer taraftaki argümanlar ise bazı heykellerin beşten ziyade altı ayak parmağına sahip olduğu gerçeğini vurgular; Jacques Cauvin, bunun “[onların] doğaüstü konumunu teyit ettiği’ni savunur. Özellikle Çatalhöyük’te bulunan kadın heykelciklerinin ilahlar olduğu iddia edilmiştir. Bu arkeolojik alanda ilk kez kazı yapan İngiliz arkeolog James Mellaart, kadın heykelciklerin bir ana tanrıçayı temsil ettiğini ileri sürmüştür. “Mellaart’a göre, Neolitik çiftçilerin manevi yol göstericilik yapmaları ve hasatlarını kutsamaları için tarım ve doğurganlık tanrı ve tanrıçalarına yalvardıkları aşikârdır.” Nitekim Jacques Cauvin de benzer şekilde kadın heykelciklerinin “diğerlerinden daha üstün bir varlık ve evrensel bir ana, kadın tek tanrıcılığı olarak tanımlanabilecek bir dinî sistemi taçlandıran bir tanrıça” olduğunu belirtir. Bu iddialar nedeniyle Çatalhöyük bazı kadınlar arasında “Kadın Ana Tanrıça Hareketinin Mekke’si” hâline gelmiş ve “tanrıçaya ibadet edenler” her yıl “Çatalhöyük’e hac yolculuğuna çıkmaktadır”.58

Son yıllarda, Mellaart ve Cauvin’in yorumları azınlığın görüşü oldu. Çağdaş arkeologların çoğu, 7.000 ila 10.000 yıl önceki kadın heykelciklerinin, kadınlar için önemli bir rol oynadığını ve doğurganlık ile muhtemel bir ilişkisi bulunduğunu,ancak bunun ötesinde bir şey ifade etmediğini ileri sürmektedir. lan Hodder’in belirttiği gibi, Çatalhöyük’te kadın heykelcikleri “özel yerlerde bulunmazlar”: Kadın heykelciklerine mezarlarda veya özel önemi olan yerlerde rastlanmaz. Aslında heykelciklerin çoğu tarih öncesine ait çöplüklerde bulunmuştur. Buna karşılık, Çatalhöyük’teki boğa tasvirleri önemli yerlerde, çoğunlukla görünüşe göre tapınak olabilecek yapıların ortasında bulunur. Dolayısıyla, Çatalhöyük sakinlerinin ilah konumuna yükselttikleri bir şey varsa bunun bir kadından ziyade bir boğa olması daha olasıdır.59

Yeni arkeolojik bulgular ortaya çıkıncaya kadar, ilk tanrıların hangi zamanda veya mekânda ortaya çıktıklarını belirlemeye çalışmak muhtemelen beyhudedir. Olası zaman aralığı birkaç bin yılı kapsar ve dikkate alınması gereken alan, İran’dan Bulgaristan’a kadar olan 3.200 km’yi kapsar. Bu alan içindeki bir yer için doğru olabilecek bir şey, bir başka yerde doğru olmayabilir. Örneğin, eski Yunan’da Asklepius ülkenin bazı bölgelerinde tıbbın kurucusu ve doktorların öncüsü olarak saygı görürken diğer yerlerde kendisine bir tanrı olarak tapılmıştır.60

Tanrıların ortaya çıktığından kesinlikle emin olabilmemiz yazının bulunmasından ve böylelikle tarihî kayıtların tutulmaya başlanmasından sonra mümkün hâle geldi. Yazının icadı bir sonraki bölümde anlatılacağı üzere Mezopotamya’da yaklaşık 6.500 yıl önce gerçekleşti. O dönemde tanrılar tam olarak gelişmiş gibi ortaya çıktıklarından dolayı, ilk tanrıların yazının bulunmasından bir süre önce ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Ancak bunun ne zaman ve nerede gerçekleştiğini tam olarak belirlemek henüz mümkün değildir.

(21. Bölüm)

 

İlk Çiftçilerin  Beyinleri

Kırk bin yıl önce modern Homo sapiens in ilk otobiyografik belleği ve kendisini düşünsel olarak zamanda geriye ve ileriye yansıtabilirle becerisini ilk defa geliştirdiği açıkça görülen dönemle 11.000 yıl önce ilk çiftçilerin bitkileri evcilleştirmeye başladığı dönem arasında yaklaşık 30.000 yıllık bir zaman vardır. Acaba neden bellek cihazları kullanmaya başladığı, yoldaşı homininleri mezar eşyalarıyla beraber gömdüğü ve avlamayı umduğu müthiş hayvanların resimlerini yapmaya başladığı sırada modern Homo sapiens bitki yetiştirmeye de başlamamıştı? Dale Guthrie’nin söylediği gibi, “30.000 yıl boyunca neden tarıma, şehir hayatına, yazılı dile, seramiğe, işlenmiş metale, kumaşa ya da Holosen atalarımızın çoğunun hayatını şekillendiren dinamik inovasyon ürünü teçhizatların herhangi birindeki yeniliklere hiç rastlamıyoruz?”61

Bunun bir açıklaması, şüphesiz o dönemin büyük kısmında oldukça soğuk olan ve bu nedenle tarımın gelişmesine uygun olmayan iklimdi. Bununla birlikte, bu görüş yaklaşık 38.000, 35.000,29.000 ve  15.000 yıl önce geçici olarak ortaya çıkan daha sıcak iklim dönemlerini açıklamıyor. Neden iklimin daha ılıman olduğu bu zaman aralıklarında Bereketli Hilal’de ya da tarımın  11.000 yıl sonra bağımsız bir şekilde geliştiği diğer bölgelerde bitkilerin evcilleştirilmesine dair herhangi bir kanıt bulamıyoruz?

Bunun olası bir açıklaması, modern Homo sapiens in beyninde otobiyografik bellek gelişmiş olsa da tarım ürünlerinin yetiştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi için gerek duyulan bir diğer önemli özelliğin henüz tam olarak kazanılmamış olmasıdır. Bu özellik plan yapabilme yetisidir ve geçmişi anımsama ve kendini gelecekte üşünebilme becerisiyle aynı şey değildir. Otobiyografik bellek, plan yapabilmek için gerekli bir önkoşuldur ancak planlamanın kendisi değildir.

İnsan beynindeki en önemli planlama merkezi olarak kabul edilen bölüm, Şekil 6.1’de görüldüğü gibi yan prefrontal kortekstir. Orta prefrontal korteks hominin evriminde daha erken gelişim göstermesine ve özfarkındalığın, başkalarına yönelik farkındalığın ve içebakışın gelişiminde kritik bir rol oynarken, yan prefrontal korteks bu bilişsel becerilerin kazanılmasında nispeten küçük bir rol oynar. Buna karşın, yan prefrontal korteksin başlıca görevleri planlama yapmak, akıl yürütmek, problem çözmek ve zihinsel esnekliği sürdürmektir; bunların tümüne genel olarak beynin yönetici işlevleri denir. Bir araştırmacı şöyle özetlenmiştir: “Alışılmamış derecede büyük yan prefrontal kortekse sahip olmak, insanları davranış sorunlarına yepyeni çözümler bulma konusunda  geleneksel olmayan’ şeyleri yapabilecek düzeye getirmiştir.”62 Yan prefrontal kortekste oluşan bir hasarın kişinin planlama ve akıl yürütme yeteneğini ciddi şekilde etkileyebildiği bilinmektedir. Yan prefrontal korteksin planlama ve mantık işlevleri nöropsikolojik testlerle araştırılabilir. Böyle bir test olan Hanoi Kulesi, kişinin geleceği planlama becerisini test eder. Wisconsin Kart Eşleme Testi ise kişinin koşullar değiştikçe planlarını değiştirebilme becerisini test eder. Bunlar, ilk çiftçilerin yetiştirdikleri bitkileri ve hayvanların bakımını planlamalarında gerekli olan bilişsel beceri türleridir. Bu nedenle, 11.000 yıl önce modern Homo sapiens in bu testlerde kendisinden 40.000 yıl önce yaşamış olan atalarından daha başarılı olması muhtemeldir. Yan prefrontal korteksi en çok gelişmiş, dolayısıyla yönetici beyin işlevleri en yüksek düzeyde olan kişiler, genlerini aktarma ihtimali ve başarısında daha yüksek olacaklardır.


Ş E K İL   6.1  Modern Homo Sapiens: ruhsal benlik.

Homo sapiens sapiens'in beyninde tam olarak gelişen son bölgelerden birinin yan prefrontal korteks olması bu hipotezi destekler. Kırk beş beyin bölgesini doğum sırasındaki miyelinasyon  derecelerine göre sıralayan Paul Emil Flechsig, yan prefrontal korteksin en son “terminal bölgeler” arasında yer aldığını saptadı. Benzer şekilde, çocuk beyinlerindeki gri maddenin nöro görüntüleme çalışmaları “frontal kortekste dorsolateral (yan-arka) prefrontal korteksin en son olgunlaştığını” ve bu olgunlaşmanın kişinin yirmili yaşlarına gelene kadar tamamlanmadığım göstermiştir; bu da bahsedilen beyin bölgesinin evrimsel olarak çok yakın bir tarihte geliştiğini akla getirir. Mikroskop altında incelendiğinde, yan prefrontal korteks prefrontal korteksin geri kalanından farklı bir hücresel görünüme sahiptir ki bu da diğer kısımlara göre farklı gelişim gösterdiğini ileri sürer. İnsan ve şempanze yan prefrontal korteksleri karşılaştırıldığında, insandakinin beklenenden neredeyse iki kat daha büyük olduğu görülür.

Bu tür gözlemler sayesinde araştırmacılar bu beyin alanının primatlara özgü olduğu ve özellikle insanlarda iyi geliştiği sonucuna vardılar. Beyin gelişimi konusunda önde gelen araştırmacılardan biri olan Todd Preuss, “Mevcut bulgulara bakıldığında, dorsolateral prefrontal korteksin aslında primat beyninin belirgin özelliklerinden biri olduğu sonucuna varmak için epey nedenimiz var. Buna ek olarak, bu bölgenin primat tarihi boyunca büyük bir değişime uğradığına dair kanıtlar da bulunmaktadır,” demiştir.63

Yan prefrontal korteksin süregelen gelişimine prefrontal korteksi parietal ve temporal loblara bağlayan büyük beyaz madde yolu olan üst boylamsal sinir demetinin gelişimi eşlik eder. Daha önce de belirtildiği gibi, üst boylamsal sinir demeti insanlarda çok yavaş gelişen beyaz madde yollarından biridir, bu da bu bağlantı yolunun insan evriminde nispeten yeni bir yapı olduğunu göstermektedir. İnsanın ve diğer primatların prefrontal korteksindeki gri madde ile beyaz maddeyi karşılaştırılan bir çalışmada, bağlantı yollarındaki beyaz maddeye ait farklılıkların gri maddedeki, yani nöronlardaki farklılıklardan çok daha fazla olduğu bildirilmiştir. Bu nedenle, Homo sapiens in iklimsel olarak daha sıcak olan20.000 veya 30.000 yıl önceki zaman dilimlerinde bitki yetiştirmeye neden başlamadığı sorusunun yanıtı, prefrontal korteks ile diğer beyin alanları arasında henüz yeterli sayıda bağlantının kurulmamış olması olabilir. Günümüzden  11.000 yıl öncesine geldiğimizde bu bağlantılar artık gelişmişti; bu da sadece bitkilerin değil, aynı zamanda ruhsal benliğin de gelişmesine olanak tanıdı. 64

Yaklaşık 7.000 yıl öncesine kadar, Homo sapienste yan prefrontal korteks ile beyaz madde bağlantı yollarının daha gelişmiş hâle geldiği ve bunun da modern benliklerimizle ilişkilendirdiğimiz bilişsel süreçler ile davranışları olanaklı kıldığı düşünülmektedir. Hem bitkileri hem de ruhsal benliklerimizi yetiştirme becerisine bu şekilde kavuştuk. Tanrıların gelişi, resmî dinlerin ortaya çıkıp gelişeceği ve insanlığı sürekli meşgul edeceği bir dönemi başlatacak ve bu dönem günümüze dek devam edecekti.

 

(22. Bölüm)

 

Devlet  Yönetimleri  Ve  Tanrılar - Tanrıcı Benlik

Mezopotamya:  Belgelenmiş  Ilk Tanrılar

Yazılı olarak, yani tartışmasız bir şekilde kayıtlara geçmiş olan ilk tanrı, Mezopotamya’daki su tanrısı Enki idi. Bunu Mezopotamya’da, günümüzde Irak’ın güneyinde Eridu’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan ve yaklaşık 6.500 yıl öncesine tarihlenen, Enki’ye adanmış bir tapmak sayesinde biliyoruz. Mezopotamya ve onu çevreleyen güneybatı Asya, bu tarihten önce hızlı bir nüfus artışı yaşamıştı; bir çalışma, günümüzden 10.000 ila 6.000 yıl öncesi zaman aralığında buradaki nüfusun 50 kat artışla 100.000 kişiden beş milyona çıktığını öne sürmüştür. Beş bin beş yüz yıl öncesine kadar, Eridu gibi Mezopotamya şehirlerinde 35.000 veya daha fazla insan yaşamaktaydı; 5.000 yıl öncesine kadar Uruk’un nüfusunun 50.000 ila 80.000 olduğu ve buranın dünyanın en büyük kenti olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, yüksek tanrılar ile kalabalık nüfuslar arasında en başından beri bir ilişki söz konusudur.1

Genel olarak dünyanın ilk uygarlığı olarak kabul edilen Mezopotamya, 6.500 ile 4.300 yıl öncesi arasında büyük önem kazandı. Burası toplumsal ve ekonomik açıdan karışık bir toplumdu; çiftçiler, yöneticiler, işçiler, balıkçılar, bira üreticileri, fırıncılar, tüccarlar, askerler, sanatçılar, mimarlar, kâtipler ve rahipler gibi yüksek derecede uzmanlık isteyen meslekler bulunmaktaydı. Ekonominin özü ticaret idi: tekstil, yün, deri, susam yağı ve arpa ihraç edilerek karşılığında Ummandan bakır, Afganistan’dan lapis lazuli (lacivert taş), Pakistan’dan akik, Hindistan’dan deniz kabuğu ve inci, Lübnan’dan odun, orta Anadolu’dan obsidyen alınıyordu. Ayrıca çeşitli yerlerden kalay, gümüş, fildişi ve köleler getiriliyordu. Ticaret, deniz ve karayoluyla gerçekleşmekteydi ve Mezopotamyalılar çıkarlarını korumak ve geliştirmek için diğer ülkelerde daimi ticaret istasyonları kurmuşlardı. Mezopotamya halkı tarihte ilk kez saban çeken, çömlekçi tekerleği çeviren, at arabası süren, yelkenli tekne kullanan, yasalar yapan ve ağırlık ve ölçü birimlerini standartlaştıran insanlar olarak kabul edilirler. En önemlisi de onlar hakkında bu kadar çok şey bilmemizi sağlayan bir yazılı dile sahiplerdi. Tarihte ilk kez, Homo sapıensin yaptığı ve düşündüğü şeylerin kalıcı bir kaydı oluşturuluyordu. Eridu’daki orijinal tapınak, aslen “bir giriş, bir sunak ve bir sunum masası” bulunan, 4 metrekarelik mütevazı bir odaydı. Tapmak kazıları sırasında arkeologlar “bir deniz levreğinin bütün bir kılçığı da dahil olmak üzere, yüzlerce balık kemiğini sunum masasında dizilmiş hâlde” buldular.

Eridu ve diğer Mezopotamya şehirlerindeki tapmaklar, yıllar içinde defalarca yeniden inşa edilmiş ve giderek daha büyük ve daha ayrıntılı hâle gelmişti. Örneğin, Ur’daki tapmağa her biri 100 basamaktan oluşan üç set merdivenden çıkılıyordu ve bu basamaklar “farklı renklerde boyanmış... üçgen, baklava deseni, zikzak ve diğer geometrik desenler oluşacak şekilde yerleştirilmiş on binlerce küçük kil koniyle kaplanmıştı”. Tapınak o kadar etkileyiciydi ki Incil’deki Babil Kulesi hikâyesinin kaynağının burası olduğu düşünülmektedir. Bazı tapmakların iç duvarları “insan ve hayvan figürlü fresklerle donatılmış” ve gümüş, altın, akik ve lapis lazuli gibi değerli metal ve taşlar ile süslenmişti.3

Mezopotamya’daki tüm şehirlerde “tapınak, en büyük, en uzun ve en önemli yapıydı... ve bu bütün şehrin dünyanın yaratıldığı günde takdim edildiği ana tanrıya ait olduğu kuramına uygundu”. Enki’nin Eridu’nun tanrısı olduğu gibi, Larsa’nın tanrısı Utu, Erech’in tanrısı An, Nippur’un tanrısı Enlil, Uruk’un tanrıçası Inanna, Ur’ın tanrısı Nanna, Ummanın tanrısı Şara ve hem Lagaş’ın hem de yakınındaki Girsu’nun tanrısı Ningirsu idi. Tanrı yeryüzünde olduğu sürece tapmakta yaşadığına inanılıyordu.4

Enki ve diğer Mezopotamya tanrıları hakkında neler biliyoruz? Danimarkalı arkeolog Thorkild Jacobsen, bu tanrıları kapsamlı bir şekilde incelemiş ve “Mezopotamya dininin en erken biçiminin doğurganlık ve verimlilik tanrılarına ve insanların hayatta kalmasını sağlayan doğadaki güçlere ibadet etmek” olduğu sonucuna varmıştır. Bu nedenle en eski Mezopotamya tanrıları arasında güneş tanrısı Utu, ay tanrısı Nanna, rüzgâr tanrısı Enlil ve su tanrısı Enki bulunuyordu. Burada belirgin iki temel tema söz konusuydu: yaşam için gerekli yiyecekleri sağlanması amacıyla dünyanın bereketli bir yer olması ve insanların öldükten sonraki yazgısı. Böylelikle yaşam ve ölüm temaları, bilinen en eski dinî düşüncelerde bir- biriyle ilişkilendirilmişti.5

İlk bilinen Mezopotamya tapınağının suyun tanrısı Enki’ye adanmış olması, doğa ve doğurganlık temalarıyla tutarlılık göstermekteydi. Enki’ye “bereketli tatlı su” ve “Toprağın Efendisi” deniyordu. Mezopotamya’daki bir methiye ilahisinde Enki’nin görevleri şu şekilde anlatılmaktaydı:

Dicle ve Fırat ’ın saf ağızlarını temizlemek,

yeşillikleri bereketli kılmak,

bulutları su ile yükleyip, bol yağmur bahşetmek,

ekilmiş tarlalara sabanın açtığı izlerden tohumun başını çıkartmak

 ve çölü çayıra çevirmek.

 

Enki, toprağın bereketli olmasına ek olarak hayvanların ve insanların doğurganlıklarından da sorumluydu. Jacobsen’a göre, Mezopotamya dilinde “semen ile suyu ifade eden sözcük aynıydı”6

Bir diğer eski Mezopotamya tanrısı olan Dumuzi, yaşam ve ölüm temalarını bir araya getirmişti. Dumuzi bir yandan “doğurganlık ve mahsul” özellikle tahıl tanrısıydı ve zamanında erzak ambarı tanrısı Inanna ile evliydi. Jacobsen’a göre, “bu iki gücün evli olması doğurganlık ve verim kudretinin ambar tanrısı tarafından sahiplenildiğini gösterir”, böylelikle toplum için yeterli miktarda yiyecek tedarik edilmesi garanti altına alınıyordu. Dolayısıyla Dumuzi ve Inanna, yaşamı ve açlıktan korunmayı temsil etmekteydi.7

Tahıl tanrısı olarak Dumuzi “arpada, özellikle de arpadan yapılan birada bulunan kudret” idi. Dumuzi, “bira yapımından sorumlu özel bir tanrıça” olan ve ismi “ağzı dolduran” anlamına gelen Ninka’dan yardım alırdı. Bira, Mezopotamya’da en popüler içkiydi; 5.850 yıl öncesine ait bir kil tabletin üzerinde tasvir edildiği gibi, genellikle büyük bir bira bardağının etrafında oturan insanlar tarafından kamışlarla içilerek paylaşılırdı. İlk Mezopotamya tanrılarının bazılarının bira yapımında sorumluluklarının olması biranın önemini gösterir. Alkol sözcüğü aslında Mezopotamya kökenli bir sözcüktür.8

Ne yazık ki tıpkı ilkbaharın ve yazın sona erdiği gibi Dumuzi de yok olup gitti. Bir Mezopotamya metnine göre, Dumuzi “eşkıyalar tarafından tuzağa düşürülüp” öldürülür ve hiç kimsenin, hatta tanrıların bile kaçamayacağı öbür dünyaya götürülür. Inanna öbür dünyanın tanrıçası Ereşkigal’in koruduğu kocasını arayıp bulur. Inanna, Dumuzi’nin her yıl altı ay boyunca öbür dünyadan çıkmasına izin verilmesi için bir anlaşma yapar; bu süre içinde tahıllar yetiştirilip depolanmış olacaktır ancak Dumuzi daha sonra altı ay boyunca öbür dünyaya geri dönmek zorundadır. Dumuzi’nin hikâyesi mevsim döngüsünü açıklamaktaydı ve Babil’deki Tammuz, Mısır’daki Osiris ve Yunanistan’daki Persephone’ninki gibi benzer öykülerin öncüsü oldu.9

Dumuzi’nin hikâyesinde ölümün göze çarpan bir biçimde ortaya çıkışı, erken Mezopotamya dininde ölüme verilen önem ile tutarlılık gösterir. Öbür dünya, bir nehrin karşısına tekneyle geçerek ulaşılan ve kapısında yedi bekçi bulunan “yeraltındaki devasa, uçsuz bucaksız bir yer” olarak tasavvur edilmekteydi. Ereşkigal’in lapis lazuliden yapılmış bir tapmakta yaşadığı ve öbür dünyadaki sakinlerin tümünün çıplak olduğu düşünülüyordu.

Ölenlerin, Güneş tanrısı Utu ve Ay Tanrısı Nanna tarafından yargılandığına ve bu tanrıların yaşarken nasıl bir yaşam sürdüklerine göre ölülerin yazgısını belirleyen bir hükme vardıklarına inanılıyordu. Tanrılar, “iyi anne-babalar, iyi oğullar, iyi komşular, iyi vatandaşlar ve erdemli davranış sergileyenler” lehine karar veriyordu. Bu tür erdemli davranışlar arasında “güçsüzlere merhamet gösterme, hayır işleri yapma, tüm günü hizmet ede­rek geçirme... kötü söz söylememe ve insanlardan her zaman iyi bahsetme” bulunuyordu. Mezopotamyalılar ölüleri evlerinin altına veya mezarlıklara gömerlerdi. Çoğu mezarda mücevher ve kama gibi kişisel eşyalardan olu­şan mezar eşyaları vardı; birçoğunda ayrıca, öbür dünyaya yolculuk için yiyecek ve biranın konduğu fincan, kâse ve bardaklara da rastlanmıştır. Lagaş kentinde bir mezarda “7 bardak bira, 420 somun ekmek, 2 ölçü tahıl, 1 giysi, 1 yastık ve 1 yatak” bulunmuştur.10,

Mezopotamya’daki ölüm ve öbür dünya ile ilgili kaygıların bir başka göstergesi Gılgamış Destanı dır. Bu anlatı, günümüze kadar gelebilmiş Mezopotamya şiirleri arasında en çok bilineni olup, “dünya edebiyatının en eski klasiği” olarak kabul edilir. Gılgamış yaklaşık 4.700 yıl önce Uruk şehrinin kralıydı. En yakın arkadaşı ve birlikte maceralar yaşadığı Enkidu öldüğünde Gılgamış da bir gün öleceğini fark ederek dehşete kapılır. “Çok sevdiğim kardeşim Enkidu, faniliğinin sonuna geldi ve ölüm onu aramızdan aldı. Solucanlar onu iyice sarıp sarmalayana kadar yedi gün yedi gece ağladım arkasından. Kardeşim yüzünden ölümden korkuyorum... Çok korktuğum ölüm, yüzünü görmeme izin verme... Nasıl sessiz kalabilirim, sevdiğim Enkidu toprak olduğunda ben nasıl huzur bulabilirim? Ben de ölüp toprağa gömüleceğim.”11

Gılgamış daha sonra ölümsüzlüğün sırrını bulmaya girişir. Yolculuğu onu dünyanın uçlarına götürür, orada bir kadın ona şunları söyler: “Aradığın hayatı asla bulamayacaksın. Tanrılar insanı yarattığında onu ölüme mahkûm kıldılar, yaşamı ise kendilerine sakladılar.” Yılgınlığa düşmeyen Gılgamış, azmederek tanrıların ölümsüzlük bahşettiği tek insan olan Utnapiştim’i bulmak için öbür dünyaya gider. Tanrıların Utnapiştim’i ölümsüz kılmalarının sebebi, onun daha sonraları Nuh’un Incil’deki öyküsüne ilham olduğu düşünülen Büyük Tufan zamanında bir tekne inşa ederek insanoğlunu kurtarmış olmasıdır. Utnapiştim Gılgamış’a şunları söyler: “Hiçbir şey kalıcı değildir... Kalıcılık ezelden beri zaten yoktu. Uyuyanlar ve ölenler, nasıl da benzerler birbirlerine, ikisi de resmedilmiş ölüm gibidir.” Gılgamış sonunda tanrıları kararlarından döndüremeyeceğini ve kendisi­nin de Enkidu gibi öleceğini anlar. “Gecenin hırsızı bacaklarımı tuttu bile, ölüm odamda ikamet ediyor; ayağımı nereye atsam orada ölüm buluyorum,” der. Uruk a döner ve kral olarak sorumluluklarını yeniden üstlenir, daha yaşlı ama daha bilgedir. Nihayetinde Gılgamış ölür ve şiirde “oltaya takılmış balık gibi yatağın üzerinde öylece uzanır, kapana yakalanmış bir ceylan gibi,” diye tarif edilir.12

Tanrılar Siyasi Ve Sosyal Sorumluluklar Üstleniyor

Thorkild Jacobsen’ın Mezopotamya tanrıları üzerine yaptığı araştırmaya göre, doğa, yaşam ve ölüm ile ilişkili olan tanrılar “en eski ve en özgün” olanlardır. Bu, Mezopotamya dininin “insanın hayatta kalmasında önemli olan bu güçlere -ilk ekonomiler için elzem olan güçlere- ibadet etmeyi seçmesini ve bu güçlerle anlamlı bir ilişki kurma ihtiyacından dolayı onları gitgide insanlaştırmasını” kapsayan ilk evresi idi. Bu tanrılar, Mezopotamya’daki dinî düşüncelere 6.500 yıl öncesinden yaklaşık 5.200 yıl öncesine, yani tarihçiler tarafından Uruk dönemi olarak adlandırılan döneme dek hâkim olmuşlardı.13

Bunu izleyen Hanedan döneminde, günümüzden 5.200 yıl öncesinden 4.350 yıl öncesine kadar, Mezopotamya toplumunun doğası ve tanrıların doğası değişime uğradı. Her şehir devletin dünyevi hükümdarları ya da kralları, tapınak tanrılarının sahip olduğu gücün bir kısmını gasp ederek daha güçlü hâle geldiler. Krallar tanrıların yetkisinin bir bölümünü üstlenirken, tanrılar da bazı dünyevi yetkilere sahip oldular. Böylece, daha önce sadece güneş tanrısı olan Utu adalet tanrısı da oldu. Ay tanrısı Nanna, sığırların sorumluluğunu üstlendi. Fırtına ve sel tanrısı Ningirsu “koruyucu ve askerî lider olarak” sorumluluk aldı.14

1smet Gedik'e ait bir kompozisyon


Mezopotamya dininin bu ikinci evresinde, kralların ilahi ayrıcalıklara sahip olmaları giderek yaygınlaştı. Yaklaşık 4.200 yıl önce tahta çıkmış olan Naram-Sin kendisini tanrı ilan etti. İki asır sonra iktidara gelen Şulgi’ye “yaşamı boyunca ve ölümünden sonra tanrı olarak ibadet edildi”. Mezopotamya krallarının ilahi statüleri konusundaki karışıklık, Ur’daki muhteşem mezar gömüleriyle ile ilgili kafa karışıklığına yol açmaktadır. On altı mezarın içinde öbür dünyada kullanılmak üzere olağanüstü bir çeşitlilikte hazine bulundu. Bir mezarda, ölen kişiye altından yapılmış bir miğfer, gümüş bir kemer takılmıştı ve gümüş bir kılıfın içinde altın bir hançeri ile altın bir kâsesi vardı. Ölünün etrafında altın ve gümüş kandiller, altın ve gümüş balta başları ile “oldukça zengin bir takı koleksiyonu” dizilmişti, bunlar “yeraltı tanrılarına sunulacak birer armağan” labilir. Başka mezarlarda altın, gümüş ve bakır kaplar, müzik aletleri, mızrak, hançer ve zıpkın gibi silahlar, oyun tahtaları ile “altın, gümüş, bakır, lapis lazuli, akik ve kabuklardan yapılmış mücevherler” bulunmuştur.15

Bununla birlikte, 1920’lerde ortaya çıktıklarında bu buluntulara uluslararası ilginin yönelmesini sağlayan şey, bazı mezarlarda 73 civarında kurban edilmiş insanın bulunmasıydı. Bunlardan birinin içinde “bir kraliçenin vücudunun üst kısmı taşlarla süslü bir pelerinin kalıntıları olan altın, gümüş, lapis lazuli ve akik boncuklarla kaplı hâlde” bulunmuştu. Mezarda iki sıra hâlinde yüz yüze duran ve ellerinde lir ve harplar bulunan 10 kadın ile 11 adam, bir savaş arabası, iki öküz ve “çok sayıda eşya” kraliçenin cesedine eşlik etmekteydi. Başka bir mezarda ise bir kralın yanında, altı asker, 57 erkek ve kadın, iki at arabası, altı öküz, çok sayıda silah ve muhtemelen yemek amaçlı konmuş çok sayıda hayvana ait kemikler vardı. Göründüğü kadarıyla kurban edilen insanlara zehir içirilmişti, çünkü bunların çoğunun yanında küçük birer bardak bulunuyordu. Bu gömütler ölümlülere, tanrısal temsilcilere veya tanrıların kendilerine mi aitti? Fransız arkeolog George Roux’nun Ancient Iraq kitabında yazdığı gibi, “Ur Mezarlığı gizemini halen koruyor”.16

 

Mezopotamya tanrıları ve tapınakları “her şehrin ortak kimliğini” temsil ediyordu. Tanrıların en çarpıcı özelliklerinden biri, sahip oldukları doğa­üstü güçlere ve ölümsüz olmalarına rağmen, “tamamen insan şeklinde” tasavvur edilmeleriydi. İnsanlar gibi “plan yapıp ve harekete geçiyorlar, yiyip içiyorlar, evlenip aile kuruyorlar ve ev eçindiriyorlardı, onların da insana özgü tutkuları ve zayıflıkları vardı”. Her tanrı insan şeklinde olduğu için, tapınaktaki tanrı heykeline günde iki defa yiyecek getirmek gerekiyordu, bunun yanında kıyafet ve eğlence ihtiyaçları da karşılanıyordu. Sunulan yemekler arasında ekmek, balık ve taze meyveler ile içki olarak da bira ve şarap vardı. Tanrılar “topluluğun karşılayabileceği en güzel kıyafetleri” giyerler ve yıllar geçtikçe “bir defada giyebileceklerinden daha çokgiysi, mücevher ve öteberiyi biriktirmiş olurlardı”. Sayıları zaten epey çok olan dinî bayramlarda heykel, tapınaktan alınıp sokaklarda geçit törenine çıkarılırdı ve özel festivallerde diğer tanrıları ziyaret etmek için başka şehirlere götürüldüğü bile olurdu. İnsan toplulukları gibi birçok tanrının da birbirleri ile akraba olduğu düşünülüyordu; böylece, Nippur’daki Enlil heykeli, kardeşi olduğu düşünülen Enki’nin Eridu’da bulunan heykelini ziyarete götürülürdü.

George Roux, “Tapmağa hediyeler sunmak, önemli dinî törenlere katılmak, ölülerle ilgilenmek, dua etmek, kefaret ödemek ve yaşamının neredeyse her ânına damgasını vuran sayısız kural ve tabuya göre davranmak her vatandaşın göreviydi,” diye belirtir. Benzer şekilde, Pennsylvania Üniversitesinden dilbilimci ve Mezopotamya uzmanı Samuel Kramer, insanların “kilden yaratıldıklarına ve yalnızca bir tek amaç için dünyaya geldiklerine” inandıklarını yazmıştır. “Bu amaç, ilahi eylemlerini rahatça yerine getirebilmeleri için tanrılara yiyecek, içecek ve kalacakları bir yer sağlamaktır. Kısacası, Mezopotamya’da yaşama tanrılar hâkimdi.”17

Tanrılar ve tapınaklar Mezopotamya’da sosyal hayata hâkim olmanın yanı sıra, şehrin ekonomik yaşamına da egemendi. Tapınak, kenti çevreleyen arazinin yaklaşık üçte birine sahipti. Burada tapınak çalışanları tahıl, sebze ve meyve ağaçları yetiştirir; sulama yapar; koyun, keçi ve inek sürülerini güderdi. Tapınağa bağlı bazı yapılar muazzam boyutlara ulaşmış ve bunlar tekstil, metal işleri, deri ve ahşap eşyalar üreten atölyeler hâline gelmişti; Guabba’daki bir tapınak, çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 6.000 işçi istihdam etmekteydi. Tapınak çalışanları diğer Mezopotamya şehirleri ve diğer ülkelerle yapılan ticareti düzenliyordu. Tapınak ayrıca, yüzde 33 faizle tüccarlara kredi sağlayan bir kamu bankası işlevi de görüyordu. Bir metne göre, “Tacirler, onları bir tür dokunulmaz sermaye olarak yeniden kullanmak üzere kârlarının bir kısmını resmen tapınağa vermekteydiler”. Bazı tapınaklar ayrıca “aileleri bakamadığında” çocukların sorumluluğunu üstlenmişti, “toplumdan dışlanmışları, uyum sağlayamayan yetimleri, gayrimeşru çocukları ve hatta ucubeleri tapınakların kanatları altına alan uzun soluklu bir geleneği” sürdürüyorlardı.18

Bu geniş kapsamlı sosyal ve ekonomik faaliyetler, Mezopotamya kayıtlarının gösterdiği gibi, tapınak için çok sayıda insanın çalışmasını gerekli kılmıştır. Nippur’daki tapınakta çalışanların yer aldığı bir listede bir yüksek rahip, ağıtlar yakan rahip, arınma rahibi, yüksek rahibeler, hazinedar, muhasebeci, yazman, dokumacı, taş oymacı, hasırcı, kâhya, berber, uşak, sığırtmaç, kayıkçı, yağ baskıcısı, değirmenci, kâhin ve yılan büyücüsü bulunuyordu. Sonuncusu, tapınağın eğlence işlerinde görev alırdı; bazı tapınaklarda “şarkıcı ve müzisyenlerden oluşan koca bir topluluk” olurdu. Mezopotamya toplumu son derece iyi organize olmuş ve “aynı meslek mensupları ileri düzeyde uzmanlaşmış gruplara ayrılmıştı”; örneğin, balıkçılar tatlı suda ya da deniz suyunda avlanmalarına göre ayrılmıştı, hatta “yılan büyücüleri bile kendisine ait bir başkanı olan bir ‘lonca’ oluşturmuşlardı”.19

Tanrılar Savaşa Gidiyor

Mezopotamya devletinin ikinci evresinde, yani günümüzden 5.200 ila 4.350 yıl önce, şehir devletler arasında savaşlar giderek artmıştı. Birinci evrede zaman zaman savaşlar yaşanmıştı ancak kentler tahkim edilmemişti ve anlaşmazlıklar genellikle barış içinde çözülürdü. Buna karşın ikinci evrede “muazzam şehir surları... her şehirde çanlarını çalıyordu... Köy nüfusları duvarlarının arkasında korunma arayışına girdikçe bölgedeki başlıca şehirler daha da büyüdü”.

Şehir devletleri 1.000 ila 10.000 kişilik ordulara sahipti ve savaşlar mızraklar, kalkanlar, koçbaşları ve “bazıları önceden monte edilmiş ve suda yüzebilen” kuşatma kuleleriyle yapılıyordu. Savaşı kazanan ordu genellikle yenilgiye uğrayan şehrin sakinlerini öldürerek ya da köle alarak bütün şehri yağmalayıp yok ederdi, en büyük anrılarına ait tapmağı yerle bir ettikleri de olurdu.20

Bu savaşların bariz nedenleri arasında, şehir devletlerinin egemenlik alanlarını artırmak istemeleri, toprak anlaşmazlıkları ve sulama kanallarının veya ticaret yollarının kontrolünü elde etme girişimleri bulunmaktaydı. Bununla birlikte, Mezopotamya kayıtlarında böyle nedenlerden nadiren bahsedilir; savaşlar daha ziyade tanrıların çatışması olarak gösterilir. Örneğin, kayıtlarıniyi tutulduğu Lagaş ve Umma arasındaki bir savaş, muhtemelen aralarındaki arazi üzerine çıkan bir anlaşmazlıktan kaynaklanıyordu. Umma tartışmalı bir araziyi işgal ederek Lagaş’ı savaşmaya kışkırtmıştı. Savaşın kazananı Lagaş oldu, sonuç “ovanın üzerindeki yığılmış cansız bedenlerdi”; zafer, cesetleri bir çırpıda yiyen akbabaların betimlendiği oyma bir dikilitaş ile anıtlaştırıldı. Mezopotamya kayıtları bunu “Lagaş’ın tanrısı Ningirsu’nun Umma tanrısı Şara’ya karşı kazandığı zafer” olarak anlatmaktadır.21

Böylece, Mezopotamya tanrıları, elimizde yazılı kayıtları olan ilk savaşlara derinlemesine dahil olmuş gibi görünmektedir. Bir anlatıya göre, “savaş planlarını tanrıların incelemesine sunan kâhinler ordulara bazen eşlik ediyor, bazen de doğrudan önderlik yapıyorlardı”. Zafer kazanan şehirler savaş ganimetinin bir kısmını tapınaklarına bağışlardı; “uygun bir tapınağa bağış yapılmaması şüphesiz kibir olarak kabul edilirdi”. Tanrılar savaşları başlatan ve “sıkça nefret ve gazap sergileyenler” olarak nitelendirilirdi. Örneğin, “çatık kaşlı” tanrı Enlil “Kiş halkını öldürerek Erek’teki evlerini toza çevirmişti”. Bu savaşların sonuçlan, Ur kentinin yağmalanmasında olduğu gibi gayet iyi bir şekilde betimlemişti:

Tüm sokaklar ve yollar cesetle kaplı,

Bir zamanlar dansçılarla dolu açık alanlarda

insanlar yığınlar hâlinde yatıyor.

Ülkenin kanları şimdi tüm çukurları doldurdu,

kalıba akan bir metal gibi:

bedenler eriyor, güneşte kalmış tereyağı gibi.22

 

Özetle, dünyanın ilk uygarlığı olan Mezopotamya’da 6.500-4.000 yıl öncesinde, tanrılara ilişkin olarak hangi sonuca varabiliriz? Her şeyden önce, ilk tanrıların yaşam ve ölümle ilgili temel konularda, yeterli yiyecek arzının sağlanmasına ve ölüm sonrası insanların yazgısına dair sorumluluklarının bulunduğu açıktır. Uygarlık daha karmaşık hâle geldikçe, tanrılar yasaları uygulama ve yetim çocuklar için barınak sağlama gibi siyasi, adli ve sosyal sorumluluklar da kazandılar. Tanrıların tapınağı bir sosyal hizmetler merkezi hâline geldi. Buna ek olarak, tanrılar diğer tanrılarla diğer şehirlerle savaşa girmeyi haklı kılmak için de kullanılmaktaydı. Şehir devletler arasındaki Mezopotamya savaşları, tanrıların arasındaki bilinen ilk yarışma oldu. Tanrıların kısmen dünyevileşmesiyle eşzamanlı olarak, dünyevi otoriteler de (bu durumda krallar) kendileri için bazı ilahi yetkiler üstlendiler. Böylece kutsal ile dünyevi, yani din ile siyaset en başından iç içe geçmiş oldu.

Son olarak, Mezopotamyalıların ilk tanrıları “kendilerini andıran görünüme, insansı niteliklere, kusurlara ve insanlara özgü tutkulara” sahip olarak görmeleri ilgi çekicidir. Eski Yunan filozofu Ksenofon da insanların tanrılarını insan biçiminde tasavvur ettiklerine dikkat çekerek şunu öngörür: “Atlar ve öküzler tanrılarının resimlerini yapabilselerdi atlar kendi tanrılarını at biçiminde, öküzler de öküz biçiminde resmederdi.” On sekizinci yüzyılda yaşamış olan Baron Montesquieu, daha özlü bir şekilde şöyle der: “Eğer üçgenlerin bir tanrısı olsaydı üç kenarı olurdu.”23

Bu nedenle, dünyanın ilk uygarlığının kesinlikle dinî bir temel üzerine kurulduğu açıktır. George Roux’nun belirttiği gibi, tanrılar ve onlarla ilgili fikirler “kurumlan şekillendirmek, üretilen sanat eserlerini ve edebiyatı renklendirmek kralların en yüce eylemlerinden tebanın günlük meşgalesine dek her türlü etkinliğe nüfuz etmek suretiyle Mezopotamyalıların kamusal ve özel hayatlarında olağanüstü bir rol oynamıştır”.24

(23. Bölüm)

 

Diğer  Eski  Uygarlıklarda  Bulunan  Tanrılar

Mezopotamya uygarlığı 6.500 ile 4.200 yıl öncesi arasında olgunluğa ulaştı. Aynı tarihlerde, dünyanın en az altı bölgesinde daha medeniyetler gelişmekteydi. Bunlardan bazıları Mezopotamya’dan etkilendi, bazıları ise bağımsız olarak gelişti. Ne yazık ki bunlar arasında yalnızca Mısır uygarlığı ile daha sonraki yıllarda gelişen Kuzey Çin’deki uygarlık yazılı kayıtlara sahipti. Buralarda da tanrıların Mezopotamya’dakine benzer şekilde ortaya çıkıp çıkmadığını saptamak için bu uygarlıklara kısaca bakmak yararlı olacaktır. Bunlar Mısır, Pakistan, güneydoğu Avrupa, Batı Avrupa, Çin ve Peru’da gelişen medeniyetlerdir.

Mısır

Kapsamlı yazılı kayıtlara ve heybetli bir anıtsal mimariye sahip olduğu için Mısır, yazı şeklini ve fikirlerinin birçoğunu benimsediği Mezopotamya’dan sonra ikinci en önemli uygarlık olarak kabul edilir. Yedi bin beş yüz yıl öncesinde Nil Vadisinde tarım iyice oturmuştu; nehrin yıllık su baskınları zengin tarım arazileri ile aşırı yiyecek üretimi sağlayarak nüfusta da artışa yol açmıştı. Yukarı Mısır’daki Naqada ve Hierakonpolis gibi şehirlerde 5.500 yıl önce nüfus 10.000 veya daha fazlaydı.

Mısır 5.100 yıl önce idari olarak ilk firavun altında birleşmiş 42 bölgeden oluşmaktaydı. Toplumsal katmanlar arasında köleler, çiftçiler, zanaatkârlar, sanatçılar, mühendisler, yöneticiler, yazmanlar, doktorlar, rahipler ve aralarında bir firavunun da bulunduğu asiller yer alıyordu. Ekonomi sabit fiyatlarla merkezileşmişti ve tapmaklar ekonomik faaliyetlerin odağıydı. Sahip oldukları zenginliğin önemli bir kaynağı ticaretti. Tahıl, keten, papirüs ve nihai ürünleri ihraç ediyor, Sudan’dan altın, Etiyopya’dan abanoz, fildişi ve vahşi hayvanlar, Lübnan’dan kereste, Yunanistan’dan zeytinyağı, Türkiye’den bakır ve kalay, Afganistan’dan lapis lazuli ithal ediyorlardı. İlk gerçek gemileri Mısırlılar inşa ettiler, ayrıca matematikte ve tıpta ustaydılar.

Mısır 5.100 yıl önce birleştiğinde, tanrılara saygı göstermek için tapınaklar inşa edildi. Bu tapmaklar “meditasyon (tefekkür) yerleri değildi... daha ziyade tanrının eviydi”. Mezopotamya’da olduğu gibi, ilk tanrılar doğal güçleri temsil ediyor, yaşam ve ölüme dair konularla ilgileniyorlardı. Bunlar arasında güneş tanrıları Horus ve daha sonraları ortaya çıkan Ra, bir ay tanrısı olan Thoth, gökyüzü tanrısı Nut, hava tanrısı Shu ve fırtınatanrısı Seth bulunmaktaydı. Mezopotamya’da olduğu gibi, birçok tanrı ikincil dünyevi görevler üstlenmişti. Örneğin, ay tanrısı Thoth yazı yazma, bilgi, hesap yapma ve zamanı kaydetme işlerinden sorumluydu. Ayrıca, Mezopotamya’da olduğu gibi Mısır’daki tanrılar da insana benzer şekilde tasavvur edilmekteydiler.25

Eski Mısır tanrılarından bir diğeri de aslında Yukarı Mısır’ın yerel doğurganlık tanrısı Amon’du. Daha sonraki yıllarda, Amon tüm tanrıların içinde en önemlisi kabul edildi ve Amon-Ra olarak güneş tanrısıyla birleşti. En önemli Mısır doğurganlık tanrısı Nil’deki su basmaları ve verimli ürünler ile ilişkili Osiris idi. Mezopotamya’daki Dumuzi-Ianna mitinin bir tekrarında, Osiris kızkardeşi İsis’le evlenir ve kıskanç kardeşi Seth tarafından öldürülür, daha sonra İsis tarafından tekrar hayata döndürülür. Bunu takiben, Osiris yeraltı dünyasının tanrısı olur, aynı zamanda haşatın iyi olması için yeryüzüne geri dönmeyi sürdürür.

Bununla birlikte, Mısır dininin göze çarpan asıl özelliği ölüm takıntısıydı. Yunan tarihçi Herodot, Mısırlıları şimdiye kadar karşılaştığı en “dindar” insanlar olarak tanımlamış ve bu halkın “sürekli ve ayrıntılı bir şekilde uyguladığı dinî ritüeller” ilgisini çekmişti. Eski medeniyetler hakkında kapsamlı bir şekilde yazmış bir uzman olan Edith Hamilton, Mısır’ı “görkemli bir imparatorluk” olarak nitelendirerek “ölümün bu ülkedeki en önemli meşgale” olduğunu vurgulamıştır:

Yüzyıllar boyunca, sayısız insan ölümü kendisine en yakın ve en tanıdık şey olarak düşündü. Muazzam sayıda ürün vermiş olan Mısır sanatının ölüm merkezli oluşu, bu konuyu inandırıcı şekilde ortaya koyan olağandışı bir durumdur. Mısırlılar için gerçekliğin kalıcı dünyası, gündelik yaşamını sürdürürken yürüdüğü yolların dünyası değil, ölüme uzanan yoldan şimdi gitmesi gereken dünya idi.

Eski Mısır bilimcisi Salma îkram’a göre, “Ölüm, yaşam yolculuğunun bir parçasıydı, ölüm, sonrasında bir geçiş ya da dönüşümle hayatın bedensel değil, ruhsal olarak başka bir biçimde devam edeceğine işaret ediyordu”.26 Mısır’daki en eski insan gömütleri, içinde birkaç mezar eşyası bulunan, çöldeki basit mezarlardı. Beş bin beş yüz yıl öncesine gelindiğinde, büyüyen birçok kasabada geniş mezarlıklar bulunmaktaydı ve mezarlar daha karmaşık hâle gelmişti. Bazı mezar odaları “tuğla ile kaplıydı ve ölenlerin sosyal konumlarına ve zenginliklerine bağlı olarak farklı mezar eşyalarına ayrılan bölümler vardı”. Hierakonpolis’teki  eski bir mezar, “savaş, av ve nehirde yolculuk sahneleri’ni tasvir eden duvar resimleri ile süslenmişti”.27

Beş bin yıl öncesine gelindiğinde, asillerin ve sıradan insanların gömüldükleri yerler, Abidos ve Sakkara’da kraliyet mezarlıklarının kurulması ile ayrılmıştı. Bir kraliyet mezarı alanı, 123 metre uzunluğunda, 64 metre eninde ve 11 metre yüksekliğinde duvarlarla çevriliydi. Bir başka mezarda, “kralın hizmetkârlarının mezarları, kraliyet gömütünün etrafında düzgün şekilde sıralanmıştı... Göründüğü kadarıyla, hizmetkârlar öbür dünyada krala eşlik etmeleri için ya ölmeye gönüllü olmuşlar ya da zorla ölüme gönderilmişlerdi”28

Ancak, mezarlık alanlarının özenle hazırlanması daha yeni başlıyordu. Mısır’da kraliyet mezarlarının üzerine muhtemelen anıtsal amaçlı bir yapı olarak dikdörtgen bir taş sundurma inşa etmek yaygın bir uygulama hâline geldi. Daha sonra, 4.600 yıl önce, Zoser adlı bir firavun bu fikri detaylandırdı ve Sakkara’da büyükten küçüğe doğru beş katlı taş sundurma inşa ederek 60 metre yüksekliğinde ilk Mısır piramidini yaptı. Ardından gelen her firavun mezarın içinde daha büyük bir gömü yerine sahip olmak için ısrarcı olunca bir piramit furyası ortaya çıktı. Bu furya 4.500 yıl önce Firavun Khufu tarafından yaptırılan Büyük Giza Piramidi ile en üst noktaya vardı. 53.000 m2 alanı kaplayan bu piramit,  147 metre yüksekliğindeydi ve yapımı için bazıları 15 ton ağırlığa ulaşan iki milyon parça kireç taşı bloğu kullanılmıştı. Haklı olarak, Giza Piramidi Antik Dünyanın Yedi Harikasından biri olarak görülüyordu.

Bu tür ihtişamlı gömü yerlerinin arkasında yatan düşünce neydi? Şansımıza, elimizde bu soruyu cevaplamamıza olanak tanıyan Eski Mısır’a ait yazılı kayıtlar var. Mısırlılar insanların ölümden sonra da yaşamaya devam ettiklerine ancak başka şekiller aldıklarına inanıyorlardı. Bu şekillerden biri olan Ka bedenin yaşamda sahip olduğu görünümün aynısına sahipti. Diğer bir şekil olan Ba ise kişinin ruhu ya da manevi kimliğiydi. Ölülerin tanrısı Osiris, ölümden sonra ölen kişinin kalbini teraziye koyar, hakikat, bilgelik, dürüstlük ve kozmik düzen ilkelerine göre tartardı. Kişi iyi bir yaşam sürdüyse kalp hafif olurdu ve teraziler dengede dururdu, böylece Eski Mısır dilinde sazlık adı verilen öbür dünyadaki ebedi yaşam garanti altına alınmış olurdu. Ancak kişinin kalbi günahlarından dolayı ağırlaşmışsa teraziler dengeye gelmez ve kişi sonsuz yaşamdan mahrum bırakılırdı.

Kişinin Ka’sı dünyevi şekli ile aynı olduğu için, bu biçimin korunması amacıyla mumyalama önemli bir uygulamaydı. Mumyalama bilimi ve sanatı Eski Mısır’da oldukça gelişmişti ve bu işlem Mısır uygarlığının ayırıcı özelliği olarak görülmektedir. En özenli ve pahalı şekli söz konusu olduğunda, mumyalama süreci üç ay veya daha uzun sürebilmekte ve yalnızca kraliyete mensup ve zengin insanlar için yapılmaktaydı; diğerleri kısmi mumyalamayla yetinmeliydi. Yoksullar için ise mumyalama hiç yapılmazdı.

Tüm bedenin mumyalanması için kafatasının tabanında bir delik açılarak beyin çıkarılır ve önemsiz olduğu kabul edilerek çöpe atılırdı. Daha sonraki aşamada karın kesilerek akciğerler, karaciğer, mide ve bağırsaklar çıkarılırdı. Bu iç organların hayati önem taşıdığı düşünülüyordu, bu yüzden her biri, o organa bakan belirli bir tanrı ile ilişkili olan dört Kanopus kavanozu içine konulurdu. Daha sonra Kanopus kavanozları vücutla birlikte saklanırdı. Osiris tarafından teraziyle tartılacağı için kalp hiçbir zaman yerinden çıkarılmazdı.

Vücuda daha sonra 70 gün süreyle su çeken bir çözelti olan natron emdirilirdi. Bu sürenin sonunda vücut tamamıyla kuruyarak gevrek ve kırılgan bir hâl alırdı. Daha sonra,  15 gün süren ayinler tarife uygun yapılarak vücut dikkatlice bandajlandırdı. Parmak gibi herhangi bir kısım koptuğunda, yerine yapay bir parçanın konması gerekiyordu. Vücudun bütün olmasına ve olabildiğince kişinin hayatta olduğu gibi görünmesine çok dikkat edilirdi.29

İnsanların dışında hayvanların da ara sıra mumyalandığı olurdu. Bazı durumlarda, hayvan ölen kişi tarafından çok sevildiğinde bu işlem yapılırdı. Bazen, ölen kişiye, öbür dünyada yardım etmesi için hayvanlar mumyalanırdı. Bazen de ölen hayvanın tanrılardan birinin dünyadaki enkarnasyonu olduğu düşünüldüğü için mumyalanırdı. Örneğin, Amun’un bazen bir koyun olarak, Hathor’un bir inek olarak, Horusun da bir şahin olarak dünyaya geldiği düşünülüyordu.30

Mısırlılar öbür dünyadaki yaşamın bu dünyadakine benzeyeceğine inandıkları için, sahip oldukları eşyaları yanlarına almaya yönelik hazırlıklar yaparlardı. Bu nedenle Mısır’da bol miktarda mezar eşyası bulunurdu ve medeniyetin sonraki dönemlerinde bu miktar daha da artmıştı. Carol Andrews’un bu konudaki kitabına göre zengin bir kişinin mezar eşyaları arasında “şiltesi ve başlığıyla eksiksiz hâlde yataklar, minderleriyle birlikte sandalyeler ve tabureler, kutular ve sandıklar, kiltler, peruklar, sandaletler, bastonlar ve büro malzemeleri, şarap küpleri, kese tipi çantalar, her türlü mücevher, aynalar, taş kaplar, yelpazeler, oyun tahtaları, masalar ve tezgâhlar” yer almaktaydı. Yanında götürebildiğin her şey kârdır diye düşünen bir kraliyet üyesinin mumyasında takılı 22 bilezik ve 27 yüzük bulunmuştur.31

Mısır’da ölüm sonrasındaki hazırlıkların ne denli büyük ölçekli olduğu, 1922’de Kral Tutankamon’un mezarının bozulmamış bir şekilde keşfedilmesiyle ortaya çıktı. Mezarın duvarlarındaki resimler, gökyüzü tanrısı Nut’u Tutankamon’u sazlıklarda (öbür dünyada) samimiyetle karşılarken ve Osiris’i de Tutankamon’u kucaklarken tasvir etmektedir. Mezar 40 kutu mumyalanmış gıda, 116 sepet meyve, 40 kavanoz şarap ve giyim eşyaları, yataklar, sandalyeler, silahlar ve savaş arabaları ile doldurulmuş kakmalı sandıklarla dolup taşıyordu. Ayrıca mezarın tam merkezinde, matruşkalara benzer şekilde, çarpıcı bir kırmızı kuvarsit lahit içinde yaldızlı bir tabut, bunun içinde başka bir yaldızlı tabut ve bunun da içinde saf bir altın tabut bulunmaktaydı. Nihayet bu altın tabutta altın bir maskenin ardında Tutankamon’un mumyası huzur içinde yatıyordu.

Mısır mezarlarında üç tür mezar eşyası olurdu.  İlki yiyeceklerdi. Mısırlılar kişi ölmesine rağmen Ka’larının hâlâ gıdalara ihtiyaç duyduklarına inanıyorlardı. Bu nedenle mezara yiyecekler bırakılırdı. Ayrıca mezarın dışında, Ka nın ulaşılabileceği bir yerde üzerinde yiyecek olan bir sunum masası hazırlanırdı. Mezarın dışındaki bu yiyecekler düzenli aralıklarla ölen kişinin ailesi tarafından yenilenirdi. Bazı yiyecek kaplarının üzerine ölen kişiden sağlık ve maddiyat gibi dünyevi konularda yardım talebinde bulunan yazılar yazılırdı. Sakkara’da gömülü bir prensese ait mezarda bulunan bıldırcın, arpa püresi, güvercin yahnisi, ızgara balık, biftek, pirzola, böbrek, ekmek, şarap, meyve, peynir ve tatlı olarak kek gibi çeşitli yiyecekler, kraliyet ailesinin ve zengin insanların Ka’larının çok güzel beslendiklerini göstermektedir. Beş bin yüz elli yıl öncesine tarihlenen Akrep Kral I’in mezar odasında, Ürdün Vadisi nden ithal edilen yedi yüz kavanoz şarap vardı.32

Mısır mezarlarında bulunan ve belki de sadece bu gömütlere özgü olan ikinci tür mezar eşyaları, şabti adı verilen küçük heykellerdi. Mısır mezarlarının ilk dönemlerinde, kraliyet ailesine ve zengin insanlara hizmet eden hizmetkârlar, hizmet ettikleri kişinin yanındaki mezarlara gömülürlerdi. Böylece bu insanlara öbür dünyada kulluk etmeyi sürdürürlerdi. Bu uygulama daha sonra yerini hizmetkârların kendilerinin değil heykellerinin, yani şabtilerin gömülmesine bıraktı. Şabtilerin öbür dünyaya ulaştıklarında yeniden dirileceklerine inanılıyordu. İlk önceleri mezarlara sadece bir­kaç şabti konurken, daha sonra yapılan mezarlardaki şabti sayısı, yılın her günü için bir hizmetkâr olacak şekilde, genellikle 365 idi. Birçok mezarda, şabtilere görevlerini hatırlatan yazılı talimatlar bulunmaktaydı: “Ey şabti, efendin ölüler diyarında sana herhangi bir iş yapmanı buyurduğunda, tarlaları hazırlamanı, toprakları sulamanı veya doğudaki kumları batıya taşımanı emrettiğinde ‘Emrinizdeyim,’ diyerek cevap ver.”33

Mısır mezarlarındaki üçüncü tür mezar eşyaları ölen kişi için yazılmış talimatlardı. Bu talimatlar nefes almaya tekrar nasıl başlanacağı, bacaklara nasıl güç verileceği, öbür dünyaya ulaşmak için yol tarifleri ve oraya varıldığında ne yapılması gerektiği gibi tavsiyeler içermekteydi. Birçok mezarda bulunan bir talimat serisine turist rehber kitapları dizisinden Frommer’inöbür dünya için rehber kitabını andıracak şekilde Ölüler Kitabı adı verilmiştir. Mezar duvarlarında bulunan ayrıntılı resimler, ölen kişi için görsel talimatlardı ve içlerinde bira yapmayı anlatanlar bile vardı.

Eski Mısır’daki en büyük tapmakta (panteon), ölüler ile ilgili sorumluluk yüklenmiş birçok kişi bulunurdu. Ölüleri öbür dünyaya götüren Osiris’e ek olarak, gökyüzü tanrıçası Hathor da ölülere öbür dünyada kılavuzluk yapardı. Burada ölüler tüm tanrıların anası Neith tarafından karşılanırdı. Ölülerin kalplerinin terazide tartıldığı yargılama işlemi, teraziyi tutan ve “Mumya Sargılarının Tanrısı” olarak bilinen Anubis’le birlikte gerçek ve adalet tanrısı Maat ve Osiris tarafından gerçekleştirilirdi.


Mısır’da kutsal olan ile dünyevi olanın tamamıyla bütünleşmesi Mezopotamya’dakinden bile daha belirgindi. Antropolog Bruce Trigger’ın kaydettiği gibi, “dinin günlük yaşamdan ayrılmadığı” Mısırlılarda “din” sözcüğü yoktu. Tanrıların tüm güce sahip oldukları kabul edilirdi ve firavun dünyadaki tanrıların temsilcisiydi. Daha sonra firavunların yaşayan tanrılar olduğuna inanıldı ve böylece firavunlara tapılmaya başlandı. Tapınakların bakımından sorumlu olan rahipler, ilahi iradenin tercümanları olarak git­gide önem kazandılar. Bu nedenle, hükümet Mısır hayatına egemen olan dinin unsurlarından sadece biriydi. Sazlıklara (öbür dünyaya) ulaşmak ve sonsuz hayatı tanrılarla paylaşmak her Mısırlının hedefiydi. Giza’daki gibi dev piramitler ve Teb’teki  gibi muazzam tapmaklar, mevcut yaşamın ebedi hayat yolunda kısa bir mola olduğuna dair görsel kanıtlardı.34

 

(24. Bölüm)

 

Batı Avrupa’da Tanrı Anlayışı

Batı Avrupa’daki megalit mezarların yapımının “yeni bir çiftçi sınıfının yerleşmesiyle yakından bağlantılı olduğu” söylenir. Güneydoğu Avrupa’dan geldiği düşünülen bu çiftçiler inançlarını beraberinde getirdi ve akademisyenler bu inançlar arasında atalara ibadetin de yer aldığını varsaymaktadır. Mezar odalarının birçoğu, topluluk ayinlerinin yapılması için yeterince büyüktü ve taşların üzerindeki gravürleri çarpıcı bir biçimde vurgulayan meşaleler kullanılmaktaydı. Oyma taşların olası manevi önemi uzun zamandır bilinmektedir;  1805 yılında bu megalitik mezarları inceleyen bir araştırmacı bu gravürlerin “dinin koruyucu melekleri” olduğu yorumunu yapmıştır. Yakın tarihli kazılarda “önemli etkinliklerin ve törenlerin mezarların giriş kapılarında gerçekleştiğini... Burada bir zamanlar yapılmış olan törenlerden kalma bol miktarda kırık çömlek parçalarının bulunduğunu” ileri sürmüştür.46

Hem Stonehenge hem Avebury, ayakta duran taş dairelerden, topraktan yapılmış anıtlardan ve mezar odalarından oluşur ancak mezarlar daha iyi korunmuştur. Avebury’deki yapılar antik bir tepe köyünün 1,5 km ötesin­de inşa edilmişti. Orada yaşayan insanlar buğday yetiştirmekte, yabani meyveler ve kabuklu yemişler toplamakta, geyik, tilki ve tavşan avlamakta, koyun, sığır, domuz ve köpekleri evcilleştirmekteydi. Köyün bulunduğu yerde, bahar ve sonbaharda hayvan kesimi yapıldığını gösteren kanıtlar vardır; o dönemlerde şölen ve kutlamaların yapıldığı neredeyse kesindir. O tarihlerde bölgenin çevresindeki nüfusun yaklaşık 10.000 olduğu tahmin edilmektedir.49

Avebury’de tanrıların var olup olmadığını bilmemiz olanaksız, ancak yapının anıtsal ölçekteki büyüklüğü bunun mümkün olduğuna işaret etmektedir. Gökyüzündeki tanrıların aşağıya baktıklarında burayı görecekleri için taş çemberlerin dev bir yüze benzemesi yerinde olabilir.55

 

ÇİN

Günümüzden 5.000 ila 4.000 yıl önce Kuzey Çin’de Longşan kültürü gelişti. Bu kültüre “Çin’in ilk uygarlığı” denir ve bizlere kâğıdı, matbaayı, manyetik pusulayı, barutu, yandan çarklı itici güç sistemlerini ve Mezopotamya’nınkinden farklı bir yazı sistemini sunan “antik çağın en parlak ve karmaşık uygarlıklarından birinin” aşlangıcıdır. Tarım ve ticaretin iyi geliştiği bu uygarlığın o tarihlerdeki nüfus yoğunluğu dünyanın diğer yerlerinden daha yüksekti. Köyler arasında devam etmekte olan savaş nedeniyle, birçok köyün etrafı 6 metreye varan yükseklikte ve 9 metre kalınlığında, sıkıştırılmış toprak duvarlarla çevrelenmişti. Buralarda kafa koparmaların ve katliamların yapıldığına dair kanıtlar bulunmuştur.56

Longşan kültürünün ayırt edici özelliklerinden biri atalara ibadet edilmesiydi. Atalarla iletişim kurmak için öküz, su mandası, domuz veya koyun kürek kemiklerinden yapılan “kehanet kemikleri” kullanılıyordu. Ölmüş bir ataya belirli bir soru sorulurdu, sonrasında kemik üzerinde çatlaklar görülene kadar ısıtılır ve çatlakların oluşturduğu desen atadan gelen cevap olarak yorumlanırdı. Kuzey Çin’de gaipten haber almak için kullanıldığı kanıtlanmış olan çok sayıda kemik bulunmuştur. Yazı Longşan döneminde henüz başlamamış olsa da bu dönemi takip eden Şang döneminde yazıya geçilmişti; bu nedenle Longşan dönemini anlamak için bu dönemde yazılanlardan yararlanılmaktadır. Görünüşe göre, ölen ataların yaşayanların adına tanrılarla görüşmesi umuluyordu. En yüksek tanrı olan Di’yi sadece kraliyet ailesinden olanların ataları etkileyebilirdi, daha düşük dereceli tanrıları ise daha sıradan insanların ataları etkileyebiliyordu. Bazı Çinli bilim insanları, Dinin başlangıçta ataya ait bir ruh olduğuna inanırken, bazıları Dinin aslında doğa tanrısı olduğunu düşünmektedir. Dinin yanısıra, “çok sayıda doğa tanrısı, nehir ve dağ tanrısı... bir güneş tanrısı... ve çeşitli tanrılar da bulunmaktaydı”.57

 


Çin’de anıtsal yapılar bu dönemde inşa edildi. Pekin’in kuzeydoğusundaki Cengizhan şehrinde “bir platform üzerindeki devasa bir tapınak” yakın zamanlarda ortaya çıkarılmış ve yaklaşık olarak 4.300 yıl öncesine ait olduğu belirlenmiştir. Platform  165 metre genişliğinde ve 900 metre uzunluğundadır ve “Washington’daki National Mall’un neredeyse yarısı kadar büyüklükte” olduğu söylenmektedir. Burası hâlâ kazılmakta olup, dinî önemi henüz açıklığa kavuşturulamamıştır. Bununla birlikte, araştırmacılar platformun altındaki bir yeraltı odasında 5.000 yıl önce güney­batı Asya’da bulunan heykel kafalarını anımsatan “işlemeli nefrit-yeşim taşından gözleri olan seramik bir kadın kafası figürü” buldular. Bu figür bir atayı ya da bir tanrıçayı temsil ediyor olabilir.58

Longşan kültürüne ölüm ve ölüm sonrasına dair endişeler de damgasını vurmuştur. Bu kültürde kişinin sosyal konumuna bağlı olarak “oldukça farklı şekillerde yapılmış mezarlar” bulunmaktaydı. Seçkin kişilerin mezarlarında ölüler tahta tabutlarla defnedilir ve çoğunlukla kırmızı zincifre tozu  ile kaplanırdı. Bazı mezarlar, “aralarında ejderha desenli kırmızı bir çömlek levhası, timsah derisi ile kaplı tahta bir davul, müzik taşı (ch’ing) ve davul benzeri seramikler, ahşap masa, sehpa, kaplar ve parlak renklerle boyanmış başka nesneler, yeşim ve başka mücevher taşlarından yapılmış yüzükler ve domuz iskeletleri bulunan yüz ila iki yüz eşya ile zengin bir şekilde döşenmişti”. Genç bir adamın mezarında, dört seramik kap, 14 taş ve yeşimden yapılmış alet, 24 yeşim yüzük ve kong adı verilen 33 yeşim çubuğu bulunuyordu. Kongların işlevi tam bilinmiyor ancak bunların bazılarına hayvan veya insan kafaları oyulmuştu. Şang döneminden kalma mezarlarda bulunan kapların, o dönemde yapılmış çeşitli bira ve şarap­larla doldurulmuş olduğu anlaşılmıştır. Başka seçkinlerin mezarlarında başka insanlara ait kemikler de bulunmuştur; bazıları insanların kurban edildiğine dair bir kanıt olarak yorumlanmıştır, bunlar efendilerine hiz­met etmeyi sürdürsünler diye öbür dünyaya onlarla birlikte gönderilen hizmetkârlar olabilir.59

(25. Bölüm)

 

Ulu Tanrı Anlayışı

 

Ulu tanrılar, modern Homo sapiens'in karşısına büyük bir olasılıkla 7.000 yıl önce çıkmış olsalar da yazılı kayıtların oluşumuna dek ilahların varlığına inanıldığı konusunda kesin bir kanıt yok. Mezopotamya’da 6.500 yıl önce, su tanrısı Enki’yi onurlandırmak için inşa edilmiş bir tapınak bu türden bir kanıt sunar. Sonraki 2.500 yıl süresince, Mısır ve Çin’de kesin olarak, Pakistan, güneydoğu Avrupa ve Peru’da büyük olasılıkla ve Batı Avrupa’da muhtemelen tanrılar ortaya çıktı. Çin ve Peru’da tanrıların ortaya çıkışı paralel evrimi akla getirecek şekilde, neredeyse kesinlikle dünyanın diğer bölgelerinden bağımsızdı. Bahsedilen diğer yerler içinse bağımsız olarak geliştikleri daha kesindir.

Böylece, 4.500 yıl önce, dünyanın en büyük şehri Uruk’ta yaşayan Mezopotamyalılar, tanrıça Inanna’ya kendisine adanmış tapmakta ibadet ediyorlardı. Mısırlılar, tanrıların temsilcisi olan Firavun Hufu’yu onurlandırmak amacıyla inşa edilen ve 3.800 yıl boyunca dünyanın insan elinden çıkan en uzun yapısı olan Giza Piramidini hayranlıkla izliyorlardı. Bu dönemde Pakistan’daki Harappa uygarlığı doruk noktasındaydı ve Mohenjo Daro’da yaşayan 40.000 kişi tanrıları onurlandırmak için, tapmak olduğu tahmin edilen yapıları ziyaret etmekteydi. Batı Avrupa’da, çok sayıda insan Brodgar, Stonehenge ve Avebury’deki tören merkezleri olduğu düşünülen yerlerde toplanıyordu. Peru’da Caral’daki, yaklaşık 30 m yüksekliğe sahip büyük platform höyüklerine muhtemelen ilahlarla ilgili bir tür tören için büyük kalabalıklar akın ediyordu. Dört bin üç yüz yıl önce Çin’de de benzer bir platform höyüğü inşa edilmiştir.

Özetle, yaklaşık 4.500 yıl önce, modern Homo sapiens teistik (tanrıcı, tanrıya inanan) bir hominin olarak ortaya çıkmaktaydı ve tanrılara olan bu inanç, bizi tanımlayan özelliklerimizden biri olmayı sürdürmektedir. Tanrılar, hayvanlara veya atalara ait ruhlardan daha etkili bir biçimde, binlerce yıldır doğa olaylarına ve felsefi sorulara yanıtlar getirdi. Geceleri güneş nereye gider? Ay neden şekil değiştirir? Yıldızlar neden hareket eder? Rüzgâra ve yağmura, gök gürültüsüne ve yıldırıma, sele ve kuraklığa sebep olan şey nedir? Dünya nereden geldi? Ben neden buradayım? Ve özellikle, öldükten sonra bana ne olacak? Solgun Ölüm’ün tetikte sırasını beklediğini bilerek, günlük işlerimize devam ederken ve hayat sahnesin­den görev duygusuyla geçerken tanrıların varlığı bize son derece rahatlatıcı gelmektedir. Hayat yolculuğunda tanrıların sembolik ve anıtsal desteğini yanına almak yapayalnız insan için huzur ve güven verici olmuştur. Bu tür destekler, yaşam dramının kaçınılmaz sonuyla ilgili bir şeyler fısıldayan iç sesleri susturur. Cehennemdeki kasvetli ırmağın kıyısı tıpkı bugün olduğu gibi 4.500 yıl önce de huzursuzca bizleri çağırmaktaydı.

Bununla  birlikte,  tanrıların  kendileri  hikâyenin  sonu  değildir. Mezopotamya’da gördüğümüz gibi, tanrılar ortaya çıktıklarında yönetici sınıf tarafından benimsenerek kendilerine bazı hukuksal, toplumsal, ekonomik ve hatta askerî sorumluluklar verilmişti. Kutsal ve dünyevi, tanrılar ve yöneticiler birlikte gelişmeyi sürdürdü. Fransız sosyolog Emile Durkheim, “neredeyse tüm büyük toplumsal kurumların dinden doğduklarını” iddia etmiştir. İngiliz tarihçi Arthur Toynbee de benzer şekilde “büyük dinlerin büyük uygarlıkların dayandığı temel” olduğunu ileri sürmüştür. Böylece tanrılar ile yöneticiler arasındaki ilişki, daha sonra ortaya çıkacak olan uygarlıkların şeklini kısmen belirleyecekti.67

Mezopotamya şehir devletleri, 4.000 ila 2.800 yıl önce dağılmaya başladılar ve Asurlular tarafından yenilgiye uğratıldılar. Asur’un baş tanrısı Aşur, Kişar ile evliydi ve bu evlilikten gökyüzü tanrısı Anu, su ve bilgeliğin tanrısı Ea ve yeraltı dünyasının tanrıları doğdu. Asurlular güneydoğu Asya’da üstünlük sağlamak için başlangıçta doğurganlık ve savaş tanrısı olan baş tanrıları Marduk olan Babillerle mücadele ettiler. Marduk baş tanrı olarak güneşi ve ayı gökyüzündeki uygun yerlerine atadı. Daha sonra, Babil’in çöküşünü takiben Hititler günümüzden yaklaşık 3.400 yıl önce bu bölgede en büyük güç hâline geldiler. Baş tanrıları fırtınalar ve savaşın tanrısı Teşup, güneş tanrıçası Hepat’la evliydi. Türkiye’nin orta kesiminde bulunan Yazılıkaya’da Teşup ve Hepat’ın diğer pek çok Hitit tanrı ve tanrıçasına önderlik yaparken betimlendiği taş oymalar görülebilir.

Mısır’da, Yeni Krallık’ta firavunların hegemonyası güneyde Nubia ile kuzeyde Suriye’ye dek uzandı. Bu, Mısır imparatorluğunun doruk noktasıydı. Amenhotep IV dönemindeki 17 yıllık bir süre dışında aynı tanrılara tapılmaya devam edildi. Amenhotep IV adını Akhenaton olarak değiştirdi ve Mısır’ın geleneksel çok tanrılılığının yerine Aten olarak adlandırdığı gü­neş tanrısı Ra’yı getirerek tek tanrıya ibadeti uygulamaya çalıştı. Bu dönem, sıklıkla dünyanın bilinen ilk tek tanrılı inancına örnek olarak gösterilir. Akhenaton’un ölümünden sonra, oğlu Tutankamon ve onu takip eden firavunlar, geleneksel Mısır tanrılarına ibadeti geri getirdi.Pakistan’da, Harappa uygarlığı, kısmen Aryan işgalcilerinin İran ve Afganistan üzerinden yaptıkları bir akın sebebiyle düşüşe geçti. Aryanlar kuzey Hindistan’a yayıldılar. Burada 3.700 ila 3.100 yıl önce, daha sonraları hem Hinduizmin hem de Budizmin temel taşı hâline gelecek olan Rig Veda’yı  yazdılar. Rig Veda’da birçok tanrı anlatılır; doğurganlık tanrısı olan Indra, ölülerin tanrısı Yama, ateş tanrısı Agni, gök tanrısı Varuna ve sembol olarak svastikaya (gamalı haç) sahip olan güneş tanrısı Surya.

Güneydoğu Avrupa’da, Eski Avrupa uygarlığı da düşüşe geçti ancak diğer uygarlıklar yükselişteydi. Bunların başında, Girit’te bir medeniyet kuran Minoanlar vardı. Minoan halkı az sayıda tanrıya, doğurganlık, hasat ve yaklaşık 3.600 yıl önce doruk noktasına ulaşan hayvanlar ve yeraltı dünyası ile ilgili sorumluluk sahibi olan tanrıçalara sahiplerdi. Girit’te, Minoan (Minos) uygarlığı yerini Yunan anakarasından burayı istila eden Mikenlere bıraktı. Mikenler aralarında Zeus, Hera, Athena, Poseidon, Hermes ve Dionysos gibi birçok tanrının bulunduğu kendi uygarlıklarını geliştirdiler. Bu tanrılar, yüzlerce yıl sonra kendi dinlerini geliştiren Yunanlılar tarafından benimsendi.

Çin’de Şang hanedanı Sarı Nehir Vadisinin ve kuzey orta ovaların büyük bölümünü 600 yıldan fazla bir süre için birleştirdi. Bu süre içinde yazı dünyanın diğer bölgelerinden bağımsız olarak bulundu ve ilk Çin şehir­leri inşa edildi. Baş tanrı Şang Di, tarım tanrısıydı ve rüzgâr, yağmur, gök gürültüsü ve şimşeği kontrol etmekteydi.

Peru’da, 2.940 yıl önce And dağlarında 3170 metre yükseklikte bulunan Chavin de Huântar’da bir tapmak inşa edildi. Tapmak, orta ve kuzey Peru’ya hâkim olan Chavin dininin baş tanrısına aitti. Lanzön olarak adlandırılan tanrı, dar bir taş koridorun sonunda duran 4,5 metrelik beyaz bir granit figürdü. Bu tapınakta kazı yapmış olan Yale Üniversitesinden arkeolog Richard Burger şunları anlatmıştır; Lanzön’un tasvir ettiği ilah, oldukça antropomorfiktir. Kollan, kulakları, bacakları ve kavramaya elverişli başparmakları ile beş parmaklı elleri olan bir insan şeklindeydi... Yukarı doğru hırlar gibi duran ağzından çıkan üst kesici sivri dişler özellikle dikkat çekicidir... Lanzön’un kaşları ve saçları, dönen yılanlarla gösterilir ve kafasındaki başlık, bir dizi sivri dişli kedi kafasından oluşur... Lanzön’un Galerisine girişin kısıtlanmış olması, onun erişilemez, güçlü ve tehlikeli bir tanrı olduğunun göstergesidir.68 (*  Hinduizmin kutsal metinleri olan Vedalar’ın bir bölümüdür. Bu ilahiler arkaik Sanskrit dilinde tanrılara şükür ve saygı için yazılmış on kitaptan oluşur. —ç. n.)

Chavin Tapınağı, “küçük havalandırma ve atık su giderlerinden oluşan ayrıntılı bir labirente” sahip olmasından dolayı ilgi çekicidir.  Florida Üniversitesinden arkeolog Michael Moseley şöyle demiştir: “Suyun boşaltma giderlerinden akarken çıkardığı ses odaları doldurup tapınağın kelimenin tam anlamıyla kükremesine neden olmaktaydı! Durum böyle ise tören merkezi önünde toplanmış dindar kalabalığa oldukça uhrevi görünmüştür.”69

 


Eksen Çağı

Günümüzden 2.800 yıl önce, bildiğimiz şekliyle tanrıların ve dinlerin ortaya çıkışıyla ilgili son aşama başladı. Bu döneme gelindiğinde dünya büyük ölçüde değişmişti. Tarım devriminin başında var olan beş milyon modern Homo sapiens sayıca 200 ila 300 milyona yükselmişti. Ekonomik ve askeri fetihler sayesinde insanlar birleşerek giderek daha büyük siyasi birimler oluşturmuştu. Örneğin, Çin’de Şang ve sonra Çu hanedanları büyük yerleşimleri ve nüfusları bir araya getirmişti. Güneybatı Asya’da Neo-Asur imparatorluğu güneydoğu Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Irak, İran, Mısır ve Suudi Arabistan’ın bir bölümünde hüküm sürmekteydi. Bu imparatorluk önce Pers İmparatorluğu tarafından, sonra Yunanistan’dan Himalayalara kadar uzanan bölgeyi fetheden Büyük İskender tarafından yenilgiye uğratılacaktı.

Büyük imparatorluklar büyük tanrılar ve büyük dinler gerektirir. Üç bin yıl önce Mezopotamya ve Mısır şehirleri için yeterli olan ilk tanrılar (doğa güçleri, yaşam ve ölüm tanrıları) pek çok etnik gruba mensup, milyonlarca insandan oluşan imparatorluklar oluştuğunda artık yeterli gelmiyordu. Yönetimin yeni dünya düzenini kapsayacak şekilde sistemleştirilmesi zorunluydu. Aynı şekilde böylesi bir yönetimin ayrılmaz bir parçası oldukları için tanrıların ve dinlerin de sistemli hâle getirilmesi gerekiyordu. Yönetimi elinde tutanlar, yetkilerinin bir kısmını tanrılardan elde ettiler.

Böylece, günümüzden 2.800 ila 2.200 yıl öncesinde (MÖ 800 - 200) 600 yıllık bir dönem olan “eksen çağı” doğdu. Bu dönemde Konfüçyanizm, Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük ve Yahudilik doğdu; sonrasında Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’a yol açtı. Bu dinlerin tümü, şu an hayatta olan insanların yüzde 60’ına manevi destek sağlıyor. Antik Yunan dini gibi başka dinler de eksen çağında ortaya çıkmış olsalar da sonradan hepsi yok olup gitti; bu kadim dinlerin tanrıları günümüzde tapmaklardan ziyade müzelerde ikamet ediyorlar.70

Eksen çağında, Konfüçyüs, Lao Tsu, Upanişadların pek çok yazarı, Buda, İlyas, İkinci Yeşaya, Yeremya, Hezekiel (Zülkifl), Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi önemli kişiler yaşamıştır. Hatta Konfüçyüs, Buda ve İkinci Yeşaya’nın hayatları aynı zaman diliminde kesişir. Alman filozof Kari Jaspers bu dönemi “tarihin bir ekseni’ni temsil ettiği için “eksen çağı” olarak tanımlamıştır. Jasper, “Tüm muazzam gelişmeler Çin’de, Hindistan’da ve Batı’da birbirinden bağımsız olarak ve neredeyse aynı anda, bu isimlerin yan yana geldiği birkaç asır içinde gerçekleşmişti,” der. İngiliz filozof John Hick, eksen çağında “nihai anlamın kavranmasına giden başlıca yol gösterici olan önemli dinî seçeneklerin tümü belirlenmiş ve oluşturulmuştu... O zamandan beri insanlığın dinî yaşamında bu denli özgün öneme sahip olan bir yenilik daha ortaya çıkmadı,” der. Fransız filozof Eric Weil, bu dönemde Musevi ve Yunan medeniyetlerinin ayırt edici biçimlerine ulaştıklarını ve “diğer uygarlıkların, yeni doğmaya başlayan düşünce sistemlerimizle neredeyse hiç temas etmeden ve kesinlikle onlardan etkilenmeden şaşırtıcı paralel gelişmeler gösterdiğini” ekler. Karen Armstrong, A History of God (Tanrının Tarihi) kitabında benzer bir şekilde, eksen çağında “insanların, önemli ve oluşumcu olmayı sürdüren yeni ideolojiler yarattıklarını” belirtir. “Tam olarak anlamadığımız nedenlerden dolayı ana uygarlıkların tümü paralel çizgiler boyunca gelişmiştir,“ diye ekler.71

Büyük dinlerin gelişimini araştırırken, sahip oldukları beş özellik dikkat çekicidir. İlk olarak, hepsi ölüm sorununa bir yanıt getirmeyi amaçlıyordu. Babil Kraliyet Yolu üzerindeki bir yazıt, yurttaşlarına “Tanrımız Marduk, sonsuz yaşam bahşeder,” diyerek güvence vermekteydi. Bu noktayı, yüzyıl önce din hakkında yaptığı klasik çalışmasında William James şöyle özetlemiştir: “Bir Tanrının varlığının ilk belirgin özelliği bence ölümsüz olmasıdır, başka bir şey değil. Tanrı ölümsüzlüğün üreticisidir ve ölümsüzlükten kuşku duyanlar hiç sorgulanmadan dinsiz olarak yaftalanır.” James’ten dört yüz yıl önce, Martin Luther benzer şekilde şunları söylemişti: “Öbür dünyaya inancınız yoksa Tanrınız beş para etmez.”72

İkincisi, büyük dinler ölüm ikilemi için bir çözüm sunmanın yanında başka yararlar da sağlar. Bunlar arasında, aynı dine mensup kişilere psikolojik destek olmanın yanı sıra fiziksel koruma, sosyal hizmetler ve iş bulma ya da ekonomik yardım gibi faydalar da bulunur. Gerçekten de bazı din­lerin psikolojik ve sosyal faydaları o denli belirgin hâle gelebilir ki bu tür yararlar dinlerin kökeni gibi görünebilir. Sosyolojik açıdan bakıldığında, Robert Bellah’ın savunduğu gibi, “dinler varken tanrıların hiç de gerekli olmadığı” bile söylenebilir 73

Üçüncüsü, daha önce belirtildiği gibi, büyük dinler genellikle halkın siyasal yönetimi ile birlikte gelişim gösterir. Kutsal olanla dünyevi olan el ele gelişir ve çoğu kez birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle, Mezopotamya’da tanrılara ait tapmaklar, ekonominin inşa edildiği atölyeleri ve ticareti kontrol etmiştir. Buna ek olarak siyasi liderler kendilerini tanrılarla müttefikleştirmiş ve bazı durumlarda kendilerini yarı tanrı hatta ilah konumuna getirmişlerdir. On dokuzuncu yüzyıl Alman lideri Otto von Bismarck, bu prensibi şunları gözlemler: “Devlet adamının görevi tarih koridorlarında yürüyen Tanrının ayak seslerini işitmek ve tam geçtiği sırada O’nun elbisesinin ucundan yakalamaya çalışmaktır.”74

Dördüncüsü, dinlerin sürekli olarak ortaya çıkması ve her birinin başarısının ya da başarısızlığının çoğunlukla taraftarlarının ekonomik, siyasi ya da askerî başarısı tarafından belirlenmiş olmasıdır. Örneğin, Budizm ve Hıristiyanlık, başlangıçta sırasıyla Hindistan imparatoru Asoka ve Roma İmparatoru Konstantin tarafından benimsendikleri için dünya dinleri hâline gelmiştir. Buna karşın, başlangıçta önemli bir dünya dini olmasına rağmen Yunan dini İskender’in MÖ 323’te ölümünden sonra Yunan şehir devletlerinin siyasi olarak onları zayıflatan ve tanrılarını sönükleştiren bitmek bilmeyen iç savaşları yüzünden varlığını sürdüremedi. Sonrasında, havari Paul Yunanlılara Hıristiyanlığı telkin etmeye başladığında, İsa ölüm sorununa Zeus’un sunduğundan çok daha cazip bir çözüm önerecekti.

Son olarak, yeni dinlerin ortaya çıkışı öncelikle daha eski dinlerden tanrıların ve teolojinin ödünç alınmasıyla gerçekleşir. Örneğin, eski Yunan tanrıları arasında sevgi ve güzellik tanrıçası Afrodit’in “deniz tüccarları tarafından Kıbrıs’tan Yunanistan’a getirildiği” kabul edilir. Buna karşılık Kıbrıslıların da Afrodit’i Asurlulardan ve Fenikelilerden ödünç aldıkları düşünülür. Buralarda Astarte adı verilen Afrodit’e Babil’de İştar denmiş, bundan öncesinde ise Mezopotamya’da İnanna olarak isimlendirilmiştir. Benzer şekilde, Afrodit’in âşık olduğu yakışıklı Yunan figürü Adonis, daha önce Fenike’de adına büyük bir tapmak kurulan Biblos’ta önemli bir tanrıydı. Adonis’in bundan önce Tammuz olarak adlandırıldığı Babil’den ve isminin Dumuzi olduğu Mezopotamya’dan ödünç alındığı düşünülmektedir. Tanrıların ödünç alınması fikri yeni değildir. Yunan gezgin ve tarihçi Herodot, 2.400 yıl önce “farklı dinî sistemlerde ve farklı isim ve özelliklere sahip tanrıların aslında çok benzer işlevlere sahip olduklarını” belirterek özellikle “Perslerin Afrodit’e tapınmayı Asur’daki Astarte kültünden ödünç aldığı” savını ortaya atar.75

Tıpkı tanrılar gibi dinî düşünceler de ödünç alınmıştır. Örneğin Yahudi Hıristiyan dininin, insanın yaratılması, Büyük Tufan ve Babil Kulesi gibi konularla ilgili fikirleri Mezopotamya dininden almış olduğu düşünülmektedir. Benzer şekilde, İsrailliler MÖ 587’den itibaren Babil’de sürgün edilmeleri sırasında güçlü Ahura Mazda ile Zerdüşt diniyle tanışmışlardır. İsrailliler Yahuda’ya  döndükten sonra, Eski Ahit’te ilk kez tamamen güçlü, monoteist bir tanrı fikri belirgin hâle geldi. Zerdüştçülükten ödünç alınmış olabilecek diğer fikirler arasında, “dünya ahlaki yozlaşma tehlikesi altında olduğu ve kötülüğün eline düştüğü zamanlarda belli aralıklarla” ortaya çıkacak “saoshyant” ya da kurtarıcı kavramı da bulunur. Son kurtarıcı “her insanın sevaplarıyla günahlarının tartılacağı” kıyamet gününün gelip çattığını haber verecek kişi olacaktır. Zerdüşti inancını takip edenler ayrıca kurtarıcıların üçünün de bakirelerden doğacağına, babalarının da bu dinin kurucusu Zerdüşt olacağına inanırlardı.76

Görüldüğü üzere, eksen çağı modern Homo sapiens in evriminde dikkate değer bir dönemin doruk noktasıydı. Sadece 4.000 yılda, ilk tanrılar ve uygarlıklar ortaya çıkarak hızla yayılmış ve bunu dünyanın bütün büyük dinlerinin oluşumu izlemiştir. Robin Dunbar “Din, biz insanların maymun kuzenlerimizden niteliksel olarak gerçekten ayrıştığı bir olgudur,” diye belirtir ve şu soruyu sorar: “Neden, din Hayvanlar Âleminde eşine rastlanmayacak bir şekilde sadece bizim türümüz üzerinde böyle bir üstünlüğe sahiptir?” Bu sorunun yanıtı bizlerin yalnızca akıllı, farkındalığa sahip, empatik ve özdüşünümsel oluşumuz değildir; geleceğimizi düşünürken geçmişimizi de bununla bütünleştirmemizi sağlayan otobiyografik bir belleğe sahip olmamızdır. Bu özellik bizi Karen Armstrong’un sözleriyle Homo religiosus [dindar insan] yapmıştır77

Ölüm ikilemi insan beyninin evriminin kaçınılmaz bir sonucuydu ama tanrılar ve dinler doğuştan sahip olduğumuz bu derin ikileme bir çözüm getiriyordu. Bunu yaparken, insanları melezleştirerek yarı ölümlü, yarı ölümsüz hâle getirdi. Ernest Becker, bu çelişkiyi Pulitzer Ödüllü The Denial of Death (Ölümü İnkâr) kitabında dile getirirken, insanları “anüsleri olan tanrılar” olarak nitelendirir. “İnsan tam anlamıyla ikiye bölünmüştür: Kendi dikkat çekici benzersizliğine dair bir farkındalığa sahiptir, böylece yüce bir görkemle doğadan ayrışır ancak yine de körü körüne ve ahmakça toprağın altına girerek çürür ve sonsuza dek yok olur. Bu ikilemle yüzleşmek ve onunla birlikte yaşamak zorunda olmak dehşet vericidir.”78

 

 

(26. Bölüm)

 

Tanrıların  Kökenine  Dair Diğer  Kuramlar

Tanrılara ilişkin düşünceler, tanrılar var olduğundan beri süregelmektedir. Nitekim tanrılar, dünya edebiyatının hayatta kalan en eski eserlerinden biri olan Gılgamış Destanında ön planda yer alırlar. Tanrılarla ilgili bu tür spekülasyonlar son yirmi yılda, özellikle insanların sadece yüzde 21’inin “Tanrının yaşamlarında önemli bir rol oynadığını söylediği” Avrupa’da giderek ön plana çıkmaktadır.1

Bu kitap, tanrılara evrimsel bir yaklaşım getirmek üzere yazıldı. Bu yaklaşım ilk kez Charles Darwin tarafından ortaya konmuştu. Darwin “her yeri kuşatan ruhsal aracılara inancın evrensel gibi göründüğünü” belirterek “ruhsal aracılara inancın kolayca bir ya da birden çok tanrının varlığına olan inanca dönüştüğüne” dikkat çeker. Bununla birlikte, Darwin’e göre bunun gerçekleşebilmesi için önce “insanın akıl yürütme gücünde önemli bir ilerleme” meydana gelmesi gerekir.2

Darwin’in döneminde mevcut olmayan sinirbilimi çalışmalarını kullanarak, bu kitabın l’den 5 e kadar olan bölümlerinde “insandaki akıl yürütme gücünde” görülen beş ana gelişme anlatılmıştır. Hominin beyinleri büyüdükçe ve çeşitli beyin alanları arasında daha güçlü bağlantılar giderek geliştikçe zekâya, kendimiz hakkında düşünme becerisine, başkalarının ne düşündüğünü düşünme becerisine (zihin kuramı) ve daha sonra kendimizin kendimiz hakkında düşündükleri ile ilgili düşünme özelliğimiz olan içebakışçı yetiye kavuştuk. Nihayet yaklaşık 40.000 yıl önce, otobiyografik bir bellek edindik ve kendimizi öncesinde mümkün olmayan biçimde geçmişte ve gelecekte düşünebilme becerisi kazandık. Artık modern Homo sapiens olmuştuk.

Kendimizi düşünsel olarak zamanda geriye ve ileriye götürebilmek, kendi ölümlerimizi öngörmemize izin verdiği için biz modern insanların düşüncelerini derinden etkilemiştir. Darwin’in çağdaşı olan Edward B. Tylor, ölümü anlama çabamızda ruhun ya da manevi bir varlığın kaybını yaşam ile ölüm arasındaki kritik fark olarak gördüğümüzü ileri sürmüştür. Geçmiş, şimdiki zaman ve geleceği birbiriyle birleştirme konusundaki yeni becerimiz rüyalarımıza daha öncesinde mümkün olmayan yollarla anlam yüklememizi sağladı. Tylor’un belirttiği gibi, ölen atalarımız rüyalarımıza girerek bizi ziyaret ettikleri için ölmüş ruhların öbür dünyada var olmaya devam ettiğini düşündük. Böylece, kaçınılmaz olarak bu ruhlardan yardım talep etmeye ve gönüllerini almak için çaba göstermeye başladık.

Ölümden sonra insanların başka bir biçimde var olmayı sürdürebildikleri kabul edildiğinde, tanrı düşüncesinin tohumları da ekilmiş oldu. Filozof Sam Harris’in The End ofFaith (İnancın Sonu) kitabında bahsettiği gibi: “Tek bir önermeye, ölmeyeceksin sözüne bir kez inanması hayata karşı başka türlü akla bile gelmeyecek bir yanıtı belirler.” Ölen aile üyelerinin ölümden sonra da var olduklarına inanıldığı için onlardan yardım istemek akla uygun geliyordu, atalara ibadet de bu şekilde başladı. Bu durum giderek öylesine ayrıntılı hâle geldi ve ayinleştirildi ki kudretli atalardan bazıları ilahi göklere ulaşmaya başardı ve tanrı olarak görülmeye başlandı. Anlaşıldığı kadarıyla bu süreç dünyanın çeşitli yerlerinde birbirinden bağımsız şekilde gerçekleşti ancak yazılı kayıtlar ortaya çıkana dek bu doğrulanamadı.3

Geçmişi, bugünü ve geleceği bütünleştirme becerimiz, planlama yapabilme özelliğimizi geliştirerek doğrudan tarım devrimine yol açtı. Tarıma geçiş sayesinde insan nüfusu arttıkça ve bu nüfus şehirleştikçe, dünyevi yöneticiler kurallar ve yasalar yarattılar ve bunları tatbik etmek için daha sonra kendileri tanrılarla birlik oldular. Böylece toplumun adalet ile ilgili, ekonomik ve sosyal gereksinimlerini tanrıların yetkisi altında toplayan ilk dinler ortaya çıktı. Devletler ve uygarlıklar genişledikçe dinler de büyüdü.

Tanrıların ve dinlerin etkisi doğrudan bağlı oldukları uygarlıkların etkisine bağlıydı; bu durum günümüzde de devam etmektedir. Şekil 8.1’de bu olaylar şematik olarak gösterilmektedir.

ŞEKİL 8.1  Tanrıların ve dinlerin kökenleri.


Görüldüğü gibi, beyne ilişkin evrim kuramı tanrıların ve daha sonrasında tanrılara bağlı resmî dinlerin insan beyninin gelişiminin bir ürünü olduğunu ileri sürer. Günümüzdeki beyin çalışmaları, önceki bölümlerde ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı gibi, bilişsel becerilerimizin bu becerilerle ilişkili olan beyin bölgelerinin evrilmesiyle aynı sırayı izleyerek kazanıldığını doğrular ve bu kurama anatomik bir destek sağlar. Tıpkı Darwin’in, “ruhsal aracılara inancın, tanrılara inanca yol açtığını düşünmesi gibi, Tylor da “kişinin sahip olduğu ruhun Gelecek Hayat’ta da varlığını sür­düreceğine” olan inancın hem tanrılara hem de dinlere yol açtığını ileri sürer. Tylor bu gelişimi şöyle özetler:

[Ruhun varlığının sürdüğüne dair] bu büyük inancın izleri, vahşi ırklar arasındaki kaba ve ilkel tezahürlerinden geleceğe olan imanın bir anda sevap işlemeye, acı çekerek ve ölüm korkusu duyarak umudun sürdürülmesine özendirdiği ve bu dünyada mutluluk ile sefaletin bölüştürülmesi konusundaki kafa karıştırıcı sorunu başka bir dünyada adalet sağlayarak çözen modern bir dinin merkezine yerleştiği yere kadar sürülebilir.4

Bu nedenle beyne ilişkin evrim kuramı, tanrıların hem ortaya çıkış nedenini hem de niçin o zaman ortaya çıktıklarını açıklayabilir. Evrim kuramı aynı zamanda paralel evrime dayanarak tanrıların dünyanın farklı yerlerinde birbirinden bağımsız ortaya çıkışını da açıklayabilir. Son olarak, toplulukların adli, ekonomik ve sosyal ereksinimlerinin manevi ihtiyaçlarla nasıl birleştiğine açıklık getirebilir. Dünyevi olanla kutsal olan birlikte gelişmiştir; her biri diğerini desteklemiş ve birbirine bağımlı kalmıştır.

Tanrıların ve dinlerin kökenini açıklamak için başka kuramlar da ileri sürülmüştür. Bu kuramlar birbirleriyle önemli oranda örtüşme gösterir ve tanrıların ve dinlerin kökeni ile ilgilenen pek çok akademisyen bu kuramların birden fazlasını kullanır. Aşırı basitleştirerek de olsa bu kuramlar sonraki sayfalarda kısaca özetlenecektir.

Toplumsal Kuramlar

Tanrıların ve dinlerin kökeni hakkındaki toplumsal kuramlar, çoğunlukla çağdaş sosyolojinin kurucusu olarak gösterilen, on dokuzuncu yüzyıl Fransız düşünürü Émile Durkheim’ın çalışmalarına dayanır. Durkheim, tanrıların ve dinlerin kökeninin ruh ve rüyalarda değil, sosyal yapılarda ve kurumlarda yattığına inanıyordu. “Dinin gerçek doğası, onun yüzeyinde değil, altında yer alır... Dinin asıl değeri, kendisine ilham veren ve bireylerin gruba bağlılığını yenileyen törenlerde yatar. Bu ritüeller daha sonra neredeyse sonradan akla gelen bir düşünce gibi, ataların ruhları ve tanrılar hakkındaki fikirleri biçimlendiren bir tür sembolizm gereksinimi yaratırlar.” Durkheim için “din son derece toplumsal bir şeydir” ve başlangıç noktası hizmet ettiği işlevlerdir. Aslında, din için tanrıların varlığı şart değildir. Durkheim için “din ve toplum birbirinden ayrılamaz”.  1912’de yayınlanan The Elementary Forms of the Religious Life (Dinî Hayatın İlkel Biçimleri) adlı kitabında dini “kutsal şeylerle ilişkili inançlardan ve uygulamalardan oluşan ve Kilise olarak adlandırılan tek bir ahlaki topluluğa bağlı birleşik bir sistem” olarak tanımlar.5

Durkheim, çağdaşı din kuramcılarını büyük ölçüde etkilemiştir. Buna bir örnek New York Times muhabiri Nicholas Wade’dir. The Faith Instinct (İnanç İçgüdüsü) kitabında Wade “dinin evrimsel işlevinin ... insanları birbirine bağlayarak grup çıkarlarım kendi bireysel çıkarlarının önüne koymalarını sağlamak” olduğunu öne sürer. Dolayısıyla “daha güçlü bir dinî eğilime sahip olan gruplar, daha az kaynaşmış gruplara göre daha çok birleşecekler ve daha fazla avantaja sahip olacaklardır”. Wade’e göre “bir din, üyelerinin birbirlerini desteklediği güven halkaları yaratır... [ve] hem birbirlerine (grup içi) hem de inanmayanlara (grup dışı) karşı üyelerin toplumsal davranışlarını şekillendirir”. Benzer bir görüş, William ve Mary Üniversitesinden antropolog ve psikolog Barbara King tarafından Evolving God kitabında dile getirilmiştir. King e göre “din temelde” primatlarda güçlü bir ihtiyaç olarak gözlemlediği “aidiyet duygusu üzerine inşa edilmiştir”. Din, bu ihtiyaçtan doğmuştur: “Dünyevi bir aidiyet gereksinimi insanın hayal gücünü harekete geçirerek Tanrı, tanrılar ve kutsal ruhlarla ilişki kurulan diğer dünyevi âleme kapı açmıştır. Maymunsu atalarımızda gördüğümüz yapı taşlarından tanrılara dua etmek, ilahilerle Tanrıyı övmek, görünmez ruhların gücü önünde korkuyla titremek için duyulan içli gereksinim ortaya çıkmıştır."6

Binghamton Üniversitesinden antropolog David Sloan Wilson, bir dine mensup olmanın toplumsal avantajlarını vurgulayan bir diğer önemli sosyal kuramcıdır. Darwin’s Cathedral adlı kitabında, ülkeye yeni gelmiş göçmenlere dair çeşitli örnekleri alıntılar. Bu kişilerin bir kilise cemaatine katılarak elde edebildikleri “araba satın alma, konut bulma, iş başvuruları için tavsiye mektubu alma, bebek bakıcılığı için referans alma, Sosyal Güvenlik bilgileri... çocukları okula kaydetme, vatandaşlık için başvurma ve mahkeme işleri gibi sürüp giden bir maddi menfaatler listesi” sıralar. Antik Mezopotamya’da Enki ve diğer tanrıların tapınak cemaati de bu tür toplumsal menfaatlerden kendilerine düşen payı almışlardır. Kısacası böyle menfaatler en başından itibaren dinlerin yapısında yer almıştır7

Diğer toplum örgütleri gibi dinler de elbette mensuplan için toplumsal faydalar sağlar ve önemli sosyal ihtiyaçları karşılar. Bu, 6. Bölüm’de anlatıldığı gibi, kayıtlı ilk dinlerin Mezopotamya’da ortaya çıkmasından bu yana böyle olagelmiştir. Ancak mesele dinlerin sosyal ihtiyaçları karşılayıp karşılamadığı değil, bu durumun tanrıların ve dinlerin kökeni olup olmadığıdır. Bazı sosyal kuramcılar arasında tanrılar belirgin şekilde öne çıkmaz. Örneğin The Faith Instinct (İnanç İçgüdüsü) kitabında Nicholas Wade, “tanrıların etkili bir cemaat için her zaman gerekli olmadıklarım” iddia eder. Bu kuramlara göre, Thor ve Zeus’un yıldırımları ellerinden alınmış gibidir, bu tanrılar daha ziyade polis memuru ya da sosyal görevli gibi görünürler.8

Toplum  Yanlısı Kuramlar

Tanrıların kökeni konusundaki toplum yanlısı (prososyal) davranış kuramları, özel bir sosyal kuram türü olarak kabul edilebilir. Bu kuramların özü, insanların tanrılar tarafından gözetleniyor olmasıdır, insanlar her şeyigören ve bilen gökyüzündeki göz tarafından sürekli izlenir. Bu kuramlar, tanrıların ve dinlerin toplumsal kuralları, ahlakı ve grup normlarını uygulamadaki önemini vurgulayarak “dinin belirli bir toplumsal düzeni sürdürmek üzere icat edildiğini” ileri sürerler. Bu açıdan bakıldığında, her şeyi gören ve bilen bir tanrıya olan inanç çok faydalıdır. Bu tür tanrıların yararını gösteren klasik deney, bir üniversite kafeteryasında insanların aldıkları içecekler için içine para koymalarının beklendiği “dürüstlük kutusu” idi. On haftalık bir süre boyunca “dürüstlük kutusunun üzerine sırayla, bir hafta çiçek resimleri bir hafta bir çift göz resmi çizildi. Göz resimlerinin kullanıldığı haftalarda, çiçeklerin kullanıldığı haftalara göre neredeyse üç kat fazla para toplandı. Araştırmacılar, “göz resimleri katılımcılarda izlendiklerine dair bir algı oluşturduğu için işbirlikçi davranışları motive ettiği” sonucuna varmıştı. İlginç bir şekilde, benzer bir araştırma ilkokul çocukları üzerinde yapıldığında, gözlerin bu çocukların davranışları üzerinde herhangi bir etkisi olmamıştır, bunun nedeni muhtemelen çocukların henüz olgun bir biliş (kavrayış) kazanmamış olmalarıdır.9

Yakın tarihli üç kitap, tanrının bizi izlemesi konusuna odaklanmaktadır. Üç kitap da bu kitabın 3. Bölümü’nde tartışılan zihin kuramının dinî inancın temeli olarak önemine değinerek başlar. Homininler bir zihin kuramı edindiklerinde ve diğer insanların yanı sıra tanrıların da düşünceleri ve duyguları olduğunu anladıklarında, dinlerin oluşmasıyla sonuçlanacak kaçınılmaz bir yolculuğa başladılar. Belfast’ta Queen’s Üniversitesinden psikolog Jesse Bering, The Belief Instinct kitabında açıkça “Tanrı zihin kuramından doğmuştur,” der.10

Bu konu British Columbia Üniversitesinden psikolog Ara Norenzayan tarafından yazılan Big Gods: How Religion Transformed Cooperation and Conflict ve Oxford Üniversitesinden biyolog Dominic Johnson tarafından yazılan God Is Watching You: How the Fear o f God Makes Us Human adlı kitaplarda bu konu ileri taşınmıştır. Her iki kitap da tanrı kavramının zihin kuramından ve tanrıların bizi izlediğine olan inancımızdan kaynaklandığını öne sürmektedir. Böyle bir inanç, bizi diğer homininlerle işbirliği yapmaya yöneltir; ne kadar fazla işbirliği yaparsak grubumuz ekonomikve toplumsal açıdan o derece başarılı olacak ve genlerimiz de o kadar çok yayılacaktır.11

Johnson, iyi ile kötüyü ve hayatın anlamını açıklayabilmek için tanrıların ortaya çıktığını ileri sürer: “Beynimiz, hayatın rastlantısallığı içinde anlam arayışı yapmadan duramayacağımız şekilde gelişti. Bu insanoğlunun doğasında var.” Bu gereksinimi karşılamak için tanrıları icat ettik: “İnsan toplumları tanrıları sadece bir kez değil, binlerce kez icat etmiştir.” Tanrılar bizi sürekli izlemek ve ne yaptığımızdan haberdar olmak suretiyle, işbirliği içinde davranmamız için üzerimize olumlu bir güç uygularlar: “Burada temel fikir, doğaüstü araçların Büyük Birader (Big Brother) gibi bizi sürekli gözetleyen, kendi çıkarımızı baskılayarak daha fazla işbirlikçi ve üretken olmamızı sağlayan korku ve saygı figürleri olmalarıdır.” Johnson’a göre bu tür toplumlar daha başarılı olacak ve dolayısıyla genlerini bir sonraki kuşağa aktarma olasılıkları evrimsel olarak artacaktır.12

Başka bazı yazarlar, tanrıların ve dinlerin ahlaki ve toplum yanlısı davranışları teşvik etmelerinin önemini vurgulamışlardır. Eski bir Katolik rahibe olan Karen Armstrong A History o f God (Tanrının Tarihi) kitabında “Tanrı fikri olmaksızın mutlak bir anlam, hakikat ya da ahlak yoktur; etik sadece bir zevk meselesi, bir ruh hâli ya da heves olarak kalır,” der. Bu düşünceye katkıda bulunan bir diğer kişi sosyolog Robert Bellah’tır. Religion in Human Evolution (İnsan Evriminde Din) kitabında dini “ahlaki bir toplumda onlara bağlı olanları bir araya getiren kutsallarla ilişkili bir inanç ve uygulama sistemi” olarak tanımlar ve oyun, ritüel ve mit gibi ortak etkinliklerin toplumlar giderek daha karmaşık hâle geldikçe nasıl kurumsallaşmış dinlere yol açtığını anlatır.13

Dini toplumsal davranışları teşvik eden bir mekanizma olarak inceleyen bir diğer görüş Boston Üniversitesinden psikolog Patrick McNamara tarafından ileri sürüldü. Neuroscience o f Religious Experience kitabında dinî inanç ve uygulamaların bireyler üzerindeki etkilerine odaklanır. McNamara, “mevcut Benlik”, “uygulayıcı Benlik” ve “ideal Benlik” kavramlarını ortaya koyar: “Din, bireyin ulaşmak için çaba gösterdiği ve mevcut Benliğini değerlendirebileceği ideal bir Benlik sağlayarak bu uygulayıcıBenliği yaratır”. Dinî uygulamalar “[mevcut]  Benliği daha yüksek, daha iyi bir Benliğe dönüştürmeyi amaçlar... Din Benlik ile ilgilidir, çünkü onu dönüştürmeyi amaçlar”. McNamara dinî uygulamaların beyni “merkezsizleştirici” olarak adlandırdığı bir süreçle nasıl etkilediğini anlatır. Bu görüşe göre dinin nihai amacı, bireysel davranışları iyileştirmek ve sosyal işbirliğini teşvik etmektir, çünkü “uygulayıcı Benlik, sosyal bir Benliktir ve toplumsal işbirliği konusunda ustadır".14

Tanrıların toplum yanlısı davranışları desteklemekte rol oynadığı açık bir şekilde görülür ancak bu rolün büyüklüğü tartışmaya açıktır. Bununla beraber, asıl soru tanrıların toplum yanlısı davranış ve işbirliğini destekleyip desteklemediği değil, tanrıların kökeninde yatan nedenin bu olup olmadığıdır. Toplum yanlısı kuramcıların iddia ettiği gibi, tanrılar Homo sapieMs’te toplum yanlısı davranışın teşvik edilmesine duyulan ihtiyaçtan dolayı mı ortaya çıkmışlardır? Yoksa bu kitapta iddia edildiği gibi, Homo sapiens in ölüm ve öbür dünya anlayışına bir yanıt olarak mı ortaya çıkmış ve sonrasında toplum yanlısı bir işlev mi kazanmışlardır?

(27. Bölüm)

 

Psikolojik Ve  Rahatlık  Kuramları

Tanrıların ve dinlerin kıkenlerine dair en iyi bilinen psikolojik kuramı psikanalist Sigmund Freud ortaya atmıştır. Freud’a göre, baba figürü olarak tanrıları yaratma ihtiyacımız, Ödipal kompleksimizi çözmek için duyduğumuz bilinçdışı bir gereksinimden kaynaklanır. Bu gereksinim çocukluk döneminde, tıpkı Yunan kral Ödipus’un yaptığı gibi, erkek çocukların babalarını öldürüp anneleri ile evlenmek istemelerine bağlı olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, Freud’a göre, “din, yalnızca derin duygusal çatışmalara ve zafiyetlere bir tepki olarak ortaya çıkar” ve insanlardaki bilinçdışı çatışmalar psikanaliz yoluyla çözüldüğünde dine duyulan gereksinim de ortadan kalkar.15

Freud’un bilinçdışı gereksinimleri karşılayan din kuramları gözden düşmüş olsa da günümüzde birçok kuram dinlerin bilinçli ve bilinçdışı rahatlama ihtiyaçlarını karşılamadaki rolüne vurgu yapar. Ölümü bir sonolarak kabul etmektense cennete gitmeyi, öldükten sonra yeniden dirilmeyi ya da ölümden sonra bir başka hayat biçimine girmeyi ummak tabii ki rahatlatıcıdır. Çoğu dinde, öbür dünya oldukça çekici olarak tasvir edilir. Örneğin Mormon dininde, cennetin üç katı içinde en yükseği olan Göksel Krallık, peygamber Joseph Smith tarafından “altınla döşenmiş gibi duran ... muhteşem güzellikte caddelerin” bulunduğu bir yer olarak anlatılmıştır. İnananlar orada sonsuza dek yaşamayı sürdürecektir.

Bir Mormon araştırmacı şöyle der: “Öbür dünyada, sahip olduğumuz koca göbek, siğiller, şekil bozuklukları ve benzeri kusurlar haricinde, her birimiz dünyadaki hâlimize benzeyecek ve mükemmel bir fiziksel görünümde olacağız; ölmeden önceki ruhlarımız da artık ebediyetle giyinmiş olacak.” İnsanlar Göksel Krallık’ta aileler hâlinde yaşayacak ve “bebekya da çocukken ölenler yüce ebeveynleri tarafından, Âdem’den gelip sonsuza dek uzanan aile zincirinin bir halkası olarak büyüyene kadar bakılacaklar”.16

Ölümden sonraki hayata ilişkin vaatleri tanrıların ortaya çıkışında önemli bir faktör olarak gören din bilimcilerinin çoğu, bunun yanında başka etkenlerin de olduğunu görüşündedir. Cambridge Üniversitesinden zoolog Robert Hinde, Why Gods Persist kitabında şunları söyler: “Bir tanrıya inanmak, özellikle olayların nedenlerini anlama, kişinin kendi yaşamını kontrol ettiği hissi, sıkıntılı durumlarda güven arama, ölüm korkusuyla başetme, ilişkileri ve toplumsal yaşamın diğer yönlerini arzulama ve hayatta makul bir anlam arama gibi çok sayıda insani eğilimle ilintilidir.” Benzer şekilde, Johns Hopkins Üniversitesinden sinirbilimci David Linden, The Accidental Mind kitabında “din insanlara özellikle kendi fanilikleri ile yüzleşmelerinde bir rahatlık sağlar,” der. Daha sonra dinlerin sahip olduğu diğer avantajlara eşit pay vererek “dinin belirli toplumsal hiyerarşinin sürdürülmesini desteklediğini ve zor sorulara yanıtlar getirdiğini” belirtir.17

Rahatlama konusundaki nörokimyasal bir bakış açısı, Lionel Tiger ve Michael McGuire tarafından God’s Brain kitabında ortaya konmuştur. Bu yazarlara göre “bilinmeyenin belirsizliği ve bununla yüzleşmek” beyinlerimizde “olumsuz fiziksel ve psikolojik durumlar yaratan” kimyasal değişikliklere yol açar. Bu tür strese bir tepki olarak, beyinlerimiz salgıladığı nörokimyasalları otomatik olarak düzenleyerek yazarların deyimiyle “beyni sakinleştirir”. “Beyni sakinleştirmede” önemli bir araç olan din bunu üç mekanizma ile başarır: dinin toplumsal yönleri serotonin, dopamin ve norepinefrin’i yukarı doğru regüle ederek  haz üretir; dinî ritüellerin uygulanması vücudu rahatlatır ve dinî inançlar “varoluşun ve toplumsal yaşamın karmaşıklığını” sadeleştirir. Dolayısıyla dini anlamak için “dinin beyne ne yaptığına bakmamız gerekir”. Kitapta şöyle yazar: “Bacaklar için koşu neyse beyin için de din odur... [din] kafamızın içindeki organ için bir sosyal-duygusal ve kurumsal egzersiz biçimidir.”18

Bazı biliminsanları, ölüm korkusu ile öbür dünyaya yönelik arzunun dinin gelişimi için özellikle önemli olduğunu kabul etmezler. Örneğin, Washington Üniversitesinden antropolog Pascal Boyer “sıkça karşılaştığımız ve pek düşünülmeden ortaya atılan 'insanlar ölümden korkar ve din onlara ölümün bir son olmadığına inandırır’ açıklaması kesinlikle eksik bir açıklamadır, çünkü insan zihni bütün stresli ya da korku uyandırıcı durumlara karşı yeterli rahatlatıcı sanrılar üretmez,” diye belirtir. Göründüğü kadarıyla, Boyer ölüm korkusunu basit bir şekilde, insana ait çok sayıdaki stres ve korku türlerinden biri olarak sınıflandırır. Benzer şekilde, Fordham Üniversitesinden antropolog Stewart Guthrie, bazı dinlerde inanç siste­minin bir parçası olarak ölümden sonra hayat kavramı bulunmadığını iddia eder. Bu nedenle, “birçok dinde öbür dünyanın ya da ölümden sonra mutlu bir yaşam sürdürüleceği inancının bulunmaması, arzu-tatmini [rahatlama] kuramının iki temel açıklamasını çürütür: inancın ölümsüzlük arzusuyla motive edildiği ve ölümden sonra cezalandırmaya uğramama arzusuyla motive edildiği”.19

Ölüm korkusu ile öbür dünyaya yönelik bir arzunun tanrıların ortaya çıkışında en önemli etkenler olduğunu ileri sürmek, tanrı ve dinlerin diğer yönlerinin de rahatlatıcı olduğunu inkâr etmek değildir. Hinde’nin belirttiği gibi, “Sizden yana olan ve yardım için yalvardığınızda bunu esirgemeyen güçlü bir varlığa inanmak rahatlatıcıdır”. Tanrılara olan inanç aynı zamanda birinin kontrolü elinde tuttuğunu ve her şeyin bir anlamı olduğunu düşündürür. Bu özellikle deprem, sel baskını, kasırga veya tayfun gibi doğal afet zamanlarında rahatlatıcıdır. İnsanlar sevdiklerini yitirdiklerinde veya masum çocukların ölümüyle yüzleştiklerinde, hayatını iyilik yaparak geçirmiş birine kiliseye giderken yıldırım çarptığında ya da üzerine ağaç düştüğünde tanrılar rahatlatıcıdır. Hinde’nin vurguladığı gibi, “Belki de bu tür konular, dinî sistemlerin, kaotik görünebilecek türlü deneyimlere bir düzenin parçası olduğu izlenimi verecek şekilde ‘huzur’, tutarlı bir dünya görüşü sağladığı önermesiyle özetlenebilir”. Theodosius Dobzhansky tarafından belirtildiği gibi, “Din, insanların kendileriyle ve kendilerinden daha büyük bir güç tarafından içine fırlatıldıkları muazzam ve gizemli evrenle barışmalarını sağlar”20 ,


Kalıp  Arayan  Kuramlar

Tanrıların ve dinlerin kökeni hakkında oluşturulan psikolojik kuramlar psikolojik olarak rahatlık sağlarken, kalıp arayan kuramlar entelektüel ya da bilişsel olarak rahatlık sunabilir. Bu tür kuramlar son yıllarda sıkça karşımıza çıkmaktadır.

Bu tür kuramları destekleyen ilk kitaplardan biri, Stewart Guthrie’nin 1993 yılında yayınlanan Faces in the Clouds: A New Theory of Religion dir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Guthrie “dinin en iyi sistematik antropomorfizm, yani insana has özelliklerin insanlık dışı şeylere ya da olaylara atfedil­mesi şeklinde anlaşılabileceğini” savunmuştur. Aslında, “antropomorfizm dinî deneyimin özünü oluşturur... insanın düşünce ve hareketlerine nü­fuz eder... ve din, antropomorfizmin en sistematik şeklidir”. Bizler sadece bulutlarda insan yüzleri görmekle kalmayız, gök gürültüsü ve şimşek gibi doğa olaylarını da tanrılara bağlarız. Guthrie, antropomorfizmin evrimsel açıdan avantajlı olduğunu, “çünkü dünyanın belirsiz, güvenilmez ve açık­lamaya muhtaç bir yer olduğunu” iddia ederek evrimsel bir bakış açısıyla şuna dikkat çeker: “Bir doğa yürüyüşçüsünün bir kayayı ayı sanması, ayıyı kaya sanmasından daha iyidir.”21

Son yirmi yılda, kalıp arayan pek çok kuramcı bu mantığı izlemiştir. Psikolog ve bilim yazarı Michael Shermer How We Believe isimli kitabında “insanların kalıp arayan yetenekli canlılar olarak evrimleştiklerini” belir­terek “işlevi kalıp aramak ve nedensel ilişkileri ortaya çıkarmak olan bir İnanç Motoru geliştirdiğimizi” savunur. “Kalıpları bulmada en başarılı olanlar... nesillerini en iyi sürdürenlerdir.” Daha önce değindiğimiz Pascal Boyer Religion Explained kitabında “dinin tüm insanların beyninde bulu­nan bilişsel süreçler açısından, normal bir zihnin çalışmasının ayrılmaz bir parçası olduğunu” açıklar. “İman ve inancın, kavramlar ile çıkarımların din ile ilgili olarak yaptıklarının <diğer alanlarda’ yaptıklarıyla aynı şekilde ortaya çıkan basit yan ürünleri olması muhtemeldir.” Benzer şekilde, Tufts Üniversitesinden filozof Daniel Dennett yazdığı Breaking the Spell adlı ki­tapta dinî inancın bir insandaki “aşırı aktif etkenleri algılama cihazının” yan ürünü olduğunu savunur. Dennet bunu şöyle tarif eder: “İnsanların tanrılara olan inancının temelinde, tetikte bekleyen bir içgüdü bulunur: faaliyeti (inançları, arzulan ve diğer zihinsel durumları) hareket eden kar­maşık her şeye bağlama eğilimi.”22

İnsanların kalıp arayan canlılar olduğu doğrudur, bu son iki milyon yıl içinde geliştirdiğimiz zekânın doğrudan bir sonucudur. Bununla bir­likte, 4. Bölüm’de de tartışıldığı gibi, temelde entelektüel bir eylem olan kalıp aramak, tek başına tanrıların ortaya çıkmasına yol açmış olabilir mi? Akrabalarını 28.000 yıl önce Sungir’de özenle hazırlanmış mezar eşyaları ile birlikte gömen insanlar ve 11.000 yıl önce Göbekli Tepeyi inşa edenler yaptıkları işe büyük emek vermişler ve muazzam büyüklükte kaynak yatır­mışlardı; bu insanlar derinden hissettikleri inançlar tarafından etkilenmiş olmalılar. Kalıp aramak yeterli gelmiş midir?

Nörolojik  Kuramlar

Son yıllarda beyin fonksiyonel manyetik rezonans (MR) görüntüleme tekniği sayesinde, dinî düşünceyle ilişkili beyin alanlarını belirlemek için çok sayıda araştırma yapılıyor. Genelde nöroteoloji olarak sınıflandırılanbu tür çalışmalar Patrick McNamara’nın The Neuroscience o f Religious Experiences adlı kitabında güzel bir şekilde özetlenmiştir.23

Temporal lob epilepsisi olan kişiler nöbet geçirdikleri sırada zaman zaman Tanrıyı görme gibi dinî deneyimler yaşadıklarını bildirdikleri için temporal lob bu çalışmalarda odak noktası olmuştur. San Diego’daki California Üniversitesinden nörobilimci Vilayanur Ramachandran, bu gibi epilepsi nöbetlerinin öncesinde bu kişilerin dörtte birinin “ilahi mevcudiyet hissi ve Tanrı ile doğrudan iletişim hâlinde oldukları duygusu gibi çok etkileyici manevi deneyimler yaşadıklarını” bildirmiştir. Benzer şekilde, Kanada Laurentian Üniversitesinden psikolog ve Neuropsychological Bases of God Beliefs adlı kitabın yazarı Michael Persinger, “Tanrı Deneyiminin temporal lobun normal ve daha organize olmuş bir etkinliği” ve “duygusal stres, sevilen bir kişinin kaybı ve beklenen ölümün verdiği çaresizlik hissi gibi çözümü zor psikolojik etkenlerin tetiklediği” küçük bir epileptik nöbet türü olduğunu söyler. Persinger, “Tanrı Deneyimi için biyolojik bir kapasitenin, türlerin hayatta kalması için kritik önem taşıdığını” düşünür. “Tanrı Deneyimi, temporal lobun yapımı ile ilişkili bir olgudur... Eğer temporal lob başka bir şekilde gelişmiş olsaydı Tanrı Deneyimi oluşmazdı.”24

Parietal lob da, özellikle üst temporal loba bitişik olan kısmı (temporoparietal bileşke), nöroteoloji çalışmalarının konusu olmuştur. Bu beyin alanı uyarıldığında vücut dışındaki bir deneyim ya da genellikle dinî bağlamda duyumsanan bir “varoluş hissi” oluşturabilir. Persinger’ın çalışmaları temporal lobla birlikte parietal alanı da kapsıyordu. Benzer şekilde, Cosimo Urgesi ve arkadaşları İtalya’da beyin tümörü bulunan 88 hastayı incelediklerinde dinî “özaşkınlık” duygularının alt parietal lobüldeki aktiviteyle ilişkili olduğunu saptadılar. Filozof ve yazar Matthew Alper, temporal-parietal alanı, aynı isimli kitabında (The God Part of the Brain) “beynin Tanrı bölümü” olarak adlandırarak günün birinde, “Tanrıektomi” ameliyatıyla “beynin Tanrı bölümü”nün cerrahi olarak çıkarılmasının mümkün olabileceğini ileri sürdü 25

Hipokampus, amigdala ve limbik sistemin bunlarla ilişkili kısımları da nöroteoloji çalışmalarında dikkat çekmiştir. Palo Alto VA Hastanesindeçalışan psikolog Rhawn Joseph, limbik sistemin “Tanrı nöronları” ve “Tanrı nörotransmitterleri” içerdiği kuramını öne sürmüştür.  Duke Üniversitesindeki araştırmacılar tarafından yapılan yeni bir çalışmada, “yaşamı değiştirecek kadar güçlü bir dinî deneyim yaşayan katılımcılarda” hipokampüs atrofisinin  görüldüğü bildirilmiştir. Patrick McNamara, “yüzlerce klinik olguda ve bazı beyin görüntüleme çalışmalarında amigdalanın, prefrontal lobların büyük bölümlerinin ve ön temporal korteksin dinî deneyimlerin yaşanmasında rol oynadığının sıklıkla gösterilmesi çarpıcı bir durumdur,” diye belirtir. McNamara bu bölgeleri dinle ilişkili beyin devresi olarak adlandırmıştır.26

McNamara’nın bulguları ile tutarlı olarak, frontal lob da nöroteoloji araştırmalarında göze çarpmaktadır. Örneğin, Pensilvanya Üniversitesinden Andrew Newberg ve Eugene d Aquili, Francisken rahibeler ile Budist keşişler meditasyon yaparken beyinlerinde harekete geçen alanları incelemişler ve “frontal loblarda ve özellikle prefrontal kortekste aktivitenin arttığını” bildirmişlerdir. Ayrıca, rahibelerin ve keşişlerin parietal loblarında aktivite azalmış ve bu kişiler kendilerini “zamansız ve mekânsız bir duruma girer gibi” hissettiklerini belirtmişlerdi. Başka araştırmacılar dindarlığı orbital frontal korteks ile ön singulat gibi frontal lobların spesifik kısımlarıyla veya frontal ve parietal alanların birleşimiyle ilişkilendirmektedir.27

Tüm bunlara ek olarak başka araştırmacılar da, dinî düşünceyi, talamus ve kaudat gibi başka beyin alanlarına, ayrıca dopamin ve serotonin gibi belirli nörokimyasal sistemlere bağlamaktadır. Bu noktada, beyinde tek bir “tanrı merkezi’nin olmadığı net bir şekilde anlaşılmaktadır. Aksine, dinî deneyimler, bu kitabın önceki bölümlerinde anlatılan özfarkındalığa, başkalarına yönelik farkındalığa, içebakışa ve otobiyografik belleğe aracılık eden, başka bir deyişle bizi insan yapan ağa benzeyen, geniş bir beyin ağı tarafından gerçekleştirilir. McNamara da benzer şekilde “dinî deneyime bağlı beyin bölgeleri ile benlik duygusu ve özbilince ilişkin beyin bölgeleri arasında önemli bir anatomik örtüşme olduğunu” belirtmiştir. Dinî deneyimlerin aktif hâle getirdiği beyin alanlarının bu deneyimin türüne bağlı olarak değiştiği de açıktır. Örneğin, meditasyon frontal alanları aktif hâle getirirken, yoğun duygular içeren deneyimler amigdalayı aktive eder. Benzer şekilde, bir çalışmada bazı deneklerden “Kendilerini Tanrı ile yakın bir ilişki içindeyken düşünmelerini”, bazılarından ise “Tanrının öfkesinden korkuyu” deneyimlemeleri istendiğinde beynin farklı alanlarının aktifleştiği görülmüştür.28

Genetik  Kuramlar

İkizler üzerinde yapılan araştırmalar, dindarlığının genetik bir yönü olduğuna işaret etmektedir. Hem tek yumurta hem de çift yumurta ikizlerinde yapılan bir çalışmada “genetiğin dindarlığa katkısının yüzde 20 civarında olduğu” bulunmuştur. Birbirlerinden ayrı olarak yetiştirilmiş tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılmış diğer bir araştırmada dindarlık çeşitli şekillerde değerlendirilmiş (örneğin, dinî inançlar, dinle ilgili mesleklere duyulan ilgi) ve “genlerin dindarlık üzerine etkisinin yüzde 50 olduğu” bildirilmiştir. Ancak bu çalışmanın yazarları genetik etkinin “gelenekçilik gibi kişilik özellikleri ile ilintili olabileceğini” belirtmişlerdir; diğer bir deyişle, benzer kişilik özelliklerini miras alan bireyler dinî fikirlerle daha çok ilgilenebilirler. Bu gibi durumlarda, genetik aslında dindarlık üzerinde değil, kişilik özellikleri üzerinde etkili olacaktır.29

Birkaç araştırmacı, “evrensel manevi/dinî eğilimlerimizin ... genetik olarak geçiş gösteren bir özellikle... ‘manevi’ (spiritüel) genler dediğimiz kalıtsal bir yapıyı temsil ettiğini” bile ileri sürmüştür. Eğer bu doğruysa “insanların, bir manevi gerçekliğe, bir Tanrıya ya da tanrılara, bir ruha ve ahrete inanmak için genetik yatkınlığı ya da ‘fiziksel donanımı’ var demektir”30

Böyle bir geni tanımlamaya yönelik en iddialı girişim, 2004’te The God Gene isimli kitabı yayınlanan ve Time dergisindeki bir kapak hikâyesinde yer alan genetikçi Dean Hamer tarafından gerçekleştirildi. Hamer, dindarlık ölçütü olarak doğaya bağlılık ve duyu dışı algılara ilgi gösterilmesi gibi “maneviyatla ilişkili bir özaşkınlık ölçeği” kullandı. Daha sonra, deneklerin test puanlarındaki değişkenliğin yalnızca yüzde l’inden sorumlu olan bir gen saptayarak bunu “manevi bir alel”  veya “Tanrı geni” olarak adlandırdı. Bu gen dopamin, serotonin ve Hamer’a göre salındıklarında “derin bir keyif, doyum ve huzur hissi” uyandıran diğer beyin kimyasallarını etkilemekteydi. Hamer’ın çalışmaları, seçtiği dindarlık ölçütleri, zayıf istatistiksel bulguları ve insan özelliklerinin çoğunun genetik kökenleri olsa bile yüzlerce genin ürünü olduğu bilindiği hâlde inançtan sorumlu “Tanrı geni” olarak sadece tek bir gen belirlemesi gibi nedenlerden dolayı çokça eleştirildi.31

(28. Bölüm)

 

Tanrılar  evrimin  ürünleri  mi yoksa  yan  ürünleri  midir?

Tanrıların kökenine ilişkin kuramlara dair son soru şudur: Tanrıların ortaya çıkışı evrimin bir adaptasyonu mudur ve evrimsel olarak avantaj yaratmış mıdır yoksa tanrıların ortaya çıkışı evrimin sadece bir yan ürünü, bir yazarın sözleriyle “ilkel bir zihnin işlevini kaybetmiş bir kalıntısımıdır? Yazarların çoğunun adaptasyonu savunan bir görüşe sahip olduğu tartışma, ateşli bir şekilde devam etmektedir.33

Adaptasyonu savunanların ileri sürdüğü en yaygın argüman, tanrıların insan topluluklarının hayatta kalma şansını artırdıklarıdır. Bu kurama göre, “inanan grupların işbirliği yapma avantajı göz önüne alındığında, kültürel açıdan yaygın Tanrı kavramlarına sahip olan topluluklar, bu gibi kavramlara sahip olmayan toplulukları geride bırakacaktır”. Bu argüman, tanrılara inanan grupların kaynakları paylaşmaya, dış tehditlere karşı grubu savunmaya daha istekli ve genel olarak daha işbirlikçi olduklarını varsayar. Nicholas Wade şöyle özetler: “Eşit şartlar altında, daha güçlü bir dinî eğilime sahip olan gruplar, daha az bağlı gruplara göre daha fazla birleşmiş olacak ve önemli bir avantaj elde edecektir. Daha başarılı gruptaki insanlar arkalarında daha çok sayıda çocuk bırakacak ve dinî davranış içgüdüsünü destekleyen genler insan nüfusunun tamamına yayılana dek giderek artacaktır.” Bu mantıklı bir hipotez olmasına rağmen, bu görüşü destekleyen herhangi bir veriye rastlamadım. Ayrıca, bazı genetikçiler evrim kuramının yalnızca bireyler için geçerli olduğunu söyleyerek grup seçiliminin geçerliliğini sorgulamaktadır.34

Tanrılara inanmanın bireysel düzeyde de evrimsel üstünlükleri olduğu söylenir. Dean Hamer, “Tanrı genlerinin insanlara doğuştan iyimserlik duygusunun verilmesinde” avantaj sağladığını savunmuştur. “İyimserlik, ölümün nihai olarak kaçınılmaz olduğu gerçeğine rağmen, yaşamaya ve üremeye devam etme arzusudur. Matthew Alper benzer şekilde şöyle yazmıştır: “Beyinleri, ölüm farkındalığımızın neden olduğu kaygıya dayanabilecek bazı genetik mutasyonlara sahip olan kişilerin hayatta kalma şansı daha yüksekti.” Patrick McNamara da din kaynaklı “birleşik Benliğin davranışsal hedeflere ulaşmada... yırtıcılardan kaçmada... savaşta ve mücadelede daha etkili” ve daha işbirlikçi olabileceğini öne sürer.35

Tanrıların evrimsel olarak avantaj sağladığına dair bir başka sav, onların fiziksel ve zihinsel sağlığınız için iyi olduklarıdır. Düzenli olarak kiliseye giden insanlarda hipertansiyon, kalp hastalığı, amfizem, siroz, kaygı bozukluğu, depresyon ve intihar oranlarının daha düşük olduğubirçok çalışmada bildirilmiştir. Bununla birlikte, düzenli olarak kiliseye gidenlerde sigara ve alkol kullanımının muhtemelen daha az olması da bu farklılıklarda rol oynayabilir. Ayrıca, bu tür çalışmaların çoğu ileri yaştaki yetişkinlerde gerçekleştirilmiştir; bu farklar, sadece doğurganlık çağındaki bireyler için geçerli olduklarında evrimsel açıdan avantajlı olacaktır.36

Tartışmanın öbür tarafında, tanrıları evrimin yan ürünü olarak tanımlayan araştırmacıların sayısı daha azdır. Bu kitapta ana hatlarıyla anlatılan beynin evrimi kuramı, tanrıların ortaya çıkışının edindiğimiz otobiyografik belleğin bir yan ürünü olduğunu, insan nüfusu arttıkça ve toplumlar örgütlü hâle geldikçe dinlerin tanrıları takip ettiğini ileri sürer. Yan ürün görüşünü savunan diğer yazarlar arasında, daha önce değinilen Pascal Boyer de yer alır; Boyer Religion Explained isimli kitabında tanrıların ve dinlerin insanın kalıp aramaya yönelik eğilimin yan ürünleri olduğunu savunur. Paris’teki Centre National de la Recherche Scientifique’ten antropolog Scott Atran In Gods We Trust kitabında, “dinin kendisinin hiçbir evrimsel işlevi bulunmadığını” iddia eder. Oxford Üniversitesinden biyolog Richard Dawkins, The God Delusion (Tanrı Yanılgısı) isimli kitabında, dinin “sağ kalımda kendi başına doğrudan bir rolü yoktur ancak böyle bir role sahip olan başka bir şeyin yan ürünüdür,” diye belirtir.37

Evrimin yan ürünleri olarak, tanrıların genellikle tarafsız oldukları ve evrim üzerinde aslında bir etkilerinin olmadığı varsayılabilir. Bu düşünce doğru olabileceği gibi yanlış da olabilir, çünkü tanrıların nihayetinde evrimsel açıdan dezavantaja yol açması da olasıdır. Bununla ilgili olası senaryolar, kimin tanrısının doğru tanrı olduğunu belirlemek için savaşların yapıldığı “tanrı yarışları’dır. Bu tür savaşlar, 6. Bölüm’de anlatıldığı gibi eski Mezopotamya’da şehir devletler arasında yapılmaktaydı ve görünüşe göre dünyadaki ilk uygarlığın yok olmasına katkıda bulunmuştur. Birçok kişiye aşina olan Eski Ahit’teki tanrı yarışması, Kenan kökenli doğurganlık tanrısı Baal ile İsrail’in koruyucu tanrısı olan Yehova’mn müridleri arasındaki savaştır. Savaşı Yehova’nın peygamberi İlyas kazanmış ve Baal’ın 450 müridi öldürülmüştür.38


Modern Homo sapiens ın günümüze kadar olan tarihi, tanrı yarışmaları ile doludur. The Great BigBook of Horrible Things isimli kitapta yer alan, tarihin insan yapımı en kötü 100 vahşeti listesinde 25 madde tanrı yarışmalarıdır. Bu tür yarışmalar, dünyanın sonu (kıyamet) ile ilgili inançlarla ve modern Homo sapiens'in varlığını sona erdirecek güce sahip kitle imha silahlarıyla birleştirildiğinde çok tehlikeli hâle gelir. Sam Harris, Letter to a Christian Nation isimli kitabında buna değinir: ABD hükümetine bağlı önemli bir kurumun yakında dünyanın sonunun geleceğine ve bunun olağanüstü güzellikte olacağına inandığını düşünün. Bunun sonuçları ne olurdu? Görüldüğü kadarıyla Amerika’daki nüfusun yaklaşık yarısı, dinî inançlarından dolayı aslında böyle bir şeye inanıyor. Bu durum aslında ahlaki ve entelektüel bir acil durum olarak düşünülmelidir...  Dinin geçmişte belki de işimize yaramış olması günümüzde küresel bir uygarlık kurmamızın önündeki en büyük engel olma ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu tür senaryolarda, evrimin deistikyan ürünleri, nükleer bir koronun son kez Dies Irae yi  söylemesiyle insan varlığını sona erdirebilir.39

 

İnsanlar tanrılara gereksinim duyar. Fyodor Dostoyevski’nin ifade ettiği gibi: “İnsan, içinde yaşadığı küçük gezegene nasıl ihtiyaç duyuyorsa sınırsız ve sonsuz olana da öyle ihtiyaç duyar.” İnsanın tanrılara olan ihtiyacı, bizi benzersiz bir şekilde insan yapan beyin ağlarının ayrılmaz bir parçası olduğu ve resmî dinler kültürlerimizle toplumsal olarak derinden bütünleşmiş oldukları için, ne tanrıların ne de dinlerin artık kendilerine ihtiyaç duyulmasa bile yakın bir zamanda yok oluvermesi pek olası değildir. Sadece Amerika’da, Agasha Bilgelik Kilisesinden Zygon Uluslararası’na kadar uzanan 1.500’den fazla farklı dinî sınıf vardır ve bunların çoğu küçük olsa da 25 tanesi en az bir milyon müride sahip. Dünyanın birçok yerinde, tanrılar ve dinler insanların yaşamında çok önemli roller oynamaya devam ediyor.

Şili, Santiago’daki Jotabeche Metodist Pentikost Kilisesi, 18.000 kişi kapasitelidir. Güney Kore, Seul’deki Yoide Full Gospel Kilisesinde ana kilisede 1 2 .000, bitişik şapellerinde ise 20.000 sandalye vardır ve pazar günleri aynı ayin yedi kez tekrarlanır. İngiliz antropolog Sir James Frazer şöyle söyler:

“Muhtemelen, türümüzün çoğunluğu gururunu okşayan ve acısını rahatlatan bir inanışı sürdürecektir.” Ve ekler: “Sonsuz yaşam savunucularının kendilerini ele geçirilemez olmasa da güçlü bir konuma yerleştirmiş oldukları yadsınamaz; zira şu anki durumumuzda bildiğimiz kadarıyla, ruhun ölümsüzlüğünü ispatlamak ne kadar imkânsız ise bunu çürütmek de eşit derecede olanaksızdır.”40

Dolayısıyla tanrılar ve kendilerine eşlik eden dinler büyük olasılıkla doğmaya ve ölmeye devam edecektir. Son iki yüzyıl içinde ortaya çıkmış ve hâlihazırda birkaç milyon mensubu olan dinlere örnek olarak Pakistan’da Ahmedilik ve Amerika Birleşik Devletlerinde Mormonluk gösterilebilir. Ahmedilik (Kadıyanilik), Müslümanlara vaat edilen Mesih ve Mehdi olduğunu iddia eden Mirza Gulâm Ahmed tarafından kurulmuştur. Ahmedilerin öğretisine göre, İsa çarmıha gerilmiş, çarmıhta hayatta kalmış ve İsrail’in Kayıp Kabilelerini  Keşmir’de ararken yaşlılık nedeniyle ölmüş eski bir peygamberdir. Ahmedilik, Afrika kökenli Amerikalı Müslümanlar arasında etkili olmuştur. Resmî olarak İsa Mesih’in Ahir Zaman Azizler Kilisesi (The Church of Jesus Christ of Latter-Day Saints) olarak bilinen Mormonizm, kadim bir dinin yer altında gömülü kayıtları olan altın levhaları bulduğunu iddia eden Joseph Smith tarafından kurulmuştur; Smith’in dediğine göre, bir melek bu altın levhaları oldukları yerden kazıp çıkarması için Smith’i yönlendirmiştir. Bahsedilen kadim din 2.600 yıl önce Amerika’ya gelen İsrailliler tarafından kurulmuştur. Mormon öğretisine göre, çarmıha gerilmesini ve ölümden sonra göğe yükselmesini takiben İsa Amerika’ya gelmiş ve burayı yeni Vaat Edilmiş Topraklar olarak tayin etmiştir. Bu nedenle Mormon dini kendisinin bu kadim dinin devamı olduğunu iddia eder.41  (*  Bugünkü Filistin, Lübnan ve İsrail topraklarında Birleşik İsrail Krallığı nı kuran ve daha sonra izleri kaybolan on Yahudi kavmini betimlemek için kullanılan terim. —ç. n.)

Yeni tanrıların ve dinlerin doğmaya devam edeceği gibi, başka tanrı­lar ve dinler de ölmeye devam edecekler. Anu, Ra, Zeus ve Jupiter gibi pek çok eski tanrı, günümüzde dünyanın dört bir yanındaki sanat müzelerini taçlandırıyor ve hayranlık uyandırıyor ama artık onlara tapman kalmadı, ilahi yaratıklardan çok sanatsal yaratımlar olarak görülüyorlar. Bu tür müzeleri, ölü tanrıların tapınakları olarak düşünmek hiç de yanlış olmaz. Başka eski tanrılar Yeni Çağ veya diğer çağdaş dinler tarafından benimsenmektedir. Druidler  Avebury ve Stonehenge’de, anıtlar inşa edildikten 2.000 yıl sonra ortaya çıkmış olmasına rağmen, gündönümü Seküler Druid Tarikatı  (Secular Order of Druids) tarafından ilahilerle kutlanmaktadır. Benzer şekilde, Türkiye’deki Çatalhöyük, tanrıçaya ibadet edenler için bir hac yeri hâline gelmiştir.42

Eski tanrıları onurlandırmak için yapılmış anıtları izlemek aynı zamanda bize ihtiyaç duyduğumuz tarihsel bir perspektif de sağlar. İngiltere’nin Gloucestershire kentinde, tahminen 5.000 yıllık büyük bir mezar höyüğünün “uçurtma ve model uçak uçurmak için bölgenin en iyi yerlerinden biri” olduğu söylenir. Buranın yakınlarında yer alan ve yaklaşık 24 iskeletin bulunduğu bir höyükte ise “yaz aylarında piknikçilerin olmadığı tek bir pazar günü geçmez”. Ohio, Newark’ta bulunan olağanüstü Great Circle Earthwork Hopewell halkının 2.000 yıl önce yaptığı kutsal mezar höyükleri olup, Moundbuilders Country Club’ın  18 delikli golf sahasına dahil edilmiştir. Bazı mezar höyükleri golf vuruşlarının ilk yapıldığı başlama yeri olarak kullanılırken, kimileri de golf sahasındaki delikleri çevreleyen kum çukurlar olarak işe yarar. Örneğin dokuzuncu başlama yeri, 2,5 metrelik bir höyüğün üstündedir ve 200 metre uzunluğundaki 3 delikli parkur, eski sekizgeni büyük daireden ayıran geçidi takip eder; burası muhtemelen tören alayının görkemli dinî yürüyüşler yaptığı yoldur. Golf kulübünün web sitesinde şu not yer alır: “Günümüzden 2.000 yıl sonrasında höyükleri araştıran arkeologlar kaybolan golf toplarını bulduklarında nasıl da şaşıracaklar!’43   *  Druid: Kelt çoktanrıcılığı sırasında Britanya Adalarında yaşamış eski Kelt rahip sınıfı. —ç. n.

Bununla birlikte, eski tanrıların ve dinî anıtların çoğu insanlık tarihine yenilmiştir. Ozymandias  gibi, çölde “iki büyük ve çıplak taş bacak” olarak dikili dururlar:

Eserlerime bir bak hele, ey güç sahibi, ve kederlen!

Geriye başka hiçbir şey kalmamış. Göçüp gitmekte olan

Devasa harabenin etrafı sınırsız ve çıplak,

Yalnız ve dümdüz kumlar uzaklara doğru uzanmış. 44

 

 

(29. SON Bölüm)

 

Yukarıdaki bölümlerde doğadaki yaratıcılığı tanımlayıcı bir kavram olan TANRI kavramının nasıl ortaya çıktığı ve toplum için gerekli mi gereksiz mi olduğuna kadar varan çok geniş kapsamlı bilgiler-görüşler sunulmuştur.

Gerek yukarıda sunulan bilgilerden, gerek daha eski araştırmalara dayanan önceki yazılarımızdan anlaşıldığı üzere, bir canlının, daha da genel ifadeyle herhangi bir maddenin oluşumu, varlığın oluştuğu ortam koşullarına göre kendisini ayarlaması ve uydurması sayesinde gerçekleşmektedir. Bu nedenle hem canlıların genel şekli hem de beyin gibi davranış belirleyici organı değişimlere uğramaktadır. Bu temel ilkeden hareketle şu söylenebilir:


(1)- Beyin araştırmalarının gösterdiği üzere, doğumdan hemen sonra canlının çevre koşullarına uyumlu olabilmesi için muazzam sayıda sinaps üretilir. Bu sinapsların çevrede mevcut sinyallere uyumlu olanları geliştirilir ve tüm diğer fazla sinapsları yok edilir. Bu şekilde her canlı çocukluk evresinde çevresine uyumlu olacak şekilde gelişmiş olur (Shonkoff & Phillips (Eds) 2000).

Doğumdan hemen sonra, canlının çevresine uyumlu olabilmesi için muazzam sayıda sinaps üretilir. Çevreye uyumlu olanlar korunurken, işe yaramayanların hepsi kaldırılır.

Bu olgudan hareketle şu kesinlikle söylenebilir: Bizim dünya gezegenimizde yaşayan bir varlığın, başka bir dünyada yaşaması mümkün değildir, çünkü o dünyanın koşulları farklıdır ve kendi koşullarına uygun oluşturulmuş varlıkları vardır. Bu nedenle “ahiret hayatı veya öteki dünya hayatı” gibi bir tasarım ve inanç mümkün değildir. Atalarımızın en büyük yanılgısı bu noktadadır.

(2)- Öteki dünyada sadece ruhların yaşayacağı iddiasına gelince: Ruh, bedendeki hücrelerin oluşturdukları elektromanyetik alanlardır. Beden ölünce hücreler atomlarına-moleküllerine ayrıştıklarında, ruk denile alan da tamamen yok olur. Beden ölünce, ruh da tamamen ortadan kalkar.

Görüldüğü üzere atalarımızın hayat anlayışı kökten hatalıdır.

Tanrı evren, dünya ve doğadaki herşeyin yaratıcısı-yapımcısı olarak tasarlanmıştır. Evren ve dünyamızın nasıl oluşturulup-geliştiği jeolojik-astrofiziksel verilerle ana hatlarıyla ortaya konmuştur. Bu konudaki bilgiler Dinamik Doğadaki Oluşum Mekanizması = DOM- bilgileri içinde verilmiştir. DOM-sistemi içinde kuantum fiziği ve dinamik sistemler fiziği bilgileri, jeolojik-paleontolojik verilerle birlikte zamansal olarak değerlendirilerek,

       Doğada bir yaratıcı, daha geçek tanımıyla, oluşuturucu-yapıcı güç sistemi olduğu,

       Bu yapıcı güç sisteminin kuant denilen en temel etkileşim öğeleriyle ve de bilgiyle başlatılıp- geliştirildiği,

       Yapımda kullanılacak kuvvetin enerji aktarımlarıyla oluşturulduğu

       Enerjinin ise doğal sistemin en temel yapıtaşları olan kuantsal öğelerden alındığı,

       Kuntsal öğelerin bilinçli, canlı, ama çok kısa ömürlü öğeler oldukları, en ergonomik yapıları tercih edip, kötüleri terk ettikleri,

       Daha uzun ömürlü sistemler oluşturmak için kuantların birleşerek üst-sistem yapıların ortaya çıkarıldığı,

       Bu şekilde doğada kuantsal öğelerden başlanarak, atom, molekül, hücre, beden sistemlerinin oluşturulduğu,

       Yeni bir üst-sistem oluşumu için, belli bir sayının üstinde alt-sistem öğesinin gerekli olduğu ve bu alt-sistem öğeleri birbirleiyle rezonansa girebilrlerse yeni ve daha egonomik bir üst-sistem oluşturulabileceği,

       Bu nedenle, insanlar için bir üst-sistem olan toplumsal sistemin, ancak ve ancak insanların karşılıklı bir uyum-uzlaşma içerisine girebilmeleriyle mümkün olacağı gösterilmiştir.

Tüm bu bilgiler yaklaşık 50-60 yıldan beri ancak bilinmekte ve sürekli bir değişim-dönüşümlü doğada yaşadığımız anlaşılmaktadır. Sürekli değişim-dönüşüm, doğum-ölüm döngülü olmak zorundadır, çünkü ancak o zaman yeni ortaya çıkan durumlara uygun yeni bedenler oluşturmak olasıdır. Doğal sisteme sürekli yeni varlıklar eklendikçe, hem önceden var olanlar kendilerini değiştirmek, hem yeni oluşanlar var-olanları dikkate alarak değişik özellikler ortaya koymak zorundalar. Tüm bu işlemler için her varlık çevresini bizzat algılayarak, değişim dönüşümlere kendini uydurmak zorundadır.

Şimdi her varlığın bizzat kendisinin çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayarak, hayata uyum sağlaması gerektiği konusunu bir örnek üzerinde netleştirelim.

Günümüz dünyasında tüm devletlerde işsizlik, adaletsizlik, hak ve hukuk gibi bir çok sorun vardır. Sorunları az olan devletlerin daha demokratik, sorunları çok olan devletlerin daha otoriter sistemli devletlerde olduğu görülmektedir.

Şimdi bu sorunlardan sadece “işsizlik” konusunu ele arak bu sorunun DOM-sistemiyle nasıl tamamen ortadan kaldırılacağını göstererek, geleneksel bilgilerle insanların mantıklarının nasıl çarpıtıldığını (zombileştiğini) ve sorunlarını göremez-çözemez duruma düştüğünü görelim.

 

https://tanriyianlamak.blogspot.com/2020/11/bilgi-ve-zombilesme.html

adresli dosyada insanlığın 4-5 bin yıl öncelerine kadar kendi aralarında karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayanan bir ortaklık sistem anlayışı içinde yaşadığı ama Sümerlerin kutsallık kaynaklı-asil-soylularca yönetilmeye başlandığı andan itibaren her şeyin bozulduğu belirtilmiş ve şunlar yazılmıştı:

Sümerlerce Tepeden yönetimli DEVLET sisteminin ortaya çıkmasıyla, insanlık tabana dayanan karşılıklı etkileşimlerle (hizmet-alış-verişleriyle) değil, tepedeki bir ilahi gücün desteklediğine inanılan kişilerce yönetilmeye alıştırılmışlardır. Kazandıklarını tepedekilere vererek, kulluk fermanlarını imzalamışlardır.

 


Toplum hayatı tepedeki birileri tarafından sahiplenilince, toplumlar yozlaşmaya başlamıştır

       Halk topluma sahip çıkmamış,

       Kamu malları hor kullanılmaya başlanmış,

       Tepedekilere yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,

       Halk bilgisiz bırakıldığından verimli üretim durmuş,

       İnsanlar arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine yabancılaşmışlar,

       Hak ve hukuk sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,

       “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” sistemi oluşmuş.

Yani günümüz toplumlarında görülen tüm toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet” denilen tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.

Devlet sisteminde sahiplik ve yönetme tepedeki bir efendidedir. O insanıyla, hayvanıyla, taşı-toprağıyla herşeyin sahibidir.

Tepeden sahiplenilen toplumlarda (devletlerde) her şey tepedekilerin çıkarına göre yapılır. Onlar kendileri çıkarına olmayan iç bir şeyin olmasını istemezler.

Fabrika sahibi, çiftlik sahibi, devlet içindeki farklı bakanlık yöneticileri vs. hepsi en az insan çalıştırarak işleri yürütmeye çalışırlar. Bu nedenle ülkemizde yaklaşık her 5 kişiden biri işsizdir. Bunun anlamı, milyonlarca insandaki bir şey yapma, bir şey üretme enerjisinin boşa gitmesi demektir. Bu tam manasıyla enerji savurganlığıdır.

Bedenlerimizin yaratıcısı-yönlendiricisi dışımızda değil, içimizdedir. Davranışlarımızı içlerimizdeki bu varlıklara bırakmak, onların çevreden etkilenmelerini dikkate alarak belirlemek zorundayız.

Bedenlerimizin yaratıcısı olan hücreler hiçbir bedeni diğerinin aynısı olacak şekilde oluşturmaz. Bu nedenle her insan bir diğerinden farklıdır. Hiçbir insan diğerinden üstün değildir. Her insanın kendine has bir değeri vardır ve o değeri keşfedilirse, toplum o insanın enerjisinden yararlanır ve kalkınır. O gizli değer ancak ve ancak çocuklar özgür bırakılıp, benim çocuğum “doktor, mühendis, vs olacak” türde yönlendirmelere maruz kalmazsa ve toplumda hiçbir meslek diğerinden üstün görülmezse ortaya çıkar. Bedenimizde yüzlerce farklı organda görevli hücre çalışır. Bir beyin hücresi, bir popo hücresini hor görür mü? Hayır, çünkü onlar birbirlerine bağımlıdırlar. Toplumlarda da durum aynıdır, her bir meslek sahibi bir alanda bir hizmet üretir ve binlerce farklı hizmeti başkalarından alır.

Toplum iş ve meslek mensuplarının bir ortaklığıdır ve günümüzde on-bin üzerinde farklı meslek vardır. İş veya meslek sahipleri toplumun nasıl olacağını belirleyen unsurlardır. Bir kentte kaç tane meslek grubu olduğu saptanır. Her meslek grubu kendi üyeleri arasından, mesleki çıkarlarını temsil edecek kişiyi belirler. Bu meslek temsilcilerinin oluşturdukları bir meclis kenti idare eder. Meclisin alacağı kararlar, kentin medya-duyurucusu (radyo, TV, vs) kanalıyla halka duyurulur. Halk kendisini bu duyurulara göre ayarlar. Yaptığı işten memnun kalınmayan meslek mensupları odaya şikayet edilerek kötülerin elenmesi, iyilerin teşviki sağlanır. Toplumda uygulanacak kurallar iş ve meslek temsilcilerinin alacağı kararlardır. Yukarı doğru aynı yöntem uygulanarak, gittikçe büyüyen sistem yönetimleri oluşturulur.

Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar verecek bir işe girmezler. Her insan yeteneğine uygun bir işe soyunur o konuda bilgi edinir ve bir hizmet üretir, bu hizmet toplum havuzuna gider. Diğer insanların hizmetleri ve ürünleri de toplum havuzunda toplanır, insanlar da bu havuzdan neye ihtiyaç duyarlarsa alırlar.

Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, bu bilgiyi insanlara vermektir. Bu bilgiyle yetişen insan toplumun bir hizmet-alış-verişi ortaklığı olduğunu anlar; yeteneğine uygun bir meslek bilgilerini edinip, topluma sunar ve diğer hizmetleri de diğer ortaklardan alarak, kardeşlik içinde yaşar. Böyle tasarlanan bir toplumda işsizlik, haksızlık, adaletsizlik vs. oluşur mu?

 

  Devam için Tıkla 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder