DOM ve OO-1-5


Doağadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) 

Hayatın nasıl oluşup geliştiğini en temelden başlayıp, gerekli doğa-bilimsel verileri sırasıyla sunarak, toplum-hayatımızı nasıl örgütlememize kadar uzanan geniş içerikli bir yazı dizinine başlıyoruz.
Dizin sırasını atlayıp-atlamadığınızı saptamanız için dizini DOM-1 ile başlatıp, 2, 3 gibi devam edecek, bazan 3a, 3b gibi alt numaralar kullanılacaktır.


1.1.   DOM-1

Ben bir emekli öğretim üyesiyim. Önce kendim hakkında çok kısa bir bilgi vererek neden sosyal medya ortamlarında yazışmalara girmeye başladığımı açıklamak istiyorum
Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”
Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında o zamanlarda (hatta çoğu fizikçide hâlâ günümüzde), doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındı ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade ediliyordu. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya tabandan yönetilen bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.
Bunun üzerine:
- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.
- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.
- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.
- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.
- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.
Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.
Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. 
Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve
- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).
- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün hücrelerin kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),
- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken  2000) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.
Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü
- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran biriydim,
- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.
Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım.
Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.
HAYAT = Ömür; ömür ise ZAMANın bir dilimidir. Zaman kavramının sırrını çözen, hayatın sırrını da çözmüş olur. Mesleğim gereği ZAMAN’nın ne olduğunu çözen bir bilim adamı olarak, atalarımızın bu kavramı tamamen yanlış yorumladıklarını ve bu yanlış yorumu geleneklerle nesilden nesile aktararak, insanlığı hatalı bir hayat anlayışına sürüklediklerinin farkına varan biriyim.
Dinamik sistemde oluşturucu güç, çevreyle sürekli etkileşim içindedir, çevredeki değişimlere göre kendisini değiştirir.


DOM'a-GİRİŞ

Halkımızın genelde kitap-okuma alışkanlığı olmadığı istatiksel verilerle saptanmıştır. Diğer taraftan, toplumsal hayat sistemimizin düzeltilmesi, bilgili olmakla mümkündür. Toplum hayatı, doğadaki genel hayat sistemi oluşumunun bir devamıdır. Bu nedenle insanlarımızın toplumsal hayat-sistemlerini oluşturabilmeleri için gerekli bir doğal sistem bilgisine sahip olmaları şart ve gereklidir. Bu amaçla, Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) bilgilerini, küçük parçalara bölerek ilgilenenlere ve merak edenlere iletmek amacıyla DOM-1 ile başlayıp, DOM-2, 3, gibi birbirini takip edecek kısa bölümler halinde duyurmanın yararlı olacağını umuyorum.

Amaç, bir toplumsal-uzlaşma metni oluşturmaktır. Yazdıklarım hakkında görüş bildirmek ve konuyu tartışmak isteyenlere baştan söyleyeceğim şudur:

Yazdıklarımda hiç hata yoktur iddiasında değilim. Ama genel hattı ile DOM-görüşünün doğru olduğuna inanıyorum, çünkü doğa dinamik sistemlidir, yani sürekli bir değişim-dönüşüm söz konusudur. Ve DOM görüşü bu değişim-dönüşümlü sisteme dayalı bir hayat görüşüdür. Geleneksel hayat görüşleri ise statik, yani yaratıcının yarattığı şekliyle aynen devam eden, bir evrimleşme olmayan bir sistemlidir, bu nedenle toplumsal sorunlarımızın oluşmasına neden olmaktadır.

Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır.

       1- Bu çalışmanın temel amacı toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözüm formülü bulunmasıdır. Kafalarında bundan başka bir amaç taşıyanların hiçbir görüş bildirmeye hakları olamaz, çünkü amaç aynı değildir.

       2- Bir fikre karşı çıkmak, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.

16 bölümden oluşan bu ‘Toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözümü’ paketinin tümünü okuyup değerlendirmeden bir yorum yapılması veya görüş bildirilmesi mantıksızlık olur, çünkü doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar karşılıklı bir etkileşim içindedir. Aslında bu 16 bölümde belirtilenlerden çok daha fazla faktör devrededir. Bunlar zamanla eklenip, yenilenmeler yapılmalıdır.

DOM-1a

İnsan doğayı dolayısıyla hayatı anlamaya çalışmaktadır. İnsanlara bu konuda verilen bilgiler, genellikle atalarının efsaneler, hikayeler şeklinde aktardıkları bilgilerden oluşmaktadır, çünkü yazılı olarak bilgi aktarımı yaklaşık 5 bin yıldan beri vardır. Sümerler denilen bir kavmin çivi yazısı denilen ve pişirilmiş çamur tabletleri üzerine yazılan kayıtlarıyla yazılı bilgiler bizlere miras kalan en eski bilgileri oluşturmaktadır.

Elbette, yazılı metinlerden önce de atalarımız resimler, heykeller, kabartmalar şeklinde de düşünce ve deneyimlerini aktarmaya çalışmışlardır. Ancak onları yorumlamak ve ne düşündüklerini kesin olarak anlamak olası değildir.

Sümerlerin bıraktıkları yazılara bakarsak, onların doğal sistemi şöyle yorumladıklarını görürüz: Doğa ilahi tanrılarca yaratılmıştır. Yer ters dönmüş bir tabak gibi devasa bir okyanus içinde bulunur. Okyanusun suları tuzludur. Yer Gök kubbe ile örtülüdür. Gök kubbe üzerinde tatlı sudan oluşan bir okyanus daha vardır ve yağmur bu gök-kubbede açılan kapılardan yeryüzüne düşer.

Yani özetle, doğa ve dünya varlıkların dışında olan ilahi tanrılarca yaratılmıştır ve varlıklar birer robot gibi ilahi emirlere uyarak yaşarlar. Sümerlerin doğa anlayışı onların çevrelerindeki toplumlara da yansır. Zaman içinde insanların bilgi düzeyi arttıkça, tanrı anlayışı da değişir, çok tanrılı sistemden tek tanrılı sisteme geçilir. Ama insanlığın doğa hakkındaki görüşleri pek değişmez. Doğa ve dünyanı canlı olduğu ve sürekli bir değişim içinde bulunduğu görüşü hiç gündeme gelmez. Onlara göre dağlar hep yüksek dağlar olarak ve denizler hep sürekli çukurluklar olarak kalmışlardır.

Yaklaşık 4 asır önceleri Steno adında bir hekim, İtalya’nın Toscana bölgesindeki kayaçlar içinde deniz canlıları kabukları bulduğunda, önce kendisi çok şaşırır, çünkü geleneksel görüşe göre, karaların deniz altına düşmesi olanaksızdır. O zamanın bilginleri bu deniz canlıları kabuklarının Nuh tufanı sırasında oraya yerleşmiş oldukları şeklinde açıklamalar yaparlar. Ama bu deniz kabuklu katmanların, normal başka kayaç katmanları ile sık-sık birbirleriyle ardalanmalı olduğu görülünce, bir defa olmuş bir tufanla açıklanması mümkün olmaz.

Bunun üzerine insanlar bu farklı içerikli katmanların nasıl oluştuklarını tasarlamaya çalışırlar ve bu şekilde jeoloji denilen yeni bir bilim dalı ortaya çıkar.

Jeoloji insanlığın düşünce ve değerlendirme sisteminde çok büyük değişikliklere yol açar. Bunların başında ZAMAN kavramının anlaşılması yer alır

Zaman kavramının anlaşılması neden bizlerin düşüncelerinde derin bir etki yaratır?

Yaratır, çünkü hayata bir anlam verilmesine olanak sağlar.

Şöyle ki:

Hayat = Ömür; Ömür ise zamanın bir dilimidir. Öyleyse zamanı anlayan hayatı anlamış olur.

Zamanı anlayabilmek için ise geçmişimize bakmak gerekir. Geçmiş nasıl tasarlanabilinir? 

Varlıkların hangi sırayla ortaya çıktıkları saptanarak!

Bu işlem nasıl yapılabilinir?

Jeolojiden yararlanarak!

 


Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınır ve deniz diplerinde depolanır. Denizlerde depolanan bu maddeler arasında, yeryüzünde o an bulunan maddeler de bulunurlar. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu.

 

DOM-1b

Denizdeki katmanlar, bir kitabın sayfaları gibi, yaşlı olan altta, genç olan onun üstünde olacak şekilde üst-üste yığışırlar. İşte bu yöntemden yararlanılarak dünyamızın geçmişi saptana bilinmektedir. Şimdi bu yöntemle elde edilen kayıtlara bakarak, geçmişimizi tasarlayalım.

Doğada her şeyin kayıtlarının tutulduğu bir kitap vardır, bu yeryuvarının ARŞİV SAYFALARI kitabıdır.

Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu. Bu şekilde dünya tarihinin arşiv sayfaları oluşturulur. Denizlerdeki bu katmanlarda dünyadaki her olay kaydedilir.

         Nerede ne zaman bir deprem olduğu,

         Nerde ne zaman bir volkan patladığı,

         Hangi denizde hangi zamanda ne tür bir canlı yaşadığı, bu canlının ne zaman ortaya çıktığı ne zaman kaybolduğu;

         Deniz tabanının ne kadar derin olduğu,

         Deniz suyunun sıcaklığı

         Vs.

Geçmişe ait bu doğal kayıtlar sıraya konulup - incelenerek, doğa ve dünyamızın (ve de insanlığın) oluşum ve gelişimi gerçeklere uygun şekliyle ortaya koyulabilmektedir!


Yukarıdaki şekil üzerindeki tüm bilgileri dikkatlice okuyup-değerlendirin. Şimdi yeniden bu şekilde gösterilen gelişimleri bir başka açıdan değerlendirelim

(1)        5 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, insan ve insanın oluşturduğu her şey yok oluyor. Bu demek oluyor ki, insanın oluşturduğu tüm bilgiler (araba, bilgisayar yapma, vs. bilgileri) doğadan siliniyor; bunun yanısıra hücrelerdeki insan bedeni oluşturma bilgileri de siliniyor. Peki bunun sonucu ne oluyor? Bu varlıkları oluşturan maddeler atomlarına ayrışmış oluyorlar ve o atomlar da başka varlıkların (karıncasından kurduna, koyununa gibi) yapımında kullanıma giriyorlar.

(2)        70 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, at, inek, koyun, aslan, kurt gibi memeli hayvanlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar dinozor, vs. gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar.

(3)        300 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, dinozorlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar trilobit, balık, derisidikenliler vs. gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar.

(4)        700 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, trilobit, balık, derisidikenliler ve tüm diğer çok hücreli hayvanlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar amip, bakteri gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar. Yani 700 milyon yıl önceleri çok hücreli bir canlı oluşturma bilgisi dünyamızda henüz gelişmemişti.

(5)        2.5 milyar yıl öncelerine gidildiğinde, amip gibi çekirdekli tek hücreliler de yok oluyor, ve onları oluşturan atomlar ya bakteri gibi çekirdeksiz tek hücreli varlıkların yapımında kullanıma giriyorlar, veyahut inorganik madde yapımında kullanılıyorlar.

(6)        4 milyar yıl geri gidildiğinde, bakteriler de yok olup, atomlarına ayrışıyorlar ve atomları inorganik madde veya basit organik molekül yapımında kullanılıyorlar.

(7)        5 milyar yıl geri gidildiğinde dünyamız yok oluyor, ve dünyamızı oluşturan moleküller atomlarına ve-veya atom-altı-öğelerine ayrışmışlar ve yıldızlar içindeki ilksel durumlarına dönüşmüş oluyorlar.

(8)        12-13 milyar yıl geri gidildiğinde, yıldızlar ve galaksiler de yok oluyor, yani proton-nötron-elektron gibi en temel atom-altı-öğeler de yok oluyor ve her şey kuantum denilen en temel enerji ve etkileşim öğelerine dönüşmüş oluyor ve evrensel sistemin başlangıcına varmış oluyoruz.

(9)        Özet olarak vurgulamak gerekirse, doğa ve dünya, proton-nötron-elektron dediğimiz atom-altı-öğelerden, bu atom-altı-öğeler de, doğadaki en temel etkileşim ve enerji öğesi olan kuantlardan oluşuyor. Yani doğa bir hiçlikten değil, enerji yumaklarından oluşmaktadır.

 


Evrenizin başlangıcına gidildiğinde “proton, nötron, elektron gibi madde oluşturucu temel öğeler” de bileşenlerine ayrışmış oluyorlar; bileşenler ise, ÇOK-ÇOK KISA ÖMÜRLÜ, ve ÇOK HAREKETLİ atom-altı-öğelerinden oluşuyor. Bunlara Kuantum alemi deniyor.

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu şu noktayı göz önüne koymuştur: Doğa alt-sistem üst-sistem yapılarından oluşur.

Örnek: Bedenler hücrelerin oluşturduğu bir üst-sistemdir.

Hücreler atom ve moleküllerin oluşturduğu bir üst-sitemdir.

Zaman olgusu şu noktayı ortaya koymuştur: Doğa küçüklerden büyüklere doğru gelişmektedir.

Dünyada ilk defa yumurta mı tavuktan çıktı, yoksa tavuk mu yumurtadan çıktı? sorusu hep merak edilmiştir; ve Zaman olgusu bunu kesin olarak cevaplıyor: önce yumurta vardı ve yumurtadan tavuk evrimleşmiştir.

 


 

Yani doğa ve dünyamız dinamik bir sistemdir. Tüm bu dinamizmi başlatan-sürdüren ise kuantsal sistemdir. Bedenlerimiz, hücrelerden, moleküllerden, atomlardan ve kuantsal sistem  dediğimiz atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bedenimizin her bir hücresinde saniyede 100.000 kimyasal işlem yapılmaktadır (McTaggart 2008). Bu işlemlerde C, H, O, gibi kimyasal elementler, çevrelerindeki değişen-değiştirilen enerji durumlarına göre, değişim-dönüşümlere uğrayarak, değişen ortam koşullarına uygun yeni madde kombinasyonları oluştururlar. Tüm bu değişim-dönüşümlere neden olan dürtü ise, “rahatlama dürtüsü”  olarak açıklanan durumdur ve  “enerji-akışı-yoğunluğunun” (Chaisson 2001, 2011) artırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Enerji-yoğunluğunun nasıl artırılacağı ise, “bilgi” oluşturularak yapılmak zorundadır, nitekim de, şekilde gösterildiği üzere,  bilginin gelişiminin eksponansiyel olmasıyla net bir şekilde görülmektedir. Bilgi ise, Kandel’in (2001) ıspatladığı üzere, varlıkların kimyasal bileşimlerine entegre edilerek depolanıp-aktarılmaktadır.

Zaman ile bilgi oluşumu arasındaki ilişkiyi anlatabildik mi?

Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor?

 

Doğadaki dinamik oluşum mekanizmasını (DOM) tanımaya devam

DOM-2a

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu şu noktayı göz önüne koymuştur: Doğa alt-sistem üst-sistem yapılarından oluşur.

Örnek: Bedenler hücrelerin oluşturduğu bir üst-sistemdir.

Hücreler atom ve moleküllerin oluşturduğu bir üst-sitemdir.

Doğada bir alt-sistem – üst-sistem yapılaşması olduğuna göre, şu soruların yanıtlarını bilmek, hayatı gerçeklere uygun şekilde anlamamızı sağlayacaktır.

Birinci bir soru: Bu yapılaşmalar hangi yönde ilerliyor veya gelişiyor; yani önce büyük (üst) sistem mi vardı, yoksa küçük (alt) sistem mi vardı? Bu soru zaten şu şekilde eskiden beri insanların aklına yakılmıştı: Dünyada ilk defa yumurta mı tavuktan çıktı, yoksa tavuk mu yumurtadan çıktı? Sorunun yanıtı, önceki bölümde verilmişti

Şimdi başka sorular akla geliyor. Bunlardan ilki şu:

Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor?

Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor? sorusunun yanıtı için bir ön hazırlık gerekli, çünkü “bilgi” sahibi olmadan fikir oluşturulamaz.

Zaman olgusunun başlangıcının kuantum alemi denilen atom-altı-öğeler alemine dayandığını gördük. Peki bu kuantum alemi nasıl bir şey, canlı mı, cansız mı? Bilinçli mi, bilinçsiz mi?   

DOM-1 dosyasında, bilginin eksponansiyel (üstel) şekilde gelişmesine bağlı olarak, kimyasal bileşimlerin sürekli değiştirilip-yenilenmesi sonucu ZAMAN dediğimiz değişim-dönüşüm görüntülerinin oluştuğu gösterilmişti.  “Bilgi” faktörünün üstel (eksponansiyel) şekilde gelişmiş olması, bilgi’nin varlıkların en temel yapıtaşlarından kökenleniyor olmasını zorunlu kılar. Çünkü: Eksponansiyel fonksiyonların türevleri hep eksponansiyel olarak kalırlar; bu matematiğin bir ilkesidir. Bu matematiksel zorunluluk, kuantsal sistem dediğimiz en temel yapısal öğelerin canlı ve bilinçli olduklarını gösterir. Şimdi kuantsal sistem dediğimiz atom-altı-öğeler dünyasının gerçekten canlı-ve bilinçli mi olduklarına bakalım.

Max Planck’ın (1901) keşfine kadar, enerji denilen şeyin, istendiği kadar küçük parçaya bölünebilen, yani sıfır (0) değerine bile indirgenebilen, belli bir kimliği-kişiselliği, çevresini algılama ve ona göre davranma yeteneği olmayan, cansız bir değer sistemi olduğu varsayılıyordu. Doğa veya tanrı denilen harici bir ekstra varlığın bu enerjiyi kendi görüşüne göre kullanıp, doğadaki olayları oluşturup-yönlendirdiği görüşü egemendi. Planck, enerji denilen faktörün, istenildiği kadar küçük parçaya bölünebilen bir şey değil, belli bir sabit değere sahip olması gereken bir faktör olduğunu ortaya koymuştu. Ve bu sabit değerin de Planck sabiti (h) denilen; h=6.62606896×10−27erg·s  gibi belli değerde olduğu hesaplanmıştı. “En küçük enerji değeri ne kadar?” sorusundaki “Ne kadar?” anlamına gelen quantum (kuantum) terimi de bu manada üretilmiş ve kuantum fiziği denilen fizik dalının ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Kuant sözcüğü, Latince kökenli miktar anlamındaki kantite sözcüğünden gelir. Doğadaki en temel etkileşim biriminin miktarı (kantitesi) ne kadar anlamını yansıtmak için seçilmiştir.

Fizikçiler kuantumu şöyle tanıtırlar: Quantum is the minimum amount of any physical entity involved in an interaction; minimal increment of energy, Tercüme edersek: Kuantum, bir etkileşimde, herhangi bir fiziksel birimde gerçekleşebilecek en küçük artış miktarıdır; en küçük enerji artışı-aktarımıdır. Yani doğadaki olaylar ve –oluşumlarda devrede olan en küçük enerji birimidir.

 Madde dediğimiz her şey, atom-altı-öğeler denilen, elektron, proton, nötron ve onların alt-birimlerinden oluşmaktadır. Fizikçiler bunlara parçacık diyorlar, ama tamamen bilinçsizce bir yakıştırma, çünkü aynı fizikçiler bunların sürekli bir devinim içinde olduklarını ve çok kısa süreli olarak var-olup, kaybolup, tekrar ortaya çıktıklarını bizzat kendileri deneylerle saptıyorlar.

Yani çok kısa ömürlü ve çok devingen, çok hareketli bir varlıklar alemi ile karşı karşıyayız.

Bunların canlılık öğeleri olarak değerlendirilmesinin nedeni, “kuantsal özellikler” denilen şu özelliklere sahip olmaları nedeniyledir:

1) Kuantlar rastgele davranmazlar, gidecekleri yeri (hedefi) kendileri belirler. Hangi hedef seçilecek?

2) Hedef belirlemekte, salınım (veya ölçme)-adımlarına göre işlem yaparlar ve bir olasılık hesabına göre en uygun hedefi seçerler. Çevrede ölçülecek ne kadar hedef var?

3) İlerleme sırasında ya sağa, ya da sola dönülerek gidilir. Sağa dönerek mi, sola dönerek mi gidileceğini kendileri belirlerler.

4) Salınım-adımının olacağı düzlem 0 -360 derece arasında değişebilir. Kaç derecelik bir açıda salınım yapılacağını kendileri belirleyerek ilerlerler.

5) Belirlenen hedefe ulaşıla bilinmesi için, önlerinde aşılması güç bir engel varsa, “tünelleme” denilen bir faktörden yararlanırlar. Zıplama enerjisinin nasıl sağlanacağını onlar belirler.

6) Birbirleriyle “haberleşip”, evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilirler. Evrendeki o kadar çok öğe arasında nasıl denge sağlanacağı bilgisini oluşturmak onların görevidir.

7) Kuantlar alemi enerji-kümelerinin her biri farklı ömürlüdür; kimi saniyenin on-milyarda biri; kimi saniyenin yüz-milyonda biri, vs. gibi çok farlı bir süre “yaşar” ve sonra bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir.

8) Çevrelerindeki tüm varlıkları algılarlar ve onlarla ilişkilerini, çevresindekilerin kendilerine bakış açısına göre belirlerler. Buna Observer effect =Gözlemci etkisi denir. Zaman içinde oluşacak o kadar çok yarışmacı arasından, en iyi olanın nasıl seçileceği gibi hiç kolay olmayan bir görevi yerine getirirler.

 

Kuant dediğimiz atom-altı-öğeler ne kadar bilgili ve bilinçli?

 Bu konuyu bir fizik deneyi ile açıklayalım.



Şekilde görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve önüne iki perde konulur. En arkadaki perde üzerine bir detektör (D) yerleştirilir. Aradaki perde üzerinde de (A) noktasına bir delik açılır.

Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek şekilde ayarlanır.

Aynı boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir tanesinin geçtiği doğrulanır.

Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 ögeden 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir.   …  Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.

Daha önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç öge algılamadığı görülür.

Detektörün konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda dört tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.

Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelerin şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

İki delikten de geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka duvar üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda, dört ile sıfır arasında değişen dağılım gösterirler.

 Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.  (D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:

Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir:

Örn. (A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.

Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu.

Öge bu iki değeri toplar: +1-1=0.  Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.

Hayret! Delikler tek tek açık olduklarında her delikten bir adet geçebiliyordu, şimdi deliklerin ikisi de açık, ama hiçbir şey delikten geçmiyor. Bu nasıl iş?

Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2.   2’nin karesi alınır: 4 eder.

Bu durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kayıt eder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!

Yine hayret: bir delikten geçebilecek öğe sayısı bir tane idi, deliklerin ikisi birden açılınca, nasıl oluyor da 2 yerine 4 tane öğe geçebiliyor?

İşte kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre davranmalarıdır.

Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler.

Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir.

Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.  Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?

Çünkü ögelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.

Ama iki delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir olasılık hesabı yaparak davranır.

Atomik öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama, önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.

Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.

Burada beş noktanın vurgulanması gerekir:

Birinci nokta şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.

İkinci nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel deterministik görüşlü fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde bir güç sisteminde olduğu önyargısından kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.

Üçüncü önemli nokta şudur: Kuantlar bu hesaplama işlemini hedefe gidip-gelerek yapmıyorlar; yani önlerine konulan seçenekleri orya gitmeden anında hesaplayabiliyorlar.  Yani delikten geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama yetenekleri var. Ne olağan-üstü bir davranış ve yetenek, değil mi? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?

Dördüncü önemli nokta şudur: Kuantlar doğada belli noktalara hiç gitmeyerek, belli noktalara ise hiç beklenilmeyecek şekilde anormal sayıda giderek enerji gradyanları oluşturuyorlar. Enerji-gradyanları da “kuvvet” oluşumunu yol açtıklarından, doğadaki tüm olay ve gelişimleri yönlendiren temel faktör oluyorlar.

Beşinci önemli nokta ise şudur: Seçenekler (yani öğeler) birbirleriyle uyumsuz iseler, o oraya hiç kuant gitmiyor; ama öğeler birbirleriyle uyumlu iseler, ekstra kuant oraya gidiyor, yani normalde ancak 2 kuant gitmesi gereken yere, 4 kuant gidiyor. Bu nokta toplumsal hayatta çok–çok önemli, çünkü, insanlar birbirleriyle uyumlu olurlarsa, kazançları anormal derecede artar, uyumsuz olurlarsa da, o oranda kazançları düşük olur. 

Görüldüğü üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan, çevrelerini algılayıp, olasılık hesapları yaparak çıkan sonuca göre davranan BİLİNÇLİ ve  CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra  tekrar doğarlar. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi gerekir.

Kuantlar aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.

Evrensel sistemin başlangıcındaki sürekli devinim halindeki çok kısa ömürlü bu kuantsal canlıları düşünün. Çok hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevresindeki zilyonlarca diğer kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli bir salınım ve titreşim içindeki bu kuantsal canlılar, ne yapmalılar ki, daha rahat bir duruma ulaşsınlar?

Bunun cevabı için, insanların davranışına bakalım: İnsanlar tek başlarına yaşasalardı, her işi tek başlarına yapmak zorunda olurlardı ve kafalarını kaşıyacak zamanları olmazdı. Ama ortaklıklar oluşturup, iş-bölümü yaparak ve ürünlerini takas ederek, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmışlardır. Buna rahatlama dürtüsü denir ve doğadaki tüm varlıklarda mevcuttur.

Fizik bilimi verilerine bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak, çok devingen, çok kısa ömürlü kuantum-aleminden, daha az hareketli ve daha uzun ömürlü üst-sistemlere geçtikleri, bunun için birleşerek daha büyük ortak-yaşam sistemlerine doğru bir gidişatın söz konusu olduğu görülür.

Geleneksel fizikçiler şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi-bilinç” diye bir parametre kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına yerleşmiş en büyük şartlanmadır.

Görüleceği-anlaşılacağı üzere, kuantsal alemin (kuantsal canlıların) işi o kadar zordur ki, sürekli didinip, çaba sarf etmesi, yeni bilgiler oluşturması ve o bilgilere göre de örgütlenmesi, yapılaşması gerekmektedir. Kuantların yerinde siz olsaydınız, bu kadar yorucu-hareketli işlemlerden kurtulmak için ne yapardınız?

Biz insanların hep daha uzun bir hayat yaşama dürtümüz, içlerimizdeki kuantsal öğelerin, kısa ömürlülükten, uzun ömürlülüğe doğru ilerlemiş olmalarının bir devamı değil mi?

Doğa hakkında görüş oluşturmaya çalışan atalarımız, hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamamışlardır, çünkü doğal sistemin değişim-dönüşüm üzerine kurulu olduğunu fark edememişlerdir. Doğada sabit, değişmez olan hiçbir şey yoktur, her şey zaman içinde birbirine dönüşür. Bu dönüşümlerin ise bir amacı bir yönsemesi vardır: Daha uzun ömürlü ve daha rahat bir sistem oluşturmak. Dolayısıyla doğada bir evrimsel gelişim, bir ilerleme vardır. 

İnsanların anlamak istedikleri kavramların başında işte bu doğum-ölüm döngülü, sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğal sistem vardır.

Doğadaki en temel kuantsal enerji öğeleri bir şey oluştururlar; ama asla ebedi ömürlü olarak değil, belli bir süreliğine. Çünkü zaman içinde “bilgi” düzeyi değişecek ve daha ergonomik yapılar ortaya çıkacaktır. O zaman o ergonomik yapıların gelişmesini sağlayacak şekilde, bileşenlerine ayrılan öğeler, bu yeni sistemdeki yapıya akacak, kötü yapılanma terk edilecektir.  

Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, bilgi oluşturma potansiyeline paralel olarak evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç noktasıdırlar.

Böylelikle “oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor” sorusu da yanıtlanmış olmakta ve doğadaki oluşum ve gelişimlerin en tabandaki kuantsal sistem tarafından yönlendirildiği anlaşılmaktadır.

DOM-2b

Fizikçiler göz-göre-göre bizleri yanıltmaya devam ediyorlar.

Üçüncü soru şudur: yönlendirme işlemi nasıl oluyor? Bir öğenin davranışı nasıl belirleniyor?

 




İki-delik deneyini tekrar görelim.

S’den gönderilen 100 fotondan hiçbirinin (5=beş) numaralı noktadaki detektöre gitmediği görülmektedir. Halbuki delikler tek olarak açık olduğunda mutlaka bir foton D’ye ulaşıyordu. Deliklerin ikisi birlikte açık olduğunda ise hiçbir foton o noktaya gitmediğine göre, fotonlar o noktanın uzaklığının uygun olmadığı bilgisine sahipler. O nedenle hiçbir fotonun o noktaya gitmiyor. Öyle bir bilgi ki, fotonların uzaktan algılama yeteneğine sahip olduklarını gösteriyor.

Kuantlar bu hesaplama işlemini uzakta iken yapıyorlar; yani delikten geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama yetenekleri var. Ne olağan-üstü bir davranış ve yetenek, değil mi? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?


Yaratıcılık ve yönlendiricilik enerjisi veya erki, varlıkların içsel bileşenlerinde midir; yoksa dışlarındaki harici bir sistemde midir?

 

Yaratıcılık bir oluşturma, yapma işlemidir. Bir şey nasıl yapılır?

Bilgiyle yapılır.

Örnek: Bir balta yapmak için önce demir denilen bir metal elde edilir, sonra o metal balta olacak şekle sokulur, sonra ona uyacak bir sap yapılır ve bu sapla demirden yapılan kafa birleştirilir. Günümüzde bir balta böyle yapılıyor.

Peki bir milyon yıl önceleri yaşayan atalarımızın da balta yaptıkları biliniyor; onların baltaları nasıldı? Onların baltalarının başı çakmaktaşı gibi sert bir kayaçtan yapılıyordu.

Anlaşılacağı gibi, bilgi düzeyi zamanla değişip-gelişmektedir. Bu değişimler beyinlerdeki hücrelere yansıtılmakta, hücreler de o yeni bilgilere göre daha farklı madde kombinasyonları oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla doğada görülen varlıkların şekilleri zaman içinde değişmektedir, çünkü bilgiler değişip gelişmekte, ona göre de oluşturulan nesneler farklılaşmaktadır.

Proteinler hücrelerin doğayı tanımlamakta kullandıkları tümcelerdir ve farklı amino-asit dizilimlerinden oluşurlar. Dolayısıyla bilgiler kimyasal element dediğimiz atomlarda depolanıp-işlenirler. Doğada gerçekleşen değişim-dönüşümler sürekli olarak alt-sistemlere aktarılır ve üst-sistemlerin yeniden düzenlenmeleri sağlanır.

Bizler şimdiye dek doğa ve dünyamızın Doğa-Üstü (DÜ) bir güç sistemiyle yönlendirildiğine, insanlığın da insan-üstü kişilerce yönlendirilmeleri gerektiğine inandırıldık. Krallar, sultanlar, kontlar, baronlar, ağalar gibilerin yönetimlerinde yaşadık. Bu insan-üstü kişiler dünyayı parselleyip sahiplendiler, bizler de onların uşakları-hizmetkarları olarak onların mülklerinde çalışarak, ürettiklerimizin çoğunu efendilerimize verdik, kalanıyla da kıt-kanaat geçinmeye çalıştık.


Ama yüz yıl önceleri “quantum” sistemi keşfedildi. Her şeyin bu güç sisteminden beslenerek yaşadığı, doğadaki tüm güç ve enerjilerin bu kuantsal sistemden kaynaklandığı ortaya çıktı. Fizikçiler binlerce yıllık gelenekler nedeniyle, DÜ bir güç siteminin doğadaki tüm oluşum ve gelişimleri yönlendirdiğine şartlanmış olduklarından kuantsal sistemin bu olağan-üstü davranışlarını anlamakta zorlandılar. Bu durumu Nobel ödüllü Fizikçi Feynman şöyle ifade etmiştir:

“Gördüğünüz gibi benim fizik öğrencilerim de anlayamıyorlar. Bunun nedeni, benim de (bunları) anlayamadığımdır. Hiç kimse anlayamıyor. Size anlatacaklarımı neden anlayamayacağınızın diğer bir nedeni, size doğal sistemin nasıl işlediğini açıklamaya çalışmamdır, doğal sistemin nasıl işlediğini anlayamayacaksınız. Fakat gördüğünüz gibi, hiç kimse bunu anlayamamaktadır. Doğanın neden böyle tuhaf biçimde davrandığını açıklayamıyorum.”

Feynman gibi Nobel ödüllü ve burada açıklanan deneylerin çoğunu bizzat yapan bir fizikçinin böyle aciz bir şekilde haykırışının nedeni nedir?

Tek bir nedeni vardır: O da çocukluğundan beri çevreden kendisine aktarılan doğal-sistem görüşüdür. Geleneksel doğal sistem görüşünde varlıklar Doğa-Üstü güç sisteminin koyduğu kurallara birer robot gibi uyan cansız öğelerdir. Bilinç-altına böyle bir bilgi yerleşmiş olan insanın nasıl davranmasını beklersiniz?

Bilinç-altı en temel davranış programlarını içerir. Doğal sisteme uygun olmadığında mantıksızlık kaçınılmazdır.

Peki biz insanlar Feynman’dan farklı mıyız?

Günümüzde hala fizikçiler ekranlarda göz göre göre bizlere yanlış yanıltmaya devam ediyorlar. Efendim zamanla her şeyi dağılıp parçalanacak ve evrenimizin sonu bir kaosla bitecekmiş. İnsaf be kardeş!

Evrende zaman içinde her şey dağılıp-parçalanacak, düzensizliğe yani kaosa gidilecekse, 10 milyar yıldır evrende neden düzenli bir yapılaşmaya doğru gidiliyor? Ve bu düzenli yapılaşmalar hep bilgi denilen bir faktöre göre gerçekleşiyor. Peki sizin formülasyonlarınızda, hesaplamalarınızda bu bilgi denilen ve daha ergonomik yapılar oluşturulmasına yol açan faktör nerede? Bilgi faktörünün devrede olmadığı hangi formül doğal sistemi açıklayabilir?

Çıldırmamak elde değil. Ve DOM-sistemine itirazda bulunan kimileri, kuantsal sistemin bilgili davrandığına dair bilimsel yayın gösterebilir misiniz? diye karşı çıkıyorlar? İki delik deneyi yukarıda açıklandı, kuantlar orada bilinçli davranmıyorlar mı?

Bilgi diye bir faktöre inanmayan bilim insanlarının nasıl böyle bir yayın yapmasını beklersiniz? Feynman neden “kimse kuantum fiziğini anlayamıyor” diyor?

Neden insanların çoğunluğunun sömürüldüğünü ve bu işi kimlerin tezgahladığını anlayabiliyor muyuz?

Yukarıda ve önceki bölümlerde açıklanan verilerle yönlendirme işlemi nasıl oluyor? Yani bir öğenin nasıl davranacağı nasıl belirleniyor sorusu da yanıtlanmış oluyor: Her varlık çevresini algılama ve onlara göre kendisini yönlendirme yeteneğine sahiptir. Yönlendirmeler “bilgi” sinyalleriyle oluyor ve bilgiler hep varlıkların içsel bileşenlerinde kaydedilip- işleniyorlar.

Halbuki günümüz insanları toplumsal davranışlarını kendileri belirlemiyor. Yasa ve yönetmelikleri kendileri yapmıyorlar. Bunu başkalarına bırakmışlar.

Peki bu başkaları insan değil mi? Onları farklı kılan ne? Bu soru daha sonra ele alınıp-yanıtlanacaktır.

 

DOM-3a

Evrimciler “Varlıklar doğa yasalarına birer robot gibi uyarak yaşarlar” demekle insanlığı yanlış yönlendirmekteler.

Kuantlartın en önemli özelliklerinden biri de “Tünelleme etkisi”, yani en ekonomik konumlara göçme yetenekleridir.

Fizikçiler elektron gibi enerji taşıyıcısı öğelerin belli bir sınır dâhilinde enerji potansiyeline sahip olduklarını ve bu enerji düzeyine ulaştıklarında, başka bir yörüngeye zıpladıklarını saptadıktan sonra, bazı deneylerde bu enerji taşıyıcıların anormal derecede enerji toplayıp, aşılması olanaksız görünen bir engeli aştıklarını ve daha ekonomik konumlu yerlere (A’dan B’ye) göçtüklerini saptamışlardır. Bu olayı fiziksel mantık ve formülasyonlarla açıklayamadıklarından, “tünelleme = tunneling” diye bir kavram üretip, sanki A’dan B’ye bir tünel açılıyor ve elektron o tüneli kullanıp geçiyormuş şeklinde bir yorum yapmışlardır.

 


Bunu ise şöyle açıklarlar: Diyelim ki siz İstanbul’da yaşıyorsunuz. Bir gün Türkiye’nin Sydney elçiliğinden (Avusturalya) bir mektup aldınız ve Sydney’de yaşayan amcanızın öldüğünü ve size bir milyon dolar miras bıraktığını; bu mirası alabilmek için, 48 saat içinde Sydney’deki ilgili makama başvurmanız gerektiğini, yoksa paranın hazineye kalacağını öğrendiniz. Cebinizde beş kuruşunuz yok. Ne yaparsınız? Bir seyahat acentesine gidersiniz. Mektubu gösterip, size bir bilet vermelerini, ama ücreti 2 gün sonra tahsil edilebilecek şekilde kredi kartınızla ödeyeceğinizi söylersiniz. Uçakta zaten bir sürü boş yeri olan şirket size lüks tarifeden bir bilet satma rizikosunu göze alır ve siz Sydney’e uçar ve mirasa kavuşursunuz. Her iki taraf da kârlı çıkmıştır.

Bu ekstra enerji, çok kısa bir süreliğine oluşturulup sonra tekrar kaybolan çok kısa ömürlü “virtual particles= sanal parçacıklar” denilen öğeler olarak yorumlanmaktadır. Nereden ödünç enerji aldıklarına gelince: Atom-altı-öğeleri enerji gereksinimine göre “virtual particle = sanal öğe” denilen enerji öğelerini alırlar veya verirler. Kuantlar aleminin “canlılık” davranışı içinde olduğunun diğer önemli bir delili budur.

Yaşam motorunun yakıtını enerji oluşturur ve enerji varlıkların yapısal bağlanma şekillerinde depolanırlar. Hangi yapısal birleşim (kombinasyon) daha ekonomik bir bağ oluşturuyorsa, enerji o sisteme akar. Canlılar bu nedenle aminoasit kombinasyonlarını sürekli değiştirerek, en ekonomik bağ-sistemleri (değişik beden yapıları) oluşturma yarışı içindedirler. Bundan kurtuluş yoktur, çünkü enerji aktarıcı ve taşıyıcı temel ögeler (elektronlar, fotonlar, vs.) tünelleme etkisi göstererek, hep en ekonomik sistemlere göçerler. Bu temel ögelerin en ekonomik sistemlere göçmeleri sonucu, ekonomik olmayan sistemler dağılmak zorunda kalırlar ve ömürleri sona erer. Evrim bu şekilde işler. Varlıkları seçen bir DÜG yoktur. Varlıklar kuantsal enerji sisteminin kendilerine akmalarını sağlayacak bedenler oluşturmak için hep daha iyi bilgi oluşturma yarışı içindedirler.

Tünelleme etkisi olayının gösterdiği üzere, kuantsal sistem doğadaki iyi yapıları tercih eder, kötü olanları terk eder. Bu nedenle de “bilgi” oluşturma ve o bilgiye uygun beden oluşturma çabası tüm varlıklarda vardır. İnsanı oluşturan hücrelerin insan beynini muazzam bir yorumlama-bilgi oluşturma yeteneği ile donatmış olmasının nedeni de budur. 

Hücrelerin içlerinde bulunan atom-altı-öğelerin, daha iyi bir protein-yapısını seçip, kötü olanı molekülleri terk etmeleri, iyi-bilgiye göre oluşturulmuş organellerin desteklenmesi, kötü olanların dağılıp-yok olması gibi bir süreç başlatacağından, doğadaki “doğal-seciciler” kuantsal öğeler olmuş oluyorlar. Evrimcilerin doğal-seleksiyon adını verdikleri olay, tünelleme etkisinden başka bir şey değildir.

 

DOM-3b

Kuantlar alemi evrensel ölçekte anında etkileşim-özelliğine sahiptir.

EPR-Effect Veya Quantum-Entanglement = Kuantum-Dolanıklığı

Çift-delik deneylerinde görüldüğü üzere, kuantsal öğeler aynı kaynaktan fırlatılıp, biri bir delikten, diğeri diğer delikten geçecek şekilde gönderildiklerinde, iki farlı delikten geçen iki öğenin, birbirlerinin davranışlarının farkında olarak davrandıkları, bu iki öğenin birbirleriyle “entangled =dolanıklı veya bağımlı” olmaları gerekliği şeklinde bir kavram oluşturulmasına yol açmıştır. Yani aynı kaynaktan üretilmiş iki atom-altı öğe, aralarında çok uzak mesafeler bulunsa bile, biri diğerinin ne yapmakta olduğunu anında “bilebilmektedir.” Buna quantum-entanglement = Kuantum-dolanıklığı denir ve EPR- etkisi (effect) olarak fizik dünyasında bilinir. 

Bu olay, ışık hızından daha hızlı haberleşme olanağı olmadığı görüşünün egemen olduğu o zaman fizikçileri arasında büyük tartışmalara yol açar. Bu tartışmalar kuantum-fiziği teorisi taraftarları (Bohr, v.d.) ile Einstein (v.d) arasında en yoğun şekilde olur. 

EPR kısaltması, üç bilim adamının Einstein, Podolsky ve Rosen adlarının baş harflerini içerir. Einstein ve diğer tüm klasik fizikçiler, atom-altı-öğeleri cansız-bilinçsiz, bilye gibi parçacıklar olarak tasarladıklarından dolayı, atom-altı öğelerin, olasılık hesapları yaparak davrandıkları görüşünü, kabul edememişlerdir. Einstein, “Allah zar atmaz” cümlesini bu nedenle söylemiştir. İddiasını doğrulamak için de, kendi gibi düşünen diğer iki bilim adamı ile bir araya gelerek, 1935 yılında EPR paradoksu olarak bilinen meşhur makaleyi yayınlamışlardır. Bu makalede Kuantum teorisinin paradokslar barındıran eksik bir teori olduğu iddiasında bulunulmuştur. İddia özetle şöyledir: 

Kuantum kuramına göre, parçacıkların spin (fırıl- dönme) diye adlandırılan bir özelliği vardır. Bir parçacığın spinini belirlediğimiz an, kardeş parçacık ne kadar uzakta olursa olsun, anında ters yönde ve aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır. Bu durum, birbirinin tıpatıp aynı iki bilardo topuna benzetilebilir: Toplardan birine spin (bir tür dönme) verdiğiniz an, öteki de aynı anda ters yönde ve tam tamına aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır. 

Einstein şöyle der: ‘ışık hızından daha hızlı bir haberleşme olamayacağına göre, iki parçacığın anında diğerinin davranışını bilmesi imkansızdır. Bu nedenle kuantum-fiziğinde yanlışlıklar olmak zorundadır’.

Kuantum fizikçileriyle klasik fizikçiler arasındaki bu tartışma 1982 yılına kadar sürer. Önce 1982 yılında Aspect ve diğ., daha sonra ise (1998) Tittel ve diğ. tarafından yapılan deneyler, tartışmaya nokta koymuş ve kuantum fizikçilerinin görüşlerinde haklı oldukları kanıtlanmıştır. Bundan sonra EPR-paradoksu “EPR-effect” olarak fizik biliminde yerini almıştır. 


Atom-altı-öğelerin bu özelliği, atom-altı-öğeler düzeyinde evrensel ölçekte bir etkileşim-haberleşme olduğunu gösterir. Tittel ve diğ. deneyi şöyle yapılmıştır:

Cenevre’deki bir laboratuvardaki vericiden  Bellevue ve Bernex kasabalarında bulunan alıcılara fotonlar gönderilmiştir. Bu iki alıcı arasındaki mesafe 10.9 kmdir. Alıcılarda eşzamanlı yapılan ölçümler, fotonların bir-birleriyle anında etkileşim içinde olduklarını göstermiştir. Yani, aynı kaynaktan çıkan kuantsal öğeler arasındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, öğeler birbirleriyle “anında haberleşerek” davranışlarını belirlemektedirler.

Kuantum-entanglement veyahut kuantsal-bağımlılık-dolanıklık neden önemlidir?

Önemlidir, çünkü her şey en tabandaki kuantsal enerji sistemiyle başlar ve onlara bağımlı olarak molekül-hücre-beden gibi üst sistemler içinde kümeleşmeleri şeklinde büyür-gelişir. Bu şekilde dinamik-sistemli doğa oluşur. Dinamik doğa, information & self-organisation olarak özetlenen Dinamik-Sistemler-Fiziği (Haken 2000) kuralları çerçevesinde işlemektedir.

Tüm bu tabandan tepeye doğru ilerleyen oluşumlar, kuantsal öğelerin karşılıklı anlaşıp-uzlaşmaları (rezonans) sonucu gerçekleşen birleşmelerle oluşurlar. Bu oluşumların temel prensibi, en temeldeki kuantsal enerji-öğelerinin ergonomik şekilde kullanılmasıdır. Böylelikle evrende gittikçe gelişen ve enerji-akışını geliştiren varlık oluşumları devam etmekte ve “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistem ortaya çıkmaktadır. Bilgi, varlıkların kimyasal bileşimlerinde kaydedilmekte, bu nedenle “zaman” denilen değişim-dönüşüm göstergesi, doğadaki kimyasal madde bileşimlerinin sürekli değiştirilip-geliştirilmesiyle sürmektedir.

“Bilgi” varlıkların kimyasal bileşimleri ve dokularında kaydedildiğinden (Kandel 2001), atomlardan başlanarak, moleküllere, hücrelere, vs. doğru sürekli yeni kimyasal bileşimler oluşturularak, enerji-akışı-yoğunluğu (Chaisson 2001-2010) veyahut enerji kullanımı daha etkili olacak şekilde devam ettirilir.

Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz. Halbuki gelenek-göreneklerle aktarılan hayat görüşüne göre (yani statik sistemde), doğadaki tüm olaylar, varlıkların haricindeki olağan-üstü bir varlığın koyduğu kurallara göre işlemektedir.

 

DOM-3c

Kuantlar «nabza göre şerbet verirler»

Gözlemci etkisi = observer effect: 


 

Kuantlar özgürseler olasılık hesabı yaparlar ve şekilde görüldüğü gibi hedef tahtada farklı yoğunluklu olarak dağılırlar. Buna girişim veya interferens oluşumu denir.

Ama kendilerinin gözlendiğini hissederlerse olasılık hesabı yapmaktan vazgeçip, gösterilen hedefe gidiyorlar.

Fizikçiler bunu gözlemcinin «dalga fonksiyonunu çökertmesi» olarak yorumlarlar.

Şimdi burada bir nokta koyup, ön-yargısız düşünelim. Şimdi siz, elektron, foton gibi temel öğelerle deney yapıyorsunuz, deneylerde siz fotonları gözlemlemeye kalkıştığınızda, onların dalga fonksiyonunu çökertmiş oluyorsunuz? Öyle mi?

Gözlemci dediğimiz şey insanları yaptığı bir detektördür. Kuantsal öğelerin bakış açısıyla, moleküllerden oluşan bir üst-sistemdir. Bu üst-sistem yapısı mı kuantların davranışını etkiledi, yani dalga-fonksiyonunu çökertti? Yoksa, alt-sistemi temsil eden kuantsal-öğeler mi, kendileriyle ilişkiye girmek isteyen bir üst-sistem olduğunu algılayıp, onun isteğine uygun davranış içine girdi?  Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemler mi, üst-sistemler mi?.

Soruyu yanıtlarken şöyle bir deney olduğunu da aklınızda tutun: Gözlemci rolündeki detektör bozuksa, kuntsal sistem bunu da fark ediyor; detektörün ne kadar bozuk olduğunu da saptıyor ve o bozukluk oranına göre “girişim” oluşturuyor.

Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.

Yukarıda gösterilen deneyler, interferens (girişim) şeritleri denilen yoğunlaşma farklılıklarının, atomik-öğelerin, çevrelerini algılayarak, olasılık hesapları sonucu oluşturdukları değerlendirmeler olduğunu ortaya kaymaktadır.   

Kuantsal (veya atomik) öğeler çevrelerini algılayıp, salınım adımlarıyla ölçüp, bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını değerlendiren, bilinçli davranışlı varlıklardır. Dolayısıyla, wave-particle-duality, (interference) girişim-oluşumu, dalga-fonksiyonunun çökertilmesi gibi kavramlar, fizikçilerin, atomik öğeleri cansız-ölü-bilinçsiz-parçacıklar olarak düşünmelerinin bir sonucudur.   Fizikçiler, geleneklerin etkisiyle statik-sistemli bir düşünceyle şartlandırılmışlardır, bu nedenle atom-altı-öğeleri canlı olarak kabul edememektedirler. 

Statik sistem, varlıkların oluşumlarının varlıkların haricinde başka bir sistemde olduğunu savunur. Halbuki yapma-oluşturma yeteneği, varlıkların içsel bileşenlerindedir. Buna da dinamik sistem denir.

Gözlemci denilen şey, insanların yaptığı bir detektör, bir algılayıcı. Foton veya elektronu algılamaya yarayan bir alet. O alet elektron veya fotona bir enerji (veya kuvvet) göndermiyor, sadece onlardan gelen enerjiyi algılamaya çalışıyor. Ortada bir aktivite, bir olay var: atom-altı-öğenin “dalgalanma” özelliği kayboluyor. Bir şeyi oluşturmak veya kaybetmek=yok-etmek için enerji gerekir. Enerji ise “kaybolan”da var. Çökertici denilen nesne çevreye enerji yaymıyor, çevreden gelen enerjileri algılamaya yarıyor. Bu olayda aktif olan, detektör değil, elektron veya fotondur, onlar çevrelerinde kendileri ile bir ilişki kurmak isteyen bir detektör olduğunu algılıyor; hatta detektörün ne kadar sağlam veya bozuk olduğunu da algılıyor ve o bozukluk oranına göre, dalga veya parçacık olarak davranıyor.

Kuantsal öğelerin nasıl davranacakları saptanmaya çalışıldığında, onların gözlemcinin niyetine göre davrandıkları saptanmıştır. Yani kuantlar gözlendiklerini veya izlendiklerini algıladıklarında, çevrelerini değerlendirmekten ve bir olasılık hesabı yapmaktan vazgeçerler, gözlemcinin niyetine göre bir “parçacık” gibi davranırlar.

Ama kendilerini özgür-serbest hissettiklerinde, çevrelerinde kendilerini ilgilendiren tüm noktaları dikkate alıp, onları değerlendirip, bir olasılık hesabı yaparak en uygun olanı seçerler.

Gözlemci etkisi özelliği, kuantlar aleminin, farklı bedenler içinde farklı davranışlarda bulunmalarını sağlayan en önemli özelliktir. Bu sayede her yeni oluşan varlığın ihtiyacına göre davranabilen bir kuantsal sistem söz konusudur. Yani atom-altı-öğelerden oluşan kuantlar alemi çok kısa ömürlü ve çok hareketli varlıklardır; doğum-ölüm döngülüdürler. Yaşam periyotları çok kısa olduğundan, atomlar, moleküller, hücreler, bedenler gibi üst-sistemler içinde bir araya gelerek, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli varlıklar oluştururlar.

Atomik öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama yoksa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.

Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını alt-sistemler verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak çok önemlidir.

Geleneklerin bilim insanlarını bile (Fizikçiler ve diğ.) nasıl şartlandırdığını görüyorsunuz. Normal insanlar acaba ne kadar zombi bir davranış içinde? Davranışlarının toplum ve ekolojik sisteme ne kadar zararlı olduğunu görebilen var mı? Bu yazı dizini düşüncenizi nasıl etkiliyor?

Hayatın nasıl oluşup geliştiğini en temelden başlayıp, gerekli doğa-bilimsel verileri sırasıyla sunarak, toplum-hayatımızı nasıl örgütlememize kadar uzanan geniş içerikli bir yazı dizinine başlıyoruz.

 

DOM-3d

Doğa Birbirlerine Eklenerek Çoğaltılan Temel Öğelerden Oluşur:  Quantization= Kuantlaşma

İnsanlık şimdiye dek doğadaki enerji aktarımlarının bir Doğa-Üstü-Güç = DÜG sistemi tarafından yönlendirildiği inancıyla yetiştirilmiştir. Böyle bir düşünce sisteminde DÜG bu enerji aktarımını istediği kadar artırabilir veya eksiltebilir. Enerjinin istenildiği kadar artırılıp-azaltılabilinmesi görüşü, doğadaki “black-body = kara-cisim-ışıması” sistemine ters olmaktadır. Bu tersliği düzeltecek formülü Max Planck 1900 yılında Kuantum kavramıyla ortaya koyar.

Kuantsal sistem iki temele dayanır:

Enerji aktarımları gelişigüzel yani keyfi olamaz, en temel bir değerle (h) başlamak zorundadır;

Büyüme ve gelişmeler bu temel değerin tam sayılı katlanmaları şeklinde olmak zorundadır.

Daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalar bu en temel enerji aktarım biriminin yukarılarda gösterilen özelliklere sahip olduğunu dolayısıyla doğadaki canlılığın-yani hayat sisteminin kökünü oluşturduğunu ortaya koyar.

Oluşumlar alt sistemlerin birer artırımıyla oluşur. Buna kuantizasyon denir. Bunun en güzel örneği doğadaki kimyasal elementlerin oluşumunda görülür. En basit element olan hidrojen tek bir protondan oluşur ve diğer elementler birer proton eklenmesiyle oluşturulurlar: 2, 3, 4, 5, 6, vs. protonlu elementler böyle oluşurlar. 2.5 protonlu bir element yoktur.

 


Kuantsal sistem konusunda üç noktanın vurgulanması gerekir:

 Birincisi şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.

İkinci nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel deterministik görüşlü fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını oluşturur.

Üçüncü önemli nokta ise şudur: Kuantlar bu hesaplama işlemini uzakta iken yapıyorlar; yani delikten geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama yetenekleri var. Ne olağan-üstü bir davranış ve yetenek, değil mi? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?

Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, Doğa-üstü bir güç sisteminde olduğu önyargısından kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.

Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.

Yani çok kısa ömürlü ve çok devingen, çok hareketli bir varlıklar alemi ile karşı karşıyayız ve onlar hücrelerimizdeki atomların içindeler ve bizleri yönlendiriyorlar.


Görüldüğü üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan, çevrelerini algılayıp, olasılık hesapları yaparak çıkan sonuca göre davranan BİLİNÇLİ ve CANLI Varlıklardır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra tekrar doğarlar. Doğal olayların hesaplanmasında sık-sık pi denilen bir katsayının var oluş nedeni, en temel etkileşim öğesinin 90 +90 = 180 derecelik pi sayısına denk bir değer göstermesidir. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi gerekir.

DOM-3e

Kuantsal öğeler nasıl gözlemlenebiliniyor?

Kuantlar aleminin keşfinden birkaç yıl önce, radyoaktivite denilen olay fark edilmiş, atomların parçalandıkları- yani kuantsal sisteme dönüştükleri keşfedilmişti. Uranyum gibi radyoaktif maddeler karanlık bir odada fotoğraf kağıdına sarılarak bırakıldığında, karanlık ortamda ışık almamalarına rağmen fotoğraf kağıdının karartı izleri taşıdığı gözlenmişti. Bu durum, radyoaktif parçalanmada radyasyon oluştuğunu gösteriyordu. 

Bunun üzerine bu radyasyonların, yani atomların parçalanmasıyla oluşan bu atom-altı öğelerin nasıl gözlemlenebileceği merak edilir ve bu konuda araştırmalara başlanır. Atom altı öğelerin gözlemlene bilinmesini sağlayan ilk aygıtlar 1912lerde ortaya çıkan Nebel-kammer adı verilen sis-odacıklarıdır.

Sis odaları, çok yoğun ve soğuk su-buharı içeren ve tabanında buz kristalleri bulunan cam odacıklarıdır. Bu odacıkların içine enerji-dolu bir atom-altı-öğe girerse, hava moleküllerinin elektronlarını çekerek, onları iyonize ederler. Su-buharı molekülleri de bu iyonize olan moleküllere yapışarak sıvı hale geçerler, yoğunlaşma izleri oluşur ve iyonize olan molekülleri gözle görünür hale getiriler. Bu şekilde, atom-altı-öğelerin geçtikleri yerler, onların izleri olarak görüntülenmiş olur. (Günümüzde sis-adaları yerine “bubble chambers =kabarcık odaları” kullanılmaktadır. Tek farkları, su-buharı yerine sıvı-hidrojen veya başka bir sıvı-molekül kullanılmış olmasıdır. Atom-altı-öğeler atom-çekirdeklerine çarpınca, onlara enerji aktarmış olurlar ve enerjisi artan moleküller de gaz haline geçtiklerinden, kabarcıklar oluşur ve radyasyonun geçtiği yerler, kabarcık-izleri olarak görüntülenirler.)

Sis-odaları önce radyoaktif elementlerin parçalanma ürünlerinin (alfa, beta, gama ışınlarının) saptanmasında kullanılır. Sonra çevre ortamlara çıkarılıp, atmosferdeki radyasyonların araştırmalarında kullanılmaya başlanır.


Şekil: Atom-altı-öğeleri gözlemleme yöntemi: Nebel-Kammer, veya bubble-chamber izleri. Şimdi bir örnek vererek bu tür ortamlarda oluşturulan izlerin nasıl yorumlandıklarını görelim.

Atom-altı öğeler, enerji durumlarına ve “ömürlerine” uygun izler bırakırlar. Alfa-öğesi en ağır olduğundan, en kalın izi bırakır. Proton ona göre daha hafiftir, daha ince bir iz bırakır. Elektron en ince izi bırakır.

 S-odalarına giren atom-altı öğeler, enerji durumlarına ve “ömürlerine” uygun izler bırakırlar. Alfa-öğesi en ağır olduğundan, en kalın izi bırakır. Proton ona göre daha hafiftir, daha ince bir iz bırakır. Elektron en ince izi bırakırken, elektronun ağır-versiyonu olan Müon biraz daha kalın iz bırakır. Atom altı öğelerin ömürleri ise, odacıklarda oluşturdukları izlerin uzunluğuyla belirlenmektedir.

(A) Şeklinde, bir çok elektron-pozitron, pion gibi kuantsal öğenin izleri görülmektedir. Öğelerin pozitif yüklü mü, negatif yüklü mü oldukları saat yönünde mi, yoksa saatin tersi yönde mi dönerek ilerlediklerinden anlaşılmaktadır.

(B) Şeklinde bu daha net şekilde görülür. Elektron negatif yüklü olduğundan saatin tersi yönde dönerek ilerler. Pozitron ise elektronun anti maddesidir, onun özelliklerine sahiptir, ama elektrik yükü pozitiftir. Bu nedenle saat-yönünde dönerek ilerler.

(C) Şeklinde ise, bir nötrino çarpması sonucu bir protonun nasıl farklı öğelere parçalandığı ve dönüşümlere uğradığı görülmektedir.


Bu şekillerden çıkartılacak diğer bir ders ise: her maddenin bir anti-maddesinin bulunduğudur. Madde ile anti-madde birleştiklerinde birbirlerini yok ederek, enerjiye dönüşürler. Yani atom-altı-öğeler dünyası, bir doğum-ölüm döngüsü üzerine kuruludur.

Görüldüğü üzere, atom-altı-öğeler, sis-odaları veya sıvı-hidrojen odalarında ilerlerken, odadaki moleküllerle etkileşerek, izler bırakmaktadırlar. Bu izlerin büyüklüğü-uzunluğu, onların momentlerine bağlıdır. Bu sayede bilim adamları onlar hakkında bilgi edinebilmektedirler.

 

DOM-3f

Anti-Madde kavramı nasıl ortaya çıktı?

Bu gözlem odacıkları bir manyetik alan içine konulurlarsa, pozitif yüklü öğeler negatif kutba, negatif yüklü öğeler ise pozitif kutba yöneleceklerinden, atom-altı-öğelerin pozitif mi, yoksa negatif yüklü mü oldukları saptanabilmektedir.

Bir gamma-fotonu (G) noktasından girer ve (A) noktasında bir çekirdeğe çarptığında 3 farklı öğe oluşumunu tetikler: 1 elektron (madde), 1 pozitron (antimadde) ve çok enerjik olduğundan hemen kıvrılıp-sönümlenmeyen bir başka elektron.

Anti-madde denilen karşıt-madde nasıl keşfedildi?

Yukarıdaki şekillerde aynı özellikli atom-altı-öğelerinin kiminin sağa kiminin sola doğru kıvrılarak sönümlendikleri görülmektedir. İzler aynı kalınlıkta, benzer oranda bir uzantıya sahiptirler; tek farkları bir grubun sağa, diğer grubun sola bükülerek ilerlemeleridir. Negatif yüklü elektronların izleri radyoaktif parçalanma resimlerinden bilindiklerinden, sis-odasında pozitif-kutba yönelmiş öğeler olarak kolayca tanınmaktadırlar. Ama negatif-kutba yönelmiş aynı özelliklere sahip diğer öğeler neyi temsil etmektedirler?

 


Anderson adlı fizikçinin 1932de gözlemlediği bu pozitif yüklü “elektronların”, elektronun anti-maddesi olduğu anlaşılır ve pozitron olarak adlandırılır. Karşıt-madde kavramı bu şekilde ortaya çıkar.

Atom-altı-öğeler “boson” (bozon), “fermion” adlı iki farklı gruba ayrılırlar. Bozonlar kuvvet (veya bilgi) taşıyıcılarıdır, yani madde oluşturucuları olan fermionlara nasıl davranacakları bilgisini verirler. Yani atomlar aleminin bilgi aktarıcılarıdır. Bu nedenle birbirlerine eklenerek artabilirler veya eksilebilirler.  Fermiyonlar (maddeler) ise aynı anda aynı yerde bulunamazlar, bu nedenle farklı mekanlarda yerleşmek zorundadırlar. Yani atom-altı-öğeler dünyası enerji-(bilgi) ve madde bileşenlerinden oluşuyorlar.  Enerji (kuvvet) bileşenleri, madde-bileşenleri arasındaki etkileşimlerde “enerji-aktarıcı veyahut yol-gösterici” olarak görev yapıyorlar.  

Doğadaki tüm maddeler,  proton + nötron + elektron öğelerinden  oluşurlar.  En basit element 1proton + 1 elektrondan oluşan hidrojendir.  Diğer 92 element (oksijen, demir, vs.) birer proton eklenmesiyle oluşur: yani 2 protonlu element helyumdur, 3 protonlu element lityum, 6 protonlu karbon, vs.  Ama ortada bir sorun var: protonlar artı (+) elektrik yüklüdür ve  elementin çekirdeğinde  hepsi sıkışık  şekilde birliktedir. Aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar, bir arada bulunamazlar. Peki protonlar nasıl bir arada tutulabiliyorlar?

Protonları çekirdek içinde bir arada tutan “meson=mezon” adı verilen  bir  kuvvet olması gerektiği  Hideki Yukawa tarafından  1934de öngörülür ve 1947de “pion veyahut pi-mezon” adlı bir mezon’un keşfi ile kesinlik kazanır. Pi-mezon -vaya pion’ların bu bağlayıcı kuvveti nasıl oluşturdukları, quark (kuark) adlı daha temel atom-altı-öğelerin keşfinden sonra anlaşılmaya başlanır. Çünkü Nükleon adı verilen proton ve nötronların “quark”  adı verilen daha ufak öğelerden oluştukları anlaşılır. Bu kuarkların ise başlı-başına kendi içlerinde bir “hayat-döngüsüne” sahip oldukları ortaya çıkar. Kuarklar, color-charge (renk- yükü) denilen ve gluon adı verilen kuvvet taşıyıcısıyla aktarılan sürekli bir enerji-değiş-tokuşu içindedirler. Gluonların aktardıkları bu enerjiler kuarkların sürekli bir “renk”-değişim-dönüşümü içinde olmalarına yol açar.

Görüldüğü üzere, atomların içinde sürekli bir canlılık döngüsü sürmektedir. Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronların içleri kaynayan kazanlar gibidir. Proton içindeki kuarklarla nötronlar içindeki kuarklar arasında sürekli bir enerji-değiş-tokuşu  vardır. Bu süreç içinde madde-antimadde arası bir değişim-dönüşüm  gerçekleşir. Yani asıl hayat, bedenlerimizi oluşturan atomların içinde yaşanmaktadır. Yaşam onların içinde başlar ve enerjinin maddelere bağlanarak çeşitli doğal ürünlere dönüşmesiyle çeşitlenerek devam eder.

- Çevrelerini sürekli kontrol edip, hep en ekonomik yere göç eden;

- Geçtikleri yerlerdeki varlıklarla etkileşip, onlar hakkında bilgi toplayan;

- Çevrelerindeki milyonlarca varlığın enerji-potansiyellerini algılayıp, olasılık hesaplamaları yapabilen ve en olası olanı seçebilen;

- Kendileriyle ilgilenen biri “var mı- yok mu?” sorusunu hep dikkate alıp, ona göre davranan;

-Tünelleme etkisi oluşturan, yani çok büyük bir engeli aşabilecek kadar enerjiye ihtiyaç duyan bir öğeye “borç” verip, o öğenin daha ergonomik bir yapıya entegre olmasını sağlayacak şekilde kollektİf davranan bir sistem, bilgisiz-bilinçsiz kabul edilebilir mi?

Ama fizikçilerin ve diğer bilim insanlarının çoğunluğu öyle düşünüyorlar ve bu nedenle de doğal sistemi insanlığa yanlış tanıtmaya devam ediyorlar.

Atomlar ve atom-altı-öğeler hakkında sunulan bilgiler, kesin bir şekilde atomlar aleminin “canlı” olduklarını göstermektedirler.  Doğadaki tüm diğer  varlıklar da, bu temel öğelerin farklı kombinasyonlarından oluştuklarından ve tüm enerji sistemleri en tabandaki kuantsal enerjiye bağımlı olduğundan, tüm evren, tabandaki bu kuantsal sisteme bağımlı olarak gelişmekte ve sahiplenilmektedir.  Bu sistem DİNAMİK SİSTEM olarak adlandırılır.

Ama dünya genelinde insanlara verilen bilgiler ise, doğayı  etkileyici-yönlendirici-sahiplenici gücün, varlıkların dışındaki-üstündeki, tanımlanamayan-görülemeyen, “hayali” bir varlıktan kaynaklandığı şeklindedir. Böyle bir sistem ise STATİK SİSTEM olarak tanımlanır.

Yukarılarda sunulan bilgiler, tüm varlıkların temelini oluşturan atomlar aleminin canlı-bilgili- ve bilinçli olduğunu göstermektedir. Bu noktada anlaşıp-uzlaştık mı?

Bu konuda sorusu olanlar şimdi sorsunlar ve tartışalım. Daha sonraki konular bu temele dayandırılacağından, bu konuda bir anlaşılmazlık olması, sonraki konuların anlaşılmasını zora sokacağı konusunu hatırlatmak isterim.

DOM-4

Evrenin Oluşumu

DOM-4a

Bilgisiz bir şey yapılamaz. Bu nedenle önce “oluşturucu güç” konusunda bilgi gerekir.  Doğadaki oluşturucu güç değişir mi, değişmez mi?

Geleneksel düşüncede doğadaki yapıcı-etkileyici güç varlıkların dışındaki görünmez bir sistemde düşünülmüştür. Buna Doğa-Üstü-Güç diyelim ve DÜG olarak kısaltalım. Bu durumda Zaman bu DÜG’ün verdiği tik-taklara göre işleyen ebedi bir süreç ve bu DÜG ebedi olmak zorundadır, yoksa doğa evren, vs. yok olur.

Zaman, bir saat gibi, ebedi varlığın verdiği tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak düşünülünce, doğadaki tüm olayların bu tik-taklara göre oluşup-geliştiği varsayılır ve fizikçiler her şeyi bu zaman birimine göre hesaplamaya başlarlar. Tüm oluşum ve gelişimlerin bu zaman birimine göre, hızlandığı, yavaşladığı, oluştuğu, yok-olduğu, vs. düşünüldüğünden, tüm fizik formülleri zamana endeksli olarak tasarlanmışlar, bunun sonucu olarak da, “zamanda ileri-geri yolculuk, Big-bang” gibi bir sürü varsayımlar ileri sürülmüştür.

Böyle tasarlanan bir zaman anlayışında, zaman içinde ileri- geri veya geçmişe veya geleceğe doğru gidilebilecek şekilde düşünceler oluşturula bilinmektedir.

Burada vurgulamak istediğim nokta şudur: Fizikçilerin zaman anlayışı doğal sistemdeki zaman oluşumuna uymamaktadır.

Şimdi iki farklı bakış açısıyla zaman faktörünü değerlendirelim.

1. bakış açısı, “an itibariyle”. Her şeyin donup-kaldığı, hiçbir şeyin hareket etmediği bir sistem düşünün:

         Güneş sistemi donmuş, hiçbir gezegen hareket etmiyor;

         Dünya dönmüyor; insanlar, hayvanlar donup-kalmışlar,

         bedenler içindeki hücreler donmuşlar; atomlar içindeki her hareket durmuş!

Bu durumda ne gün oluşur, ne de yıl. Yani doğada değişim-dönüşüm olmazsa, zaman da oluşmaz. Öyleyse, zaman doğal sistemin değişim-dönüşüm içinde olmasının bir sonucudur!

2. Bakış açısı: Değişim-dönüşümler neye bağlı, neler neye dönüşüyor? Bu bakış açısı bize, “uzun-dönemde zaman” kavramını anlamamızı sağlar. Şöyle ki:

4.6 milyar yıllık dünyamızın jeolojik geçmişi şekildeki zaman dilimlerine ayrılmaktadır. Her bir zaman dilimini diğerinden ayıran ise, o zaman dilimini simgeleyen özel bir varlığın olmasıdır. Doğadaki varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden oluşurlar. “Zaman” dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin kombinasyon farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir görüntüsü vardır.

Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını yönlendirir.  Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.

Bilim insanları dahil, tüm insanlık asırlardır, statik sistemli bir doğa görüşüne uygun zaman kavramıyla şartlandırılmış-körleştirilmiş olduklarından, zamanı yanlış yorumlamışlar ve insanların hayat hakkında yanlış bilgiler oluşturmalarına  yol açmışlardır.

Einstein’in rölativite teorisi böyle bir düşünce ürünüdür. Einstein ışık hızına yakın bir hızla uzayda bir yere gidip-gelen birinin, bu süreç zarfında kentte yaşamlarını sürdüren insanların arasına döndüğünde, onlara göre çok genç görüneceğini ileri sürer. Buna time dilation = zaman uzaması adı verilir. Yani bir varlık ışık hızına yakın bir hızla yolculuk ederse, o yolculukta geçen zaman, normal bir şekilde yaşayan insanların ömürlerindeki zamandan daha az olacaktır.


Şimdi burada statik ve dinamik oluşum sistemlerini şekil olarak açıklamak gerekirse, durum şöyledir:

Statik sistemde oluşturucu güç (DÜG) sabittir, ebedidir, değişmez. Varlıklar onun koyduğu yasalara birer robot gibi uyarak yaşamlarını sürdürürler. 


Dinamik sistemde oluşturucu güç, çevreyle sürekli etkileşim içindedir, çevredeki değişimlere göre kendisini değiştirir.



DOM-4b

Evren bir patlamayla mı, yoksa “bilgiye dayalı” bilinçli bir sistemle mi oluştu?

Big-Bang mı, yoksa kuantum döneminden moleküler sisteme geçiş mi?  

Zaman kavramını ebedi bir yaratıcı sistemin ömrüne endeksli ve onun verdiği tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak kabul eden statik sistem fizikçileri, 1964de Penzias ve Wilson tarafından 3 Kelvin radyasyonu (Cosmik Microwave Background = CMB radiaton = Sema-ardı-ışınlaması) olarak bilinen bir radyasyon türünün keşfine (ve de Hubble’nin kızıla kayma teorisine) dayanarak oluşturulan Big-Bang teorisini ortaya atmışlardır.

Ve o tarihten beri Bizlere evrenin başlangıcında her şeyin bir toplu-iğne başı (veya bir fındık) kadar küçük bir hacimde sıkışmış halde bulunan evrensel sistemin, büyük bir patlamayla aniden genleştiğini ve o ani genleşme sonucu da aniden soğuyarak Penzias ve Wilson’un buldukları CMB-radyasyonunun oluştuğunu; böylelikle de büyük bir patlamayla (Big-Bang) evrenimizin doğduğu öğretilmektedir.

   Fizikçiler burada iki büyük hata yapmaktalar: Birincisi, zaman kavramını tamamen yanlış yorumluyorlar; ikincisi ise, varlıkları bilgisiz-bilinçsiz öğeler, parçacıklar olarak düşünüyorlar. Önceki bölümlerde ise, durumun tam tersi olduğu bilimsel verilerle gösterilmişti.

Böylesine en temel iki noktada yanlış bakış açılarıyla doğaya bakan insanların, doğadaki sistemi doğru yorumlamaları beklenir mi?

Big-Bang teorisi iki faktöre bağlı olarak ortaya atılmıştır:

- Doppler-olayı:

- 3° Kelvin radyasyonu (Cosmik Microwave Background = CMB radiation = Sema-ardı-ışınımı)


 

Doppler-Olayı:

Bir radyasyon, size yaklaşıyorsa, dalga-boyu kısalır, sizden uzaklaşıyorsa dalga-boyu uzar =kızıla-kayma

E. Hubble (1927) galaksilerden gelen radyasyonlarda kızıla kayma gözlendiğine dayanarak, evrenin sürekli genişlediğini öne sürer.

Evren gittikçe genişliyorsa, başlangıçte her şey büzüşmüş bir şekilde olmalı, dolayısıyla evren bu büzüşmüş cismin patlamasıyla oluşmalı şeklindeki görüş bu şekilde ortaya çıkar.

Daha sonra 1965te Penzias ve Wilson’un 3° Kelvin radyasyonunu keşfetmeleri böyle bir patlamanın kanıtı olarak görülür ve Big-Bang teorisi saygınlık kazanır.

Hubble’in asistanlarından biri olan H.Arp ise galaksilerden gelen radyasyonların kızıla kaymasının, galaksilerin yaşı ile ilgili olduğunu ileri sürer. Şöyle ki: Radyasyon dağılımları ve değerleri, Anaç-galaksiler ve yavru galaksiler bulunduğunu göstermektedir. Uzaydan gelen radyasyonların genellikle “çift”  olarak bulundukları dikkati çekmiştir. Örneğin Cygnus A galaksisinden gelen radyo dalgaları, ortadaki bir anaç galaksinin iki tarafına doğru saçılmış “radio lobe”ları olarak görülmektedir.


Bu olgu, bir galaksinin, zamanla değişime uğrayarak patladığı ve iki yöne doğru yeni galaksiler oluşturacak şekilde yayıldığı şeklinde düşünülmektedir.

Anaç galaksinin kızıla-kayma değeri (z=0.007). Anaç galaksinin patlamasıyla oluşan ve iki zıt yöne savrulan 268 ve 119 nolu gök cisimleri ise, z=0.136 ve z=0.334  gibi daha fazla kızıla kayma gösterirler.

Yani kızıla kayma değeri yaşla ilgilidir. Genç olanlar daha az enerji depolamış olduklarından daha fazla kızıla kayma gösterirler. Birinin az diğerinin daha fazla olması ise, birinin bizden uzaklaşması, diğerinin ise bize yaklaşması sonucudur.

Big-bang taraftarları buna itiraz ederler: ‘Düşük ve yüksek kızıla-kayma gösteren gök cisimlerinin yan-yana bulunuyormuş gibi olmaları, aslında birbirlerinden çok-çok uzaklarda olmalarına karşın, tesadüfen aynı resim-karesi içine düşmüş olmalarındandır’ şeklinde açıklamaktadır.

Halton Arp bu görüşe şu argümanlarla karşı çıkar:

1- Düşük ve yüksek kızıla-kayma değeri gösteren galaksilerin birbirlerine yakın konumda olmaları tek bir-iki noktada değil, bir sürü noktada gözlenmektedir. Bu kadar çakışma ve yakınlığın rasgele olması olasılığı milyonda bir gibi çok düşük olasılıktır.

2- Farklı kızıla-kayma gösteren galaksiler birbirlerinden çok uzakta olsalardı, onlardan gelen radyasyonların şiddetini gösteren izopak çizgileri ayrık olurdu. Halbuki şekilde görüldüğü gibi, izopak hatları nesneleri birbirlerine bağlarcasına geçişlidirler. Bu onların birbirlerine yakın olduklarını gösterir.

Anaç galaksi ile yavru galaksilerden gelen X-ışını izopak değerleri bunlar arasında bir bağ olduğunu göstermektedir. Ama Big-bang’cılar bunu görmezden gelmektedirler.

İzopak haritaları, farklı kızıla-kayma değeri gösteren galaksilerin birbirleriyle komşu olduklarını gösterir, çünkü değerler birbirleriyle geçişlidir. Birbirlerinden uzak olan sistemler arasında geçiş (bağ) olmaz.

İşte durum böyledir.

«EGEMENLER» sınıfının borazanları olan Big-bangıcların sesi hep duyurulur; ama karşıt görüşler görmezden gelinir. (Para faktörü).  Sizler de bu görüşle eğitilirsiniz.

Peki siz hiç Halton Arp gibi birilerinin başka bir görüş ileri sürdüğünü duydunuz mu?

Peki neden duymadınız ve bu iki görüşten hangisi daha mantıklı?

DOM-4c

Şimdi Cosmic-Microwave-Background = 3° Kelvin radyasyonu konusunu görelim.

Evrende neden hala 3 derece kelvin sıcaklığını simgeleyen CMB ışınımı vat?

1965 yılında Penzias ve Wilson 3° Kelvin sıcaklığında yayınlanmış olabilecek bir radyasyon keşfederler. Sonraki yıllarda bu radyasyonun evrenin her yerinde var olduğu saptanır, dolayısıyla taa evrensel sistemin başında ortaya çıkmış olması gerekliliği öne sürülür.

Peki bu soğuk-cisim radyasyonu patlamayla mı oluştu, yoksa başka bir mekanizmayla mı?

Şimdi bu genleşmenin başka nasıl bir şekilde oluşmuş olabileceğini görelim.

Jeolojik ve astrofiziksel verilere göre tasarlanan zaman olgusu, evrenimizin başlangıcında her şeyin enerjiye dönüşmüş olduğunu göstermektedir. Madde dediğimiz  tüm varlıklar parçalanmışlar ve atom-altı-öğelere dönüşmüşlerdir.

Moleküller, atomların çevresindeki elektronların ortak kullanılmalarıyla oluşurlar.  Yani elektronlar olmazsa, moleküller oluşturulamazlar.

Moleküller parçalanıp, atomlar tek-tek izole edildiğinde, atom-çekirdekleri ortaya çıkar. Elektron halesinden yoksun bir çekirdeğin boyutu 1-2 femtometredir. 1 femtometre, milimetrenin trilyonda biri kadardır (10-15 m). Halbuki çevrelerinde elektron halesi olan atomlar (yani molekül yapıcılar) 100.000 femtometre’den büyüktürler.

Atom-çekirdeği boyutu ile çevresindeki elektron halesi boyutu arasında 1 milyonluk fark vardır. Atom çekirdeği İstanbul’daki Kızkulesi tepesinde bir portakal ise, çevresindeki elektron Büyükada’daki bir toplu-iğne ucudur.


Proton veya nötron gibi atom-altı-öğeler femtometre boyutludurlar: 10-15m .  Atom dediğimiz kimyasal elementler ise, nanometre boyutundadırlar: 10-15 m . Dolayısıyla atom-altı-öğelerden atomlara geçişte bir milyon katlık bir hacim artışı söz konusudur. Doğadaki 10 üzeri 80  civarında atom-altı-öğesini 1 milyon ile çarptığınızda ortaya çıkacak genleşmeyi tasarlayabilir misiniz?

Atom-altı-öğelerden atomlara-moleküllere geçildiğinde evrensel sistemin, muazzam bir genleşmeye uğraması kaçınılmazdır. 3° kelvin radyasyonu bu genleşme sonucu oluşan soğuma sonucudur.

İşte evrenin genişlemesi, atom-altı-öğeler aleminden atomlar alemine geçişte gerçekleşen bu 1 milyon katlık genleşmedir. Bu genleşmenin evrendeki 10 üzeri 80 kadar atom-altı-öğede gerçekleştiğini düşünürseniz, genleşmenin ne kadar büyük olduğunu tasarlaman daha kolay olur.

Zaman kavramının bilgi oluşumuyla bağlantılı olarak gerçekleşen değişim-dönüşümler olduğunu bilmeyen fizikçilerin, böyle bir genleşmeyi nasıl açıklayacaklarını tasarlayın: Büyük bir patlama oldu ve evren genleşmeye başladı ve soğudu; bu soğumanın sonucu da 3 derece Kelvin radyasyonu (Cosmic Microwave Backgrond = CMB) olarak günümüzde bile hala evrende mevcut!

 “Zaman nedir? Bölümünde açıklanan bilgi oluşumuna bağlı zaman kavramı doğa-bilimsel verilere dayanmaktadır. Bu görüşün sonucu olarak öngörülen evren genişlemesi (inflation) ise, tamamen fiziksel bilgilere uygundur.


İnsanlık «EGEMENLER» sınıfınca yönetilmektedir. Bu sınıf doğadaki her şeyin Doğa-Üstü bir güç sistemince yönetildiğine inanır. Bu görüşe karşı olanlar baskı altında tutulurlar, hoşlarına giden görüş piyasaya sürülür, gitmeyenler bastırılır. Arp günümüzün Galileo’su olarak kabul edilmektedir.


DOM-5: Enerjinin kuvvet-sistemlerine dağıtımı

Fizik araştırmaları doğada 4 farklı kuvvet veya etkileşim-sistemi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunlar

1-) Strong-Force = Güçlü-etkileşim (Çok küçük boyutta, yani sadece atom-çekirdeklerinde etkilidir)

2-) Electromagnetic-Force (Her boyutta etkili)

3-) Weak-Force = zayıf-etkileşim (Çok çok küçük boyutta, yani proton veya nötronların içinde etkilidir)

4-) Gravity-force= Yer-çekimi (Her boyutta etkili)

Doğadaki toplam enerji miktarını yaklaşık 138 birim olarak tasarlarsanız, bu 138 birimlik enerjinin 137 birimi güçlü-etkileşime tahsis edilmiştir. Kalan miktarın 1/137si elektromanyetik kuvvete, yaklaşık milyonda biri zayıf-etkileşime, çok ama çok küçük bir miktarı da yerçekimine ayrılmıştır.

 

DOM-5a: Evren oluşumunun başlangıcındaki muazzam genişlemenin  nedeni

Kuantsal dönemden Moleküler Sisteme Geçiş

Zaman olgusunun açıklandığı bölümde gösterildiği üzere, evrensel sistemin başlangıcında her şey atom-altı-öğeler olarak bulunmaktadır. Bu duruma kuantsal dönem diyelim, çünkü her şey enerji paketçikleri olarak karşımıza çıkan atom-altı-öğelerden yani kuantum aleminden oluşmaktadır.

Şimdi herşeyin bileşenlerine ayrışmış durumda olduğu on-küsur milyar yıl öncesine gidelim. O anda her şey yukarıda sözü edilen atom-altı-öğelere ayrışmış durumdalar. Ve bu atom altı öğeler çok ama çok kısa ömürlüler, saniyenin katrilyonda biri, hatta daha kısa süreli bir doğum-ölüm döngüsü içindeler.

Bu çok kısa ömürlü ve çok devingen olan öğelerin ne kadar büyüklükte bir sistem içinde oldukları bilinmiyor. Ancak günümüz evreninden çok küçük bir hacim kapsadıkları şu nedenle kabul ediliyor:

Günümüz dünyası molekül dediğimiz atom- kümeleşmelerinden oluşmaktadır. Örneğin su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur: H2O. Bu oksijen veya hidrojen atomları tek başlarına olamazlar, H2 veya O2 gibi genellikle ikili (hatta ozon üçlü O3) gruplar halindedirler. Tek başına olan hidrojen atomuna proton denir ve o bir atom-çekirdeği boyutundadır. Yani çevresinde elektron   bulunmayan elementler (atomlar) çekirdek boyutundadırlar. Çekirdek boyutu yaklaşık 1 femtometredir, 1fm= 10-15 m, yani metrenin katrilyonda biri kadar küçük bir hacim.

Çevresinde elektron bulunduran atom dediğimiz elementler ise nanometre boyutundadırlar; yani 10-9 m, metrenin milyarda biri kadar.

Kuantsal dönemden moleküler döneme geçiş çok önemlidir, çünkü proton, nötron, elektron gibi öğeler çok ama çok küçüktürler, femtometre boyutludurlar. Halbuki atomlar ve moleküller nanometre boyutludurlar.


Bu boyut farkını tasarlamak için şöyle düşünün: Çekirdeği İstanbul’daki kız kulesinin tepesinde bir portakal olarak düşünürseniz, bir toplu iğne ucu kadar küçük olan elektron Büyükada’dadır.  Yani dünyamızı oluşturan taş, toprak, su, vs. bir “portakalın 10 km uzağında bir toplu-iğne-ucu” gibi boşluksu bir yapıdadır.

Peki bu fark neden önemli?

Önemli, çünkü çekirdek gibi öğeler çok küçük boyutlu olduklarından, çevresindeki hiçbir şeye çarpmadan ışık-hızıyla hareket edebilirler; ama bizlerim madde olarak algıladığımız şeyler aynı kütleye sahip ama devasa balon gibi şişmiş olduklarından, çok ama çok yavaş hareket edebilirler.

Yani madde dediğimiz varlıklar sabun-köpüğü gibi boşluksu bir yapıdadırlar. Maddenin temel kütlesi (protonların bulunduğu yer olan) atom-çekirdeğindedir. Molekül oluşturmak için gereken ikinci bir atomla arasında böyle muazzam bir boşluk vardır. Ve molekül oluşturacak atomları birbirlerine bağlayanlar ise elektronlardır.

Görüldüğü üzere atom çekirdeği ile atom arasında milyon katlık bir hacim artışı söz konusudur. Şimdi evrenin başlangıcındaki sıkışıklığın ne kadar olduğunu tasarlamak artık size kalmıştır.

Dolayısıyla şu durumla karşı karşıyayız: Evrenin başlangıcında varlıklar atom-altı-öğelere ayrışmış olduklarına göre, kapsadıkları hacim çok ama çok küçük olmalı. Çünkü henüz molekül gibi nanometre boyutlu molekül oluşturacak sistem ortaya çıkmamış. Femtometre boyutlu atom-altı-öğeler aleminden nanometre boyutlu molekül sistemlerine geçiş çok muazzam bir genleşmeye neden olmuştur ve günümüzde gözlenen Cosmic Microwave Background (CMB) radiation (= Sema-ardı-ışınımı) bu genleşme sonucu ortaya çıkmıştır. Big-bang denilen olayın arkasında olan gerekçe budur. Bu ani genişleme sonucu, ortamdaki sıcaklık muazzam bir düşüş (çünkü genişleyen sistemlerde soğuma olur) göstermiş ve 30 K radyasyonu, veya “Cosmic-Microwave-Background= CMB” denilen radyasyon açığa çıkmıştır.

DOM-5b: Kuantlar aleminin temel öğelerinin enerji düzeyleri

Atomların proton-nötron-elektron gibi daha küçük öğelerden oluştukları bilgisine ulaşan insan, bu atom-altı-öğeleri birbirleriyle çarpıştırarak onları bileşenlerine ayırmaya ve özelliklerini anlamaya çalışmaktadır.

Bu amaçla yapılan çalışmalarda, şimdiye dek varılan sonuçlarda doğadaki varlıkları oluşturan temel öğelerin şunlar oldukları saptanmıştır:

Varlıklar proton, nötron ve elektronlardan oluşmaktadır. Bunlardan elektronlar daha küçük parçalara ayrılmıyorlar, yani onlar temel bir öğedirler.

Proton, nötronların ise daha küçük öğelerden oluştukları anlaşılmıştır. Dolayısıyla kompoze (bileşik) öğedirler. Onların hangi parçalara ayrıştıkları saptanmaya çalışıldığında ise, onların kuark denilen atom-altı-öğelerden oluştukları saptanmıştır. Bu kuarkların ise, 3 farklı enerji düzeyine sahip kuark-çiftlerinden oluştukları gözlenmiştir.


Şekilde, kuantum aleminin atom çekirdeği oluşumunda devrede olan ait atom-altı-öğelerinin “enerji-potansiyelleri oranları” gösterilmiştir.  

Kuantlar alemi dünyası, çok değişik enerji-düzeylerine sahip, sürekli osilasyon (artıp-azalan salınma, dönüşüm, dalgalanma) içinde olan, başlı başına canlı bir alemdir. Yani atom-altı-öğeler dünyasını oluşturan varlıklar, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan varlıklardır, canlıdırlar ve doğadaki tüm diğer sistemleri onlar oluştururlar.

Kuantsal sistem öğeleri sürekli bir osilasyon, yani döngüsel hareketlilik içinde olduklarından, onlar için sabit bir enerji-potansiyeli değeri söz konusu değildir, çünkü hareket düzeylerine göre enerji-potansiyelleri artar veya azalırlar. Bu nedenle atom-altı-öğelerin enerji-potansiyelleri, onların en durgun oldukları  “Rest mass= durgunluk kütlesine” denk gelen değer olarak hesaplanır.

Günümüz dünyasının maddelerinin çekirdeklerini oluşturan proton ve nötron ve nötronlar sadece u (up) ve d (down) kuarktan oluşmaktadır.

Up-kuark’ın (u) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 2.3 MeV/c2,

Down-kuark’ın (d) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 4.8 MeV/c2

iken, 2u ve 1d kuark’tan oluşan protonun durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 938 MeV/c2 gibi muazzam bir değere sahiptir. Halbuki 2u+1d = 9.4 MeV/c2 etmektedir. Yani yaklaşık yüz katlık daha fazla bir kütle artışı söz konusudur. Proton içinde muazzam bir enerji depolanmıştır ve E = mc2 formülüne göre ortaya çıkan nükleer enerji bu güçlü-etkileşim enerjisinden kaynaklanmaktadır.


Şekil:  Atom-altı-öğelerin madde oluşturanlarına fermion, fermionlar arasında bilgi-akışlarını sağlayanlara Boson denir. Fermionların atom-çekirdeği oluşturanlarına kuark, atom ve molekül oluşumunda devreye giren öğelerine lepton denir.

Şekilde c, s, t, b simgeleriyle gösterilen diğer kuark türleri ise, maddelerin birbirlerine dönüşümlerinde kuantsal enerji öğeleri tarafından çok kısa bir süreliğine oluşturulup, belli bir reaksiyonu geçekleştirdikten sonra tekrar ortadan kaldırılan sanal-enerji-öğeleridirler. Dikkat edilirse, t= top-kuark denilen öğe ve onun eşi olan b-kuark protondan bile daha fazla bir enerji-potansiyeline sahiptirler ve çekirdek reaksiyonlarında çok kısa bir süreliğine devreye sokulurlar ve sonra sönümlenirler.

 Bu kuark çiftleri çok farklı enerji düzeylerini yansırılar.  3 farklı enerji düzeyinde kuark çift olduğu anlaşılmıştır.

Bunlar şunlardır:    

Up ve down kuark; (u ve d) (Normal enerji düzeyindeler ve bizlerin aşina olduğu maddeler onlardan oluşurlar)

Charme ve strange kuark; (c ve s) (Yüzlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)

Bottom ve top kuark (b ve t) (Binlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)

 Enerji düzeyi farklarını şekilde görebilirsiniz.

Kuarkların 3 farklı enerji düzeyinde olabilmeleri gibi, elektronlar ve nötrinolar da 3 faklı enerji düzeyinde olabilmektedirler. Bu nedenle gerek kuarkların, gerek elektronların gerekse nötrinoların bir osilasyon içinde oldukları anlaşılmaktadır. Buradaki “osilasyon” terimi, bir salınım adımı anlamında değil, enerji düzeyinde muazzam bir artış veya azalma anlamındadır.

Yani madde dediğimiz varlıklar, çok kısa ömürlü atom-altı-öğeler aleminin daha uzun ömürlü üst-sistemler oluşturma ürünleridir. Şimdi kısa ömürlü ve çok devingen atom-altı-öğelerin daha uzun ömürlü üst-sistemleri ne yaparak, nasıl oluşturduklarını görelim.

 

DOM-5c: Anizotropi ve kuvvet oluşturucu rolü

Varlıkların yapısal-dokusal durumları, enerjinin nerede az, nerede çok depolanacağı bilgilerini içeren içsel özelliklere sahiptir. Enerji akışını farklı yönlerde farklı hızlarda yönlendirilecek şekilde oluşan tüm yapılaşmalara “anizotropi” denir.


 “İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi terimini anlamak için şunu düşünün:

Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar.

Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu, mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur.

Anizotropi, madde – antimadde zıtlığı, up-kuark, down-kuark zıtlığı, elektron -pozitron zıtlığı gibi atomik dünya öğeleri özellikleriyle başlar.

. Madde değimiz, belli bir hacmi-kütlesi olan varlıklar hep anizotropiktirler, enerjinin farklı yerlerde, farklı oranlarda yoğunlaşmasına neden olurlar ve doğadaki farklı türlerde kuvvet oluşmasının nedenidirler. Moleküller ve onların oluşturdukları mineraller, kayaçlar da anizotropiktirler. Bunların kombinasyonlarıyla oluşan dünyamız gibi gezegenler de anizotropiktirler.

Görüldüğü üzere, ortada belli bir bilgi oluşumuna dayalı, kesin kurallara dayalı bir düzenleme var

Yönlendırıcı faktör = kuvvet nasıl oluşur?

•         Canlılar hareket eder, rüzgar eser, su akar, ve bu şekilde doğada hareketler oluşur.

•         Varlıkları hareket ettiren yani bir iş veya eylem yapan faktöre kuvvet denmiştir.

•         Peki, bu faktör nasıl bir şeydir?

Kuvvet oluşumu, enerji-gradyanı oluşumuyla açıklanır.

•         Örn., bir nokta daha sıcak, diğer nokta daha soğuksa, sıcak noktadaki moleküller, soğuk noktaya doğru akarlar.

•         Bu şekilde bir akıntı (sürükleyici faktör = enerji-gradyanı) ortaya çıkmış olur ve kuvvet doğar.

•         Yani bir kuvvet oluşturmanın yolu, enerji-gradyanı oluşturmaktan geçiyor.

Peki, enerji-gradyanları nasıl oluşmaktadır? Doğadaki enerji gradyanları nelerdir?

Güneş sisteminde enerji gradyanları:


Dünyamızın güneş etrafındaki yörüngesi eliptik olduğundan, kah güneşe yaklaşır, kah uzaklaşır; bunun sonucu dünyamız 6 ay daha sıcak, 6 ay daha soğuk olur. Dolayısıyla 6 aylık döngüler şeklinde rüzgar veya deniz akıntılar oluşur.

Dünyamızdaki enerji gradyanları:


Dünyamızın yapısı da homojen değildir, taşküre (yaklaşık 100 km kalınlığındaki dış kısım) katı ve soğuk, daha iç kesimleri sıcak ve akışkandır. Akışkan ve sıcak olan bu iç kesimlerdeki moleküller, soğuk olan kabuk kesimine doğru akıntılar oluşturmakta ve kabukta çatlamalara yol açarak volkanlar şeklinde yeryüzüne çıkmaktadır. Dolayısıyla çok değişik kuvvet sistemleri oluşturmaktadırlar. 

Mineraller dünyasında enerji gradyanları:


Yani cansız dediğimiz mineral, taş, vs. gibi varlıklar doğada kendi-kendilerine hareket etmiyorlar, ama onların içlerinde hareket eden canlı-öğeler var. Peki, yaşayan-canlı bir doğal sistemde, mineral veya kayaç gibi varlıklar neden hareketsizler?

Cansızlar aleminin en yaygın temsilcisi olan minerallere bakıldığında, iki farklı noktada çok önemli özelliklere sahip oldukları görülür.

i-Birinci özellikleri, anizotropik olmalarıdır; yani içlerinden geçen enerjinin belli yönlerde hızlı, belli yönlerde yavaş iletirler. Bu özellikleri enerjinin nerden nereye akması gerektiği konusunda mineralleri rehber yapar. Yani mineraller trafik işareti görevi yaparlar. Trafik işaretlerinin sabit durmaları gerekir, bu nedenle mineral gibi öğeler (taş, toprak) oluştukları noktada dururlar. Enerji ise bu işaretlere uyarak ilerler ve belli yönlerde daha hızlı ilerleyerek enerji-gradyanı oluşturup, akıntı veya döngü sistemleri oluşturur.

ii-Atomlardan (kuantsal sistemden) moleküller sistemine geçildiğinde, sıcaklık – basınç gibi yeni değer-yargıları (yani yeni kuvvet türleri) ortaya çıkar. Moleküller bu basınç ve sıcaklık sistemleriyle kontrol edilirler ve yönlenirler.  (Halbuki atom-altı öğelerde bu değer-yargıları mevcut değildir). 

Moleküller alemindeki bu kuvvet türleriyle, atom-altı-öğeler alemindeki spin-polarizasyon-elektromanyetik etkileşimler gibi temel kuvvetler arasında aktarım veya bağlantı oluşturacak yapılaşmalara gerek vardır. Aksi takdirde moleküller alemi muhtaç oldukları kuantsal enerjiyi temin edemezler. İşte mineraller bu tür görevleri yerine getiren ve bizlere hareketsiz gibi görünen sabit yapılaşmalardır.

•  Örn. kuvars piezo-elektrisite özelliği gösterir. Yani minerale basınç uygulandığında mineralin uçlarında elektrik gerilimi (akımı) oluşur.

•  Örn. turmalin veya pirit piroelektrizite özelliği gösterir; yani ısıtılınca, mineral uçlarında elektrik gerilimi oluşur.

 

Varlıkların kendilerine has bir refraksiyon-indeksleri vardır.

Her madde kendine gelen fotonların (enerji paketçiklerinin) belli bir miktarını alıp, diğer kısmını yansıtırlar. Bu şekilde doğada enerji-dağılımı rastgele olmaktan çıkar ve belli kurallara göre gerçekleşmiş olur ki, bu da ayrı bir enerji-gradyanı oluşturma sistemidir.

 Canlılar aleminde enerji gradyanları:


Hücreler gibi küçük boyutlu sistemlere inildiğinde, onların da enerji-gradyanı oluşturacak yapılaşmalara sahip olduğu görülür.

Hücre zarlarında reseptör denilen kapılar vardır ve bu kapılardan hücre içine girebilecek moleküller büyük bir itina ile seçilir. Reseptörler ve onlara bağlanabilinecek ligand denilen özel moleküller çevreden gelen sinyalleri algılayıp-değerlendirirler ve hücre-kutuplaşmasını sağlayacak şekilde kuvvetlendirici rol oynarlar.

Atomlar aleminde enerji-gradyanları:


Satırlarda sağa doğru ilerledikçe:

•         ametalik özellik artar,

•         iyonlaşma enerjileri artar,

•         elektron ilgileri artar,

•         oksitlerin asit karakteri artar,

•         atomik çaplar azalır.

Sütünlarda aşağı doğru gidildikçe:

•         metalik özellik artar,

•         iyonlaşma enerjileri azalır,

•         elektron ilgileri azalır,

•         oksitlerin bazik karakteri artar,

•         atomik çaplar artar.

Tüm bunlar birer enerji-gradyanı oluşturma özelliğidir.

Atom-altı-öğeler dünyasında enerji gradyanları:


Maddelerin en küçük yapı-taşları olan atom-altı öğeler dünyasına inildiğinde, onların sürekli bir artı-eksi (yapıcılık-yıkıcılık) dalgalanması, yani çok temel bir enerji-gradyanı sistemine sahip oldukları görülür.

 

Canlılığı, yani hareketi tetikleyen mekanizmaların hepsi en tabandaki kuantsal sisteme dayanırlar.

Atom ve atom-altı-öğelerin en canlı varlıklar oldukları yukarıda açıklanmıştı. Her varlık atomlar tarafından oluşturulduğundan, tüm diğer kuvvet-oluşum sistemlerini başlatan ve yürüten doğal enerji (ve kuvvet) kaynakları atom-altı-öğeler, yani kuantsal sistem olmuş olur.

Kuvvet enerji gradyanı oluşturularak oluştuğuna, enerji gradyanları da kuantsal öğelerin en ekonomik yapılaşmaları tercih edip, ekonomik olmayanları terk etmeleri şeklinde gerçekleştiğine göre, doğadaki tüm kuvvetler kuantsal kökenli olmuş olurlar.

Kuvvet dediğimiz varlıkları hareket ettiren faktör, enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluştuğundan, doğadaki tüm varlıklarda, enerji dağılımı anizotropik şekildedir. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları, vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Örneğin bir kuvars minerali içinde ilerleyen bir enerji dalgası, bir yönde çok hızlı, diğer yönde az hızda ilerler. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık değerindeki farlılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler vs. nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve (2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir. 

Doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme işlemidir. 

Dünyamızı ele alalım. Örn. 30 Haziran saat 12 itibariyle, kuzey kutbundan başlayıp, Avrupa, Afrika üzerinden güney kutbuna uzanan bir güzergah boyunca, sıcaklığın nasıl dağıldığına bakarsak:

Kuzey kutbu yöresinde, güneş hiç batmamakta (yaz mevsimi), sürekli güneş ışığı almakta, öğle saatlerinde sıcaklık 25-30 dereceleri bulmakta;

Avrupa ülkelerinde sıcaklık 30-35 dereceleri bulmakta;

Ekvator bölgelerinde sıcaklık 50 dereceyi aşmakta;

Güney kutbu yöresinde ise kış mevsimi sürmekte ve sıcaklık eksi 25-30 derecelerde seyretmektedir.

Bu nedenle gerek atmosferde, gerek hidrosferde (okyanuslarda), bir taraftan güney kutbuna yönelen rüzgarlar veya deniz akıntıları, diğer taraftan kuzey kutba yönelen rüzgarlar ve deniz akıntıları oluştururlar.

Enerji gradyanları kuvvet oluşumlarına yol açmıştır!

Ve en son olarak:

Diyalektik felsefenin tez- antitez zıtlığına dayalı çözüm formülü doğadaki dinamik oluşum mekanizmasının sosyal hayata uygulanış şekli değil midir?

 

DOM-5d: Enerjiden madde oluşturmanın ilk adımı: Strong-Force

Enerji dünyası, çok değişik enerji-düzeylerine sahip, enerji düzeylerini sürekli değiştirebilen (yani osilasyon döngülü), başlı başına bir canlılık alemdir. Doğadaki tüm diğer sistemleri onlar oluştururlar.

Yani doğadaki tüm varlıklar proton + nötron + elektron üçlüsünden oluşur.

Atomların birbirlerinde farkları, içerdikleri proton sayısıyla belirlenir; 1 protonlu atom hidrojendir, 2 protonlu ise helyumdur, 6 protonlu ise karbondur, vs.

Şimdi bu konuya bakalım.

Proton (+) elektrik-yüklüdür; elektron (-) elektrik yüklüdür. Bu nedenle birbirlerine yaklaşma dürtüleri altındadırlar. Ama birbirlerine tam yaklaşıp birleşirlerse, nötron gibi nötr bir madde ortaya çıkar ve maddeler arasında birbirlerini çekecek bir güç-sistemi oluşmaz. O zaman da doğadaki tüm oluşum ve gelişimler durmuş olur.

Diğer taraftan, protonlar (+) elektrik-yüklüdür ve aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar ve asla yan-yana gelemezler. Tek bir protonlu elementle doğadaki binlerce farklı madde oluşturulamaz; ama iki proton da bir araya gelemez, çünkü aynı elektrik yüklü olduklarından birbirlerini itmek zorundadırlar.

Peki doğa bu sorunu nasıl çözmüştür?

“Güçlü-kuvvet = strong-force” adlı bir etkileşim sistemi oluşturarak!

İşte doğadaki bilgi oluşturmaya dayalı mucizevi durum bu noktadan başlar. Şöyle ki doğadaki “oluşturucu” güç sistemini yaklaşık 138 birimlik bir bütün olarak varsayarsanız, bu 138 birimlik enerjinin 137 birimi “strong-force = güçlü kuvvet” adı verilen   bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir. Geriye kalan 1 birim ise elektromanyetik, zayıf-etkileşim ve gravite gibi tüm diğer etkileşimlere kalmıştır. Bu nedenle güçlü-etkileşim 1 olarak kabul edildiğinde, elektromanyetik etkileşim 1/137 değerini alır, diğer kuvvetler milyonda-milyarda bir gibi çok ama çok daha az bir değerdedirler.


Peki bu güçlü-etkileşim nasıl işler?

Şekil: Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronlar arasında sürekli olarak kuarklar arası bir renk-yükü değişimi uygulanarak bu ikisi arasında çok güçlü bir bağ oluşturulmaktadır.

Şekil: Nötron ve protonlar içinde de sürekli bir renk-yükü değiş-tokuşu uygulanarak kuarkların birbirleriyle bağlantılı kalmaları ve hiç ayrılmamaları sağlanmaktadır. Bu nedenle kuarklar hiç izole edilememektedirler.

Color-yükü (enerjisi) denilen bir enerji türü, en temel madde unsuru olan kuark’ları bir arada tutmaya yönelik olarak kullanılmıştır. Saniyenin zilyonda bir kadar kısa bir sürede, üç farklı enerji düzeyine sahip enerji-yumakları, sürekli değişken bir enerji-gradyanı sistemi oluşturarak, güçlü-etkileşim = strong-interaction denilen ve doğadaki madde dediğimiz tüm şeylerin temel yapıtaşı olan proton ve nötronların ortaya çıkmalarına yol açmışlardır. Doğadaki enerjinin en büyük kısmı bu güçlü-etkileşime tahsis edilmiştir. E=mc2 bu enerjinin ne kadar büyük olduğunu gösteren formüldür.

Güçlü etkileşim protonları bir arada tutan kuvvettir. Şöyle ki: proton kuark denilen daha küçük öğelerden oluşmaktadır, 2 up ve 1 down kuarktan oluşur. Nötron da yine 3 kuarktan oluşur, ama 2 down ve 1 up kuarktan. Kuark denilen bu atom-altı-öğeler arasında “quantum-chromodynamics = kuantum renk dinamiği” adı verilen renk-yükü değiş-tokuşuna dayalı bir çekim sistemi vardır. Gluon adı verilen bir bağlayıcı faktörün, kuarkların renk-yüklerini değiştirerek, up-kuarkı down kuarka, down-kuarkı up-kuarka dönüştürdüğü, ve bu sayede protonu nörona, nötronu protona dönüştürerek, protonların birbirlerini itmelerine engel olmaktadır. Yani atom çekirdeklerinin içi kaynayan kazanlardan oluşmaktadırlar ve saniyenin trilyonlarcada birlik çok kısa süreçlerde nötronların protona, protonların nötrona dönüşümlerini sağlayarak protonların birbirlerini itmelerine engel olunmaktadır. Ne dahiyane bir çözüm!

Yukarıda “dikkat edilmesi gereken bir nokta” olduğu ve “bu üç kuarkın kütleleri toplanırsa bir proton kütlesi oluşturamadıkları belirtilmişti. Peki proton (veya nötron) kütlesi oluşturmak için nereden yatırım yapıldı? Sorusu sorulmuştu. Bu sorunun yanıtı, yukarıda açıklanan “güçlü-etkileşim” sisteminde verilmiştir. Gluon adlı yapıştırıcı sisteme o kadar enerji yatırımı yapılmıştır ki, bu yatırım proton ve nötronların kütlelerinin artırılmasına yaramıştır.

Görüleceği üzere, doğadaki olaylar ve işlemler varlıklar arası etkileşimlerle sağlanıyor. Etkileşimler ise varlıklar arası karşılıklı uzlaşmalarla (rezonans), varlıklar-arası bilgi oluşumlarına dayalı rahatlama çabalarıdır.

Güçlü etkileşim sistemiyle proton ve nötron gibi çekirdek öğeleri oluşturuldu. Bu çekirdek öğeleri nasıl madde dediğimiz, moleküllere dönüştürüldüler?

DOM-6 Dinamik Sistemler Fiziği

Zorlukları aşma yöntemi:

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri:

Doğanın alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru geliştiğini,

Oluşumları tetikleyici faktörün (yani kuvvet oluşturma erkinin) alt-sistemlerde olduğunu,

Böylelikle doğada bilgi oluşturmaya dayalı gittikçe gelişen ve “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik bir sistemin ortaya çıktığını;

her varlığın çevresini algılama ve onlara göre kendisini yönlendirme yeteneğine sahip olduğunu;

yönlendirmelerin “bilgi” sinyalleriyle olduğu ve bilgilerin hep varlıkların içsel bileşenlerinde kaydedilip- işlendiğini göstermiştir.

 

Şimdi bu dinamik sistemler fiziğinin temellerini görelim.

 

Dinamik sistemler fiziği = İnformation & Self-Organisation = Bilgilen ve Örgütlen (Sinerjetik = Birlikte iş yapma)

DOM-6a – Atomların zorlukları aşma-yöntemi 

Zaman dosyasında üzere, doğadaki her şey atom-altı-öğeler denilen çok kısa ömürlü ve çok devingen canlı öğelerle başlamaktadır. Saniyenin milyarlarda biri gibi kısa sürelerde, devinip dururlar.

Yani çok rahatsız bir zor-durum söz konusudur. Dinamik sistemler fiziği zorlukları aşma-yöntemlerini açıklayan bilim dalıdır.

Hermann Haken, «zorlukları aşmanın», «birlikte işlem yapılarak» gerçekleştiğini fark eder ve Synergetics (1983) adıyla yayınlar. Bu çalışmasını 2000 yılında «information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen» olarak geliştirir. «Dinamik Sistemler Fiziği» bu şekilde ortaya çıkar.

Haken’in bu düşünceye ulaşmasının ardında «laser teknolojisi» yatar. Laser ışığı sıkışık durumdaki atomların uzlaşarak oluşturdukları güçlü bir enerji sistemidir. İlk laser ışığı Al2O3 bileşimli yakut mineralinde bazı Al elementi yerine Cr elementi yerleştirilmesiyle oluşturulan yapay yakut mineraliyle yapılmıştır. Mineral silindrik bir tüp içine yerleştirilir. Tüpün bir ucuna tam yansıtıcı bir ayna konur. Diğer uca ise yarı yansıtıcı bir ayna konur. Tüpün çevresine ise «uyarıcı bir ışık» kaynağı yerleştirilir ve atomlar uyarılırlar.

 


Atomların elektronları gelen uyarıcı ışığı alır ve çevrelerine böyle bir sinyal aldıklarını yayarlar. Çevreye salınan radyasyon, tüp uçlarındaki aynalardan geri yansır ve tüp içindeki radyasyon gittikçe artar. Tüp çevresinden sürekli uyarıcı ışık gelişi devam ettiğinden, mineral içindeki radyasyon trafiği dayanılmaz dereceye ulaşır. 

Burada bir noktaya dikkat etmek gerek: Tüpün bir ucundaki ayna, gelen tüm ışınları geri yansıtırken, diğer uçtaki ayna bir kısmını yansıtır, bir kısmını dışarı bırakır, yani yarı yansıtıcıdır.

Zor durumdan kurtulabilmenin yolu, yarı-yansıtıcı aynadan geçebilecek derecede güçlü bir sinyal oluşturabilmektir. Bunun için ise ortak davranışa geçerek güçlerin birleştirilmesi gerekir.

Atomların yaydıkları sinyaller uyumlu olduklarında tüp ucundaki yarı-yansıtıcıyı delerek dışarı çıkar ve tüpde rahatlama olur. Yani doğal sistemde varlıklar sorunlarını ortaklıklar yaparak çözerler.

Görüldüğü üzere atomlar zor-durumda kaldıklarında, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, sorunlarını çözerler. Çünkü doğadaki tüm varlıklar arasında şöyle bir karşılıklı bir etkileşim ve haberleşme yeteneği vardır:

Varlıklar arası itme, çekme gibi tüm ilişkiler şu formüle göre geçekleşir.

 


Bu nedenle, her varlık kendine en yakın komşularından daha çok etkilenir, çünkü çekim gücü mesafenin KARESİYLE azalır.

Yukarıdaki formüle göre birlikte davranarak sorunları çözme sistemi doğadaki birçok olayda görülür.  Kaynayan kazanlarda veya cezvede görmeye alışık olduğumuz durum bunun güzel bir örneğidir.

 

DOM-6b - Moleküllerin zorlukları aşma-yöntemi

Kaynayan kazanlarda veya cezvede görmeye alışık olduğumuz durum bunun güzel bir örneğidir. Kaynayan kaplarda hava kabarcıkları oluşmasının nedeni Benard-hücreleri oluşumudur. Hava kabarcıkları hep aynı noktalardan çıkarlar. Acaba neden?

Cezvedeki su molekülleri, ortam sakin ve sıcaklık her yerde aynı ise, durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun yok demektir.

Cezve ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için sorun ortaya çıkar. Moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar; bardaktaki su molekülleri arasında bir hareketlilik başlar, kaotik bir durum oluşur. Kaos bir süre devam eder. Sonra su molekülleri birbirleriyle uyum içine girerek şekilde gösterildiği gibi bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar ve içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, hep aynı yerdedir.


Cezvede olan olay şudur. Sıcaklıktan etkilenen su molekülleri birbirleriyle haberleşmeye başlar. Her molekül kendisine gelen her sinyalin değerini, kendi durumuyla kıyaslayarak, davranışını belirler. Bu şekilde sıcak moleküller, daha az sıcak olanlar yönünde yükselmeye başlar ve tabandan tavana doğru bir akım oluşur.

Yukarıda verilen formüle göre hareket ilişkileri ayarlanır. Böylelikle kabın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir. Belli kanallar boyunca yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar, içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider.

Görüldüğü üzere doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Zor-durumda kaldıklarında karşılıklı uzlaşarak ortak davranışa geçerler. (Sinerjetik = birlikte işlem yapma)

Moleküllerin zorlukları aşma yöntemine Atomik Kuvvet Mikroskoplarının (AKM) keşfinden sonra bir ilginç örnek daha eklenmiştir.

Aşağıdaki bölüm Atomik-kuvvet-mikroskoplarıyla çalışan bir fizikçinin, Hoffmann (2012): Yaşamın Kökeni- Moleküler Makineler Karmaşadan Düzene Nasıl Ulaşır? Adlı eserinden düzenlenmiştir.

“Su Moleküllerini İşbirliğine Zorlamak”

Kuantsal öğelerin tünelleme yetenekleri olduğu ve çevrelerini algılayarak en ergonomik konumlara zıplayacak enerjiyi alarak o noktaya göçtükleri önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu özellikten yararlanılarak çok sivri uçlu bir sundurma ile incelenecek nesne üzerinde gezinilerek, nesne ile sundurma arasında oluşacak kuvvetlere göre nesnelerin özellikleri saptanabilmektedir.


“Birbirleriyle etkileşen çok sayıda öğenin bulunduğu durumlarda pekişim neredeyse kaçınılmazıdır. Bunu, öğrencilerim ve ben birkaç nanometreye kadar sıkıştırılmış basit sıvılara (su ya da yağ) baktığımızda anladım.” (Pekişim: Bazı süreçlerin gerçekleşmesi için çok sayıda parçanın eş zamanlı olarak bir arada davranmasını gerektiren özelliği belirten bir terim).

Araştırmacı, su moleküllerinin birbirlerinden 0,25 nanometre (nm ) uzaklıkta bulunduklarını belirtip , deneyi  şöyle yaptığını açıklar:

“Bir AKM sundurmasını ve sonda ucunu suya batırıyoruz ve ucu yavaşça yüzeye doğru  hareket  ettiriyoruz.  Arada kalan suyun tepkisini ölçmek için 0,1 nm 'den (tek bir hidrojen atomun un çapı kadar) daha küçük bir genlikte (salınım hareketinin büyüklüğü) salındırıyoruz.  Katmanların içinden geçerken küçük miktarda değişen genliği izleyerek, su katmanlarının "yaysılığını " (diğer bir adıyla "katılığını") yani ucu ona karşı iteklediğimizde suyun,  ucu geri itebilme becerisini ölçüyoruz. Katılık, 0,25 nm (su moleküllerinin büyüklüğü) devirle inip çıkarak sıvının moleküler taneliliğini gösterir. Böyle bir ölçümün örneği Şekil 4,5' te gösterilmiştir.”

 


Şekil 4.5. Tek molekül kalınlığındaki su katmanlarının katılık ve sönümleme değerlerinin atomik kuvvet mikroskobu (AKM ) ile ölçümü. Katılıktaki her tepe (dolu daireler) AKM ucu ile düz bir yüzey arasında tam sayıda (1,  2,  3  .. .  )  su molekülü içeren belli bir  kalınlıktaki suya karşılık gelir.  Katılık tepeleri ile sönümleme tepelerinin (boş daireler) eşleşmemesi birkaç molekül kalınlığındaki su katmanının AKM ucu tarafından sıkıştınlmaya bir katı gibi tepki verdiği anlamına gelir.

Burada anlatılmak istenen olayı anlamak için AKM’nin (Atomik Kuvvet Mikroskobunun) nasıl işlediğini bilmek gerekir. Bu mikroskobun sivri bir ucu vardır ve bu sivri uç (katı veya sıvı) maddelere yaklaştırılarak uç ile molekül arasındaki elektriksel değer değişimleri ölçülmektedir.

Sivri ucun maddeye yaklaşım hızının sıvıları davranışlarında çok anormal bir duruma yol açtığı gözlenmiştir. Yaklaşım hızı saniyede 0.4 nm civarında olduğu sürece, sıvı hep sıvı olarak davranmaktadır. Ama yaklaşım hızı 1- 1.5 nm den fazla olduğunda sıvı olmaktan çıkıp, katı davranışa geçildiği saptanmaktadır.

Katı davranışa geçişte molekül sayısının da çok önemli olduğu saptanmıştır. Molekül sayısı “katılık” terimi ile belirtilen ve ölçüle kuvveti (N/m) simgeleyen eksen değerlerinden çıkartılmaktadır.  

Araştırmacı şöyle devam eder:

“Fakat saniyede 0,4 nm'den saniyede 0,6 nm ve ötesi hızlara geçtiğimizde çok etkileyici bir şey olduğunu gördük.  Düşük hızlarda sönümleme ve katlık birlikte artıp azaldılar.  Bu, sıvının sıvı gibi davrandığı anlamına gelir; ucu içinde ittikçe sıvı kalınlaşıp inceldi. Daha büyük hızlarda sıvı, yeni bir hal aldı; çok az enerji kaybıyla yaysı bir hale geldi.  Çoğunlukla bunu yalnızca katılar yapabilir. O zamandan bu yana aynı etkiyi sıvı suda da bulduk; gerçi burada bunun gerçekleşmesi için biraz daha hızlı sıkıştırmamız gerekti. Saniyede 0,8 nm' de su hala bir sıvıdır ve bu hızın ötesinde katı gibi  davranmaya başlar. Sıvının iki hali arasındaki geçiş oldukça anidir: Kritik bir hızın altında her zaman sıvı gibi davranır ve çok dar bir aralıktaki hızlarda toptan katı benzeri bir tepkiye geçer.

Yanıt pekişimdi. Su, yüzey ile uç arasındaki yalnızca birkaç moleküler katmana sıkıştırıldığında su moleküllerinin yaklaşan ucun yolundan çekilmesi zorlaşır.  Sıkışmışlık nedeniyle, moleküller toplu haldeki hareket özgürlüğüne sahip değillerdir.  Nanoölçeğe sıkıştıklarında, ucun içine girebileceği bir delik oluşturmak için pek çok molekül birbiriyle uyum için de çalışmak zorundadır; moleküller yoldan çekilmek için iş-birliği yapmak zorundadırlar. Bu sonuçlarla ilgili gerçekten dikkat çekici olan ise su moleküllerinin iş-birliği yaparak delik yaratmak için gelişigüzel bir biçimde hareket etmelerinin son derece uzun, saniyeler ölçeğinde, bir süre almasıdır. Bu, su molekülü çarpışmaları arasında geçen ortalama süreden milyon kez milyar kat daha uzundur. Bu denli uzun bir zaman ölçeği yaratmak için gerçekleşecek ortaklaşa eyleme kaba bir hesapla çok fazla değil otuz ila kırk molekülün katılması gerektiği ortaya çıkar. Pekişim yalnızca ani geçişler yaratmaz, aynı zaman da zaman ölçeklerinde büyük değişiklikler yaratır ve böylelikle moleküler süreçlerin bile saniyeler hatta dakikalar sürmesine neden olur.” (Hoffmann S 163-165)

Hoffmann’ın ne demek istediğini şöyle özetleyebiliriz: Su moleküllerinin sıvı halden katı hale geçmeleri zor durumda kaldıklarında gerçekleşir. Böyle bir katı duruma geçilebilinmesi için ise en az 30-40 molekülün işbirliğine katılması gerekir. Yani belli bir minimum molekül sayısı şarttır.

 

DOM-6c: Hücrelerin zorlukları aşma yöntemi

“Sosyal amip” olarak da bilinen Dictyostelium discoideum adlı tek hücreli canlı (amip), yaklaşık 20-30 mikron boyutundadır ve bahçelerde- ormanlarda çürümeye başlamış organik maddelerde bulunan yaklaşık 1 mikron boyutlu bakterilerle beslenir. Dakikada 10 mikron kadar ilerleyebilirler. Beslenme kaynakları olan bakterilerin doğadaki dağılımları homojen değildir, parça parça kümeleşmeler halinde bulunurlar. Amipler ise günde yaklaşık 1-2 cm kadar ancak ilerleyebildiklerinden, bulundukları yerdeki bakteri kaynağı kuruduysa, desi-metrelerce uzakta olabilecek diğer bir bakteri kümeleşmesine ulaşmaları günler-aylar sürebilir. Ama onlar uzun süre besinsiz kalamazlar, bu nedenle çok büyük strese girerler. Strese giren bu amipler acaba hayatta kalabilmek için ne tür bir yöntem bulmuşlardır?


 

Slaytta bu sosyal amip’in nasıl sosyal-toplumsal bir davranış içine girerek, neslinin devamını sağladığı ve hayatta kaldığı gösterilmiştir.

Besin darlığına giren amipler, hücreler arası haberleşmede çok önemli bir madde olan cAMP (cyclic Adenosin-Mono-Phosphate) adlı bir kimyasal bileşik salgılamaya başlarlar. Amip yoğunluğu nerede fazla ise, salgılanan bu maddenin yoğunluğu da orada fazla olacağından, amipler bu sinyalin en yoğun olduğu noktaya doğru ilerlerler ve slaytta gösterilen amip kümeleşmesi oluşur.

Daha sonra bu amip kümeleşmesi önce “mound” adı verilen kubbemsi bir yapıya, sonra “slug” adı verilen sümüklü-böceğe benzer bir yapıya dönüşür. Oldukça hızlı hareket edebilen bu “slug”, yaşama uygun olmayan noktalardan uzaklaşacak tarzda ilerler ve en sonunda da yeni amipler üretecek “spor”ları salgılayacak çok hücreli bir yapıya dönüşür. Yarım santimetre boyutunda olabilen bu yapı, içindeki sporları çevreye saçar, ve hava akımlarıyla bu yeni sporlar yaşamlarını sürdürebilecek yeni ortamlarda tekrar birer amip oluştururlar. Böylelikle amipler sorunlarını, karşılıklı etkileşimlerle sağladıkları anlaşıp-uzlaşma yetenekleriyle, çözmüş olurlar.

Yine bir soru: >Amipler gibi basit hücreler sorunlarını toplumsal birlik oluşturarak çözerlerken, kendilerini en bilgili, en gelişmiş canlı olarak gören insanlar neden ortak bir görüş altında bir araya gelerek sorunlarına çözüm aramazlar? İnsanların mantıklarının, yanlış bir hayat görüşüyle bozulmuş olmasından başka bir açıklama var mı?

(Bir dip-not: Amiplerin bir araya gelerek oluşturdukları “çok hücreli” aşama, gerçek birçok hücreli canlı oluşumundan tamamen farklıdır; çünkü gerçek çok-hücreli canlılar, aynı bir hücrenin çoğalması ile oluşurken, bu amiplerin oluşturdukları yapı, birçok farklı amip’in oluşturdukları bir yapıdır.)

 

DOM-6d - Zorlukları aşma-yöntemi araçları

 “Information & self-organisation “ sisteminin temel bileşeleri:

Simetri kırılması (symmetry breaking)

İnformator = Kurallar (Bilgi kaynağı, Düzenleyici)

Köleleşme ve sabitleşme (slaving & solidification)

Karşılıklı Etkileşim  + Kontrol parametreleri

Maksimum Enformasyon Prensibi

Atraktor (Çekici)

 

Dinamik Sistemler Fiziğinin Temeli:

Zorlukları aşma-yöntemi araçları (1) = Simetri kırılması

Doğadaki yapıcılık veya yıkıcılık en temeldeki kuantsal sistemdedir. Her şey onlarla başlar ve onlar «omnipotent» (herşeye kadir)dirler.

«Her şeyi yapar» durumundan, «belli bir şeyi yapar» duruma geçilmesi olayına «simetri-kırılması» denir.


Tepedeki bu nesne bilye gibi bir şey değildir. Tam tersine doğadaki en temel canlılık öğesidir. Gideceği yöndeki salınımlarını 360° değiştirebilir; sağa veya sola dönecek şekilde hareket edebilir; hedefte yapıcı veya yıkıcı davranabilir, vs.

Yani kuantsal sistem denilen en temel canlılık öğeleri doğadaki tüm oluşum ve yönlendirmelerden sorumludurlar ve evrensel ölçekli haberleşme yetenekleri nedeniyle doğadaki enerjinin en ergonomik şekilde kullanılmasını sağlayacak şekilde davranırlar. 


Her şeyi yapabilecek yetenekteki çok devingen ve çok kısa ömürlü atom-altı-öğeler, zor-durumdan kurtulmak için, önce atomlar oluşturacak şekilde simetri kırılmasına uğrar; sonra moleküller, hücreler, bedenler vs. oluşturacak şekilde bilgiler oluşturarak doğal sistemi oluşturma işlevlerini sürdürürler.

Toplum hayatına sahip çıkmak ve arılar gibi onu korumak insanların görevi olmalı. Ama bu bilinci insanlara vermek devlet yöneticilerinin görevidir. Biçtiğini beğenmiyorsan ektiğine bakacaksın. Bir ülkede insanların toplumu sahiplenmesi, sistem gereği, devleti yönetenlerin ne ektiklerine bağlıdır. Çünkü, “Ağaç yaşken eğilmektedir ve ne ekilirse o biçilmektedir” Neyin ekileceğine ise devleti yönetenler karar verdiğine göre, bir insanın toplumsal sisteme zararlı davranmasının suçu yöneticilere aittir; çünkü yöneticiler bireyi toplumsal sisteme sahip çıkacak şekilde eğitememişlerdir.” 
 

Şimdi beden oluşturulurken hücrelerin geçirdikleri simetri kırılmasını görelim.

Alt-sistem – Üst-sistem ilişkilerinde, yapma-yeteneği alt-sistemlerde bulunduğundan, onlar kendilerine gösterilen hedefe gidecek (veyahut verilen görevi yapacak) şekilde davranırlar. Örneğin bedenimizde karaciğer, böbrek gibi yüzden fazla organ bulunur. Tüm bu farklı organlar başlangıçta tek bir hücreden oluşurlar. Kök hücre dediğimiz bu hücreye hangi organ hedef gösterilmişse, o organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar.

Hücreler, 2-4-8-16-vs. gibi geometrik dizi şeklinde çoğalmaya başlarlar ve bedenin temeli atılır. Blastula adı verilen bu evreye kadar, tüm hücreler birbirlerinin tamamen aynı olacak şekilde çoğalırlar ve içi sıvıyla dolu küresel bir şekil oluştururlar. Dolayısıyla, çok hücreli tüm hayvanların büyümelerinin ilk safhaları tamamen birbirlerine benzerler.

Bu safhadaki hücrelerden herhangi birini alıp, tekrar çoğaltmaya başlatırsanız o hücre tekrar 2-4-8-16- vs. şeklinde çoğalır ve yeni bir canlı oluşturabilir.

 


Ama bu yapı, içe doğru bir «karın-boşluğu» oluşturmaya başladığında, bedeni oluşturacak hücrelerin hepsinin kaderi ve özellikleri değişir! Hücreler öylesine kökten bir değişikliğe uğrarlar ki, artık bu hücreler bedenden koparılıp tekrar çoğalmaya bırakılırlarsa, önceki safhadaki kardeşleri gibi, 2-4-8-16 şeklinde çoğalıp, tekrar yeni bir beden oluşturamazlar. Bu yetenek kaybının nedeni simetri kırılmasıdır. Bir şeyin nasıl yapılacağı, hangi şekli alacağı, vs hep bilgiye göre olur ve bilgiler de moleküllerin kimyasal bileşimlerinde depolanır.

Yani kök-hücreler bedendeki tüm farklı organlardaki farklı görevleri yapacak çok yönlü bir yeteneğe sahiptirler; ama bir organda görev yapmaları istenildiğinde, diğer tüm yetenekleri kapatılıp, sadece gösterilen organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar. Kök hücre tedavisi denilen tıbbi yöntem bu simetri kırılması olayından yararlanır. Hasta bir organa yerleştirilen kök hücreler, o organı tekrar tamir ederler.

Dinamik sistemler fiziğinin en temel kavramlarından biri, Simetri kırılması denilen bu olaydır. Yetenek sınırlanması anlamındaki bu terim doğadaki canlılığı, yani dinamizmi anlayabilmenin ilk adımıdır. Çünkü atom-altı-öğeler doğadaki tüm olayları-gelişimleri başlatıp-sürdüren en temel canlılık öğeleridirler. Süper-simetriktirler, yani her yönde bir işlem yapabilecek yetenektedirler.

 

Şimdi alt-sistemlerin bir üst sistemde birleşebilmek için uyguladıkları yöntemi görelim.

Feibleman (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı eserinde , alt-sistem – üst-sistem ilişkilerinin ana-hatlarında şunları vurgular:

i-Her düzey altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

ii-Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

iv-Her zaman, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; 

v-Karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

 

DOM-6e 

Zorlukları aşma-yöntemi araçları (2) = İnformator = kurallar, yasalar oluşturuma ve Köleleşme prensibi (slaving principle) 

 Doğa Alt Sistem - Üst Sistem Yapılıdır. Örnek: Bedenlerimiz hücrelerden oluşur; Hücreler alt sistem, bedenler üst sistemdir. Alt-sistemlerin üst-sistemler oluşturması  rahatlama dürtüsü nedeniyledir.

Yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere, zor-durumda kalan öğeler zorluğu aşabilmek için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşerek, bir ortak davranışta uzlaşırlar. Buna “informator = bilgilendirici” denir ve tüm öğeler buna uyarlar, yani öğeler “kuralla (yasayla) bağlanırlar”.

Varlıklar arası etkileşimler çok arttığında, bir kuvvet alanı üzerinde anlaşırlar ve hepsi buna uyacak şekilde davranırlar. “Dinamik sistemler veya Sinerjetik fizikte” bu olaya, “bilgi-kaynağı” anlamında “informator = Bilgilendirici » denir. «Zor durumdan» kurtulmak için doğada uygulanan tek yöntem budur.

 İnformator = Kurallar (Bilgi kaynağı) kuvvet alanlarından oluşur. Ve karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur.  Dinamik sistemlerin en önemli özellikleği bu (kural) yasa-oluşturma işlevidir. Ortak yaşamın kuralları ortaklaşa oluşturulur. Başka hiçbir yerden emir alınmaz. Doğal sistem kendi yasal düzenlemelerini kendisi oluşturmaktadır..

Kuvvet alanları atomlar-moleküller tarafından oluşturulurlar; ve kendilerini oluşturan moleküller üzerinde köleleştirici (bağlayıcı) etki yaparlar. İnformator = Bilgilendirici kuvvet alanlarından oluşur. Ve karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur.

 Şimdi evrensel sistemin başlangıcını düşünelim. Her şey atom-altı-öğelere dönüşmüş durumda ve atom-altı-öğeler de çok, ama çok zor durumdalar, çünkü saniyede trilyonlarca defa dönüp duruyorlar.        Evrensel sistemin başlangıcındaki sürekli devinim halindeki bu çok kısa ömürlü kuantsal canlıları düşünün! Çok hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevresindeki milyonlarca diğer kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli bir salınım ve titreşim içindeki bu kuantsal canlılar, ne yapmalılar ki daha rahat bir duruma ulaşsınlar?

Yalnız yaşayan biri, toplu iğne bile yapamaz ve kafasını kaşıyacak zamanı yoktur. Diğer insanları rakip gördüğünden, mallarını korumak için hep uyanık olmak zorundadır. Ama ortaklıklar oluşturup, iş bölümü yaparak ve ürün takasına göre yaşandığında, rahat bir yaşam düzeyine ulaşılır. Buna rahatlama dürtüsü denir, bilgi artışına dayalıdır. Tüm varlıklarda mevcuttur.

Zaman olgusunun gösterdiği üzere, çok kısa ömürlü ve çok devingen olan kuantlar, daha rahat duruma ulaşmak için, aynen böyle yapmışlardır; üst-sistemler içinde birleşmeye gitmişlerdir.

Bilgisiz bir şey yapılamayacağına göre, önce bilginin nerede kaydedildiğini görelim:

Bedendeki işleri yapan hücreleridir; göz- kulak vs. veri toplayıcılarıdır; çünkü hücreler, değişim - dönüşümlü bir dünyada yaşadıklarının bilincindedirler. Hücreler, kendilerine gelen bilgilere uygun şekilde bedeni doğaya uyumlu yapmaya çalışırlar. Geceleri rüyalar şeklinde senaryolar üretirler, gündüzleri doğanın gerçekleri karşısında deneme yanılma sistemiyle, sürekli bilgi oluştururlar.

 


Yeni bir şey algıladığımızda beyindeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Bilgi hücrelerin kimyasının değiştirilmesi şeklinde kayıt edilir.

Hücrelerin kimyasının değişimi moleküllere, moleküllerdeki değişim atomlara yansır ve bilgi atom-altı öğelere kadar geri yansıtılır. Varlıkların oluşumu en temeldeki kuantsal sistemle (atom-altı-öğelerle) başlatıldığından, doğada  gerçekleşen her olay, her bilgi geri-beslenmeli olarak atom-altı-öğelere kadar geri yansıtılır ve doğa her gün yeniden doğar ve düzenlenir.

Şimdi bilgi oluşturularak doğadaki oluşumların basitten gelişmişliğe doğru nasıl ilerletildiğini görelim.

Daha rahat bir duruma ulaşabilme çabası örneği: 2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için onlarca at-arabası ve haftalarca zaman gerekirdi. Günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. 300 yıl önce de dünyamızda aynı moleküller vardı, şimdi de. Değişen şey, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında birleştirilmeleridir. Bu sayede daha kısa zamanda daha büyük işler yapabilmektedirler. Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir. 

Evreni yönlendiren temel faktör ENERJİdir. Kuantum denilen temel enerji öğeleri hep ergonomik yapılara göç edip, kötü olanları terk ederler. Bu nedenle hayat enerjiyi en ergonomik şekilde kullanma yarışlarından oluşur. Bu ise bilgi edinilerek yapılır ve “Information & self- re-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemli doğa oluşur.

DOM-6f

Zorlukları aşma-yöntemi araçları (3) = Karşılıklı Etkileşim (karşılıklı bağımlılık)

Doğada her şey birbirine bağımlıdır, ama tüm sistemler en tabandaki kuantsal sistemle yönlendirilir.

Şimdi varlıkların neden bir-birleriyle etkileşim ve bağımlılık içinde yaşamaya mecbur oldukları konusunu görelim.

Doğada yeni üst-sistemler oluştukça, enerji farklı şekillere dönüşmüş olur. Bu nedenle farklı kuvvet türleri ortaya çıkar.


Enerjin maddelere nasıl bağlanır?

Dünyamızın temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten gelen ışınlar fotosentez olayıyla şeker gibi bir madde içinde depolanırlar. Bu denklemin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri, polarizasyonları, vs.) H2O ve COmoleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır.


Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir enerjiye dönüşmüş olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür.

Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur.

Doğada çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.

Ovadaki bitki farklı, denizdeki farklıdır. Her farklı maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar farklı çekim güçleri oluştururlar.

Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır.

Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapı türlerini algılamaya yönelik organlar oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Bu nedenle varlıklar bilgilerini sürekli geliştirmek zorundadırlar.

 

DOM-6g

Zorlukları aşma-yöntemi araçları (4) =Maksimum Enformasyon prensibi


Dinamik sistemlerin en önemli özelliğidir, Çünkü her şeyin değişip-dönüştüğü bir dünyada değişim-dönüşümler hakkında «Bilgi» toplama en ön plandadır. Sunulan şu slaytta varlıkların bilgi düzeyinin nasıl patlamalı şekilde geliştiği görülmektedir.

“İnformation & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” ilkesi dinamik sistemli doğanın ANAYASASIdır.

Doğada bilginin nasıl arttığını anlatmak için “ether” terimini açıklamak gerekir.

Doğa ve dünyanın “hava, su, ateş, toprak” gibi dört temel elementten oluştuğu şeklindeki görüşün egemen olduğu dönemde “ether” beşinci element olarak kabul edilmiş ve ilahi güçlerin bu elementi soludukları varsayılmıştır. Yani atalarımız doğadaki yapıcı-yönlendirici güç sistemini doğa-üstü bir sisteme atfetmişlerdir. Halbuki tam tersi durum söz konusudur.

Çevremizdeki her yer (atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay boşluğu, vs.) çeşitli radyasyonlarla doludur. Bizler bunu doğrudan algılayamayız, ama bir radyo alıcısının düğmesini sağa-sola kaydırdıkça işittiğimiz farklı yayınların dalgalarını aldığımızda, çevremizde ne kadar farklı sinyal bulunduğunu fark ederiz. Ether dediğimiz şey bu sinyaller okyanusundan oluşur.

Varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapılarını değiştirirler. Yapıları değişince çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş olurlar. Bu nedenle ether okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm içinde olur.

Günümüzde bu ether okyanusunun içinde cep-telefonu, internet ortamı, televizyonlar gibi bir sürü yeni sinyal türü daha bulunmaktadır. Halbuki yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu tür sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu sinyalleri üreten maddeler henüz doğada yoktu. Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin var olabilmesi için o sinyali oluşturan maddenin doğada oluşmuş olması şarttır.

Doğada maddelerin oluşum sıralanması dikkate alınıp, buna göre zaman içinde uzayda ether çeşitliliği ve yoğunluğu hesaplandığında, ether yoğunluğu ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe doğru gittikçe azalacağı anlaşılır.

Varlıklar davranışlarını ether içindeki sinyallerden yararlanarak belirler. Örneğin göçmen kuşlar, balıklar vs. yeryuvarının manyetik alanından yararlanarak yönlerini belirler ve bu sayede Afrika’daki bir noktadan kuzey Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler ve yollarını-yuvalarını hiç şaşırmazlar. Tüm canlılar çevrelerindeki ether okyanusundaki sinyalleri algılayarak ne zaman çoğalacaklarını, ne zaman uyku moduna geçeceklerini bilirler. Kısacası, ether tüm varlıkların haber kaynağını oluşturur.


Bu nedenle doğada bilgi üstel (patlamalı) fonksiyon olarak gelişir ve bu nedenle Maksimum Enformasyon Prensibi doğadaki dinamik oluşum mekanizmasının (DOM) tam merkezindedir.

Hücrelerin insan beynini muazzam bir yorumlama ve bilgi oluşturma yeteneğiyle donatmasının nedeni şu değil midir?

Doğada her şey bilgiye göre oluşturuluyor ve gelişiyor. Hücreler milyarlarca yıllık geçmişlerinde çok farklı değişim-dönüşümlere şahit olmuşlar ve kuantsal sistemli evrenin nereye doğru gideceği kesin belli değil, çünkü her şey olasılık hesaplarına dayanıyor. Böyle bir durumda yorumlama yeteneği çok gelişmiş bir canlı türünün oluşturulması en makul işlem değil mi?

 

Dinamik sistemlerin 5. önemli özelliği: Attractor = Çekim Merkezi

Her yeni bilgi yeni bir madde, yeni bir varlık oluşumuna yola açar. Her yeni varlık ise yeni bir çekim-merkezi oluşturur. Bu yeni varlıktan yararlanmak isteyen varlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu defa bu yeni varlıklardan yararlanmak isteyenler ortaya çıkar, vs.

Kısa ömürlü ve çok devingen kuantlar, rahatlamak için, üst-sistemlerde önce atom sonra molekül, hücre, hayvan gibi  artan ömürlü ve çok çeşitli varlıklar oluşturarak bilgi-artışına dayanan dinamik sistemli doğayı oluşturmayı sürdürmektedirler.

İşte bu şekilde doğadaki basitten gelişmişliğe doğru ilerleyip-gelişen-evrimleşen dinamik = canlı doğa ortaya çıkmış olur.

DOM-6h

Uzlaşarak kural oluşturup, zor durumla başa çıkma örnekleri:

 


 

Antarktika soğuğunda yaşayabilmek için penguenler karşılıklı bir ortaklık sistemi oluşturmuşlardır.

Eksi 40-50 derecelik soğuklarda nasıl yaşanır? Buz üstünde yaşanılan bir yerde yumurtalar nasıl kuluçkaya yatırılır ve neslin devamı sağlanır?

    

Penguenler, eksi 30-40 derecelik soğuklarda hayatlarını sürdürebilmek için birbirlerine sokulurlar. Topluluk sürekli bir hareket halindedir, her 40-50 saniyede ufak bir adım atılır, topluluğun en önünde olan iki bireyden biri sağdan, diğeri soldan geri dönüş yapar ve topluluğun en arkasından tekrar topluluğa katılır. Böylelikle bireyler birbirlerinin ısısından yararlanırlar, kimse mağdur olmaz.

İnsanların toplumsal sistem hayatına geçmeleri de bir zor-durumla başa çıkma girişimidir.

Braidwood’dan alınan slayt toplum hayatının yaklaşık 11-12 bin yıl önce Güney-Batı Asya’da bir yerde başlamış olması gerektiğini gösterir. Buradaki zorlayıcı durum   ne olmuş olabilir?

Bu konu son bölümlerde işlenecektir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder