Beynimizin Gelişimi ve Tanrı Düşüncesinin ortaya çıkışı
Prof. Dr. İsmet Gedik
Önsöz:
“Bilgiyle
oluşan doğada yanlış bilgiyle zombileşme” başlıklı 16 bölümlük yazı dizininde
2.5 milyon yıl önceleri Afrika’da ortaya çıkan insanlığın dünyamıza nasıl yayıldığı
ve ilk defa nerede uygar davranışa geçtiği jeolojik, arkeolojik, ve diğer
doğa-bilimsel verilerden yararlanılarak sunulmuştu.
Eserde ulaşılan
en önemli sonuç ise, yaklaşık 4-5 bin yıl önceleri insanların yanlış bir
bilgiyle şartlandırılarak, mantıklarının bozulduğu ve zombileştikleri olmuştu.
Edwin Fuller
Torrey’in (2017) “Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk İnsanlar ve
Dinlerin Kökeni” adlı eseri insanlığın mantığının çarpıtılmasına yola açan
faktörün insan beyni evrimi sürecinde nasıl ortaya çıktığını bilimsel
delilleriyle göstermektedir.
İnsanların
zombileşmesine neden olan faktörü net bir şekilde göstermesi açısından bu eser
çok önemli olduğundan bu çalışma ana hatlarıyla o eseri tanıtmaya tahsis
edilmiştir.
(1. Bölüm)
Beyin, insan
davranışlarının koordine edildiği tek merkez olduğundan, beyin gelişmesi
hakkında çok önemli birkaç noktayı vurgulamak gerekir.
17 kişilik bir
araştırmacı ekibinin 2.5 yıl süren yoğun çalışması sonucu ortaya çıkan “The
Science of Early Childhood Development = Erken çocukluk gelişimi Bilimi” adlı
eser “Jack P. Shonkoff and Deborah A. Phillips (Editors) 2000. From Neurons to Neighborhoods - The Science
of Early Childhood Development. NATIONAL ACADEMY PRESS Washington, D.C., 610
s.” 2000 yılında yayınlamıştır.
Bu çalışmadan
alınan bazı önemli bilgiler:
Ana karnında
iken Nöral tüp içinde, en içteki hücreler tekrar tekrar bölünür, önce sinir
hücreleri veya nöronlar haline gelen hücreler olur, sonra nöronlar yanısıra glia
adı verilen destekleyici doku bileşenleri oluşur. Sinir hücreleri oluştuktan ve
göç etmeyi bitirdikten sonra, aksonları ve dendritleri hızla uzatırlar ve
genellikle nispeten uzun mesafelerde sinaps adı verilen birbirleriyle
bağlantılar kurmaya başlarlar. Bu bağlantılar sinir hücrelerinin birbirleriyle
iletişim kurmasını sağlar.
Beyin korteksinin gelişme evresinde sinapslar önce hızlı şekilde aşırı çoğalırlar. Daha sonra sinapslarda bir budanma gerçekleşir ve ergenlikteki sayıda sinaps kalır. Bu süreç, yaşamın ilk birkaç yılında çok coşkuludur, ancak ergenliğe kadar uzanabilir. Bununla birlikte, bu gelişim süresi içinde, farklı işlevlere sahip farklı beyin bölgeleri farklı zaman süreçlerinde gelişmektedir. Huttenlocher, görsel kortekste sinaptik aşırı üretimin zirvesinin, yaşamın ilk yılının ortasında meydana geldiğini ve ardından okul öncesi dönemin ortasına kadar kademeli bir azalma olduğunu ve bu zamana kadar sinaps sayısının yetişkin seviyelerine ulaştığını tahmin eder. Konuşma ve işitme işlevli beyin bölgelerinde benzer bir gelişim olur, ancak daha geç yaşlarda olur. Bununla birlikte, prefrontal kortekste (üst düzey bilişin gerçekleştiği beynin alanı), çok farklı bir resim ortaya çıkar. Burada, aşırı üretimin zirvesi yaklaşık bir yaşında gerçekleşir ve sadece orta ve geç ergenlik döneminde yetişkinlerdeki sayıya ulaşılır.
Doğumdan hemen
sonra beyinlerde önce muazzam sayıda sinaps oluşturulması ve belli süreçler
sonunda bu sinapsları çoğunun yok edilmesi, bedenlerin çevreye uyumları için
çok gereklidir. Çocuk çevresinde neleri görüyor-işitiyorsa, onları tanımlayan
sinapsları hayatta kalırlar ve tüm diğerleri tekrar yok edilirler.
İnsan beyninin diğer hayvanlarınkiyle kıyaslanmasında
şu önemli farklar görülür:
•
Beyin büyüklüğünün beden büyüklüğüne
oranı insanlarda çok daha fazladır.
•
Beyindeki bilişsel işlevde önemli rol
oynayan BA 10 nolu frontal kutup, diğer primatlarınkinden iki kat daha
büyüktür.
•
Beyin korteksinin 1 mm küpteki Nöron
sayısı insanda 25.000 ila 30.000 iken, balina, fil gibi hayvanlarda bu sayı 6-7
bin kadardır.
•
Miyelin denilen yalıtkanlık kılıfı
oluşturan glia hücreleri sayı bakımından nöronlardan 10 kat daha fazladırlar ve
hücreler arası sinyallerin daha hızlı iletilmesinde baş rol oynarlar. Bu kılıf
ne kadar kalın olursa, haberleşme o kadar hızlıdır. Bu kılıf insanlarda çok
kalın olduğundan balina ve fillerden 5 kat daha hızlı iletim söz konusudur.
•
İnsan beyninde nöron oranı
şempanzelerden sadece %2 fazla iken,
glia hücreleri oranı %31 daha fazladır. Bu durum sinir bağlantı yollarının,
dolayısıyla iletişim hızının insanlarda çok arttığını gösterir.
•
Beyin geliştikçe kıvrımlaşma
(girufikasyon) artar. Kıvrım oluşumu, beynin boyutlarını büyütmek zorunda
kalmadan yüzey alanının artırılmasını sağlamıştır. İnsanlardaki kıvrımlaşma
rhesus maymunlarına göre yüzde 49, şempanzelere göre ise yüzde 17 daha
fazladır.
•
En fazla kıvrıma sahip olan bölgeler en son
evrilen bölgelerdir. Bunlar da prefrontal korteks ile parietal lobdur.
(2. Bölüm)
Psikiyatri gibi beyin-ruh ilişkileri ve de antropoloji uzmanı bir bilim adamı olan Edwin Fuller Torrey’in yeni (2017) çıkan “Evolving Brains, Emerging Gods: Early Humans and the Origins of Religion = Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk İnsanlar ve Dinlerin Kökeni” adlı eseri de insanlığın nasıl evrimleştiği konusunda güzel bilgiler içermektedir.
Benim 16
bölümlük yazımı destekleyici nitelikli bilimsel bir kitap olduğundan bazı
kısımlarını size aktarmak istiyorum.
Şekilde
görüldüğü üzere, insanlık üç çok farklı beyin büyümesi aşamasından geçerek
günümüz modern insanlığına ulaşmıştır. Bunlar Homo habilis, Homo erectus, ve
Homo sapiens olarak bilinir. Homo sapiens’in de arkaik ve modern olmak üzere
iki alt türü vardır. Arkaik türün en tanınanı neandertal insanıdır.
Torrey, insanın
geçmişinde görülen bu üç farklı beyin büyüklüğünün günümüz çocuklarının büyüme
aşamalarında da görüldüğünü dikkate alarak, günümüz insanının çocukluktan
ergenliğe kadar olan evrede gösterdiği davranış değişimlerinin, ataları olan
habilis, erektus ve neandertal türleriyle benzerlik gösterip-göstermediğini
araştırmıştır.
Bunu saptamak
için beyinlerin büyümesi evrelerindeki nöronal = sinirsel bağlantı ilişkilerini
gösteren manyetik rezonans görüntüleriyle (MRI), bir kişiden başka birinin ne
düşündüğünü düşünmesi istenerek bu sırada fMRI ile hangi beyin bölgelerinin
harekete geçirildiği belirlenebilir.
Bundan sonraki
sayfalardaki “İtalik karakterli bölümlerin” Torrey’den alındığını özellikle
belirtek istiyorum.
Beyin bölgeleri arasındaki bağlantıları değerlendirmede yararlı olan difüzyon tensör görüntüleme (DTI) işlemleri sonuçlarından yararlanılır. Yakın zamanlarda kullanıma giren difüzyon tensörü görüntüleme (DTI) tekniği canlılarda beynin beyaz madde bağlantı yollarım ilk kez görüntüleyebilmemizi sağlamıştır. Beyinde bugüne kadar 15’in üzerinde farklı bağlantı yolu tespit edilmiştir.
ŞEKİL 0.3 Bizi
insan yapan beceriler açısından önemli olan beyaz madde bağlantı yollan.
Doğumdan kısa bir süre sonra olgunlaşan bir diğer beyaz madde yolu da prefrontal beyin bölgesini beynin arka kısmındaki oksipital lob ve görsel kortekse bağlayan inferior longitudinal fasikulustur (alt boylamsal sinir demeti). Buna karşın, dört beyaz madde bağlantı yolu en son olgunlaşanlar arasında olup, bunlar modern Homo sapiens in insan hâline gelmesinde çok önemli rol oynayan beyin bölümlerini birbirine bağlar. Bu dört bağlantı yolu superior longitudinal fasikulus (üst boylamsal sinir demeti), arkuat fasikulus (kavisli sinir demeti), unsinat fasikulus (çengelsi sinir demeti) ve cingulum’dur (singulum). Tüm bu sinir demetleri Şekil 0.3’te gösterilmiştir.
(3. Bölüm)
İnsan beyninin evrimini incelemek için çocukların bilişsel
gelişiminden yararlanılır. Çocuklarda şu bilişsel gelişim aşamaları tipiktir:
(1)- Öz-farkındalık = Kendini
tanıma yaşı
Öz-farkındalık ne demek?
Yaşları
üç ay ile yirmi dört ay arasında değişen çocuklarla bir deney yapılır. 88 çocuk
birer birer aynanın önüne konur ve kendisini tanıyıp-tanıyamadığına bakılır. “Bu
kim?” diye sorulur. Kendisini tanımasını kolaylaştırmak için her çocuğun
burnuna kırmızı bir işaret sürülmüştür. Çocuğun burnuna dokunması veya aynada
burnunu incelemesi durumunda kendini tanıyacağı varsayılır. On sekiz aydan
küçük çocukların hiçbiri kendisini tanımaz. On sekiz ila yirmi ay arasında çok
az çocuk bunu yapabilmiştir. Yirmi ile yirmi dört ay arasındaki çocukların üçte
ikisi kendini tanır. Bu, aynı zamanda çocukların “ben” ve “benim” gibi kişi
amirlerini kullanmaya ve “Ben top atıyorum” gibi kendileri hakkında konuşmaya
başladıkları gelişim aşamasıdır. Tüm bunlar oluşmaya başlayan öz-farkındalığın
göstergeleridir (Torrey 2017, s. 61)
(2)- Empati kurabilme:
Empati diğer
insanların zihnine girebilme ve onların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini
bilebilme becerisidir.
Çocukların ne
zaman empati yeteneği kazandığını saptamak için Sally-Anne testi olarak
adlandırılan standart bir senaryo kullanılır.
Sally bir top
alır ve sepetine gizler. Daha sonra odayı "terk eder" ve yürüyüşe
çıkar. O yokken, Anne sally'nin sepetinden topu alır ve kendi kutusuna koyar.
Sally daha sonra geri döner.
Şimdi çocuklara
şu soru sorulur: "Sally topu nerede arayacak?"
Bir çocukta
zihinsel gelişim tamamlandıysa “Sally'nin topu kendi sepetinde arayacağını”
söylemesi gerekir. Bu şekilde cevap veren çocuklar genellikle 4 yaşından büyük
çocuklardır.
Dört yaşından
küçük olanların ve otistik çocukların çoğu ise Sally’nin topu, şu an olduğu
yerde (yani Anne’nin kutusunda) olduğunu söyleyeceklerdir.
Dört yaşından
itibaren, çocuklar başkalarının zihnine girme becerisine sahip olmaya
başlarlar. Böylece Sally’nin topu en son bıraktığı yerde, sepetin içinde arayacağını
söylerler. Çünkü Sally topun hâlâ orada olduğunu düşünmektedir.
Buna Torrey “empati kurabilme anlamında = birinci derece
zihin kuramı” der, başkalarının düşüncelerine karşı farkındalık anlamına gelir.
Çocuklarda empati
duygusunun dört yaş civarında gelişmeye başladığı ve on bir yaş civarına kadar
gelişmeye devam ettiği görülmektedir. Çocuklardaki bu farkındalık çocuğun iki
yaş civarında kendisini fark etmesinin ardından gelişir.
(3)- İçe-bakışçı benlik
= otobiyografik bellek
Bir insanın başkalarının
kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünebilmesi içe-bakışçı benliktir. İnsanların
süslenmesinin temelinde bu duygu yatar.
Çocuklar iki
yaş civarına geldiklerinde aynada kendilerini tanıyıp tanıyamamaları ile
değerlendirilen bir özfarkındalık geliştirirler. Homo erectus’un yaklaşık 1,8
milyon yıl önce buna benzer bir öz-farkındalık kazanmış olduğu arkeolojik
bulgulardan anlaşılmaktadır.
Yaklaşık dört
yaşına geldiklerinde çocuklar, Sally-Anne testinde gösterildiği gibi
başkalarının düşüncelerine karşı da bir farkındalık geliştirmeye başlarlar.
Arkaik Homo sapiens’in (neandertal) türünün bu empati kurma yeteneğini aşağı
yukarı 200.000 yıl önce kazanmış oldukları anlaşılmaktadır.
İçe-bakışçı
benlik kişinin kendi benliğini bir nesne olarak görmesini gerektirir. Bu sadece
bir aynaya bakıldığında kendini tanımak değil, diğer insanlara nasıl
göründüğünüzü, onların sizi nasıl gördüğünü ve onların sizi nasıl gördüklerine
dair düşüncelerinizi de içerir. Arkeolojik bulgular bu özelliğin eski insanlarda
yaklaşık 100 bin yıldan sonra görülmeye başladığını göstermektedir. Bu da
modern insanların o zamandan beri dünyada yaşadıklarını gösterir. Dolayısıyla
günümüzde haplogrub-analizleri sonucu 70 bin yıl önceleri ortaya çıktıkları
öngörülen modern insan türünün daha önce evrilmiş olması anlamına gelir.
(4. Bölüm)
Şimdi
bu farklı insan türleri hakkında elde edilen antropolojik verileri özetleyelim.
Homo habilis- Zeki
beyin, ancak boş zihin
Yeni doğan bir
bebeğin beyni ilk şekildeki Australopitecus beyni, yani 400 cm3 kadardır. Bebekler
büyüdükçe beyinleri de büyür. Bebeklerin beyinlerindeki büyümenin en fazla
olduğu yerler frontal ve parietal bölgelerdir. (Bu terimlerin beyinde nereler
olduğu yukarıdaki şekilde görülür). Homo habilis’in beyninde de frontal ve
parietal bölgeler diğer insansı’lara oranla çok fazla büyümüştür. Bu nedenle
ilk insan türü olan H. habilis çok daha zeki olmuştur.
Homo habilis konusunda
bir uzman olan Phillip V. Tobias, şunları yazar: (The brain of Homo habilis: A new level of
organization in cerebral evolution. Journal of Human Evolution. Volume 16, Issues 7–8, November–December 1987, Pages 741-761)
“Homo
habilis kafatasları “beyne ait madde miktarındaki artışın... esas olarak
frontal ve parietal loblarda daha çok, temporal ve oksipital loblarda ise daha
az” olduğunu göstermektedir. Özellikle frontal lobda “yanal bölümlerin belirgin
biçimde yeniden şekillenmiş olduğu” görülür ve parietal lobda hem yukarı
parietal lobül hem de aşağı parietal lobül “özellikle iyi gelişmiştir”.
Homo habilis şu
şekilde tanıtılır:
“Bir zamanlar insanların atası olan, bilinçten yoksun hayvanlar
vardı. Ancak bu, bahsedilen hayvanların beyninin olmadığı anlamına gelmiyor.
Kuşkusuz, bu atalar iç kontrol mekanizmaları birçok bakımdan bizimkilerle aynı
olan, algı yeteneğine sahip, zeki ve karmaşık bir şekilde dürtüsel
yaratıklardı. Fakat sahip oldukları mekanizmanın farkına varmış değillerdi,
üstelik bunun varlığı hakkında da hiçbir fikirleri yoktu. Akıllı beyinlere
sahiptiler ancak zihinleri boştu. Zekâları duyu organlarından gelen bilgiyi
algılıyor ve işliyordu ama zihinleri eşlik eden herhangi bir duyunun bilinçli
bir şekilde farkına varmaktan yoksundu. Söz gelimi, zihinleri eşlik eden
herhangi bir duygunun bilincinde olmaksızın, beyinleri açlık ya da korku ile
harekete geçiyordu, beyinleri istemli eylemlerde bulunurken zihinleri buna
eşlik eden iradenin farkına varmıyordu... Ve böylece, bu atalar davranışlarına
dair iç-görüden habersiz yaşamlarını sürdürmekteydiler.” Torrey 2017, s. 47.
Homo
habilis’in zekâsına ilişkin diğer bir kanıt, alet olarak kullanmak amacıyla işe
yarar belirli türlerde taş elde etmek için kilometrelerce yol katetmeleridir.
“Zeki
beyin, ancak boş zihin” ifadesi Homo habilis’in özünü tam olarak yakalamış gibi
görünüyor.
(5. Bölüm)
Homo erectus- Öz-farkındalıklı
beyin
Homo habilis yaklaşık
2 milyon yıl öncelerine kadar yaşamış, sonra ondan evrimleşen yaklaşık 950 cm3
beyinli Homo erectus onun yerini almıştır.
Bu Homo erectus
Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Homo erectus odundan iki
ucu sivriltilmiş mızraklar ve büyük el-baltaları gibi daha gelişmiş aletler
yapma becerileri yanında “Ateş yakması”nı da keşfeden insan olarak bilinir
Homo
erectus kafataslarını inceleyen araştırmacıların Homo erectus’un beyni “modern
insan beyniyle ilginç benzerlikler” gösterdiklerini, bu benzer özellikler
arasında ön singulat, insula ve alt parietal alanların da bulunduğunu
saptarlar. (Singulat ve insula korteksin daha derinlerdeki en son gelişen bölgelerdir.)
Söz
konusu alanların bilinen çok sayıda fonksiyonu olsa da paylaştıkları tek işlev
öz-farkındalıktır.
Homo
erectus’un “farkındalığı olan benlik =öz-farkındalık” denilen beyinsel gelişime
ulaştığı anlaşılmaktadır. Homo erctus’un diğer insanlarla ortaklaşa avlanmaya
gidişi gibi özellikleri onun bu “öz-farkındalık” duygusuna sahip olduğunu
gösterir. Bazı hayvanların da kendilerini aynada tanıyabildikleri gözlenmiştir.
Ancak hayvanlarda bu özellik süreklilik arz etmez. (Torrey 2017).
Homo
erectus’un beyin büyüklüğündeki müthiş artış göz önüne alındığında, beyindeki
beyaz madde bağlantı yollarının da daha karmaşık hâle gelmesi beklenir. Şekilde gösterilen superior longitudinal
fasikulus (üst boylamsal sinir demeti), ön singulat, insula ve alt parietal
alanlarla bağlantıları içerir ve bu nedenle öz-farkındalıkta önemli bir rol
oynar.
İnsanlığın
daha zeki olması sadece beyindeki belli bölgelerin büyütülmesi nedeniyle değil,
aynı zamanda farklı beyin bölgeleri arasında veri-akışını hızlandıran
sinir-bağlantı-yol-ağlarının çok daha gelişmiş olmasıdır.
İnsanların
kendi resimlerine bakarken yapılan beyin görüntüleme çalışmalarında, ön-singulatın
ve ön-insulanın, özellikle beynin sağ tarafında aktifleştiği gösterilmiştir. Bu
çalışmalar bahsedilen beyin bölgelerinin “insanların kendilerinin farkında olma
yeteneklerinin evrilmesi için anatomik altyapıyı” oluşturduklarını gösterir.
Bazı demans (bunama) vakalarında olduğu gibi bu iki bölgede hasar meydana
gelmesi “seçici bir bilinçli davranış kaybına ve kişinin kendisi ile
diğerlerine karşı sahip olduğu duygusal farkındalığın yok olmasına” yol
açmaktadır.
Alt
parietal lob, farkındalıkla ilgili olarak ön-singulat ve ön-insulayı tamamlar;
aynı zamanda kişinin vücut bölümlerini ve bu bölümlerin birbirleriyle olan
ilişkilerini izleme işlevi de görür.
Tüm bu
belirtilen beyin öğeleri, bebeklikten sonra gerçekleşen beyinsel gelişimler
olduklarından, Homo erectus evresinde ortaya çıkan özellikler olmalıdırlar.
(6. Bölüm)
Arkaik Homo sapiens-
Empati duyan beyin
Arkaik Homo sapiens (neanderthalensis, denisova,
Homo rhodesiensis vd.)
Arkaik Homo
sapiens yaklaşık 500 bin ile yaklaşık 20 bin yılları arası yaşamıştır.
Arkaik Homo
sapiens’in en yaygınları Homo sapiens neanderthalensis ve Homo sapiens denisova’dır.
Neandertal insanı Avrupa’da, denisova insanı Asya’da yaklaşık 500 bin yıl
önceleri ortaya çıkmışlar ve modern insan tarafından yaklaşık 20 bin yıl
önceleri yok edilmişlerdir.
Arkaik
Homo sapiens yaklaşık 100.000 yıl öncesinden başlayarak, kendi zihinlerinden
geçenleri derinlemesine düşünebilmelerini sağlayan içe-bakışçı bir beceri
geliştirdiler. Böylece, sadece başkalarının ne düşündükleri hakkında değil,
başkalarının onlarla ilgili düşünceleri ve bu düşüncelere gösterdikleri
tepkiler hakkında da düşünebilmekteydiler. Örneğin, dekoratif kolye yapmak için
kullanıldığı anlaşılan kabuklar ilk kez yaklaşık 100.000 yıl önce ortaya
çıkmıştır. Bu onların başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğünü anlamaya
çalışma yeteneğidir.
Neandertal
insanlarının “empati duygusu” geliştirmiş olduğu (Torrey 2017 s.77-78)den
aktarılan şu paragraflardan anlaşılmaktadır:
“Yaşlı bir erkekte ölümünden yıllar önce oluştuğu düşünülen çok sayıda kırıkla birlikte ciddi yaralanmaların bulunduğu anlaşılmıştır. Yaralanmalar arasında sakat bırakması olası sağ kol ve sol bacak travması ile kafasında körlüğe yol açmış olması muhtemel bir darbe de bulunmaktaydı. Böyle bir hominin, kendi başına uzun bir süre hayatta kalamayacağı için, yanındaki diğer Neandertallerin yıllarca ona bakmış olduğu düşünülmektedir... Başka Neandertaller üzerinde yapılan araştırmalar bu bireylerin de “eklem iltihabı nedeniyle çok acı çektiklerini, bazılarının da kol ya da bacaklarını kaybettiğini” göstermiştir. Sakatlanmış olanların hayatta kalabilmeleri için “gruptaki diğer homininlerin yemeklerini bu kişilerle paylaşmaları ve bir kamptan başka bir kampa giderken onlara yardım etmiş olmaları gerekir. Tüm bunlar merhamet ve şefkatin kanıtlarıdır” … “Başka bir kişiye ilgi ve bakım göstermeniz, o kişinin duygusal bakış açısını paylaşabileceğinizi, diğer bir deyişle onunla empati kurabildiğinizi gösterir. Bu nedenle empati diğer insanların zihnine girebilme ve onların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini bilebilme becerisi gerektirir. Psikologlar bunu zihin okuması ya da bir zihin kuramına sahip olmak şeklinde ifade ederler. Zihin kuramı, başkalarının davranışlarının düşünceler, duygular ve inançlar gibi içsel durumlar tarafından motive edildiğinin anlaşılmasıdır.
Neandertaller
mükemmel avcılardı. Yaptıkları taş aletler, kemik aletler ve silahlar Homo
erectus un yaptıklarından daha karmaşıktı. Mızrakları “Neandertal buluşlarının
en üst noktasını” oluşturmaktaydı. Neandertallerin yaptığı mızrakların
“olimpiyat ciritleri kadar hassas bir şekilde dengelenmiş” olduğu söylenir. Bu
mızraklar büyük ölçüde protein içeren beslenmelerinin kaynağı olan hayvanları
avlamak için kullanılıyordu. Avlanmanın büyük bir kısmı gruplar hâlinde
yapılıyordu. Neandertallerin bizon ve mamut sürülerini bir uçuruma doğru
kovalayarak avlamak gibi koordine edilmiş eylemlerde bulunduklarına ilişkin
kanıtlar mevcuttur. Ayrıca balık ve kuş da yakalıyorlardı.
(7. Bölüm)
Homo sapiens sapiens =
Modern Homo sapiens- İçe-bakışçı Benlik ve Otobiyografik bellek
Gümümüz modern
insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 100 bin
yıl önceleri yine Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya
yayılmıştır.
Torrey modern
Homo sapiensi iki gruba ayırır:
Erken dönem
Homo sapiens: yaklaşık 100 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkan insan;
Geç dönem Homo
sapiens: 70 bin yıl önce yine Afrika’da ortaya çıkan insan.
Erken Dönem Homo sapiens
ve yeni dönem Homo sapiens beyinleri özellikleri ve farkları
Son
yıllarda, beyin görüntüleme teknikleri kullanılarak içebakışçı benlikle
ilişkili olan beyin alanları detaylı olarak araştırılmıştır. Bu tür
araştırmalarda tipik olarak “katılımcılara kişisel özellikler ile ilgili
sıfatlar veya cümleler verilerek bu kişisel özelliğin ya da cümlenin kendileri
için geçerli olup olmadığı sorulur”; bu sırada beyinleri bir PET veya
fonksiyonel MR cihazı ile incelenir. 1999 ile 2009 yılları arasında yapılan
bu türden 20 araştırmanın bir meta-analizinde, Şekil 4.1.’de görüldüğü gibi
içebakışçı düşünceyle harekete geçirilen dört ana beyin kümesi belirlenmiştir.
Bu kümelerden biri, aynı zamanda özfarkındalık ile başkalarının düşüncesine yönelik farkındalık sırasında etkinleşen ön singulat (BA 24,32) ve insula alanlarıdır. Bu alanların içe-bakışçı düşünce ile etkinleşmemesi şaşırtıcı olurdu. İçebakışçı düşünceyle etkin hâle gelen ikinci beyin kümesi frontal kutup (BA 10), lateral prefrontal korteks (BA 9,46) ve orbitofrontal bölge (BA 47) de dahil olmak üzere prefrontal korteksin bazı kısımlarını içerir. Bu bulgu, “özfarkındalık, bilinçlilik veya içgözlemin frontal lobun sahip olduğu en yüksek psikolojik öznitelik” olduğunu öne süren çalışmalarla da tutarlılık gösterir. Benzer şekilde, “içgözlem, kişi algısı ve diğerlerinin düşünceleri hakkında çıkarımda bulunmayı” içeren “sosyal biliş” ile ilgili yapılan çalışmalarda orta prefrontal alanın “sosyal bilişte” benzersiz bir rolü olduğu sonucuna varılmıştır.
Erken dönem Homo sapiens’te içebakışçı benlik ve
modern insanın zamansal belleği
İçebakışçı
düşünceyle ilgili beyin bölgelerinin geliştiği sırada beyaz madde bağlantı
yolları, özellikle de üst boylamsal, unsinat ve arkuat sinir demetleri de büyük
olasılıkla gelişmeye devam ediyordu. Önceki bölümlerde anlatıldığı gibi, bu
yollar önden ön singulat, insula ve prefrontal korteks ile arkadan da parietal
ve temporal bölgelerle bağlantılıdır. Beyaz madde bağlantı yolları
olgunlaştıkça beyindeki bu alanların önce birinci derece zihin kuramıyla, daha
sonra ikinci derece zihin kuramıyla düşünmeyi, ardından giderek karmaşıklaşan
zihin kuramıyla değerlendirmeler yapmayı ve nihayetinde insanların kendileri
hakkında düşünürken düşündüklerini düşünebilme yeteneği ile sonsuza dek süren
bir silsile oluşturacak şekilde birbirleriyle gitgide daha sıkı bağlantılar
kurduklarını hayal etmek hiç de güç değil.
Gerçekten
de insan evrimindeki en büyük gizemlerden biri, insan davranışının günümüze
kadar evrimin gerçekleştiği sürenin tamamıyla karşılaştırıldığında kısacık bir
an gibi duran son 100.000 yıl içinde çok çarpıcı biçimde değişmesidir. Buna
getirilecek en iyi açıklama büyük olasılıkla, beyaz madde yollarının
gelişiminde ve farklı beyin alanlarının birbirleriyle gitgide bağlanmasıyla
ortaya çıkan bilişsel beceriler ile davranışlarda bulunacaktır.
Geç Dönem Homo sapiens Beyni
Yeni genişleyen beyin alanları yeni işlevler kazanıyor, eski
beyin alanları yeniden programlanıyor ve aralarındaki beyaz madde bağlantıları
güçlenerek geliştiriliyordu. Modern Homo sapiens İn zamansal benliği ile beyni
birlikte evriliyordu.
Otobiyografik bellek ile ilişkili beyin bölgelerini
belirlemek için çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bunu değerlendirmek için,
bireylerden belirli anı türlerine odaklanmaları istenir ve bu sırada beyin
görüntülemesi yapılır. Bu şekilde yürütülmüş olan 19 çalışmanın incelenmesi
sonucunda şekil 5.2’de görüldüğü gibi yüksek düzeyde etkinleşmiş birden fazla
beyin alanı tespit edilmiştir. Belirlenen alanlardan birkaçı önceki bölümde
anlatılan başkalarını düşünürken (zihin kuramı) aktive edilen alanlarla
özdeştir.
Bunlar arasında ön singulat (BA 24,32), alt parietal lobülün
bir parçası (BA 39) ve bunun bitişiğindeki arka üst temporal alan (BA 22)
bulunur. Örneğin, bir çalışmada “alt parietal korteksin kişinin kendisine
gönderme yaparken özellikle etkinleştiği” bildirilmiştir.72
Otobiyografik bellek ile ilgili görevler, prefrontal korteksi
özellikle de frontal kutbu (BA 10) ve orbital frontal korteksi (BA 47) etkin
hâle getirir. Otobiyografik belleğin neredeyse tamamen kaybolduğu
frontotemporal demans (bunama) hastalarının beyinleri ile ilgili yapılan
çalışmalarda, orbital frontal korteksin ciddi hasar gördüğü bildirilmiştir.
Genç yetişkinler üzerinde yapılan bir çalışmada katılımcılardan okuldaki ilk
günlerinin, ilk öpüşmelerinin ve buna benzer deneyimlerin ayrıntılarını
düşünmeleri istenmiştir. Çalışmada “orta prefrontal korteks’in (MPFC) yakın
geçmişe ait otobiyografik anıların hatırlanmasında özellikle rol oynadığı”
saptanmıştır. Frontal lobun işlevinin incelendiği benzer bir araştırmada
“frontal lobların, özellikle uç kısımların (polların), özfarkındalık ve
zihinsel zaman yolculuğu gibi insana özgü olan yeteneklerle ilgili olduğu”
bulunmuştur. Bu ayrıca prefrontal kortekslerinde kalıcı hasar oluşmuş kişilerin
hem geleceği düşünme konusunda hem de geçmişi düşünürken eşit derecede sorunla
karşılaşmalarını da açıklar. Bir araştırma grubu tarafından özetlendiği gibi:
“Frontal lob hasarı bulunan hastalar yalnızca somut ve o an mevcut olan
durumlara karşılık verirler, geleceğe yönelik düşünce ya da planlan yoktur...
Tarif edilen hastaların birçoğu görünüşte tamamen şu an yaşıyor gibidirler.
Geçmişle ilgili düşünceleri ve geleceğe dair kararlarla ilişkileri önemli
ölçüde bozulmuştur.”73
Otobiyografik bellekle ilgili görevlerin harekete geçirdiği
diğer beyin bölgelerinden bazıları daha önce anlattığımız ve bilişsel görevler
tarafından harekete geçirilen alanlarla çok az örtüşür. Otobiyografik bellek
ile ilişkili diğer alanların en önemlileri arasında hipokampus (BA numarası
yok) ve parahipokampal girus (BA 35,36) bulunur. Bunlar evrimsel olarak en eski
beyin alanları arasında yer aldığı için, evrimsel olarak insanın en yeni
bilişsel özelliklerinden biri olan otobiyografik bellekle ilgili işlevlere
sahip olmaları biraz şaşırtıcıdır. Hipokampus hafıza depolamada kritik öneme
sahip olduğu için, bu durum, eski bir beyin alanını kendi amaçlarına uygun
olarak görevlendiren yeni bir evrimsel beyin işlevine örnek oluşturur.
Benzer şekilde, beynin evrimsel olarak daha eski bir bölgesi
olan amigdala otobiyografik bellekte önemli rol oynar, zira bu tür anılar
genellikle duygu yüklüdür ve duygulanım amigdalanın işlevlerinden biridir. Bu
nedenle, hipokampus ve amigdala otobiyografik belleğin önemli bileşenleridir 74
Beyaz madde bağlantı yollarının oluşma şekli de otobiyografik
belleğin gelişiminde hipokampus, amigdala ve parahippokampal girus’un önemini
gösterir. Singulum, hipokampus, amigdala ve parahipocampal girus ile
otobiyografik bellekte rol oynayan frontal ve parietal lob yapılarını
birleştiren önemli bir sistemdir. Unsinat sinir demeti de otobiyografik bellek
ile ilgili pek çok beyin bölgesinin birleştirilmesinde önemlidir. Bu nedenle,
otobiyografik belleğimizin yakın zamanlarda gelişmesiyle uyumlu olarak,
singulum ve unsinat sinir demetinin insanlarda en son gelişen beyaz madde
bağlantı yolları olması ilgi çekicidir.75
Otobiyografik bellek görevlerinin etkinleştirdiği diğer beyin
alanları arasında arka singulat (BA 23,31), bitişiğindeki üst parietal alan
(prekuneus, BA 7) ve beyincik yer alır. Arka singulat içebakış becerisinde
önemli bir rol oynar. Prekuneus, çeşitli bilişsel, duyusal ve görsel işlevleri
yerine getirir. Beyinciğin de otobiyografik bellekle ilgili olması biraz
şaşırtıcıdır, çünkü beyincik hareketlerin koordinasyonu gibi öncelikle motor
fonksiyonlarla ilişkili olduğu düşünülen çok eski bir beyin bölgesidir. Ancak,
modern Homo sapiens te beyincik “modern beyinlerde... hızlı bir büyüme”
geçirmiştir ve şimdi modern insanlarda beyincik, benzer büyüklükteki
şempanzelerden üç kat daha büyüktür. Bir araştırmada katılımcılardan geçmişteki
anılarını hatırlamaları istendiğinde beyincikte yaygın bir etkinleşme
saptanması üzerine beyinciğin “epizodik (otobiyografik) belleğin bilinç düzeyine
çıkmasını başlatan ve bunu takip eden bir ağın parçası” olduğu sonucuna
varılmıştır. Beyinciğin böyle bir role sahip oluşu, eski bir beyin bölgesinin
yakın zamanda evrilmiş yeni bir beyin işlevi için görevlendirilmesinin bir
başka örneğidir.76 Aslında, beyincik ile ilgili araştırmalar yapıldıkça sahip
olduğu pek çok yeni işlev ortaya çıkarılmaktadır.
Bu araştırmanın sonucuna göre “beyin görüntüleme çalışmaları,
geçmişte yaşanan olayların anımsandığı sırada ve gelecekle ilgili hayaller
kurulurken harekete geçen beyin ağları arasında ortak noktaları çarpıcı bir
şekilde ortaya koymaktadır.
Erken dönem Homo sapiens ile Modern Homo sapiens
arasında BA 10, BA 47, BA 24,32, BA 38 gibi bölgeler ortak şekilde aktif
olmuşlardır. Modern Homo sapienste bunlara ek olark BA 23,31, BA 7 gibi yeni
oluşan bölgeler de bulunmaktadır. Daha nemli bir fark ise, eski beyin
bölgelerinden amigdala, hipokampus, beyincik bölgelerinin de aktive edilmiş
olmasıdır. Bu da, mu eski beyin bölgelrinde de, yeni düzenlemeler yapıldığını
gösterir.
Özetle, yaklaşık 40.000 yıl önce, homininler bilişsel evrimin
beş önemli aşamasını tamamlamıştı. Homo habilis olarak, yaklaşık iki milyon yıl
önce, önemli ölçüde daha zeki olmaya başladılar. Homo erectus yaklaşık 1,8
milyon yıl önce özfarkındalık sahibi oldu. Arkaik Homo sapiens in Neandertal
türü, yaklaşık 230.000 yıl önce başkalarının düşünceleri konusunda bir
farkındalık edinmeyi (zihin kuramı) başardı. Erken dönem Homo sapiens ise,
yaklaşık 100.000 yıl önce kendisi hakkında düşündüğünü düşünmesine olanak
tanıyan içebakış becerisi kazandı. Son olarak, modern Homo sapiens yaklaşık
40.000 yıl önce, geleceği planlamak için geçmişten gelen deneyimlerini
kullanarak kendisini zamanda geriye ve ileriye doğru düşünebilme becerisini,
yani otobiyografik belleği geliştirdi. Bu bilişsel evrimin her aşamasına
beyinde oluşan ve günümüzde en azından kabaca tanımlanabilen anatomik
değişiklikler eşlik etti.
Böylece, bilişsel olarak donanımlı hâle gelen modern Homo sapiens,
bitki ve hayvanları evcilleştirmeye, devletler kurmaya ve uygarlıklar yaratmaya
hazırdı. Bu olağanüstü bir gelişme silsilesi olacaktı. Ancak bu gelişmelere
eşlik eden, gölgede kalmış sorular daima bir yerde bekliyordu. “Nereden
geldim?” “Neden buradayım?” “Ben öldükten sonra bana ne olacak?” Modern Homo
sapiens, bu soruların yanıtlarını tanrılarımızda ve dinlerimizde bulacaktı.
Otobiyografik
bellek bireyin kendisini geçmiş ve gelecek zaman içinde tam olarak yerleştirebilmesi
yeteneğidir.
(8. Bölüm)
Homo sapiens sapiens’in
ortaya çıkardığı önemli yenilikler:
Güney
Afrika’daki mağaralardan elde edilen 75.000 ila 100.000 yıl öncesine ait
delinmiş kabuklardan yapılmış bazı kolyeler ve kırmızı toprak pigmentşeri
insanlık tarihinde süslenmenin bilinen ilk örnekleridir. Bunların yanında son
derece sofistike taş aletler ve silahlar bulunur. Kemikten yapılmış aletler,
Kongo’da da bulunmuş ve en az 75.000 yıl öncesine tarihlenmiştir.
Güney
Afrika’daki mağaralarda ve kayalara yapılmış barınaklarda yaşayan insanlar
deniz ürünleri ve yerel av hayvanları gibi çeşitli besinleri içeren bir
beslenme düzenine sahiptiler. Ayrıca, farklı ot ve bitkilerden yaptıkları
yatakları kullanarak yerleşik sayılabilecek bir yaşam sürmekteydiler. Bu
bitkiler arasında, “örneğin sivrisineklere karşı böcek öldürücü ve larvisidal
(larva öldürücü) özelliklere sahip kimyasallar içeren bazı bitkiler” de vardı.
Bunlar aynı zamanda bitkisel ilaç olarak da kullanılmış olabilir. Bu
mağaralarda rastlanan kırmızı toprak boya ile kaplı, kolye veya bilezik yapımı
amacıyla istemli olarak delinmiş gibi görünen ve 77.000 yıl öncesine tarihlenen
deniz kabukları da büyük ilgi uyandıran buluntulardır. Güney Afrika’da kolye
veya bilezik süslemek için kırmızı toprak boyanın kullanılması, toprak boyanın
bu kültürde oynadığı önemli rol ile tutarlıdır. Bu mağaralarda yakın geçmişte
100.000 yıllık bir “toprak boya işleme atölyesi” ortaya çıkarılmıştır. Bu
nedenle, 100.000 yıl önce toprak boyanın
delinmiş kabuklara uygulanması, ara sıra da olsa süslenme için kullanıldığını
akla getirmektedir.
Güney
Afrika’daki mağaralarda kazınarak ve öğütülerek değişime uğratılan ve daha
sonra keskin bir aletle istemli olarak işlenen toprak boyasıyla yapılmış 15
parça bulunmuştur. Oymalar, çeşitli desenler oluşturan düz çizgilerden
oluşmaktadır. Örneğin birinde, “uzun bir çizgi ile kısmen bölünen, altı ve
sekiz çizgilik iki setten oluşan çapraz tarama vardır”. Yaklaşık 99.000 yıl
öncesine tarihlen oyma tasarımların ne anlama geldiği ile ilgili tahminler, bir
tür kayıt, bir takvim ya da bir sanat eseri gibi çeşitlilik göstermektedir. Bu
bulgular “en azından Güney Afrika’da, Homo sapiens'in modern bir davranış
sergilediğini” göstermektedir.
Vücut
biti yaklaşık 72.000 yıl önce baş bitinden farklılaşarak ayrılmıştır. Vücut
bitinin cilde değil giysilere yapışacak şekilde uyum sağlamış pençeleri vardır
ve yumurtalarım sadece giysilerin üzerine bırakırlar. Bu çalışmaları yürüten
araştırmacılara göre, “[vücut bitinin] ekolojik farklılaşması, muhtemelen insanların
giysi kullanmaya başlamaları ile gerçekleşmiştir”.
Haplogrup
analizlerine göre Afrika’dan çıkışı 70.000 yıl önce olmuşsa kıtadan neden o
zaman ayrıldıkları tam olarak belli değildir. Endonezya’daki Toba süper
yanardağının 73.000 yıl önce patlaması bunda bir etken olabilir çünkü bu
patlamanın dünya iklimini yüzlerce yıl etkilediği düşünülmektedir.
Homo
sapiens sapiens, Endonezya’ya en az 50.000 yıl önce ulaştı. Muhtemelen
kütükleri ve sazları birbirine bağlayarak tekneler inşa etmiş ve o sırada Papua
Yeni Gine ile Tasmanya’ya karadan bağlı olan Avustralya’ya ulaşmak için
yaklaşık 65 km’lik açık okyanusu geçmişti. Her ne kadar homininler binlerce
yıldır nehirleri ve dar su geçitlerini aşmak için eğreti tekneler kullanmış
olsalar da daha uzun bir su geçişi belli ki ilk kez bu zamanda yapılmıştı ve bu
da erken dönem Homo sapiens’in planlama becerilerinin bir göstergesiydi. Denizi
önemli sayıda insanın geçtiği anlaşılıyor; bugünkü Avustralyalıların genetiğine
dayanarak yapılan bilgisayar simülasyonlarından elde edilen sonuçlar “bugünkü
mevcut aborijin nüfusunun sadece bir veya iki tekne dolusu bireyin kurduğu
koloniden oluşamayacağı, daha fazla kişinin gerektiği” yönündedir. Homo
sapiens'in 50.000 yıl önce Avustralya’ya, 49.000 ila 43.000 yıl önce Papua Yeni
Gine’ye ve 30.000 yıldan daha öncesinde Yeni İrlanda’daki Melanezya Adasına
yerleştiğine ilişkin kanıtlar bulunmaktadır.
Kabuktan
yapılmış takılar takması, süslenmesi ve üstüne oturan giysiler giymesi modern Homo
sapiens'm diğerlerinin onunla ilgili düşüncelerinin farkına vardığını
düşündürüyor. Süslenme, bireyin aile ilişkilerini, sosyal sınıfını, ait olduğu
gruba bağlılığını veya cinsel ilişkiye müsait olup olmadığını belirtmek için
bir araç olarak ve diğerlerine bir mesaj göndermek içindir. Süslenmenin
temelinde, bir Homo sapiens'in başka bir Homo sapiens’in kendisi hakkında ne
düşündüğünü düşünmesi yatar. İşte bu içe-bakışçı benliktir.
Giysileri
dikmeye yarayan iğnenin ilk defa kemikten yaklaşık 45.000 yıl önce yapıldığı
Altay dağlarındaki Denisova mağarasında saptanmıştır. Bazıları boyanmış keçi kılından elde edilen
yün lifleri ve ketenden yapılan bitki lifleri belli ki halat, ağ ve sepetlerin
yanı sıra giyecek yapmak için de kullanılmaktaydı. Dikilerek yapılan giysiler
Buzul Devrinde özellikle yararlı olacaktı.
Bu
dönemde kullanılmaya başlanan bir diğer alet de kandildi. Kontrollü ateş
kullanımı en az 500.000 yıl önce biliniyordu ama kandillerin kullanımı yeniydi.
Fransa ve Ispanya’da duvarlarında çizimlerin ve resimlerin bulunduğu
mağaralarda birçok kandile rastlanmıştır. Bu kandillerin çoğu içyağı ile
doldurulabilen doğal bir çukuru olan taşlardı; fitil olarak liken, yosun,
kozalak ve ardıç kullanılmaktaydı. Bulunan birkaç kandilin üzerinde oyulmuş
gravürler vardı, bir tanesinin kulpu bile bulunmaktaydı.3
Aletlere
ek olarak, yaklaşık 40.000 yıl öncesinden başlayarak yeni ve daha iyi silahlar
da geliştirildi. Atlatl da denilen mızrak fırlatıcılar, yaklaşık 30.000 yıl
önce ortaya çıkmışlardı ve mızrağı daha uzun mesafeye, daha hızlı ve daha doğru
bir şekilde yönlendirebilmekteydiler. Atlatl kullanan bir avcı mızrağı daha
güvenli bir mesafeden fırlatabildiği için bu aletler tehlikeli hayvanları
avlamada özellikle etkiliydiler.
Binlerce
yıl öncesinde ara sıra kullanılan ok ve yay, en az 20.000 yıl önce yaygın bir
şekilde kullanılmaya başlandı; ok ve yay, avcının avdan güvenli bir mesafede
kalabilmesini ve havadaki kuşları uçarken vurabilmesini sağlamıştı. Balık
oltası ile ağ kullanımı da Homo sapiens'in derin sularda balık yakalayabilmesine
olanak tanıdı. Örneğin, Endonezya’da bulunan 40.000 yıldan eski ton balığı ve
köpekbalığı kemikleri, o tarihlerde açık deniz balıkçılığı yapıldığına dair
kanıtlar sunar.4
Yaklaşık
40.000 yıl öncesinden başlayarak gitgide yaygınlaşan diğer bir alet türü de
bellek aygıtları olabilir. Bunlar arasında, son bölümde anlatılan ve Güney
Afrika’da 90.000 yıldan daha uzun zaman öncesine ait olduğu anlaşılan oymalı
toprak boyası üzerine oyulmuş bir dizi çizgi veya nokta bulunan kemik parçaları
yer alır. En iyi bilinen ve Fransa’da bulunan örnek, yaklaşık 30.000 yıl
öncesine dayanmaktadır. Bu işaretler ay döngüsü süresince ayın evrelerini
temsil ettiği şeklinde yorumlanmıştır.
” Daha erken dönemlerde Güney Afrika’da bulunan kolye ve bilezikler yalnızca deniz kabuklarıyla yapıldığı hâlde, daha yeni süs eşyalarında hayvan kemikleri, boynuz, fildişi, salyangoz kabuğu, kuş pençeleri, devekuşu yumurtası kabuğu ve renkli taşlar da kullanılmıştır.
Bu
dönemde süslenme için kullanılan malzeme örnekleri coğrafi olarak Avrupa’da ve
Ortadoğu’da yaygın olup, Fransa, İspanya, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan, Lübnan
ve Türkiye’de bolca bulunmuştur. Türkiye’de bulunmuş salyangoz kabuklarından ve
kuş pençelerinden yapılan kolyelerin 43.000 yıl öncesine ait olduğu
saptanmıştır. Benzer süs örneklerine Fas,Cezayir, Kenya, Tanzanya ve Güney
Afrika dahil Afrika’da da rastlanmıştır.
Devekuşu
yumurtası kabuklarının kullanımı özellikle Afrika’da yaygındı. Göründüğü
kadarıyla her yerde, çok değerli olarak kabul edilen ışıltılı beyaz veya canlı
parlak renklerdeki kabuklar gibi, en alışılmadık malzemeler kullanılarak özgün
bölgesel tarzlar oluşturulmuştur.8
Süslenme
için kullanılan malzemeler, bu dönemde aynı zamanda geniş ticaret ağlarının
geliştiğini akla getirmektedir. Fransa’daki kolyelerde kullanılan deniz
kabukları 160 km uzaktan getiriliyordu. Bazı arkeologlar, süslenme için
kullanılan malzemelerin alışverişinin birbirine bağlı insan gruplarının
gelişmesinde önemli bir rol oynayabileceğini öne sürmüştür: “Bu konuyla ilgili
günümüzdeki kuramlar, o dönemde evlilik, dostluk ve takas ağlarının boncuktan
yapılmış süs eşyalarının alınıp verilmesiyle giderek genişlediğini ileri
sürer.” Bu tür hediyeler aynı zamanda “yer adları ve akrabalık terimleri ile
eşit derecede anımsatıcı birer araç” olarak da işlev görebilirler. Kızıl geyik
dişinden yapılmış bir kolye, önceki sonbaharda ortaklaşa kızıl geyik avı yapmış
olan bir grupla bir başka grup arasındaki dostluğu temsil edebilir.9
İçebakışçı
bir benliğin evrimi, modern Homo sapiense özellikle sosyal etkileşimlerde ve
diğerlerinin davranışlarını öngörebilme konusunda diğer homininlere göre büyük
bilişsel avantajlar sağlamıştır. Bu yetenek Homo sapiens’in grup avcılığı gibi
grupla gerçekleştirdikleri eylemleri büyük ölçüde kolaylaştırmış ve bu bilişsel
beceriye sahip olmayan diğer homininlere karşı çatışmalarda ona önemli bir
üstünlük sağlamıştır.
Yaklaşık 70.000 yıl evvel Afrika’yı terk eden Homo sapiens, zeki,
özfarkındalığı olan, empatik ve içebakışçı olağanüstü bir yaratıktı. Bundan
sonraki birkaç bin yıl boyunca, doğuda Avustralya ve Papua Yeni Gine’den batıda
Avrupa’ya kadar geniş bir alana yayıldı; bu yolculuğu süresince kendisinden
daha eski homininin türleiyle melezleşti ve en sonunda onları yerlerinden etti.
(9. Bölüm)
İçebakışçı Benlik Ve
Dil
Pek
çok primat için birbirlerini tımar etme önemli bir sosyal bağlanma aracıdır. Bu
kuruma göre, primat grupları büyüdükçe, bir primatın artan sayıda bireyi tımar
etmesi zorlaşmıştır. Böylece dil, tımar etmenin yerini alacak şekilde
gelişmiştir: “Sohbeti aslında sosyal bir tımarlama şekli olarak kabul edersek
dil bize aynı anda birden fazla kişiyi tımar etme olanağı sağlar.” Bu kuram
doğru ise o zaman Dunbar’a göre “konuşma (dolayısıyla dil) yarım milyon yıl
önce, en azından bir biçimde Homo sapiens'lerin ortaya çıkışı sırasında zaten
var olmalıydı”.
Dolayısıyla,
içebakışçı benlik ile bildiğimiz şekliyle dilin beraber gelişmiş olması
muhtemel gibi görünmekte. Dil sadece bilginin iki faks makinesi arasında telle yapıldığı gibi
aktarımı değildir; daha çok, duyarlı, planlı ve sorgulayıcı sosyal hayvanların
bir dizi değişken davranış sergilemesidir. Dil, yalnızca sembolik düşünceyi
değil, aynı zamanda bireyin kendi iletişiminin ve alıcı olarak diğerlerinin
farkına varmış olmasını da gerektirir.
İnsanda
dilin, frontal ve parietal lobların gelişimi ile birlikte gelişen, görece geç
bir evrimsel edinim olduğunu destekleyen anatomik kanıtlar da vardır.
Maymunların ve büyük maymunların karmaşık sesler çıkarmak için kullandıkları
konuşma alanları, insanlardaki gibi yakın geçmişte evrilmiş olan kortekste
değil, filogenetik olarak daha yaşlı beyin bölgeleri olan limbik sistem ve
beyin sapında yer alır. Biz insanlar da bu eski konuşma alanlarını kullanırız
ama sadece bir çekiçle parmağımıza vurduğumuzda küfrederken ya da ağlarken veya
güldüğümüzde sesler çıkarırken.
Bunun
aksine, insanda konuşmanın büyük kısmı, nispeten kısa bir süre önce kortekste
gelişen iki beyin alanı tarafından kontrol edilir. Birincisi, frontal lobda
bulunan Broca alanıdır; burası sözlü konuşmayı kontrol eder ve anatomik olarak
ağız, dil ve gırtlak kaslarını yöneten beyin bölgesine bitişiktir. İkinci
konuşma alanı, temporoparietal bileşkeye bitişik, üst temporal lobda yer alan
Wernicke alanıdır; burası konuşmanın anlaşılmasını kontrol eder ve anatomik
olarak işitme ile ilişkili beyin bölgesinin bir parçasıdır. Bu nedenle,
özfarkındalığın, başkalarının düşüncesine yönelik farkındalığm ve kişinin kendi
düşündüğünü düşünme becerisinin gelişmesiyle ilişkili olan beyin alanlarının
dil gelişiminde rol oynayan beyin alanları ile örtüştüğü görülür.
Son
olarak, insanda dilin nispeten geç bir evrimsel edinim olduğunu destekleyen dil
ile ilgili kanıtlar vardır. Yeni Zelanda’dan psikolog Quentin Atkinson, daha
karmaşık (daha önce gelişmiş) ve daha az karmaşık olan (daha yakın bir tarihte
gelişmiş) 504 dünya dilini fonetik karmaşıklık açısından analiz etti. Atkinson,
en eski dillerin Orta ve Güney Afrika’da olduğunu ve diğer dillerin Afrika’dan
dünyaya yayılan Homo sapiens in göç yollarını yakından takip ettiğini saptadı. 23
Otobiyografik
belleğin dil ile birleşimi, işbirliği ile yapılan böyle bir avlanmayı
kolaylaştırmıştır. Avustralyalı psikolog Thomas Suddendorf ve meslektaşları
şuna dikkat çeker: “Dilin evrimi zihinsel zaman yolculuğunun evrimiyle
yakından bağlantılıdır... Dil, kişisel olayların ve planların paylaşılmasını
sağlayarak yaşanabilir geleceği planlama ve inşa etme becerisini artırır.”
Suddendorf ayrıca “zihinsel zaman yolculuğu insan evriminde itici bir güçtür,”
diye de iddia eder.41
İçebakışçı
benliğin kazanılması, homininlerin bilişsel gelişiminde belirleyici bir olaydır.
Yaklaşık iki yaşımıza kadar olan gelişim süresince, kendimiz hakkında düşünme
becerisini kazanmış oluruz; dört yaşında ise başkalarının düşünceleri hakkında
düşünme yetisini elde ederiz. Altı yaşına kadar da ikinci derece zihin
kuramına, bir başkasının bizimle ilgili düşüncelerini düşünme becerisine sahip
oluruz. Arkaik Homo sapiens bir zihin kuramı edinerek, tanrıların da
düşünceleri olduğunu idrak etme yetisini kazandı. Daha sonra, erken dönem Homo
sapiens, ikinci derece zihin kuramı -içebakış- ile tanrıların bizimle ilgili
düşünüyor olabileceğini, ne düşünüyor olabileceklerini ve tanrıların bizimle
ilgili ne düşündüğünü düşünme becerisini edindi.
Kısacası,
modern Homo sapiens, tıpkı günümüz insanının de yaptığı gibi, tanrılarla
muhabbete girmeyi sağlayan bilişsel beceriyi kazanmış bulunuyordu.
(10. Bölüm)
Ölülerin Gömülmesi ve
Mezar Eşyaları
Modern Homo sapiens’ in sergilediği en çarpıcı davranışlardan biri
de bazı ölü gömülerine mezar eşyalarının eklenmesiydi. Homininler yeryüzünde,
altı milyon yıldır ölmelerine rağmen bu süre içinde ölenlerin cesetleri ya
çürümeye terk edilir ya da leşçil hayvanlar tarafından yenilmek üzere yerde
bırakılırdı. Ölülerin maksatlı gömülmesi ile ilgili ilk kesin kanıt 90.000 ila
100.000 yıl öncesine aittir. Nispeten bozulmamış 11 ceset, muhtemelen güneybatı
Asya’ya göç etmiş olan erken dönem Homo sapiens tarafından İsrail’deki
mağaraların altına gömülmüş hâlde bulunmuştur. Yetmiş beş bin ila 35.000 yıl
önce Neandertallerin de birçok ölüyü gömdükleri anlaşılıyor. Üçüncü Bölüm’de de
belirtildiği gibi, bu definler zihin kuramı edinmiş olan Neandertallerin
gösterdiği ilgi ve bakım davranışını yansıtıyor olabileceği gibi sadece ölü bir
bedenin yırtıcıları cezbetmemesi için ondan kurtulma amaçlı da olabilir.10 Daha
sonra, günümüzden yaklaşık 28.000 yıl önce, yararlı ve değerli eşyaların
ölenlerle birlikte gömüldüğü dikkat çekici maksatlı defin işlemleri yapılmaya
başlandı. Bu tür öğelere mezar eşyaları adı verilir. Şimdiye kadar keşfedilen
en eski gömüt Moskova’nın 193 km kuzeydoğusunda Sungir’de bulunmuştur. Bir
erkek ve iki çocuk, “hayret verici çeşitlilikte ve sayıda eşya ile” birlikte
defnedilmişti, buradaki maksat neredeyse kesinlikle bu eşyaların ölümden sonra
onlara yardımcı olmasıdır. Üç ceset, 13.000’den fazla fildişi boncukla
süslenmiş kıyafetler giymişti; son araştırmalara göre, bir boncuğun oyulması
yaklaşık bir saat sürüyordu. Erkeğin kolları 25 adet parlatılmış fildişi
bilezik ile süslenmişti ve boynuna ucundan kırmızı bir süs sarkan kolye
takılmıştı. Ergen erkek çocuk 25 tilki dişiyle süslenmiş bir kemer takmıştı ve
boynunda ucu fildişinden yapılma hayvan şeklinde bir kolye vardı; yanında
oyulmuş bir fildişi mamut figürü ve fildişinden yapılma bir disk duruyordu. Kız
çocuğunun yanında ise üç adet renkli fildişi disk, karmaşık bir örgü işi,
çeşitli fildişi mızraklar ve biri sıra hâlinde delinmiş iki adet boynuzlu asa
bulunuyordu. Her iki çocuğun da yanında mamut dişlerinden yapılmış 182 cm
uzunluğunda mızraklar vardı. Yeterli yiyecek, giysi ve barınak elde etmek için
çok fazla zaman ve enerji harcanması gereken kuzey ikliminde, bunlar toprağa
gömülmek için olağandışı çeşitlilik gösteren eşyalardı.11
Şekil 1: Varna'da 7 bin yıl öncesine ait bir mezar.
Yirmi
yedi bin yıl öncesine tarihlendirilmiş benzer gömütler Sungir’in 1930 km
güneybatısında, Çek Cumhuriyetinde keşfedilmiştir. Bir kazı alanında, 18 kişi birlikte gömülmüştü, mamut kemikleri
ve kireç taşı plakaları ile kaplıydılar. Dolni Vestonicev adlı başka bir kazı
alanında, genç bir kadın ile iki genç erkek, kadın erkeklerin arasında olacak
şekilde birlikte gömülmüşlerdi. Cesetlerin pozisyonları araştırmacılar arasında
şiddetli tartışmalara yol açmıştı: Kadının başı, kendisine göre ters tarafa
bakan bir erkeğe dönüktü, diğer adam ise kadına doğru bakıyordu, iki eli de
kadının kasığındaydı. Adamların başlarının etrafına delinmiş kutup tilkisi ve
kurt dişleri ile mamut dişinden yapılmış süsler yerleştirilmişti. Mezarın
içinde bol miktarda kırmızı toprak ve salyangoz kabuklan da bulunmaktaydı.
Mamut
avcıları Dolni Vestonice kazı alanında ahşap ve mamut kemiklerinden yapılmış
evlerde en az 2.000 yıl boyunca yaşamışlardı. Evlerden biri 23 ton mamut kemiği
kullanılarak inşa edilmişti. Bu kazı alanında 700’ün üzerinde kil heykelcik ile
dünyada bilinen ilk seramiğin yanı sıra 26.000 yıl öncesine tarihlenen bir
Venüs heykelciği, bazı fallik figür oymalı fildişi asalar ve sepet işi olduğu
düşünülen kalıntılar bulunmuştur.12
27.000
yıl öncesine tarihlenen bir başka olağandışı gömü Avusturya’da ortaya
çıkarıldı. İkiz oldukları düşünülen iki yenidoğan, fildişi boncuklarla süslü
toprakla kaplandıktan sonra bir fildişi ile desteklenen büyük bir mamut kürek
kemiğinin altına gömülmüştü. Kürek kemiği ölülerin bedenlerini mezarı doldurmak
için kullanılan topraktan koruyordu. Benzer şekilde İtalya’da da aynı döneme
ait, iki çocuğun bulunduğu bir mezara rastlandı. Cesetler “leğen kemiği ile
kasıkların etrafına yerleştirilmiş, muhtemelen peştemal süslemesi olan” 1.000’den
fazla delinmiş salyangoz kabuğu ile birlikte gömülmüşlerdi. İtalya’da daha eski
olması muhtemel bir çifte gömüde de yaşlı bir kadın ile bir genç bulunmaktaydı,
“cesetlerin başları işlenmiş bir taşla korunmuştu”. Ergenin başının etrafında
dört sıra salyangoz kabuğu, kadının da kabuklardan yapılmış iki bileziği vardı.
Sibirya’da, “fildişi bir taç, bir boncuk kolye ve kuş şeklindeki bir kolye ucu”
takılmış olan genç bir erkek çocuk 24.000 yıl önce bir taş kütüğün altına
gömülmüştü.13
Daha
önce anlatılanlar gibi bu dönemden kalan bilinen mezar sayısı nispeten azdır.
Bunun nedeni, bu gömülerin çoğu mağaralardan ziyade açık alanda oldukları için
bulunmalarının güç olmasıdır. Bilinen mezarların birçoğu modern inşaat
projeleri sırasında rastlantıyla keşfedilmiştir. Buna ek olarak, en erken
gömülerin büyük bir kısmı, Fransa ve İspanyaya göre çok daha az arkeolojik
araştırma yapılmış olan orta veya doğu Avrupa’da bulunmuştur.14
Bazı
bilim insanları, bu gömülerin mezar eşyaları bulunan ilk mezarlar olup
olmadığı konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Avustralya’da,40.000 yıllık
bir Homo sapiens gömüsü 193 km uzaktan getirilmiş bir pigment olan kırmızı
toprak ile örtülmüştü. Güney Afrika’da muhtemelen daha eski bir gömü yerinde,
bir bebek 56 km uzaktan getirilen “büyük olasılıkla bir süs veya muska olan,
üzerinde delik açılmış bir deniz minaresi” ile birlikte gömülmüştü. Bazı
akademisyenler ise daha önceki Neandertal gömülerinin bir kısmında da mezar
eşyaları bulunduğunu ileri sürer. Tartışmaların çoğunun merkezinde, nelerin
mezar eşyası sayılacağının tanımı yer alır. Tartışmanın bir tarafında, mezar
eşyalarının “pigmentli toprak, taş veya kemik aletler, üzerinde değişiklik
yapılmamış hayvan kemikleri vb.” şeyleri kapsaması gerektiğini savunur. Bu grup
içindeki araştırmacılar, İsrail’de bulunan erken dönem mağaralarındaki hayvan
kemiklerini ve geyik boynuzlarını maksatlı mezar eşyalarına kanıt olarak
gösterirler.
Bir
araştırmada, 75.000 ila 35.000 yıl önceki maksatlı insan mezarlarının üçte
birinden fazlasında bu tür mezar eşyaları olduğu bildirilmiştir. Tartışmanın
diğer tarafında, bu tür mezarların bulunduğu mağaraların zemininde büyük
olasılıkla zaten taş aletler, kemikler ve pigmentli toprak parçaları olduğunu,
bu nedenle bunların bazılarının mezar doldurulurken içeride kalmasının
şaşırtıcı olmayacağını iddia edenler bulunur. lan Tattersall’ın belirttiği
gibi, mezarlarda bulunan kemikler ve boynuzlar mezar eşyası olarak “pek de
etkileyici değildir”. Bu eleştiriler, 40.000 yıldan daha eski olan hiçbir mezarda
daha sonraki mezarlarda sıklıkla görülen kabuk, boncuk, kâse veya diğer
öğelerin bulunmadığına dikkat çeker.15
Özellikle
tartışmalı bir konu da Irak’ta Şanidar Mağarasında bulunan 50.000 yıllık çoklu
Neandertal mezarıyla ilgilidir. Buradaki mezarlardan ikisinde bol miktarda
çiçek poleni bulunmaktaydı, bu da “kazıcıların aklına ölenleri bahar
çiçeklerinden oluşan bir yığının üzerine yatırdıklarım” getirmişti. Yıllarca,
bu mezar Neandertallerin ölülerini sadece gömmekle kalmadıklarının, aynı
zamanda gömme işlemini ölümden sonra hayatın varlığına inandıklarını düşündüren
törensel bir davranış ile gerçekleştirdiklerinin kanıtı olarak gösterilmiştir.
Ancak son zamanlarda, o yöreye özgü gerbil cinsinden jird adı verilen
kemirgenlerin bu alanda oyuklar açtıkları ve sıklıkla yuvalarına tohum ve çiçek
taşıdıkları keşfedildi. Richard Klein ve Blake Edgar’ın The Dawn o f Human
Culture da (Uygarlığın Doğuşu) belirttikleri gibi: “Jird açıklaması insanlarla
ilgili olandan daha az heyecan verici olsa da Şanidar Mağarasındaki diğer
gömütlerde olduğu gibi, Neandertal mezarlarında tören yapıldığına dair
kanıtların bulunmaması ile tutarlılık gösterir.” Mezar eşyaları ile ölümden
sonra hayata olan inanç arasındaki- ilişki daha sonra ayrıntılı olarak
tartışılacaktır.16
(11. Bölüm)
Sanatın Ortaya Çıkışı
Yaklaşık
40.000 yıl önce modern Homo sapiens in sergilemeye başladığı yeni davranışlar
arasında en fazla ilgiyi sanatın ortaya çıkışı çekmiştir. Araştırmacılara göre,
sanatın, özellikle de görsel sanatların ortaya çıkışı, “bizi hayvanlardan ve
insan öncesi türlerden ayıran, tamı tamına insana özgü bir şeyin kökenini (veya
kökenlerden birini)” düşündürdüğü için modern insanların ilgisini çekmektedir.
Görsel sanatlar, “bildiğimiz şekliyle insan toplumunun doğduğu dönemde” ortaya
çıkmıştır. Yazının bulunması daha binlerce yıl sonrasına denk geldiği için, bu
sanatsal yaratımlar bu döneme ait elimizde olan tek kayıtlardır.17
Son
100 bin yıl içinde yaratılan görsel sanatın çeşitliliği ve zenginliği gerçekten
etkileyicidir. Her ne kadar bunlar arasında en iyi bilinenleri çok renkli
mağara resimleri olsa da bu dönem sanatçıları aynı zamanda gravür, kilden
modeller, heykeller, küçük figürler ve her türlü süslemeli objeler de
yapmıştır. Çoğu Fransa ve Ispanya’da olmak üzere, sanat ürünü içeren 300’den
fazla mağara bulunmuştur. Yalnızca Lascaux Mağarası’da 1.963 adet resim ve
gravür vardır, bunların yarısı hayvanları tasvir eder, geriye kalanlar ise
geometrik şekillerdir. Yirmi iki bin yıl önce Fransa’nın toplam nüfusunun
sadece 2.000 ila 3.000 arasında, tüm Avrupa nüfusunun ise yaklaşık 10.000
olduğu tahminleri göz önüne alındığında, sanatın bolluğu dikkat çekicidir.19
Bugüne
kadar keşfedilen bu dönemden kalma en eski örnekler, Endonezya’daki Sulawesi
Adasında bulunan LeangTimpuseng Mağarasının duvarlarındaki boyalı el izleri ve
İspanya daki El Castille Mağarasındaki geometrik figürlerden oluşan
çizimlerdir. Bunların her ikisi de yaklaşık 40.000 yıl öncesine tarihlenmiştir.
Duvarlarına resim yapılmış mağaralardan elde edilen en erken bulgular, Chauvet
Mağarasında bulunan ve en eskileri 36.000 yıl önce tarihlendirilen olağandışı
resimler ile Sulawesi’deki mağarada en az 35.400 yıl öncesine tarihlenen domuz
benzeri bir hayvanın çizimidir. Büyük mağara sanatı dönemi 20.000 yılı aşkın bir
süre devam etmiştir; daha yeni örnekleri Kuzey İspanyada Altamira’daki (14.000
yıl önce) ve güneybatı Fransa’da Niaux’daki (13.000 yıl önce) mağaralardadır.
Bulunan
son mağara sanatı Sicilya’da, Levanzo ve Addaura’daki mağaralarda olup, her
ikisi de 11.000 yıl öncesine aittir.
Bundan sonra, Avrupa mağara sanatı geleneği, iklimin ısınması ve tarım
devriminin başlıyor olması ile eşzamanlı olarak yok olup gitmiştir.20
İlk
mağara resimlerinin yapıldığı bu dönem aynı zamanda bilinen en eski heykellerin
yontulduğu dönemdir. Güney Almanya’da, Swabian Alpleri’ndeki bir dizi mağarada
tümü 35.000 ila 40.000 yıl öncesine ait, fildişinden yapılmış aslan, mamut,
bizon ve aslan başlı bir adam ile bir kadın bedenine ait heykelcikler
bulunmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla sonuncu heykelcik bir kolye ucu olarak
kullanılmaktaydı ve sonraki 10.000 yıl boyunca benzer kadın yontularının öncüsü
oldu. Genellikle Venüs heykelcikleri olarak anılan bu figür Orta Avrupa’da
yaygın olarak bulunmaktadır. Avusturya’daki Willendorf Mağarasında bulunan en
ünlü örnek, bileziklerle süslenmiş ve ayrıntılı bir saç stiline sahip olup
kırmızı pigmentli toprak boya ile kaplanmıştır. Bu figürlerin ortak özellikleri
olan abartılı büyüklükte göğüsler, kalçalar ve vulva (kadın dış genital organı)
araştırmacıların bu heykelciklerin doğurganlık veya yiyecek bolluğu ile
ilişkili olduğunu düşünmelerine neden olmuştur. Kadın heykelciklerine ek
olarak, fildişinden yontulmuş birçok hayvan heykeli de bu döneme aitti:
Mamutlar ve aslanlar tercih edilen konulardı ama at, ayı ve bizon heykelcikleri
de yontulmuştu. Mağaralarda ayrıca akbaba ve kuğuların kanat kemiklerinden
yapılmış sekiz adet kemik flüt de bulunmuştur. Bu flütlerin en eskileri 42.000
yıl öncesine tarihlenmiş olup, bilinen ilk müzik aletleridir.21
Mağaralarda
üç ana tema vardır: hayvanlar, insan el izleri ve geometrik figürler. Hayvanlar
oldukça belirgindir; büyük çoğunluğu av hayvanlarıdır. Mağaralarda bulunan 981
adet hayvan resimlerinin analizine göre, at yüzde 28, bizon yüzde 21, dağ
keçisi yüzde 9, mamut yüzde 8, yaban öküzü yüzde 6, geyik yüzde 6, ren geyiği
yüzde 4, aslan, ayı ve gergedanın her biri yüzde 2 ve diğerleri yüzde 12
oranında yer almıştır. Resmi yapılan hayvanların türleri mağaradan mağaraya
değişiklikler gösterir. Örneğin, Chauvet’de en çok aslanlar, mamutlar ve
gergedanlar yer tutarken, Cosquer’deki mağarada atlar ve dağ keçileri çok
sayıdadır. Buna karşılık, sırtlan, tavşan, kemirgenler, yılan, kuş, balık ve
böcek gibi diğer hayvanların resimleri neredeyse hiç yoktur. Ayrıca manzara
resimleri de bulunmamıştır, anlaşılan yalnızca hayvanlar üzerinde
yoğunlaşılmıştır.23
Ayrıca
bu dönemdeki sanatçıların hayvanları mümkün olduğunca gerçekçi bir şekilde
tasvir etmeye çalıştıkları dikkat çekmektedir. Bir sanat eleştirmeninin
belirttiği gibi: “Mağara ressamları, bir hayvanın doğal ve inandırıcı bir
görüntüsünü sunmayı amaçlamış gibidir ve hayvanların şekilleri, duruşları,
kürkleri ve ifadesi ile ilgili sahip oldukları bilgiler, hayvanları ve bu
hayvanların alışkanlıklarını keskin bir şekilde gözlemlediklerine işaret
etmektedir.” Örneğin Fransa, Pech Merle’deki mağarada yaklaşık 25.000 yıl
öncesine tarihlenen benekli atların resminin, sembolik ya da hayale dayalı
olduğunu düşünüyordu bazı araştırmacılar. Ne var ki, çok eski tarihlerde yaşamış
atların kemiklerinden elde edilen DNA’lar üzerinde yapılan araştırmalar,
benekli atların o zamanlar var olduğunu doğrulamıştır. Bu araştırmacılar böyle
“tarihöncesi resimlerin tasvir edilen hayvanların gerçek görünümleri ile
yakından örtüştüğü” sonucuna varmıştır. Bir başka örnek de yürüyen atları
gösteren çizimler ve resimlerdir. Gerçekte atların yürürken bacaklarını şu
sırayla hareket ettirdikleri bilinmektedir: sol arka, sol ön, sağ arka, sağ ön.
Eski mağara ressamları ile son 200 yılda yaşamış olan ressamlar tarafından
yapılmış at tasvirlerini inceleyen bir çalışmada, mağara ressamlarının yenilere
göre daha doğru bir yürüyüş sırası betimlediği gösterilmiştir. Yazar,
“hayvanların hareketini düzenleyen yasaları mağara ressamlarının modern
çağlarda yaşamış birçok ressamdan daha iyi anladıkları” sonucuna varmıştır.24
Birçok
ressamın yakalamış olduğu sanatsal güzellik etkileyicidir. Bazı örneklerde
mağara duvarının doğal kontürleri resimlere dahil edilmiştir. Örneğin,
Chauvet’de çizilen bir resimde bir gergedanın boynuzları kaya duvarının
konturunu takip eder. Bir başka resimde, iki gergedan dövüş için pozisyon
almıştır; bir diğerinde, bir grup aslan avlarını sinsice izlerken
resmedilmiştir; 9 metre genişliğindeki üçüncü bir panel üzerinde ise dört at, dört
bizon ve üç gergedan vardır. Chauvet’den 20.000 yıl sonra, Altamira
Mağarasındaki yaklaşık 14 yıl öncesine tarihlenen tavanın “pırıl pırıl
parlayan, kaygan görünümlü kireçtaşı üzerinde dış hatları siyahla
gölgelendirilmiş ve kırmızı renkle harika bir şekilde resmedilmiş 21 bizon
gravürü” ile kaplı olduğu görülmüştür. Resimdeki bizonların bir kısmı çömelmiş,
bazıları uzanmış, bazıları da yelelerini sallayarak tavanda hücuma
geçmişlerdir; kafalar dönmekte, kuyruklar uçuşmakta, kömür gibi karanlık gözler
etrafı delmektedir. Chauvet Mağarasında olduğu gibi, Altamira’daki ressamlar da
kayanın doğal konturlarından yararlanmışlardır; çizdikleri bizonun geriye doğru
bakan başı kayanın çıkıntısı üzerinde resmedildiği için üç boyutlu görünür. Bu
ressamların çizdikleri şeye karşı derin bir saygı ve hürmet duyduklarını,
yaptıkları resimlerin hayvanı yüceltme amaçlı olabileceğini tahmin etmek güç
değildir. Bu açıdan bakıldığında, mağaranın girişinde şölenler düzenlendiğine
dair kanıtlar da bulunur. Altamira Mağarası, Paleolitik sanatın Şistine Şapeli
olarak adlandırılmıştır ve Picasso burayı ziyaret ettiğinde “Bizler hiçbir şey
icat etmemişiz!” diye bağırmıştır.25
Hayvan
figürleri çok sayıda bulunmasına karşın, mağara resimlerinde insan figürleri
nispeten azdır. Var olanlar kaba bir biçimde çizilmiştir, çoğunlukla çubuk
şeklindeki insanlardan oluşur. Bazı örneklerde, insan figürü av sahnesinin bir
parçasıdır. Örneğin Lascaux Mağarasında 915 hayvan arasında sadece bir insan
figürü vardır. Lascaux’daki çizim ile ilgili yapılan bir analizde “Anlaşıldığı
kadarıyla resimdeki adam, bağırsakları dışarı çıkmış olan bizonu yaralamıştır
ve yaralı hayvan da adamı devirmiştir,” denmiştir. Heykeller ve figür
şeklindeki heykelcikler (taşınabilir sanat eserleri) içinde en sık rastlananlar
insan figürleri, özellikle de daha önce anlatılan Venüs heykelcikleridir.26
Fransadaki Lascaux mağarası resimleri
Bu
döneme ait mağara sanatı arasında bulunan bir başka figür de antropozoomorf adı
verilen, insan ve hayvan karışımı bir figürdür. Bir araştırmacı, “kısmen insan,
kısmen hayvan olan veya en azından hayvan maskesi takmış adamların” bulunduğu
50’den fazla figür olduğunu öne sürmüştür ancak bu figürlerin pek çoğu oldukça
belirsizdir. En iyi bilinen örnek ve muhtemelen en yaygın şekilde üretilen
mağara sanatı örneği, Fransa’daki Trois-Freres Mağarasında bulunan insan-hayvan
bileşimidir; yaklaşık 15.000 yıl öncesine tarihlenen bu figür bir araştırmacı
tarafından “Les Trois Freres’in büyücüsü” olarak isimlendirilmiştir. İyi
bilinen bir diğer örnek, daha önce belirtildiği gibi güneybatı Almanya’daki bir
mağarada bulunan ve 40.000 yıl öncesine tarihlenen fildişinden yapılmış aslan
başlı adam heykelidir.
Mağara
sanatında insan figürleri nispeten nadir olmasına rağmen, özellikle resimli ilk
mağaralarda insan eli izlerinden oluşan işler çok yaygındır. Otuz altı bin
yıl öncesine ait çizimlerin yer aldığı Chauvet Mağarasında yüzlerce el izi
baskısı vardır; en fazla sayıdaki figür avuç içi baskısı olup bunlar günümüzde
solmuş ve kırmızı noktalar gibi görünmeye başlamıştır.
Bu
mağarada ayrıca eli pigmentli toprakla kaplayıp duvara bastırarak oluşturulan
tam el izlerinin yanında, eli yine duvarın üzerine koyup üzerine kırmızı
pigmentli toprak boya püskürtmek suretiyle el izinin “negatif’inin alındığı
izler de vardır. Yirmi yedi bin yıl öncesine ait çizimlerin bulunduğu
Fransa’nın güneybatısındaki Gargas Mağarasında 200’ün üzerinde el baskısı yer
alır. Bu mağaralardaki el izleri, Avrupa’daki en az 30 mağarada ve Güney
Afrika, Endonezya, Avustralya, Papua Yeni Gine, Arjantin ve Birleşik
Devletler’deki kaya sanatı alanlarında bulunan ve daha sonraki dönemlere ait
olanlarla benzerlik gösterir.28
Hayvan
figürlerine ve insan eli izlerine ek olarak, mağara sanatında yaygın şekilde
bulunan figürlerin üçüncü kategorisi geometrik figürlerdir. Bunlar da oldukça
çok sayıda olup, bu döneme ait mağaraların neredeyse tümünde ve kaya sanatı
alanlarında yer alırlar. Bu geometrik şekiller küçük noktalar ile çizgilerden
daire ve spirallere, klaviform (çomak biçimli)ve tektiform (çatı biçimli)
çizgilere kadar değişiklik gösterir. Bu figürler genellikle hayvanları tasvir
eden panellerde yer almakla birlikte tek başına oldukları yerler de vardır.
Bazı örneklerde, geometrik şekiller hayvanların üzerine çizilmiştir; bu şekilde
yerleştirilen düz çizgilerin mızrakları veya okları temsil ettiği
düşünülmektedir. Bu geometrik şekiller genellikle “işaretler” veya “semboller”
olarak adlandırılır ancak neyi sembolize ettikleri tam olarak bilinmiyor.
Bunlar “mağara sanatındaki en gizemli figürler” olarak anılmaktadır.29
Alet
ve silahların geliştirilmiş ve yeni biçimleri; bellek aygıtları;
çeşitlendirilmiş ve yaygın kişisel süsler; mezar eşyalarının da bulunduğu
maksatlı insan mezarları; müzik aletleri; resimli mağaralar; heykeller ve
heykelcikler; dekore edilmiş her türlü obje; tüm bunlar insan yaratıcılığının
altı milyon yıllık hominin tarihinde hiç görülmemiş şekilde patlak verdiğinin
göstergeleriydi. Randall White’in özetlediği gibi, “40.000 ila 30.000 yıl önce
Avrupa’da tasvir sanatına ait eserler birbiri ardına sahne almıştır”. Bu
gelişmeler bir zaman çizelgesine yerleştirildiğinde (bkz. Şekil 5.1),
birçoğunun coğrafi olarak dünyanın farklı bölgelerinde aşağı yukarı aynı
zamanda gerçekleştiği görülür. Bazı yazarlar bu dönemi “insan devrimi” olarak
adlandırmıştır.30
Büyük
bir bilişsel değişim -içebakışın kazanılması- yaklaşık 100.000 yıl önce
gerçekleşmiş ve bu bilişsel değişim o dönemde görülen yeni davranışlar için
büyük ölçüde açıklayıcı olmuştur.
(12. Bölüm)
Geleceğe hâkim olmak: Otobiyografik
belleğin evrimi
Çocuklar
dört yaşına geldiğinde, otobiyografik bellek olarak bilinen, bazen de anısal
bellek denen hafıza şeklinin ilk aşamalarını geliştirirler. Dört yaşından önce
bir çocuğun “zaman algısı nispeten kısadır. Onun için asıl göze çarpan zaman
dilimi şimdidir. Yaşamı ne uzun bir geçmişe dayanır ne de uzak bir geleceğe”.
Daniel Povinelli ve arkadaşları, küçük çocukların “net bir şekilde zamanla
ilgili boyutlara sahip olduklarını düşünmeye hangi yaşta başladıklarını”
araştırdıkları deneylerle bunu gösterdiler. İki ile beş yaş arasındaki
çocukların alınlarına büyük bir çıkartma yapıştırdıktan bir zaman sonra,
alınlarında çıkartma varken kaydettikleri video görüntülerini onlara
izlettiler. İki ve üç yaşındaki çocukların neredeyse hiçbiri çıkartmayı
çıkartmak için ellerini alınlarına götürmezken, dört yaşındaki çocukların çoğu
bunu yaptı. Povinelli ve arkadaşları bu deneyden “küçük çocuklardaki benlik
algısının büyük çocuklardan farklı olduğu” sonucuna vardılar. “Küçük çocuklar
yaşadıkları (ve dolayısıyla kendilerinde anısı bulunan) geçmiş olayların
başlarına gelmiş olduğunu kolayca anlayamayabilirler... Anlatılan olayları
hatırlasalar da bunlar otobiyografik bellek olarak kodlanmadığı için, bu
olayların kendilerinin başına geldiğini anlamazlar.”
Çocuklar
büyüdükçe, “kendilerine ait geçmiş olayları tek, kopyalanmamış bir benlik
içinde bir araya getirebilirler”. Psikolog ve filozof William James’in
ifadesiyle varılan sonuç, “benlik akışının kesintiye uğramaması”, kişinin
geçmişte ve şimdi edindiği deneyimleri geleceğe yansıtabilmesidir.32
Çocuklarla
yapılan araştırmalar insanın bir sanat anlayışına sahip olması için, bir çizimi
veya bir resmi geçmişte gördüğü şeylerle karşılaştırabilirle yeteneğini de
içeren bazı temel bilişsel becerileri geliştirmesinin gerekli olabileceğini öne
sürer. Bu tür çalışmalar, iki yaşın altındaki çocukların resmin doğasını
anlamadığını göstermiştir; örneğin, resimdeki bir topu elleriyle tutmaya
çalışabilirler. Üç yaşındaki bazı çocuklar dondurma resminin soğuk olacağını ve
gül resminin güzel kokacağını düşünür hâlâ. Çocukların resim anlayışı ile
ilgili araştırmalara öncülük eden, Illinois Üniversitesinden psikolog Judy
DeLoache’a göre, dört yaşına kadar “pek çok çocuk içinde bir kova dolusu patlamış
mısır olan bir resim ters çevrildiğinde mısırların döküleceğini zanneder”. Bu durum, yaklaşık 40.000 yıl
öncesinden başlayarak hızla ortaya çıkan sanatın, o dönemde gerçekleşen
bilişsel gelişmelere bağlı olabileceğini akla getirmektedir.33
Otobiyografik
bellek, uzun süreli iki tür bellekten biridir. İşleyen bellek de denen kısa
süreli bellek “akıl yürütme, anlama, öğrenme ve bir dizi eylemin yerine
getirilmesi gibi bilişsel görevlerin yürütülmesi için gereken bilgileri zihinde
tutma ve kullanma” işlevini görür. Kısa süreli bellek, yeni bir telefon
numarasını tuşlarken numarayı hatırlamaya çalıştığınızda kullandığınız bellek
türüdür. Buna karşılık uzun süreli bellek, onlarca yıl saklanabilen hafıza
“izlerinden” oluşur. Uzun süreli belleğin bir türü semantik (anlamsal) bellek
olarak adlandırılır. Bu, Fransa’nın başkenti gibi gerçekleri depolayan uzun
süreli bellektir. İkinci uzun süreli bellek türü ise otobiyografik bellektir.
Anlamsal belleğin aksine otobiyografik bellek geçmiş olayların hem duyusal hem
de duygusal olarak yeniden yaşanmasıdır. Aradaki fark şu şekilde açıklanır: “Gittiğimiz
lisenin adını ve nerede olduğunu anımsamamızı sağlayan semantik belleğimizdir
ama okuldaki ilk günümüzde hissettiğimiz duyguları ve olayları tekrar
deneyimlememizi sağlayan epizodik (otobiyografik) bellektir.
Her ne kadar araştırmacılar otobiyografik belleğin büyük ölçüde geçmiş boyutlarına odaklanmış olsalar da bunun gelecek boyutu da vardır. Örneğin, semantik belleğiniz size rezervasyon yaptırdığınız dört yıldızlı restoranın adresini söyleyebilir ancak otobiyografik belleğinizin gelecekteki eşdeğeri, burada deneyimlemeyi umduğunuz görsel ve tatla ilgili hazları öngörmenizi sağlayacaktır. Buna “bir olayın öndeneyimlenmesi (önceden yaşantılanması)” adı verilmiştir. Çocuklarda otobiyografik belleğin gelişimi üzerine yapılan çalışmalar, geçmiş ve gelecek boyutların aynı anda geliştiğini ve bilişsel olarak bütünleştiğini göstermiştir. Bunlar birlikte zamansal benliği oluşturarak, kişinin geleceğe hâkim olmak için geçmişi kullanmasını sağlar. Sir John Eccles’a göre, geçmişin geleceğe bu şekilde bağlanması, “insanların geçmiş deneyimlerin hatırasından yararlanırken, geleceği planlamaya yönelik olağanüstü becerisini” ortaya koyar. Eccles şöyle devam eder: “Geçmiş-şimdi-gelecekten oluşan bir zaman paradigmasında yaşıyoruz. İnsanlar ŞİMDİ’nin bilinçli olarak farkına vardıklarında, bu deneyim yalnızca geçmiş olayların anılarını değil, aynı zamanda gelecekte olması beklenen olayları da içerir.” Hatta “epizodik [otobiyografik] belleğin başlıca rolünün... geleceğin simülasyonu için geçmişten bilgi edinmek olabileceği” bile iddia edilmiştir.35
Otobiyografik
hafıza “bir kişinin önceden yaşanmış olan kişisel olayları yeniden yaşamak için
zihinsel olarak geriye yolculuk yapmasını sağlar” ve bu da “bir deneyimin
gelecekte nasıl olabileceğini hayal etmek için bir temel oluşturur”.37
(13. Bölüm)
Dinî Düşüncenin Ortaya Çıkışı- Ölümün Anlamı
Yaklaşık 40.000 yıl öncesine kadar homininler, diğer homininlerin altı milyon yıldan uzun bir süredir ölümlerine tanıklık etmekteydi. Ölümü başkalarının başına gelen bir şey olarak yakından tanıyorlardı. Yaşadıkları grup içinde insanların öldüğünü görüyorlardı; çocuklar hastalıktan, kadınlar doğum yaparken, erkekler av kazalarında ve yaşlılar açlıktan ölüp-duruyorlardı. Ayrıca yiyecek ararken veya geyik sürülerinin peşinden giderken ölü hominlerle karşılaştıkları da oluyordu. Ölümün biyolojik gerçeklerinin sadece tıbbi personele ve cenaze levazımatçılarına havale edildiği günümüzden farklı olarak erken homininler, cesetlerin çürüyerek parçalanmasının her aşamasını görüyorlardı, çünkü günümüzden 100.000 yıl öncesine kadar ölülerin zaman zaman da olsa gömülmediği anlaşılmaktadır.
Bu erken homininlerin ölülerde gözlemledikleri şey neydi?
Ölümden sonraki ilk saatlerde cilt altında kanın yerleştiği yerler kabarık
lekeler hâlinde görünür, diğer bölgelerde ise deri soluk kül rengini alır.
Rigor mortis (ölüm katılığı), birkaç gün boyunca kasları sertleştirir, bu esnada
vücutta çürüme (bozunma) başlamıştır. Çürüyen ilk organ, aminoasitlere ve
lipitlere ayrışan beyindir. Beyin çürüdükçe kulak, burun veya ağızdan yoğun
kıvamda dışarı sızabilen gri bir sıvı hâlini alır.
Vücudun geri kalan kısmının bozunması genellikle üçüncü gün
başlar ve hem içten ve hem de dıştan gerçekleşir. Bağırsaklarda, daha önce
vücudun bağışıklık sistemi tarafından kontrol altında tutulan milyonlarca
bakteri, bağırsakları ve diğer organları sindirmeye başlar. Bakteriler bunu
yaparken vücudu, özellikle mideyi, erkek cinsel organlarını, dudakları ve dili
şişiren gaz üretirler ve bu da dilin ağızdan dışarı sarkmasına neden olabilir.
Vücudun dışında, kurtçuklar gözlerin, ağzın ve cinsel organların etrafında
toplanırlar ve cilt altı yağı sindirmeye başlarlar.
Bir haftanın sonunda şişkinlik iyice artarak, iç organların
yırtılmasına neden olur. Cilt yeşilimsi bir renk alır ve bazı bölgelerde
soyulmaya başlar. O zamana kadar vücudun çoğu yerinde görülür hâle gelen
kurtçuklara kas dokusunu seven böcekler de katılır. İki haftanın sonunda
cesetlerin “aslında çözündüğü, kendi üzerine çöktüğü ve nihayetinde sızarak
toprağa karıştığı” söylenir. Çürüyen etin kokusu, belli mesafelerden fark
edilir, “ceset kokusu yoğun ve tiksindiricidir... çürümüş meyve ile çürümüş et arasında
bir yerdedir”; kokunun “çok keskin ve unutulmaz” olduğu söylenir. Ceset,
ortamın ısısına bağlı olarak iki ila dört hafta içinde bir iskelete dönüşür.
Kemikler de parçalanır ancak bunun tamamlanması birkaç yıl alabilir. Bu
dönemde, kemikler ve kafatası hayattakiler için acınası bir yadigâr olarak
orada öylece dururlar.
Bütün bu anlatılanlar cesedin leş yiyiciler tarafından
rahatsız edilmediğini varsayar. Oysa cesetlerin leşçillerin saldırısına
uğramadan kalması geçmişte bir istisna olmalı. Sırtlan gibi leşçiler, lezzetli
kemik iliği bulunduran uzun kemiklerle büyük kasları içeren kol ve bacakları
tercih ederler.
Bu erken homininler parçalanıp çürüyen cesetleri gördüklerine
göre, ölüm gerçeğinin kesin olarak farkına varmışlardır. Ve yakınları öldüğünde,
birçok hayvan gibi üzülmüş, kayıplarının yasını tutmuşlardır. Üzüntü ve empati
duygusu, bazı Neandertallerin ölülerini bir merhamet işareti olarak ya da
cesetleri yırtıcılardan korumak için neden gömdüklerini de açıklayabilir. Ölüm,
günün sonunda güneşin batması ve yaz sonunda sıcak havaların kaybolup gitmesi
gibi bir gerçek hâline gelmiştir. Ölüm, başkalarının başına gelen bir şeydir;
bunun sizin de başınıza geleceğini anlamak için geçmişten biriktirdiğiniz
tecrübelerinizi kullanarak kuramsal ve duygusal olarak kendinizi tamamıyla
gelecek içinde düşünebilmeniz gerekir. Kısacası, otobiyografik bir bellek
edinmiş olmalısınız.
Modern Homo sapiens yavaş yavaş bir otobiyografik bellek
geliştirdikçe, kendi ölümü konusunda farkındalık sahibi olmaya başladı. İnsanlar
içe-bakışçı olarak kendi düşüncelerini düşünebildikleri için sonsuzluk,
öncesizlik-sonrasızlık ve yaşamın anlamı gibi tamamen yeni fikirler doğdu. Bir
kez bu tür düşüncelere dalınca, bir insanın çürüyen bir insan cesedi gördüğünde
kendiliğinden ortaya çıkan sorulara kapılmadan geçip gitmesi artık mümkün
değildi. Tanıdığım bu adama ne oldu? Nereye gitti? Aynı şey benim de başıma
gelecek mi? Nereye gideceğim? Sadece çürüyüp, bu adam gibi toprağa mı
karışacağım?
“Ölümden bihaber olan
atalardan, öleceğini bilen bir varlık türedi.”44
Bu nedenle, otobiyografik belleğin edinilmesi önemli evrimsel
avantajlar sağladığı gibi insanlara ayak bağı da oldu. Modern Homo sapiens hem
içebakışçı olarak kendisi hakkında düşünebildiği hem de kendini gelecek içinde
tasavvur edebildiği için tarihte ilk kez öleceğinin tam olarak farkına vardı.
Böylece, modern Homo sapiens, ölümün yansımalarını ve anlamını tam olarak
kavrayan ilk hominin oldu. İngiliz arkeolog Mike Parker Pearson’a göre, bu
farkındalık “varlığımızın tam özünde insan olmanın ve kendini bilmenin ne demek
olduğunu belirleyen temel bir özelliktir”.
Edward Tylor, bu kaybolan şeyin bir ruh ya da tin (öz)
olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “Ruh kavramı bir insanda ortaya çıkan
hareketleri, eylemleri ve değişiklikleri açıklıyorsa neden doğanın geri
kalanını daha geniş bir çerçevede açıklamasın?” Tylor, ruhlara ya da tine
yönelik bir inancın dinî düşüncenin özü olduğunu düşünmekteydi ve ileri sürdüğü
kurama Latince “ruh” sözcüğü anlamındaki anima dan gelen animizm adını
vermişti. 46
Çocuk gelişiminde olgun bir ölüm anlayışının insan evriminde
nispeten geç bir kazanım olduğuna dair iddialar vardır. Altı yaşından küçük
çocukların çoğu ölüme dair bir anlayışa sahip değildir. Genç çocuklar ölümün
uykuya dalmak gibi geri döndürülebilir olduğuna ve ölenlerin geri
gelebileceğine inanır. Üç yüz yetmiş sekiz çocuk ile yapılan bir araştırmada,
çocukların büyük kısmının ölülerin yemeye, içmeye, düşünmeye ve duygularını
hissetmeye devam ettiklerine inandığı bildirilmiştir. Altı ile dokuz yaşları
arasında, çocuğun ölüm kavramı daha kişileştirilmiş ve korkutucu hâle gelir; bu
yaşlardaki çocuklar ölümü bir iskelet gibi tarif ederler ancak yine de kalıcı
ya da bireysel olarak görmezler.47 Ölümün olgun bir şekilde anlaşılması dokuz ya
da daha sonrasına kadar gerçekleşmez ve dört kavramı içerir: ölüm evrenseldir;
geri döndürülemez; tüm bedensel işlevler sona erer ve ölümün fiziksel nedenleri
vardır. Örneğin, 10 yaşındaki bir kız ölümü “vücudun geçip gitmesi” olarak
anlatmıştır, “tıpkı bir çiçeğin solması gibi,” demiştir. Bununla birlikte, risk
alma davranışlarına bakıldığında, bazı ergenlerin bile ölümü tam olarak
anlamadığı görülür. Bu nedenle, olgun bir ölüm anlayışı, insan beyninin
bilişsel gelişiminde ve evriminde yer alan son kilometre taşlarından biridir.48
Modern Homo sapierıs dışında hiçbir hayvanın ölümü tam olarak
anlıyormuş gibi görünmemesi ilginçtir; bu da ölüm kavramının oluşması için
otobiyografik belleğin gelişmesi gerektiğini düşündürür. Bir köpeğin sahibi
öldüğünde yas içinde olması gibi, bazı hayvanlar ölüm sonrası üzüntülerini
gösterebilir. Fillerin, ölen aile üyelerinin bedenleri üzerinde hortumlarını
gezdirerek, hatta cesetlerin üzerine toprak atarak yas benzeri davranışlar
gösterdikleri bildirilmiştir. Ancak bir başkasının ölümüne yas tutmak, sizin de
öleceğinizin farkına varmakla aynı şey değildir.49
İnsanlara en yakın primat olan şempanzeler arasında bile ölümü anladıklarına dair bir belirti yoktur. Jane Goodall, Tanzanya’da 66 şempanzenin ölümünü kaydetmiş ve bunlardan 24’ünün cesetlerini görmüştür. Çoğu vakada, ölü hayvan diğer şempanzeler tarafından görmezden gelinerek çürümeye bırakılmıştır. Bir keresinde, yetişkin bir erkek ağaçtan düşüp, boynunu kırarak öldüğünde “grubun diğer üyeleri, ölen hayvanın etrafında yoğun heyecan ve endişe sergilemişler ve ona taş atmışlardı”. Diğer üç şempanze ölümünde ise, yetişkinler bebek şempanzeleri öldürüp yemişlerdi. Ölü türdeşlerin yenmesine goril, babun ve diğer primatlar arasında da rastlanmıştır. Ölüm anlayışı sadece insanlara özgü olduğu için, “ölümü kavramanın, insanla hayvan arasında alet yapmaktan, beyinden veya dilden çok daha belirleyici bir farklılığa işaret ettiği” bile ileri sürülmektedir.50
Birçok gözlemci, yıllar boyunca ölümün farkında olmayı dinî
düşünceyi harekete geçiren bir güç olarak görmüştür. Antik Roma’da Gaius
Petronius bunu şu şekilde belirtir: “Dünyada tanrıları ilk yaratan şey
korkudur.” Daha yakın zamanlarda, İngiliz filozof Thomas Hobbes, Leviathan da
dinin “yalnızca insanlara özgü” olduğuna dikkat çekerek “dinin tohumunda diğer
canlı yaratıklarda görülmeyen bazı tuhaf nitelikler bulunması gerektiğini”
söyler. “Bu tuhaf nitelik, gelecek kaygısıyla çok uzağa bakan, ölüm korkusunun
bütün gün yüreğini kemirdiği insanın becerisidir. Tanrılar ta en başından
insanların korkusu tarafından yaratılmıştır,” der Hobbes.
Dolayısıyla, yaklaşık 40.000 yıl önce ortaya çıkan modern
hominin, daha evvel yaşamış olan tüm homininlerden önemli ölçüde farklıydı.
(14. Bölüm)
Dinî Düşüncenin Ortaya Çıkışı
2: Rüyalara yüklenen Anlam
Bütün insanların bir ruhu olduğuna ve bu ruhun ölüm ânında
bedeni terk ettiğine duyulan inanç dinî düşüncenin kökeniyle ilgili olarak
Edward Tylor’ın geliştirdiği kuramın yalnızca ilk kısmım oluşturmaktaydı.
Kuramın ikinci kısmı “ruhun Ölüm sonrası bir Yaşamda varlığını sürdürdüğüne
ilişkin inanç” idi. Tylor’a göre, “ilkel insanlar rüyalarında gördüklerine
dayanarak bu sonuca varmışlardı”.54
Rüyalar hakkında ne biliyoruz? Rüyaların hızlı göz hareketi
(REM) uykusuyla ilişkili olduğunu ve tüm memelilerin uykularında REM dönemleri
olduğunu biliyoruz. Köpek, kedi, maymun ve fillerin rüya gördüğü söylenir,
muhtemelen diğer tüm memeliler de rüya görür. REM uykusunun ve rüyaların amacı
hâlâ bilinmiyor; bununla ilgili kuramlar, bellek depolama, problem çözme ve
tehdit simülasyonuyla ilgili işlevleri içerir.
Bununla birlikte, homininler birkaç milyon yıldır rüya
gördükleri hâlde, rüyalar neden 40.000 yıl önce daha önemli hâle gelmiştir?
Bunun sebebi homininlerin bilişsel olarak olgunlaşıncaya kadar rüyalarına anlam
yükleyememiş olmalarıdır. Özellikle, özfarkındalığa, başkalarına yönelik
farkındalığa, içebakışa ve rüyalarında yaşadıkları deneyimi geçmiş deneyimler
ile geleceğe dair umutlar bağlamına yerleştirme becerisine sahip olmaları
gerekiyordu.
Antropolog A. Irving Hallowell, Ojibwa Kızılderililerinin
rüyalarını yorumlarken bilişsel olgunlaşmanın gerekliliğine işaret etmişti:
“Rüya görmek, erken hominidlerde gerçekleşmiş olabilir ancak yalnızca beynin
genişlemesi ile tam olarak ortaya çıkan psikolojik imkânlar olmaksızın,
rüyaların içeriğinin ya da yaratıcı süreçlerin ürünlerinin başkalarına
aktarılması mümkün olmazdı.”55
Edward Tylor, “ilkel” insanların rüyalarla yaşadığı deneyimin
onlarda ruh ya da tinin ölüm sırasında bedeni terk ederek bir tür ruhlar
dünyasında ya da ölüler diyarında yaşamaya devam ettiği düşüncesine yol açtığını
öne sürmüştü. Tylor, ölümden sonra hayat fikrini destekleyen iki tür rüyanın
özellikle önemli olduğunu söyler. İlki, “insanların ruhlarının dışdünyadan
gelip uyuyan birini ziyaret ettikleri” rüyalardır. Tylor bu rüyalara örnek
olarak, “atalarından birinin gölgesini rüyasında gören” Güney Afrikalı Zulu yu
ve “gördüğü rüyaları ölmüş arkadaşlarının ziyareti olarak yorumlayan” Batı
Afrika’daki Ginelileri gösterir. Tylor’ın tanımladığı diğer rüya türü ise
kişinin uyku esnasında ruhunun bedenini terk ettiği ve ölüler diyarı da dahil
olmak üzere başka yerlere seyahat ettiği rüyalardır.
Bununla ilgili olarak Tylor, rüya gören ruhlarının
“bedenlerini terk edip geri dönebildiği, hatta arkadaşlarıyla sohbet etmek için
ölüler âlemine yolculuk yaptığı” Yeni Zelandalı Maorilerden bahseder. Bu
insanların rüyaları ile ilgili bulguları göz önüne alarak Tylor, “bedenin
ölümünden sonra ruhun Gelecek Hayatta bağımsız şekilde var olduğu” sonucuna
varmanın “vahşi bir bakış açısıyla yeterince mantıklı” olduğunu savunur.56
Bu yüzden, “rüya deneyimlerinin, tarih boyunca dünyadaki tüm
insanların dinî inançları, uygulamaları ve deneyimleri ile tamamen iç içe
geçtiğine hiç kuşku yoktur”.57
Günümüz antropoloji çalışmalarında yer alan rüyalarla ilgili
bilgiler üzerinde yapılan bir inceleme McNamara’nın sonucunu desteklemektedir.
Yale Üniversitesi İnsan İlişkileri Alan Dosyalarında (Humarı Relations Area
Files - HRAF) tanımlanan 295 kültürden 71’inin ekonomik yönden geçim kaynağının
tamamen ya da büyük oranda avcılığa, toplayıcılığa ve balıkçılığa bağımlı
olduğu belirtilmiştir. Bu kültürlerin mevcut etnografik verilerinde, rüyaların
önemine ikisi hariç tüm kültürlerde değinilmiştir. Bazen rüyaların geleceği
öngördüğünden bahsedilir; bazen de ölmüş akrabalar rüyalara girer ya da rüya gören
kişi ölülerin diyarını ziyarete gider. Örneğin, Batı Kanada’daki Nootkan
yerlileri arasındaki inanışa göre “insanlar rüyalarında sıklıkla ölmüş
yakınlarını görürler ve bu, ölülerin bulundukları yerde rahat olduğunun
göstergesidir”. Bolivya’daki Mataco yerlilerinde ise inanış şudur: “İnsanlar
rüyalarında sıklıkla ölü akrabalarını görür. Ruh ölülerin yeraltı dünyasına
giderek onları ziyaret eder.” Bu kitabın sonundaki Ek B’de, HRAF dosyalarında
açıklandığı şekliyle dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan avcı-toplayıcı
kültürlere ait rüyaları içeren 25 alıntıya yer verilmiştir.58
Ruhların dünyası ya da ölüler âlemine ilişkin görüşler
kültürden kültüre büyük ölçüde değişir. Örneğin Amerikan yerli halklarından
olan Pavniler, “ölen kişinin ruhunun göklere yükselerek bir yıldız hâline
geldiğine” inanırlar. Sibirya’daki Yakutlar ise ruhlarının “yemyeşil gökyüzüne
doğru yolculuk yaptığını” söylerler. Brezilya’daki Yanomamaların ruhları
“avlanmanın daha iyi, yemeklerin daha lezzetli ve diğer ruhların genç ve güzel
olması dışında dünyadan pek farklı olmayan” gökyüzüne gider.
AvustralyalI Aborijinlerin ruhlarının ise “kanguruların ve
diğer eğlencelerin bolca bulunduğu, bulutların üstündeki güzel bir ülkeye”
gittikleri söylenir. Az sayıda kültürde, ölüm sonrası hayat yeraltındadır.
Örneğin, Samoa’da ölümden sonraki âleme giriş yeri aktif bir yanardağ
içindedir, Sibirya’daki Çukçi halkı ise ölülerin “çok sayıda ren geyiği
sürüsünün bulunduğu yeraltında” yaşadığına inanır.59
Dolayısıyla, yaklaşık 40.000 yıl önce insan bedeninin
ölmesini takiben ruhun yaşamayı sürdürdüğüne dair bir inanış yavaş yavaş ortaya
çıkmıştır.
1smet Gedik'e ait bir kompozisyon
Beynin içebakışçı ve zamansal bir benlik geliştirmesi ve
modern Homo sapiens in kendi ölüm olasılığına karşı giderek tedirgin hâle
gelmesi ile bu düşünce binlerce yıl içinde gelişti. Bu bizim halen “öldü”
yerine “göçtü” ifadesini kullanmamızda olduğu gibi, yalnızca bir semantik
yadsıma değildi.
Bu tür anlayışlar, ölüm ile varlığımızın sona erdiği
gerçeğinin temel bir kavramsal inkârıydı. Kurtçuklarla kucaklaşıp ve toprağa
karışmaktansa başka şekillerde, ölümden sonraki bir dünyada bir ruh veya manevi
bir varlık olarak var olmayı sürdüreceğimiz ya da bir başka beden veya biçimde
yeniden dünyaya geleceğimiz (reenkanasyon) ölüm sonrası yaşamı keşfettik.
İnsanlar tarihte ilk kez ölümsüz oldular.
(15. Bölüm)
Yeniden Ele Alınan İnsan
Devrimi
Otobiyografik belleğin evrimi, modern Homo sapiens in
geleceği planlamak için geçmişten daha ustalıkla yararlanmasını sağlamıştır, bu
da insanda yaklaşık 40.000 yıl önce görülmeye başlanan büyük değişimin önemli
bir bölümünü açıklayabilir. İnsanlar geçmişte yaşadıkları deneyimleri
gelecekteki ihtiyaçlarını planlamak için kullandıklarında alet ve silah yapımı
hızla gelişmiştir. O dönemde bellek aygıtlarının yaygın kullanımı, geçen
sonbaharda öldürülen ren geyiği sayısı gibi geçmiş olayların kaydını tutma ve
sonraki dolunay gibi gelecekteki olayları tahmin etmeye duyulan ilginin arttığını
gösterir.
1smet Gedik'e ait bir kompozisyon
Daha önce belirtildiği gibi, 40-50 bin yıldan beri sanatın
ana teması hayvanlar, özellikle de av hayvanlarıdır. Bu tür hayvanlar,
insanların hayatta kalmasında çok büyük öneme sahipti; örneğin, vahşi atlar ve
ren geyikleri “insanların beslenmesinin temelini oluşturuyordu”. Dolayısıyla,
sanatçılar geçmişte gördükleri veya gelecekte görmek istedikleri şeyleri
betimledier. “Bu hayvan resimlerinin yüzde 15’inde mızrak veya oklarla
yaralanmış hayvanların tasvir edilmesi”, yani bir av sahnesinin resmedilmesi de
bu açıklamayı destekler. Mağaraların bazılarında çocuk ayak izleri bulunmuştur.
Belki de bu tür resimler aynı zamanda çocukları hayvanlar hakkında
bilgilendirmek, onlara avlanmayı öğretmek için de kullanılmış olabilir.61
Bazı sanat ürünlerinin yeni gelişmekte olan dinî fikirleri,
özellikle de ruhlara olan inancı yansıtması da mümkündür. Hayvanların bolluğu
göz önüne alındığında, bazı sanat ürünleri hayvanlara ait ruhları temsil ediyor
olabilir. Dünyada hayvanların ruhlarına duyulan inanış oldukça yaygındır. Bazı
kültürlerde, hayvanların insanların atası olduğuna inanılır; böyle bir hayvana
totem adı verilir ve çarpıcı bir biçimde Avustralya Aborijinleri ile
Amerika’daki kuzeybatı kıyısı Kızılderilileri arasında bulunur. Resimli
mağaraların totemik bir yorumunu savunanlar, belirli mağaralardaki belirli
hayvanların ve yarı insan-yarı hayvan figürlerin baskınlığına dikkat çekerler.
Resimli mağaralarla ilgili olarak daha ayrıntılı dinî
açıklamalar da yapılmıştır. Şaman, aslen, Sibirya’daki Tungus kabileleri
arasında transa geçerek şifa veren, yöreye özgü şifacıları temsil eden bir
terimdir. Daha sonra, geleceği öngörebilen ya da hava durumunu kontrol
edebilen, büyü yapabilen büyücüler ve bu dünyayla öbür dünya arasında aracı
olarak görev yapan rahip benzeri kişilere atıfta bulunmak için daha geniş bir
anlamda kullanılmıştır. Resimli mağaralar söz konusu olduğunda şamanın işlevi
çoğunlukla rahiplerinkine benzer.64
Mağara sanatının şamanlarla ilgili yorumu, mağaralara resim
yapıldığı dönemde rahip benzeri şamanların var olduğunu ve bu mağara sanatının
çoğunun şamanların trans hâlinin bir ürünü olduğunu varsayar. Mağaraların
ölüler için yeraltına giden geçitler olduğu söylenir, bu yüzden buralarda
dolaşan insanlar “yeraltındaki dünyayla tamamen kuşatılmıştı”.
Mağara duvarlarındaki el izleri, insanlar tarafından
yeraltıyla bağlantı kurma girişimleri olarak yorumlanmaktadır. Geometrik
figürlerin şamanların trans hâlindeyken gördükleri görsel halüsinasyonları
temsil ettiği söylenir. Mağaranın belirli bölümlerinin gizli topluluklar için
buluşma yeri gibi çeşitli ruhani işlevler için düzenlendiği öne sürülmüştür.
Yarı insan-yarı hayvan figürlerin şamanları temsil ettiği söylenir.
Peki resimli mağaralarda tanrılar var mıydı? Önsözde de
tartışıldığı gibi, tanrılar terimi bazen hayvan ruhları da dahil olmak üzere
her türden doğaüstü varlığı kapsayacak şekilde geniş olarak kullanılmıştır.
Böyle geniş bir tanım kullanılıyorsa resimli mağaralarda muhtemelen tanrılar
bulunmaktaydı. Bununla birlikte, eğer tanrılar terimi ölümsüz olan ve
insanların yaşamları ve doğa üzerinde bazı özel güçlere sahip olan erkek ya da
kadın kutsal varlıkları belirtmek için daha dar olarak tanımlanırsa resimli
mağaralarda tanrıların bulunma olasılığı azalmış gibi görünüyor.
Peki ya din? Resimli mağaralarda din var mıydı? Bunun cevabı
dine ait pek çok tanımdan hangisini seçtiğinize bağlıdır. Edward Tylor, dini
geniş bir şekilde “ruhsal varlıklara olan inanç” olarak tanımlamış, bu nedenle
resimli mağaralarda ruhlar, hayvanlar ya da başka şeyleri içeren herhangi bir
faaliyeti din olarak nitelendirmiştir. Benzer şekilde, Fransız sosyolog Émile
Durhheim’ın önerdiği geniş tanımlamayı kullanarak, totemlere tapınma bir din
olarak nitelendirilir, çünkü Durkheim’a göre “din, kutsal şeylerle ilgili
olarak inanç ve uygulamalardan oluşan birleşik bir sistemdir”.
Mağara sanatının anlamının bu geniş kapsamlı yorumlarından
hangisi gerçeğe en yakın olandır? İşin aslı, tekbir doğru yorumun bulunması pek
olası görünmüyor. Sanat, insanlık tarihinde 20.000 yılı aşan bir süreyi
kapsıyor, bu da İsa’nın doğumundan günümüze dek geçen zamanın on katı demek.
Herhangi bir mağarada sanatın ortaya çıkışı çoğu kez yüzyıllar sürmüştür. Bu
süre Chauvet Mağarasında yaklaşık 8.000 yıl, Cosquer Mağarasında 6.000 yıl ve
içerdiği sanatın büyük kısmının birbirine benzediği Lascaux Mağarasında bile
1.000 yıl kadar sürmüştür. Bu uzun süreler göz önüne alındığında, bir mağarada
belirli bir sanatın tam olarak yerleşmesinin tek bir iç mimar tarafından bir
kerede gerçekleştirilmiş olması pek mantıklı görünmüyor.67
En azından, mağara sanatının sanatçıların geçmişte
gördüklerini veya gelecekte görmeyi umdukları şeyleri tasvir ettiği
söylenebilir. Hayvan resimleri, özellikle ok veya mızrak saplanmış olanlar,
avın başarılı geçmesini büyülü bir şekilde sağlama girişimleri olabilir.
Antropologlar bu tür “avlanma büyüsü” girişimleri günümüzde yaşayan
avcı-toplayıcı gruplarında saptamışlardı, bu nedenle mağara sanatının bu
şekilde yorumlanması geçen yüzyılda oldukça rağbet görmüştür.68
Ayrıca insanların tasvir edilen hayvanların totem, yani
atalarının ruhu olduğuna inanmaları da olasıdır. Özellikle bu dönemin son
yıllarında durumun böyle olma ihtimali yüksektir. Son resimli mağaralardaki
hayvan resimlerinin bazılarının yapılma tarihi, yaklaşık 11.500 yıl öncesinden
başlayarak Göbekli Tepe’de tasvir edilen hayvanlarınki ile örtüşür; bu tarihte
insanların atalarına ibadet ettiğine dair kanıtlar daha sonraki bölümde ele
alınacağı üzere daha güçlüdür.
Bir yarı insan-yarı hayvan figürü “tanrı” olarak adlandırmak
ya da aynı dinî inançlara dayalı gizli toplulukların varlığını öne sürmek için
henüz erken. Bu tür şeyler mümkündür ancak elimizdeki kanıtlar bunu destekler
gibi durmuyor. Mağara sanatına getirilen böylesine aşırı dinî spekülasyon,
arkeolog Dale Guthrie tarafından da o dönem halkını yanlış değerlendirdiği için
eleştirilmiştir: “Bu büyülü-dinî yaklaşım... ilk insanları çarpıtarak, tamamen
mistik kaygılarla meşgul, batıl inançlı ahmaklar gibi gösteriyor. Buna karşın,
Paleolitik sanata ilişkin kanıtlar oldukça farklı bir hikâye anlatır; karmaşık
bir dünyanın ayrıntılarıyla yakın temasta olan insanları tasvir eder. Dinî
imgelerin varlığı muhtemelen doğrudur, ancak bunlar daha büyük bir deneyim
mozaiğinin sadece parçasıdır."69
Otobiyografik belleğin gelişimi göz önüne alındığında, o
dönemlerde yaygınlaşan mezarlara değerli eşyaların konmasını nasıl
değerlendirmeliyiz?
Edward Tylor’un yüzyılı aşkın bir süre önce belirttiği gibi,
mezara eşya yerleştirilmesi pek çok nedene bağlıdır. Bunlar arasında, ölen
kişinin en sevdiği kişisel eşyalarının onunla birlikte gömülmesi; ölene duyulan
sevginin bir göstergesi olarak mezarına bir eşya konulması ve ölen kişinin
ruhunun eve geri dönerek eşyaları aramaması için kişisel eşyalarının da onunla
birlikte gömülmesi yer alır.70
Bununla birlikte, kişisel eşyaların mezara gömülmesinin en
yaygın nedeni, bu eşyaların, ölen kişilerin öbür dünyada kullanabilmeleri için
yanlarında hazır bulunmasıdır. lan Tattersall’ın gözlemlediği gibi:
“Ölülerinmezara eşyalarla birlikte gömülmesi... öbür dünyanın varlığına dair
bir inancın varlığını gösterir: Eşyalar gelecekte ölen kişiye faydalı olmaları
için oraya konur.” Benzer şekilde, Steven Mithen “fiziksel olmayan bir biçime
geçiş olarak görülen bir ölüm kavramı olmasaydı Sungir’deki gibi defin
sırasında böyle bir işlemin yapılmasının pek inandırıcı olmayacağım” savunur.
Mezar eşyaları ile ilgili bu yorum, bazı topluluklarda görülen ve ölen kişilere
öbür dünyada hizmet etmeleri amacıyla insanların öldürüldüğü uygulamalar ile
tutarlıdır. Primitive Culture adlı kitabında Tylor, misyonerlerin gelişinden
önce bu uygulamanın pek çok örneğine yer verir. Örneğin, “Karibler ... şeflerinin mezarında ölümden sonraki yeni
hayatında ona hizmet etmesi için kurban edilmiş köleler vardı ve aynı amaçla
köpekler ve silahlar da beraberinde gömülürdü.” Mezar eşyaları otobiyografik
belleğin ve bu belleğin getirdiği insanların öldükten sonra öbür dünyada
yaşamayı sürdürdüklerine dair inancın en çarpıcı örneklerinden biridir.71
(16. Bölüm)
Tanrıl kavramının Ortaya Çıkışı
Atalarımız Ve Tarım
Torrey dahil, dünyada henüz kimse, insanlığın Basra-Hürmüz
arası ovada uygarlaşmaya geçtiğini bilmediğinden, ortak yaşam sisteminin ne
zaman ve nerede başladığı konusunda kesin bir görüş oluşturamamaktadır. Bu
nedenle Torrey şöyle yazar:
Dünya ısınırken insanlar öncesine göre daha büyük gruplar
hâlinde bir araya gelmeye başladılar. Homininler yüz binlerce yıl boyunca,
çoğunlukla avcı-toplayıcılardan oluşan küçük gruplar hâlinde yaşamaktaydılar.
Ancak yaklaşık 18.000 yıl öncesinden başlayarak avcı toplayıcı grupların yılın
belirli zamanlarında işbirliği içinde avlanmak için bir araya geldikleri öne
sürülmüştür. Fransa ve İspanya’da bu tür toplanma yerleri, görünüşe göre kalıcı
barınak olan yapılar bulunmuştur. Bu toplulukların bazı mevsimlerde ayrı ayrı,
diğer mevsimlerde ise birlikte ava çıktıkları tahmin ediliyor. Bu muhtemelen
tarihte çok sayıdaki homininin düzenli olarak ilk kez bir araya geldiği dönem
olup, dikkat çekici sonuçlar doğuracaktır. Bu sonuçlardan biri de Göbekli
Tepe’dir.
"İnsan eliyle
inşa edilmiş ilk
kutsal mekân”
1995 yılında keşfedilen Göbekli Tepe, Türkiye’nin
güneydoğusundaki Urfa yakınlarındaki bir tepede yer alır. Yapımına 11.500 yıl
önce, güney Avrupa’daki mağaralara son resimlerin çizilmesiyle aşağı yukarı
aynı dönemde başlanmıştır. Yani Stonehenge’den 7.000 yıl daha eskidir.
Doksan dönüm üzerine yayılmış olan Göbekli Tepe, bazıları
terrazzo (dökme mozaik) veya taş zeminlere, kireçtaşı sütunlarına ve taş
banklara sahip 20 çevrilmiş alan içerir. Bu alanlar ilk başta çatı ile
kaplanmış olabilir. Yaklaşık 200 adet olan sütunların her biri 5,5 metre
yüksekliğinde ve 15 ton ağırlığındadır. T şeklinde olmaları arkeologların büyük
ilgisini çekmiştir; bazılarının yanlarda oyulmuş kollar ve eller vardır, orta
kısımlarında tokalı bir kemer yer alır, kemerin altına peştamal eklenmiştir ve
bir sütunun tepesine yakın bir kolye bulunur. Tepedeki T şeklinin kafa tasviri
olduğu düşünüldüğünde, sütunların bir tür antropomorfik varlığı temsilettikleri
açıktır. Sütunların birçoğu oyulmuş hayvan figürleri ile, özellikle de yılan,
tilki, akbaba, akrep, örümcek, aslan ve yaban domuzu gibi tehlikeli
hayvanlarla süslenmiştir. Oyulmuş insan figürlerine Avrupa mağara resimlerinde
olduğu gibi burada da oldukça nadir rastlanır.3
Göbekli Tepenin sadece bir kısmı ortaya çıkarılmış olsa da
taş sütunların yanı sıra dikkat çekici başka birçok bulgu mevcuttur. Bunların
arasında gerçek boyutlarda, kabaca oyulmuş taştan insan kafaları da bulunur.
Oymalı taştan yapılmış totem direk olduğu düşünülen objelere de rastlanmıştır;
2009’da keşfedilen ve şu anda Urfa’daki müzede sergilenen bu direklerden biri,
yaklaşık 2 metre uzunluğundadır ve bir ayıya benzer. Ayı ne olduğu anlaşılmayan
bir hayvanı veya muhtemelen doğum yapmakta olan bir insanı tutan başka bir
insanı tutarken tasvir edilmiştir. Totemin her iki yanını büyük yılanlar
süsler. Direk, Amerika’daki Kuzeybatı Kıyısı Kızılderilileri tarafından 11.000 yılı aşkın bir süre sonra oyulmuş
ahşap totem direkleri andırır.
Göbekli Tepe hangi amaçla kurulmuştu? Şimdiye kadar burada
ev, yemek pişirmek için ocak, çöp koymak için çukur ya da kalıcı yerleşime dair
başka bir kanıt bulunamamıştır. Öte yandan, binlerce geyik, ceylan ve domuz
kemiğinin yanı sıra taş kâseler ve kadehler bulunmuştur, tüm bunlar da burada
şölenlerin gerçekleştiğini akla getirmektedir. Göbekli Tepenin çağdaşı olduğu
düşünülen, yakındaki arkeolojik alan Körtik’te yapılan kazılarda bulunan içme
kaplarındaki tortu kalıntıların analizi bu düşünceyi destekler. Bu tortuların
ön analizi, kaplarda şarap bulunduğunu göstermiştir.4
Göbekli Tepe de henüz sadece birkaç insan kemiği bulunmuş
olsa da 2014’te ölümünden önce burada yaklaşık 20 yıl boyunca kazı yapan Alman
arkeolog Klaus Schmidt, Göbekli Tepenin “ölü gömü yeri ya da ölümle ilgili bir
tapınma merkezi... insanın inşa ettiği ilk kutsal mekân... dünyanın en eski
tapmağı” olduğunu ileri sürdü. Taşlara oyulmuş tehlikeli hayvan figürlerinin
amacı ölüleri korumak mıydı? Schmidt, Göbekli Tepe nin “en az 50 kilometre
uzaklıktaki yerleşim yerleri için” bir hac yeri ve törenlerin yapıldığı bir
merkez olduğuna inanıyordu. “Burası tepedeki görkemli katedral,”
diyordu.5Bugüne kadar keşfedilen en büyük merkez olmasına karşın, Göbekli Tepe,
Türkiye’nin güneydoğusundaki bu döneme ait tek tören merkezi değildi.
Yaklaşık 12.000 yıl öncesine tarihlenen Hallan Çemi höyüğü
törenlerin yapıldığı diğer bir merkezdir. Kazıları gerçekleştiren arkeolog
Michael Rosenberg’e göre, “Doğal hâlleri pek de konuta benzemeyen, daha çok
insanların bir araya geldiği yapıların varlığına ilişkin güçlü kanıtlar bulunmaktadır”.
Birçoğu süslenmiş çok sayıda taş kâse ve yontulmuş havan tokmaklarının halk
şölenleriyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Buna ek olarak, umuma açık
yapılardan birinde “muhtemelen bir zamanlar kuzey duvarında asılmış olan bir
yaban öküzüne ait bütün bir kafatası vardı”6
Yaklaşık 10.500 yıl önce kurulmuş olan Nevali Çori
yerleşkesi, Göbekli Tepeye sadece 32 km mesafededir. Burada da terrazzo zemin,
taş banklar ve T şeklinde sütunları olan bir bina vardı. Merkezdeki sütunlardan
birinin üzerine “bükülü iki kol ile birbirine kenetlenmiş iki el” oyulmuştu. Bu
yapının içinde “kireç taşından yapılmış devasa heykellere ait çok sayıda küçük
parçalar” ile “kafası insan, gövdesi kuş olan garip bir varlığın kafasıyla
vücudunun parçaları” kireç taşından minyatür maskeler ve birbirine zıt yöne
bakan iki insan kafasını sıkıca tutuyormuş gibi görünen bir kuş figürünün
olduğu bir totem direği bulundu. Nevali Çori’de bulunan en tanınmış obje, dış
kısmında iki insanı büyük bir kaplumbağa ile dans ederken gösteren bir
kabartmanın yer aldığı kireç taşından bir kâsenin parçalarıdır.7
Göbekli Tepe ve Nevali Çori’ye yakın olan Çayönü höyüğünde
ilk yerleşim yaklaşık 10.500 yıl önce gerçekleşmiş olsa da en ilginç bulgu daha
sonra inşa edilen bir binadır. Bina harç içine gömülmüş “beyaz kirecin
boyanmasıyla yapılmış ve birbirine paralel dizilmiş şeritler” bulunan terrazzo
zemine sahiptir. Bu binada yaklaşık 450 insan kalıntısı bulunmuştur.
Kalıntıların büyük kısmı eklem yerlerinden ayrılmış, “kuzey-güney hattında
düzenlenmiş, doğuya veya batıya bakan” uzun kemik yığınları ile kafatası
yığınlarından oluşuyordu. Yaban öküzlerinin kafatasları da insankafatasları ile
birlikte yığılmıştır. Günümüz araştırmacıları bu binayı “kafatası evi” veya
“ölüler evi” olarak adlandırmaktadır.8
Çayönü’deki “kafatası evi’nin yaklaşık 1.000 yıl boyunca
aktif olarak kullanıldığı ve bazı törenlere ev sahipliği yapmış olduğu
düşünülmektedir. Binanın bir ucunda, üzerinde
10 cm’lik sivri bir siyah çakmak taşı bulunan “cilalı taş levha” vardı. Çakmak
taşında bulunan hemoglobin kristallerinin yaban öküzü, koyun ve insan kanından
kaynaklandığı tespit edilmiştir, bu nedenle kafatası evinde muhtemelen
hayvanların ve insanların kurban edildiği, en azından üzerlerine kesikler
atıldığı tahmin edilmektedir. Manchester Üniversitesinden arkeolog Karina
Croucher “Çayönü’ndeki Kafatası Evi’nin görünüşe göre taş levha ile ilintili
olayların merkezde olduğu birtakım gösterilerin sergilenmesi amacıyla
kullanıldığı” sonucuna varmıştır.9
Bahsettiğimiz bulgulardan neler çıkarabiliriz? En azından,
tören binaları olduğu düşünülen yapıları inşa etmek için çok sayıda insanın bir
araya geldiğini söyleyebiliriz. Örneğin, büyük taş sütunlarını taş ocağından
Göbekli Tepeye taşımak için yaklaşık 500 kişiye ihtiyaç duyulduğu tahmin
edilmektedir. Ancak burada en dikkat çekici nokta, tüm bunların bitki ve
hayvanların evcilleştirilmesinden önce, büyük yerleşimler henüz ortaya çıkmak
üzereyken yapılmış olmasıdır. Hallan Çemi
veya Göbekli Tepe’de tahıl ekimine ilişkin bir kanıt bulunmamakla
birlikte, Hallan Çemi’de domuzların evcilleştirildiği yönünde bulgular
mevcuttur.
1smet Gedik'e ait bir kompozisyon
Klaus Schmidt’in belirttiği gibi bu durum bir soruyu akla
getirir: “Ya tarımın ‘icadı’ büyük avcı toplulukları ve buna eşlik eden
çalışmaların bir yan ürünü ise?” Dolayısıyla “insanların uzunca bir süre
kitleler hâlinde bir arada olmaları... bitkilerin evcilleştirmesinde
hızlandırıcı bir etki göstermiş olabilir”. Bir gazeteci Schmidt’in tezini şöyle
özetler: “Yiyecek arayan bir grup insanın büyük bir tapınak inşa etmesi,
örgütlü dinin ortaya çıkışının tarımın ve uygarlığın diğer öğelerinin
yükselişinden önce olabileceğini gösterebilir.” Bu tezi destekleyen bazı
bulgular “modern kızıl buğdayın bilinen en yakın yabani atalarının Göbekli
Tepenin sadece 97 km kuzeydoğusunda bulunduğunu” gösteren DNA çalışmalarından
elde edilmiştir.10
(17. Bölüm)
Atalara ibadet edilmesi
Göbekli Tepe, Hallan Çemi, Nevali Çori ve Çayönü bize ne
anlatıyor? O binalarda muhtemelen bir tür ruhsal etkinlik ya da törenler
yapılmaktaydı. Bu törenlerde hangi ruhların onurlandırıldığına ilişkin bir
ipucuna sahip miyiz? Nevali Çori’de bulunan ve kuşa benzeyen bir gövdesi olan
insan kafası heykeli ile totem direklerine benzeyen çok sayıda hayvan
yontusunun varlığı hayvan ruhlarının burada da resimli mağaralardaki gibi
önemli bir ilgi odağı olduğunu akla getirir. Peki, bazılarında el, kol, baş,
kemer, alt kısımlarında peştemal ve hatta bir kolye bulunan sütunlar ne anlama
geliyor?
Bunlar bir çeşit antropomorfik varlık olabilirler. Göbekli
Tepe’de bulunan gerçek boyutlardaki taştan yapılmış insan kafaları burada insan
ruhlarının da olabileceğini düşündürüyor. İngiliz arkeolog Karina Croucher,
sütunları yapanların dilediklerinde gerçekçi insan heykelleri de
yapabildiklerine ancak “bu varlıkları’
belirsiz kılmak için insan biçimini taşla birleştirmeyi tercih ettiklerine”
dikkat çeker. Croucher sütunların “atalara ait daha amorf bir kategoriyi temsil
edebileceğini” ileri sürmüştür.11
Bu tören yerlerindeki faaliyetler sırasında atalar da
onurlandırıldıysa şaşırtıcı olmaz. Edward Tylor dinî düşüncenin evrimsel
kökeniyle ilgili kitabı Primitive Culture’da ölülerin ruhları olduğuna dair
inancın kişiyi “doğal olarak ve neredeyse kaçınılmaz bir şekilde er ya da geç
huşuya ve tövbe etmeye götüreceğini” iddia eder. Edinburgh Üniversitesinde
dinle ilgili çalışmalar yapan Profesör James Cox, “yerli dinî inançların, ritüellerin
ve sosyal uygulamaların atalara odaklandığını ve bu nedenle akrabalık
ilişkilerine aşırı vurgu yaptığını” belirtir. Atalara ibadet etmenin ortaya
çıkışı 28 avcı-toplayıcı toplumun incelendiği yakın tarihli bir çalışmayla
tutarlılık göstermektedir. Bu çalışmaya göre “böyle toplumlarda öbür dünyaya
olan inanç atalara ibadetin başlamasından önce gelişmiştir ve bu inanç daha
sonra ortaya çıkan atalara ibadetin gelişimini de hızlandırmıştır”. Buna
karşılık, bu tür toplumlarda yüksek (göksel) tanrı kavramı çok daha sonraları
ortaya çıkar.12
Bir atayı onurlandırmanın nedenleri nelerdir? Avcı-toplayıcı
kültürlerine dair bir inceleme bunun nedenlerinden birinin ataların yaşayanlara
yardım edebileceğine inanılması olduğunu ileri sürer. Örneğin, Seylan’daki Vedda
halkının sahip olduğu çok eski bir inanca göre “her yakın akraba, öldükten
sonra geride kalanları gözetleyip kollayan bir ruh hâline gelir”. Bu ruhlar
“hayattaki yakınlarının rüyalarına girerek onlara avlanacakları yerleri
söylerler”. Bu nedenle Vedda dini “en belirgin ve en önemli özelliği... esas
olarak ölen akrabaların ruhuna hürmet etmek” olan bir “ölüler kültü” olarak
nitelendirilir. Benzer şekilde, Bolivya’daki Siriono göçebeleri arasında, “bir
adam av sırasında üst üste gelen şanssızlıklarla karşılaştığında (bir zamanlar
müthiş bir avcı olan) atasının kemiklerinin gömülü olduğu yere giderek ondan
kötü talihini düzeltmesini ve av için nereye gitmesi gerektiğini söylemesini
ister”. Ölen kişilerin geride kalanlarla iletişim kurabileceği ve onlara yardım
ettiği inancına bugün bile rastlanmaktadır.
Örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde 2009 yılında yapılan
bir araştırmada Amerikalıların yüzde 30’unun “ölmüş biriyle ilişki kurduğunu”
söylediği bildirilmiştir. Otomobil kazasından sağ kurtulanların feci kazadan
birkaç dakika önce yeni ölmüş büyük annelerinin emniyet kemerini takmaları için
kendilerini uyardığına dair hikâyeler anlatmaları hiç de nadir rastlanılan bir
durum değildir.13
Avcı toplayıcı toplumlar genellikle atalarını onurlandırmak için resmî törenler yaparlardı. Muhtemelen 11.000 yıl önce Göbekli Tepe ve civardaki yerlerde de benzer törenler yapılıyordu. Örneğin, Kanada’daki Ojibvva yerlileri, her iki ya da üç yılda bir “Ölüm Şöleni” düzenlerdi; şölende, “bu iki üç yıllık arada ölenlerin kemikleri gömülerek bolca yiyecek ve diğer temel kullanım maddesi dağıtılırdı”. Bazı Ojibvva topluluklarında “ölüler bir sicimin üzerine takılı ahşap figürler hâlinde temsil edilirdi... [ve] davullar çalmaya başladığında bu figürlere dans ettirilirdi”. Karaayak yerlileri de “ölülerin ruhlarının davet edildiği bir dans” düzenlerdi. Çupik Eskimoları, her Ağustos ayında “Ölüler için Şölen” yaparlardı; akrabalar “hediyeleriniateşe atarlardı... [ve] yanmış nesnelerin ölen kişiye gittiğine inanılırdı”. Benzer şekilde, daha önce Amerika’daki Kuzeybatı Kıyısı Kızılderilileri tarafından düzenlenen ünlü hediye törenleri, “diğerlerinden ayrı bir tören değil, daha çok ölünün anısına adanmış bir dizi törenin bir parçası” idi. Bu törenlerde “konuklara sunulan yiyecekler arasında, hediyelerin verildiği ölülerin en sevdiği şeyler bulunurdu”.14
Avcı toplayıcılar arasında ataları onurlandırmak için yapılan
ibadetler ne denli yaygındır? Atalara ibadete bu tür toplumların hepsinde
olmasa da büyük çoğunluğunda rastlanmaktadır. Londra Kings College’da
karşılaştırmalı din profesörü olan Geoffrey Parrinder, “Afrikalıların düşünce
dünyasında ataların ruhlarının çok büyük bir rol oynadığına şüphe yoktur...
Birçok Afrika kabilesinde tanrılara gerçek anlamda ibadet edilmez; tanrıların
yerine atalara ibadet edilir,” der. Örneğin, Sierra Leone’de “iki farklı ata
grubuna ibadet edilir... isimleri ve yiğitlikleri bilinen atalar ile çok uzak
bir geçmişte ölmüş olan atalar”. Güney Afrika’nın !Kung Bushman halkının
“ölülerin ruhları olduğuna şiddetle ve güçlü bir şekilde inandıkları” söylenir,
ancak !Kung halkının “atalarına ibadet ettiklerine veya onlar için dinî ayin
yaptıklarına dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır”. Yine de bu tür kanıtların
bulunmaması daima ihtiyatla karşılanmalıdır; Edward Tylor’ın belirttiği gibi
“ilkel insanların teolojilerine ait ayrıntıları kendilerinden öğrenmek her
zaman kolay değildir”. Dolayısıyla, atalara ibadet etmenin ne kadar yaygın
olduğu göz önüne alındığında, 11.000 yıl
önce GöbekliTepe’de gerçekleşen törenlerin bu amaçla yapılmış olması muhtemel
bir açıklama gibi gözükmektedir.15
Bitki Ve Hayvanların
Evcilleştirilmesi
Göbekli Tepe, yaygın şekilde Bereketli Hilal olarak anılan
yay şeklindeki coğrafi bölgenin en kuzey ucunda yer alır. Bereketli Hilal
günümüzde İsrail ve Filistin’den başlayıp Lübnan, Ürdün, Suriye ve Güneydoğu
Türkiye üzerinden Irak ve İran’a doğru toplamda yaklaşık 1.600 km uzanır. İklim
ve olumlu koşullar nedeniyle, bu bölgede alışılmışın üzerinde bir yoğunlukta
yabani buğday (hem gernik hem de küçük kızıl buğday çeşitleri), çavdar, arpa,
mercimek, nohut ve fasulyenin yanı sıra yabani koyun, keçi, sığır (yaban öküzü)
ve domuz (yaban domuzu) mevcuttu; dolayısıyla tarımın gelişmesi için ideal bir
ortam bulunmaktaydı. Bereketli Hilal’in tarım devriminin başladığı yer olduğuna
inanılmaktadır.16
Sonrasında tarım devrimine dönüşecek olan ilk başak hasadı,
yaklaşık 20.000 yıl öncesinde Bereketli Hilal’de başlamıştır. Bu tarihten sonra
da çoğu insan, yarı göçer bir şekilde, mevsimlere ve hayvan sürülerine göre
hareket eden küçük gruplar hâlinde yaşamaya devam etseler de önceden
belirtildiği gibi bazıları belli yerleşim yerlerinde daha uzun zaman geçirmeye
başlamıştı. İsrail’de alışılmadık şekilde iyi korunmuş bir yerleşim yerinde,
19.000 yıl öncesinde insanların “bir yandan yabani arpa ve yabani küçük kızıl
buğday gibi tahıllardan yararlanırken” diğer yandan yabani zeytin, badem,
antepfıstığı ve üzüm topladıklarına dair kanıtlar vardır. Bu, tahılları
yetiştirdikleri anlamına gelmez, sadece bu bitkileri zaten doğal olarak
yetiştikleri yerlerde kesip kullanıyorlardı. Ürdün’de “günümüzden 20.000 ile
10.000 yıl öncesi arasında avcı toplayıcılar tarafından işgal edilen bir
yerleşim yerinde, 150’den fazla
yenilebilir bitki türü tespit edildi”. Bu tür arkeolojik bulgular,
alışılagelmiş olmasa da “Doğu Akdenizli avcı toplayıcı toplulukların yabani
tahılları, tarımın başlamasından binlerce yıl önce yiyecek olarak
tükettiklerini” ileri sürer. Antropolog Douglas Kennett özetle şöyle der:
“Tarım aslında bir devrim değildi. İnsanlar çok uzun zamandır bitkilerle
oynayıp duruyorlardı.”17
Modern Homo sapiens in zekâsı göz önüne alındığında, bazı
insanların geçen yılın tohumlarının bir kenara atıldığı yerde yeni bitkilerin
ortaya çıktığını fark etmeleri kaçınılmazdı. Bu, mantıklı olarak istemli bir
şekilde tohum ekimine ve ardından en iyi bitkilerin tohumlarının gelecekte
ekilmek üzere seçilmesine yol açacaktı. Böylece bitkilerin istemli ekimi sürdü
ve tarım doğdu. İstemli bitki yetiştiriciliğinin, 11.500 ila 11.000 yıl önce, Göbekli Tepenin inşa
edilmesiyle yaklaşık aynı zamanda Bereketli Hilal içinde birden fazla yerde
başladığına dair kanıtlar bulunuyor. Bunlar arasında İsrail, Suriye’nin kuzeyi,
Türkiye’nin güneydoğusu ve kuzey Irak’taki bölgeler ile İran’daki Zagros
Dağları yer alır. Bu merkezler arasında obsidyen, deniz kabukları, bitüm pigmentli toprak boya ve diğer malların
ticaretinin yapıldığına dair çok sayıda kanıt bulunduğu için, bitki yetiştirme
konusunda da bilgi alışverişi yapılmış olması muhtemeldir. Bu bölgelerde
“tahıl, hasır ve kamış hasat edilmesine bağlı bir aşınma deseni gösteren” orak
bıçakları bulunmuştur. Öğütme taşları, havanlar ve havan tokmakları gibi gıda
hazırlamayla ilişkili diğer araçlar da ortaya çıkarılmıştır.18
Zamanla insanlar buğday ve arpa gibi bitkileri başka türlü
kullanabileceklerini de keşfettiler. Öğütülüp un hâline getirilir ve suyla
karıştırılıp pişirilirse bu otlardan ekmek yapılabilirdi. Doğal olarak oluşan
bir mantar olan maya eklenerek ekmeği kabartmak mümkündü. Zaman içinde öyle bir
noktaya gelindi ki arpa lapası ve mayanın muhtemelen yanlışlıkla bir yerde
unutulmasıyla bira adını verdiğimiz fermente bir içecek ortaya çıktı.
Pennsylvania Üniversitesinden arkeolog Patrick McGovern, Bereketli Hilal’de
erken dönemlerde keşfedilen içeceğin sadece bira olmadığını, aynı zamanda
şarabın da ilk kez burada ortaya çıktığını ileri sürer. Buradaki Toros,
Zagros ve Kafkas dağları Avrasya üzümlerinin çıkış yeri olarak kabul edilir,
çünkü buraları “türlerin en büyük genetik çeşitliliğini gösterdiği ve
dolayısıyla ilk kez evcilleştirilebildiği yerlerdir”. Bu kurama göre, insanlar
yabani üzümleri topluyor ve bunları kaplarda saklıyorlardı. Üzüm kabukları
doğal maya içerdiği için üzüm kendi hâline bırakıldığında yavaşça “düşük
alkollü bir şaraba, bir tür Taş Devri Beaujolais Nouveau’suna dönüşebilirdi”.
McGovern’a göre, “klanın en gözüpeklerinden biri bu uydurma karışımın tadına
şöyle bir bakmış”, arkadaşlarına keyif verici etkisinden bahsetmiş ve sonra
onları da paylaşmaya davet etmiştir. Bu, belki de dünyanın ilk şarap tadımı
idi; artık geri dönüşü yoktu.19
Biranın ilk keşfi tarihsel kayıtlarda genellikle mizahi bir
şekilde ele alınsa da aslında bitkilerin evcilleştirilmesinde önemli bir rol
oynamış olabilir. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir akademisyenlerin bir kısmı
bazen “ekmekten önce bira” hipotezi olarak ifade edilen “tahılların temel
geçimi sağlamaktan ziyade bira üretmek amacıyla vcilleştirildiği” yönündeki
iddiasını ortaya atmışlardır. Arkeolog Brian Hayden ve Simon Fraser
Üniversitesindeki meslektaşları o zamanlar bira yapımında kullanılan
teknolojinin belirlenmesi de dahil olmak üzere bu tezin ayrıntılı bir
incelemesini üstlendi. Bu araştırmacılar bira yapımının avcı toplayıcı
toplumlarda pek mümkün olmadığına dikkat çekerek bira yapımının büyük
olasılıkla Homo sapiens 'in yarı yerleşik bir hayata geçtiğinde başladığını
belirtmişlerdir. Üstelik “ilk evcilleştirilen tahılların (çavdar, küçük kızıl
buğday, gernik ve arpa) bira yapmaya uygun olduğu” ve “Geç Epipaleolitik çağda
[yaklaşık 12.000 yıl önce] bira yapımının gelişmesini kısıtlayacak önemli bir
teknolojik engelin bulunmadığı” anlaşılmıştır. Hayden ve arkadaşları ayrıca
biranın ilk yapımının öncelikle ziyafetle ve yiyip içerek eğlenmeyle ilişkili
olduğunu ileri sürmüşlerdir:
Bira yapımı, zahmetli bir işlem olup, çok fazla miktarda
tahıl ve emeğin kontrolünü gerektirir... Yoksul ailelerin veya bireylerin laf
olsun diye, geçici bir zevk için yapacağı bir şey değildir. Etnografik
literatür, bira yapımının, neredeyse sadece sosyal açıdan önemli olan özel
günler için, fazladan üretilmiş tahıllarla yapıldığını çok net bir şekilde
ortaya koyar.
Bu sebeple, bira yapımı, geleneksel dünyanın birçok
bölgesinde ziyafetlerin vazgeçilmez bir unsurudur.20 Daha önce de belirtildiği
gibi, Göbekli Tepe ve Hallan Çemi gibi yerlerde 12.000 ila 11.000 yıl önce
şölenler yapıldığına, ziyafetler verildiğine dair kanıtlar bulunmaktadır.
Ayrıca yakınlardaki bir yerleşim olan Körtik’teki içki fıçılarının içinde şarap
kalıntılarının bulunduğu ileri sürülmüştür. Ölmüş ataların veya diğer ruhların
onurlandırılması amacıyla şölenler yapılırken, “insan doğasının mistik
güçlerini” tetiklediği iyi bilinen bira ve şarap, bu ruhlarla iletişim kurmada
yardımcı olmak için kullanılmış olabilir. Eğer bu doğruysa dinî fikirlerin
gelişimindeki erken dönemlerde bira ile şarabın önemli bir rol oynamış olması
mümkündür.21
Modern Homo sapiens bitki yetiştirmeyle aşağı yukarı aynı
zamanda hayvanları da evcilleştirmeye başladı. Bu iki olayın sırası tartışmalı
olsa da büyük olasılıkla birbirlerini etkilemişlerdir. Örneğin, evcilleştirilen
bitkilerin insanlar tarafından kullanılmayan kısımları ile keçi ve domuzlar
beslenebilirdi. Benzer şekilde, evcilleştirilmiş sığır, öküz ve atlarla saban
sürülerek bitkilerin ekildiği alanlar artırılmış olabilir.
Köpeklerin evcilleştirilen ilk hayvanlar olduğu neredeyse
kesindir. Bunun 32.000 sene önce olduğu ve evcilleştirmenin birden fazla kez
gerçekleştiği öne sürülmüştür. Alaska Üniversitesinden Dale Guthrienin
belirttiği gibi, “Köpekler av bulmada, onu tutup getirmede veya yaralı avı
takip etmede, muhtemelen Pleistosen (buzul çağı) standartlarına göre avdaki
başarıyı müthiş artıran, çığır açıcı bir yardım sağlamışlardı”. Günümüzden
11.000 yıl önce, diğer hayvanlar evcilleştirilmeye başlandığında, evcil
köpekler oldukça yaygındı.22
Koyun ve keçiler muhtemelen bir sonra evcilleştirilen
hayvanlardı ki bunun en az 10,000 yıl önce gerçekleştiğine dair kanıtlar var.
Modern Homo sapiens, mağara resimlerinin gösterdiği gibi, hayvansal davranışı
kurnazca gözlemleyebiliyordu. Bu insanlar yabani koyunlarla keçilerin
liderlerini nasıl izlediklerini ve yeni doğan hayvanların sürüden
alındıklarında evcilleştirilebileceğini fark etmiş olmalılar. Hem koyun hem de
keçi, ilk çiftçilerin hayatlarına önemli katkılarda bulunmuş olmalı. Juliet
Clutton-Brock’un Domesticated Animalsfrom Early Times isimli kitabında şöyle
yazmıştır: “Keçi ilkel köylülere ve göçebe çobanlara fiziksel ihtiyaçlarının
tümünü sağlayabilmekteydi; giysi, et, süt, ayrıca el yapımı objeler için kemik
ve tendon (kas kirişi), ışık için içyağı ve yakıt ile gübre için tezek.” Keçi
derileri giyim ve su kapları olarak da kullanılabilmekteydi.
Yaban domuzları ile sığırların (yaban öküzleri) daha sonra
evcilleştirildiği düşünülmektedir. Bununla birlikte Bereketli Hilal’in bazı
yerlerinde domuzun koyun veya keçiden önce evcilleştirildiğine ilişkin iddialar
vardır. Sığırların evcilleştirilmesi özellikle önemlidir. Sığırlar et, süt,
tereyağı ve peynir sağlamaktaydılar; postlarından giysi, ayakkabı ve kalkan
yapılabiliyordu; dışkıları yakıt veya gübre olarak kullanılabiliyor ya da bina
yapmak için samanla karıştırılabiliyordu; yağları yakılabiliyor ve
boynuzlarından silah yapılabiliyordu.
Büyükbaş hayvanlar aynı zamanda arabaları çekmek, kuyulardan su
çıkarmak için çarkları çevirmek amacıyla da kullanılıyor ve harman dövmek için
tahılların üzerinde yürütülüyordu. Bu nedenle, Güneybatı Asya’daki en eski
kültürlerin bazıları da dahil olmak üzere birçok kültürde bu hayvanlara büyük
saygı gösterilmesi, hatta ibadet edilmesi şaşırtıcı değildir.23
Bereketli Hilal’de bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi,
düzenli ve doğrusal bir süreç değildi. Bereketli Hilal yaklaşık 1.600 km
genişliğindedir ve tarım devrimi, yaklaşık 12.000 ila 7.000 yıl önce, 5.000
yıllık bir zaman aralığında gerçekleşmiştir. Tarımın yavaş yavaş ortaya çıktığı
yüzyıllar boyunca bir yandan da avcılık ve toplayıcılık sürmekteydi. Karina
Croucher’ın kaydettiği gibi, “Neolitikleşme, önemli hususların bölgeden bölgeye
değişkenlikler gösterdiği birkaç bin yıllık bir süre içinde gerçekleşti”.24
(18. Bölüm)
Çiftçilik Ve Paralel Evrim
Bereketli Hilal’den yakın çevresindeki bölgelere yayılan
bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesinin bağımsız bir şekilde dünyanın
diğer yerlerinde de gerçekleştiği düşünülmektedir. Batıya doğru yayılan tarım,
günümüzden 9.000 yıl öncesinde Türkiye’nin batısına ulaşarak 8.000 yıl önce
doğu Avrupa’ya, özellikle günümüzde Yunanistan ve Bulgaristan olarak
adlandırdığımız ülkelere ulaştı. Yavaşça batıya doğru ilerleyerek yaklaşık
7.500 yıl önce orta Avrupa’ya, 6.000 yıl önce de İngiltere’ye erişti. Yakın
tarihli genetik ve dilbilimsel araştırmalar, Avrupa’ya tarımı getirenlerin
kökleri güneydoğu Türkiye ve Bereketli Hilale uzanan insanlar olduğunu ve
Avrupa tarımının bağımsız olarak geliştiğine dair bir kanıt bulunmadığını
doğrulamıştır.25
Bereketli Hilal’den doğuya doğru ilerleyen tarım şimdiki İran
ve Türkmenistan’a, daha sonra Pakistan ve Hindistan’a yayılmıştır. Yedi bin yıl
öncesine gelindiğinde, İndus Vadisinde tarım başlamıştı. Tarım bu yönde hareket
ederken binlerce yıldır var olduğu açıkça görülen eski ticaret yollarını takip
etmekteydi. Örneğin, Ürdün’ün bir köyünde bulunan 19.000 yıllık kişisel süs eşyalarının yapımında
kullanılan deniz kabuklarının Hint Okyanusundan geldiği ve tarımın
başlamasından çok önce “en ücra köşelere dek yayılmış sosyal ağların” bulunduğu
kaydedilmiştir. Tarım Bereketli Hilal’den güneye doğru Mısır’ın içlerine dek
yayılmış ve bu bölgede 7.500 yıl önce ortaya çıkmıştır.26
Bereketli Hilale komşu bölgelerdeki bu yayılmaya ilaveten,
bitkiler ve hayvanlar dünyanın coğrafi olarak farklı bölgelerinde de
birbirinden bağımsız olarak evcilleştirilmiştir. Antropolog Robert Wenke ve
Deborah Olszewski Patterns in Prehistory isimli kitapta konuyu şöyle
özetlemiştir: ‘“Tarım devriminin’ en çarpıcı özelliklerinden biri de sadece
hızlı ve yaygın olmanın ötesinde dünyanın farklı yerlerinde de bağımsız şekilde
gerçekleşmiş olmasıdır.” Aslında bu gerçek, paralel evrimi destekleyen en güçlü
kanıtlardan biri olarak kabul edilir.27
Tarımın Çin’de muhtemelen birbirinden bağımsız olarak iki
ayrı yerde geliştiği düşünülmektedir. Çin’de çanak çömlek yapımının, muhtemelen
yemek pişirmede kullanılmak üzere günümüzden 20.000 yıl öncesinde başladığına
dair kanıtlar vardır. Pirinç, yaklaşık 8.900 yıl önce Yangtze Nehri Vadisinde,
darı ise 8.500 yıl önce Sarı Nehir yatağında evcilleştirilmişti. Tavuk, keçi,
koyun, öküz ve domuz Çin’de erken tarihlerde evcilleştirilmişti; domuzlarda
yapılan genetik çalışmalara göre, bu hayvanlar birbirinden bağımsız olarak en
az altı kez evcilleştirilmiştir. Tıpkı Bereketli Hilal’de olduğu gibi, kırık
çanak çömlek parçalarındaki kalıntılarda Çin’deki tarımın ortaya çıkması
sırasında mayalı içeceklerin kullanıldığına dair kanıtlar vardır. Sarı Nehir
Vadisindeki Jiahu’da bu tür bir kalıntı 9.000 yıl önce tarihlendirilmiş ve
Patrick McGovern tarafından “bir üzüm ile alıç meyvesinden yapılmış şarap, bal
likörü ve pirinç birası içeren karmaşık bir içecek” olarak tanımlanmıştır.28
Bu dönemde tarımın bağımsız olarak geliştiği bir diğer
bölge de Papua Yeni Gine’deki dağlık arazilerdi. Buralarda tarım gölevez ,
pandanus
muz, tatlı patates ve şeker kamışı ile günümüzden yaklaşık
10.000 yıl önce başladı. Avustralya National Üniversitesinden arkeolog Peter
Belhvood’a göre, Papua Yeni Gine’deki erken dönem tarım “tahıl ve evcil
hayvanlar olmaksızın çok geniş kapsamlı bir sistem olmasa da gerçek ve birincil
tarım olarak nitelendirilebilir”. Papua Yeni Gine’deki tarım muhtemelen
buradaki dağlık bölgelerin çok uzak ve fiziksel olarak erişilemez olmasından
dolayı Avustralya’ya yayılmadı.29
Tarımın bağımsız olarak geliştiği diğer merkezler arasında
Peru, Orta Amerika ve Sahraaltı Afrika bulunmaktaydı. Peru dağlık bölgelerinde
“patates gibi bitkilerin evcilleştirilmesi” 7.000 yıl öncesinde “çoktan
başlamıştı”. Kıyı kesimlerinde pamuk ve diğer bitkiler 6.000 yıl önce
yetiştirilmekteydi. Lama, alpaka ve hint domuzu daha sonra evcilleştirildi.
Kuzey Meksika’dan Guatemala’ya kadar uzanan Mezoamerika’da kabak
yetiştirildiğine dair kanıtlar 10.000 yıl öncesine tarihlenir, bunu balkabağı
ve fasulye izler. Amerika kıtasının başlıca gıda maddesi hâline gelecek olan
mısır ilk kez yaklaşık 5.500 yıl önce orta Meksika’da evcilleştirildi. Son
olarak, pek çok uzman, Afrika’da Sahra Çölünün hemen güneyindeki Sahel
bölgesinde tarımın diğer yerlerden bağımsız şekilde, darı, sorgum, pirinç ve
tatlı patatesin evcilleştirilmesiyle birlikte başladığını düşünüyor. Bu bölgede
sığırların diğer bölgelerden bağımsız olarak evcilleştirildiğine dair de çok
kanıt bulunmuştur.30
1smet Gedik'e ait bir kompozisyon
Yaşayanlar Ve Ölüler
Günümüzden 12.000 ila 7.000 yıl öncesindeki zaman aralığında
avcı toplayıcılıktan çiftçiliğe kademeli olarak geçiş yapılması, yaşayanlarla
ölüler arasındaki ilişkiyi de derinden değiştirmiştir. Ölenlerin oradan oraya
taşınması pratikte imkânsız olduğundan göçebe yaşam biçimi ölülerin gömülmesini
ya da öldükleri yerde bırakılmasını gerektirir. Buna karşın yerleşik yaşam
tarzı, ölen kişinin yaşayanların yakınında gömülmesine ve dolayısıyla önceki
nesillere ait gömülen ataların giderek artmasına olanak tanır. Bu durumda ölmüş
ataların, yaşayanlar için çok daha önemli hâle gelmiş olması muhtemeldir. Bir
açıdan, lokal mezarlar kişinin atalarını hatırlamasını kolaylaştırır; örneğin,
atasının dibinde gömülü olduğu ağacın altından her geçtiğinde onu aklına
getirir. Karina Croucher, “Ölülerin yaşayan kişilere yakın tutulması, ölenle
duygusal bağları korumaya ve yas tutma sürecine yardımcı olmaya duyulan arzuyu
yansıtıyor olabilir,” demiştir. Başka bir açıdan ise ölen aile üyelerini
yaşayanların yakınında bir yerlere gömmenin, toprak mülkiyeti ile akrabalık
yükümlülükleri bakımından pratik sonuçları vardır. Bir kişinin atasının sürdüğü
tarla ile bu atanın gömüldüğü toprak ve şu anki nesil tarafından sürülen tarla
hep aynı yerdir. Bir özet bilgi şunları anlatır:
“Genellikle toprak ve atalar birbirine bağlıdır. Birçok
Afrika kabilesinde atalar arazinin nihai sahipleridir... AvustralyalI
aborijinler ise ataların arazinin bir parçası olduğunu kabul ederler.” Bu
düzenlemeler kaçınılmaz olarak, tarihte belki de ilk kez arazi sahibi olma
fikrine yol açmıştır. Arazi mülkiyeti fikri, araziyi kimin miras alabileceği ve
sahibinin ölümünün ardından mirasın nasıl bölünmesi gerektiğine dair soruları
gündeme getirmiştir. “Bu şartlar altında, bazı otoritelere başvurulması
gerekiyordu ve soy ataları bu otorite için doğal bir kaynak sağlamıştı.” Mike
Parker Pearson The Archeology of Death and Burial adlı kitabında tarım devrimi
sırasında toprak ile insanlar arasındaki ilişkiyi şöyle anlatır:
Belirli akrabalık gruplarına ait olan insanların ortak
ataları, çeşitli nedenlerle giderek önem kazanmaktaydı. Topraktan ekim ve hasat
zamanlarında mevsimsel olarak faydalanılması insanların hayatında önemli bir
yer edindikçe, ataların fiziksel kalıntıları insanların toprakla birebir
bağlantı kurmalarına aracılık ediyordu. Bu gibi mevsimlik işler için yeterince
büyük grupların harekete geçirilmesi çok önemliydi ve bu gruplar birbirlerinin emeklerinden
yararlanırken, insanların birlikte yaşamalarına hizmet eden soyağaçlarını
anımsamaları ve sahiplenmeleri gerekliydi.31
Tarım devrimi sırasında insan mezarlarına bazen eşyalar da
konuyordu, tarımsal yaşam tarzı daha sıkı bir şekilde yerleştikçe bu uygulama
daha da yaygınlaşmıştır. Mezar eşyalarının çoğu yararlı veya dekoratif olup,
cinsiyete özgü değişiklikler göstermekteydi. Örneğin, erkeklerin mezarlarına
öbür dünyadaki tahılları hasat etmek için kullanışlı olan kemik aletler, orak
veya obsidyen bıçaklar konmaktaydı. Kadınlar ise bazen “kabuk ve taşlardan
yapılmış boncuklar; boyun, bel ve bileğe takılan kemik zincirler; kolyeler,
bilezikler ve kemerler” ile süslenmekteydi. Karina Croucher, “dört yaşın
altındaki çocukların en çok mezar eşyasına sahip olduğunu” ve bunlar arasında
bu çocukların öbür dünyada bir şeyler içmeleri için “küçük kupalar’ın da
olduğunu belirtir.32
Bu dönemde bazı ölüler kullanışlı ve dekoratif mezar
eşyalarına ek olarak öbür dünyada kendilerine eşlik etmeleri için hayvanlarla
veya hayvanlara ait parçalarla birlikte gömülüyorlardı. En sık gömülen
hayvanlar köpeklerdi; bu yalnızca ölen insanlarla köpekler arasındaki sevgi
dolu bir ilişkiyi gösterebileceği gibi, köpeklerin öbür dünyada sahiplerine
yardım etmeleri için gömülmüş olabileceğine de işaret edebilir. Köpeklerden
başka “mezarlarda geyik, ceylan, yaban öküzü ve kaplumbağa kalıntılarına” da
rastlanmıştır. Bazı bölgelerde çocuk mezarlarında tilkilere ait çene kemikleri
bulunmuştur. Dolayısıyla, ölenler ve atalar için endişe duyulması, insanlık
tarihinde bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi ile aynı zamanda öne
çıkmıştır. Atalar ve tarım birlikte evriliyordu.33
Modern Homo sapiens işlediği tarlaların yanına yerleştikçe,
geniş aileler birbirlerine yakın evler inşa ettiler. Böyle aile kümeleri 11.000
ila 10.000 yıl önce yavaş yavaş köy hâline geldi ve o zamana dek Jericho gibi
bir köy yaklaşık 2.000 kişilik bir nüfusa sahip oldu. Arkeolojik kayıtlar, bu
ilk köylerde “bitişik evlerin akrabalık ilişkisi içinde olduğunu”
doğrulamıştır. Kalıcı olarak birlikte yaşayan insanların bu şekilde
kümelenmesi, insanlık tarihinde ilk kez görülüyordu. Bu durum insanların
ekim için en iyi tohumların seçilmesinden ataların en iyi şekilde nasıl
onurlandırılacağım kadar pek çok konu hakkında topluca fikir alışverişinde
bulunmalarını mümkün kılmıştır. Mike Parker Pearson bu dönemi şöyle
özetler: “[Güneybatı Asya’da] günümüzden 12.800 ila 10.000 yıl önceki zaman
aralığında, tarımın ilk kez ortaya çıkmasıyla, insanlarda ölülerin yaşayanlar
arasındaki maddi varlığına dair bir saplantı oluşmaya başladığına açıkça
tanıklık ediyoruz.”34
Tarım devriminin ilk aşamalarında, yaklaşık 12.000 ila 10.000
yıl önce, ölen kişilerin aileleri tarafından doğrudan yaşadıkları evin altına
gömülmeleri yaygın bir uygulamaydı. Yakın tarihli kazılarda, bazı durumlarda
önce ölülerin gömüldüğü, daha sonra mezarın tam üstüne evin inşa edildiği
belirlenmiştir. Böylece ölen kişi fiziksel olarak yaşayanlara yakın kalmış
oluyordu. Nitekim “bir örnekte, baş kısmı bir taş yastık üzerine oturtulmuş
olan bir mezar üstteki evin zeminindeki sıvada bir tümseğe neden olmuştu”.
Karina Croucher, “Ölenlerin yaşayanlara yakın tutulması önemli gibi görünüyor.
Geride kalanlar hayatlarına ölmüş yakınlarının mezarlarının üzerinde yer alan
odalarda devam ediyorlardı,” diye belirtir. Ölen kişilerin köye komşu olan
ortak alanlarda, yani mezarlıklarda gömülmesi ilk kez tarım devriminin sonraki
aşamalarında görülmeye başlanmıştır.35
(19. Bölüm)
Kafatası Kültleri
Tarım devriminin başlarında ve ortalarında, ölümden haftalar
ya da aylar sonra cesetleri çıkarıp kafataslarını almak yaygın bir uygulamaydı.
Kafatasları daha sonra ailenin evinde veya köyde ortak bir alanda sergilenirdi.
Fransız arkeolog Jacques Cauvin, “Kafatasları aslında evin zeminine duvar
boyunca dizilirdi. Kırmızı kilden topaklar eve getirilip, kafatasları
yuvarlanmasın diye destek olarak kullanılırdı. Böylece kafatasları herkesin
görebileceği şekilde sergilenirdi... Kafataslarının sanat eseri gibi
düzenlenmesi yeni bir şeydi,” diye belirtir.36
Bazı kafatasları boyanmıştır, bazıları ise sıvanarak insan
yüzüne benzetilmiştir. Bu işlem sırasında “yüzün etli’ bir şekilde ortaya çıkması için
kafatasının yüz kısmı kireç, alçı taşı veya çamurdan yapılmış sıva tabakası ile
kaplanmaktaydı”. Gözlerin bulunduğu yere deniz kabukları sokulmakta ve “bunları
belirgin kılmak için de daha açık renkte sıva kullanılmakta” veya göz kalemiyle
gözlerin etrafı boyanmaktaydı. Yüzlerine sıva yapılmış kafataslarının bir
kısmında “dövmeye benzer işaretler bulunmaktaydı, bu da bazılarının ayırt edici
ya da kişiselleştirilmiş olduğunu, belki de bireylerin yaşarken sahip oldukları
görünümü taklit ettiğini düşündürmektedir”. Karina Croucher, bazı
kafataslarında ayrıca “saç, başörtüsü ya da peruk” bulunabildiğine dikkat
çeker, tabii bu organik materyaller günümüze dek kalmamıştır.37
Güneybatı Asya’nın çeşitli yerlerine dağılmış hâlde, 10.000
ile 8.500 yıl öncesine tarihlenen en azından 90 adet sıva yapılmış kafatası
bulunmuştur. İngiliz arkeolog Jacquetta Hawkes’a göre, “Bazı kafatasları
öylesine ince işçilikle modellenmiş ve gerçek yüze benzetilmiştir ki her biri
kült obje olduğu kadar birer sanat eseridir”. Bu kafataslarının görenler
üzerindeki etkisi çarpıcıdır. Jericho’da bu şekilde sıva yapılmış ilk kafatası
ortaya çıktığında baş arkeolog araştırmacı meslektaşlarının uğradığı şaşkınlığı
şu şekilde anlatmıştır: “Hiçbirimiz akşamın bir vakti... böyle bir nesneyle
[sıva yapılmış kafatası] karşılaşmayı beklemiyorduk.” Başka kazı alanlarındaki
arkeologlar, sıva yapılmış kafataslarının bulunmasını “son derece duygusal bir
deneyim” olarak nitelendirmişlerdir: “Tüm dikkatimiz yüzlere doğru çekiliyor ve
bunlar kelimenin tam anlamıyla,
geçmişten gelen yüzler’.”38
Jericho'da bulunan sıvanmış kafatası
Güneybatı Asya’da tarım devrimi sırasında insan
kafataslarının yaygın olarak sergilenmesi “kafatası kültü” olarak adlandırılır.
Bu kafataslarındaki aşınma desenleri incelendiğinde, bunların sadece
sergilenmekle kalmayıp aynı zamanda birçok kişi tarafından elle tutulduğu
tahmin edilmektedir. Bazı arkeologlara göre bu, atalara ibadetin kesin bir
kanıtıdır. Mike Parker Pearson, bu tür kafataslarının “eskiden hayatta olan
ölülerin temsilleri ve yaşayanların ölmüş atalarını algılama biçimlerinin
somutlaşmış hâli” olduklarını ileri sürer. Karina Croucher da benzer şekilde
şöyle der: “Ölüm bedenin dünya ile olan bağının sona erdiğine değil, daha çok
yaşayanlarla yeni bir faaliyet ve etkileşim evresinin başladığına dikkat
çeker... Belki de ölenler, hayatla ilgili kararlan etkileyen ve yaşamsal
olaylarda etkin bir rol oynayan, ölümün ötesinde evin aktif üyeleri olarak
görülmüş olabilirler... Kafatasları, ölülerin yaşayanların hayatında süregiden
rolüne işaret eder.” Gerçekten de bir evde bu şekilde sergilenen bir kafatası
kelimenin tam anlamıyla ev halkının başı olarak görülebilir.39
Güneybatı Asya’da görülen bir diğer ilgi çekici bulgu da
çoğunluğu tarım devriminin sonlarına tarihlenen heykeller ve maskelerdir.
Heykeller, birgrup içinde oturan kadınlar ya da ayakta duran erkekler gibi
küçük insan figürlerinden yüzü boyalı ve gözleri deniz kabuğundan yapılmış,
boyu bir metreyi aşan insan heykellerine kadar çeşitlilik gösterir. Örneğin,
Ürdün’de bir köy olan ve 9.250 ile 8.000 yıl öncesine tarihlenen Ayn Gazal’da
13 adet 90 cm’lik tüm vücut heykeli ile 12 adet 45 cm’lik büstler bulunmuş ve
bunlar arkeologlar tarafından genellikle “atalara ait portreler” olarak kabul
edilmiştir. Başka bir arkeolojik alanda 665 heykelcik bulunmuştur. Gözler için
vurgu yapılmış deliklerin, minik bir burnun, ağzın ve bazılarında dişlerin
bulunduğu kireçtaşı maskeler, çok az sayıda olsa da çok ilgi çekici objelerdir.
İsrail’deki arkeolojik bir alanda her biri farklı görünüşe sahip olan bu türden
on iki maske bulunmuş ve bu maskeler yaklaşık 9.000 yıl öncesine
tarihlenmiştir. Bazı maskelerin kenarları delinmiştir, bu da bu maskelerin
insanların kafalarına ya da muhtemelen sıva yapılmış bir kafatasının etrafına
geçirildiğini düşündürmektedir. Bir maske “kırmızı limonitik inklüzyonlu (demir
oksit parçacıklı) kireçtaşından yapılmıştı. Bu madde maskeye kanla kaplı bir
insan yüzü görüntüsü veriyordu”. Aynı maskede ayrıca üzerine saç parçaları
iliştirilmiş küçük zift parçaları da bulunmaktaydı; bu saçlar maskenin özgün
hâline saç eklendiğini düşündürmektedir.40
Bu gizemli heykellerin ve maskelerin anlamı nedir? Bazı
arkeologlara göre “sıva yapılmış kafatasları, heykeller ve maskeler ortak bir
tema [oluşturuyordu]” ve birbirlerine bağlıydılar. Bunların sıklıkla aynı
arkeolojik alanlarda bulunması, hepsinin atalara gösterilen derin saygı ile bir
şekilde ilişkili olma olasılığını desteklemektedir. Diğer birçok kültürde
maskelerin yüzyıllar boyunca kullanılış şekli göz önüne alındığında, maskeyi
takan belki de halka açık bir törende ölüyü temsil etmiş olabilir.41
İsrail’de, Ayn Gazal ile yaklaşık aynı zamana tarihlenen bir
köy olan Kfar Hahoresh, burada insanların yaşadığına dair hiçbir kanıt
bulunmadığı için olağandışı bir yerdir. Burasının “öncelikli olarak ölülerin
gömüldüğü ve saygı gördüğü bir yer olduğu düşünülüyor”. Burada sekiz vahşi
sığıra ait kemikleri içeren bir çukurun üzerini örten, başsız bir insan
iskeleti bulunmuştur. Yakınında “insan ve hayvan kemikleri kullanılarak
yapılmış, muhtemelen bir hayvanın tasvirini de içeren, 15 insan alt çene kemiği
ile diğerkalıntılarla oluşturulmuş oval bir düzenleme mevcuttu”. Bir mezarda
“sıva yapılmış bir insan kafatasına sahip başsız bir ceylan ölüsü bulunmuştu”.
Araştırmacılar bu köyün “çevresindeki köylere hizmet eden bölgesel bir mezarlık
ve ibadet merkezi olduğunu” ileri sürmüşlerdir.42
Türkiye’nin orta bölgesinde bulunan ve 9.000 ila 8.000 yıl
öncesine tarihlenen bir köy olan Çatalhöyük’te de insanların maneviyata önem
verdikleri belirlenmiştir. Çatalhöyük’te üç çeşit buğday, arpa ve çeşitli
sebzeler yetiştiren, yabani meyveleri ve kabuklu yemişleri toplayan ve koyun
ile keçi yetiştiren yaklaşık 5.000 kişi yaşıyordu. Jacquetta Hawkes, “Bu
insanların arasında çok yetenekli ahşap işçileri, kumaş ve sepet dokumacıları,
taş parlatıcıları ve çömlekçiler bulunmaktaydı,” diye kaydeder. Aletler ve
silahlar için ustura keskinliğinde bıçakların yapımı için kullanılan bir tür
volkanik cam olan obsidyen yakınlardaki bir madenden çıkarılıyordu ve Suriye,
Lübnan ve Kıbrıs’a kadar uzak yerlerle ticareti yapılıyor, karşılığında da odun
ve diğer hammaddeler alınıyordu. Bu alışveriş geniş bir ticaret ağının
parçasıydı. Bilim yazarı Michael Balter’a göre “Çatalhöyük’ün servetinin
kaynağı bu ticaret olabilir”43
Ölüm, Çatalhöyük’teki insanların kafa yorduğu başlıca
konulardan biriydi. Köyün kazı yapılmış olan küçük bölümünde beş yüzü aşkın
mezar açığa çıkarılmıştır. Bunların çoğu evlerin altına gömülü bulunmuştur. Her
evde ortalama sekiz mezar bulunmakla birlikte, bu sayı sıfırla altmış dört
arasında değişmekteydi. İskeletlerin çoğu sağlam durumdaydı ve bir tane kırmızı
toprak boya ile boyanmış sıvalı kafatası bulundu. Çatalhöyük’te bulunan mezar
eşyaları arasında, erkek mezarlarında taştan yapılmış gürz başları ve kemik
kulplu kamalar, kadın mezarlarında ise boncuk ve kabuklardan yapılmış kolyeler,
bilezikler, kolye uçları ile bakır ve kemik yüzükler yer alıyordu. En sıra dışı
mezar eşyaları, bilinen en eski aynalar olan “arkalarında düz sıva bulunan
yuvarlak obsidyen aynalar”dı. Bunlar büyük olasılıkla ölülerin öbür dünyada
kendilerini aynada görebilmeleri için mezara konmuştu.44
Çatalhöyük’teki en ilginç bulgulardan biri, arkeologlar
tarafından “tapınak”, “tarih evleri” ya da “kült merkezleri” olarak
adlandırılan yaklaşık 40 yapıdır. Bu yapılar genellikle “sığır kafatası ile
boynuzlarının karmaşık bir düzenlenmesini” içermekte, sıvalı duvarlarında ise
resim ve gravürler bulunmaktaydı. Resimlerin başlıca konusu ölümdür ve “kancalı
ve tüylü gagalarıyla başsız insan bedenlerini gagalayan geniş kanatlı
akbabalar” şeklinde işlenir. Bu grotesk dünyada “içlerinde leşçil yaratıkların
-tilki, çakal ve akbaba- kafataslarının gizlendiği, özenle yapılmış kadın
memesi modelleri” vardır. Bu resimlerde vahşi sığırlar da belirgindir ve bir
duvarı tamamen kaplayan bir boğa resmi bulunmuştur. “Birçok kazı yerinde bir
boğa kafasına ya da resmine rastlamadan ilerlemek neredeyse imkânsız,” diyen
kazılardan sorumlu arkeolog Jacques Cauvin’e göre, boğalar “Çatalhöyük’te
takıntılı bir tema” idi ve bazı fresklerde “bu koca hayvanın etrafını ok ve
yaylarla silahlanmış ve hareket hâlindeki erkekler sarmıştı”. Boğalara ek
olarak, kadın figürleri ve heykelcikleri de oldukça yaygındır. Bunlar arasında,
iki yanında saldırmaya hazır leoparların olduğu ve bacakları arasında yuvarlak
bir nesne bulunan, oturan bir kadın heykelciği de vardır. Bu heykelcik,
bazıları tarafından doğum yapan bir kadın olarak yorumlanmış olup, kimi çağdaş
arkeologlar arasında Çatalhöyük ana tanrıçası fikrinin oluşmasına yol açmıştır.
Kimi araştırmacılar ise kadının bacakları arasındaki yuvarlak nesnenin bir
insan kafatası olduğunu ileri sürmüştür.45
Çatalhöyük’teki bu “tapınakların” anlamı nedir? Köyün her
yanına dağılmış oldukları için bu yapılar “atalara uzunca bir zaman derin
saygının gösterilebilmesi” için oluşturulmuş “akrabalık kültü merkezleri”
olarak tanımlanmıştır. Sıvalı kafatasları, heykelcikler ve maskeler gibi
tapınaklar da büyük ihtimalle atalara ibadet ile ilişkiliydi. Atalardan neler
istenmiş olabilir? Atalara ibadet ile ilgili olarak çağdaş tarım toplumlarında
sahip olduğumuz bilgilere dayanarak, eski insanlar atalarından yağmur
yağdırmalarını, haşatın bol olmasını ve toprağın daha verimli hâle gelmesini
istemiş olabilirler. Atalardan ayrıca evcil hayvanların ve belki kadınların da
doğurganlıkları ile ilgili isteklerde bulunulmuş olabilir. Diğer yandan,
insanlar atalarından kuraklığa, fırtınalara ve diğer doğal afetlere,
hastalıklara ve her şeyden çok ölüme karşı koruma da talep etmiştir. Bu
nedenle, atalarından yardım talep eden insanların 12.000 ila 7.000 yıl önceki asıl endişeleri
muhtemelen yaşam ve ölümle ilgili temel konulardı.46 Bu nedenle, tarım devrimi
sırasında Bereketli Hilal ve bitişiğindeki Güneybatı Asya’da atalara ibadetin
gittikçe önem kazanmış olması mümkün görünmektedir. Bitkilerin ve hayvanların
evcilleştirilmesi dünyanın çeşitli yerlerinde bağımsız olarak gerçekleştiği
için atalara ibadet bu bölgelerde de tarımın gelişmesine eşlik etmiş olabilir
mi?
Çin’de atalara hürmet edilmesinin tarımın gelişmesiyle
çakıştığı görülüyor. Sarı Nehir’in suladığı ovadaki Jiahu’da 9.000 yıl öncesine
ait mezarlar ortaya çıkarılmıştır; bu dönemde darı ve pirinç ekimi yapılan ilk
bitkilerdi. Bazı mezarlarda “ölen kişinin başı dikkatlice çıkarılmıştı... ve
yerine altı veya sekiz çift tüm kaplumbağa kabuğu konmuştu”. Bazı kabuklarda
yüzlerce “küçük, yuvarlak siyah ve beyaz çakıl taşları” bulunmaktaydı. Diğer
mezar eşyaları arasında, tığlar, değirmen taşlan, yeşimden ve turkuazdan
yapılmış mücevherler ve Çin’deki en eski müzik aletleri arasında yer aldığı
düşünülen kemik flütler vardı.47
Jiahu’da bulunan arkeolojik alan, daha önce belirtildiği
gibi, Çin’deki şarap yapımı ile ilgili bilinen ilk kanıtlara sahip olduğu için
de dikkat çekicidir. Patrick McGovern’a göre şarap, büyük ihtimalle ölenlerin
ardından verilen ziyafetlerde içiliyor ve burada, ölen kişinin soyundan gelen
bir kişi atalarla iletişim kurmak üzere görevlendiriliyordu. Yedi gün oruç
tuttuktan sonra bu göreve atanan kişi günümüzdeki iki şişeye eşdeğer miktarda
üzüm şarabını içer ve daha sonra atalarıyla iletişim kurmaya başlardı. Bir Çin
kasidesinde şöyle dile getirilmiştir;
Ayinler tamamlandı işte;
Çanlar, davullar çaldı
Sofu torun yerine geçer,
Ayinin başı duacı seslenir;
“Ruhların hepsi sarhoş.’48
Arkeolojik araştırmaların azlığı ve yazılı kayıtların
olmadığı göz önüne alındığında, tarımın ilk geliştiği diğer bölgelerde atalara
ibadetin tarihi hakkında çok az bilgi mevcuttur. Mezar eşyaları bulunan
gömütlerin bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi ile aynı zamanlarda
gerçekleştiği açıktır; ancak ölenlerin yaşayanlar tarafından nasıl göründüğünü
bilmek olası değildir.
Peru’daki mezarlar 8.000 yıl öncesine tarihlenmiştir; bazı
bölgelerde cesetler bütün hâlde gömülmekte, başka bölgelerde ise güneybatı
Asya’da olduğu gibi, et çürümeye başladıktan veya sıyrıldıktan bir süre sonra
eklemlerinden ayrılan kemikler dağınık bir şekilde bir araya getirilmekteydi.
Tarımın başladığı Afrika’nın Sahel bölgesinde 9.500 yıl öncesine tarihlenen çok
sayıda mezar bulunmuştur; mezar eşyaları arasında yumurta kabuklarından
yapılmış kaplar ve boncuklar yer alır. Pakistan’daki İndus Vadisi’nde erken
dönem tarımına egzotik mezar eşyaları içeren mezarlar eşlik etmektedir. Bu
mezar eşyaları arasında bazıları 480 km’den uzak mesafeden getirilmiş turkuaz,
lazuli (lacivert taş) ve büyük sedef deniz kabukları vardır. Nihayet 6.500 yıl
önce Mısır’da tarım başladığında “Badari dönemindeki mezar taşlarından elde
edilen cenaze eşyalarına ait kanıtlar, ölümden sonraki hayata dair çok erken
bir inanca işaret etmekteydi”. Atalara ibadet edilmesi, bir sonraki bölümde
tartışılacağı gibi Mısır’da bir takıntı hâline gelecekti.49
(20. Bölüm)
En Erken
Tanrılar
Günümüzden 11.000 ila 7.000 yıl önceki zaman aralığında
dünyanın çeşitli bölgelerinde gerçekleşen tarım devrimi, bitki ve hayvanların
evcilleştirilmesine yol açtı. Önceden de gördüğümüz gibi, tarım devrimi
sırasında, yaşayanlarla ölüler arasındaki ilişkide ataların ruhlarının
evcilleştirilmesine yol açan bir devrim daha gerçekleşti. Bu ikinci devrimin
tarihsel kayıtları daha belirsiz olsa da her iki devrim modern Homo sapiens in
gelecekteki gelişimini derinden etkileyecekti. Tarım ve atalara ibadet birlikte
gelişti; ilki gıda, İkincisi ise yardım için.
“Tanrılar” ifadesinin daha önce tanımlanan daha kısıtlayıcı
anlamında kullanılması ile ilk tanrıların ortaya çıkması ikinci devrimin
sonuçlarından biri gibi görünüyor. Bu, 7.000 ila 8.000 yıl evvel, belki de daha
önce olmuş olabilir. Ancak tanrılar ortaya çıkmadan önce iki şeyin
gerçekleşmesi şarttı. İlk olarak, ruhların bir kısmı çok
güçlü hâle gelmiş olmalıydı. Bunun nasıl olduğunu hayal edebiliriz. Örneğin, mükemmel
bir çiftçi olan bir adam ölümünden sonra ataları tarafından onurlandırılırdı;
ruhuna dua edilirdi ve tohum ekim zamanı topraklarında bulunan bir ağacın
dibine çeşitli hediyeler bırakılırdı. Sonraki nesiller boyunca hasatlar iyi
giderse bu atanın kudretli bir hasat ruhu olduğu kabul edilirdi. Benzer
şekilde, büyük bir savaşçı olan bir adam öldükten sonra onurlandırılır ve ruhu
halkına savaşta önderlik etmesi için yardıma çağrılırdı. Sonraki nesiller
boyunca savaşlarda başarılar elde edilirse bu atanın da güçlü bir savaşçı ruh
olduğu kabul edilirdi. Birkaç nesil boyunca keçi ya da koyun kurban edilmesinin
sonucunda yağmur bol olmuşsa yağmur gibi doğa olayları ile ilgili ruhların
statüsü de yükseltilmiş olabilir. Bu elbette yeni bir fikir değil; 2.300 yıl
önce, Makedonyalı Yunan filozofu Euhemerus “Tanrılar başlangıçta insan
yöneticilerdi, zamanla kendi cemaatleri tarafından gittikçe
kutsallaştırıldılar,” demiştir. On dokuzuncu yüzyılda, İngiliz sosyolog Herbert
Spencer, “Tüm tanrılar aslında güçleri ve cesaretleri ile ün yapmış atalar,
kabile kurucuları, savaş şefleri veya nam salmış şifacılardı... her dinin
kökeninde atalara ibadet vardır,” diye kaydetmiştir. Benzer şekilde Edward
Tylor, bazı ataların ruhlarının “tanrı mertebesine yükselebildiğine” dikkat
çekmiştir.50
İlkel toplumlar üzerinde yapılan araştırmalarda, ruh ve
tanrıların genellikle bir süreklilik gösterdiği bulunmuştur. Bu sürekliliğin
bir ucunda anne ve babalar ile büyükanne ve büyükbabaların ruhları yer alır.
Daha güçlü ruhlar, birçok nesil önce ölen ataları temsil edebilir; kabilenin
ilk üyesi olarak görülen atanın ruhu ise bunlardan da güçlüdür. Benzer şekilde,
tanrılar aynı zamanda belirli bir grup ya da kabilenin tanrıları olabilecek
insansı özelliklere sahip tanrılardan dünyayı yaratan ancak daha sonra dünya
işlerine pek karışmayan daha yüksek, hatta uzak tanrılara kadar çeşitlilik
gösterir. Bu yelpazede ruhlardan tanrılara geçiş süreci ilerledikçe, tanrılar
daha fazla doğaüstü güç kazanır. En güçlü insan ruhlarını tanrıların en az
güçlü olanından ayıran çizgi, alacakaranlık ile şafak arasındaki çizgi gibidir,
hemen fark edilemez. Birçok araştırmacı bu sorunla cebelleşmektedir; örneğin,
antropolog Herbert Basedow, Avustralya Aborijinleriüzerine yaptığı çalışmada
“özgün bir ruh atası ile bir tanrı arasında ayrım yapmanın bazen çok zor
olduğunu” belirtir.51
Papua Yeni Gine’deki dağlık alanlarda yaşayan yerli grupların
keşfedilmesi ile çeşitli kutsal ruhlara sahip olan ancak görünürde yüksek bir
tanrısı bulunmayan bir toplumu gözlemlemek için alışılmadık bir fırsat
yakalandı. Bu engebeli arazilerde yaklaşık 40.000 yıl önce Modern Homo sapiens
yerleşmiş ve aşağı yukarı 10.000 yıl önce de tarım geliştirilmiş olsa da bu
insanlar altın arayan Avustralyalı maceracılarının buralara geldiği 1930’lu
yıllara kadar dış dünya tarafından bilinmiyordu. Avustralyalılar geldiklerinde
küçük köylerde kabileler hâlinde yaşayan taş devrinden kalma çiftçilerle
karşılaştılar. Bu insanlar öbür dünya ve ataların ruhları hakkında oldukça
gelişmiş inançlara sahiplerdi. Bu keşiften sonra, antropologlar kabileleri
inceleyerek yerli halkın Avustralyalılarla ilk temas kurdukları sırada nelere
inandıklarını incelediler. Papua Yeni Gineliler çok sayıda kabile ve dil
grubuna ayrılmış olsa da Avustralyalıların karşılaştığı tüm yerliler, bu tuhaf
beyaz ziyaretçilerinin atalarının geri dönen ruhları olduğuna inanıyorlardı.
Onların “bir rüyada gördüğü insanlara benzediklerini... açıkça görülecek
şekilde gelen ruhlar olduklarını düşünmüşlerdi”. Bir adam “bu ruhların
gökyüzünden mi [yoksa] yerin altından mı geldiklerini merak etmişti”. Başka bir
grup “bu soluk benizli varlıkların hayalet olduklarını... ölüler diyarından akrabalarını bulmak için
geri döndüklerini iddia etmişti”. Avustralyalılar geldiğinde yaklaşık 18
yaşında genç bir adam olan Telenge o güne dair şunları hatırlıyordu:
“Gelenlerin derileri öyle solgundu ki ışık altında parlıyor gibiydiler.”
Söylendiğine göre: “Telenge’nin bildiği tek soluk derili yaratık, hayaletler
veya güçlü kutsal ruhlardı. O hâlde bu yaratıklar dama [ruhlar] olmalıydı.
Bahçenin başka yerlerinden şaşkınlık içinde bakan diğer erkekler de aynı sonuca
varmışlardı.” Ne var ki bir grup Avustralyalıları dışkılarken gördükten sonra,
onların ruhlar olmadıklarına karar vermişlerdi, çünkü dışkılamak doğaüstü bir
statüyle tutarsızdı.52
İlk temasın kurulduğu dönemlerde, Papua Yeni Gine’deki
kabilelerin, yardımsever (iyicil) ve kötü niyetli (kötücül) ruhları içeren
ayrıntılı bir kozmolojisi olduğu görüldü. Yardımsever ruhların çoğu insan
ilişkilerine müdahale ettiği düşünülen atalara ait ruhlardı. Kötü niyetli
ruhların çoğu ise köken olarak insan değildi ve hastalık ile ölümden
sorumluydu.
Belirli ruhlar belirli bölgelerle ilişkiliydi ve “insanlara
ait olan kutsal ruhlar genellikle kuş biçimi alıyorlar ve kendi seslerini
çıkararak haberleşiyorlardı”. Ruhların bundan başka vahşi domuz veya piton gibi
başka hayvanların şeklini aldıkları da oluyordu. Bazı kabilelerin, ruhların
onurlandırıldığı ve “düzenli aralıklarla domuz kurban edildiği” tapınakları
vardı. Ayrıca, “çeşitli hediyelerle ve domuz kurban edilerek ataların
gönüllerini almak ve dama ruhlarını yatıştırmak” için resmî törenler
yapıyorlardı. Bazı kabileler ataları onurlandıran ve maskeli kişinin ölen
kişiyi temsil ettiği törenler düzenliyordu. Dokuz bin yıl öncesinde güneybatı
Asya’daki kireç taşından yapılmış maskeler de bu şekilde kullanılmış
olabilir.53
Yüksek tanrıların ortaya çıkmasından önce gerçekleşmesi
gereken ikinci şey, önemli sayıda insanın bir araya gelmesiydi. Genellikle
100’den az insan içeren avcı toplayıcı gruplar atalarına ait ruhları ve doğada
bulunan diğer ruhları onurlandırmış olabilirler ancak bu ruhları ilah (yüksek
tanrı) düzeyine yükseltmek için pek sebep yoktu. Bununla birlikte, avcı
toplayıcı gruplar bir araya gelerek köylere ve kasabalara yerleştikçe, tıpkı
grupların liderleri arasında olduğu gibi, rakip ruhlar arasında da bir
hiyerarşi kurmak gerekecekti. Ruhlar arasındaki bu hiyerarşiden ilk tanrılar
ortaya çıktı. Bu ilk tanrılar aslında insanların fikir birliğiyle üst düzeyde
olduğuna karar verdikleri ruhlardan ibaretti.
Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesiyle mümkün hâle gelen
istikrarlı gıda arzının desteklediği tarım devrimi sırasında gerçekleşen nüfus
artışı, kritik sayıda insanın bir araya gelmesini sağladı. Göbekli Tepenin
11.000 yıl önce bir tören yeri olarak kullanıldığı dönemde, dünya nüfusunun
yaklaşık beşmilyon olduğu tahmin ediliyor. Altı bin yıl önce bir tanrıyı
onurlandırmak amacıyla dünyanın ilk tapmağı Mezopotamya’da inşa
edildiğinde,dünya nüfusu tahminlere göre yaklaşık 100 milyona, günümüzden 2.000
yıl öncesinde ise 300 milyona yükselmişti.54
Bir nüfusun büyüklüğü ile bu nüfusta var olan tanrı türleri
arasındaki ilişki net bir şekilde tespit edilmiştir. 1960’ta Berkeley deki California
Üniversitesinden psikolog Guy Swanson, George Murdoch’un 556 topluluğa ait
etnografik veritabanının bir örneklemi olan 50 “ilkel” toplumda yaptığı tanrı
araştırmasını yayınladı. Swanson, sosyal ve siyasal açıdan daha karmaşık (daha
“egemen örgütlere” sahip) olan toplumlar ile “yüksek tanrıların” (“yerin ve
göğün hâkimi olan bir tanrının”) varlığı arasında önemli bir ilişki olduğunu
bildirmiştir. Daha yakın tarihli bir araştırmada, toplumların büyüklüğü (yerel
topluluğun ötesinde siyasal otorite seviyelerinin sayısı) ile “ahlakçı
tanrıların” (“insanlara neleri yapıp neleri yapmamaları gerektiğini söyleyen
tanrıların”) varlığı arasında son derece anlamlı bir ilişki olduğu
saptanmıştır. Bu bağlantı, Oregon Üniversitesinden psikolog Azim Shariff
tarafından, “Big Gods Were Made for Big Groups” [Büyük Gruplar için Büyük
Tanrılar Üretildi] başlıklı bir makalede özetlenmiştir.
Shariff, “büyük tanrılar... sadece büyük ve karmaşık
toplumlarda gelişen ve Holosen dönemine ait nispeten yeni inovasyonlar olma
eğilimi gösterirler,” diye belirtmiştir. “Büyük tanrıların” büyük nüfuslarla
ilişkili olduğu, son zamanlarda ortaya atılan “Tanrı sizi izliyor” kuramı ile
ilgili kitaplarda da vurgulanmıştır.55
Tarım devriminin sonraki evrelerinde ilk yüksek tanrıların ne
zaman ve nerede ortaya çıktıklarına ilişkin daha kesin göstergeler var mı?
Tartışmaların büyük kısmı yaklaşık 10.000 yıl önce başlayıp giderek yaygınlaşan
ve boyları bir metreyi bulan gizemli heykeller ile heykelcikler üzerine
yoğunlaşır. Heykellerin bazıları ilk yapıldıklarında parlak renklerle boyalıydı
ve Arkeolog Jacques Cauvin’e göre bu heykellerin ilk hâli “oldukça çarpıcı
olmalıydı”. 56 Bu heykelciklerin ve heykellerin ataları mı yoksa ilahları mı temsil
ettikleri epey tartışılmıştır. Ataları temsil ettiklerini savunanlar, her
birinin görünümlerinin farklı olduğunu ve bu nedenle tek bir ilahın imgesini
aktarma girişimi gibi görünmediklerine dikkat çeker. Buna ek olarak,
heykelciklerin çoğu yüz özellikleri açısından genelde atalar olarak kabul
edilen çağdaş boyalı ve sıvalı kafataslarına benzemektedir. Ayrıca
heykelcikler ve sıvalı kafatasları genellikle birbirleriyle ilişkili olarak
bulunmuştur; bazı araştırmacılar bu nedenle heykelciklerin muhtemelen “hane
halkından yakınlarda ölmüş kadınlar” veya “ataların soyut temsilleri... ataya
dayalı sosyal ve dinî bir organizasyonun göstergeleri” oldukları sonucuna
varmıştır.57
Diğer taraftaki argümanlar ise bazı heykellerin beşten ziyade
altı ayak parmağına sahip olduğu gerçeğini vurgular; Jacques Cauvin, bunun
“[onların] doğaüstü konumunu teyit ettiği’ni savunur. Özellikle Çatalhöyük’te
bulunan kadın heykelciklerinin ilahlar olduğu iddia edilmiştir. Bu arkeolojik
alanda ilk kez kazı yapan İngiliz arkeolog James Mellaart, kadın heykelciklerin
bir ana tanrıçayı temsil ettiğini ileri sürmüştür. “Mellaart’a göre, Neolitik
çiftçilerin manevi yol göstericilik yapmaları ve hasatlarını kutsamaları için
tarım ve doğurganlık tanrı ve tanrıçalarına yalvardıkları aşikârdır.” Nitekim
Jacques Cauvin de benzer şekilde kadın heykelciklerinin “diğerlerinden daha
üstün bir varlık ve evrensel bir ana, kadın tek tanrıcılığı olarak
tanımlanabilecek bir dinî sistemi taçlandıran bir tanrıça” olduğunu belirtir.
Bu iddialar nedeniyle Çatalhöyük bazı kadınlar arasında “Kadın Ana Tanrıça
Hareketinin Mekke’si” hâline gelmiş ve “tanrıçaya ibadet edenler” her yıl
“Çatalhöyük’e hac yolculuğuna çıkmaktadır”.58
Son yıllarda, Mellaart ve Cauvin’in yorumları azınlığın
görüşü oldu. Çağdaş arkeologların çoğu, 7.000 ila 10.000 yıl önceki kadın
heykelciklerinin, kadınlar için önemli bir rol oynadığını ve doğurganlık ile
muhtemel bir ilişkisi bulunduğunu,ancak bunun ötesinde bir şey ifade etmediğini
ileri sürmektedir. lan Hodder’in belirttiği gibi, Çatalhöyük’te kadın
heykelcikleri “özel yerlerde bulunmazlar”: Kadın heykelciklerine mezarlarda
veya özel önemi olan yerlerde rastlanmaz. Aslında heykelciklerin çoğu tarih
öncesine ait çöplüklerde bulunmuştur. Buna karşılık, Çatalhöyük’teki boğa
tasvirleri önemli yerlerde, çoğunlukla görünüşe göre tapınak olabilecek
yapıların ortasında bulunur. Dolayısıyla, Çatalhöyük sakinlerinin ilah konumuna
yükselttikleri bir şey varsa bunun bir kadından ziyade bir boğa olması daha
olasıdır.59
Yeni arkeolojik bulgular ortaya çıkıncaya kadar, ilk
tanrıların hangi zamanda veya mekânda ortaya çıktıklarını belirlemeye çalışmak
muhtemelen beyhudedir. Olası zaman aralığı birkaç bin yılı kapsar ve dikkate
alınması gereken alan, İran’dan Bulgaristan’a kadar olan 3.200 km’yi kapsar. Bu
alan içindeki bir yer için doğru olabilecek bir şey, bir başka yerde doğru
olmayabilir. Örneğin, eski Yunan’da Asklepius ülkenin bazı bölgelerinde tıbbın
kurucusu ve doktorların öncüsü olarak saygı görürken diğer yerlerde kendisine
bir tanrı olarak tapılmıştır.60
Tanrıların ortaya çıktığından kesinlikle emin olabilmemiz
yazının bulunmasından ve böylelikle tarihî kayıtların tutulmaya başlanmasından
sonra mümkün hâle geldi. Yazının icadı bir sonraki bölümde anlatılacağı üzere
Mezopotamya’da yaklaşık 6.500 yıl önce gerçekleşti. O dönemde tanrılar tam
olarak gelişmiş gibi ortaya çıktıklarından dolayı, ilk tanrıların yazının
bulunmasından bir süre önce ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Ancak bunun ne
zaman ve nerede gerçekleştiğini tam olarak belirlemek henüz mümkün değildir.
(21. Bölüm)
İlk Çiftçilerin Beyinleri
Kırk bin yıl önce modern Homo sapiens in ilk otobiyografik
belleği ve kendisini düşünsel olarak zamanda geriye ve ileriye yansıtabilirle
becerisini ilk defa geliştirdiği açıkça görülen dönemle 11.000 yıl önce ilk
çiftçilerin bitkileri evcilleştirmeye başladığı dönem arasında yaklaşık 30.000
yıllık bir zaman vardır. Acaba neden bellek cihazları kullanmaya başladığı,
yoldaşı homininleri mezar eşyalarıyla beraber gömdüğü ve avlamayı umduğu müthiş
hayvanların resimlerini yapmaya başladığı sırada modern Homo sapiens bitki
yetiştirmeye de başlamamıştı? Dale Guthrie’nin söylediği gibi, “30.000 yıl
boyunca neden tarıma, şehir hayatına, yazılı dile, seramiğe, işlenmiş metale,
kumaşa ya da Holosen atalarımızın çoğunun hayatını şekillendiren dinamik
inovasyon ürünü teçhizatların herhangi birindeki yeniliklere hiç
rastlamıyoruz?”61
Bunun bir açıklaması, şüphesiz o dönemin büyük kısmında
oldukça soğuk olan ve bu nedenle tarımın gelişmesine uygun olmayan iklimdi.
Bununla birlikte, bu görüş yaklaşık 38.000, 35.000,29.000 ve 15.000 yıl önce geçici olarak ortaya çıkan
daha sıcak iklim dönemlerini açıklamıyor. Neden iklimin daha ılıman olduğu bu
zaman aralıklarında Bereketli Hilal’de ya da tarımın 11.000 yıl sonra bağımsız bir şekilde
geliştiği diğer bölgelerde bitkilerin evcilleştirilmesine dair herhangi bir
kanıt bulamıyoruz?
Bunun olası bir açıklaması, modern Homo sapiens in beyninde
otobiyografik bellek gelişmiş olsa da tarım ürünlerinin yetiştirilmesi ve
hayvanların evcilleştirilmesi için gerek duyulan bir diğer önemli özelliğin
henüz tam olarak kazanılmamış olmasıdır. Bu özellik plan yapabilme yetisidir ve
geçmişi anımsama ve kendini gelecekte üşünebilme becerisiyle aynı şey değildir.
Otobiyografik bellek, plan yapabilmek için gerekli bir önkoşuldur ancak
planlamanın kendisi değildir.
İnsan beynindeki en önemli planlama merkezi olarak kabul edilen bölüm, Şekil 6.1’de görüldüğü gibi yan prefrontal kortekstir. Orta prefrontal korteks hominin evriminde daha erken gelişim göstermesine ve özfarkındalığın, başkalarına yönelik farkındalığın ve içebakışın gelişiminde kritik bir rol oynarken, yan prefrontal korteks bu bilişsel becerilerin kazanılmasında nispeten küçük bir rol oynar. Buna karşın, yan prefrontal korteksin başlıca görevleri planlama yapmak, akıl yürütmek, problem çözmek ve zihinsel esnekliği sürdürmektir; bunların tümüne genel olarak beynin yönetici işlevleri denir. Bir araştırmacı şöyle özetlenmiştir: “Alışılmamış derecede büyük yan prefrontal kortekse sahip olmak, insanları davranış sorunlarına yepyeni çözümler bulma konusunda geleneksel olmayan’ şeyleri yapabilecek düzeye getirmiştir.”62 Yan prefrontal kortekste oluşan bir hasarın kişinin planlama ve akıl yürütme yeteneğini ciddi şekilde etkileyebildiği bilinmektedir. Yan prefrontal korteksin planlama ve mantık işlevleri nöropsikolojik testlerle araştırılabilir. Böyle bir test olan Hanoi Kulesi, kişinin geleceği planlama becerisini test eder. Wisconsin Kart Eşleme Testi ise kişinin koşullar değiştikçe planlarını değiştirebilme becerisini test eder. Bunlar, ilk çiftçilerin yetiştirdikleri bitkileri ve hayvanların bakımını planlamalarında gerekli olan bilişsel beceri türleridir. Bu nedenle, 11.000 yıl önce modern Homo sapiens in bu testlerde kendisinden 40.000 yıl önce yaşamış olan atalarından daha başarılı olması muhtemeldir. Yan prefrontal korteksi en çok gelişmiş, dolayısıyla yönetici beyin işlevleri en yüksek düzeyde olan kişiler, genlerini aktarma ihtimali ve başarısında daha yüksek olacaklardır.
Ş E K İL
6.1 Modern Homo Sapiens: ruhsal
benlik.
Homo sapiens sapiens'in beyninde tam olarak gelişen son
bölgelerden birinin yan prefrontal korteks olması bu hipotezi destekler. Kırk
beş beyin bölgesini doğum sırasındaki miyelinasyon derecelerine göre sıralayan Paul Emil
Flechsig, yan prefrontal korteksin en son “terminal bölgeler” arasında yer
aldığını saptadı. Benzer şekilde, çocuk beyinlerindeki gri maddenin nöro
görüntüleme çalışmaları “frontal kortekste dorsolateral (yan-arka) prefrontal
korteksin en son olgunlaştığını” ve bu olgunlaşmanın kişinin yirmili yaşlarına
gelene kadar tamamlanmadığım göstermiştir; bu da bahsedilen beyin bölgesinin
evrimsel olarak çok yakın bir tarihte geliştiğini akla getirir. Mikroskop
altında incelendiğinde, yan prefrontal korteks prefrontal korteksin geri
kalanından farklı bir hücresel görünüme sahiptir ki bu da diğer kısımlara göre
farklı gelişim gösterdiğini ileri sürer. İnsan ve şempanze yan prefrontal
korteksleri karşılaştırıldığında, insandakinin beklenenden neredeyse iki kat
daha büyük olduğu görülür.
Bu tür gözlemler sayesinde araştırmacılar bu beyin alanının
primatlara özgü olduğu ve özellikle insanlarda iyi geliştiği sonucuna vardılar.
Beyin gelişimi konusunda önde gelen araştırmacılardan biri olan Todd Preuss, “Mevcut
bulgulara bakıldığında, dorsolateral prefrontal korteksin aslında primat
beyninin belirgin özelliklerinden biri olduğu sonucuna varmak için epey
nedenimiz var. Buna ek olarak, bu bölgenin primat tarihi boyunca büyük bir
değişime uğradığına dair kanıtlar da bulunmaktadır,” demiştir.63
Yan prefrontal korteksin süregelen gelişimine prefrontal
korteksi parietal ve temporal loblara bağlayan büyük beyaz madde yolu olan üst
boylamsal sinir demetinin gelişimi eşlik eder. Daha önce de belirtildiği gibi,
üst boylamsal sinir demeti insanlarda çok yavaş gelişen beyaz madde yollarından
biridir, bu da bu bağlantı yolunun insan evriminde nispeten yeni bir yapı
olduğunu göstermektedir. İnsanın ve diğer primatların prefrontal korteksindeki
gri madde ile beyaz maddeyi karşılaştırılan bir çalışmada, bağlantı
yollarındaki beyaz maddeye ait farklılıkların gri maddedeki, yani nöronlardaki
farklılıklardan çok daha fazla olduğu bildirilmiştir. Bu nedenle, Homo sapiens
in iklimsel olarak daha sıcak olan20.000 veya 30.000 yıl önceki zaman
dilimlerinde bitki yetiştirmeye neden başlamadığı sorusunun yanıtı, prefrontal
korteks ile diğer beyin alanları arasında henüz yeterli sayıda bağlantının
kurulmamış olması olabilir. Günümüzden
11.000 yıl öncesine geldiğimizde bu bağlantılar artık gelişmişti; bu da
sadece bitkilerin değil, aynı zamanda ruhsal benliğin de gelişmesine olanak
tanıdı. 64
Yaklaşık 7.000 yıl öncesine kadar, Homo sapienste yan
prefrontal korteks ile beyaz madde bağlantı yollarının daha gelişmiş hâle
geldiği ve bunun da modern benliklerimizle ilişkilendirdiğimiz bilişsel
süreçler ile davranışları olanaklı kıldığı düşünülmektedir. Hem bitkileri hem
de ruhsal benliklerimizi yetiştirme becerisine bu şekilde kavuştuk. Tanrıların
gelişi, resmî dinlerin ortaya çıkıp gelişeceği ve insanlığı sürekli meşgul
edeceği bir dönemi başlatacak ve bu dönem günümüze dek devam edecekti.
(22. Bölüm)
Devlet Yönetimleri
Ve Tanrılar - Tanrıcı Benlik
Mezopotamya: Belgelenmiş
Ilk Tanrılar
Yazılı olarak, yani tartışmasız bir şekilde kayıtlara geçmiş
olan ilk tanrı, Mezopotamya’daki su tanrısı Enki idi. Bunu Mezopotamya’da,
günümüzde Irak’ın güneyinde Eridu’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan ve
yaklaşık 6.500 yıl öncesine tarihlenen, Enki’ye adanmış bir tapmak sayesinde
biliyoruz. Mezopotamya ve onu çevreleyen güneybatı Asya, bu tarihten önce hızlı
bir nüfus artışı yaşamıştı; bir çalışma, günümüzden 10.000 ila 6.000 yıl öncesi
zaman aralığında buradaki nüfusun 50 kat artışla 100.000 kişiden beş milyona
çıktığını öne sürmüştür. Beş bin beş yüz yıl öncesine kadar, Eridu gibi
Mezopotamya şehirlerinde 35.000 veya daha fazla insan yaşamaktaydı; 5.000 yıl
öncesine kadar Uruk’un nüfusunun 50.000 ila 80.000 olduğu ve buranın dünyanın
en büyük kenti olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, yüksek tanrılar ile
kalabalık nüfuslar arasında en başından beri bir ilişki söz konusudur.1
Genel olarak dünyanın ilk uygarlığı olarak kabul edilen
Mezopotamya, 6.500 ile 4.300 yıl öncesi arasında büyük önem kazandı. Burası
toplumsal ve ekonomik açıdan karışık bir toplumdu; çiftçiler, yöneticiler,
işçiler, balıkçılar, bira üreticileri, fırıncılar, tüccarlar, askerler,
sanatçılar, mimarlar, kâtipler ve rahipler gibi yüksek derecede uzmanlık
isteyen meslekler bulunmaktaydı. Ekonominin özü ticaret idi: tekstil, yün,
deri, susam yağı ve arpa ihraç edilerek karşılığında Ummandan bakır,
Afganistan’dan lapis lazuli (lacivert taş), Pakistan’dan akik, Hindistan’dan
deniz kabuğu ve inci, Lübnan’dan odun, orta Anadolu’dan obsidyen alınıyordu.
Ayrıca çeşitli yerlerden kalay, gümüş, fildişi ve köleler getiriliyordu.
Ticaret, deniz ve karayoluyla gerçekleşmekteydi ve Mezopotamyalılar çıkarlarını
korumak ve geliştirmek için diğer ülkelerde daimi ticaret istasyonları
kurmuşlardı. Mezopotamya halkı tarihte ilk kez saban çeken, çömlekçi tekerleği
çeviren, at arabası süren, yelkenli tekne kullanan, yasalar yapan ve ağırlık ve
ölçü birimlerini standartlaştıran insanlar olarak kabul edilirler. En önemlisi
de onlar hakkında bu kadar çok şey bilmemizi sağlayan bir yazılı dile
sahiplerdi. Tarihte ilk kez, Homo sapıensin yaptığı ve düşündüğü şeylerin
kalıcı bir kaydı oluşturuluyordu. Eridu’daki orijinal tapınak, aslen “bir
giriş, bir sunak ve bir sunum masası” bulunan, 4 metrekarelik mütevazı bir
odaydı. Tapmak kazıları sırasında arkeologlar “bir deniz levreğinin bütün bir
kılçığı da dahil olmak üzere, yüzlerce balık kemiğini sunum masasında dizilmiş
hâlde” buldular.
Eridu ve diğer Mezopotamya şehirlerindeki tapmaklar, yıllar
içinde defalarca yeniden inşa edilmiş ve giderek daha büyük ve daha ayrıntılı
hâle gelmişti. Örneğin, Ur’daki tapmağa her biri 100 basamaktan oluşan üç set
merdivenden çıkılıyordu ve bu basamaklar “farklı renklerde boyanmış... üçgen,
baklava deseni, zikzak ve diğer geometrik desenler oluşacak şekilde
yerleştirilmiş on binlerce küçük kil koniyle kaplanmıştı”. Tapınak o kadar
etkileyiciydi ki Incil’deki Babil Kulesi hikâyesinin kaynağının burası olduğu
düşünülmektedir. Bazı tapmakların iç duvarları “insan ve hayvan figürlü
fresklerle donatılmış” ve gümüş, altın, akik ve lapis lazuli gibi değerli metal
ve taşlar ile süslenmişti.3
Mezopotamya’daki tüm şehirlerde “tapınak, en büyük, en uzun
ve en önemli yapıydı... ve bu bütün şehrin dünyanın yaratıldığı günde takdim
edildiği ana tanrıya ait olduğu kuramına uygundu”. Enki’nin Eridu’nun tanrısı
olduğu gibi, Larsa’nın tanrısı Utu, Erech’in tanrısı An, Nippur’un tanrısı
Enlil, Uruk’un tanrıçası Inanna, Ur’ın tanrısı Nanna, Ummanın tanrısı Şara ve
hem Lagaş’ın hem de yakınındaki Girsu’nun tanrısı Ningirsu idi. Tanrı
yeryüzünde olduğu sürece tapmakta yaşadığına inanılıyordu.4
Enki ve diğer Mezopotamya tanrıları hakkında neler biliyoruz?
Danimarkalı arkeolog Thorkild Jacobsen, bu tanrıları kapsamlı bir şekilde
incelemiş ve “Mezopotamya dininin en erken biçiminin doğurganlık ve verimlilik
tanrılarına ve insanların hayatta kalmasını sağlayan doğadaki güçlere ibadet
etmek” olduğu sonucuna varmıştır. Bu nedenle en eski Mezopotamya tanrıları
arasında güneş tanrısı Utu, ay tanrısı Nanna, rüzgâr tanrısı Enlil ve su tanrısı
Enki bulunuyordu. Burada belirgin iki temel tema söz konusuydu: yaşam için
gerekli yiyecekleri sağlanması amacıyla dünyanın bereketli bir yer olması ve
insanların öldükten sonraki yazgısı. Böylelikle yaşam ve ölüm temaları, bilinen
en eski dinî düşüncelerde bir- biriyle ilişkilendirilmişti.5
İlk bilinen Mezopotamya tapınağının suyun tanrısı Enki’ye
adanmış olması, doğa ve doğurganlık temalarıyla tutarlılık göstermekteydi.
Enki’ye “bereketli tatlı su” ve “Toprağın Efendisi” deniyordu. Mezopotamya’daki
bir methiye ilahisinde Enki’nin görevleri şu şekilde anlatılmaktaydı:
Dicle ve Fırat ’ın saf ağızlarını temizlemek,
yeşillikleri bereketli kılmak,
bulutları su ile yükleyip, bol yağmur bahşetmek,
ekilmiş tarlalara sabanın açtığı izlerden tohumun başını çıkartmak
ve çölü çayıra
çevirmek.
Enki, toprağın bereketli olmasına ek olarak hayvanların ve
insanların doğurganlıklarından da sorumluydu. Jacobsen’a göre, Mezopotamya
dilinde “semen ile suyu ifade eden sözcük aynıydı”6
Bir diğer eski Mezopotamya tanrısı olan Dumuzi, yaşam ve ölüm
temalarını bir araya getirmişti. Dumuzi bir yandan “doğurganlık ve mahsul”
özellikle tahıl tanrısıydı ve zamanında erzak ambarı tanrısı Inanna ile
evliydi. Jacobsen’a göre, “bu iki gücün evli olması doğurganlık ve verim
kudretinin ambar tanrısı tarafından sahiplenildiğini gösterir”, böylelikle
toplum için yeterli miktarda yiyecek tedarik edilmesi garanti altına
alınıyordu. Dolayısıyla Dumuzi ve Inanna, yaşamı ve açlıktan korunmayı temsil
etmekteydi.7
Tahıl tanrısı olarak Dumuzi “arpada, özellikle de arpadan
yapılan birada bulunan kudret” idi. Dumuzi, “bira yapımından sorumlu özel bir
tanrıça” olan ve ismi “ağzı dolduran” anlamına gelen Ninka’dan yardım alırdı.
Bira, Mezopotamya’da en popüler içkiydi; 5.850 yıl öncesine ait bir kil tabletin
üzerinde tasvir edildiği gibi, genellikle büyük bir bira bardağının etrafında
oturan insanlar tarafından kamışlarla içilerek paylaşılırdı. İlk Mezopotamya
tanrılarının bazılarının bira yapımında sorumluluklarının olması biranın
önemini gösterir. Alkol sözcüğü aslında Mezopotamya kökenli bir sözcüktür.8
Ne yazık ki tıpkı ilkbaharın ve yazın sona erdiği gibi Dumuzi
de yok olup gitti. Bir Mezopotamya metnine göre, Dumuzi “eşkıyalar tarafından
tuzağa düşürülüp” öldürülür ve hiç kimsenin, hatta tanrıların bile kaçamayacağı
öbür dünyaya götürülür. Inanna öbür dünyanın tanrıçası Ereşkigal’in koruduğu
kocasını arayıp bulur. Inanna, Dumuzi’nin her yıl altı ay boyunca öbür dünyadan
çıkmasına izin verilmesi için bir anlaşma yapar; bu süre içinde tahıllar yetiştirilip
depolanmış olacaktır ancak Dumuzi daha sonra altı ay boyunca öbür dünyaya geri
dönmek zorundadır. Dumuzi’nin hikâyesi mevsim döngüsünü açıklamaktaydı ve
Babil’deki Tammuz, Mısır’daki Osiris ve Yunanistan’daki Persephone’ninki gibi
benzer öykülerin öncüsü oldu.9
Dumuzi’nin hikâyesinde ölümün göze çarpan bir biçimde ortaya
çıkışı, erken Mezopotamya dininde ölüme verilen önem ile tutarlılık gösterir.
Öbür dünya, bir nehrin karşısına tekneyle geçerek ulaşılan ve kapısında yedi
bekçi bulunan “yeraltındaki devasa, uçsuz bucaksız bir yer” olarak tasavvur
edilmekteydi. Ereşkigal’in lapis lazuliden yapılmış bir tapmakta yaşadığı ve
öbür dünyadaki sakinlerin tümünün çıplak olduğu düşünülüyordu.
Ölenlerin, Güneş tanrısı Utu ve Ay Tanrısı Nanna tarafından
yargılandığına ve bu tanrıların yaşarken nasıl bir yaşam sürdüklerine göre
ölülerin yazgısını belirleyen bir hükme vardıklarına inanılıyordu. Tanrılar,
“iyi anne-babalar, iyi oğullar, iyi komşular, iyi vatandaşlar ve erdemli
davranış sergileyenler” lehine karar veriyordu. Bu tür erdemli davranışlar
arasında “güçsüzlere merhamet gösterme, hayır işleri yapma, tüm günü hizmet
ederek geçirme... kötü söz söylememe ve insanlardan her zaman iyi bahsetme”
bulunuyordu. Mezopotamyalılar ölüleri evlerinin altına veya mezarlıklara
gömerlerdi. Çoğu mezarda mücevher ve kama gibi kişisel eşyalardan oluşan mezar
eşyaları vardı; birçoğunda ayrıca, öbür dünyaya yolculuk için yiyecek ve
biranın konduğu fincan, kâse ve bardaklara da rastlanmıştır. Lagaş kentinde bir
mezarda “7 bardak bira, 420 somun ekmek, 2 ölçü tahıl, 1 giysi, 1 yastık ve 1
yatak” bulunmuştur.10,
Mezopotamya’daki ölüm ve öbür dünya ile ilgili kaygıların bir
başka göstergesi Gılgamış Destanı dır. Bu anlatı, günümüze kadar gelebilmiş Mezopotamya
şiirleri arasında en çok bilineni olup, “dünya edebiyatının en eski klasiği”
olarak kabul edilir. Gılgamış yaklaşık 4.700 yıl önce Uruk şehrinin kralıydı.
En yakın arkadaşı ve birlikte maceralar yaşadığı Enkidu öldüğünde Gılgamış da
bir gün öleceğini fark ederek dehşete kapılır. “Çok sevdiğim kardeşim Enkidu,
faniliğinin sonuna geldi ve ölüm onu aramızdan aldı. Solucanlar onu iyice sarıp
sarmalayana kadar yedi gün yedi gece ağladım arkasından. Kardeşim yüzünden
ölümden korkuyorum... Çok korktuğum ölüm, yüzünü görmeme izin verme... Nasıl
sessiz kalabilirim, sevdiğim Enkidu toprak olduğunda ben nasıl huzur
bulabilirim? Ben de ölüp toprağa gömüleceğim.”11
Gılgamış daha sonra ölümsüzlüğün sırrını bulmaya girişir.
Yolculuğu onu dünyanın uçlarına götürür, orada bir kadın ona şunları söyler:
“Aradığın hayatı asla bulamayacaksın. Tanrılar insanı yarattığında onu ölüme
mahkûm kıldılar, yaşamı ise kendilerine sakladılar.” Yılgınlığa düşmeyen
Gılgamış, azmederek tanrıların ölümsüzlük bahşettiği tek insan olan
Utnapiştim’i bulmak için öbür dünyaya gider. Tanrıların Utnapiştim’i ölümsüz
kılmalarının sebebi, onun daha sonraları Nuh’un Incil’deki öyküsüne ilham
olduğu düşünülen Büyük Tufan zamanında bir tekne inşa ederek insanoğlunu
kurtarmış olmasıdır. Utnapiştim Gılgamış’a şunları söyler: “Hiçbir şey kalıcı
değildir... Kalıcılık ezelden beri zaten yoktu. Uyuyanlar ve ölenler, nasıl da
benzerler birbirlerine, ikisi de resmedilmiş ölüm gibidir.” Gılgamış sonunda
tanrıları kararlarından döndüremeyeceğini ve kendisinin de Enkidu gibi
öleceğini anlar. “Gecenin hırsızı bacaklarımı tuttu bile, ölüm odamda ikamet
ediyor; ayağımı nereye atsam orada ölüm buluyorum,” der. Uruk a döner ve kral
olarak sorumluluklarını yeniden üstlenir, daha yaşlı ama daha bilgedir. Nihayetinde
Gılgamış ölür ve şiirde “oltaya takılmış balık gibi yatağın üzerinde öylece
uzanır, kapana yakalanmış bir ceylan gibi,” diye tarif edilir.12
Tanrılar Siyasi Ve
Sosyal Sorumluluklar Üstleniyor
Thorkild Jacobsen’ın Mezopotamya tanrıları üzerine yaptığı araştırmaya
göre, doğa, yaşam ve ölüm ile ilişkili olan tanrılar “en eski ve en özgün”
olanlardır. Bu, Mezopotamya dininin “insanın hayatta kalmasında önemli olan bu
güçlere -ilk ekonomiler için elzem olan güçlere- ibadet etmeyi seçmesini ve bu
güçlerle anlamlı bir ilişki kurma ihtiyacından dolayı onları gitgide
insanlaştırmasını” kapsayan ilk evresi idi. Bu tanrılar, Mezopotamya’daki dinî
düşüncelere 6.500 yıl öncesinden yaklaşık 5.200 yıl öncesine, yani tarihçiler
tarafından Uruk dönemi olarak adlandırılan döneme dek hâkim olmuşlardı.13
Bunu izleyen Hanedan döneminde, günümüzden 5.200 yıl
öncesinden 4.350 yıl öncesine kadar, Mezopotamya toplumunun doğası ve
tanrıların doğası değişime uğradı. Her şehir devletin dünyevi hükümdarları ya
da kralları, tapınak tanrılarının sahip olduğu gücün bir kısmını gasp ederek
daha güçlü hâle geldiler. Krallar tanrıların yetkisinin bir bölümünü
üstlenirken, tanrılar da bazı dünyevi yetkilere sahip oldular. Böylece, daha
önce sadece güneş tanrısı olan Utu adalet tanrısı da oldu. Ay tanrısı Nanna,
sığırların sorumluluğunu üstlendi. Fırtına ve sel tanrısı Ningirsu “koruyucu ve
askerî lider olarak” sorumluluk aldı.14
1smet Gedik'e ait bir kompozisyon
Mezopotamya dininin bu ikinci evresinde, kralların ilahi
ayrıcalıklara sahip olmaları giderek yaygınlaştı. Yaklaşık 4.200 yıl önce tahta
çıkmış olan Naram-Sin kendisini tanrı ilan etti. İki asır sonra iktidara gelen
Şulgi’ye “yaşamı boyunca ve ölümünden sonra tanrı olarak ibadet edildi”.
Mezopotamya krallarının ilahi statüleri konusundaki karışıklık, Ur’daki
muhteşem mezar gömüleriyle ile ilgili kafa karışıklığına yol açmaktadır. On
altı mezarın içinde öbür dünyada kullanılmak üzere olağanüstü bir çeşitlilikte
hazine bulundu. Bir mezarda, ölen kişiye altından yapılmış bir miğfer, gümüş
bir kemer takılmıştı ve gümüş bir kılıfın içinde altın bir hançeri ile altın
bir kâsesi vardı. Ölünün etrafında altın ve gümüş kandiller, altın ve gümüş
balta başları ile “oldukça zengin bir takı koleksiyonu” dizilmişti, bunlar
“yeraltı tanrılarına sunulacak birer armağan” labilir. Başka mezarlarda altın,
gümüş ve bakır kaplar, müzik aletleri, mızrak, hançer ve zıpkın gibi silahlar,
oyun tahtaları ile “altın, gümüş, bakır, lapis lazuli, akik ve kabuklardan
yapılmış mücevherler” bulunmuştur.15
Bununla birlikte, 1920’lerde ortaya çıktıklarında bu
buluntulara uluslararası ilginin yönelmesini sağlayan şey, bazı mezarlarda 73
civarında kurban edilmiş insanın bulunmasıydı. Bunlardan birinin içinde “bir
kraliçenin vücudunun üst kısmı taşlarla süslü bir pelerinin kalıntıları olan
altın, gümüş, lapis lazuli ve akik boncuklarla kaplı hâlde” bulunmuştu. Mezarda
iki sıra hâlinde yüz yüze duran ve ellerinde lir ve harplar bulunan 10 kadın
ile 11 adam, bir savaş arabası, iki öküz ve “çok sayıda eşya” kraliçenin
cesedine eşlik etmekteydi. Başka bir mezarda ise bir kralın yanında, altı
asker, 57 erkek ve kadın, iki at arabası, altı öküz, çok sayıda silah ve
muhtemelen yemek amaçlı konmuş çok sayıda hayvana ait kemikler vardı. Göründüğü
kadarıyla kurban edilen insanlara zehir içirilmişti, çünkü bunların çoğunun
yanında küçük birer bardak bulunuyordu. Bu gömütler ölümlülere, tanrısal
temsilcilere veya tanrıların kendilerine mi aitti? Fransız arkeolog George
Roux’nun Ancient Iraq kitabında yazdığı gibi, “Ur Mezarlığı gizemini halen
koruyor”.16
Mezopotamya tanrıları ve tapınakları “her şehrin ortak
kimliğini” temsil ediyordu. Tanrıların en çarpıcı özelliklerinden biri, sahip
oldukları doğaüstü güçlere ve ölümsüz olmalarına rağmen, “tamamen insan
şeklinde” tasavvur edilmeleriydi. İnsanlar gibi “plan yapıp ve harekete
geçiyorlar, yiyip içiyorlar, evlenip aile kuruyorlar ve ev eçindiriyorlardı,
onların da insana özgü tutkuları ve zayıflıkları vardı”. Her tanrı insan
şeklinde olduğu için, tapınaktaki tanrı heykeline günde iki defa yiyecek
getirmek gerekiyordu, bunun yanında kıyafet ve eğlence ihtiyaçları da
karşılanıyordu. Sunulan yemekler arasında ekmek, balık ve taze meyveler ile
içki olarak da bira ve şarap vardı. Tanrılar “topluluğun karşılayabileceği en
güzel kıyafetleri” giyerler ve yıllar geçtikçe “bir defada giyebileceklerinden
daha çokgiysi, mücevher ve öteberiyi biriktirmiş olurlardı”. Sayıları zaten
epey çok olan dinî bayramlarda heykel, tapınaktan alınıp sokaklarda geçit
törenine çıkarılırdı ve özel festivallerde diğer tanrıları ziyaret etmek için
başka şehirlere götürüldüğü bile olurdu. İnsan toplulukları gibi birçok
tanrının da birbirleri ile akraba olduğu düşünülüyordu; böylece, Nippur’daki
Enlil heykeli, kardeşi olduğu düşünülen Enki’nin Eridu’da bulunan heykelini
ziyarete götürülürdü.
George Roux, “Tapmağa hediyeler sunmak, önemli dinî törenlere
katılmak, ölülerle ilgilenmek, dua etmek, kefaret ödemek ve yaşamının neredeyse
her ânına damgasını vuran sayısız kural ve tabuya göre davranmak her vatandaşın
göreviydi,” diye belirtir. Benzer şekilde, Pennsylvania Üniversitesinden
dilbilimci ve Mezopotamya uzmanı Samuel Kramer, insanların “kilden
yaratıldıklarına ve yalnızca bir tek amaç için dünyaya geldiklerine”
inandıklarını yazmıştır. “Bu amaç, ilahi eylemlerini rahatça yerine
getirebilmeleri için tanrılara yiyecek, içecek ve kalacakları bir yer
sağlamaktır. Kısacası, Mezopotamya’da yaşama tanrılar hâkimdi.”17
Tanrılar ve tapınaklar Mezopotamya’da sosyal hayata hâkim
olmanın yanı sıra, şehrin ekonomik yaşamına da egemendi. Tapınak, kenti
çevreleyen arazinin yaklaşık üçte birine sahipti. Burada tapınak çalışanları
tahıl, sebze ve meyve ağaçları yetiştirir; sulama yapar; koyun, keçi ve inek
sürülerini güderdi. Tapınağa bağlı bazı yapılar muazzam boyutlara ulaşmış ve
bunlar tekstil, metal işleri, deri ve ahşap eşyalar üreten atölyeler hâline
gelmişti; Guabba’daki bir tapınak, çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 6.000 işçi
istihdam etmekteydi. Tapınak çalışanları diğer Mezopotamya şehirleri ve diğer
ülkelerle yapılan ticareti düzenliyordu. Tapınak ayrıca, yüzde 33 faizle
tüccarlara kredi sağlayan bir kamu bankası işlevi de görüyordu. Bir metne göre,
“Tacirler, onları bir tür dokunulmaz sermaye olarak yeniden kullanmak üzere
kârlarının bir kısmını resmen tapınağa vermekteydiler”. Bazı tapınaklar ayrıca
“aileleri bakamadığında” çocukların sorumluluğunu üstlenmişti, “toplumdan
dışlanmışları, uyum sağlayamayan yetimleri, gayrimeşru çocukları ve hatta
ucubeleri tapınakların kanatları altına alan uzun soluklu bir geleneği”
sürdürüyorlardı.18
Bu geniş kapsamlı sosyal ve ekonomik faaliyetler, Mezopotamya
kayıtlarının gösterdiği gibi, tapınak için çok sayıda insanın çalışmasını
gerekli kılmıştır. Nippur’daki tapınakta çalışanların yer aldığı bir listede
bir yüksek rahip, ağıtlar yakan rahip, arınma rahibi, yüksek rahibeler,
hazinedar, muhasebeci, yazman, dokumacı, taş oymacı, hasırcı, kâhya, berber,
uşak, sığırtmaç, kayıkçı, yağ baskıcısı, değirmenci, kâhin ve yılan büyücüsü
bulunuyordu. Sonuncusu, tapınağın eğlence işlerinde görev alırdı; bazı tapınaklarda
“şarkıcı ve müzisyenlerden oluşan koca bir topluluk” olurdu. Mezopotamya
toplumu son derece iyi organize olmuş ve “aynı meslek mensupları ileri düzeyde
uzmanlaşmış gruplara ayrılmıştı”; örneğin, balıkçılar tatlı suda ya da deniz
suyunda avlanmalarına göre ayrılmıştı, hatta “yılan büyücüleri bile kendisine
ait bir başkanı olan bir ‘lonca’ oluşturmuşlardı”.19
Tanrılar Savaşa Gidiyor
Mezopotamya devletinin ikinci evresinde, yani günümüzden
5.200 ila 4.350 yıl önce, şehir devletler arasında savaşlar giderek artmıştı.
Birinci evrede zaman zaman savaşlar yaşanmıştı ancak kentler tahkim edilmemişti
ve anlaşmazlıklar genellikle barış içinde çözülürdü. Buna karşın ikinci evrede
“muazzam şehir surları... her şehirde çanlarını çalıyordu... Köy nüfusları
duvarlarının arkasında korunma arayışına girdikçe bölgedeki başlıca şehirler
daha da büyüdü”.
Şehir devletleri 1.000 ila 10.000 kişilik ordulara sahipti ve
savaşlar mızraklar, kalkanlar, koçbaşları ve “bazıları önceden monte edilmiş ve
suda yüzebilen” kuşatma kuleleriyle yapılıyordu. Savaşı kazanan ordu genellikle
yenilgiye uğrayan şehrin sakinlerini öldürerek ya da köle alarak bütün şehri
yağmalayıp yok ederdi, en büyük anrılarına ait tapmağı yerle bir ettikleri de
olurdu.20
Bu savaşların bariz nedenleri arasında, şehir devletlerinin
egemenlik alanlarını artırmak istemeleri, toprak anlaşmazlıkları ve sulama
kanallarının veya ticaret yollarının kontrolünü elde etme girişimleri
bulunmaktaydı. Bununla birlikte, Mezopotamya kayıtlarında böyle nedenlerden nadiren
bahsedilir; savaşlar daha ziyade tanrıların çatışması olarak gösterilir.
Örneğin, kayıtlarıniyi tutulduğu Lagaş ve Umma arasındaki bir savaş, muhtemelen
aralarındaki arazi üzerine çıkan bir anlaşmazlıktan kaynaklanıyordu. Umma
tartışmalı bir araziyi işgal ederek Lagaş’ı savaşmaya kışkırtmıştı. Savaşın
kazananı Lagaş oldu, sonuç “ovanın üzerindeki yığılmış cansız bedenlerdi”;
zafer, cesetleri bir çırpıda yiyen akbabaların betimlendiği oyma bir dikilitaş
ile anıtlaştırıldı. Mezopotamya kayıtları bunu “Lagaş’ın tanrısı Ningirsu’nun
Umma tanrısı Şara’ya karşı kazandığı zafer” olarak anlatmaktadır.21
Böylece, Mezopotamya tanrıları, elimizde yazılı kayıtları
olan ilk savaşlara derinlemesine dahil olmuş gibi görünmektedir. Bir anlatıya
göre, “savaş planlarını tanrıların incelemesine sunan kâhinler ordulara bazen
eşlik ediyor, bazen de doğrudan önderlik yapıyorlardı”. Zafer kazanan şehirler
savaş ganimetinin bir kısmını tapınaklarına bağışlardı; “uygun bir tapınağa
bağış yapılmaması şüphesiz kibir olarak kabul edilirdi”. Tanrılar savaşları
başlatan ve “sıkça nefret ve gazap sergileyenler” olarak nitelendirilirdi.
Örneğin, “çatık kaşlı” tanrı Enlil “Kiş halkını öldürerek Erek’teki evlerini
toza çevirmişti”. Bu savaşların sonuçlan, Ur kentinin yağmalanmasında olduğu
gibi gayet iyi bir şekilde betimlemişti:
Tüm sokaklar ve yollar cesetle kaplı,
Bir zamanlar dansçılarla dolu açık alanlarda
insanlar yığınlar hâlinde yatıyor.
Ülkenin kanları şimdi tüm çukurları doldurdu,
kalıba akan bir metal gibi:
bedenler eriyor, güneşte kalmış tereyağı gibi.22
Özetle, dünyanın ilk uygarlığı olan Mezopotamya’da
6.500-4.000 yıl öncesinde, tanrılara ilişkin olarak hangi sonuca varabiliriz?
Her şeyden önce, ilk tanrıların yaşam ve ölümle ilgili temel konularda, yeterli
yiyecek arzının sağlanmasına ve ölüm sonrası insanların yazgısına dair
sorumluluklarının bulunduğu açıktır. Uygarlık daha karmaşık hâle geldikçe,
tanrılar yasaları uygulama ve yetim çocuklar için barınak sağlama gibi siyasi,
adli ve sosyal sorumluluklar da kazandılar. Tanrıların tapınağı bir sosyal
hizmetler merkezi hâline geldi. Buna ek olarak, tanrılar diğer tanrılarla diğer
şehirlerle savaşa girmeyi haklı kılmak için de kullanılmaktaydı. Şehir
devletler arasındaki Mezopotamya savaşları, tanrıların arasındaki bilinen ilk
yarışma oldu. Tanrıların kısmen dünyevileşmesiyle eşzamanlı olarak, dünyevi
otoriteler de (bu durumda krallar) kendileri için bazı ilahi yetkiler
üstlendiler. Böylece kutsal ile dünyevi, yani din ile siyaset en başından iç
içe geçmiş oldu.
Son olarak, Mezopotamyalıların ilk tanrıları “kendilerini
andıran görünüme, insansı niteliklere, kusurlara ve insanlara özgü tutkulara”
sahip olarak görmeleri ilgi çekicidir. Eski Yunan filozofu Ksenofon da
insanların tanrılarını insan biçiminde tasavvur ettiklerine dikkat çekerek şunu
öngörür: “Atlar ve öküzler tanrılarının resimlerini yapabilselerdi atlar kendi
tanrılarını at biçiminde, öküzler de öküz biçiminde resmederdi.” On sekizinci
yüzyılda yaşamış olan Baron Montesquieu, daha özlü bir şekilde şöyle der: “Eğer
üçgenlerin bir tanrısı olsaydı üç kenarı olurdu.”23
Bu nedenle, dünyanın ilk uygarlığının kesinlikle dinî bir
temel üzerine kurulduğu açıktır. George Roux’nun belirttiği gibi, tanrılar ve
onlarla ilgili fikirler “kurumlan şekillendirmek, üretilen sanat eserlerini ve
edebiyatı renklendirmek kralların en yüce eylemlerinden tebanın günlük
meşgalesine dek her türlü etkinliğe nüfuz etmek suretiyle Mezopotamyalıların
kamusal ve özel hayatlarında olağanüstü bir rol oynamıştır”.24
(23. Bölüm)
Diğer Eski Uygarlıklarda Bulunan
Tanrılar
Mezopotamya uygarlığı 6.500 ile 4.200 yıl öncesi arasında
olgunluğa ulaştı. Aynı tarihlerde, dünyanın en az altı bölgesinde daha
medeniyetler gelişmekteydi. Bunlardan bazıları Mezopotamya’dan etkilendi,
bazıları ise bağımsız olarak gelişti. Ne yazık ki bunlar arasında yalnızca
Mısır uygarlığı ile daha sonraki yıllarda gelişen Kuzey Çin’deki uygarlık
yazılı kayıtlara sahipti. Buralarda da tanrıların Mezopotamya’dakine benzer
şekilde ortaya çıkıp çıkmadığını saptamak için bu uygarlıklara kısaca bakmak
yararlı olacaktır. Bunlar Mısır, Pakistan, güneydoğu Avrupa, Batı Avrupa, Çin
ve Peru’da gelişen medeniyetlerdir.
Mısır
Kapsamlı yazılı kayıtlara ve heybetli bir anıtsal mimariye
sahip olduğu için Mısır, yazı şeklini ve fikirlerinin birçoğunu benimsediği
Mezopotamya’dan sonra ikinci en önemli uygarlık olarak kabul edilir. Yedi bin
beş yüz yıl öncesinde Nil Vadisinde tarım iyice oturmuştu; nehrin yıllık su
baskınları zengin tarım arazileri ile aşırı yiyecek üretimi sağlayarak nüfusta
da artışa yol açmıştı. Yukarı Mısır’daki Naqada ve Hierakonpolis gibi
şehirlerde 5.500 yıl önce nüfus 10.000 veya daha fazlaydı.
Mısır 5.100 yıl önce idari olarak ilk firavun altında
birleşmiş 42 bölgeden oluşmaktaydı. Toplumsal katmanlar arasında köleler,
çiftçiler, zanaatkârlar, sanatçılar, mühendisler, yöneticiler, yazmanlar,
doktorlar, rahipler ve aralarında bir firavunun da bulunduğu asiller yer
alıyordu. Ekonomi sabit fiyatlarla merkezileşmişti ve tapmaklar ekonomik
faaliyetlerin odağıydı. Sahip oldukları zenginliğin önemli bir kaynağı
ticaretti. Tahıl, keten, papirüs ve nihai ürünleri ihraç ediyor, Sudan’dan
altın, Etiyopya’dan abanoz, fildişi ve vahşi hayvanlar, Lübnan’dan kereste,
Yunanistan’dan zeytinyağı, Türkiye’den bakır ve kalay, Afganistan’dan lapis
lazuli ithal ediyorlardı. İlk gerçek gemileri Mısırlılar inşa ettiler, ayrıca
matematikte ve tıpta ustaydılar.
Mısır 5.100 yıl önce birleştiğinde, tanrılara saygı göstermek
için tapınaklar inşa edildi. Bu tapmaklar “meditasyon (tefekkür) yerleri
değildi... daha ziyade tanrının eviydi”. Mezopotamya’da olduğu gibi, ilk
tanrılar doğal güçleri temsil ediyor, yaşam ve ölüme dair konularla
ilgileniyorlardı. Bunlar arasında güneş tanrıları Horus ve daha sonraları
ortaya çıkan Ra, bir ay tanrısı olan Thoth, gökyüzü tanrısı Nut, hava tanrısı
Shu ve fırtınatanrısı Seth bulunmaktaydı. Mezopotamya’da olduğu gibi, birçok
tanrı ikincil dünyevi görevler üstlenmişti. Örneğin, ay tanrısı Thoth yazı
yazma, bilgi, hesap yapma ve zamanı kaydetme işlerinden sorumluydu. Ayrıca,
Mezopotamya’da olduğu gibi Mısır’daki tanrılar da insana benzer şekilde
tasavvur edilmekteydiler.25
Eski Mısır tanrılarından bir diğeri de aslında Yukarı
Mısır’ın yerel doğurganlık tanrısı Amon’du. Daha sonraki yıllarda, Amon tüm
tanrıların içinde en önemlisi kabul edildi ve Amon-Ra olarak güneş tanrısıyla
birleşti. En önemli Mısır doğurganlık tanrısı Nil’deki su basmaları ve verimli
ürünler ile ilişkili Osiris idi. Mezopotamya’daki Dumuzi-Ianna mitinin bir
tekrarında, Osiris kızkardeşi İsis’le evlenir ve kıskanç kardeşi Seth
tarafından öldürülür, daha sonra İsis tarafından tekrar hayata döndürülür. Bunu
takiben, Osiris yeraltı dünyasının tanrısı olur, aynı zamanda haşatın iyi
olması için yeryüzüne geri dönmeyi sürdürür.
Bununla birlikte, Mısır dininin göze çarpan asıl özelliği
ölüm takıntısıydı. Yunan tarihçi Herodot, Mısırlıları şimdiye kadar
karşılaştığı en “dindar” insanlar olarak tanımlamış ve bu halkın “sürekli ve
ayrıntılı bir şekilde uyguladığı dinî ritüeller” ilgisini çekmişti. Eski medeniyetler
hakkında kapsamlı bir şekilde yazmış bir uzman olan Edith Hamilton, Mısır’ı
“görkemli bir imparatorluk” olarak nitelendirerek “ölümün bu ülkedeki en önemli
meşgale” olduğunu vurgulamıştır:
Yüzyıllar boyunca, sayısız insan ölümü kendisine en yakın ve
en tanıdık şey olarak düşündü. Muazzam sayıda ürün vermiş olan Mısır sanatının
ölüm merkezli oluşu, bu konuyu inandırıcı şekilde ortaya koyan olağandışı bir
durumdur. Mısırlılar için gerçekliğin kalıcı dünyası, gündelik yaşamını
sürdürürken yürüdüğü yolların dünyası değil, ölüme uzanan yoldan şimdi gitmesi
gereken dünya idi.
Eski Mısır bilimcisi Salma îkram’a göre, “Ölüm, yaşam
yolculuğunun bir parçasıydı, ölüm, sonrasında bir geçiş ya da dönüşümle hayatın
bedensel değil, ruhsal olarak başka bir biçimde devam edeceğine işaret
ediyordu”.26 Mısır’daki en eski insan gömütleri, içinde birkaç mezar eşyası
bulunan, çöldeki basit mezarlardı. Beş bin beş yüz yıl öncesine gelindiğinde,
büyüyen birçok kasabada geniş mezarlıklar bulunmaktaydı ve mezarlar daha karmaşık
hâle gelmişti. Bazı mezar odaları “tuğla ile kaplıydı ve ölenlerin sosyal
konumlarına ve zenginliklerine bağlı olarak farklı mezar eşyalarına ayrılan
bölümler vardı”. Hierakonpolis’teki eski
bir mezar, “savaş, av ve nehirde yolculuk sahneleri’ni tasvir eden duvar
resimleri ile süslenmişti”.27
Beş bin yıl öncesine gelindiğinde, asillerin ve sıradan
insanların gömüldükleri yerler, Abidos ve Sakkara’da kraliyet mezarlıklarının
kurulması ile ayrılmıştı. Bir kraliyet mezarı alanı, 123 metre uzunluğunda, 64
metre eninde ve 11 metre yüksekliğinde duvarlarla çevriliydi. Bir başka
mezarda, “kralın hizmetkârlarının mezarları, kraliyet gömütünün etrafında
düzgün şekilde sıralanmıştı... Göründüğü kadarıyla, hizmetkârlar öbür dünyada
krala eşlik etmeleri için ya ölmeye gönüllü olmuşlar ya da zorla ölüme
gönderilmişlerdi”28
Ancak, mezarlık alanlarının özenle hazırlanması daha yeni
başlıyordu. Mısır’da kraliyet mezarlarının üzerine muhtemelen anıtsal amaçlı
bir yapı olarak dikdörtgen bir taş sundurma inşa etmek yaygın bir uygulama
hâline geldi. Daha sonra, 4.600 yıl önce, Zoser adlı bir firavun bu fikri
detaylandırdı ve Sakkara’da büyükten küçüğe doğru beş katlı taş sundurma inşa
ederek 60 metre yüksekliğinde ilk Mısır piramidini yaptı. Ardından gelen her
firavun mezarın içinde daha büyük bir gömü yerine sahip olmak için ısrarcı
olunca bir piramit furyası ortaya çıktı. Bu furya 4.500 yıl önce Firavun Khufu
tarafından yaptırılan Büyük Giza Piramidi ile en üst noktaya vardı. 53.000 m2
alanı kaplayan bu piramit, 147 metre
yüksekliğindeydi ve yapımı için bazıları 15 ton ağırlığa ulaşan iki milyon
parça kireç taşı bloğu kullanılmıştı. Haklı olarak, Giza Piramidi Antik
Dünyanın Yedi Harikasından biri olarak görülüyordu.
Bu tür ihtişamlı gömü yerlerinin arkasında yatan düşünce
neydi? Şansımıza, elimizde bu soruyu cevaplamamıza olanak tanıyan Eski Mısır’a
ait yazılı kayıtlar var. Mısırlılar insanların ölümden sonra da yaşamaya devam
ettiklerine ancak başka şekiller aldıklarına inanıyorlardı. Bu şekillerden biri
olan Ka bedenin yaşamda sahip olduğu görünümün aynısına sahipti. Diğer bir
şekil olan Ba ise kişinin ruhu ya da manevi kimliğiydi. Ölülerin tanrısı
Osiris, ölümden sonra ölen kişinin kalbini teraziye koyar, hakikat, bilgelik,
dürüstlük ve kozmik düzen ilkelerine göre tartardı. Kişi iyi bir yaşam sürdüyse
kalp hafif olurdu ve teraziler dengede dururdu, böylece Eski Mısır dilinde
sazlık adı verilen öbür dünyadaki ebedi yaşam garanti altına alınmış olurdu.
Ancak kişinin kalbi günahlarından dolayı ağırlaşmışsa teraziler dengeye gelmez
ve kişi sonsuz yaşamdan mahrum bırakılırdı.
Kişinin Ka’sı dünyevi şekli ile aynı olduğu için, bu biçimin
korunması amacıyla mumyalama önemli bir uygulamaydı. Mumyalama bilimi ve sanatı
Eski Mısır’da oldukça gelişmişti ve bu işlem Mısır uygarlığının ayırıcı
özelliği olarak görülmektedir. En özenli ve pahalı şekli söz konusu olduğunda,
mumyalama süreci üç ay veya daha uzun sürebilmekte ve yalnızca kraliyete mensup
ve zengin insanlar için yapılmaktaydı; diğerleri kısmi mumyalamayla
yetinmeliydi. Yoksullar için ise mumyalama hiç yapılmazdı.
Tüm bedenin mumyalanması için kafatasının tabanında bir delik
açılarak beyin çıkarılır ve önemsiz olduğu kabul edilerek çöpe atılırdı. Daha
sonraki aşamada karın kesilerek akciğerler, karaciğer, mide ve bağırsaklar çıkarılırdı.
Bu iç organların hayati önem taşıdığı düşünülüyordu, bu yüzden her biri, o
organa bakan belirli bir tanrı ile ilişkili olan dört Kanopus kavanozu içine
konulurdu. Daha sonra Kanopus kavanozları vücutla birlikte saklanırdı. Osiris
tarafından teraziyle tartılacağı için kalp hiçbir zaman yerinden çıkarılmazdı.
Vücuda daha sonra 70 gün süreyle su çeken bir çözelti olan
natron emdirilirdi. Bu sürenin sonunda vücut tamamıyla kuruyarak gevrek ve
kırılgan bir hâl alırdı. Daha sonra, 15
gün süren ayinler tarife uygun yapılarak vücut dikkatlice bandajlandırdı.
Parmak gibi herhangi bir kısım koptuğunda, yerine yapay bir parçanın konması
gerekiyordu. Vücudun bütün olmasına ve olabildiğince kişinin hayatta olduğu
gibi görünmesine çok dikkat edilirdi.29
İnsanların dışında hayvanların da ara sıra mumyalandığı
olurdu. Bazı durumlarda, hayvan ölen kişi tarafından çok sevildiğinde bu işlem
yapılırdı. Bazen, ölen kişiye, öbür dünyada yardım etmesi için hayvanlar
mumyalanırdı. Bazen de ölen hayvanın tanrılardan birinin dünyadaki enkarnasyonu
olduğu düşünüldüğü için mumyalanırdı. Örneğin, Amun’un bazen bir koyun olarak,
Hathor’un bir inek olarak, Horusun da bir şahin olarak dünyaya geldiği
düşünülüyordu.30
Mısırlılar öbür dünyadaki yaşamın bu dünyadakine
benzeyeceğine inandıkları için, sahip oldukları eşyaları yanlarına almaya
yönelik hazırlıklar yaparlardı. Bu nedenle Mısır’da bol miktarda mezar eşyası
bulunurdu ve medeniyetin sonraki dönemlerinde bu miktar daha da artmıştı. Carol
Andrews’un bu konudaki kitabına göre zengin bir kişinin mezar eşyaları arasında
“şiltesi ve başlığıyla eksiksiz hâlde yataklar, minderleriyle birlikte
sandalyeler ve tabureler, kutular ve sandıklar, kiltler, peruklar, sandaletler,
bastonlar ve büro malzemeleri, şarap küpleri, kese tipi çantalar, her türlü
mücevher, aynalar, taş kaplar, yelpazeler, oyun tahtaları, masalar ve
tezgâhlar” yer almaktaydı. Yanında götürebildiğin her şey kârdır diye düşünen
bir kraliyet üyesinin mumyasında takılı 22 bilezik ve 27 yüzük bulunmuştur.31
Mısır’da ölüm sonrasındaki hazırlıkların ne denli büyük
ölçekli olduğu, 1922’de Kral Tutankamon’un mezarının bozulmamış bir şekilde
keşfedilmesiyle ortaya çıktı. Mezarın duvarlarındaki resimler, gökyüzü tanrısı
Nut’u Tutankamon’u sazlıklarda (öbür dünyada) samimiyetle karşılarken ve
Osiris’i de Tutankamon’u kucaklarken tasvir etmektedir. Mezar 40 kutu
mumyalanmış gıda, 116 sepet meyve, 40 kavanoz şarap ve giyim eşyaları,
yataklar, sandalyeler, silahlar ve savaş arabaları ile doldurulmuş kakmalı
sandıklarla dolup taşıyordu. Ayrıca mezarın tam merkezinde, matruşkalara benzer
şekilde, çarpıcı bir kırmızı kuvarsit lahit içinde yaldızlı bir tabut, bunun
içinde başka bir yaldızlı tabut ve bunun da içinde saf bir altın tabut
bulunmaktaydı. Nihayet bu altın tabutta altın bir maskenin ardında
Tutankamon’un mumyası huzur içinde yatıyordu.
Mısır mezarlarında üç tür mezar eşyası olurdu. İlki yiyeceklerdi. Mısırlılar kişi ölmesine
rağmen Ka’larının hâlâ gıdalara ihtiyaç duyduklarına inanıyorlardı. Bu nedenle
mezara yiyecekler bırakılırdı. Ayrıca mezarın dışında, Ka nın ulaşılabileceği
bir yerde üzerinde yiyecek olan bir sunum masası hazırlanırdı. Mezarın
dışındaki bu yiyecekler düzenli aralıklarla ölen kişinin ailesi tarafından
yenilenirdi. Bazı yiyecek kaplarının üzerine ölen kişiden sağlık ve maddiyat
gibi dünyevi konularda yardım talebinde bulunan yazılar yazılırdı. Sakkara’da
gömülü bir prensese ait mezarda bulunan bıldırcın, arpa püresi, güvercin
yahnisi, ızgara balık, biftek, pirzola, böbrek, ekmek, şarap, meyve, peynir ve
tatlı olarak kek gibi çeşitli yiyecekler, kraliyet ailesinin ve zengin
insanların Ka’larının çok güzel beslendiklerini göstermektedir. Beş bin yüz
elli yıl öncesine tarihlenen Akrep Kral I’in mezar odasında, Ürdün Vadisi nden
ithal edilen yedi yüz kavanoz şarap vardı.32
Mısır mezarlarında bulunan ve belki de sadece bu gömütlere
özgü olan ikinci tür mezar eşyaları, şabti adı verilen küçük heykellerdi. Mısır
mezarlarının ilk dönemlerinde, kraliyet ailesine ve zengin insanlara hizmet
eden hizmetkârlar, hizmet ettikleri kişinin yanındaki mezarlara gömülürlerdi.
Böylece bu insanlara öbür dünyada kulluk etmeyi sürdürürlerdi. Bu uygulama daha
sonra yerini hizmetkârların kendilerinin değil heykellerinin, yani şabtilerin
gömülmesine bıraktı. Şabtilerin öbür dünyaya ulaştıklarında yeniden
dirileceklerine inanılıyordu. İlk önceleri mezarlara sadece birkaç şabti
konurken, daha sonra yapılan mezarlardaki şabti sayısı, yılın her günü için bir
hizmetkâr olacak şekilde, genellikle 365 idi. Birçok mezarda, şabtilere görevlerini
hatırlatan yazılı talimatlar bulunmaktaydı: “Ey şabti, efendin ölüler diyarında
sana herhangi bir iş yapmanı buyurduğunda, tarlaları hazırlamanı, toprakları
sulamanı veya doğudaki kumları batıya taşımanı emrettiğinde ‘Emrinizdeyim,’
diyerek cevap ver.”33
Mısır mezarlarındaki üçüncü tür mezar eşyaları ölen kişi için
yazılmış talimatlardı. Bu talimatlar nefes almaya tekrar nasıl başlanacağı,
bacaklara nasıl güç verileceği, öbür dünyaya ulaşmak için yol tarifleri ve
oraya varıldığında ne yapılması gerektiği gibi tavsiyeler içermekteydi. Birçok
mezarda bulunan bir talimat serisine turist rehber kitapları dizisinden
Frommer’inöbür dünya için rehber kitabını andıracak şekilde Ölüler Kitabı adı
verilmiştir. Mezar duvarlarında bulunan ayrıntılı resimler, ölen kişi için
görsel talimatlardı ve içlerinde bira yapmayı anlatanlar bile vardı.
Eski Mısır’daki en büyük tapmakta (panteon), ölüler ile ilgili sorumluluk yüklenmiş birçok kişi bulunurdu. Ölüleri öbür dünyaya götüren Osiris’e ek olarak, gökyüzü tanrıçası Hathor da ölülere öbür dünyada kılavuzluk yapardı. Burada ölüler tüm tanrıların anası Neith tarafından karşılanırdı. Ölülerin kalplerinin terazide tartıldığı yargılama işlemi, teraziyi tutan ve “Mumya Sargılarının Tanrısı” olarak bilinen Anubis’le birlikte gerçek ve adalet tanrısı Maat ve Osiris tarafından gerçekleştirilirdi.
Mısır’da kutsal olan ile dünyevi olanın tamamıyla
bütünleşmesi Mezopotamya’dakinden bile daha belirgindi. Antropolog Bruce
Trigger’ın kaydettiği gibi, “dinin günlük yaşamdan ayrılmadığı” Mısırlılarda
“din” sözcüğü yoktu. Tanrıların tüm güce sahip oldukları kabul edilirdi ve
firavun dünyadaki tanrıların temsilcisiydi. Daha sonra firavunların yaşayan
tanrılar olduğuna inanıldı ve böylece firavunlara tapılmaya başlandı.
Tapınakların bakımından sorumlu olan rahipler, ilahi iradenin tercümanları
olarak gitgide önem kazandılar. Bu nedenle, hükümet Mısır hayatına egemen olan
dinin unsurlarından sadece biriydi. Sazlıklara (öbür dünyaya) ulaşmak ve sonsuz
hayatı tanrılarla paylaşmak her Mısırlının hedefiydi. Giza’daki gibi dev
piramitler ve Teb’teki gibi muazzam
tapmaklar, mevcut yaşamın ebedi hayat yolunda kısa bir mola olduğuna dair
görsel kanıtlardı.34
(24. Bölüm)
Batı Avrupa’da Tanrı
Anlayışı
Batı Avrupa’daki megalit mezarların yapımının “yeni bir
çiftçi sınıfının yerleşmesiyle yakından bağlantılı olduğu” söylenir. Güneydoğu
Avrupa’dan geldiği düşünülen bu çiftçiler inançlarını beraberinde getirdi ve
akademisyenler bu inançlar arasında atalara ibadetin de yer aldığını varsaymaktadır.
Mezar odalarının birçoğu, topluluk ayinlerinin yapılması için yeterince büyüktü
ve taşların üzerindeki gravürleri çarpıcı bir biçimde vurgulayan meşaleler
kullanılmaktaydı. Oyma taşların olası manevi önemi uzun zamandır bilinmektedir; 1805 yılında bu megalitik mezarları inceleyen
bir araştırmacı bu gravürlerin “dinin koruyucu melekleri” olduğu yorumunu
yapmıştır. Yakın tarihli kazılarda “önemli etkinliklerin ve törenlerin
mezarların giriş kapılarında gerçekleştiğini... Burada bir zamanlar yapılmış olan
törenlerden kalma bol miktarda kırık çömlek parçalarının bulunduğunu” ileri
sürmüştür.46
Hem Stonehenge hem Avebury, ayakta duran taş dairelerden,
topraktan yapılmış anıtlardan ve mezar odalarından oluşur ancak mezarlar daha
iyi korunmuştur. Avebury’deki yapılar antik bir tepe köyünün 1,5 km ötesinde
inşa edilmişti. Orada yaşayan insanlar buğday yetiştirmekte, yabani meyveler ve
kabuklu yemişler toplamakta, geyik, tilki ve tavşan avlamakta, koyun, sığır,
domuz ve köpekleri evcilleştirmekteydi. Köyün bulunduğu yerde, bahar ve
sonbaharda hayvan kesimi yapıldığını gösteren kanıtlar vardır; o dönemlerde
şölen ve kutlamaların yapıldığı neredeyse kesindir. O tarihlerde bölgenin
çevresindeki nüfusun yaklaşık 10.000 olduğu tahmin edilmektedir.49
Avebury’de tanrıların var olup olmadığını bilmemiz olanaksız,
ancak yapının anıtsal ölçekteki büyüklüğü bunun mümkün olduğuna işaret
etmektedir. Gökyüzündeki tanrıların aşağıya baktıklarında burayı görecekleri
için taş çemberlerin dev bir yüze benzemesi yerinde olabilir.55
ÇİN
Günümüzden 5.000 ila 4.000 yıl önce Kuzey Çin’de Longşan
kültürü gelişti. Bu kültüre “Çin’in ilk uygarlığı” denir ve bizlere kâğıdı,
matbaayı, manyetik pusulayı, barutu, yandan çarklı itici güç sistemlerini ve
Mezopotamya’nınkinden farklı bir yazı sistemini sunan “antik çağın en parlak ve
karmaşık uygarlıklarından birinin” aşlangıcıdır. Tarım ve ticaretin iyi
geliştiği bu uygarlığın o tarihlerdeki nüfus yoğunluğu dünyanın diğer
yerlerinden daha yüksekti. Köyler arasında devam etmekte olan savaş nedeniyle,
birçok köyün etrafı 6 metreye varan yükseklikte ve 9 metre kalınlığında,
sıkıştırılmış toprak duvarlarla çevrelenmişti. Buralarda kafa koparmaların ve
katliamların yapıldığına dair kanıtlar bulunmuştur.56
Longşan kültürünün ayırt edici özelliklerinden biri atalara
ibadet edilmesiydi. Atalarla iletişim kurmak için öküz, su mandası, domuz veya
koyun kürek kemiklerinden yapılan “kehanet kemikleri” kullanılıyordu. Ölmüş bir
ataya belirli bir soru sorulurdu, sonrasında kemik üzerinde çatlaklar görülene
kadar ısıtılır ve çatlakların oluşturduğu desen atadan gelen cevap olarak
yorumlanırdı. Kuzey Çin’de gaipten haber almak için kullanıldığı kanıtlanmış
olan çok sayıda kemik bulunmuştur. Yazı Longşan döneminde henüz başlamamış olsa
da bu dönemi takip eden Şang döneminde yazıya geçilmişti; bu nedenle Longşan
dönemini anlamak için bu dönemde yazılanlardan yararlanılmaktadır. Görünüşe
göre, ölen ataların yaşayanların adına tanrılarla görüşmesi umuluyordu. En
yüksek tanrı olan Di’yi sadece kraliyet ailesinden olanların ataları
etkileyebilirdi, daha düşük dereceli tanrıları ise daha sıradan insanların
ataları etkileyebiliyordu. Bazı Çinli bilim insanları, Dinin başlangıçta ataya
ait bir ruh olduğuna inanırken, bazıları Dinin aslında doğa tanrısı olduğunu
düşünmektedir. Dinin yanısıra, “çok sayıda doğa tanrısı, nehir ve dağ
tanrısı... bir güneş tanrısı... ve çeşitli tanrılar da bulunmaktaydı”.57
Çin’de anıtsal yapılar bu dönemde inşa edildi. Pekin’in
kuzeydoğusundaki Cengizhan şehrinde “bir platform üzerindeki devasa bir
tapınak” yakın zamanlarda ortaya çıkarılmış ve yaklaşık olarak 4.300 yıl
öncesine ait olduğu belirlenmiştir. Platform
165 metre genişliğinde ve 900 metre uzunluğundadır ve “Washington’daki
National Mall’un neredeyse yarısı kadar büyüklükte” olduğu söylenmektedir.
Burası hâlâ kazılmakta olup, dinî önemi henüz açıklığa kavuşturulamamıştır.
Bununla birlikte, araştırmacılar platformun altındaki bir yeraltı odasında
5.000 yıl önce güneybatı Asya’da bulunan heykel kafalarını anımsatan “işlemeli
nefrit-yeşim taşından gözleri olan seramik bir kadın kafası figürü” buldular.
Bu figür bir atayı ya da bir tanrıçayı temsil ediyor olabilir.58
Longşan kültürüne ölüm ve ölüm sonrasına dair endişeler de
damgasını vurmuştur. Bu kültürde kişinin sosyal konumuna bağlı olarak “oldukça
farklı şekillerde yapılmış mezarlar” bulunmaktaydı. Seçkin kişilerin
mezarlarında ölüler tahta tabutlarla defnedilir ve çoğunlukla kırmızı zincifre
tozu ile kaplanırdı. Bazı mezarlar, “aralarında
ejderha desenli kırmızı bir çömlek levhası, timsah derisi ile kaplı tahta bir
davul, müzik taşı (ch’ing) ve davul benzeri seramikler, ahşap masa, sehpa,
kaplar ve parlak renklerle boyanmış başka nesneler, yeşim ve başka mücevher
taşlarından yapılmış yüzükler ve domuz iskeletleri bulunan yüz ila iki yüz eşya
ile zengin bir şekilde döşenmişti”. Genç bir adamın mezarında, dört seramik
kap, 14 taş ve yeşimden yapılmış alet, 24 yeşim yüzük ve kong adı verilen 33
yeşim çubuğu bulunuyordu. Kongların işlevi tam bilinmiyor ancak bunların bazılarına
hayvan veya insan kafaları oyulmuştu. Şang döneminden kalma mezarlarda bulunan
kapların, o dönemde yapılmış çeşitli bira ve şaraplarla doldurulmuş olduğu
anlaşılmıştır. Başka seçkinlerin mezarlarında başka insanlara ait kemikler de
bulunmuştur; bazıları insanların kurban edildiğine dair bir kanıt olarak
yorumlanmıştır, bunlar efendilerine hizmet etmeyi sürdürsünler diye öbür
dünyaya onlarla birlikte gönderilen hizmetkârlar olabilir.59
(25. Bölüm)
Ulu Tanrı Anlayışı
Ulu tanrılar, modern Homo sapiens'in karşısına büyük bir
olasılıkla 7.000 yıl önce çıkmış olsalar da yazılı kayıtların oluşumuna dek
ilahların varlığına inanıldığı konusunda kesin bir kanıt yok. Mezopotamya’da
6.500 yıl önce, su tanrısı Enki’yi onurlandırmak için inşa edilmiş bir tapınak
bu türden bir kanıt sunar. Sonraki 2.500 yıl süresince, Mısır ve Çin’de kesin
olarak, Pakistan, güneydoğu Avrupa ve Peru’da büyük olasılıkla ve Batı
Avrupa’da muhtemelen tanrılar ortaya çıktı. Çin ve Peru’da tanrıların ortaya
çıkışı paralel evrimi akla getirecek şekilde, neredeyse kesinlikle dünyanın
diğer bölgelerinden bağımsızdı. Bahsedilen diğer yerler içinse bağımsız olarak
geliştikleri daha kesindir.
Böylece, 4.500 yıl önce, dünyanın en büyük şehri Uruk’ta
yaşayan Mezopotamyalılar, tanrıça Inanna’ya kendisine adanmış tapmakta ibadet
ediyorlardı. Mısırlılar, tanrıların temsilcisi olan Firavun Hufu’yu
onurlandırmak amacıyla inşa edilen ve 3.800 yıl boyunca dünyanın insan elinden
çıkan en uzun yapısı olan Giza Piramidini hayranlıkla izliyorlardı. Bu dönemde
Pakistan’daki Harappa uygarlığı doruk noktasındaydı ve Mohenjo Daro’da yaşayan
40.000 kişi tanrıları onurlandırmak için, tapmak olduğu tahmin edilen yapıları
ziyaret etmekteydi. Batı Avrupa’da, çok sayıda insan Brodgar, Stonehenge ve
Avebury’deki tören merkezleri olduğu düşünülen yerlerde toplanıyordu. Peru’da
Caral’daki, yaklaşık 30 m yüksekliğe sahip büyük platform höyüklerine
muhtemelen ilahlarla ilgili bir tür tören için büyük kalabalıklar akın
ediyordu. Dört bin üç yüz yıl önce Çin’de de benzer bir platform höyüğü inşa
edilmiştir.
Özetle, yaklaşık 4.500 yıl önce, modern Homo sapiens teistik
(tanrıcı, tanrıya inanan) bir hominin olarak ortaya çıkmaktaydı ve tanrılara
olan bu inanç, bizi tanımlayan özelliklerimizden biri olmayı sürdürmektedir. Tanrılar,
hayvanlara veya atalara ait ruhlardan daha etkili bir biçimde, binlerce yıldır
doğa olaylarına ve felsefi sorulara yanıtlar getirdi. Geceleri güneş nereye
gider? Ay neden şekil değiştirir? Yıldızlar neden hareket eder? Rüzgâra ve
yağmura, gök gürültüsüne ve yıldırıma, sele ve kuraklığa sebep olan şey nedir?
Dünya nereden geldi? Ben neden buradayım? Ve özellikle, öldükten sonra bana ne
olacak? Solgun Ölüm’ün tetikte sırasını beklediğini bilerek, günlük işlerimize
devam ederken ve hayat sahnesinden görev duygusuyla geçerken tanrıların
varlığı bize son derece rahatlatıcı gelmektedir. Hayat yolculuğunda tanrıların
sembolik ve anıtsal desteğini yanına almak yapayalnız insan için huzur ve güven
verici olmuştur. Bu tür destekler, yaşam dramının kaçınılmaz sonuyla ilgili bir
şeyler fısıldayan iç sesleri susturur. Cehennemdeki kasvetli ırmağın kıyısı
tıpkı bugün olduğu gibi 4.500 yıl önce de huzursuzca bizleri çağırmaktaydı.
Bununla birlikte, tanrıların
kendileri hikâyenin sonu
değildir. Mezopotamya’da gördüğümüz gibi, tanrılar ortaya çıktıklarında
yönetici sınıf tarafından benimsenerek kendilerine bazı hukuksal, toplumsal,
ekonomik ve hatta askerî sorumluluklar verilmişti. Kutsal ve dünyevi, tanrılar
ve yöneticiler birlikte gelişmeyi sürdürdü. Fransız sosyolog Emile Durkheim,
“neredeyse tüm büyük toplumsal kurumların dinden doğduklarını” iddia etmiştir.
İngiliz tarihçi Arthur Toynbee de benzer şekilde “büyük dinlerin büyük
uygarlıkların dayandığı temel” olduğunu ileri sürmüştür. Böylece tanrılar ile
yöneticiler arasındaki ilişki, daha sonra ortaya çıkacak olan uygarlıkların
şeklini kısmen belirleyecekti.67
Mezopotamya şehir devletleri, 4.000 ila 2.800 yıl önce
dağılmaya başladılar ve Asurlular tarafından yenilgiye uğratıldılar. Asur’un
baş tanrısı Aşur, Kişar ile evliydi ve bu evlilikten gökyüzü tanrısı Anu, su ve
bilgeliğin tanrısı Ea ve yeraltı dünyasının tanrıları doğdu. Asurlular
güneydoğu Asya’da üstünlük sağlamak için başlangıçta doğurganlık ve savaş
tanrısı olan baş tanrıları Marduk olan Babillerle mücadele ettiler. Marduk baş
tanrı olarak güneşi ve ayı gökyüzündeki uygun yerlerine atadı. Daha sonra,
Babil’in çöküşünü takiben Hititler günümüzden yaklaşık 3.400 yıl önce bu
bölgede en büyük güç hâline geldiler. Baş tanrıları fırtınalar ve savaşın tanrısı
Teşup, güneş tanrıçası Hepat’la evliydi. Türkiye’nin orta kesiminde bulunan
Yazılıkaya’da Teşup ve Hepat’ın diğer pek çok Hitit tanrı ve tanrıçasına
önderlik yaparken betimlendiği taş oymalar görülebilir.
Mısır’da, Yeni Krallık’ta firavunların hegemonyası güneyde
Nubia ile kuzeyde Suriye’ye dek uzandı. Bu, Mısır imparatorluğunun doruk
noktasıydı. Amenhotep IV dönemindeki 17 yıllık bir süre dışında aynı tanrılara
tapılmaya devam edildi. Amenhotep IV adını Akhenaton olarak değiştirdi ve
Mısır’ın geleneksel çok tanrılılığının yerine Aten olarak adlandırdığı güneş
tanrısı Ra’yı getirerek tek tanrıya ibadeti uygulamaya çalıştı. Bu dönem,
sıklıkla dünyanın bilinen ilk tek tanrılı inancına örnek olarak gösterilir.
Akhenaton’un ölümünden sonra, oğlu Tutankamon ve onu takip eden firavunlar,
geleneksel Mısır tanrılarına ibadeti geri getirdi.Pakistan’da, Harappa
uygarlığı, kısmen Aryan işgalcilerinin İran ve Afganistan üzerinden yaptıkları
bir akın sebebiyle düşüşe geçti. Aryanlar kuzey Hindistan’a yayıldılar. Burada
3.700 ila 3.100 yıl önce, daha sonraları hem Hinduizmin hem de Budizmin temel
taşı hâline gelecek olan Rig Veda’yı
yazdılar. Rig Veda’da birçok tanrı anlatılır; doğurganlık tanrısı olan
Indra, ölülerin tanrısı Yama, ateş tanrısı Agni, gök tanrısı Varuna ve sembol
olarak svastikaya (gamalı haç) sahip olan güneş tanrısı Surya.
Güneydoğu Avrupa’da, Eski Avrupa uygarlığı da düşüşe geçti
ancak diğer uygarlıklar yükselişteydi. Bunların başında, Girit’te bir medeniyet
kuran Minoanlar vardı. Minoan halkı az sayıda tanrıya, doğurganlık, hasat ve
yaklaşık 3.600 yıl önce doruk noktasına ulaşan hayvanlar ve yeraltı dünyası ile
ilgili sorumluluk sahibi olan tanrıçalara sahiplerdi. Girit’te, Minoan (Minos)
uygarlığı yerini Yunan anakarasından burayı istila eden Mikenlere bıraktı.
Mikenler aralarında Zeus, Hera, Athena, Poseidon, Hermes ve Dionysos gibi
birçok tanrının bulunduğu kendi uygarlıklarını geliştirdiler. Bu tanrılar,
yüzlerce yıl sonra kendi dinlerini geliştiren Yunanlılar tarafından benimsendi.
Çin’de Şang hanedanı Sarı Nehir Vadisinin ve kuzey orta
ovaların büyük bölümünü 600 yıldan fazla bir süre için birleştirdi. Bu süre
içinde yazı dünyanın diğer bölgelerinden bağımsız olarak bulundu ve ilk Çin
şehirleri inşa edildi. Baş tanrı Şang Di, tarım tanrısıydı ve rüzgâr, yağmur,
gök gürültüsü ve şimşeği kontrol etmekteydi.
Peru’da, 2.940 yıl önce And dağlarında 3170 metre yükseklikte
bulunan Chavin de Huântar’da bir tapmak inşa edildi. Tapmak, orta ve kuzey
Peru’ya hâkim olan Chavin dininin baş tanrısına aitti. Lanzön olarak
adlandırılan tanrı, dar bir taş koridorun sonunda duran 4,5 metrelik beyaz bir
granit figürdü. Bu tapınakta kazı yapmış olan Yale Üniversitesinden arkeolog
Richard Burger şunları anlatmıştır; Lanzön’un tasvir ettiği ilah, oldukça
antropomorfiktir. Kollan, kulakları, bacakları ve kavramaya elverişli
başparmakları ile beş parmaklı elleri olan bir insan şeklindeydi... Yukarı
doğru hırlar gibi duran ağzından çıkan üst kesici sivri dişler özellikle dikkat
çekicidir... Lanzön’un kaşları ve saçları, dönen yılanlarla gösterilir ve
kafasındaki başlık, bir dizi sivri dişli kedi kafasından oluşur... Lanzön’un
Galerisine girişin kısıtlanmış olması, onun erişilemez, güçlü ve tehlikeli bir
tanrı olduğunun göstergesidir.68 (*
Hinduizmin kutsal metinleri olan Vedalar’ın bir bölümüdür. Bu ilahiler
arkaik Sanskrit dilinde tanrılara şükür ve saygı için yazılmış on kitaptan
oluşur. —ç. n.)
Chavin Tapınağı, “küçük havalandırma ve atık su giderlerinden
oluşan ayrıntılı bir labirente” sahip olmasından dolayı ilgi çekicidir. Florida Üniversitesinden arkeolog Michael
Moseley şöyle demiştir: “Suyun boşaltma giderlerinden akarken çıkardığı ses
odaları doldurup tapınağın kelimenin tam anlamıyla kükremesine neden
olmaktaydı! Durum böyle ise tören merkezi önünde toplanmış dindar kalabalığa
oldukça uhrevi görünmüştür.”69
Eksen Çağı
Günümüzden 2.800 yıl önce, bildiğimiz şekliyle tanrıların ve
dinlerin ortaya çıkışıyla ilgili son aşama başladı. Bu döneme gelindiğinde
dünya büyük ölçüde değişmişti. Tarım devriminin başında var olan beş milyon
modern Homo sapiens sayıca 200 ila 300 milyona yükselmişti. Ekonomik ve askeri
fetihler sayesinde insanlar birleşerek giderek daha büyük siyasi birimler
oluşturmuştu. Örneğin, Çin’de Şang ve sonra Çu hanedanları büyük yerleşimleri
ve nüfusları bir araya getirmişti. Güneybatı Asya’da Neo-Asur imparatorluğu
güneydoğu Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Irak, İran, Mısır ve Suudi
Arabistan’ın bir bölümünde hüküm sürmekteydi. Bu imparatorluk önce Pers
İmparatorluğu tarafından, sonra Yunanistan’dan Himalayalara kadar uzanan
bölgeyi fetheden Büyük İskender tarafından yenilgiye uğratılacaktı.
Büyük imparatorluklar büyük tanrılar ve büyük dinler
gerektirir. Üç bin yıl önce Mezopotamya ve Mısır şehirleri için yeterli olan
ilk tanrılar (doğa güçleri, yaşam ve ölüm tanrıları) pek çok etnik gruba
mensup, milyonlarca insandan oluşan imparatorluklar oluştuğunda artık yeterli
gelmiyordu. Yönetimin yeni dünya düzenini kapsayacak şekilde sistemleştirilmesi
zorunluydu. Aynı şekilde böylesi bir yönetimin ayrılmaz bir parçası oldukları
için tanrıların ve dinlerin de sistemli hâle getirilmesi gerekiyordu. Yönetimi
elinde tutanlar, yetkilerinin bir kısmını tanrılardan elde ettiler.
Böylece, günümüzden 2.800 ila 2.200 yıl öncesinde (MÖ 800 -
200) 600 yıllık bir dönem olan “eksen çağı” doğdu. Bu dönemde Konfüçyanizm,
Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük ve Yahudilik doğdu; sonrasında Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslam’a yol açtı. Bu dinlerin tümü, şu an hayatta olan
insanların yüzde 60’ına manevi destek sağlıyor. Antik Yunan dini gibi başka
dinler de eksen çağında ortaya çıkmış olsalar da sonradan hepsi yok olup gitti;
bu kadim dinlerin tanrıları günümüzde tapmaklardan ziyade müzelerde ikamet
ediyorlar.70
Eksen çağında, Konfüçyüs, Lao Tsu, Upanişadların pek çok
yazarı, Buda, İlyas, İkinci Yeşaya, Yeremya, Hezekiel (Zülkifl), Sokrates,
Platon ve Aristoteles gibi önemli kişiler yaşamıştır. Hatta Konfüçyüs, Buda ve
İkinci Yeşaya’nın hayatları aynı zaman diliminde kesişir. Alman filozof Kari
Jaspers bu dönemi “tarihin bir ekseni’ni temsil ettiği için “eksen çağı” olarak
tanımlamıştır. Jasper, “Tüm muazzam gelişmeler Çin’de, Hindistan’da ve Batı’da
birbirinden bağımsız olarak ve neredeyse aynı anda, bu isimlerin yan yana
geldiği birkaç asır içinde gerçekleşmişti,” der. İngiliz filozof John Hick,
eksen çağında “nihai anlamın kavranmasına giden başlıca yol gösterici olan
önemli dinî seçeneklerin tümü belirlenmiş ve oluşturulmuştu... O zamandan beri
insanlığın dinî yaşamında bu denli özgün öneme sahip olan bir yenilik daha
ortaya çıkmadı,” der. Fransız filozof Eric Weil, bu dönemde Musevi ve Yunan
medeniyetlerinin ayırt edici biçimlerine ulaştıklarını ve “diğer uygarlıkların,
yeni doğmaya başlayan düşünce sistemlerimizle neredeyse hiç temas etmeden ve
kesinlikle onlardan etkilenmeden şaşırtıcı paralel gelişmeler gösterdiğini”
ekler. Karen Armstrong, A History of God (Tanrının Tarihi) kitabında benzer bir
şekilde, eksen çağında “insanların, önemli ve oluşumcu olmayı sürdüren yeni
ideolojiler yarattıklarını” belirtir. “Tam olarak anlamadığımız nedenlerden
dolayı ana uygarlıkların tümü paralel çizgiler boyunca gelişmiştir,“ diye
ekler.71
Büyük dinlerin gelişimini araştırırken, sahip oldukları beş
özellik dikkat çekicidir. İlk olarak, hepsi ölüm sorununa bir yanıt getirmeyi
amaçlıyordu. Babil Kraliyet Yolu üzerindeki bir yazıt, yurttaşlarına “Tanrımız
Marduk, sonsuz yaşam bahşeder,” diyerek güvence vermekteydi. Bu noktayı, yüzyıl
önce din hakkında yaptığı klasik çalışmasında William James şöyle özetlemiştir:
“Bir Tanrının varlığının ilk belirgin özelliği bence ölümsüz olmasıdır, başka
bir şey değil. Tanrı ölümsüzlüğün üreticisidir ve ölümsüzlükten kuşku duyanlar
hiç sorgulanmadan dinsiz olarak yaftalanır.” James’ten dört yüz yıl önce,
Martin Luther benzer şekilde şunları söylemişti: “Öbür dünyaya inancınız yoksa
Tanrınız beş para etmez.”72
İkincisi, büyük dinler ölüm ikilemi için bir çözüm sunmanın
yanında başka yararlar da sağlar. Bunlar arasında, aynı dine mensup kişilere
psikolojik destek olmanın yanı sıra fiziksel koruma, sosyal hizmetler ve iş
bulma ya da ekonomik yardım gibi faydalar da bulunur. Gerçekten de bazı
dinlerin psikolojik ve sosyal faydaları o denli belirgin hâle gelebilir ki bu
tür yararlar dinlerin kökeni gibi görünebilir. Sosyolojik açıdan bakıldığında,
Robert Bellah’ın savunduğu gibi, “dinler varken tanrıların hiç de gerekli
olmadığı” bile söylenebilir 73
Üçüncüsü, daha önce belirtildiği gibi, büyük dinler
genellikle halkın siyasal yönetimi ile birlikte gelişim gösterir. Kutsal olanla
dünyevi olan el ele gelişir ve çoğu kez birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle,
Mezopotamya’da tanrılara ait tapmaklar, ekonominin inşa edildiği atölyeleri ve
ticareti kontrol etmiştir. Buna ek olarak siyasi liderler kendilerini
tanrılarla müttefikleştirmiş ve bazı durumlarda kendilerini yarı tanrı hatta
ilah konumuna getirmişlerdir. On dokuzuncu yüzyıl Alman lideri Otto von
Bismarck, bu prensibi şunları gözlemler: “Devlet adamının görevi tarih
koridorlarında yürüyen Tanrının ayak seslerini işitmek ve tam geçtiği sırada
O’nun elbisesinin ucundan yakalamaya çalışmaktır.”74
Dördüncüsü, dinlerin sürekli olarak ortaya çıkması ve her
birinin başarısının ya da başarısızlığının çoğunlukla taraftarlarının ekonomik,
siyasi ya da askerî başarısı tarafından belirlenmiş olmasıdır. Örneğin, Budizm
ve Hıristiyanlık, başlangıçta sırasıyla Hindistan imparatoru Asoka ve Roma İmparatoru
Konstantin tarafından benimsendikleri için dünya dinleri hâline gelmiştir. Buna
karşın, başlangıçta önemli bir dünya dini olmasına rağmen Yunan dini
İskender’in MÖ 323’te ölümünden sonra Yunan şehir devletlerinin siyasi olarak
onları zayıflatan ve tanrılarını sönükleştiren bitmek bilmeyen iç savaşları
yüzünden varlığını sürdüremedi. Sonrasında, havari Paul Yunanlılara
Hıristiyanlığı telkin etmeye başladığında, İsa ölüm sorununa Zeus’un
sunduğundan çok daha cazip bir çözüm önerecekti.
Son olarak, yeni dinlerin ortaya çıkışı öncelikle daha eski
dinlerden tanrıların ve teolojinin ödünç alınmasıyla gerçekleşir. Örneğin, eski
Yunan tanrıları arasında sevgi ve güzellik tanrıçası Afrodit’in “deniz
tüccarları tarafından Kıbrıs’tan Yunanistan’a getirildiği” kabul edilir. Buna
karşılık Kıbrıslıların da Afrodit’i Asurlulardan ve Fenikelilerden ödünç
aldıkları düşünülür. Buralarda Astarte adı verilen Afrodit’e Babil’de İştar
denmiş, bundan öncesinde ise Mezopotamya’da İnanna olarak isimlendirilmiştir.
Benzer şekilde, Afrodit’in âşık olduğu yakışıklı Yunan figürü Adonis, daha önce
Fenike’de adına büyük bir tapmak kurulan Biblos’ta önemli bir tanrıydı.
Adonis’in bundan önce Tammuz olarak adlandırıldığı Babil’den ve isminin Dumuzi
olduğu Mezopotamya’dan ödünç alındığı düşünülmektedir. Tanrıların ödünç
alınması fikri yeni değildir. Yunan gezgin ve tarihçi Herodot, 2.400 yıl önce
“farklı dinî sistemlerde ve farklı isim ve özelliklere sahip tanrıların aslında
çok benzer işlevlere sahip olduklarını” belirterek özellikle “Perslerin
Afrodit’e tapınmayı Asur’daki Astarte kültünden ödünç aldığı” savını ortaya
atar.75
Tıpkı tanrılar gibi dinî düşünceler de ödünç alınmıştır.
Örneğin Yahudi Hıristiyan dininin, insanın yaratılması, Büyük Tufan ve Babil
Kulesi gibi konularla ilgili fikirleri Mezopotamya dininden almış olduğu
düşünülmektedir. Benzer şekilde, İsrailliler MÖ 587’den itibaren Babil’de
sürgün edilmeleri sırasında güçlü Ahura Mazda ile Zerdüşt diniyle
tanışmışlardır. İsrailliler Yahuda’ya
döndükten sonra, Eski Ahit’te ilk kez tamamen güçlü, monoteist bir tanrı
fikri belirgin hâle geldi. Zerdüştçülükten ödünç alınmış olabilecek diğer
fikirler arasında, “dünya ahlaki yozlaşma tehlikesi altında olduğu ve kötülüğün
eline düştüğü zamanlarda belli aralıklarla” ortaya çıkacak “saoshyant” ya da
kurtarıcı kavramı da bulunur. Son kurtarıcı “her insanın sevaplarıyla
günahlarının tartılacağı” kıyamet gününün gelip çattığını haber verecek kişi
olacaktır. Zerdüşti inancını takip edenler ayrıca kurtarıcıların üçünün de
bakirelerden doğacağına, babalarının da bu dinin kurucusu Zerdüşt olacağına
inanırlardı.76
Görüldüğü üzere, eksen çağı modern Homo sapiens in evriminde
dikkate değer bir dönemin doruk noktasıydı. Sadece 4.000 yılda, ilk tanrılar ve
uygarlıklar ortaya çıkarak hızla yayılmış ve bunu dünyanın bütün büyük
dinlerinin oluşumu izlemiştir. Robin Dunbar “Din, biz insanların maymun
kuzenlerimizden niteliksel olarak gerçekten ayrıştığı bir olgudur,” diye
belirtir ve şu soruyu sorar: “Neden, din Hayvanlar Âleminde eşine
rastlanmayacak bir şekilde sadece bizim türümüz üzerinde böyle bir üstünlüğe
sahiptir?” Bu sorunun yanıtı bizlerin yalnızca akıllı, farkındalığa sahip,
empatik ve özdüşünümsel oluşumuz değildir; geleceğimizi düşünürken geçmişimizi
de bununla bütünleştirmemizi sağlayan otobiyografik bir belleğe sahip
olmamızdır. Bu özellik bizi Karen Armstrong’un sözleriyle Homo religiosus
[dindar insan] yapmıştır77
Ölüm ikilemi insan beyninin evriminin kaçınılmaz bir
sonucuydu ama tanrılar ve dinler doğuştan sahip olduğumuz bu derin ikileme bir
çözüm getiriyordu. Bunu yaparken, insanları melezleştirerek yarı ölümlü, yarı
ölümsüz hâle getirdi. Ernest Becker, bu çelişkiyi Pulitzer Ödüllü The Denial of
Death (Ölümü İnkâr) kitabında dile getirirken, insanları “anüsleri olan
tanrılar” olarak nitelendirir. “İnsan tam anlamıyla ikiye bölünmüştür: Kendi
dikkat çekici benzersizliğine dair bir farkındalığa sahiptir, böylece yüce bir
görkemle doğadan ayrışır ancak yine de körü körüne ve ahmakça toprağın altına
girerek çürür ve sonsuza dek yok olur. Bu ikilemle yüzleşmek ve onunla birlikte
yaşamak zorunda olmak dehşet vericidir.”78
(26. Bölüm)
Tanrıların Kökenine
Dair Diğer Kuramlar
Tanrılara ilişkin düşünceler, tanrılar var olduğundan beri
süregelmektedir. Nitekim tanrılar, dünya edebiyatının hayatta kalan en eski
eserlerinden biri olan Gılgamış Destanında ön planda yer alırlar. Tanrılarla
ilgili bu tür spekülasyonlar son yirmi yılda, özellikle insanların sadece yüzde
21’inin “Tanrının yaşamlarında önemli bir rol oynadığını söylediği” Avrupa’da
giderek ön plana çıkmaktadır.1
Bu kitap, tanrılara evrimsel bir yaklaşım getirmek üzere
yazıldı. Bu yaklaşım ilk kez Charles Darwin tarafından ortaya konmuştu. Darwin
“her yeri kuşatan ruhsal aracılara inancın evrensel gibi göründüğünü”
belirterek “ruhsal aracılara inancın kolayca bir ya da birden çok tanrının
varlığına olan inanca dönüştüğüne” dikkat çeker. Bununla birlikte, Darwin’e
göre bunun gerçekleşebilmesi için önce “insanın akıl yürütme gücünde önemli bir
ilerleme” meydana gelmesi gerekir.2
Darwin’in döneminde mevcut olmayan sinirbilimi çalışmalarını
kullanarak, bu kitabın l’den 5 e kadar olan bölümlerinde “insandaki akıl
yürütme gücünde” görülen beş ana gelişme anlatılmıştır. Hominin beyinleri
büyüdükçe ve çeşitli beyin alanları arasında daha güçlü bağlantılar giderek
geliştikçe zekâya, kendimiz hakkında düşünme becerisine, başkalarının ne
düşündüğünü düşünme becerisine (zihin kuramı) ve daha sonra kendimizin kendimiz
hakkında düşündükleri ile ilgili düşünme özelliğimiz olan içebakışçı yetiye
kavuştuk. Nihayet yaklaşık 40.000 yıl önce, otobiyografik bir bellek edindik ve
kendimizi öncesinde mümkün olmayan biçimde geçmişte ve gelecekte düşünebilme
becerisi kazandık. Artık modern Homo sapiens olmuştuk.
Kendimizi düşünsel olarak zamanda geriye ve ileriye
götürebilmek, kendi ölümlerimizi öngörmemize izin verdiği için biz modern
insanların düşüncelerini derinden etkilemiştir. Darwin’in çağdaşı olan Edward
B. Tylor, ölümü anlama çabamızda ruhun ya da manevi bir varlığın kaybını yaşam
ile ölüm arasındaki kritik fark olarak gördüğümüzü ileri sürmüştür. Geçmiş,
şimdiki zaman ve geleceği birbiriyle birleştirme konusundaki yeni becerimiz
rüyalarımıza daha öncesinde mümkün olmayan yollarla anlam yüklememizi sağladı.
Tylor’un belirttiği gibi, ölen atalarımız rüyalarımıza girerek bizi ziyaret
ettikleri için ölmüş ruhların öbür dünyada var olmaya devam ettiğini düşündük.
Böylece, kaçınılmaz olarak bu ruhlardan yardım talep etmeye ve gönüllerini
almak için çaba göstermeye başladık.
Ölümden sonra insanların başka bir biçimde var olmayı
sürdürebildikleri kabul edildiğinde, tanrı düşüncesinin tohumları da ekilmiş
oldu. Filozof Sam Harris’in The End ofFaith (İnancın Sonu) kitabında bahsettiği
gibi: “Tek bir önermeye, ölmeyeceksin sözüne bir kez inanması hayata karşı
başka türlü akla bile gelmeyecek bir yanıtı belirler.” Ölen aile üyelerinin
ölümden sonra da var olduklarına inanıldığı için onlardan yardım istemek akla
uygun geliyordu, atalara ibadet de bu şekilde başladı. Bu durum giderek
öylesine ayrıntılı hâle geldi ve ayinleştirildi ki kudretli atalardan bazıları
ilahi göklere ulaşmaya başardı ve tanrı olarak görülmeye başlandı. Anlaşıldığı
kadarıyla bu süreç dünyanın çeşitli yerlerinde birbirinden bağımsız şekilde
gerçekleşti ancak yazılı kayıtlar ortaya çıkana dek bu doğrulanamadı.3
Geçmişi, bugünü ve geleceği bütünleştirme becerimiz, planlama
yapabilme özelliğimizi geliştirerek doğrudan tarım devrimine yol açtı. Tarıma
geçiş sayesinde insan nüfusu arttıkça ve bu nüfus şehirleştikçe, dünyevi
yöneticiler kurallar ve yasalar yarattılar ve bunları tatbik etmek için daha
sonra kendileri tanrılarla birlik oldular. Böylece toplumun adalet ile ilgili,
ekonomik ve sosyal gereksinimlerini tanrıların yetkisi altında toplayan ilk
dinler ortaya çıktı. Devletler ve uygarlıklar genişledikçe dinler de büyüdü.
Tanrıların ve dinlerin etkisi doğrudan bağlı oldukları
uygarlıkların etkisine bağlıydı; bu durum günümüzde de devam etmektedir. Şekil
8.1’de bu olaylar şematik olarak gösterilmektedir.
ŞEKİL 8.1 Tanrıların ve dinlerin kökenleri.
Görüldüğü gibi, beyne ilişkin evrim kuramı tanrıların ve daha
sonrasında tanrılara bağlı resmî dinlerin insan beyninin gelişiminin bir ürünü
olduğunu ileri sürer. Günümüzdeki beyin çalışmaları, önceki bölümlerde
ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı gibi, bilişsel becerilerimizin bu becerilerle
ilişkili olan beyin bölgelerinin evrilmesiyle aynı sırayı izleyerek
kazanıldığını doğrular ve bu kurama anatomik bir destek sağlar. Tıpkı
Darwin’in, “ruhsal aracılara inancın, tanrılara inanca yol açtığını düşünmesi
gibi, Tylor da “kişinin sahip olduğu ruhun Gelecek Hayat’ta da varlığını
sürdüreceğine” olan inancın hem tanrılara hem de dinlere yol açtığını ileri
sürer. Tylor bu gelişimi şöyle özetler:
[Ruhun varlığının sürdüğüne dair] bu büyük inancın izleri,
vahşi ırklar arasındaki kaba ve ilkel tezahürlerinden geleceğe olan imanın bir
anda sevap işlemeye, acı çekerek ve ölüm korkusu duyarak umudun sürdürülmesine
özendirdiği ve bu dünyada mutluluk ile sefaletin bölüştürülmesi konusundaki
kafa karıştırıcı sorunu başka bir dünyada adalet sağlayarak çözen modern bir
dinin merkezine yerleştiği yere kadar sürülebilir.4
Bu nedenle beyne ilişkin evrim kuramı, tanrıların hem ortaya
çıkış nedenini hem de niçin o zaman ortaya çıktıklarını açıklayabilir. Evrim
kuramı aynı zamanda paralel evrime dayanarak tanrıların dünyanın farklı
yerlerinde birbirinden bağımsız ortaya çıkışını da açıklayabilir. Son olarak,
toplulukların adli, ekonomik ve sosyal ereksinimlerinin manevi ihtiyaçlarla
nasıl birleştiğine açıklık getirebilir. Dünyevi olanla kutsal olan birlikte
gelişmiştir; her biri diğerini desteklemiş ve birbirine bağımlı kalmıştır.
Tanrıların ve dinlerin kökenini açıklamak için başka kuramlar
da ileri sürülmüştür. Bu kuramlar birbirleriyle önemli oranda örtüşme gösterir
ve tanrıların ve dinlerin kökeni ile ilgilenen pek çok akademisyen bu
kuramların birden fazlasını kullanır. Aşırı basitleştirerek de olsa bu kuramlar
sonraki sayfalarda kısaca özetlenecektir.
Toplumsal Kuramlar
Tanrıların ve dinlerin kökeni hakkındaki toplumsal kuramlar,
çoğunlukla çağdaş sosyolojinin kurucusu olarak gösterilen, on dokuzuncu yüzyıl
Fransız düşünürü Émile Durkheim’ın çalışmalarına dayanır. Durkheim, tanrıların
ve dinlerin kökeninin ruh ve rüyalarda değil, sosyal yapılarda ve kurumlarda
yattığına inanıyordu. “Dinin gerçek doğası, onun yüzeyinde değil, altında yer
alır... Dinin asıl değeri, kendisine ilham veren ve bireylerin gruba
bağlılığını yenileyen törenlerde yatar. Bu ritüeller daha sonra neredeyse
sonradan akla gelen bir düşünce gibi, ataların ruhları ve tanrılar hakkındaki
fikirleri biçimlendiren bir tür sembolizm gereksinimi yaratırlar.” Durkheim
için “din son derece toplumsal bir şeydir” ve başlangıç noktası hizmet ettiği
işlevlerdir. Aslında, din için tanrıların varlığı şart değildir. Durkheim için
“din ve toplum birbirinden ayrılamaz”.
1912’de yayınlanan The Elementary Forms of the Religious Life (Dinî
Hayatın İlkel Biçimleri) adlı kitabında dini “kutsal şeylerle ilişkili
inançlardan ve uygulamalardan oluşan ve Kilise olarak adlandırılan tek bir
ahlaki topluluğa bağlı birleşik bir sistem” olarak tanımlar.5
Durkheim, çağdaşı din kuramcılarını büyük ölçüde
etkilemiştir. Buna bir örnek New York Times muhabiri Nicholas Wade’dir. The
Faith Instinct (İnanç İçgüdüsü) kitabında Wade “dinin evrimsel işlevinin ...
insanları birbirine bağlayarak grup çıkarlarım kendi bireysel çıkarlarının
önüne koymalarını sağlamak” olduğunu öne sürer. Dolayısıyla “daha güçlü bir
dinî eğilime sahip olan gruplar, daha az kaynaşmış gruplara göre daha çok
birleşecekler ve daha fazla avantaja sahip olacaklardır”. Wade’e göre “bir din,
üyelerinin birbirlerini desteklediği güven halkaları yaratır... [ve] hem
birbirlerine (grup içi) hem de inanmayanlara (grup dışı) karşı üyelerin
toplumsal davranışlarını şekillendirir”. Benzer bir görüş, William ve Mary
Üniversitesinden antropolog ve psikolog Barbara King tarafından Evolving God
kitabında dile getirilmiştir. King e göre “din temelde” primatlarda güçlü bir
ihtiyaç olarak gözlemlediği “aidiyet duygusu üzerine inşa edilmiştir”. Din, bu
ihtiyaçtan doğmuştur: “Dünyevi bir aidiyet gereksinimi insanın hayal gücünü
harekete geçirerek Tanrı, tanrılar ve kutsal ruhlarla ilişki kurulan diğer
dünyevi âleme kapı açmıştır. Maymunsu atalarımızda gördüğümüz yapı taşlarından
tanrılara dua etmek, ilahilerle Tanrıyı övmek, görünmez ruhların gücü önünde
korkuyla titremek için duyulan içli gereksinim ortaya çıkmıştır."6
Binghamton Üniversitesinden antropolog David Sloan Wilson,
bir dine mensup olmanın toplumsal avantajlarını vurgulayan bir diğer önemli
sosyal kuramcıdır. Darwin’s Cathedral adlı kitabında, ülkeye yeni gelmiş
göçmenlere dair çeşitli örnekleri alıntılar. Bu kişilerin bir kilise cemaatine
katılarak elde edebildikleri “araba satın alma, konut bulma, iş başvuruları
için tavsiye mektubu alma, bebek bakıcılığı için referans alma, Sosyal Güvenlik
bilgileri... çocukları okula kaydetme, vatandaşlık için başvurma ve mahkeme
işleri gibi sürüp giden bir maddi menfaatler listesi” sıralar. Antik
Mezopotamya’da Enki ve diğer tanrıların tapınak cemaati de bu tür toplumsal
menfaatlerden kendilerine düşen payı almışlardır. Kısacası böyle menfaatler en
başından itibaren dinlerin yapısında yer almıştır7
Diğer toplum örgütleri gibi dinler de elbette mensuplan için
toplumsal faydalar sağlar ve önemli sosyal ihtiyaçları karşılar. Bu, 6.
Bölüm’de anlatıldığı gibi, kayıtlı ilk dinlerin Mezopotamya’da ortaya
çıkmasından bu yana böyle olagelmiştir. Ancak mesele dinlerin sosyal
ihtiyaçları karşılayıp karşılamadığı değil, bu durumun tanrıların ve dinlerin
kökeni olup olmadığıdır. Bazı sosyal kuramcılar arasında tanrılar belirgin
şekilde öne çıkmaz. Örneğin The Faith Instinct (İnanç İçgüdüsü) kitabında
Nicholas Wade, “tanrıların etkili bir cemaat için her zaman gerekli
olmadıklarım” iddia eder. Bu kuramlara göre, Thor ve Zeus’un yıldırımları
ellerinden alınmış gibidir, bu tanrılar daha ziyade polis memuru ya da sosyal
görevli gibi görünürler.8
Toplum Yanlısı Kuramlar
Tanrıların kökeni konusundaki toplum yanlısı (prososyal)
davranış kuramları, özel bir sosyal kuram türü olarak kabul edilebilir. Bu
kuramların özü, insanların tanrılar tarafından gözetleniyor olmasıdır, insanlar
her şeyigören ve bilen gökyüzündeki göz tarafından sürekli izlenir. Bu
kuramlar, tanrıların ve dinlerin toplumsal kuralları, ahlakı ve grup normlarını
uygulamadaki önemini vurgulayarak “dinin belirli bir toplumsal düzeni sürdürmek
üzere icat edildiğini” ileri sürerler. Bu açıdan bakıldığında, her şeyi gören ve
bilen bir tanrıya olan inanç çok faydalıdır. Bu tür tanrıların yararını
gösteren klasik deney, bir üniversite kafeteryasında insanların aldıkları
içecekler için içine para koymalarının beklendiği “dürüstlük kutusu” idi. On
haftalık bir süre boyunca “dürüstlük kutusunun üzerine sırayla, bir hafta çiçek
resimleri bir hafta bir çift göz resmi çizildi. Göz resimlerinin kullanıldığı
haftalarda, çiçeklerin kullanıldığı haftalara göre neredeyse üç kat fazla para
toplandı. Araştırmacılar, “göz resimleri katılımcılarda izlendiklerine dair bir
algı oluşturduğu için işbirlikçi davranışları motive ettiği” sonucuna varmıştı.
İlginç bir şekilde, benzer bir araştırma ilkokul çocukları üzerinde
yapıldığında, gözlerin bu çocukların davranışları üzerinde herhangi bir etkisi olmamıştır,
bunun nedeni muhtemelen çocukların henüz olgun bir biliş (kavrayış) kazanmamış
olmalarıdır.9
Yakın tarihli üç kitap, tanrının bizi izlemesi konusuna
odaklanmaktadır. Üç kitap da bu kitabın 3. Bölümü’nde tartışılan zihin
kuramının dinî inancın temeli olarak önemine değinerek başlar. Homininler bir
zihin kuramı edindiklerinde ve diğer insanların yanı sıra tanrıların da
düşünceleri ve duyguları olduğunu anladıklarında, dinlerin oluşmasıyla
sonuçlanacak kaçınılmaz bir yolculuğa başladılar. Belfast’ta Queen’s
Üniversitesinden psikolog Jesse Bering, The Belief Instinct kitabında açıkça
“Tanrı zihin kuramından doğmuştur,” der.10
Bu konu British Columbia Üniversitesinden psikolog Ara
Norenzayan tarafından yazılan Big Gods: How Religion Transformed Cooperation
and Conflict ve Oxford Üniversitesinden biyolog Dominic Johnson tarafından
yazılan God Is Watching You: How the Fear o f God Makes Us Human adlı
kitaplarda bu konu ileri taşınmıştır. Her iki kitap da tanrı kavramının zihin
kuramından ve tanrıların bizi izlediğine olan inancımızdan kaynaklandığını öne
sürmektedir. Böyle bir inanç, bizi diğer homininlerle işbirliği yapmaya
yöneltir; ne kadar fazla işbirliği yaparsak grubumuz ekonomikve toplumsal
açıdan o derece başarılı olacak ve genlerimiz de o kadar çok yayılacaktır.11
Johnson, iyi ile kötüyü ve hayatın anlamını açıklayabilmek
için tanrıların ortaya çıktığını ileri sürer: “Beynimiz, hayatın
rastlantısallığı içinde anlam arayışı yapmadan duramayacağımız şekilde gelişti.
Bu insanoğlunun doğasında var.” Bu gereksinimi karşılamak için tanrıları icat
ettik: “İnsan toplumları tanrıları sadece bir kez değil, binlerce kez icat
etmiştir.” Tanrılar bizi sürekli izlemek ve ne yaptığımızdan haberdar olmak
suretiyle, işbirliği içinde davranmamız için üzerimize olumlu bir güç
uygularlar: “Burada temel fikir, doğaüstü araçların Büyük Birader (Big Brother)
gibi bizi sürekli gözetleyen, kendi çıkarımızı baskılayarak daha fazla
işbirlikçi ve üretken olmamızı sağlayan korku ve saygı figürleri olmalarıdır.”
Johnson’a göre bu tür toplumlar daha başarılı olacak ve dolayısıyla genlerini
bir sonraki kuşağa aktarma olasılıkları evrimsel olarak artacaktır.12
Başka bazı yazarlar, tanrıların ve dinlerin ahlaki ve toplum
yanlısı davranışları teşvik etmelerinin önemini vurgulamışlardır. Eski bir
Katolik rahibe olan Karen Armstrong A History o f God (Tanrının Tarihi)
kitabında “Tanrı fikri olmaksızın mutlak bir anlam, hakikat ya da ahlak yoktur;
etik sadece bir zevk meselesi, bir ruh hâli ya da heves olarak kalır,” der. Bu
düşünceye katkıda bulunan bir diğer kişi sosyolog Robert Bellah’tır. Religion
in Human Evolution (İnsan Evriminde Din) kitabında dini “ahlaki bir toplumda
onlara bağlı olanları bir araya getiren kutsallarla ilişkili bir inanç ve
uygulama sistemi” olarak tanımlar ve oyun, ritüel ve mit gibi ortak
etkinliklerin toplumlar giderek daha karmaşık hâle geldikçe nasıl
kurumsallaşmış dinlere yol açtığını anlatır.13
Dini toplumsal davranışları teşvik eden bir mekanizma olarak
inceleyen bir diğer görüş Boston Üniversitesinden psikolog Patrick McNamara
tarafından ileri sürüldü. Neuroscience o f Religious Experience kitabında dinî
inanç ve uygulamaların bireyler üzerindeki etkilerine odaklanır. McNamara,
“mevcut Benlik”, “uygulayıcı Benlik” ve “ideal Benlik” kavramlarını ortaya koyar:
“Din, bireyin ulaşmak için çaba gösterdiği ve mevcut Benliğini
değerlendirebileceği ideal bir Benlik sağlayarak bu uygulayıcıBenliği yaratır”.
Dinî uygulamalar “[mevcut] Benliği daha
yüksek, daha iyi bir Benliğe dönüştürmeyi amaçlar... Din Benlik ile ilgilidir,
çünkü onu dönüştürmeyi amaçlar”. McNamara dinî uygulamaların beyni
“merkezsizleştirici” olarak adlandırdığı bir süreçle nasıl etkilediğini
anlatır. Bu görüşe göre dinin nihai amacı, bireysel davranışları iyileştirmek
ve sosyal işbirliğini teşvik etmektir, çünkü “uygulayıcı Benlik, sosyal bir
Benliktir ve toplumsal işbirliği konusunda ustadır".14
Tanrıların toplum yanlısı davranışları desteklemekte rol
oynadığı açık bir şekilde görülür ancak bu rolün büyüklüğü tartışmaya açıktır.
Bununla beraber, asıl soru tanrıların toplum yanlısı davranış ve işbirliğini
destekleyip desteklemediği değil, tanrıların kökeninde yatan nedenin bu olup
olmadığıdır. Toplum yanlısı kuramcıların iddia ettiği gibi, tanrılar Homo
sapieMs’te toplum yanlısı davranışın teşvik edilmesine duyulan ihtiyaçtan
dolayı mı ortaya çıkmışlardır? Yoksa bu kitapta iddia edildiği gibi, Homo
sapiens in ölüm ve öbür dünya anlayışına bir yanıt olarak mı ortaya çıkmış ve
sonrasında toplum yanlısı bir işlev mi kazanmışlardır?
(27. Bölüm)
Psikolojik Ve Rahatlık
Kuramları
Tanrıların ve dinlerin kıkenlerine dair en iyi bilinen
psikolojik kuramı psikanalist Sigmund Freud ortaya atmıştır. Freud’a göre, baba
figürü olarak tanrıları yaratma ihtiyacımız, Ödipal kompleksimizi çözmek için
duyduğumuz bilinçdışı bir gereksinimden kaynaklanır. Bu gereksinim çocukluk
döneminde, tıpkı Yunan kral Ödipus’un yaptığı gibi, erkek çocukların babalarını
öldürüp anneleri ile evlenmek istemelerine bağlı olarak ortaya çıkar. Bu
nedenle, Freud’a göre, “din, yalnızca derin duygusal çatışmalara ve zafiyetlere
bir tepki olarak ortaya çıkar” ve insanlardaki bilinçdışı çatışmalar psikanaliz
yoluyla çözüldüğünde dine duyulan gereksinim de ortadan kalkar.15
Freud’un bilinçdışı gereksinimleri karşılayan din kuramları
gözden düşmüş olsa da günümüzde birçok kuram dinlerin bilinçli ve bilinçdışı
rahatlama ihtiyaçlarını karşılamadaki rolüne vurgu yapar. Ölümü bir sonolarak
kabul etmektense cennete gitmeyi, öldükten sonra yeniden dirilmeyi ya da
ölümden sonra bir başka hayat biçimine girmeyi ummak tabii ki rahatlatıcıdır.
Çoğu dinde, öbür dünya oldukça çekici olarak tasvir edilir. Örneğin Mormon
dininde, cennetin üç katı içinde en yükseği olan Göksel Krallık, peygamber
Joseph Smith tarafından “altınla döşenmiş gibi duran ... muhteşem güzellikte
caddelerin” bulunduğu bir yer olarak anlatılmıştır. İnananlar orada sonsuza dek
yaşamayı sürdürecektir.
Bir Mormon araştırmacı şöyle der: “Öbür dünyada, sahip
olduğumuz koca göbek, siğiller, şekil bozuklukları ve benzeri kusurlar
haricinde, her birimiz dünyadaki hâlimize benzeyecek ve mükemmel bir fiziksel
görünümde olacağız; ölmeden önceki ruhlarımız da artık ebediyetle giyinmiş
olacak.” İnsanlar Göksel Krallık’ta aileler hâlinde yaşayacak ve “bebekya da
çocukken ölenler yüce ebeveynleri tarafından, Âdem’den gelip sonsuza dek uzanan
aile zincirinin bir halkası olarak büyüyene kadar bakılacaklar”.16
Ölümden sonraki hayata ilişkin vaatleri tanrıların ortaya
çıkışında önemli bir faktör olarak gören din bilimcilerinin çoğu, bunun yanında
başka etkenlerin de olduğunu görüşündedir. Cambridge Üniversitesinden zoolog
Robert Hinde, Why Gods Persist kitabında şunları söyler: “Bir tanrıya inanmak,
özellikle olayların nedenlerini anlama, kişinin kendi yaşamını kontrol ettiği
hissi, sıkıntılı durumlarda güven arama, ölüm korkusuyla başetme, ilişkileri ve
toplumsal yaşamın diğer yönlerini arzulama ve hayatta makul bir anlam arama
gibi çok sayıda insani eğilimle ilintilidir.” Benzer şekilde, Johns Hopkins
Üniversitesinden sinirbilimci David Linden, The Accidental Mind kitabında “din
insanlara özellikle kendi fanilikleri ile yüzleşmelerinde bir rahatlık sağlar,”
der. Daha sonra dinlerin sahip olduğu diğer avantajlara eşit pay vererek “dinin
belirli toplumsal hiyerarşinin sürdürülmesini desteklediğini ve zor sorulara
yanıtlar getirdiğini” belirtir.17
Rahatlama konusundaki nörokimyasal bir bakış açısı, Lionel
Tiger ve Michael McGuire tarafından God’s Brain kitabında ortaya konmuştur. Bu
yazarlara göre “bilinmeyenin belirsizliği ve bununla yüzleşmek” beyinlerimizde
“olumsuz fiziksel ve psikolojik durumlar yaratan” kimyasal değişikliklere yol
açar. Bu tür strese bir tepki olarak, beyinlerimiz salgıladığı nörokimyasalları
otomatik olarak düzenleyerek yazarların deyimiyle “beyni sakinleştirir”. “Beyni
sakinleştirmede” önemli bir araç olan din bunu üç mekanizma ile başarır: dinin
toplumsal yönleri serotonin, dopamin ve norepinefrin’i yukarı doğru regüle
ederek haz üretir; dinî ritüellerin
uygulanması vücudu rahatlatır ve dinî inançlar “varoluşun ve toplumsal yaşamın
karmaşıklığını” sadeleştirir. Dolayısıyla dini anlamak için “dinin beyne ne
yaptığına bakmamız gerekir”. Kitapta şöyle yazar: “Bacaklar için koşu neyse
beyin için de din odur... [din] kafamızın içindeki organ için bir
sosyal-duygusal ve kurumsal egzersiz biçimidir.”18
Bazı biliminsanları, ölüm korkusu ile öbür dünyaya yönelik
arzunun dinin gelişimi için özellikle önemli olduğunu kabul etmezler. Örneğin,
Washington Üniversitesinden antropolog Pascal Boyer “sıkça karşılaştığımız ve
pek düşünülmeden ortaya atılan 'insanlar ölümden korkar ve din onlara ölümün
bir son olmadığına inandırır’ açıklaması kesinlikle eksik bir açıklamadır,
çünkü insan zihni bütün stresli ya da korku uyandırıcı durumlara karşı yeterli
rahatlatıcı sanrılar üretmez,” diye belirtir. Göründüğü kadarıyla, Boyer ölüm
korkusunu basit bir şekilde, insana ait çok sayıdaki stres ve korku türlerinden
biri olarak sınıflandırır. Benzer şekilde, Fordham Üniversitesinden antropolog
Stewart Guthrie, bazı dinlerde inanç sisteminin bir parçası olarak ölümden
sonra hayat kavramı bulunmadığını iddia eder. Bu nedenle, “birçok dinde öbür
dünyanın ya da ölümden sonra mutlu bir yaşam sürdürüleceği inancının
bulunmaması, arzu-tatmini [rahatlama] kuramının iki temel açıklamasını çürütür:
inancın ölümsüzlük arzusuyla motive edildiği ve ölümden sonra cezalandırmaya
uğramama arzusuyla motive edildiği”.19
Ölüm korkusu ile öbür dünyaya yönelik bir arzunun tanrıların ortaya çıkışında en önemli etkenler olduğunu ileri sürmek, tanrı ve dinlerin diğer yönlerinin de rahatlatıcı olduğunu inkâr etmek değildir. Hinde’nin belirttiği gibi, “Sizden yana olan ve yardım için yalvardığınızda bunu esirgemeyen güçlü bir varlığa inanmak rahatlatıcıdır”. Tanrılara olan inanç aynı zamanda birinin kontrolü elinde tuttuğunu ve her şeyin bir anlamı olduğunu düşündürür. Bu özellikle deprem, sel baskını, kasırga veya tayfun gibi doğal afet zamanlarında rahatlatıcıdır. İnsanlar sevdiklerini yitirdiklerinde veya masum çocukların ölümüyle yüzleştiklerinde, hayatını iyilik yaparak geçirmiş birine kiliseye giderken yıldırım çarptığında ya da üzerine ağaç düştüğünde tanrılar rahatlatıcıdır. Hinde’nin vurguladığı gibi, “Belki de bu tür konular, dinî sistemlerin, kaotik görünebilecek türlü deneyimlere bir düzenin parçası olduğu izlenimi verecek şekilde ‘huzur’, tutarlı bir dünya görüşü sağladığı önermesiyle özetlenebilir”. Theodosius Dobzhansky tarafından belirtildiği gibi, “Din, insanların kendileriyle ve kendilerinden daha büyük bir güç tarafından içine fırlatıldıkları muazzam ve gizemli evrenle barışmalarını sağlar”20 ,
Kalıp Arayan
Kuramlar
Tanrıların ve dinlerin kökeni hakkında oluşturulan psikolojik
kuramlar psikolojik olarak rahatlık sağlarken, kalıp arayan kuramlar
entelektüel ya da bilişsel olarak rahatlık sunabilir. Bu tür kuramlar son
yıllarda sıkça karşımıza çıkmaktadır.
Bu tür kuramları destekleyen ilk kitaplardan biri, Stewart
Guthrie’nin 1993 yılında yayınlanan Faces in the Clouds: A New Theory of
Religion dir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Guthrie “dinin en iyi sistematik
antropomorfizm, yani insana has özelliklerin insanlık dışı şeylere ya da
olaylara atfedilmesi şeklinde anlaşılabileceğini” savunmuştur. Aslında,
“antropomorfizm dinî deneyimin özünü oluşturur... insanın düşünce ve
hareketlerine nüfuz eder... ve din, antropomorfizmin en sistematik şeklidir”.
Bizler sadece bulutlarda insan yüzleri görmekle kalmayız, gök gürültüsü ve
şimşek gibi doğa olaylarını da tanrılara bağlarız. Guthrie, antropomorfizmin
evrimsel açıdan avantajlı olduğunu, “çünkü dünyanın belirsiz, güvenilmez ve açıklamaya
muhtaç bir yer olduğunu” iddia ederek evrimsel bir bakış açısıyla şuna dikkat
çeker: “Bir doğa yürüyüşçüsünün bir kayayı ayı sanması, ayıyı kaya sanmasından
daha iyidir.”21
Son yirmi yılda, kalıp arayan pek çok kuramcı bu mantığı
izlemiştir. Psikolog ve bilim yazarı Michael Shermer How We Believe isimli
kitabında “insanların kalıp arayan yetenekli canlılar olarak evrimleştiklerini”
belirterek “işlevi kalıp aramak ve nedensel ilişkileri ortaya çıkarmak olan
bir İnanç Motoru geliştirdiğimizi” savunur. “Kalıpları bulmada en başarılı
olanlar... nesillerini en iyi sürdürenlerdir.” Daha önce değindiğimiz Pascal
Boyer Religion Explained kitabında “dinin tüm insanların beyninde bulunan
bilişsel süreçler açısından, normal bir zihnin çalışmasının ayrılmaz bir
parçası olduğunu” açıklar. “İman ve inancın, kavramlar ile çıkarımların din ile
ilgili olarak yaptıklarının <diğer alanlarda’ yaptıklarıyla aynı şekilde
ortaya çıkan basit yan ürünleri olması muhtemeldir.” Benzer şekilde, Tufts
Üniversitesinden filozof Daniel Dennett yazdığı Breaking the Spell adlı
kitapta dinî inancın bir insandaki “aşırı aktif etkenleri algılama cihazının”
yan ürünü olduğunu savunur. Dennet bunu şöyle tarif eder: “İnsanların tanrılara
olan inancının temelinde, tetikte bekleyen bir içgüdü bulunur: faaliyeti
(inançları, arzulan ve diğer zihinsel durumları) hareket eden karmaşık her
şeye bağlama eğilimi.”22
İnsanların kalıp arayan canlılar olduğu doğrudur, bu son iki
milyon yıl içinde geliştirdiğimiz zekânın doğrudan bir sonucudur. Bununla
birlikte, 4. Bölüm’de de tartışıldığı gibi, temelde entelektüel bir eylem olan
kalıp aramak, tek başına tanrıların ortaya çıkmasına yol açmış olabilir mi?
Akrabalarını 28.000 yıl önce Sungir’de özenle hazırlanmış mezar eşyaları ile
birlikte gömen insanlar ve 11.000 yıl önce Göbekli Tepeyi inşa edenler
yaptıkları işe büyük emek vermişler ve muazzam büyüklükte kaynak
yatırmışlardı; bu insanlar derinden hissettikleri inançlar tarafından
etkilenmiş olmalılar. Kalıp aramak yeterli gelmiş midir?
Nörolojik Kuramlar
Son yıllarda beyin fonksiyonel manyetik rezonans (MR)
görüntüleme tekniği sayesinde, dinî düşünceyle ilişkili beyin alanlarını
belirlemek için çok sayıda araştırma yapılıyor. Genelde nöroteoloji olarak
sınıflandırılanbu tür çalışmalar Patrick McNamara’nın The Neuroscience o f
Religious Experiences adlı kitabında güzel bir şekilde özetlenmiştir.23
Temporal lob epilepsisi olan kişiler nöbet geçirdikleri
sırada zaman zaman Tanrıyı görme gibi dinî deneyimler yaşadıklarını
bildirdikleri için temporal lob bu çalışmalarda odak noktası olmuştur. San
Diego’daki California Üniversitesinden nörobilimci Vilayanur Ramachandran, bu
gibi epilepsi nöbetlerinin öncesinde bu kişilerin dörtte birinin “ilahi
mevcudiyet hissi ve Tanrı ile doğrudan iletişim hâlinde oldukları duygusu gibi
çok etkileyici manevi deneyimler yaşadıklarını” bildirmiştir. Benzer şekilde,
Kanada Laurentian Üniversitesinden psikolog ve Neuropsychological Bases of God
Beliefs adlı kitabın yazarı Michael Persinger, “Tanrı Deneyiminin temporal
lobun normal ve daha organize olmuş bir etkinliği” ve “duygusal stres, sevilen
bir kişinin kaybı ve beklenen ölümün verdiği çaresizlik hissi gibi çözümü zor
psikolojik etkenlerin tetiklediği” küçük bir epileptik nöbet türü olduğunu
söyler. Persinger, “Tanrı Deneyimi için biyolojik bir kapasitenin, türlerin
hayatta kalması için kritik önem taşıdığını” düşünür. “Tanrı Deneyimi, temporal
lobun yapımı ile ilişkili bir olgudur... Eğer temporal lob başka bir şekilde
gelişmiş olsaydı Tanrı Deneyimi oluşmazdı.”24
Parietal lob da, özellikle üst temporal loba bitişik olan
kısmı (temporoparietal bileşke), nöroteoloji çalışmalarının konusu olmuştur. Bu
beyin alanı uyarıldığında vücut dışındaki bir deneyim ya da genellikle dinî
bağlamda duyumsanan bir “varoluş hissi” oluşturabilir. Persinger’ın çalışmaları
temporal lobla birlikte parietal alanı da kapsıyordu. Benzer şekilde, Cosimo
Urgesi ve arkadaşları İtalya’da beyin tümörü bulunan 88 hastayı
incelediklerinde dinî “özaşkınlık” duygularının alt parietal lobüldeki aktiviteyle
ilişkili olduğunu saptadılar. Filozof ve yazar Matthew Alper, temporal-parietal
alanı, aynı isimli kitabında (The God Part of the Brain) “beynin Tanrı bölümü”
olarak adlandırarak günün birinde, “Tanrıektomi” ameliyatıyla “beynin Tanrı
bölümü”nün cerrahi olarak çıkarılmasının mümkün olabileceğini ileri sürdü 25
Hipokampus, amigdala ve limbik sistemin bunlarla ilişkili
kısımları da nöroteoloji çalışmalarında dikkat çekmiştir. Palo Alto VA
Hastanesindeçalışan psikolog Rhawn Joseph, limbik sistemin “Tanrı nöronları” ve
“Tanrı nörotransmitterleri” içerdiği kuramını öne sürmüştür. Duke Üniversitesindeki araştırmacılar
tarafından yapılan yeni bir çalışmada, “yaşamı değiştirecek kadar güçlü bir
dinî deneyim yaşayan katılımcılarda” hipokampüs atrofisinin görüldüğü bildirilmiştir. Patrick McNamara,
“yüzlerce klinik olguda ve bazı beyin görüntüleme çalışmalarında amigdalanın,
prefrontal lobların büyük bölümlerinin ve ön temporal korteksin dinî
deneyimlerin yaşanmasında rol oynadığının sıklıkla gösterilmesi çarpıcı bir
durumdur,” diye belirtir. McNamara bu bölgeleri dinle ilişkili beyin devresi
olarak adlandırmıştır.26
McNamara’nın bulguları ile tutarlı olarak, frontal lob da
nöroteoloji araştırmalarında göze çarpmaktadır. Örneğin, Pensilvanya
Üniversitesinden Andrew Newberg ve Eugene d Aquili, Francisken rahibeler ile
Budist keşişler meditasyon yaparken beyinlerinde harekete geçen alanları
incelemişler ve “frontal loblarda ve özellikle prefrontal kortekste aktivitenin
arttığını” bildirmişlerdir. Ayrıca, rahibelerin ve keşişlerin parietal
loblarında aktivite azalmış ve bu kişiler kendilerini “zamansız ve mekânsız bir
duruma girer gibi” hissettiklerini belirtmişlerdi. Başka araştırmacılar
dindarlığı orbital frontal korteks ile ön singulat gibi frontal lobların spesifik
kısımlarıyla veya frontal ve parietal alanların birleşimiyle
ilişkilendirmektedir.27
Tüm bunlara ek olarak başka araştırmacılar da, dinî
düşünceyi, talamus ve kaudat gibi başka beyin alanlarına, ayrıca dopamin ve
serotonin gibi belirli nörokimyasal sistemlere bağlamaktadır. Bu noktada,
beyinde tek bir “tanrı merkezi’nin olmadığı net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Aksine, dinî deneyimler, bu kitabın önceki bölümlerinde anlatılan
özfarkındalığa, başkalarına yönelik farkındalığa, içebakışa ve otobiyografik
belleğe aracılık eden, başka bir deyişle bizi insan yapan ağa benzeyen, geniş
bir beyin ağı tarafından gerçekleştirilir. McNamara da benzer şekilde “dinî
deneyime bağlı beyin bölgeleri ile benlik duygusu ve özbilince ilişkin beyin
bölgeleri arasında önemli bir anatomik örtüşme olduğunu” belirtmiştir. Dinî
deneyimlerin aktif hâle getirdiği beyin alanlarının bu deneyimin türüne bağlı
olarak değiştiği de açıktır. Örneğin, meditasyon frontal alanları aktif hâle
getirirken, yoğun duygular içeren deneyimler amigdalayı aktive eder. Benzer
şekilde, bir çalışmada bazı deneklerden “Kendilerini Tanrı ile yakın bir ilişki
içindeyken düşünmelerini”, bazılarından ise “Tanrının öfkesinden korkuyu”
deneyimlemeleri istendiğinde beynin farklı alanlarının aktifleştiği görülmüştür.28
Genetik Kuramlar
İkizler üzerinde yapılan araştırmalar, dindarlığının genetik
bir yönü olduğuna işaret etmektedir. Hem tek yumurta hem de çift yumurta
ikizlerinde yapılan bir çalışmada “genetiğin dindarlığa katkısının yüzde 20
civarında olduğu” bulunmuştur. Birbirlerinden ayrı olarak yetiştirilmiş tek
yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılmış diğer bir araştırmada dindarlık
çeşitli şekillerde değerlendirilmiş (örneğin, dinî inançlar, dinle ilgili
mesleklere duyulan ilgi) ve “genlerin dindarlık üzerine etkisinin yüzde 50
olduğu” bildirilmiştir. Ancak bu çalışmanın yazarları genetik etkinin
“gelenekçilik gibi kişilik özellikleri ile ilintili olabileceğini”
belirtmişlerdir; diğer bir deyişle, benzer kişilik özelliklerini miras alan
bireyler dinî fikirlerle daha çok ilgilenebilirler. Bu gibi durumlarda, genetik
aslında dindarlık üzerinde değil, kişilik özellikleri üzerinde etkili
olacaktır.29
Birkaç araştırmacı, “evrensel manevi/dinî eğilimlerimizin ...
genetik olarak geçiş gösteren bir özellikle... ‘manevi’ (spiritüel) genler
dediğimiz kalıtsal bir yapıyı temsil ettiğini” bile ileri sürmüştür. Eğer bu
doğruysa “insanların, bir manevi gerçekliğe, bir Tanrıya ya da tanrılara, bir
ruha ve ahrete inanmak için genetik yatkınlığı ya da ‘fiziksel donanımı’ var
demektir”30
Böyle bir geni tanımlamaya yönelik en iddialı girişim,
2004’te The God Gene isimli kitabı yayınlanan ve Time dergisindeki bir kapak
hikâyesinde yer alan genetikçi Dean Hamer tarafından gerçekleştirildi. Hamer,
dindarlık ölçütü olarak doğaya bağlılık ve duyu dışı algılara ilgi gösterilmesi
gibi “maneviyatla ilişkili bir özaşkınlık ölçeği” kullandı. Daha sonra,
deneklerin test puanlarındaki değişkenliğin yalnızca yüzde l’inden sorumlu olan
bir gen saptayarak bunu “manevi bir alel”
veya “Tanrı geni” olarak adlandırdı. Bu gen dopamin, serotonin ve
Hamer’a göre salındıklarında “derin bir keyif, doyum ve huzur hissi” uyandıran
diğer beyin kimyasallarını etkilemekteydi. Hamer’ın çalışmaları, seçtiği
dindarlık ölçütleri, zayıf istatistiksel bulguları ve insan özelliklerinin
çoğunun genetik kökenleri olsa bile yüzlerce genin ürünü olduğu bilindiği hâlde
inançtan sorumlu “Tanrı geni” olarak sadece tek bir gen belirlemesi gibi
nedenlerden dolayı çokça eleştirildi.31
(28. Bölüm)
Tanrılar evrimin
ürünleri mi yoksa yan
ürünleri midir?
Tanrıların kökenine ilişkin kuramlara dair son soru şudur:
Tanrıların ortaya çıkışı evrimin bir adaptasyonu mudur ve evrimsel olarak
avantaj yaratmış mıdır yoksa tanrıların ortaya çıkışı evrimin sadece bir yan
ürünü, bir yazarın sözleriyle “ilkel bir zihnin işlevini kaybetmiş bir
kalıntısımıdır? Yazarların çoğunun adaptasyonu savunan bir görüşe sahip olduğu
tartışma, ateşli bir şekilde devam etmektedir.33
Adaptasyonu savunanların ileri sürdüğü en yaygın argüman,
tanrıların insan topluluklarının hayatta kalma şansını artırdıklarıdır. Bu
kurama göre, “inanan grupların işbirliği yapma avantajı göz önüne alındığında,
kültürel açıdan yaygın Tanrı kavramlarına sahip olan topluluklar, bu gibi
kavramlara sahip olmayan toplulukları geride bırakacaktır”. Bu argüman,
tanrılara inanan grupların kaynakları paylaşmaya, dış tehditlere karşı grubu
savunmaya daha istekli ve genel olarak daha işbirlikçi olduklarını varsayar.
Nicholas Wade şöyle özetler: “Eşit şartlar altında, daha güçlü bir dinî eğilime
sahip olan gruplar, daha az bağlı gruplara göre daha fazla birleşmiş olacak ve
önemli bir avantaj elde edecektir. Daha başarılı gruptaki insanlar arkalarında
daha çok sayıda çocuk bırakacak ve dinî davranış içgüdüsünü destekleyen genler
insan nüfusunun tamamına yayılana dek giderek artacaktır.” Bu mantıklı bir
hipotez olmasına rağmen, bu görüşü destekleyen herhangi bir veriye rastlamadım.
Ayrıca, bazı genetikçiler evrim kuramının yalnızca bireyler için geçerli
olduğunu söyleyerek grup seçiliminin geçerliliğini sorgulamaktadır.34
Tanrılara inanmanın bireysel düzeyde de evrimsel üstünlükleri
olduğu söylenir. Dean Hamer, “Tanrı genlerinin insanlara doğuştan iyimserlik
duygusunun verilmesinde” avantaj sağladığını savunmuştur. “İyimserlik, ölümün
nihai olarak kaçınılmaz olduğu gerçeğine rağmen, yaşamaya ve üremeye devam etme
arzusudur. Matthew Alper benzer şekilde şöyle yazmıştır: “Beyinleri, ölüm
farkındalığımızın neden olduğu kaygıya dayanabilecek bazı genetik mutasyonlara
sahip olan kişilerin hayatta kalma şansı daha yüksekti.” Patrick McNamara da
din kaynaklı “birleşik Benliğin davranışsal hedeflere ulaşmada... yırtıcılardan
kaçmada... savaşta ve mücadelede daha etkili” ve daha işbirlikçi olabileceğini
öne sürer.35
Tanrıların evrimsel olarak avantaj sağladığına dair bir başka
sav, onların fiziksel ve zihinsel sağlığınız için iyi olduklarıdır. Düzenli
olarak kiliseye giden insanlarda hipertansiyon, kalp hastalığı, amfizem, siroz,
kaygı bozukluğu, depresyon ve intihar oranlarının daha düşük olduğubirçok
çalışmada bildirilmiştir. Bununla birlikte, düzenli olarak kiliseye gidenlerde
sigara ve alkol kullanımının muhtemelen daha az olması da bu farklılıklarda rol
oynayabilir. Ayrıca, bu tür çalışmaların çoğu ileri yaştaki yetişkinlerde gerçekleştirilmiştir;
bu farklar, sadece doğurganlık çağındaki bireyler için geçerli olduklarında
evrimsel açıdan avantajlı olacaktır.36
Tartışmanın öbür tarafında, tanrıları evrimin yan ürünü
olarak tanımlayan araştırmacıların sayısı daha azdır. Bu kitapta ana hatlarıyla
anlatılan beynin evrimi kuramı, tanrıların ortaya çıkışının edindiğimiz
otobiyografik belleğin bir yan ürünü olduğunu, insan nüfusu arttıkça ve
toplumlar örgütlü hâle geldikçe dinlerin tanrıları takip ettiğini ileri sürer.
Yan ürün görüşünü savunan diğer yazarlar arasında, daha önce değinilen Pascal
Boyer de yer alır; Boyer Religion Explained isimli kitabında tanrıların ve
dinlerin insanın kalıp aramaya yönelik eğilimin yan ürünleri olduğunu savunur.
Paris’teki Centre National de la Recherche Scientifique’ten antropolog Scott
Atran In Gods We Trust kitabında, “dinin kendisinin hiçbir evrimsel işlevi
bulunmadığını” iddia eder. Oxford Üniversitesinden biyolog Richard Dawkins, The
God Delusion (Tanrı Yanılgısı) isimli kitabında, dinin “sağ kalımda kendi
başına doğrudan bir rolü yoktur ancak böyle bir role sahip olan başka bir şeyin
yan ürünüdür,” diye belirtir.37
Evrimin yan ürünleri olarak, tanrıların genellikle tarafsız oldukları ve evrim üzerinde aslında bir etkilerinin olmadığı varsayılabilir. Bu düşünce doğru olabileceği gibi yanlış da olabilir, çünkü tanrıların nihayetinde evrimsel açıdan dezavantaja yol açması da olasıdır. Bununla ilgili olası senaryolar, kimin tanrısının doğru tanrı olduğunu belirlemek için savaşların yapıldığı “tanrı yarışları’dır. Bu tür savaşlar, 6. Bölüm’de anlatıldığı gibi eski Mezopotamya’da şehir devletler arasında yapılmaktaydı ve görünüşe göre dünyadaki ilk uygarlığın yok olmasına katkıda bulunmuştur. Birçok kişiye aşina olan Eski Ahit’teki tanrı yarışması, Kenan kökenli doğurganlık tanrısı Baal ile İsrail’in koruyucu tanrısı olan Yehova’mn müridleri arasındaki savaştır. Savaşı Yehova’nın peygamberi İlyas kazanmış ve Baal’ın 450 müridi öldürülmüştür.38
İnsanlar tanrılara gereksinim duyar. Fyodor Dostoyevski’nin
ifade ettiği gibi: “İnsan, içinde yaşadığı küçük gezegene nasıl ihtiyaç
duyuyorsa sınırsız ve sonsuz olana da öyle ihtiyaç duyar.” İnsanın tanrılara
olan ihtiyacı, bizi benzersiz bir şekilde insan yapan beyin ağlarının ayrılmaz
bir parçası olduğu ve resmî dinler kültürlerimizle toplumsal olarak derinden
bütünleşmiş oldukları için, ne tanrıların ne de dinlerin artık kendilerine
ihtiyaç duyulmasa bile yakın bir zamanda yok oluvermesi pek olası değildir.
Sadece Amerika’da, Agasha Bilgelik Kilisesinden Zygon Uluslararası’na kadar
uzanan 1.500’den fazla farklı dinî sınıf vardır ve bunların çoğu küçük olsa da
25 tanesi en az bir milyon müride sahip. Dünyanın birçok yerinde, tanrılar ve
dinler insanların yaşamında çok önemli roller oynamaya devam ediyor.
Şili, Santiago’daki Jotabeche Metodist Pentikost Kilisesi,
18.000 kişi kapasitelidir. Güney Kore, Seul’deki Yoide Full Gospel Kilisesinde
ana kilisede 1 2 .000, bitişik şapellerinde ise 20.000 sandalye vardır ve pazar
günleri aynı ayin yedi kez tekrarlanır. İngiliz antropolog Sir James Frazer
şöyle söyler:
“Muhtemelen, türümüzün çoğunluğu gururunu okşayan ve acısını
rahatlatan bir inanışı sürdürecektir.” Ve ekler: “Sonsuz yaşam savunucularının
kendilerini ele geçirilemez olmasa da güçlü bir konuma yerleştirmiş oldukları
yadsınamaz; zira şu anki durumumuzda bildiğimiz kadarıyla, ruhun ölümsüzlüğünü
ispatlamak ne kadar imkânsız ise bunu çürütmek de eşit derecede
olanaksızdır.”40
Dolayısıyla tanrılar ve kendilerine eşlik eden dinler büyük
olasılıkla doğmaya ve ölmeye devam edecektir. Son iki yüzyıl içinde ortaya
çıkmış ve hâlihazırda birkaç milyon mensubu olan dinlere örnek olarak
Pakistan’da Ahmedilik ve Amerika Birleşik Devletlerinde Mormonluk
gösterilebilir. Ahmedilik (Kadıyanilik), Müslümanlara vaat edilen Mesih ve
Mehdi olduğunu iddia eden Mirza Gulâm Ahmed tarafından kurulmuştur. Ahmedilerin
öğretisine göre, İsa çarmıha gerilmiş, çarmıhta hayatta kalmış ve İsrail’in
Kayıp Kabilelerini Keşmir’de ararken
yaşlılık nedeniyle ölmüş eski bir peygamberdir. Ahmedilik, Afrika kökenli
Amerikalı Müslümanlar arasında etkili olmuştur. Resmî olarak İsa Mesih’in Ahir
Zaman Azizler Kilisesi (The Church of Jesus Christ of Latter-Day Saints) olarak
bilinen Mormonizm, kadim bir dinin yer altında gömülü kayıtları olan altın
levhaları bulduğunu iddia eden Joseph Smith tarafından kurulmuştur; Smith’in
dediğine göre, bir melek bu altın levhaları oldukları yerden kazıp çıkarması
için Smith’i yönlendirmiştir. Bahsedilen kadim din 2.600 yıl önce Amerika’ya
gelen İsrailliler tarafından kurulmuştur. Mormon öğretisine göre, çarmıha
gerilmesini ve ölümden sonra göğe yükselmesini takiben İsa Amerika’ya gelmiş ve
burayı yeni Vaat Edilmiş Topraklar olarak tayin etmiştir. Bu nedenle Mormon
dini kendisinin bu kadim dinin devamı olduğunu iddia eder.41 (*
Bugünkü Filistin, Lübnan ve İsrail topraklarında Birleşik İsrail
Krallığı nı kuran ve daha sonra izleri kaybolan on Yahudi kavmini betimlemek
için kullanılan terim. —ç. n.)
Yeni tanrıların ve dinlerin doğmaya devam edeceği gibi, başka
tanrılar ve dinler de ölmeye devam edecekler. Anu, Ra, Zeus ve Jupiter gibi
pek çok eski tanrı, günümüzde dünyanın dört bir yanındaki sanat müzelerini
taçlandırıyor ve hayranlık uyandırıyor ama artık onlara tapman kalmadı, ilahi
yaratıklardan çok sanatsal yaratımlar olarak görülüyorlar. Bu tür müzeleri, ölü
tanrıların tapınakları olarak düşünmek hiç de yanlış olmaz. Başka eski tanrılar
Yeni Çağ veya diğer çağdaş dinler tarafından benimsenmektedir. Druidler Avebury ve Stonehenge’de, anıtlar inşa
edildikten 2.000 yıl sonra ortaya çıkmış olmasına rağmen, gündönümü Seküler
Druid Tarikatı (Secular Order of Druids)
tarafından ilahilerle kutlanmaktadır. Benzer şekilde, Türkiye’deki Çatalhöyük,
tanrıçaya ibadet edenler için bir hac yeri hâline gelmiştir.42
Eski tanrıları onurlandırmak için yapılmış anıtları izlemek
aynı zamanda bize ihtiyaç duyduğumuz tarihsel bir perspektif de sağlar.
İngiltere’nin Gloucestershire kentinde, tahminen 5.000 yıllık büyük bir mezar
höyüğünün “uçurtma ve model uçak uçurmak için bölgenin en iyi yerlerinden biri”
olduğu söylenir. Buranın yakınlarında yer alan ve yaklaşık 24 iskeletin
bulunduğu bir höyükte ise “yaz aylarında piknikçilerin olmadığı tek bir pazar
günü geçmez”. Ohio, Newark’ta bulunan olağanüstü Great Circle Earthwork
Hopewell halkının 2.000 yıl önce yaptığı kutsal mezar höyükleri olup,
Moundbuilders Country Club’ın 18 delikli
golf sahasına dahil edilmiştir. Bazı mezar höyükleri golf vuruşlarının ilk
yapıldığı başlama yeri olarak kullanılırken, kimileri de golf sahasındaki
delikleri çevreleyen kum çukurlar olarak işe yarar. Örneğin dokuzuncu başlama
yeri, 2,5 metrelik bir höyüğün üstündedir ve 200 metre uzunluğundaki 3 delikli
parkur, eski sekizgeni büyük daireden ayıran geçidi takip eder; burası
muhtemelen tören alayının görkemli dinî yürüyüşler yaptığı yoldur. Golf
kulübünün web sitesinde şu not yer alır: “Günümüzden 2.000 yıl sonrasında
höyükleri araştıran arkeologlar kaybolan golf toplarını bulduklarında nasıl da
şaşıracaklar!’43 * Druid: Kelt çoktanrıcılığı sırasında Britanya
Adalarında yaşamış eski Kelt rahip sınıfı. —ç. n.
Bununla birlikte, eski tanrıların ve dinî anıtların çoğu
insanlık tarihine yenilmiştir. Ozymandias
gibi, çölde “iki büyük ve çıplak taş bacak” olarak dikili dururlar:
Eserlerime bir bak hele, ey güç sahibi, ve kederlen!
Geriye başka hiçbir şey kalmamış. Göçüp gitmekte olan
Devasa harabenin etrafı sınırsız ve çıplak,
Yalnız ve dümdüz kumlar uzaklara doğru uzanmış. 44
(29. SON Bölüm)
Yukarıdaki bölümlerde doğadaki yaratıcılığı
tanımlayıcı bir kavram olan TANRI kavramının
nasıl ortaya çıktığı ve toplum için gerekli mi gereksiz mi olduğuna kadar varan
çok geniş kapsamlı bilgiler-görüşler sunulmuştur.
Gerek yukarıda sunulan bilgilerden, gerek daha eski araştırmalara dayanan önceki yazılarımızdan anlaşıldığı üzere, bir canlının, daha da genel ifadeyle herhangi bir maddenin oluşumu, varlığın oluştuğu ortam koşullarına göre kendisini ayarlaması ve uydurması sayesinde gerçekleşmektedir. Bu nedenle hem canlıların genel şekli hem de beyin gibi davranış belirleyici organı değişimlere uğramaktadır. Bu temel ilkeden hareketle şu söylenebilir:
(1)- Beyin
araştırmalarının gösterdiği üzere, doğumdan hemen sonra canlının çevre
koşullarına uyumlu olabilmesi için muazzam sayıda sinaps üretilir. Bu
sinapsların çevrede mevcut sinyallere uyumlu olanları geliştirilir ve tüm diğer
fazla sinapsları yok edilir. Bu şekilde her canlı çocukluk evresinde çevresine
uyumlu olacak şekilde gelişmiş olur (Shonkoff
& Phillips (Eds) 2000).
Doğumdan
hemen sonra, canlının çevresine uyumlu olabilmesi için muazzam sayıda sinaps
üretilir. Çevreye uyumlu olanlar korunurken, işe yaramayanların hepsi kaldırılır.
Bu olgudan
hareketle şu kesinlikle söylenebilir: Bizim dünya gezegenimizde yaşayan bir
varlığın, başka bir dünyada yaşaması mümkün değildir, çünkü o dünyanın
koşulları farklıdır ve kendi koşullarına uygun oluşturulmuş varlıkları vardır.
Bu nedenle “ahiret hayatı veya öteki dünya hayatı” gibi bir tasarım ve inanç
mümkün değildir. Atalarımızın en büyük yanılgısı bu noktadadır.
(2)- Öteki
dünyada sadece ruhların yaşayacağı iddiasına gelince: Ruh, bedendeki hücrelerin
oluşturdukları elektromanyetik alanlardır. Beden ölünce hücreler
atomlarına-moleküllerine ayrıştıklarında, ruk denile alan da tamamen yok olur.
Beden ölünce, ruh da tamamen ortadan kalkar.
Görüldüğü üzere
atalarımızın hayat anlayışı kökten hatalıdır.
Tanrı evren, dünya
ve doğadaki herşeyin yaratıcısı-yapımcısı olarak tasarlanmıştır. Evren ve
dünyamızın nasıl oluşturulup-geliştiği jeolojik-astrofiziksel verilerle ana
hatlarıyla ortaya konmuştur. Bu konudaki bilgiler Dinamik Doğadaki Oluşum Mekanizması
= DOM- bilgileri içinde verilmiştir. DOM-sistemi içinde kuantum fiziği ve
dinamik sistemler fiziği bilgileri, jeolojik-paleontolojik verilerle birlikte
zamansal olarak değerlendirilerek,
•
Doğada bir yaratıcı, daha geçek tanımıyla, oluşuturucu-yapıcı
güç sistemi olduğu,
•
Bu
yapıcı güç sisteminin kuant denilen en temel etkileşim öğeleriyle ve de
bilgiyle başlatılıp- geliştirildiği,
•
Yapımda kullanılacak kuvvetin enerji aktarımlarıyla
oluşturulduğu
•
Enerjinin
ise doğal sistemin en temel yapıtaşları olan kuantsal öğelerden alındığı,
•
Kuntsal
öğelerin bilinçli, canlı, ama çok kısa ömürlü öğeler oldukları, en ergonomik
yapıları tercih edip, kötüleri terk ettikleri,
•
Daha uzun
ömürlü sistemler oluşturmak için kuantların birleşerek üst-sistem yapıların
ortaya çıkarıldığı,
•
Bu
şekilde doğada kuantsal öğelerden başlanarak, atom, molekül, hücre, beden
sistemlerinin oluşturulduğu,
•
Yeni
bir üst-sistem oluşumu için, belli bir sayının üstinde alt-sistem öğesinin
gerekli olduğu ve bu alt-sistem öğeleri birbirleiyle rezonansa girebilrlerse
yeni ve daha egonomik bir üst-sistem oluşturulabileceği,
•
Bu
nedenle, insanlar için bir üst-sistem olan toplumsal sistemin, ancak ve ancak
insanların karşılıklı bir uyum-uzlaşma içerisine girebilmeleriyle mümkün
olacağı gösterilmiştir.
Tüm bu bilgiler yaklaşık 50-60 yıldan
beri ancak bilinmekte ve sürekli bir değişim-dönüşümlü doğada yaşadığımız
anlaşılmaktadır. Sürekli değişim-dönüşüm, doğum-ölüm döngülü olmak zorundadır,
çünkü ancak o zaman yeni ortaya çıkan durumlara uygun yeni bedenler oluşturmak
olasıdır. Doğal sisteme sürekli yeni varlıklar eklendikçe, hem önceden var
olanlar kendilerini değiştirmek, hem yeni oluşanlar var-olanları dikkate alarak
değişik özellikler ortaya koymak zorundalar. Tüm bu işlemler için her varlık çevresini
bizzat algılayarak, değişim dönüşümlere kendini uydurmak zorundadır.
Şimdi her
varlığın bizzat kendisinin çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayarak, hayata
uyum sağlaması gerektiği konusunu bir örnek üzerinde netleştirelim.
Günümüz
dünyasında tüm devletlerde işsizlik, adaletsizlik, hak ve hukuk gibi bir çok sorun
vardır. Sorunları az olan devletlerin daha demokratik, sorunları çok olan
devletlerin daha otoriter sistemli devletlerde olduğu görülmektedir.
Şimdi bu sorunlardan
sadece “işsizlik” konusunu ele arak bu sorunun DOM-sistemiyle nasıl tamamen
ortadan kaldırılacağını göstererek, geleneksel bilgilerle insanların mantıklarının
nasıl çarpıtıldığını (zombileştiğini) ve sorunlarını göremez-çözemez duruma
düştüğünü görelim.
https://tanriyianlamak.blogspot.com/2020/11/bilgi-ve-zombilesme.html
adresli dosyada insanlığın 4-5 bin yıl
öncelerine kadar kendi aralarında karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayanan
bir ortaklık sistem anlayışı içinde yaşadığı ama Sümerlerin kutsallık
kaynaklı-asil-soylularca yönetilmeye başlandığı andan itibaren her şeyin
bozulduğu belirtilmiş ve şunlar yazılmıştı:
Sümerlerce Tepeden yönetimli DEVLET sisteminin
ortaya çıkmasıyla, insanlık tabana dayanan karşılıklı etkileşimlerle
(hizmet-alış-verişleriyle) değil, tepedeki bir ilahi gücün desteklediğine
inanılan kişilerce yönetilmeye alıştırılmışlardır. Kazandıklarını tepedekilere
vererek, kulluk fermanlarını imzalamışlardır.
Toplum hayatı tepedeki birileri
tarafından sahiplenilince, toplumlar yozlaşmaya başlamıştır
•
Halk topluma
sahip çıkmamış,
•
Kamu malları
hor kullanılmaya başlanmış,
•
Tepedekilere
yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,
•
Halk bilgisiz
bırakıldığından verimli üretim durmuş,
•
İnsanlar
arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine
yabancılaşmışlar,
•
Hak ve hukuk
sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,
•
“Devletin
malı deniz, yemeyen keriz” sistemi oluşmuş.
Yani günümüz
toplumlarında görülen tüm toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet”
denilen tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.
Devlet
sisteminde sahiplik ve yönetme tepedeki bir efendidedir. O insanıyla, hayvanıyla,
taşı-toprağıyla herşeyin sahibidir.
Tepeden
sahiplenilen toplumlarda (devletlerde) her şey tepedekilerin çıkarına göre
yapılır. Onlar kendileri çıkarına olmayan iç bir şeyin olmasını istemezler.
Fabrika sahibi,
çiftlik sahibi, devlet içindeki farklı bakanlık yöneticileri vs. hepsi en az
insan çalıştırarak işleri yürütmeye çalışırlar. Bu nedenle ülkemizde yaklaşık
her 5 kişiden biri işsizdir. Bunun anlamı, milyonlarca insandaki bir şey yapma,
bir şey üretme enerjisinin boşa gitmesi demektir. Bu tam manasıyla enerji
savurganlığıdır.
Bedenlerimizin yaratıcısı-yönlendiricisi dışımızda değil, içimizdedir.
Davranışlarımızı içlerimizdeki bu varlıklara bırakmak, onların çevreden etkilenmelerini
dikkate alarak belirlemek zorundayız.
Bedenlerimizin
yaratıcısı olan hücreler hiçbir bedeni diğerinin aynısı olacak şekilde oluşturmaz.
Bu nedenle her insan bir diğerinden farklıdır. Hiçbir insan diğerinden üstün
değildir. Her insanın kendine has bir değeri vardır ve o değeri keşfedilirse,
toplum o insanın enerjisinden yararlanır ve kalkınır. O gizli değer ancak ve
ancak çocuklar özgür bırakılıp, benim çocuğum “doktor, mühendis, vs olacak”
türde yönlendirmelere maruz kalmazsa ve toplumda hiçbir meslek diğerinden üstün
görülmezse ortaya çıkar. Bedenimizde yüzlerce farklı organda görevli hücre
çalışır. Bir beyin hücresi, bir popo hücresini hor görür mü? Hayır, çünkü onlar
birbirlerine bağımlıdırlar. Toplumlarda da durum aynıdır, her bir meslek sahibi
bir alanda bir hizmet üretir ve binlerce farklı hizmeti başkalarından alır.
Toplum iş ve meslek mensuplarının bir ortaklığıdır ve günümüzde on-bin
üzerinde farklı meslek vardır. İş veya meslek sahipleri toplumun nasıl
olacağını belirleyen unsurlardır. Bir kentte kaç tane meslek grubu olduğu
saptanır. Her meslek grubu kendi üyeleri arasından, mesleki çıkarlarını temsil
edecek kişiyi belirler. Bu meslek temsilcilerinin oluşturdukları bir meclis
kenti idare eder. Meclisin alacağı kararlar, kentin medya-duyurucusu (radyo,
TV, vs) kanalıyla halka duyurulur. Halk kendisini bu duyurulara göre ayarlar.
Yaptığı işten memnun kalınmayan meslek mensupları odaya şikayet edilerek
kötülerin elenmesi, iyilerin teşviki sağlanır. Toplumda uygulanacak kurallar iş
ve meslek temsilcilerinin alacağı kararlardır. Yukarı doğru aynı yöntem
uygulanarak, gittikçe büyüyen sistem yönetimleri oluşturulur.
Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar
asla topluma zarar verecek bir işe girmezler. Her insan yeteneğine uygun bir
işe soyunur o konuda bilgi edinir ve bir hizmet üretir, bu hizmet toplum
havuzuna gider. Diğer insanların hizmetleri ve ürünleri de toplum havuzunda
toplanır, insanlar da bu havuzdan neye ihtiyaç duyarlarsa alırlar.
Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, bu bilgiyi
insanlara vermektir. Bu bilgiyle yetişen insan toplumun bir hizmet-alış-verişi
ortaklığı olduğunu anlar; yeteneğine uygun bir meslek bilgilerini edinip,
topluma sunar ve diğer hizmetleri de diğer ortaklardan alarak, kardeşlik içinde
yaşar. Böyle tasarlanan bir toplumda işsizlik, haksızlık, adaletsizlik vs.
oluşur mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder