Doağadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM)
1.1. DOM-1

DOM'a-GİRİŞ
Halkımızın
genelde kitap-okuma alışkanlığı olmadığı istatiksel verilerle saptanmıştır.
Diğer taraftan, toplumsal hayat sistemimizin düzeltilmesi, bilgili olmakla
mümkündür. Toplum hayatı, doğadaki genel hayat sistemi oluşumunun bir devamıdır.
Bu nedenle insanlarımızın toplumsal hayat-sistemlerini oluşturabilmeleri için
gerekli bir doğal sistem bilgisine sahip olmaları şart ve gereklidir. Bu
amaçla, Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) bilgilerini, küçük parçalara
bölerek ilgilenenlere ve merak edenlere iletmek amacıyla DOM-1 ile başlayıp,
DOM-2, 3, gibi birbirini takip edecek kısa bölümler halinde duyurmanın yararlı
olacağını umuyorum.
Amaç, bir
toplumsal-uzlaşma metni oluşturmaktır. Yazdıklarım hakkında görüş bildirmek ve
konuyu tartışmak isteyenlere baştan söyleyeceğim şudur:
Yazdıklarımda
hiç hata yoktur iddiasında değilim. Ama genel hattı ile DOM-görüşünün doğru
olduğuna inanıyorum, çünkü doğa dinamik sistemlidir, yani sürekli bir
değişim-dönüşüm söz konusudur. Ve DOM görüşü bu değişim-dönüşümlü sisteme
dayalı bir hayat görüşüdür. Geleneksel hayat görüşleri ise statik, yani
yaratıcının yarattığı şekliyle aynen devam eden, bir evrimleşme olmayan bir
sistemlidir, bu nedenle toplumsal sorunlarımızın oluşmasına neden olmaktadır.
Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda
insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından
belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle insanlar, ya kendi oluşturdukları
veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara
girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil,
kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması
değil, kendi görüşünü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır.
•
1- Bu çalışmanın temel amacı toplumsal
sorunlarımızın nedeni ve çözüm formülü bulunmasıdır. Kafalarında bundan başka
bir amaç taşıyanların hiçbir görüş bildirmeye hakları olamaz, çünkü amaç aynı
değildir.
•
2- Bir fikre karşı çıkmak, o konuda kişisel
olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir
çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye karşı çıkması, tamamen mantık dışı
bir davranıştır.
16 bölümden oluşan bu ‘Toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözümü’
paketinin tümünü okuyup değerlendirmeden bir yorum yapılması veya görüş
bildirilmesi mantıksızlık olur, çünkü doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar
karşılıklı bir etkileşim içindedir. Aslında bu 16 bölümde belirtilenlerden çok
daha fazla faktör devrededir. Bunlar zamanla eklenip, yenilenmeler
yapılmalıdır.
DOM-1a
İnsan doğayı
dolayısıyla hayatı anlamaya çalışmaktadır. İnsanlara bu konuda verilen
bilgiler, genellikle atalarının efsaneler, hikayeler şeklinde aktardıkları
bilgilerden oluşmaktadır, çünkü yazılı olarak bilgi aktarımı yaklaşık 5 bin
yıldan beri vardır. Sümerler denilen bir kavmin çivi yazısı denilen ve
pişirilmiş çamur tabletleri üzerine yazılan kayıtlarıyla yazılı bilgiler
bizlere miras kalan en eski bilgileri oluşturmaktadır.
Elbette,
yazılı metinlerden önce de atalarımız resimler, heykeller, kabartmalar şeklinde
de düşünce ve deneyimlerini aktarmaya çalışmışlardır. Ancak onları yorumlamak
ve ne düşündüklerini kesin olarak anlamak olası değildir.
Sümerlerin
bıraktıkları yazılara bakarsak, onların doğal sistemi şöyle yorumladıklarını
görürüz: Doğa ilahi tanrılarca yaratılmıştır. Yer ters dönmüş bir tabak gibi
devasa bir okyanus içinde bulunur. Okyanusun suları tuzludur. Yer Gök kubbe ile
örtülüdür. Gök kubbe üzerinde tatlı sudan oluşan bir okyanus daha vardır ve
yağmur bu gök-kubbede açılan kapılardan yeryüzüne düşer.
Yani özetle,
doğa ve dünya varlıkların dışında olan ilahi tanrılarca yaratılmıştır ve
varlıklar birer robot gibi ilahi emirlere uyarak yaşarlar. Sümerlerin doğa
anlayışı onların çevrelerindeki toplumlara da yansır. Zaman içinde insanların
bilgi düzeyi arttıkça, tanrı anlayışı da değişir, çok tanrılı sistemden tek
tanrılı sisteme geçilir. Ama insanlığın doğa hakkındaki görüşleri pek değişmez.
Doğa ve dünyanı canlı olduğu ve sürekli bir değişim içinde bulunduğu görüşü hiç
gündeme gelmez. Onlara göre dağlar hep yüksek dağlar olarak ve denizler hep
sürekli çukurluklar olarak kalmışlardır.
Yaklaşık 4
asır önceleri Steno adında bir hekim, İtalya’nın Toscana bölgesindeki kayaçlar
içinde deniz canlıları kabukları bulduğunda, önce kendisi çok şaşırır, çünkü
geleneksel görüşe göre, karaların deniz altına düşmesi olanaksızdır. O zamanın
bilginleri bu deniz canlıları kabuklarının Nuh tufanı sırasında oraya yerleşmiş
oldukları şeklinde açıklamalar yaparlar. Ama bu deniz kabuklu katmanların,
normal başka kayaç katmanları ile sık-sık birbirleriyle ardalanmalı olduğu
görülünce, bir defa olmuş bir tufanla açıklanması mümkün olmaz.
Bunun
üzerine insanlar bu farklı içerikli katmanların nasıl oluştuklarını tasarlamaya
çalışırlar ve bu şekilde jeoloji denilen yeni bir bilim dalı ortaya çıkar.
Jeoloji
insanlığın düşünce ve değerlendirme sisteminde çok büyük değişikliklere yol
açar. Bunların başında ZAMAN kavramının anlaşılması yer alır
Zaman
kavramının anlaşılması neden bizlerin düşüncelerinde derin bir etki yaratır?
Yaratır,
çünkü hayata bir anlam verilmesine olanak sağlar.
Şöyle ki:
Hayat =
Ömür; Ömür ise zamanın bir dilimidir. Öyleyse zamanı anlayan hayatı anlamış
olur.
Zamanı
anlayabilmek için ise geçmişimize bakmak gerekir. Geçmiş nasıl
tasarlanabilinir?
Varlıkların
hangi sırayla ortaya çıktıkları saptanarak!
Bu işlem
nasıl yapılabilinir?
Jeolojiden
yararlanarak!
Karalar
sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınır ve deniz
diplerinde depolanır. Denizlerde depolanan bu maddeler arasında, yeryüzünde o
an bulunan maddeler de bulunurlar. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık,
bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl
önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu
maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu.
DOM-1b
Denizdeki
katmanlar, bir kitabın sayfaları gibi, yaşlı olan altta, genç olan onun üstünde
olacak şekilde üst-üste yığışırlar. İşte bu yöntemden yararlanılarak dünyamızın
geçmişi saptana bilinmektedir. Şimdi bu yöntemle elde edilen kayıtlara bakarak,
geçmişimizi tasarlayalım.
Doğada her
şeyin kayıtlarının tutulduğu bir kitap vardır, bu yeryuvarının ARŞİV SAYFALARI
kitabıdır.
Karalar
sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınıp- depolanır.
Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan
çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu
maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve
yoktu. Bu şekilde dünya tarihinin arşiv sayfaları oluşturulur. Denizlerdeki bu
katmanlarda dünyadaki her olay kaydedilir.
•
Nerede ne zaman
bir deprem olduğu,
•
Nerde ne zaman
bir volkan patladığı,
•
Hangi denizde
hangi zamanda ne tür bir canlı yaşadığı, bu canlının ne zaman ortaya çıktığı ne
zaman kaybolduğu;
•
Deniz tabanının
ne kadar derin olduğu,
•
Deniz suyunun
sıcaklığı
•
Vs.
Geçmişe ait
bu doğal kayıtlar sıraya konulup - incelenerek, doğa ve dünyamızın (ve de
insanlığın) oluşum ve gelişimi gerçeklere uygun şekliyle ortaya
koyulabilmektedir!
Yukarıdaki şekil üzerindeki tüm bilgileri dikkatlice okuyup-değerlendirin. Şimdi yeniden bu şekilde gösterilen gelişimleri bir başka açıdan değerlendirelim
(1)
5 milyon yıl
öncelerine gidildiğinde, insan ve insanın oluşturduğu her şey yok oluyor. Bu
demek oluyor ki, insanın oluşturduğu tüm bilgiler (araba, bilgisayar yapma, vs.
bilgileri) doğadan siliniyor; bunun yanısıra hücrelerdeki insan bedeni
oluşturma bilgileri de siliniyor. Peki bunun sonucu ne oluyor? Bu varlıkları
oluşturan maddeler atomlarına ayrışmış oluyorlar ve o atomlar da başka
varlıkların (karıncasından kurduna, koyununa gibi) yapımında kullanıma
giriyorlar.
(2)
70 milyon yıl
öncelerine gidildiğinde, at, inek, koyun, aslan, kurt gibi memeli hayvanlar da
yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar dinozor, vs. gibi başka
varlıkların yapımında kullanılıyorlar.
(3)
300 milyon yıl
öncelerine gidildiğinde, dinozorlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar
ve o atomlar trilobit, balık, derisidikenliler vs. gibi başka varlıkların
yapımında kullanılıyorlar.
(4)
700 milyon yıl
öncelerine gidildiğinde, trilobit, balık, derisidikenliler ve tüm diğer çok
hücreli hayvanlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar amip,
bakteri gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar. Yani 700 milyon yıl
önceleri çok hücreli bir canlı oluşturma bilgisi dünyamızda henüz gelişmemişti.
(5)
2.5 milyar yıl
öncelerine gidildiğinde, amip gibi çekirdekli tek hücreliler de yok oluyor, ve
onları oluşturan atomlar ya bakteri gibi çekirdeksiz tek hücreli varlıkların
yapımında kullanıma giriyorlar, veyahut inorganik madde yapımında
kullanılıyorlar.
(6)
4 milyar yıl geri
gidildiğinde, bakteriler de yok olup, atomlarına ayrışıyorlar ve atomları
inorganik madde veya basit organik molekül yapımında kullanılıyorlar.
(7)
5 milyar yıl geri
gidildiğinde dünyamız yok oluyor, ve dünyamızı oluşturan moleküller atomlarına
ve-veya atom-altı-öğelerine ayrışmışlar ve yıldızlar içindeki ilksel
durumlarına dönüşmüş oluyorlar.
(8)
12-13 milyar yıl
geri gidildiğinde, yıldızlar ve galaksiler de yok oluyor, yani
proton-nötron-elektron gibi en temel atom-altı-öğeler de yok oluyor ve her şey
kuantum denilen en temel enerji ve etkileşim öğelerine dönüşmüş oluyor ve
evrensel sistemin başlangıcına varmış oluyoruz.
(9)
Özet olarak
vurgulamak gerekirse, doğa ve dünya, proton-nötron-elektron dediğimiz
atom-altı-öğelerden, bu atom-altı-öğeler de, doğadaki en temel etkileşim ve
enerji öğesi olan kuantlardan oluşuyor. Yani doğa bir hiçlikten değil, enerji
yumaklarından oluşmaktadır.
Evrenizin
başlangıcına gidildiğinde “proton, nötron, elektron gibi madde oluşturucu temel
öğeler” de bileşenlerine ayrışmış oluyorlar; bileşenler ise, ÇOK-ÇOK KISA
ÖMÜRLÜ, ve ÇOK HAREKETLİ atom-altı-öğelerinden oluşuyor.
Bunlara Kuantum alemi deniyor.
Dünyamızın
geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman
olgusu şu noktayı göz önüne koymuştur: Doğa alt-sistem üst-sistem
yapılarından oluşur.
Örnek:
Bedenler hücrelerin oluşturduğu bir üst-sistemdir.
Hücreler atom
ve moleküllerin oluşturduğu bir üst-sitemdir.
Zaman olgusu
şu noktayı ortaya koymuştur: Doğa küçüklerden büyüklere doğru
gelişmektedir.
Dünyada ilk
defa yumurta mı tavuktan çıktı, yoksa tavuk mu yumurtadan çıktı? sorusu hep
merak edilmiştir; ve Zaman olgusu bunu kesin olarak cevaplıyor: önce yumurta
vardı ve yumurtadan tavuk evrimleşmiştir.
Yani doğa ve
dünyamız dinamik bir sistemdir. Tüm bu dinamizmi başlatan-sürdüren ise kuantsal
sistemdir. Bedenlerimiz, hücrelerden, moleküllerden, atomlardan ve kuantsal
sistem dediğimiz atom-altı-öğelerden
oluşurlar. Bedenimizin her bir hücresinde saniyede 100.000 kimyasal işlem
yapılmaktadır (McTaggart 2008).
Bu işlemlerde C, H, O, gibi kimyasal elementler, çevrelerindeki
değişen-değiştirilen enerji durumlarına göre, değişim-dönüşümlere uğrayarak,
değişen ortam koşullarına uygun yeni madde kombinasyonları oluştururlar. Tüm bu
değişim-dönüşümlere neden olan dürtü ise, “rahatlama dürtüsü” olarak açıklanan durumdur ve “enerji-akışı-yoğunluğunun” (Chaisson 2001,
2011) artırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Enerji-yoğunluğunun nasıl
artırılacağı ise, “bilgi” oluşturularak yapılmak zorundadır, nitekim de,
şekilde gösterildiği üzere, bilginin
gelişiminin eksponansiyel olmasıyla net bir şekilde görülmektedir. Bilgi ise,
Kandel’in (2001) ıspatladığı üzere, varlıkların kimyasal bileşimlerine entegre
edilerek depolanıp-aktarılmaktadır.
Zaman ile
bilgi oluşumu arasındaki ilişkiyi anlatabildik mi?
Bu
oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor?
Doğadaki
dinamik oluşum mekanizmasını (DOM) tanımaya devam
DOM-2a
Dünyamızın
geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman
olgusu şu noktayı göz önüne koymuştur: Doğa alt-sistem üst-sistem
yapılarından oluşur.
Örnek:
Bedenler hücrelerin oluşturduğu bir üst-sistemdir.
Hücreler
atom ve moleküllerin oluşturduğu bir üst-sitemdir.
Doğada bir
alt-sistem – üst-sistem yapılaşması olduğuna göre, şu soruların yanıtlarını
bilmek, hayatı gerçeklere uygun şekilde anlamamızı sağlayacaktır.
Birinci bir
soru: Bu yapılaşmalar hangi yönde ilerliyor veya gelişiyor; yani önce büyük
(üst) sistem mi vardı, yoksa küçük (alt) sistem mi vardı? Bu soru zaten şu
şekilde eskiden beri insanların aklına yakılmıştı: Dünyada ilk defa yumurta mı
tavuktan çıktı, yoksa tavuk mu yumurtadan çıktı? Sorunun yanıtı, önceki bölümde
verilmişti
Şimdi başka
sorular akla geliyor. Bunlardan ilki şu:
Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor?
Bu
oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor? sorusunun yanıtı için bir ön hazırlık
gerekli, çünkü “bilgi” sahibi olmadan fikir oluşturulamaz.
Zaman
olgusunun başlangıcının kuantum alemi denilen atom-altı-öğeler alemine
dayandığını gördük. Peki bu kuantum alemi nasıl bir şey, canlı mı, cansız
mı? Bilinçli mi, bilinçsiz mi?
DOM-1
dosyasında, bilginin eksponansiyel (üstel) şekilde gelişmesine bağlı olarak,
kimyasal bileşimlerin sürekli değiştirilip-yenilenmesi sonucu ZAMAN dediğimiz
değişim-dönüşüm görüntülerinin oluştuğu gösterilmişti. “Bilgi” faktörünün üstel (eksponansiyel)
şekilde gelişmiş olması, bilgi’nin varlıkların en temel yapıtaşlarından
kökenleniyor olmasını zorunlu kılar. Çünkü: Eksponansiyel fonksiyonların
türevleri hep eksponansiyel olarak kalırlar; bu matematiğin bir ilkesidir. Bu
matematiksel zorunluluk, kuantsal sistem dediğimiz en temel yapısal öğelerin canlı
ve bilinçli olduklarını gösterir. Şimdi kuantsal sistem dediğimiz
atom-altı-öğeler dünyasının gerçekten canlı-ve bilinçli mi olduklarına bakalım.
Max
Planck’ın (1901) keşfine kadar, enerji denilen şeyin, istendiği kadar küçük
parçaya bölünebilen, yani sıfır (0) değerine bile indirgenebilen, belli bir
kimliği-kişiselliği, çevresini algılama ve ona göre davranma yeteneği olmayan,
cansız bir değer sistemi olduğu varsayılıyordu. Doğa veya tanrı denilen harici
bir ekstra varlığın bu enerjiyi kendi görüşüne göre kullanıp, doğadaki olayları
oluşturup-yönlendirdiği görüşü egemendi. Planck, enerji denilen faktörün,
istenildiği kadar küçük parçaya bölünebilen bir şey değil, belli bir sabit
değere sahip olması gereken bir faktör olduğunu ortaya koymuştu. Ve bu sabit
değerin de Planck sabiti (h) denilen; h=6.62606896×10−27erg·s gibi belli değerde olduğu hesaplanmıştı. “En
küçük enerji değeri ne kadar?” sorusundaki “Ne kadar?” anlamına gelen quantum
(kuantum) terimi de bu manada üretilmiş ve kuantum fiziği denilen fizik dalının
ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Kuant
sözcüğü, Latince kökenli miktar anlamındaki kantite sözcüğünden gelir. Doğadaki
en temel etkileşim biriminin miktarı (kantitesi) ne kadar anlamını yansıtmak
için seçilmiştir.
Fizikçiler
kuantumu şöyle tanıtırlar: Quantum is the minimum amount of any physical
entity involved in an interaction; minimal increment of energy,
Tercüme edersek: Kuantum, bir etkileşimde, herhangi bir fiziksel birimde
gerçekleşebilecek en küçük artış miktarıdır; en küçük enerji
artışı-aktarımıdır. Yani doğadaki olaylar ve –oluşumlarda devrede olan en küçük
enerji birimidir.
Madde
dediğimiz her şey, atom-altı-öğeler denilen, elektron, proton, nötron ve
onların alt-birimlerinden oluşmaktadır. Fizikçiler bunlara parçacık diyorlar,
ama tamamen bilinçsizce bir yakıştırma, çünkü aynı fizikçiler bunların sürekli
bir devinim içinde olduklarını ve çok kısa süreli olarak var-olup, kaybolup,
tekrar ortaya çıktıklarını bizzat kendileri deneylerle saptıyorlar.
Yani çok
kısa ömürlü ve çok devingen, çok hareketli bir varlıklar alemi ile karşı
karşıyayız.
Bunların
canlılık öğeleri olarak değerlendirilmesinin nedeni, “kuantsal özellikler”
denilen şu özelliklere sahip olmaları nedeniyledir:
1) Kuantlar
rastgele davranmazlar, gidecekleri yeri (hedefi) kendileri belirler. Hangi
hedef seçilecek?
2) Hedef
belirlemekte, salınım (veya ölçme)-adımlarına göre işlem yaparlar ve bir
olasılık hesabına göre en uygun hedefi seçerler. Çevrede ölçülecek ne kadar
hedef var?
3) İlerleme
sırasında ya sağa, ya da sola dönülerek gidilir. Sağa dönerek mi, sola dönerek
mi gidileceğini kendileri belirlerler.
4)
Salınım-adımının olacağı düzlem 0 -360 derece arasında değişebilir. Kaç
derecelik bir açıda salınım yapılacağını kendileri belirleyerek ilerlerler.
5)
Belirlenen hedefe ulaşıla bilinmesi için, önlerinde aşılması güç bir engel
varsa, “tünelleme” denilen bir faktörden yararlanırlar. Zıplama enerjisinin
nasıl sağlanacağını onlar belirler.
6)
Birbirleriyle “haberleşip”, evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilirler.
Evrendeki o kadar çok öğe arasında nasıl denge sağlanacağı bilgisini oluşturmak
onların görevidir.
7) Kuantlar
alemi enerji-kümelerinin her biri farklı ömürlüdür; kimi saniyenin on-milyarda
biri; kimi saniyenin yüz-milyonda biri, vs. gibi çok farlı bir süre “yaşar” ve
sonra bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir.
8)
Çevrelerindeki tüm varlıkları algılarlar ve onlarla ilişkilerini,
çevresindekilerin kendilerine bakış açısına göre belirlerler. Buna Observer
effect =Gözlemci etkisi denir. Zaman içinde oluşacak o kadar çok yarışmacı
arasından, en iyi olanın nasıl seçileceği gibi hiç kolay olmayan bir görevi
yerine getirirler.
Kuant dediğimiz atom-altı-öğeler ne kadar bilgili
ve bilinçli?
Bu
konuyu bir fizik deneyi ile açıklayalım.
Şekilde görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve önüne iki perde konulur. En arkadaki perde üzerine bir detektör (D) yerleştirilir. Aradaki perde üzerinde de (A) noktasına bir delik açılır.
Deliğin
boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge
geçebilecek şekilde ayarlanır.
Aynı boyutta
ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği
kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir
tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her iki
delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100
ögeden 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması
beklenir. … Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.
Daha önce
mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık
hiç öge algılamadığı görülür.
Detektörün
konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu
konumda dört tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe
düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.
Bu değişimin
hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelerin şöyle bir olasılık
hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
İki delikten
de geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka duvar
üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda, dört ile
sıfır arasında değişen dağılım gösterirler.
Ya (A)
deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker
değerlendirir:
Örn. (A)
yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım
vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar.
Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Şimdi diğer
(B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son
buldu.
Öge bu iki
değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını
verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100
ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.
Hayret!
Delikler tek tek açık olduklarında her delikten bir adet geçebiliyordu, şimdi
deliklerin ikisi de açık, ama hiçbir şey delikten geçmiyor. Bu nasıl iş?
Başka bir
ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu
sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. 2’nin karesi
alınır: 4 eder.
Bu durumda
(S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kayıt
eder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen,
normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!
Yine hayret:
bir delikten geçebilecek öğe sayısı bir tane idi, deliklerin ikisi birden
açılınca, nasıl oluyor da 2 yerine 4 tane öğe geçebiliyor?
İşte
kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre
davranmalarıdır.
Olasılık
hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul
edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında
sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri
gittikçe küçülürler.
Örneğin
1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi
küçülen bir sonuç verir.
Doğadaki tüm
olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre
yapılmaktadır. Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?
Çünkü ögelere
seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde sadece
bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.
Ama iki
delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir
olasılık hesabı yaparak davranır.
Atomik
öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak
bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama,
önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate
alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.
Yani
doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem
hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler
verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi
dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.
Burada beş noktanın vurgulanması gerekir:
Birinci
nokta şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya
buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur.
Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.
İkinci nokta
ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli
davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli
davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel
deterministik görüşlü fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını oluşturur.
Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki
yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde bir
güç sisteminde olduğu önyargısından kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler
bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi
fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını
kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde
davranmaktadırlar.
Üçüncü
önemli nokta şudur: Kuantlar bu hesaplama işlemini hedefe gidip-gelerek
yapmıyorlar; yani önlerine konulan seçenekleri orya gitmeden anında
hesaplayabiliyorlar. Yani delikten
geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani
uzaktan algılama yetenekleri var. Ne olağan-üstü bir davranış ve yetenek, değil
mi? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının
ne kadar önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?
Dördüncü önemli
nokta şudur: Kuantlar doğada belli noktalara hiç gitmeyerek, belli noktalara
ise hiç beklenilmeyecek şekilde anormal sayıda giderek enerji gradyanları
oluşturuyorlar. Enerji-gradyanları da “kuvvet” oluşumunu yol açtıklarından,
doğadaki tüm olay ve gelişimleri yönlendiren temel faktör oluyorlar.
Beşinci önemli
nokta ise şudur: Seçenekler (yani öğeler) birbirleriyle uyumsuz iseler, o oraya
hiç kuant gitmiyor; ama öğeler birbirleriyle uyumlu iseler, ekstra kuant oraya
gidiyor, yani normalde ancak 2 kuant gitmesi gereken yere, 4 kuant gidiyor. Bu
nokta toplumsal hayatta çok–çok önemli, çünkü, insanlar birbirleriyle uyumlu
olurlarsa, kazançları anormal derecede artar, uyumsuz olurlarsa da, o oranda
kazançları düşük olur.
Görüldüğü
üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan, çevrelerini algılayıp,
olasılık hesapları yaparak çıkan sonuca göre davranan BİLİNÇLİ
ve CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden-
sonra tekrar doğarlar. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi
gerekir.
Kuantlar
aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm
döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar
gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve
hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin
çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Evrensel
sistemin başlangıcındaki sürekli devinim halindeki çok kısa ömürlü bu kuantsal
canlıları düşünün. Çok hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri;
çevresindeki zilyonlarca diğer kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli
bir salınım ve titreşim içindeki bu kuantsal canlılar, ne yapmalılar ki, daha
rahat bir duruma ulaşsınlar?
Bunun cevabı
için, insanların davranışına bakalım: İnsanlar tek başlarına yaşasalardı, her
işi tek başlarına yapmak zorunda olurlardı ve kafalarını kaşıyacak zamanları
olmazdı. Ama ortaklıklar oluşturup, iş-bölümü yaparak ve ürünlerini takas
ederek, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmışlardır. Buna rahatlama dürtüsü
denir ve doğadaki tüm varlıklarda mevcuttur.
Fizik bilimi
verilerine bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak, çok devingen,
çok kısa ömürlü kuantum-aleminden, daha az hareketli ve daha uzun ömürlü
üst-sistemlere geçtikleri, bunun için birleşerek daha büyük ortak-yaşam
sistemlerine doğru bir gidişatın söz konusu olduğu görülür.
Geleneksel
fizikçiler şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi-bilinç” diye bir parametre
kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul
etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına
yerleşmiş en büyük şartlanmadır.
Görüleceği-anlaşılacağı
üzere, kuantsal alemin (kuantsal canlıların) işi o kadar zordur ki, sürekli
didinip, çaba sarf etmesi, yeni bilgiler oluşturması ve o bilgilere göre de
örgütlenmesi, yapılaşması gerekmektedir. Kuantların yerinde siz olsaydınız, bu
kadar yorucu-hareketli işlemlerden kurtulmak için ne yapardınız?
Biz
insanların hep daha uzun bir hayat yaşama dürtümüz, içlerimizdeki kuantsal
öğelerin, kısa ömürlülükten, uzun ömürlülüğe doğru ilerlemiş olmalarının bir
devamı değil mi?
Doğa
hakkında görüş oluşturmaya çalışan atalarımız, hayatın neden doğum-ölüm döngüsü
üzerine oturtulduğunu anlayamamışlardır, çünkü doğal sistemin değişim-dönüşüm
üzerine kurulu olduğunu fark edememişlerdir. Doğada sabit, değişmez olan hiçbir
şey yoktur, her şey zaman içinde birbirine dönüşür. Bu dönüşümlerin ise bir
amacı bir yönsemesi vardır: Daha uzun ömürlü ve daha rahat bir sistem
oluşturmak. Dolayısıyla doğada bir evrimsel gelişim, bir ilerleme vardır.
İnsanların
anlamak istedikleri kavramların başında işte bu doğum-ölüm döngülü, sürekli
değişim-dönüşüm içindeki doğal sistem vardır.
Doğadaki en
temel kuantsal enerji öğeleri bir şey oluştururlar; ama asla ebedi ömürlü
olarak değil, belli bir süreliğine. Çünkü zaman içinde “bilgi” düzeyi değişecek
ve daha ergonomik yapılar ortaya çıkacaktır. O zaman o ergonomik yapıların
gelişmesini sağlayacak şekilde, bileşenlerine ayrılan öğeler, bu yeni
sistemdeki yapıya akacak, kötü yapılanma terk edilecektir.
Zaman
kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, bilgi oluşturma potansiyeline paralel
olarak evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki
paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç
noktasıdırlar.
Böylelikle
“oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor” sorusu da yanıtlanmış olmakta
ve doğadaki oluşum ve gelişimlerin en tabandaki kuantsal sistem tarafından
yönlendirildiği anlaşılmaktadır.
DOM-2b
Fizikçiler göz-göre-göre bizleri
yanıltmaya devam ediyorlar.
Üçüncü soru şudur: yönlendirme işlemi nasıl oluyor? Bir
öğenin davranışı nasıl belirleniyor?
İki-delik deneyini tekrar görelim.
S’den gönderilen 100 fotondan hiçbirinin
(5=beş) numaralı noktadaki detektöre gitmediği görülmektedir. Halbuki delikler
tek olarak açık olduğunda mutlaka bir foton D’ye ulaşıyordu. Deliklerin ikisi birlikte
açık olduğunda ise hiçbir foton o noktaya gitmediğine göre, fotonlar o noktanın
uzaklığının uygun olmadığı bilgisine sahipler. O nedenle hiçbir fotonun o
noktaya gitmiyor. Öyle bir bilgi ki, fotonların uzaktan algılama yeteneğine
sahip olduklarını gösteriyor.
Kuantlar bu hesaplama işlemini uzakta iken
yapıyorlar; yani delikten geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp,
diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama yetenekleri var. Ne olağan-üstü
bir davranış ve yetenek, değil mi? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz
kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar önyargılı davrandıkları bundan
anlaşılmıyor mu?
Yaratıcılık
ve yönlendiricilik enerjisi veya erki, varlıkların içsel bileşenlerinde midir;
yoksa dışlarındaki harici bir sistemde midir?
Yaratıcılık bir oluşturma, yapma işlemidir.
Bir şey nasıl yapılır?
Bilgiyle yapılır.
Örnek: Bir balta yapmak için önce demir
denilen bir metal elde edilir, sonra o metal balta olacak şekle sokulur, sonra
ona uyacak bir sap yapılır ve bu sapla demirden yapılan kafa birleştirilir.
Günümüzde bir balta böyle yapılıyor.
Peki bir milyon yıl önceleri yaşayan
atalarımızın da balta yaptıkları biliniyor; onların baltaları nasıldı? Onların
baltalarının başı çakmaktaşı gibi sert bir kayaçtan yapılıyordu.
Anlaşılacağı gibi, bilgi düzeyi zamanla
değişip-gelişmektedir. Bu değişimler beyinlerdeki hücrelere yansıtılmakta,
hücreler de o yeni bilgilere göre daha farklı madde kombinasyonları
oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla doğada görülen varlıkların şekilleri zaman içinde
değişmektedir, çünkü bilgiler değişip gelişmekte, ona göre de oluşturulan
nesneler farklılaşmaktadır.
Proteinler hücrelerin doğayı tanımlamakta
kullandıkları tümcelerdir ve farklı amino-asit dizilimlerinden oluşurlar.
Dolayısıyla bilgiler kimyasal element dediğimiz atomlarda depolanıp-işlenirler.
Doğada gerçekleşen değişim-dönüşümler sürekli olarak alt-sistemlere aktarılır
ve üst-sistemlerin yeniden düzenlenmeleri sağlanır.
Bizler şimdiye dek doğa ve dünyamızın
Doğa-Üstü (DÜ) bir güç sistemiyle yönlendirildiğine, insanlığın da insan-üstü
kişilerce yönlendirilmeleri gerektiğine inandırıldık. Krallar, sultanlar,
kontlar, baronlar, ağalar gibilerin yönetimlerinde yaşadık. Bu insan-üstü
kişiler dünyayı parselleyip sahiplendiler, bizler de onların uşakları-hizmetkarları
olarak onların mülklerinde çalışarak, ürettiklerimizin çoğunu efendilerimize
verdik, kalanıyla da kıt-kanaat geçinmeye çalıştık.
Ama yüz yıl önceleri “quantum” sistemi keşfedildi. Her şeyin bu güç sisteminden beslenerek yaşadığı, doğadaki tüm güç ve enerjilerin bu kuantsal sistemden kaynaklandığı ortaya çıktı. Fizikçiler binlerce yıllık gelenekler nedeniyle, DÜ bir güç siteminin doğadaki tüm oluşum ve gelişimleri yönlendirdiğine şartlanmış olduklarından kuantsal sistemin bu olağan-üstü davranışlarını anlamakta zorlandılar. Bu durumu Nobel ödüllü Fizikçi Feynman şöyle ifade etmiştir:
“Gördüğünüz gibi benim fizik öğrencilerim de
anlayamıyorlar. Bunun nedeni, benim de (bunları) anlayamadığımdır. Hiç kimse
anlayamıyor. Size anlatacaklarımı neden anlayamayacağınızın diğer bir nedeni,
size doğal sistemin nasıl işlediğini açıklamaya çalışmamdır, doğal sistemin
nasıl işlediğini anlayamayacaksınız. Fakat gördüğünüz gibi, hiç kimse bunu
anlayamamaktadır. Doğanın neden böyle tuhaf biçimde davrandığını
açıklayamıyorum.”
Feynman gibi Nobel ödüllü ve burada açıklanan
deneylerin çoğunu bizzat yapan bir fizikçinin böyle aciz bir şekilde
haykırışının nedeni nedir?
Tek bir nedeni vardır: O da çocukluğundan
beri çevreden kendisine aktarılan doğal-sistem görüşüdür. Geleneksel doğal
sistem görüşünde varlıklar Doğa-Üstü güç sisteminin koyduğu kurallara birer
robot gibi uyan cansız öğelerdir. Bilinç-altına böyle bir bilgi yerleşmiş olan
insanın nasıl davranmasını beklersiniz?
Bilinç-altı en temel davranış programlarını
içerir. Doğal sisteme uygun olmadığında mantıksızlık kaçınılmazdır.
Peki biz insanlar Feynman’dan farklı mıyız?
Günümüzde hala fizikçiler ekranlarda göz göre
göre bizlere yanlış yanıltmaya devam ediyorlar. Efendim zamanla her şeyi
dağılıp parçalanacak ve evrenimizin sonu bir kaosla bitecekmiş. İnsaf be
kardeş!
Evrende zaman içinde her şey
dağılıp-parçalanacak, düzensizliğe yani kaosa gidilecekse, 10 milyar yıldır
evrende neden düzenli bir yapılaşmaya doğru gidiliyor? Ve bu düzenli
yapılaşmalar hep bilgi denilen bir faktöre göre gerçekleşiyor. Peki sizin
formülasyonlarınızda, hesaplamalarınızda bu bilgi denilen ve daha ergonomik
yapılar oluşturulmasına yol açan faktör nerede? Bilgi faktörünün devrede
olmadığı hangi formül doğal sistemi açıklayabilir?
Çıldırmamak elde değil. Ve DOM-sistemine
itirazda bulunan kimileri, kuantsal sistemin bilgili davrandığına dair bilimsel
yayın gösterebilir misiniz? diye karşı çıkıyorlar? İki delik deneyi yukarıda
açıklandı, kuantlar orada bilinçli davranmıyorlar mı?
Bilgi diye bir faktöre inanmayan bilim
insanlarının nasıl böyle bir yayın yapmasını beklersiniz? Feynman neden “kimse
kuantum fiziğini anlayamıyor” diyor?
Neden insanların çoğunluğunun sömürüldüğünü
ve bu işi kimlerin tezgahladığını anlayabiliyor muyuz?
Yukarıda ve önceki bölümlerde açıklanan
verilerle yönlendirme işlemi nasıl oluyor? Yani bir öğenin nasıl davranacağı
nasıl belirleniyor sorusu da yanıtlanmış oluyor: Her varlık çevresini algılama ve onlara göre kendisini yönlendirme
yeteneğine sahiptir. Yönlendirmeler “bilgi”
sinyalleriyle oluyor ve bilgiler hep varlıkların içsel bileşenlerinde
kaydedilip- işleniyorlar.
Halbuki
günümüz insanları toplumsal davranışlarını kendileri belirlemiyor. Yasa ve
yönetmelikleri kendileri yapmıyorlar. Bunu başkalarına bırakmışlar.
Peki
bu başkaları insan değil mi? Onları farklı kılan ne? Bu soru daha sonra ele
alınıp-yanıtlanacaktır.
DOM-3a
Evrimciler “Varlıklar doğa yasalarına birer robot gibi uyarak yaşarlar”
demekle insanlığı yanlış yönlendirmekteler.
Kuantlartın en önemli özelliklerinden biri de “Tünelleme etkisi”,
yani en ekonomik konumlara göçme yetenekleridir.
Fizikçiler elektron gibi enerji taşıyıcısı öğelerin belli bir sınır dâhilinde
enerji potansiyeline sahip olduklarını ve bu enerji düzeyine ulaştıklarında,
başka bir yörüngeye zıpladıklarını saptadıktan sonra, bazı deneylerde bu enerji
taşıyıcıların anormal derecede enerji toplayıp, aşılması olanaksız görünen bir
engeli aştıklarını ve daha ekonomik konumlu yerlere (A’dan B’ye) göçtüklerini
saptamışlardır. Bu olayı fiziksel mantık ve formülasyonlarla
açıklayamadıklarından, “tünelleme = tunneling” diye bir kavram üretip, sanki
A’dan B’ye bir tünel açılıyor ve elektron o tüneli kullanıp geçiyormuş şeklinde
bir yorum yapmışlardır.
Bunu ise
şöyle açıklarlar: Diyelim ki siz İstanbul’da yaşıyorsunuz. Bir gün Türkiye’nin
Sydney elçiliğinden (Avusturalya) bir mektup aldınız ve Sydney’de yaşayan
amcanızın öldüğünü ve size bir milyon dolar miras bıraktığını; bu mirası
alabilmek için, 48 saat içinde Sydney’deki ilgili makama başvurmanız
gerektiğini, yoksa paranın hazineye kalacağını öğrendiniz. Cebinizde beş
kuruşunuz yok. Ne yaparsınız? Bir seyahat acentesine gidersiniz. Mektubu
gösterip, size bir bilet vermelerini, ama ücreti 2 gün sonra tahsil
edilebilecek şekilde kredi kartınızla ödeyeceğinizi söylersiniz. Uçakta zaten
bir sürü boş yeri olan şirket size lüks tarifeden bir bilet satma rizikosunu
göze alır ve siz Sydney’e uçar ve mirasa kavuşursunuz. Her iki taraf da kârlı
çıkmıştır.
Bu ekstra
enerji, çok kısa bir süreliğine oluşturulup sonra tekrar kaybolan çok kısa
ömürlü “virtual particles= sanal parçacıklar” denilen öğeler olarak
yorumlanmaktadır. Nereden ödünç enerji aldıklarına gelince: Atom-altı-öğeleri
enerji gereksinimine göre “virtual particle = sanal öğe” denilen enerji
öğelerini alırlar veya verirler. Kuantlar aleminin “canlılık” davranışı içinde
olduğunun diğer önemli bir delili budur.
Yaşam
motorunun yakıtını enerji oluşturur ve enerji varlıkların yapısal bağlanma
şekillerinde depolanırlar. Hangi yapısal birleşim (kombinasyon) daha ekonomik
bir bağ oluşturuyorsa, enerji o sisteme akar. Canlılar bu nedenle aminoasit
kombinasyonlarını sürekli değiştirerek, en ekonomik bağ-sistemleri (değişik
beden yapıları) oluşturma yarışı içindedirler. Bundan kurtuluş yoktur, çünkü
enerji aktarıcı ve taşıyıcı temel ögeler (elektronlar, fotonlar, vs.) tünelleme
etkisi göstererek, hep en ekonomik sistemlere göçerler. Bu temel ögelerin en
ekonomik sistemlere göçmeleri sonucu, ekonomik olmayan sistemler dağılmak
zorunda kalırlar ve ömürleri sona erer. Evrim bu şekilde işler. Varlıkları
seçen bir DÜG yoktur. Varlıklar kuantsal enerji sisteminin kendilerine
akmalarını sağlayacak bedenler oluşturmak için hep daha iyi bilgi oluşturma
yarışı içindedirler.
Tünelleme
etkisi olayının gösterdiği üzere, kuantsal sistem doğadaki iyi yapıları tercih
eder, kötü olanları terk eder. Bu nedenle de “bilgi” oluşturma ve o bilgiye
uygun beden oluşturma çabası tüm varlıklarda vardır. İnsanı oluşturan
hücrelerin insan beynini muazzam bir yorumlama-bilgi oluşturma yeteneği ile
donatmış olmasının nedeni de budur.
Hücrelerin
içlerinde bulunan atom-altı-öğelerin, daha iyi bir protein-yapısını seçip, kötü
olanı molekülleri terk etmeleri, iyi-bilgiye göre oluşturulmuş organellerin
desteklenmesi, kötü olanların dağılıp-yok olması gibi bir süreç
başlatacağından, doğadaki “doğal-seciciler” kuantsal öğeler olmuş oluyorlar.
Evrimcilerin doğal-seleksiyon adını verdikleri olay, tünelleme etkisinden başka
bir şey değildir.
DOM-3b
Kuantlar alemi evrensel ölçekte anında
etkileşim-özelliğine sahiptir.
EPR-Effect
Veya Quantum-Entanglement = Kuantum-Dolanıklığı
Çift-delik
deneylerinde görüldüğü üzere, kuantsal öğeler aynı kaynaktan fırlatılıp, biri
bir delikten, diğeri diğer delikten geçecek şekilde gönderildiklerinde, iki
farlı delikten geçen iki öğenin, birbirlerinin davranışlarının farkında olarak
davrandıkları, bu iki öğenin birbirleriyle “entangled =dolanıklı veya bağımlı”
olmaları gerekliği şeklinde bir kavram oluşturulmasına yol açmıştır. Yani aynı
kaynaktan üretilmiş iki atom-altı öğe, aralarında çok uzak mesafeler bulunsa
bile, biri diğerinin ne yapmakta olduğunu anında “bilebilmektedir.” Buna
quantum-entanglement = Kuantum-dolanıklığı denir ve EPR- etkisi (effect) olarak
fizik dünyasında bilinir.
Bu olay,
ışık hızından daha hızlı haberleşme olanağı olmadığı görüşünün egemen olduğu o
zaman fizikçileri arasında büyük tartışmalara yol açar. Bu tartışmalar
kuantum-fiziği teorisi taraftarları (Bohr, v.d.) ile Einstein (v.d) arasında en
yoğun şekilde olur.
EPR kısaltması, üç bilim adamının Einstein,
Podolsky ve Rosen adlarının baş harflerini içerir. Einstein
ve diğer tüm klasik fizikçiler, atom-altı-öğeleri cansız-bilinçsiz, bilye gibi
parçacıklar olarak tasarladıklarından dolayı, atom-altı öğelerin, olasılık
hesapları yaparak davrandıkları görüşünü, kabul edememişlerdir. Einstein,
“Allah zar atmaz” cümlesini bu nedenle söylemiştir. İddiasını doğrulamak için
de, kendi gibi düşünen diğer iki bilim adamı ile bir araya gelerek, 1935
yılında EPR paradoksu olarak bilinen meşhur makaleyi yayınlamışlardır. Bu
makalede Kuantum teorisinin paradokslar barındıran eksik bir teori olduğu
iddiasında bulunulmuştur. İddia özetle şöyledir:
Kuantum
kuramına göre, parçacıkların spin (fırıl- dönme) diye adlandırılan bir özelliği
vardır. Bir parçacığın spinini belirlediğimiz an, kardeş parçacık ne kadar
uzakta olursa olsun, anında ters yönde ve aynı hızla kendi ekseni
etrafında dönmeye başlayacaktır. Bu durum, birbirinin tıpatıp aynı
iki bilardo topuna benzetilebilir: Toplardan birine spin (bir tür dönme)
verdiğiniz an, öteki de aynı anda ters yönde ve tam tamına aynı hızla kendi
ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır.
Einstein
şöyle der: ‘ışık hızından daha hızlı bir haberleşme olamayacağına göre, iki
parçacığın anında diğerinin davranışını bilmesi imkansızdır. Bu nedenle
kuantum-fiziğinde yanlışlıklar olmak zorundadır’.
Kuantum
fizikçileriyle klasik fizikçiler arasındaki bu tartışma 1982 yılına kadar
sürer. Önce 1982 yılında Aspect ve diğ., daha sonra ise (1998) Tittel ve diğ.
tarafından yapılan deneyler, tartışmaya nokta koymuş ve kuantum fizikçilerinin
görüşlerinde haklı oldukları kanıtlanmıştır. Bundan sonra EPR-paradoksu
“EPR-effect” olarak fizik biliminde yerini almıştır.
Atom-altı-öğelerin bu özelliği, atom-altı-öğeler düzeyinde evrensel ölçekte bir etkileşim-haberleşme olduğunu gösterir. Tittel ve diğ. deneyi şöyle yapılmıştır:
Cenevre’deki
bir laboratuvardaki vericiden Bellevue ve Bernex kasabalarında bulunan
alıcılara fotonlar gönderilmiştir. Bu iki alıcı arasındaki mesafe 10.9 kmdir.
Alıcılarda eşzamanlı yapılan ölçümler, fotonların bir-birleriyle anında
etkileşim içinde olduklarını göstermiştir. Yani, aynı kaynaktan çıkan kuantsal
öğeler arasındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, öğeler birbirleriyle “anında
haberleşerek” davranışlarını belirlemektedirler.
Kuantum-entanglement
veyahut kuantsal-bağımlılık-dolanıklık neden önemlidir?
Önemlidir,
çünkü her şey en tabandaki kuantsal enerji sistemiyle başlar ve onlara
bağımlı olarak molekül-hücre-beden gibi üst sistemler içinde kümeleşmeleri
şeklinde büyür-gelişir. Bu şekilde dinamik-sistemli doğa oluşur. Dinamik doğa,
information & self-organisation olarak özetlenen Dinamik-Sistemler-Fiziği
(Haken 2000) kuralları çerçevesinde işlemektedir.
Tüm bu
tabandan tepeye doğru ilerleyen oluşumlar, kuantsal öğelerin karşılıklı
anlaşıp-uzlaşmaları (rezonans) sonucu gerçekleşen birleşmelerle oluşurlar. Bu
oluşumların temel prensibi, en temeldeki kuantsal enerji-öğelerinin ergonomik
şekilde kullanılmasıdır. Böylelikle evrende gittikçe gelişen ve enerji-akışını
geliştiren varlık oluşumları devam etmekte ve “information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistem
ortaya çıkmaktadır. Bilgi, varlıkların kimyasal bileşimlerinde kaydedilmekte, bu
nedenle “zaman” denilen değişim-dönüşüm göstergesi, doğadaki kimyasal madde
bileşimlerinin sürekli değiştirilip-geliştirilmesiyle sürmektedir.
“Bilgi”
varlıkların kimyasal bileşimleri ve dokularında kaydedildiğinden (Kandel 2001),
atomlardan başlanarak, moleküllere, hücrelere, vs. doğru sürekli yeni kimyasal
bileşimler oluşturularak, enerji-akışı-yoğunluğu (Chaisson 2001-2010) veyahut
enerji kullanımı daha etkili olacak şekilde devam ettirilir.
Yani
doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle
oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz. Halbuki gelenek-göreneklerle
aktarılan hayat görüşüne göre (yani statik sistemde), doğadaki tüm olaylar,
varlıkların haricindeki olağan-üstü bir varlığın koyduğu kurallara göre
işlemektedir.
DOM-3c
Kuantlar «nabza göre şerbet verirler»
Gözlemci etkisi = observer effect:
Kuantlar
özgürseler olasılık hesabı yaparlar ve şekilde görüldüğü gibi hedef tahtada
farklı yoğunluklu olarak dağılırlar. Buna girişim veya interferens oluşumu
denir.
Ama kendilerinin
gözlendiğini hissederlerse olasılık hesabı yapmaktan vazgeçip, gösterilen
hedefe gidiyorlar.
Fizikçiler
bunu gözlemcinin «dalga fonksiyonunu çökertmesi» olarak yorumlarlar.
Şimdi burada
bir nokta koyup, ön-yargısız düşünelim. Şimdi siz, elektron, foton gibi temel
öğelerle deney yapıyorsunuz, deneylerde siz fotonları gözlemlemeye
kalkıştığınızda, onların dalga fonksiyonunu çökertmiş oluyorsunuz? Öyle mi?
Gözlemci
dediğimiz şey insanları yaptığı bir detektördür. Kuantsal öğelerin bakış
açısıyla, moleküllerden oluşan bir üst-sistemdir. Bu üst-sistem yapısı mı
kuantların davranışını etkiledi, yani dalga-fonksiyonunu çökertti? Yoksa,
alt-sistemi temsil eden kuantsal-öğeler mi, kendileriyle ilişkiye girmek
isteyen bir üst-sistem olduğunu algılayıp, onun isteğine uygun davranış içine
girdi? Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemler
mi, üst-sistemler mi?.
Soruyu
yanıtlarken şöyle bir deney olduğunu da aklınızda tutun: Gözlemci rolündeki
detektör bozuksa, kuntsal sistem bunu da fark ediyor; detektörün ne kadar bozuk
olduğunu da saptıyor ve o bozukluk oranına göre “girişim” oluşturuyor.
Doğadaki
etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu
konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.
Yukarıda
gösterilen deneyler, interferens (girişim) şeritleri denilen yoğunlaşma
farklılıklarının, atomik-öğelerin, çevrelerini algılayarak, olasılık hesapları
sonucu oluşturdukları değerlendirmeler olduğunu ortaya
kaymaktadır.
Kuantsal
(veya atomik) öğeler çevrelerini algılayıp, salınım adımlarıyla ölçüp, bir
olasılık hesabı yaparak davranışlarını değerlendiren, bilinçli davranışlı
varlıklardır. Dolayısıyla, wave-particle-duality, (interference)
girişim-oluşumu, dalga-fonksiyonunun çökertilmesi gibi kavramlar, fizikçilerin,
atomik öğeleri cansız-ölü-bilinçsiz-parçacıklar olarak düşünmelerinin bir
sonucudur. Fizikçiler, geleneklerin
etkisiyle statik-sistemli bir düşünceyle şartlandırılmışlardır, bu nedenle
atom-altı-öğeleri canlı olarak kabul edememektedirler.
Statik
sistem, varlıkların oluşumlarının varlıkların haricinde başka bir sistemde
olduğunu savunur. Halbuki yapma-oluşturma yeteneği, varlıkların içsel
bileşenlerindedir. Buna da dinamik sistem denir.
Gözlemci
denilen şey, insanların yaptığı bir detektör, bir algılayıcı. Foton veya
elektronu algılamaya yarayan bir alet. O alet elektron veya fotona bir enerji
(veya kuvvet) göndermiyor, sadece onlardan gelen enerjiyi algılamaya çalışıyor.
Ortada bir aktivite, bir olay var: atom-altı-öğenin “dalgalanma” özelliği
kayboluyor. Bir şeyi oluşturmak veya kaybetmek=yok-etmek için enerji gerekir.
Enerji ise “kaybolan”da var. Çökertici denilen nesne çevreye enerji yaymıyor,
çevreden gelen enerjileri algılamaya yarıyor. Bu olayda aktif olan, detektör
değil, elektron veya fotondur, onlar çevrelerinde kendileri ile bir ilişki
kurmak isteyen bir detektör olduğunu algılıyor; hatta detektörün ne kadar
sağlam veya bozuk olduğunu da algılıyor ve o bozukluk oranına göre, dalga veya
parçacık olarak davranıyor.
Kuantsal
öğelerin nasıl davranacakları saptanmaya çalışıldığında, onların gözlemcinin
niyetine göre davrandıkları saptanmıştır. Yani kuantlar gözlendiklerini veya
izlendiklerini algıladıklarında, çevrelerini değerlendirmekten ve bir olasılık
hesabı yapmaktan vazgeçerler, gözlemcinin niyetine göre bir “parçacık” gibi
davranırlar.
Ama
kendilerini özgür-serbest hissettiklerinde, çevrelerinde kendilerini
ilgilendiren tüm noktaları dikkate alıp, onları değerlendirip, bir olasılık
hesabı yaparak en uygun olanı seçerler.
Gözlemci
etkisi özelliği, kuantlar aleminin, farklı bedenler içinde farklı davranışlarda
bulunmalarını sağlayan en önemli özelliktir. Bu sayede her yeni oluşan varlığın
ihtiyacına göre davranabilen bir kuantsal sistem söz konusudur. Yani
atom-altı-öğelerden oluşan kuantlar alemi çok kısa ömürlü ve çok hareketli
varlıklardır; doğum-ölüm döngülüdürler. Yaşam periyotları çok kısa olduğundan,
atomlar, moleküller, hücreler, bedenler gibi üst-sistemler içinde bir araya
gelerek, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli varlıklar oluştururlar.
Atomik
öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak
bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama yoksa,
çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık
hesabı yaparak davranıyorlar.
Yani
doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem
hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını
alt-sistemler verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı
tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak çok
önemlidir.
Geleneklerin
bilim insanlarını bile (Fizikçiler ve diğ.) nasıl şartlandırdığını
görüyorsunuz. Normal insanlar acaba ne kadar zombi bir davranış içinde?
Davranışlarının toplum ve ekolojik sisteme ne kadar zararlı olduğunu görebilen
var mı? Bu yazı dizini düşüncenizi nasıl etkiliyor?
Hayatın
nasıl oluşup geliştiğini en temelden başlayıp, gerekli doğa-bilimsel verileri
sırasıyla sunarak, toplum-hayatımızı nasıl örgütlememize kadar uzanan geniş
içerikli bir yazı dizinine başlıyoruz.
DOM-3d
Doğa Birbirlerine
Eklenerek Çoğaltılan Temel Öğelerden Oluşur: Quantization=
Kuantlaşma
İnsanlık şimdiye dek doğadaki enerji aktarımlarının bir Doğa-Üstü-Güç = DÜG sistemi tarafından yönlendirildiği inancıyla yetiştirilmiştir. Böyle bir düşünce sisteminde DÜG bu enerji aktarımını istediği kadar artırabilir veya eksiltebilir. Enerjinin istenildiği kadar artırılıp-azaltılabilinmesi görüşü, doğadaki “black-body = kara-cisim-ışıması” sistemine ters olmaktadır. Bu tersliği düzeltecek formülü Max Planck 1900 yılında Kuantum kavramıyla ortaya koyar.
Kuantsal sistem iki temele dayanır:
Enerji aktarımları gelişigüzel yani keyfi
olamaz, en temel bir değerle (h) başlamak zorundadır;
Büyüme ve gelişmeler bu temel değerin tam
sayılı katlanmaları şeklinde olmak zorundadır.
Daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalar bu
en temel enerji aktarım biriminin yukarılarda gösterilen özelliklere sahip
olduğunu dolayısıyla doğadaki canlılığın-yani hayat sisteminin kökünü
oluşturduğunu ortaya koyar.
Oluşumlar alt sistemlerin birer artırımıyla
oluşur. Buna kuantizasyon denir. Bunun en güzel örneği doğadaki kimyasal
elementlerin oluşumunda görülür. En basit element olan hidrojen tek bir
protondan oluşur ve diğer elementler birer proton eklenmesiyle oluşturulurlar:
2, 3, 4, 5, 6, vs. protonlu elementler böyle oluşurlar. 2.5 protonlu bir
element yoktur.
Kuantsal sistem konusunda üç noktanın
vurgulanması gerekir:
Birincisi şudur: Kuantsal sistem canlı,
tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla
1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da kuantsal sistemin canlı, özel
varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.
İkinci nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin
kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum,
kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden
Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel deterministik görüşlü fizikçilerin
anlaşmazlığının kaynağını oluşturur.
Üçüncü önemli nokta ise şudur: Kuantlar bu
hesaplama işlemini uzakta iken yapıyorlar; yani delikten geçerek hedefe kadar
adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama
yetenekleri var. Ne olağan-üstü bir davranış ve yetenek, değil mi? Böyle bir
varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar
önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?
Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik
fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil,
Doğa-üstü bir güç sisteminde olduğu önyargısından kaynaklanır. Yani gelenek ve
görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein,
Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli
davranışlarını kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin
çoğu bu yönde davranmaktadırlar.
Hücrelerimiz içindeki atomların içleri
kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim
içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin,
dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Yani çok kısa ömürlü ve çok devingen, çok
hareketli bir varlıklar alemi ile karşı karşıyayız ve onlar hücrelerimizdeki
atomların içindeler ve bizleri yönlendiriyorlar.
Görüldüğü üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan, çevrelerini algılayıp, olasılık hesapları yaparak çıkan sonuca göre davranan BİLİNÇLİ ve CANLI Varlıklardır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra tekrar doğarlar. Doğal olayların hesaplanmasında sık-sık pi denilen bir katsayının var oluş nedeni, en temel etkileşim öğesinin 90 +90 = 180 derecelik pi sayısına denk bir değer göstermesidir. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi gerekir.
DOM-3e
Kuantsal öğeler nasıl gözlemlenebiliniyor?
Kuantlar
aleminin keşfinden birkaç yıl önce, radyoaktivite denilen olay fark edilmiş,
atomların parçalandıkları- yani kuantsal sisteme dönüştükleri keşfedilmişti.
Uranyum gibi radyoaktif maddeler karanlık bir odada fotoğraf kağıdına sarılarak
bırakıldığında, karanlık ortamda ışık almamalarına rağmen fotoğraf kağıdının
karartı izleri taşıdığı gözlenmişti. Bu durum, radyoaktif parçalanmada
radyasyon oluştuğunu gösteriyordu.
Bunun
üzerine bu radyasyonların, yani atomların parçalanmasıyla oluşan bu atom-altı
öğelerin nasıl gözlemlenebileceği merak edilir ve bu konuda araştırmalara
başlanır. Atom altı öğelerin gözlemlene bilinmesini sağlayan ilk aygıtlar
1912lerde ortaya çıkan Nebel-kammer adı verilen sis-odacıklarıdır.
Sis odaları,
çok yoğun ve soğuk su-buharı içeren ve tabanında buz kristalleri
bulunan cam odacıklarıdır. Bu odacıkların içine enerji-dolu bir
atom-altı-öğe girerse, hava moleküllerinin elektronlarını çekerek, onları
iyonize ederler. Su-buharı molekülleri de bu iyonize olan moleküllere yapışarak
sıvı hale geçerler, yoğunlaşma izleri oluşur ve iyonize olan molekülleri gözle
görünür hale getiriler. Bu şekilde, atom-altı-öğelerin geçtikleri yerler,
onların izleri olarak görüntülenmiş olur. (Günümüzde sis-adaları yerine “bubble chambers =kabarcık
odaları” kullanılmaktadır. Tek farkları, su-buharı yerine
sıvı-hidrojen veya başka bir sıvı-molekül kullanılmış olmasıdır.
Atom-altı-öğeler atom-çekirdeklerine çarpınca, onlara enerji aktarmış olurlar
ve enerjisi artan moleküller de gaz haline geçtiklerinden, kabarcıklar oluşur
ve radyasyonun geçtiği yerler, kabarcık-izleri olarak görüntülenirler.)
Sis-odaları önce radyoaktif elementlerin parçalanma ürünlerinin (alfa, beta, gama ışınlarının) saptanmasında kullanılır. Sonra çevre ortamlara çıkarılıp, atmosferdeki radyasyonların araştırmalarında kullanılmaya başlanır.
Şekil:
Atom-altı-öğeleri gözlemleme yöntemi: Nebel-Kammer, veya bubble-chamber izleri.
Şimdi bir örnek vererek bu tür ortamlarda oluşturulan izlerin nasıl
yorumlandıklarını görelim.
Atom-altı
öğeler, enerji durumlarına ve “ömürlerine” uygun izler bırakırlar. Alfa-öğesi
en ağır olduğundan, en kalın izi bırakır. Proton ona göre daha hafiftir, daha
ince bir iz bırakır. Elektron en ince izi bırakır.
S-odalarına giren atom-altı öğeler, enerji durumlarına ve “ömürlerine” uygun izler bırakırlar. Alfa-öğesi en ağır olduğundan, en kalın izi bırakır. Proton ona göre daha hafiftir, daha ince bir iz bırakır. Elektron en ince izi bırakırken, elektronun ağır-versiyonu olan Müon biraz daha kalın iz bırakır. Atom altı öğelerin ömürleri ise, odacıklarda oluşturdukları izlerin uzunluğuyla belirlenmektedir.
(A) Şeklinde,
bir çok elektron-pozitron, pion gibi kuantsal öğenin izleri görülmektedir.
Öğelerin pozitif yüklü mü, negatif yüklü mü oldukları saat yönünde mi, yoksa
saatin tersi yönde mi dönerek ilerlediklerinden anlaşılmaktadır.
(B) Şeklinde
bu daha net şekilde görülür. Elektron negatif yüklü olduğundan saatin tersi
yönde dönerek ilerler. Pozitron ise elektronun anti maddesidir, onun
özelliklerine sahiptir, ama elektrik yükü pozitiftir. Bu nedenle saat-yönünde
dönerek ilerler.
(C) Şeklinde ise, bir nötrino çarpması sonucu bir protonun nasıl farklı öğelere parçalandığı ve dönüşümlere uğradığı görülmektedir.
Bu
şekillerden çıkartılacak diğer bir ders ise: her maddenin bir anti-maddesinin
bulunduğudur. Madde ile anti-madde birleştiklerinde birbirlerini yok ederek,
enerjiye dönüşürler. Yani atom-altı-öğeler dünyası, bir doğum-ölüm döngüsü
üzerine kuruludur.
Görüldüğü
üzere, atom-altı-öğeler, sis-odaları veya sıvı-hidrojen odalarında ilerlerken,
odadaki moleküllerle etkileşerek, izler bırakmaktadırlar. Bu izlerin
büyüklüğü-uzunluğu, onların momentlerine bağlıdır. Bu sayede bilim adamları
onlar hakkında bilgi edinebilmektedirler.
DOM-3f
Anti-Madde kavramı nasıl ortaya
çıktı?
Bu gözlem
odacıkları bir manyetik alan içine konulurlarsa, pozitif yüklü öğeler negatif
kutba, negatif yüklü öğeler ise pozitif kutba yöneleceklerinden,
atom-altı-öğelerin pozitif mi, yoksa negatif yüklü mü oldukları
saptanabilmektedir.
Bir
gamma-fotonu (G) noktasından girer ve (A) noktasında bir çekirdeğe çarptığında
3 farklı öğe oluşumunu tetikler: 1 elektron (madde), 1 pozitron (antimadde) ve
çok enerjik olduğundan hemen kıvrılıp-sönümlenmeyen bir başka elektron.
Anti-madde denilen karşıt-madde nasıl
keşfedildi?
Yukarıdaki
şekillerde aynı özellikli atom-altı-öğelerinin kiminin sağa kiminin sola doğru
kıvrılarak sönümlendikleri görülmektedir. İzler aynı kalınlıkta, benzer oranda
bir uzantıya sahiptirler; tek farkları bir grubun sağa, diğer grubun sola
bükülerek ilerlemeleridir. Negatif yüklü elektronların izleri radyoaktif
parçalanma resimlerinden bilindiklerinden, sis-odasında pozitif-kutba yönelmiş
öğeler olarak kolayca tanınmaktadırlar. Ama negatif-kutba yönelmiş aynı
özelliklere sahip diğer öğeler neyi temsil etmektedirler?
Anderson
adlı fizikçinin 1932de gözlemlediği bu pozitif yüklü “elektronların”,
elektronun anti-maddesi olduğu anlaşılır ve pozitron olarak adlandırılır.
Karşıt-madde kavramı bu şekilde ortaya çıkar.
Atom-altı-öğeler
“boson” (bozon), “fermion” adlı iki farklı gruba ayrılırlar. Bozonlar kuvvet
(veya bilgi) taşıyıcılarıdır, yani madde oluşturucuları olan fermionlara nasıl
davranacakları bilgisini verirler. Yani atomlar aleminin bilgi aktarıcılarıdır.
Bu nedenle birbirlerine eklenerek artabilirler veya eksilebilirler. Fermiyonlar (maddeler) ise aynı anda aynı
yerde bulunamazlar, bu nedenle farklı mekanlarda yerleşmek zorundadırlar. Yani
atom-altı-öğeler dünyası enerji-(bilgi) ve madde bileşenlerinden
oluşuyorlar. Enerji (kuvvet) bileşenleri, madde-bileşenleri arasındaki
etkileşimlerde “enerji-aktarıcı veyahut yol-gösterici” olarak görev yapıyorlar.
Doğadaki tüm
maddeler, proton + nötron + elektron öğelerinden oluşurlar.
En basit element 1proton + 1 elektrondan oluşan hidrojendir. Diğer 92
element (oksijen, demir, vs.) birer proton eklenmesiyle oluşur: yani 2 protonlu
element helyumdur, 3 protonlu element lityum, 6 protonlu karbon, vs. Ama ortada bir sorun var: protonlar artı (+)
elektrik yüklüdür ve elementin çekirdeğinde hepsi sıkışık
şekilde birliktedir. Aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar, bir
arada bulunamazlar. Peki protonlar nasıl bir arada tutulabiliyorlar?
Protonları
çekirdek içinde bir arada tutan “meson=mezon” adı verilen bir
kuvvet olması gerektiği Hideki Yukawa tarafından
1934de öngörülür ve 1947de “pion veyahut pi-mezon” adlı bir mezon’un keşfi ile
kesinlik kazanır. Pi-mezon -vaya pion’ların bu bağlayıcı kuvveti nasıl
oluşturdukları, quark (kuark) adlı daha temel atom-altı-öğelerin keşfinden
sonra anlaşılmaya başlanır. Çünkü Nükleon adı verilen proton ve nötronların
“quark” adı verilen daha ufak öğelerden oluştukları anlaşılır. Bu
kuarkların ise başlı-başına kendi içlerinde bir “hayat-döngüsüne” sahip
oldukları ortaya çıkar. Kuarklar, color-charge (renk- yükü) denilen ve gluon
adı verilen kuvvet taşıyıcısıyla aktarılan sürekli bir enerji-değiş-tokuşu
içindedirler. Gluonların aktardıkları bu enerjiler kuarkların sürekli bir
“renk”-değişim-dönüşümü içinde olmalarına yol açar.
Görüldüğü
üzere, atomların içinde sürekli bir canlılık döngüsü sürmektedir. Atom
çekirdeklerindeki proton ve nötronların içleri kaynayan kazanlar gibidir.
Proton içindeki kuarklarla nötronlar içindeki kuarklar arasında sürekli bir
enerji-değiş-tokuşu vardır. Bu süreç içinde madde-antimadde arası bir
değişim-dönüşüm gerçekleşir. Yani asıl hayat, bedenlerimizi oluşturan
atomların içinde yaşanmaktadır. Yaşam onların içinde başlar ve enerjinin
maddelere bağlanarak çeşitli doğal ürünlere dönüşmesiyle çeşitlenerek devam
eder.
►- Çevrelerini sürekli kontrol
edip, hep en ekonomik yere göç eden;
►- Geçtikleri yerlerdeki
varlıklarla etkileşip, onlar hakkında bilgi toplayan;
►- Çevrelerindeki milyonlarca
varlığın enerji-potansiyellerini algılayıp, olasılık hesaplamaları yapabilen ve
en olası olanı seçebilen;
►- Kendileriyle ilgilenen biri
“var mı- yok mu?” sorusunu hep dikkate alıp, ona göre davranan;
►-Tünelleme etkisi oluşturan,
yani çok büyük bir engeli aşabilecek kadar enerjiye ihtiyaç duyan bir öğeye
“borç” verip, o öğenin daha ergonomik bir yapıya entegre olmasını sağlayacak
şekilde kollektİf davranan bir sistem, bilgisiz-bilinçsiz kabul edilebilir mi?
Ama
fizikçilerin ve diğer bilim insanlarının çoğunluğu öyle düşünüyorlar ve bu nedenle
de doğal sistemi insanlığa yanlış tanıtmaya devam ediyorlar.
Atomlar ve
atom-altı-öğeler hakkında sunulan bilgiler, kesin bir şekilde atomlar aleminin
“canlı” olduklarını göstermektedirler. Doğadaki tüm diğer varlıklar
da, bu temel öğelerin farklı kombinasyonlarından oluştuklarından ve tüm enerji
sistemleri en tabandaki kuantsal enerjiye bağımlı olduğundan, tüm evren,
tabandaki bu kuantsal sisteme bağımlı olarak gelişmekte ve
sahiplenilmektedir. Bu sistem DİNAMİK SİSTEM olarak adlandırılır.
Ama dünya
genelinde insanlara verilen bilgiler ise, doğayı
etkileyici-yönlendirici-sahiplenici gücün, varlıkların
dışındaki-üstündeki, tanımlanamayan-görülemeyen, “hayali” bir varlıktan
kaynaklandığı şeklindedir. Böyle bir sistem ise STATİK SİSTEM olarak tanımlanır.
Yukarılarda sunulan
bilgiler, tüm varlıkların temelini oluşturan atomlar aleminin canlı-bilgili- ve
bilinçli olduğunu göstermektedir. Bu noktada anlaşıp-uzlaştık mı?
Bu konuda
sorusu olanlar şimdi sorsunlar ve tartışalım. Daha sonraki konular bu temele
dayandırılacağından, bu konuda bir anlaşılmazlık olması, sonraki konuların
anlaşılmasını zora sokacağı konusunu hatırlatmak isterim.
DOM-4
Evrenin Oluşumu
DOM-4a
Bilgisiz bir şey yapılamaz. Bu
nedenle önce “oluşturucu güç” konusunda bilgi gerekir. Doğadaki oluşturucu güç değişir mi,
değişmez mi?
Geleneksel düşüncede doğadaki
yapıcı-etkileyici güç varlıkların dışındaki görünmez bir sistemde
düşünülmüştür. Buna Doğa-Üstü-Güç diyelim ve DÜG olarak kısaltalım. Bu durumda
Zaman bu DÜG’ün verdiği tik-taklara göre işleyen ebedi bir süreç ve bu DÜG
ebedi olmak zorundadır, yoksa doğa evren, vs. yok olur.
Zaman, bir saat gibi, ebedi varlığın verdiği
tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak düşünülünce, doğadaki tüm olayların
bu tik-taklara göre oluşup-geliştiği varsayılır ve fizikçiler her şeyi bu zaman
birimine göre hesaplamaya başlarlar. Tüm oluşum ve gelişimlerin bu zaman
birimine göre, hızlandığı, yavaşladığı, oluştuğu, yok-olduğu, vs.
düşünüldüğünden, tüm fizik formülleri zamana endeksli olarak tasarlanmışlar,
bunun sonucu olarak da, “zamanda ileri-geri yolculuk, Big-bang” gibi bir sürü
varsayımlar ileri sürülmüştür.
Böyle tasarlanan bir zaman anlayışında, zaman
içinde ileri- geri veya geçmişe veya geleceğe doğru gidilebilecek şekilde
düşünceler oluşturula bilinmektedir.
Burada vurgulamak istediğim nokta şudur:
Fizikçilerin zaman anlayışı doğal sistemdeki zaman oluşumuna uymamaktadır.
Şimdi iki farklı bakış açısıyla zaman
faktörünü değerlendirelim.
►1. bakış açısı, “an itibariyle”. Her
şeyin donup-kaldığı, hiçbir şeyin hareket etmediği bir sistem düşünün:
•
Güneş sistemi donmuş, hiçbir gezegen
hareket etmiyor;
•
Dünya dönmüyor; insanlar, hayvanlar
donup-kalmışlar,
•
bedenler içindeki hücreler donmuşlar;
atomlar içindeki her hareket durmuş!
Bu durumda ne gün oluşur, ne de yıl.
Yani doğada değişim-dönüşüm olmazsa, zaman da oluşmaz. Öyleyse, zaman doğal
sistemin değişim-dönüşüm içinde olmasının bir sonucudur!
►2. Bakış açısı: Değişim-dönüşümler neye
bağlı, neler neye dönüşüyor? Bu bakış açısı bize, “uzun-dönemde zaman”
kavramını anlamamızı sağlar. Şöyle ki:
4.6 milyar yıllık dünyamızın jeolojik geçmişi
şekildeki zaman dilimlerine ayrılmaktadır. Her bir zaman dilimini diğerinden
ayıran ise, o zaman dilimini simgeleyen özel bir varlığın olmasıdır. Doğadaki
varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden oluşurlar. “Zaman”
dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin kombinasyon
farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir görüntüsü
vardır.
Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun
değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun
olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde
olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve
yeniden-örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistem oluşumu sonucudur. Yani
“bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların
yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk,
artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını
yönlendirir. Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir,
görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi +
kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle
iç-içe kavramlardır.
Bilim insanları dahil, tüm insanlık
asırlardır, statik sistemli bir doğa görüşüne uygun zaman kavramıyla
şartlandırılmış-körleştirilmiş olduklarından, zamanı yanlış yorumlamışlar ve
insanların hayat hakkında yanlış bilgiler oluşturmalarına yol açmışlardır.
Einstein’in rölativite teorisi böyle bir
düşünce ürünüdür. Einstein ışık hızına yakın bir hızla uzayda bir yere
gidip-gelen birinin, bu süreç zarfında kentte yaşamlarını sürdüren insanların
arasına döndüğünde, onlara göre çok genç görüneceğini ileri sürer. Buna time
dilation = zaman uzaması adı verilir. Yani bir varlık ışık hızına yakın bir
hızla yolculuk ederse, o yolculukta geçen zaman, normal bir şekilde yaşayan
insanların ömürlerindeki zamandan daha az olacaktır.
Şimdi burada statik ve dinamik oluşum sistemlerini şekil olarak açıklamak gerekirse, durum şöyledir:
Statik sistemde oluşturucu güç (DÜG) sabittir, ebedidir, değişmez. Varlıklar onun koyduğu yasalara birer robot gibi uyarak yaşamlarını sürdürürler.
Dinamik sistemde oluşturucu güç, çevreyle sürekli etkileşim içindedir, çevredeki değişimlere göre kendisini değiştirir.
DOM-4b
Evren
bir patlamayla mı, yoksa “bilgiye dayalı” bilinçli bir sistemle mi oluştu?
Big-Bang
mı, yoksa kuantum döneminden moleküler sisteme geçiş mi?
Zaman
kavramını ebedi bir yaratıcı sistemin ömrüne endeksli ve onun verdiği
tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak kabul eden statik sistem fizikçileri,
1964de Penzias ve Wilson tarafından 3 Kelvin radyasyonu (Cosmik Microwave
Background = CMB radiaton = Sema-ardı-ışınlaması) olarak bilinen bir radyasyon
türünün keşfine (ve de Hubble’nin kızıla kayma teorisine) dayanarak oluşturulan
Big-Bang teorisini ortaya atmışlardır.
Ve o
tarihten beri Bizlere evrenin başlangıcında her şeyin bir toplu-iğne başı (veya
bir fındık) kadar küçük bir hacimde sıkışmış halde bulunan evrensel sistemin,
büyük bir patlamayla aniden genleştiğini ve o ani genleşme sonucu da aniden
soğuyarak Penzias ve Wilson’un buldukları CMB-radyasyonunun oluştuğunu;
böylelikle de büyük bir patlamayla (Big-Bang) evrenimizin doğduğu
öğretilmektedir.
Fizikçiler
burada iki büyük hata yapmaktalar: Birincisi, zaman kavramını tamamen yanlış
yorumluyorlar; ikincisi ise, varlıkları bilgisiz-bilinçsiz öğeler, parçacıklar
olarak düşünüyorlar. Önceki bölümlerde ise, durumun tam tersi olduğu bilimsel
verilerle gösterilmişti.
Böylesine
en temel iki noktada yanlış bakış açılarıyla doğaya bakan insanların, doğadaki
sistemi doğru yorumlamaları beklenir mi?
Big-Bang teorisi iki faktöre bağlı olarak
ortaya atılmıştır:
—- Doppler-olayı:
—- 3° Kelvin radyasyonu (Cosmik Microwave
Background = CMB radiation = Sema-ardı-ışınımı)
Doppler-Olayı:
Bir
radyasyon, size yaklaşıyorsa, dalga-boyu kısalır, sizden uzaklaşıyorsa
dalga-boyu uzar =kızıla-kayma
E.
Hubble (1927) galaksilerden gelen radyasyonlarda kızıla kayma gözlendiğine
dayanarak, evrenin sürekli genişlediğini öne sürer.
Evren
gittikçe genişliyorsa, başlangıçte her şey büzüşmüş bir şekilde olmalı, dolayısıyla
evren bu büzüşmüş cismin patlamasıyla oluşmalı şeklindeki görüş bu şekilde
ortaya çıkar.
Daha
sonra 1965te Penzias ve Wilson’un 3° Kelvin radyasyonunu keşfetmeleri
böyle bir patlamanın kanıtı olarak görülür ve Big-Bang teorisi saygınlık
kazanır.
Hubble’in asistanlarından biri olan H.Arp ise galaksilerden gelen radyasyonların kızıla kaymasının, galaksilerin yaşı ile ilgili olduğunu ileri sürer. Şöyle ki: Radyasyon dağılımları ve değerleri, Anaç-galaksiler ve yavru galaksiler bulunduğunu göstermektedir. Uzaydan gelen radyasyonların genellikle “çift” olarak bulundukları dikkati çekmiştir. Örneğin Cygnus A galaksisinden gelen radyo dalgaları, ortadaki bir anaç galaksinin iki tarafına doğru saçılmış “radio lobe”ları olarak görülmektedir.
Bu
olgu, bir galaksinin, zamanla değişime uğrayarak patladığı ve iki yöne doğru
yeni galaksiler oluşturacak şekilde yayıldığı şeklinde düşünülmektedir.
Anaç
galaksinin kızıla-kayma değeri (z=0.007). Anaç galaksinin patlamasıyla oluşan
ve iki zıt yöne savrulan 268 ve 119 nolu gök cisimleri ise, z=0.136 ve
z=0.334 gibi daha fazla kızıla kayma
gösterirler.
Yani
kızıla kayma değeri yaşla ilgilidir. Genç olanlar daha az enerji depolamış
olduklarından daha fazla kızıla kayma gösterirler. Birinin az diğerinin daha
fazla olması ise, birinin bizden uzaklaşması, diğerinin ise bize yaklaşması
sonucudur.
Big-bang
taraftarları buna itiraz ederler: ‘Düşük ve yüksek kızıla-kayma gösteren gök
cisimlerinin yan-yana bulunuyormuş gibi olmaları, aslında birbirlerinden
çok-çok uzaklarda olmalarına karşın, tesadüfen aynı resim-karesi içine düşmüş
olmalarındandır’ şeklinde açıklamaktadır.
Halton
Arp bu görüşe şu argümanlarla karşı çıkar:
►1- Düşük ve yüksek kızıla-kayma
değeri gösteren galaksilerin birbirlerine yakın konumda olmaları tek bir-iki
noktada değil, bir sürü noktada gözlenmektedir. Bu kadar çakışma ve yakınlığın
rasgele olması olasılığı milyonda bir gibi çok düşük olasılıktır.
►2- Farklı kızıla-kayma gösteren
galaksiler birbirlerinden çok uzakta olsalardı, onlardan gelen radyasyonların
şiddetini gösteren izopak çizgileri ayrık olurdu. Halbuki şekilde görüldüğü
gibi, izopak hatları nesneleri birbirlerine bağlarcasına geçişlidirler. Bu
onların birbirlerine yakın olduklarını gösterir.
Anaç
galaksi ile yavru galaksilerden gelen X-ışını izopak değerleri bunlar arasında
bir bağ olduğunu göstermektedir. Ama Big-bang’cılar bunu görmezden
gelmektedirler.
İzopak
haritaları, farklı kızıla-kayma değeri gösteren galaksilerin birbirleriyle
komşu olduklarını gösterir, çünkü değerler birbirleriyle geçişlidir.
Birbirlerinden uzak olan sistemler arasında geçiş (bağ) olmaz.
İşte
durum böyledir.
«EGEMENLER»
sınıfının borazanları olan Big-bangıcların sesi hep duyurulur; ama karşıt
görüşler görmezden gelinir. (Para faktörü).
Sizler de bu görüşle eğitilirsiniz.
Peki
siz hiç Halton Arp gibi birilerinin başka bir görüş ileri sürdüğünü duydunuz
mu?
Peki
neden duymadınız ve bu iki görüşten hangisi daha mantıklı?
DOM-4c
Şimdi
Cosmic-Microwave-Background = 3° Kelvin radyasyonu konusunu görelim.
Evrende
neden hala 3 derece kelvin sıcaklığını simgeleyen CMB ışınımı vat?
1965
yılında Penzias ve Wilson 3° Kelvin sıcaklığında yayınlanmış olabilecek bir
radyasyon keşfederler. Sonraki yıllarda bu radyasyonun evrenin her yerinde var
olduğu saptanır, dolayısıyla taa evrensel sistemin başında ortaya çıkmış olması
gerekliliği öne sürülür.
Peki
bu soğuk-cisim radyasyonu patlamayla mı oluştu, yoksa başka bir mekanizmayla
mı?
Şimdi
bu genleşmenin başka nasıl bir şekilde oluşmuş olabileceğini görelim.
Jeolojik
ve astrofiziksel verilere göre tasarlanan zaman olgusu, evrenimizin
başlangıcında her şeyin enerjiye dönüşmüş olduğunu göstermektedir. Madde
dediğimiz tüm varlıklar parçalanmışlar
ve atom-altı-öğelere dönüşmüşlerdir.
Moleküller,
atomların çevresindeki elektronların ortak kullanılmalarıyla oluşurlar. Yani elektronlar olmazsa, moleküller
oluşturulamazlar.
Moleküller
parçalanıp, atomlar tek-tek izole edildiğinde, atom-çekirdekleri ortaya çıkar.
Elektron halesinden yoksun bir çekirdeğin boyutu 1-2 femtometredir. 1
femtometre, milimetrenin trilyonda biri kadardır (10-15 m). Halbuki
çevrelerinde elektron halesi olan atomlar (yani molekül yapıcılar) 100.000
femtometre’den büyüktürler.
Atom-çekirdeği boyutu ile çevresindeki elektron halesi boyutu arasında 1 milyonluk fark vardır. Atom çekirdeği İstanbul’daki Kızkulesi tepesinde bir portakal ise, çevresindeki elektron Büyükada’daki bir toplu-iğne ucudur.
Proton veya nötron gibi atom-altı-öğeler femtometre boyutludurlar: 10-15m . Atom dediğimiz kimyasal elementler ise, nanometre boyutundadırlar: 10-15 m . Dolayısıyla atom-altı-öğelerden atomlara geçişte bir milyon katlık bir hacim artışı söz konusudur. Doğadaki 10 üzeri 80 civarında atom-altı-öğesini 1 milyon ile çarptığınızda ortaya çıkacak genleşmeyi tasarlayabilir misiniz?
Atom-altı-öğelerden
atomlara-moleküllere geçildiğinde evrensel sistemin, muazzam bir genleşmeye
uğraması kaçınılmazdır. 3° kelvin radyasyonu bu genleşme sonucu oluşan soğuma
sonucudur.
İşte
evrenin genişlemesi, atom-altı-öğeler aleminden atomlar alemine geçişte
gerçekleşen bu 1 milyon katlık genleşmedir. Bu genleşmenin evrendeki 10 üzeri
80 kadar atom-altı-öğede gerçekleştiğini düşünürseniz, genleşmenin ne kadar
büyük olduğunu tasarlaman daha kolay olur.
Zaman
kavramının bilgi oluşumuyla bağlantılı olarak gerçekleşen değişim-dönüşümler
olduğunu bilmeyen fizikçilerin, böyle bir genleşmeyi nasıl açıklayacaklarını
tasarlayın: Büyük bir patlama oldu ve evren genleşmeye başladı ve soğudu; bu
soğumanın sonucu da 3 derece Kelvin radyasyonu (Cosmic Microwave Backgrond =
CMB) olarak günümüzde bile hala evrende mevcut!
“Zaman nedir? Bölümünde açıklanan bilgi oluşumuna bağlı zaman kavramı doğa-bilimsel verilere dayanmaktadır. Bu görüşün sonucu olarak öngörülen evren genişlemesi (inflation) ise, tamamen fiziksel bilgilere uygundur.
İnsanlık
«EGEMENLER» sınıfınca yönetilmektedir. Bu sınıf doğadaki her şeyin Doğa-Üstü
bir güç sistemince yönetildiğine inanır. Bu görüşe karşı olanlar baskı altında
tutulurlar, hoşlarına giden görüş piyasaya sürülür, gitmeyenler bastırılır. Arp
günümüzün Galileo’su olarak kabul edilmektedir.
DOM-5: Enerjinin
kuvvet-sistemlerine dağıtımı
Fizik araştırmaları doğada 4 farklı kuvvet
veya etkileşim-sistemi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunlar
1-) Strong-Force = Güçlü-etkileşim (Çok küçük
boyutta, yani sadece atom-çekirdeklerinde etkilidir)
2-) Electromagnetic-Force (Her boyutta
etkili)
3-) Weak-Force = zayıf-etkileşim (Çok çok
küçük boyutta, yani proton veya nötronların içinde etkilidir)
4-) Gravity-force= Yer-çekimi (Her boyutta
etkili)
Doğadaki toplam enerji miktarını yaklaşık 138
birim olarak tasarlarsanız, bu 138 birimlik enerjinin 137 birimi
güçlü-etkileşime tahsis edilmiştir. Kalan miktarın 1/137si elektromanyetik
kuvvete, yaklaşık milyonda biri zayıf-etkileşime, çok ama çok küçük bir miktarı
da yerçekimine ayrılmıştır.
DOM-5a: Evren
oluşumunun başlangıcındaki muazzam genişlemenin
nedeni
Kuantsal dönemden Moleküler
Sisteme Geçiş
Zaman olgusunun açıklandığı bölümde
gösterildiği üzere, evrensel sistemin başlangıcında her şey atom-altı-öğeler
olarak bulunmaktadır. Bu duruma kuantsal dönem diyelim, çünkü her şey enerji
paketçikleri olarak karşımıza çıkan atom-altı-öğelerden yani kuantum aleminden
oluşmaktadır.
Şimdi herşeyin bileşenlerine ayrışmış durumda
olduğu on-küsur milyar yıl öncesine gidelim. O anda her şey yukarıda sözü
edilen atom-altı-öğelere ayrışmış durumdalar. Ve bu atom altı öğeler çok ama
çok kısa ömürlüler, saniyenin katrilyonda biri, hatta daha kısa süreli bir
doğum-ölüm döngüsü içindeler.
Bu çok kısa ömürlü ve çok devingen olan
öğelerin ne kadar büyüklükte bir sistem içinde oldukları bilinmiyor. Ancak
günümüz evreninden çok küçük bir hacim kapsadıkları şu nedenle kabul ediliyor:
Günümüz dünyası molekül dediğimiz atom-
kümeleşmelerinden oluşmaktadır. Örneğin su iki hidrojen ve bir oksijen
atomundan oluşur: H2O. Bu oksijen veya hidrojen atomları tek başlarına
olamazlar, H2 veya O2 gibi genellikle ikili (hatta ozon üçlü O3) gruplar
halindedirler. Tek başına olan hidrojen atomuna proton denir ve o bir
atom-çekirdeği boyutundadır. Yani çevresinde elektron bulunmayan elementler (atomlar) çekirdek
boyutundadırlar. Çekirdek boyutu yaklaşık 1 femtometredir, 1fm= 10-15 m, yani
metrenin katrilyonda biri kadar küçük bir hacim.
Çevresinde elektron bulunduran atom dediğimiz
elementler ise nanometre boyutundadırlar; yani 10-9 m, metrenin milyarda biri
kadar.
Kuantsal dönemden moleküler döneme geçiş çok
önemlidir, çünkü proton, nötron, elektron gibi öğeler çok ama çok küçüktürler,
femtometre boyutludurlar. Halbuki atomlar ve moleküller nanometre
boyutludurlar.
Bu boyut farkını tasarlamak için şöyle düşünün: Çekirdeği İstanbul’daki kız kulesinin tepesinde bir portakal olarak düşünürseniz, bir toplu iğne ucu kadar küçük olan elektron Büyükada’dadır. Yani dünyamızı oluşturan taş, toprak, su, vs. bir “portakalın 10 km uzağında bir toplu-iğne-ucu” gibi boşluksu bir yapıdadır.
Peki bu fark neden önemli?
Önemli, çünkü çekirdek gibi öğeler çok küçük
boyutlu olduklarından, çevresindeki hiçbir şeye çarpmadan ışık-hızıyla hareket
edebilirler; ama bizlerim madde olarak algıladığımız şeyler aynı kütleye sahip
ama devasa balon gibi şişmiş olduklarından, çok ama çok yavaş hareket
edebilirler.
Yani madde dediğimiz varlıklar sabun-köpüğü
gibi boşluksu bir yapıdadırlar. Maddenin temel kütlesi (protonların bulunduğu
yer olan) atom-çekirdeğindedir. Molekül oluşturmak için gereken ikinci bir
atomla arasında böyle muazzam bir boşluk vardır. Ve molekül oluşturacak
atomları birbirlerine bağlayanlar ise elektronlardır.
Görüldüğü üzere atom çekirdeği ile atom
arasında milyon katlık bir hacim artışı söz konusudur. Şimdi evrenin
başlangıcındaki sıkışıklığın ne kadar olduğunu tasarlamak artık size kalmıştır.
Dolayısıyla şu durumla karşı karşıyayız:
Evrenin başlangıcında varlıklar atom-altı-öğelere ayrışmış olduklarına göre,
kapsadıkları hacim çok ama çok küçük olmalı. Çünkü henüz molekül gibi nanometre
boyutlu molekül oluşturacak sistem ortaya çıkmamış. Femtometre boyutlu
atom-altı-öğeler aleminden nanometre boyutlu molekül sistemlerine geçiş çok
muazzam bir genleşmeye neden olmuştur ve günümüzde gözlenen Cosmic Microwave
Background (CMB) radiation (= Sema-ardı-ışınımı) bu genleşme sonucu ortaya
çıkmıştır. Big-bang denilen olayın arkasında olan gerekçe budur. Bu ani
genişleme sonucu, ortamdaki sıcaklık muazzam bir düşüş (çünkü genişleyen
sistemlerde soğuma olur) göstermiş ve 30 K radyasyonu, veya
“Cosmic-Microwave-Background= CMB” denilen radyasyon açığa çıkmıştır.
DOM-5b: Kuantlar aleminin temel
öğelerinin enerji düzeyleri
Atomların proton-nötron-elektron gibi daha
küçük öğelerden oluştukları bilgisine ulaşan insan, bu atom-altı-öğeleri
birbirleriyle çarpıştırarak onları bileşenlerine ayırmaya ve özelliklerini
anlamaya çalışmaktadır.
Bu amaçla yapılan çalışmalarda, şimdiye dek
varılan sonuçlarda doğadaki varlıkları oluşturan temel öğelerin şunlar
oldukları saptanmıştır:
Varlıklar proton, nötron ve elektronlardan
oluşmaktadır. Bunlardan elektronlar daha küçük parçalara ayrılmıyorlar, yani
onlar temel bir öğedirler.
Proton, nötronların ise daha küçük öğelerden
oluştukları anlaşılmıştır. Dolayısıyla kompoze (bileşik) öğedirler. Onların
hangi parçalara ayrıştıkları saptanmaya çalışıldığında ise, onların kuark
denilen atom-altı-öğelerden oluştukları saptanmıştır. Bu kuarkların ise, 3
farklı enerji düzeyine sahip kuark-çiftlerinden oluştukları gözlenmiştir.
Şekilde, kuantum aleminin atom çekirdeği oluşumunda devrede olan ait atom-altı-öğelerinin “enerji-potansiyelleri oranları” gösterilmiştir.
Kuantlar alemi dünyası, çok değişik
enerji-düzeylerine sahip, sürekli osilasyon (artıp-azalan salınma,
dönüşüm, dalgalanma) içinde olan, başlı başına canlı bir alemdir. Yani
atom-altı-öğeler dünyasını oluşturan varlıklar, sürekli değişim-dönüşüm içinde
olan varlıklardır, canlıdırlar ve doğadaki tüm diğer sistemleri onlar
oluştururlar.
Kuantsal sistem öğeleri sürekli
bir osilasyon, yani döngüsel hareketlilik içinde olduklarından, onlar için
sabit bir enerji-potansiyeli değeri söz konusu değildir, çünkü hareket
düzeylerine göre enerji-potansiyelleri artar veya azalırlar. Bu nedenle
atom-altı-öğelerin enerji-potansiyelleri, onların en durgun
oldukları “Rest mass= durgunluk kütlesine” denk gelen değer
olarak hesaplanır.
Günümüz dünyasının maddelerinin
çekirdeklerini oluşturan proton ve nötron ve nötronlar sadece u (up) ve d
(down) kuarktan oluşmaktadır.
Up-kuark’ın (u) durgunluk kütlesi değeri
yaklaşık 2.3 MeV/c2,
Down-kuark’ın (d) durgunluk kütlesi
değeri yaklaşık 4.8 MeV/c2
iken, 2u ve 1d kuark’tan oluşan
protonun durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 938 MeV/c2 gibi muazzam
bir değere sahiptir. Halbuki 2u+1d = 9.4 MeV/c2 etmektedir. Yani yaklaşık yüz
katlık daha fazla bir kütle artışı söz konusudur. Proton içinde muazzam bir
enerji depolanmıştır ve E = mc2 formülüne göre ortaya çıkan nükleer enerji
bu güçlü-etkileşim enerjisinden kaynaklanmaktadır.
Şekil: Atom-altı-öğelerin madde oluşturanlarına
fermion, fermionlar arasında bilgi-akışlarını sağlayanlara Boson denir.
Fermionların atom-çekirdeği oluşturanlarına kuark, atom ve molekül oluşumunda devreye
giren öğelerine lepton denir.
Şekilde c, s, t, b simgeleriyle gösterilen
diğer kuark türleri ise, maddelerin birbirlerine dönüşümlerinde kuantsal enerji
öğeleri tarafından çok kısa bir süreliğine oluşturulup, belli bir reaksiyonu
geçekleştirdikten sonra tekrar ortadan kaldırılan sanal-enerji-öğeleridirler.
Dikkat edilirse, t= top-kuark denilen öğe ve onun eşi olan b-kuark protondan
bile daha fazla bir enerji-potansiyeline sahiptirler ve çekirdek
reaksiyonlarında çok kısa bir süreliğine devreye sokulurlar ve sonra
sönümlenirler.
Bunlar şunlardır:
Up ve down kuark; (u
ve d) (Normal enerji düzeyindeler ve bizlerin aşina olduğu maddeler onlardan
oluşurlar)
Charme ve strange
kuark; (c ve s) (Yüzlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)
Bottom ve top kuark
(b ve t) (Binlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)
Enerji düzeyi farklarını şekilde görebilirsiniz.
Kuarkların 3 farklı enerji düzeyinde olabilmeleri gibi, elektronlar ve nötrinolar da 3 faklı enerji düzeyinde olabilmektedirler. Bu nedenle gerek kuarkların, gerek elektronların gerekse nötrinoların bir osilasyon içinde oldukları anlaşılmaktadır. Buradaki “osilasyon” terimi, bir salınım adımı anlamında değil, enerji düzeyinde muazzam bir artış veya azalma anlamındadır.
Yani madde dediğimiz varlıklar, çok kısa
ömürlü atom-altı-öğeler aleminin daha uzun ömürlü üst-sistemler oluşturma
ürünleridir. Şimdi kısa ömürlü ve çok devingen atom-altı-öğelerin daha uzun
ömürlü üst-sistemleri ne yaparak, nasıl oluşturduklarını görelim.
DOM-5c: Anizotropi ve kuvvet oluşturucu
rolü
“İzotrop
olmayan” anlamına gelen anizotropi terimini anlamak için şunu düşünün:
Doğada
her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler
düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola
çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları
mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok
uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat
edebildikleri ortaya çıkar.
Gerek
mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi
devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde
böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları
vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol
açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş
şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu, mineral içinde
değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur.
Anizotropi,
madde – antimadde zıtlığı, up-kuark, down-kuark zıtlığı,
elektron -pozitron zıtlığı gibi atomik dünya öğeleri özellikleriyle başlar.
.
Madde değimiz, belli bir hacmi-kütlesi olan varlıklar hep anizotropiktirler,
enerjinin farklı yerlerde, farklı oranlarda yoğunlaşmasına neden olurlar ve
doğadaki farklı türlerde kuvvet oluşmasının nedenidirler. Moleküller ve onların
oluşturdukları mineraller, kayaçlar da anizotropiktirler. Bunların
kombinasyonlarıyla oluşan dünyamız gibi gezegenler de anizotropiktirler.
Görüldüğü
üzere, ortada belli bir bilgi oluşumuna dayalı, kesin kurallara dayalı bir
düzenleme var
Yönlendırıcı
faktör = kuvvet nasıl oluşur?
• Canlılar
hareket eder, rüzgar eser, su akar, ve bu şekilde doğada hareketler oluşur.
• Varlıkları
hareket ettiren yani bir iş veya eylem yapan faktöre kuvvet denmiştir.
• Peki,
bu faktör nasıl bir şeydir?
Kuvvet
oluşumu, enerji-gradyanı oluşumuyla açıklanır.
• Örn.,
bir nokta daha sıcak, diğer nokta daha soğuksa, sıcak noktadaki moleküller,
soğuk noktaya doğru akarlar.
• Bu
şekilde bir akıntı (sürükleyici faktör = enerji-gradyanı) ortaya çıkmış olur ve
kuvvet doğar.
• Yani
bir kuvvet oluşturmanın yolu, enerji-gradyanı oluşturmaktan geçiyor.
Peki,
enerji-gradyanları nasıl oluşmaktadır? Doğadaki enerji gradyanları nelerdir?
Güneş sisteminde enerji gradyanları:
Dünyamızın güneş etrafındaki yörüngesi eliptik olduğundan, kah güneşe yaklaşır, kah uzaklaşır; bunun sonucu dünyamız 6 ay daha sıcak, 6 ay daha soğuk olur. Dolayısıyla 6 aylık döngüler şeklinde rüzgar veya deniz akıntılar oluşur.
Dünyamızdaki
enerji gradyanları:
Dünyamızın yapısı da homojen değildir, taşküre (yaklaşık 100 km kalınlığındaki dış kısım) katı ve soğuk, daha iç kesimleri sıcak ve akışkandır. Akışkan ve sıcak olan bu iç kesimlerdeki moleküller, soğuk olan kabuk kesimine doğru akıntılar oluşturmakta ve kabukta çatlamalara yol açarak volkanlar şeklinde yeryüzüne çıkmaktadır. Dolayısıyla çok değişik kuvvet sistemleri oluşturmaktadırlar.
Mineraller dünyasında enerji gradyanları:
Yani cansız dediğimiz mineral, taş, vs. gibi varlıklar doğada kendi-kendilerine hareket etmiyorlar, ama onların içlerinde hareket eden canlı-öğeler var. Peki, yaşayan-canlı bir doğal sistemde, mineral veya kayaç gibi varlıklar neden hareketsizler?
Cansızlar
aleminin en yaygın temsilcisi olan minerallere bakıldığında, iki farklı noktada
çok önemli özelliklere sahip oldukları görülür.
i-Birinci
özellikleri, anizotropik olmalarıdır; yani içlerinden geçen enerjinin belli
yönlerde hızlı, belli yönlerde yavaş iletirler. Bu özellikleri enerjinin nerden
nereye akması gerektiği konusunda mineralleri rehber yapar. Yani mineraller
trafik işareti görevi yaparlar. Trafik işaretlerinin sabit durmaları gerekir,
bu nedenle mineral gibi öğeler (taş, toprak) oluştukları noktada dururlar.
Enerji ise bu işaretlere uyarak ilerler ve belli yönlerde daha hızlı
ilerleyerek enerji-gradyanı oluşturup, akıntı veya döngü sistemleri oluşturur.
ii-Atomlardan
(kuantsal sistemden) moleküller sistemine geçildiğinde, sıcaklık – basınç gibi
yeni değer-yargıları (yani yeni kuvvet türleri) ortaya çıkar. Moleküller bu
basınç ve sıcaklık sistemleriyle kontrol edilirler ve yönlenirler.
(Halbuki atom-altı öğelerde bu değer-yargıları mevcut değildir).
Moleküller
alemindeki bu kuvvet türleriyle, atom-altı-öğeler alemindeki
spin-polarizasyon-elektromanyetik etkileşimler gibi temel kuvvetler arasında
aktarım veya bağlantı oluşturacak yapılaşmalara gerek vardır. Aksi takdirde
moleküller alemi muhtaç oldukları kuantsal enerjiyi temin edemezler. İşte
mineraller bu tür görevleri yerine getiren ve bizlere hareketsiz gibi görünen
sabit yapılaşmalardır.
• Örn.
kuvars piezo-elektrisite özelliği gösterir. Yani minerale basınç uygulandığında
mineralin uçlarında elektrik gerilimi (akımı) oluşur.
• Örn.
turmalin veya pirit piroelektrizite özelliği gösterir; yani ısıtılınca, mineral
uçlarında elektrik gerilimi oluşur.
Varlıkların
kendilerine has bir refraksiyon-indeksleri vardır.
Her
madde kendine gelen fotonların (enerji paketçiklerinin) belli bir
miktarını alıp, diğer kısmını yansıtırlar. Bu şekilde doğada enerji-dağılımı
rastgele olmaktan çıkar ve belli kurallara göre gerçekleşmiş olur ki, bu da
ayrı bir enerji-gradyanı oluşturma sistemidir.
Canlılar aleminde enerji
gradyanları:
Hücreler gibi küçük boyutlu sistemlere inildiğinde, onların da enerji-gradyanı oluşturacak yapılaşmalara sahip olduğu görülür.
Hücre
zarlarında reseptör denilen kapılar vardır ve bu kapılardan hücre içine
girebilecek moleküller büyük bir itina ile seçilir. Reseptörler ve onlara
bağlanabilinecek ligand denilen özel moleküller çevreden gelen sinyalleri algılayıp-değerlendirirler
ve hücre-kutuplaşmasını sağlayacak şekilde kuvvetlendirici rol oynarlar.
Atomlar
aleminde enerji-gradyanları:
Satırlarda sağa doğru ilerledikçe:
• ametalik
özellik artar,
• iyonlaşma
enerjileri artar,
• elektron
ilgileri artar,
• oksitlerin
asit karakteri artar,
• atomik
çaplar azalır.
Sütünlarda
aşağı doğru gidildikçe:
• metalik
özellik artar,
• iyonlaşma
enerjileri azalır,
• elektron
ilgileri azalır,
• oksitlerin
bazik karakteri artar,
• atomik
çaplar artar.
Tüm bunlar birer
enerji-gradyanı oluşturma özelliğidir.
Atom-altı-öğeler
dünyasında enerji gradyanları:
Maddelerin en küçük yapı-taşları olan atom-altı öğeler dünyasına inildiğinde, onların sürekli bir artı-eksi (yapıcılık-yıkıcılık) dalgalanması, yani çok temel bir enerji-gradyanı sistemine sahip oldukları görülür.
Canlılığı,
yani hareketi tetikleyen mekanizmaların hepsi en tabandaki kuantsal sisteme
dayanırlar.
Atom
ve atom-altı-öğelerin en canlı varlıklar oldukları yukarıda açıklanmıştı. Her
varlık atomlar tarafından oluşturulduğundan, tüm diğer kuvvet-oluşum
sistemlerini başlatan ve yürüten doğal enerji (ve kuvvet) kaynakları
atom-altı-öğeler, yani kuantsal sistem olmuş olur.
Kuvvet
enerji gradyanı oluşturularak oluştuğuna, enerji gradyanları da kuantsal
öğelerin en ekonomik yapılaşmaları tercih edip, ekonomik olmayanları terk
etmeleri şeklinde gerçekleştiğine göre, doğadaki tüm kuvvetler kuantsal kökenli
olmuş olurlar.
Kuvvet
dediğimiz varlıkları hareket ettiren faktör, enerjinin bir yerden bir yere
akması sonucu oluştuğundan, doğadaki tüm varlıklarda, enerji dağılımı
anizotropik şekildedir. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük
yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta
boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden
geçen enerjiyi, radyasyonları, vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek,
kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Örneğin bir kuvars minerali içinde
ilerleyen bir enerji dalgası, bir yönde çok hızlı, diğer yönde az hızda
ilerler. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş
şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde
değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki
tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları
varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler
nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık
değerindeki farlılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek
denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası,
atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler
vs. nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları
oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu
hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne kadar enerji depolanacağını
belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve (2)-
maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir.
Doğadaki
kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör,
anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir
ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal
durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme
işlemidir.
Dünyamızı
ele alalım. Örn. 30 Haziran saat 12 itibariyle, kuzey kutbundan başlayıp,
Avrupa, Afrika üzerinden güney kutbuna uzanan bir güzergah boyunca, sıcaklığın
nasıl dağıldığına bakarsak:
Kuzey
kutbu yöresinde, güneş hiç batmamakta (yaz mevsimi), sürekli güneş ışığı
almakta, öğle saatlerinde sıcaklık 25-30 dereceleri bulmakta;
Avrupa
ülkelerinde sıcaklık 30-35 dereceleri bulmakta;
Ekvator
bölgelerinde sıcaklık 50 dereceyi aşmakta;
Güney
kutbu yöresinde ise kış mevsimi sürmekte ve sıcaklık eksi 25-30 derecelerde
seyretmektedir.
Bu
nedenle gerek atmosferde, gerek hidrosferde (okyanuslarda), bir taraftan güney
kutbuna yönelen rüzgarlar veya deniz akıntıları, diğer taraftan kuzey kutba
yönelen rüzgarlar ve deniz akıntıları oluştururlar.
Enerji
gradyanları kuvvet oluşumlarına yol açmıştır!
Ve en
son olarak:
Diyalektik
felsefenin tez- antitez zıtlığına dayalı çözüm formülü doğadaki dinamik oluşum
mekanizmasının sosyal hayata uygulanış şekli değil midir?
DOM-5d: Enerjiden madde oluşturmanın ilk adımı:
Strong-Force
Enerji dünyası, çok değişik
enerji-düzeylerine sahip, enerji düzeylerini sürekli değiştirebilen (yani
osilasyon döngülü), başlı başına bir canlılık alemdir. Doğadaki tüm diğer
sistemleri onlar oluştururlar.
Yani doğadaki tüm varlıklar proton + nötron +
elektron üçlüsünden oluşur.
Atomların birbirlerinde farkları, içerdikleri
proton sayısıyla belirlenir; 1 protonlu atom hidrojendir, 2 protonlu ise
helyumdur, 6 protonlu ise karbondur, vs.
Şimdi bu konuya bakalım.
Proton (+) elektrik-yüklüdür; elektron (-) elektrik
yüklüdür. Bu nedenle birbirlerine yaklaşma dürtüleri altındadırlar. Ama
birbirlerine tam yaklaşıp birleşirlerse, nötron gibi nötr bir madde ortaya
çıkar ve maddeler arasında birbirlerini çekecek bir güç-sistemi oluşmaz. O
zaman da doğadaki tüm oluşum ve gelişimler durmuş olur.
Diğer taraftan, protonlar (+)
elektrik-yüklüdür ve aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar ve asla
yan-yana gelemezler. Tek bir protonlu elementle doğadaki binlerce farklı madde
oluşturulamaz; ama iki proton da bir araya gelemez, çünkü aynı elektrik yüklü
olduklarından birbirlerini itmek zorundadırlar.
Peki doğa bu sorunu nasıl çözmüştür?
“Güçlü-kuvvet = strong-force” adlı bir
etkileşim sistemi oluşturarak!
İşte doğadaki bilgi oluşturmaya dayalı
mucizevi durum bu noktadan başlar. Şöyle ki doğadaki “oluşturucu” güç sistemini
yaklaşık 138 birimlik bir bütün olarak varsayarsanız, bu 138 birimlik enerjinin
137 birimi “strong-force = güçlü kuvvet” adı verilen bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir.
Geriye kalan 1 birim ise elektromanyetik, zayıf-etkileşim ve gravite gibi tüm
diğer etkileşimlere kalmıştır. Bu nedenle güçlü-etkileşim 1 olarak kabul
edildiğinde, elektromanyetik etkileşim 1/137 değerini alır, diğer kuvvetler
milyonda-milyarda bir gibi çok ama çok daha az bir değerdedirler.
Peki bu güçlü-etkileşim nasıl işler?
Şekil:
Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronlar arasında sürekli olarak kuarklar
arası bir renk-yükü değişimi uygulanarak bu ikisi arasında çok güçlü bir bağ
oluşturulmaktadır.
Şekil:
Nötron ve protonlar içinde de sürekli bir renk-yükü değiş-tokuşu uygulanarak
kuarkların birbirleriyle bağlantılı kalmaları ve hiç ayrılmamaları
sağlanmaktadır. Bu nedenle kuarklar hiç izole edilememektedirler.
Güçlü
etkileşim protonları bir arada tutan kuvvettir. Şöyle ki: proton kuark denilen
daha küçük öğelerden oluşmaktadır, 2 up ve 1 down kuarktan oluşur. Nötron da
yine 3 kuarktan oluşur, ama 2 down ve 1 up kuarktan. Kuark denilen bu atom-altı-öğeler
arasında “quantum-chromodynamics = kuantum renk dinamiği” adı verilen renk-yükü
değiş-tokuşuna dayalı bir çekim sistemi vardır. Gluon adı verilen bir bağlayıcı
faktörün, kuarkların renk-yüklerini değiştirerek, up-kuarkı down kuarka,
down-kuarkı up-kuarka dönüştürdüğü, ve bu sayede protonu nörona, nötronu
protona dönüştürerek, protonların birbirlerini itmelerine engel olmaktadır.
Yani atom çekirdeklerinin içi kaynayan kazanlardan oluşmaktadırlar ve saniyenin
trilyonlarcada birlik çok kısa süreçlerde nötronların protona, protonların
nötrona dönüşümlerini sağlayarak protonların birbirlerini itmelerine engel
olunmaktadır. Ne dahiyane bir çözüm!
Yukarıda “dikkat edilmesi gereken bir nokta”
olduğu ve “bu üç kuarkın kütleleri toplanırsa bir proton kütlesi
oluşturamadıkları belirtilmişti. Peki proton (veya nötron) kütlesi oluşturmak
için nereden yatırım yapıldı? Sorusu sorulmuştu. Bu sorunun yanıtı, yukarıda
açıklanan “güçlü-etkileşim” sisteminde verilmiştir. Gluon adlı yapıştırıcı
sisteme o kadar enerji yatırımı yapılmıştır ki, bu yatırım proton ve
nötronların kütlelerinin artırılmasına yaramıştır.
Görüleceği üzere, doğadaki olaylar ve
işlemler varlıklar arası etkileşimlerle sağlanıyor. Etkileşimler ise varlıklar
arası karşılıklı uzlaşmalarla (rezonans), varlıklar-arası bilgi oluşumlarına
dayalı rahatlama çabalarıdır.
Güçlü etkileşim sistemiyle proton ve nötron
gibi çekirdek öğeleri oluşturuldu. Bu çekirdek öğeleri nasıl madde dediğimiz,
moleküllere dönüştürüldüler?
DOM-6 Dinamik Sistemler Fiziği
Zorlukları
aşma yöntemi:
Dünyamızın
geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman
olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri:
Doğanın alt-sistemden üst-sistem yapılarına
doğru geliştiğini,
Oluşumları tetikleyici faktörün (yani kuvvet
oluşturma erkinin) alt-sistemlerde olduğunu,
Böylelikle doğada bilgi oluşturmaya dayalı
gittikçe gelişen ve “information & self-organisation = bilgilen ve
örgütlen” olarak özetlenen dinamik bir sistemin ortaya çıktığını;
her
varlığın çevresini algılama ve onlara göre kendisini yönlendirme yeteneğine
sahip olduğunu;
yönlendirmelerin “bilgi” sinyalleriyle olduğu
ve bilgilerin hep varlıkların içsel bileşenlerinde kaydedilip- işlendiğini göstermiştir.
Şimdi
bu dinamik sistemler fiziğinin temellerini görelim.
Dinamik sistemler fiziği = İnformation &
Self-Organisation = Bilgilen ve Örgütlen (Sinerjetik = Birlikte iş yapma)
DOM-6a – Atomların zorlukları
aşma-yöntemi
Zaman dosyasında üzere, doğadaki her şey
atom-altı-öğeler denilen çok kısa ömürlü ve çok devingen canlı öğelerle
başlamaktadır. Saniyenin milyarlarda biri gibi kısa sürelerde, devinip
dururlar.
Yani çok rahatsız bir zor-durum söz
konusudur. Dinamik sistemler fiziği zorlukları aşma-yöntemlerini açıklayan
bilim dalıdır.
Hermann Haken, «zorlukları aşmanın»,
«birlikte işlem yapılarak» gerçekleştiğini fark eder ve Synergetics (1983)
adıyla yayınlar. Bu çalışmasını 2000 yılında «information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen» olarak geliştirir. «Dinamik Sistemler
Fiziği» bu şekilde ortaya çıkar.
Haken’in bu düşünceye ulaşmasının ardında
«laser teknolojisi» yatar. Laser ışığı sıkışık durumdaki atomların uzlaşarak
oluşturdukları güçlü bir enerji sistemidir. İlk laser ışığı Al2O3 bileşimli
yakut mineralinde bazı Al elementi yerine Cr elementi yerleştirilmesiyle
oluşturulan yapay yakut mineraliyle yapılmıştır. Mineral silindrik bir tüp
içine yerleştirilir. Tüpün bir ucuna tam yansıtıcı bir ayna konur. Diğer uca
ise yarı yansıtıcı bir ayna konur. Tüpün çevresine ise «uyarıcı bir ışık»
kaynağı yerleştirilir ve atomlar uyarılırlar.
Atomların elektronları gelen uyarıcı ışığı
alır ve çevrelerine böyle bir sinyal aldıklarını yayarlar. Çevreye salınan
radyasyon, tüp uçlarındaki aynalardan geri yansır ve tüp içindeki radyasyon
gittikçe artar. Tüp çevresinden sürekli uyarıcı ışık gelişi devam ettiğinden,
mineral içindeki radyasyon trafiği dayanılmaz dereceye ulaşır.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerek: Tüpün
bir ucundaki ayna, gelen tüm ışınları geri yansıtırken, diğer uçtaki ayna bir
kısmını yansıtır, bir kısmını dışarı bırakır, yani yarı yansıtıcıdır.
Zor durumdan kurtulabilmenin yolu,
yarı-yansıtıcı aynadan geçebilecek derecede güçlü bir sinyal oluşturabilmektir.
Bunun için ise ortak davranışa geçerek güçlerin birleştirilmesi gerekir.
Atomların yaydıkları sinyaller uyumlu
olduklarında tüp ucundaki yarı-yansıtıcıyı delerek dışarı çıkar ve tüpde
rahatlama olur. Yani doğal sistemde varlıklar sorunlarını ortaklıklar yaparak
çözerler.
Görüldüğü üzere atomlar zor-durumda
kaldıklarında, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, sorunlarını çözerler. Çünkü
doğadaki tüm varlıklar arasında şöyle bir karşılıklı bir etkileşim ve
haberleşme yeteneği vardır:
Varlıklar
arası itme, çekme gibi tüm ilişkiler şu formüle göre geçekleşir.
Bu nedenle,
her varlık kendine en yakın komşularından daha çok etkilenir, çünkü çekim gücü
mesafenin KARESİYLE azalır.
Yukarıdaki
formüle göre birlikte davranarak sorunları çözme sistemi doğadaki birçok olayda
görülür. Kaynayan kazanlarda veya
cezvede görmeye alışık olduğumuz durum bunun güzel bir örneğidir.
DOM-6b - Moleküllerin zorlukları aşma-yöntemi
Kaynayan kazanlarda veya cezvede görmeye
alışık olduğumuz durum bunun güzel bir örneğidir. Kaynayan kaplarda hava
kabarcıkları oluşmasının nedeni Benard-hücreleri oluşumudur. Hava kabarcıkları
hep aynı noktalardan çıkarlar. Acaba neden?
Cezvedeki su molekülleri, ortam sakin ve
sıcaklık her yerde aynı ise, durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun yok
demektir.
Cezve ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için
sorun ortaya çıkar. Moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve karşılıklı
olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar; bardaktaki su molekülleri arasında
bir hareketlilik başlar, kaotik bir durum oluşur. Kaos bir süre devam eder.
Sonra su molekülleri birbirleriyle uyum içine girerek şekilde gösterildiği gibi
bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca yükselirler, yüzeyde ısılarını
bırakırlar ve içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca
dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu
düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, hep aynı
yerdedir.
Cezvede olan olay şudur. Sıcaklıktan etkilenen su molekülleri birbirleriyle haberleşmeye başlar. Her molekül kendisine gelen her sinyalin değerini, kendi durumuyla kıyaslayarak, davranışını belirler. Bu şekilde sıcak moleküller, daha az sıcak olanlar yönünde yükselmeye başlar ve tabandan tavana doğru bir akım oluşur.
Yukarıda verilen formüle göre hareket
ilişkileri ayarlanır. Böylelikle kabın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü
ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir. Belli kanallar
boyunca yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar, içlerine hava zerrecikleri
alarak yine belli bir güzergâh boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı
yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider.
Görüldüğü üzere doğadaki tüm varlıklar
arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Zor-durumda kaldıklarında
karşılıklı uzlaşarak ortak davranışa geçerler. (Sinerjetik = birlikte işlem
yapma)
Moleküllerin zorlukları aşma yöntemine Atomik
Kuvvet Mikroskoplarının (AKM) keşfinden sonra bir ilginç örnek daha
eklenmiştir.
Aşağıdaki bölüm
Atomik-kuvvet-mikroskoplarıyla çalışan bir fizikçinin, Hoffmann
(2012): Yaşamın Kökeni- Moleküler Makineler Karmaşadan Düzene Nasıl Ulaşır?
Adlı eserinden düzenlenmiştir.
“Su Moleküllerini İşbirliğine
Zorlamak”
Kuantsal öğelerin tünelleme yetenekleri
olduğu ve çevrelerini algılayarak en ergonomik konumlara zıplayacak enerjiyi
alarak o noktaya göçtükleri önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu özellikten
yararlanılarak çok sivri uçlu bir sundurma ile incelenecek nesne üzerinde
gezinilerek, nesne ile sundurma arasında oluşacak kuvvetlere göre nesnelerin
özellikleri saptanabilmektedir.
“Birbirleriyle etkileşen çok sayıda öğenin bulunduğu durumlarda pekişim neredeyse kaçınılmazıdır. Bunu, öğrencilerim ve ben birkaç nanometreye kadar sıkıştırılmış basit sıvılara (su ya da yağ) baktığımızda anladım.” (Pekişim: Bazı süreçlerin gerçekleşmesi için çok sayıda parçanın eş zamanlı olarak bir arada davranmasını gerektiren özelliği belirten bir terim).
Araştırmacı, su moleküllerinin birbirlerinden
0,25 nanometre (nm ) uzaklıkta bulunduklarını belirtip , deneyi şöyle yaptığını açıklar:
“Bir AKM sundurmasını ve sonda ucunu suya
batırıyoruz ve ucu yavaşça yüzeye doğru
hareket ettiriyoruz. Arada kalan suyun tepkisini ölçmek için 0,1
nm 'den (tek bir hidrojen atomun un çapı kadar) daha küçük bir genlikte
(salınım hareketinin büyüklüğü) salındırıyoruz.
Katmanların içinden geçerken küçük miktarda değişen genliği izleyerek,
su katmanlarının "yaysılığını " (diğer bir adıyla "katılığını")
yani ucu ona karşı iteklediğimizde suyun,
ucu geri itebilme becerisini ölçüyoruz. Katılık, 0,25 nm (su
moleküllerinin büyüklüğü) devirle inip çıkarak sıvının moleküler taneliliğini
gösterir. Böyle bir ölçümün örneği Şekil 4,5' te gösterilmiştir.”
Şekil 4.5. Tek molekül kalınlığındaki su
katmanlarının katılık ve sönümleme değerlerinin atomik kuvvet mikroskobu (AKM )
ile ölçümü. Katılıktaki her tepe (dolu daireler) AKM ucu
ile düz bir yüzey arasında tam sayıda (1,
2, 3 .. . ) su molekülü içeren belli bir kalınlıktaki suya karşılık gelir. Katılık tepeleri ile sönümleme tepelerinin
(boş daireler) eşleşmemesi birkaç molekül kalınlığındaki su katmanının AKM ucu
tarafından sıkıştınlmaya bir katı gibi tepki verdiği anlamına gelir.
Burada anlatılmak istenen olayı anlamak için
AKM’nin (Atomik Kuvvet Mikroskobunun) nasıl işlediğini bilmek gerekir. Bu
mikroskobun sivri bir ucu vardır ve bu sivri uç (katı veya sıvı) maddelere
yaklaştırılarak uç ile molekül arasındaki elektriksel değer değişimleri
ölçülmektedir.
Sivri ucun maddeye yaklaşım hızının sıvıları
davranışlarında çok anormal bir duruma yol açtığı gözlenmiştir. Yaklaşım hızı
saniyede 0.4 nm civarında olduğu sürece, sıvı hep sıvı olarak davranmaktadır.
Ama yaklaşım hızı 1- 1.5 nm den fazla olduğunda sıvı olmaktan çıkıp, katı
davranışa geçildiği saptanmaktadır.
Katı davranışa geçişte molekül sayısının da
çok önemli olduğu saptanmıştır. Molekül sayısı “katılık” terimi ile belirtilen
ve ölçüle kuvveti (N/m) simgeleyen eksen değerlerinden çıkartılmaktadır.
Araştırmacı şöyle devam eder:
“Fakat saniyede 0,4 nm'den saniyede 0,6 nm ve
ötesi hızlara geçtiğimizde çok etkileyici bir şey olduğunu gördük. Düşük hızlarda sönümleme ve katlık birlikte
artıp azaldılar. Bu, sıvının sıvı gibi
davrandığı anlamına gelir; ucu içinde ittikçe sıvı kalınlaşıp inceldi. Daha
büyük hızlarda sıvı, yeni bir hal aldı; çok az enerji kaybıyla yaysı bir hale
geldi. Çoğunlukla bunu yalnızca katılar
yapabilir. O zamandan bu yana aynı etkiyi sıvı suda da bulduk; gerçi burada
bunun gerçekleşmesi için biraz daha hızlı sıkıştırmamız gerekti. Saniyede 0,8
nm' de su hala bir sıvıdır ve bu hızın ötesinde katı gibi davranmaya başlar. Sıvının iki hali
arasındaki geçiş oldukça anidir: Kritik bir hızın altında her zaman sıvı gibi
davranır ve çok dar bir aralıktaki hızlarda toptan katı benzeri bir tepkiye
geçer.
Yanıt pekişimdi. Su, yüzey ile uç
arasındaki yalnızca birkaç moleküler katmana sıkıştırıldığında su
moleküllerinin yaklaşan ucun yolundan çekilmesi zorlaşır. Sıkışmışlık nedeniyle, moleküller toplu
haldeki hareket özgürlüğüne sahip değillerdir.
Nanoölçeğe sıkıştıklarında, ucun içine girebileceği bir delik oluşturmak
için pek çok molekül birbiriyle uyum için de çalışmak zorundadır; moleküller
yoldan çekilmek için iş-birliği yapmak zorundadırlar. Bu sonuçlarla ilgili
gerçekten dikkat çekici olan ise su moleküllerinin iş-birliği yaparak delik
yaratmak için gelişigüzel bir biçimde hareket etmelerinin son derece uzun,
saniyeler ölçeğinde, bir süre almasıdır. Bu, su molekülü çarpışmaları arasında
geçen ortalama süreden milyon kez milyar kat daha uzundur. Bu denli uzun bir
zaman ölçeği yaratmak için gerçekleşecek ortaklaşa eyleme kaba bir hesapla çok
fazla değil otuz ila kırk molekülün katılması gerektiği ortaya çıkar. Pekişim
yalnızca ani geçişler yaratmaz, aynı zaman da zaman ölçeklerinde büyük
değişiklikler yaratır ve böylelikle moleküler süreçlerin bile saniyeler hatta
dakikalar sürmesine neden olur.” (Hoffmann S 163-165)
Hoffmann’ın ne demek istediğini şöyle özetleyebiliriz: Su moleküllerinin
sıvı halden katı hale geçmeleri zor durumda kaldıklarında gerçekleşir. Böyle
bir katı duruma geçilebilinmesi için ise en az 30-40 molekülün işbirliğine
katılması gerekir. Yani belli bir minimum molekül sayısı şarttır.
DOM-6c: Hücrelerin
zorlukları aşma yöntemi
“Sosyal amip”
olarak da bilinen Dictyostelium discoideum adlı tek hücreli canlı (amip),
yaklaşık 20-30 mikron boyutundadır ve bahçelerde- ormanlarda çürümeye başlamış
organik maddelerde bulunan yaklaşık 1 mikron boyutlu bakterilerle beslenir.
Dakikada 10 mikron kadar ilerleyebilirler. Beslenme kaynakları olan
bakterilerin doğadaki dağılımları homojen değildir, parça parça kümeleşmeler
halinde bulunurlar. Amipler ise günde yaklaşık 1-2 cm kadar ancak
ilerleyebildiklerinden, bulundukları yerdeki bakteri kaynağı kuruduysa,
desi-metrelerce uzakta olabilecek diğer bir bakteri kümeleşmesine ulaşmaları
günler-aylar sürebilir. Ama onlar uzun süre besinsiz kalamazlar, bu nedenle çok
büyük strese girerler. Strese giren bu amipler acaba hayatta kalabilmek için ne
tür bir yöntem bulmuşlardır?
Slaytta bu
sosyal amip’in nasıl sosyal-toplumsal bir davranış içine girerek, neslinin
devamını sağladığı ve hayatta kaldığı gösterilmiştir.
Besin darlığına giren amipler, hücreler arası haberleşmede çok önemli
bir madde olan cAMP (cyclic Adenosin-Mono-Phosphate) adlı bir kimyasal bileşik
salgılamaya başlarlar. Amip yoğunluğu nerede fazla ise, salgılanan bu maddenin
yoğunluğu da orada fazla olacağından, amipler bu sinyalin en yoğun olduğu
noktaya doğru ilerlerler ve slaytta gösterilen amip kümeleşmesi oluşur.
Daha sonra bu amip kümeleşmesi önce “mound” adı verilen kubbemsi bir
yapıya, sonra “slug” adı verilen sümüklü-böceğe benzer bir yapıya dönüşür.
Oldukça hızlı hareket edebilen bu “slug”, yaşama uygun olmayan noktalardan
uzaklaşacak tarzda ilerler ve en sonunda da yeni amipler üretecek “spor”ları
salgılayacak çok hücreli bir yapıya dönüşür. Yarım santimetre boyutunda
olabilen bu yapı, içindeki sporları çevreye saçar, ve hava akımlarıyla bu yeni
sporlar yaşamlarını sürdürebilecek yeni ortamlarda tekrar birer amip
oluştururlar. Böylelikle amipler sorunlarını, karşılıklı etkileşimlerle
sağladıkları anlaşıp-uzlaşma yetenekleriyle, çözmüş olurlar.
Yine bir soru: >Amipler gibi basit hücreler sorunlarını toplumsal birlik
oluşturarak çözerlerken, kendilerini en bilgili, en gelişmiş canlı olarak gören
insanlar neden ortak bir görüş altında bir araya gelerek sorunlarına çözüm
aramazlar? İnsanların mantıklarının, yanlış bir hayat görüşüyle bozulmuş
olmasından başka bir açıklama var mı?
(Bir dip-not: Amiplerin bir araya gelerek
oluşturdukları “çok hücreli” aşama, gerçek birçok hücreli canlı oluşumundan
tamamen farklıdır; çünkü gerçek çok-hücreli canlılar, aynı bir hücrenin
çoğalması ile oluşurken, bu amiplerin oluşturdukları yapı, birçok farklı
amip’in oluşturdukları bir yapıdır.)
DOM-6d - Zorlukları
aşma-yöntemi araçları
“Information & self-organisation
“ sisteminin temel bileşeleri:
Simetri kırılması (symmetry breaking)
İnformator = Kurallar (Bilgi kaynağı, Düzenleyici)
Köleleşme ve sabitleşme (slaving & solidification)
Karşılıklı Etkileşim
+ Kontrol parametreleri
Maksimum Enformasyon Prensibi
Atraktor (Çekici)
Dinamik Sistemler Fiziğinin Temeli:
Zorlukları aşma-yöntemi araçları (1) = Simetri kırılması
Doğadaki
yapıcılık veya yıkıcılık en temeldeki kuantsal sistemdedir. Her şey onlarla
başlar ve onlar «omnipotent» (herşeye kadir)dirler.
«Her
şeyi yapar» durumundan, «belli bir şeyi yapar» duruma geçilmesi olayına
«simetri-kırılması» denir.
Tepedeki bu nesne bilye gibi bir şey değildir. Tam tersine doğadaki en temel canlılık öğesidir. Gideceği yöndeki salınımlarını 360° değiştirebilir; sağa veya sola dönecek şekilde hareket edebilir; hedefte yapıcı veya yıkıcı davranabilir, vs.
Yani
kuantsal sistem denilen en temel canlılık öğeleri doğadaki tüm oluşum ve
yönlendirmelerden sorumludurlar ve evrensel ölçekli haberleşme yetenekleri
nedeniyle doğadaki enerjinin en ergonomik şekilde kullanılmasını sağlayacak
şekilde davranırlar.
Her şeyi yapabilecek yetenekteki çok devingen ve çok kısa ömürlü atom-altı-öğeler, zor-durumdan kurtulmak için, önce atomlar oluşturacak şekilde simetri kırılmasına uğrar; sonra moleküller, hücreler, bedenler vs. oluşturacak şekilde bilgiler oluşturarak doğal sistemi oluşturma işlevlerini sürdürürler.
Toplum
hayatına sahip çıkmak ve arılar gibi onu korumak insanların görevi olmalı. Ama
bu bilinci insanlara vermek devlet yöneticilerinin görevidir. Biçtiğini
beğenmiyorsan ektiğine bakacaksın. Bir ülkede insanların toplumu sahiplenmesi, sistem
gereği, devleti yönetenlerin ne ektiklerine bağlıdır. Çünkü, “Ağaç yaşken
eğilmektedir ve ne ekilirse o biçilmektedir” Neyin ekileceğine ise devleti
yönetenler karar verdiğine göre, bir insanın toplumsal sisteme zararlı davranmasının
suçu yöneticilere aittir; çünkü yöneticiler bireyi toplumsal sisteme sahip
çıkacak şekilde eğitememişlerdir.”
Şimdi beden oluşturulurken hücrelerin
geçirdikleri simetri kırılmasını görelim.
Alt-sistem
– Üst-sistem ilişkilerinde, yapma-yeteneği alt-sistemlerde bulunduğundan, onlar
kendilerine gösterilen hedefe gidecek (veyahut verilen görevi yapacak) şekilde
davranırlar. Örneğin bedenimizde karaciğer, böbrek gibi yüzden fazla organ
bulunur. Tüm bu farklı organlar başlangıçta tek bir hücreden oluşurlar. Kök
hücre dediğimiz bu hücreye hangi organ hedef gösterilmişse, o organdaki görevi
yapacak şekilde davranırlar.
Bu
safhadaki hücrelerden herhangi birini alıp, tekrar çoğaltmaya başlatırsanız o
hücre tekrar 2-4-8-16- vs. şeklinde çoğalır ve yeni bir canlı oluşturabilir.
Ama
bu yapı, içe doğru bir «karın-boşluğu» oluşturmaya başladığında, bedeni
oluşturacak hücrelerin hepsinin kaderi ve özellikleri değişir! Hücreler
öylesine kökten bir değişikliğe uğrarlar ki, artık bu hücreler bedenden
koparılıp tekrar çoğalmaya bırakılırlarsa, önceki safhadaki kardeşleri gibi,
2-4-8-16 şeklinde çoğalıp, tekrar yeni bir beden oluşturamazlar. Bu yetenek
kaybının nedeni simetri kırılmasıdır. Bir şeyin nasıl yapılacağı, hangi şekli
alacağı, vs hep bilgiye göre olur ve bilgiler de moleküllerin kimyasal
bileşimlerinde depolanır.
Yani
kök-hücreler bedendeki tüm farklı organlardaki farklı görevleri yapacak çok
yönlü bir yeteneğe sahiptirler; ama bir organda görev yapmaları istenildiğinde,
diğer tüm yetenekleri kapatılıp, sadece gösterilen organdaki görevi yapacak
şekilde davranırlar. Kök hücre tedavisi denilen tıbbi yöntem bu simetri
kırılması olayından yararlanır. Hasta bir organa yerleştirilen kök hücreler, o
organı tekrar tamir ederler.
Dinamik
sistemler fiziğinin en temel kavramlarından biri, Simetri kırılması denilen bu
olaydır. Yetenek sınırlanması anlamındaki bu terim doğadaki canlılığı, yani
dinamizmi anlayabilmenin ilk adımıdır. Çünkü atom-altı-öğeler doğadaki tüm
olayları-gelişimleri başlatıp-sürdüren en temel canlılık öğeleridirler.
Süper-simetriktirler, yani her yönde bir işlem yapabilecek yetenektedirler.
Şimdi
alt-sistemlerin bir üst sistemde birleşebilmek için uyguladıkları yöntemi
görelim.
Feibleman
(1954) “Theory of Integrative Levels” adlı eserinde , alt-sistem – üst-sistem
ilişkilerinin ana-hatlarında şunları vurgular:
i-Her düzey altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir
özellik taşır.
ii-Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili
tüm diğer düzeyleri de etkiler.
iv-Her zaman, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
v-Karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle
yükümlüdür.
DOM-6e
Zorlukları aşma-yöntemi araçları (2) = İnformator = kurallar,
yasalar oluşturuma ve Köleleşme prensibi
(slaving principle)
Yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere, zor-durumda kalan öğeler
zorluğu aşabilmek için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşerek, bir ortak
davranışta uzlaşırlar. Buna “informator = bilgilendirici” denir ve tüm öğeler
buna uyarlar, yani öğeler “kuralla (yasayla) bağlanırlar”.
Varlıklar arası etkileşimler çok arttığında, bir kuvvet alanı üzerinde
anlaşırlar ve hepsi buna uyacak şekilde davranırlar. “Dinamik sistemler veya
Sinerjetik fizikte” bu olaya, “bilgi-kaynağı” anlamında “informator =
Bilgilendirici » denir. «Zor durumdan» kurtulmak için doğada uygulanan tek
yöntem budur.
İnformator = Kurallar (Bilgi kaynağı) kuvvet
alanlarından oluşur. Ve karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Dinamik sistemlerin en önemli özellikleği bu
(kural) yasa-oluşturma işlevidir. Ortak yaşamın kuralları ortaklaşa
oluşturulur. Başka hiçbir yerden emir alınmaz. Doğal sistem kendi yasal
düzenlemelerini kendisi oluşturmaktadır..
Kuvvet alanları atomlar-moleküller tarafından oluşturulurlar; ve
kendilerini oluşturan moleküller üzerinde köleleştirici (bağlayıcı) etki
yaparlar. İnformator = Bilgilendirici kuvvet alanlarından oluşur. Ve karşılıklı
etkileşimlerle oluşturulur.
Yalnız yaşayan biri, toplu iğne bile yapamaz ve kafasını kaşıyacak zamanı
yoktur. Diğer insanları rakip gördüğünden, mallarını korumak için hep uyanık
olmak zorundadır. Ama ortaklıklar oluşturup, iş bölümü yaparak ve ürün takasına
göre yaşandığında, rahat bir yaşam düzeyine ulaşılır. Buna rahatlama dürtüsü
denir, bilgi artışına dayalıdır. Tüm varlıklarda mevcuttur.
Zaman olgusunun gösterdiği üzere, çok kısa ömürlü ve çok devingen olan
kuantlar, daha rahat duruma ulaşmak için, aynen böyle yapmışlardır;
üst-sistemler içinde birleşmeye gitmişlerdir.
Bilgisiz bir şey yapılamayacağına göre, önce bilginin nerede
kaydedildiğini görelim:
Bedendeki işleri yapan hücreleridir; göz- kulak vs. veri
toplayıcılarıdır; çünkü hücreler, değişim - dönüşümlü bir dünyada
yaşadıklarının bilincindedirler. Hücreler, kendilerine gelen bilgilere uygun
şekilde bedeni doğaya uyumlu yapmaya çalışırlar. Geceleri rüyalar şeklinde
senaryolar üretirler, gündüzleri doğanın gerçekleri karşısında deneme yanılma
sistemiyle, sürekli bilgi oluştururlar.
Yeni bir şey algıladığımızda beyindeki hücreler arasında yeni bir
bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Bilgi hücrelerin
kimyasının değiştirilmesi şeklinde kayıt edilir.
Hücrelerin kimyasının değişimi moleküllere, moleküllerdeki değişim
atomlara yansır ve bilgi atom-altı öğelere kadar geri yansıtılır. Varlıkların
oluşumu en temeldeki kuantsal sistemle (atom-altı-öğelerle) başlatıldığından,
doğada gerçekleşen her olay, her bilgi
geri-beslenmeli olarak atom-altı-öğelere kadar geri yansıtılır ve doğa her gün
yeniden doğar ve düzenlenir.
Şimdi bilgi oluşturularak doğadaki oluşumların basitten gelişmişliğe
doğru nasıl ilerletildiğini görelim.
Daha rahat bir duruma ulaşabilme çabası örneği: 2 – 3 asır önceleri 10
tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için onlarca at-arabası ve
haftalarca zaman gerekirdi. Günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte
yapabiliyoruz. 300 yıl önce de dünyamızda aynı moleküller vardı, şimdi de.
Değişen şey, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında
birleştirilmeleridir. Bu sayede daha kısa zamanda daha büyük işler
yapabilmektedirler. Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir.
Evreni yönlendiren temel faktör ENERJİdir. Kuantum denilen temel enerji
öğeleri hep ergonomik yapılara göç edip, kötü olanları terk ederler. Bu nedenle
hayat enerjiyi en ergonomik şekilde kullanma yarışlarından oluşur. Bu ise bilgi
edinilerek yapılır ve “Information & self- re-organisation” olarak
özetlenen dinamik sistemli doğa oluşur.
DOM-6f
Zorlukları aşma-yöntemi araçları (3) = Karşılıklı Etkileşim (karşılıklı bağımlılık)
Doğada her şey birbirine
bağımlıdır, ama tüm sistemler en tabandaki kuantsal sistemle yönlendirilir.
Şimdi varlıkların neden bir-birleriyle etkileşim ve bağımlılık içinde
yaşamaya mecbur oldukları konusunu görelim.
Doğada yeni üst-sistemler oluştukça, enerji farklı şekillere dönüşmüş olur. Bu nedenle farklı kuvvet türleri ortaya çıkar.
Enerjin maddelere nasıl bağlanır?
Dünyamızın temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten gelen ışınlar
fotosentez olayıyla şeker gibi bir madde içinde depolanırlar. Bu denklemin sol
tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji
içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak
gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü
oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri,
polarizasyonları, vs.) H2O ve CO2 moleküllerini
oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji,
maddeye bağlanmış durumdadır.
Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir enerjiye dönüşmüş olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür.
Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm
sistemi bloke edilmiş olur.
Doğada çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Dolayısıyla doğada
değişim-dönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut sistem mevcut değildir.
Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.
Ovadaki bitki farklı, denizdeki farklıdır. Her farklı maddenin farklı
rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar farklı çekim güçleri
oluştururlar.
Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji
kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturduğundan, neyin neye
bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak
zorundadır.
Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm
varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapı türlerini algılamaya yönelik
organlar oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Bu nedenle varlıklar bilgilerini
sürekli geliştirmek zorundadırlar.
DOM-6g
Zorlukları aşma-yöntemi araçları (4) =Maksimum Enformasyon prensibi
Dinamik sistemlerin en önemli özelliğidir, Çünkü her şeyin değişip-dönüştüğü bir dünyada değişim-dönüşümler hakkında «Bilgi» toplama en ön plandadır. Sunulan şu slaytta varlıkların bilgi düzeyinin nasıl patlamalı şekilde geliştiği görülmektedir.
“İnformation & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” ilkesi
dinamik sistemli doğanın ANAYASASIdır.
Doğada bilginin nasıl arttığını anlatmak için “ether” terimini açıklamak
gerekir.
Doğa ve dünyanın “hava, su, ateş, toprak” gibi dört temel elementten
oluştuğu şeklindeki görüşün egemen olduğu dönemde “ether” beşinci element
olarak kabul edilmiş ve ilahi güçlerin bu elementi soludukları varsayılmıştır.
Yani atalarımız doğadaki yapıcı-yönlendirici güç sistemini doğa-üstü bir
sisteme atfetmişlerdir. Halbuki tam tersi durum söz konusudur.
Çevremizdeki her yer (atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay boşluğu, vs.)
çeşitli radyasyonlarla doludur. Bizler bunu doğrudan algılayamayız, ama bir
radyo alıcısının düğmesini sağa-sola kaydırdıkça işittiğimiz farklı yayınların
dalgalarını aldığımızda, çevremizde ne kadar farklı sinyal bulunduğunu fark
ederiz. Ether dediğimiz şey bu sinyaller okyanusundan oluşur.
Varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapılarını
değiştirirler. Yapıları değişince çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş
olurlar. Bu nedenle ether okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm
içinde olur.
Günümüzde bu ether okyanusunun içinde cep-telefonu, internet ortamı,
televizyonlar gibi bir sürü yeni sinyal türü daha bulunmaktadır. Halbuki
yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu tür sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu
sinyalleri üreten maddeler henüz doğada yoktu. Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin
var olabilmesi için o sinyali oluşturan maddenin doğada oluşmuş olması şarttır.
Doğada maddelerin oluşum sıralanması dikkate alınıp, buna göre zaman
içinde uzayda ether çeşitliliği ve yoğunluğu hesaplandığında, ether yoğunluğu
ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe doğru gittikçe azalacağı anlaşılır.
Varlıklar davranışlarını ether içindeki sinyallerden yararlanarak
belirler. Örneğin göçmen kuşlar, balıklar vs. yeryuvarının manyetik alanından
yararlanarak yönlerini belirler ve bu sayede Afrika’daki bir noktadan kuzey
Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler ve yollarını-yuvalarını hiç şaşırmazlar.
Tüm canlılar çevrelerindeki ether okyanusundaki sinyalleri algılayarak ne zaman
çoğalacaklarını, ne zaman uyku moduna geçeceklerini bilirler. Kısacası, ether
tüm varlıkların haber kaynağını oluşturur.
Bu nedenle doğada bilgi üstel (patlamalı) fonksiyon olarak gelişir ve bu nedenle Maksimum Enformasyon Prensibi doğadaki dinamik oluşum mekanizmasının (DOM) tam merkezindedir.
Hücrelerin insan beynini muazzam bir yorumlama ve bilgi oluşturma
yeteneğiyle donatmasının nedeni şu değil midir?
Doğada her şey bilgiye göre oluşturuluyor ve gelişiyor. Hücreler
milyarlarca yıllık geçmişlerinde çok farklı değişim-dönüşümlere şahit olmuşlar
ve kuantsal sistemli evrenin nereye doğru gideceği kesin belli değil, çünkü her
şey olasılık hesaplarına dayanıyor. Böyle bir durumda yorumlama yeteneği çok
gelişmiş bir canlı türünün oluşturulması en makul işlem değil mi?
Dinamik sistemlerin 5. önemli
özelliği: Attractor = Çekim Merkezi
Her yeni bilgi yeni bir madde, yeni bir varlık oluşumuna yola açar. Her
yeni varlık ise yeni bir çekim-merkezi oluşturur. Bu yeni varlıktan yararlanmak
isteyen varlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu defa bu yeni varlıklardan
yararlanmak isteyenler ortaya çıkar, vs.
Kısa ömürlü ve çok devingen kuantlar, rahatlamak için, üst-sistemlerde
önce atom sonra molekül, hücre, hayvan gibi
artan ömürlü ve çok çeşitli varlıklar oluşturarak bilgi-artışına dayanan
dinamik sistemli doğayı oluşturmayı sürdürmektedirler.
İşte bu şekilde doğadaki basitten gelişmişliğe doğru
ilerleyip-gelişen-evrimleşen dinamik = canlı doğa ortaya çıkmış olur.
DOM-6h
Uzlaşarak kural oluşturup, zor
durumla başa çıkma örnekleri:
Antarktika soğuğunda yaşayabilmek için penguenler karşılıklı bir ortaklık
sistemi oluşturmuşlardır.
Eksi 40-50 derecelik soğuklarda nasıl yaşanır?
Buz üstünde yaşanılan bir yerde yumurtalar nasıl kuluçkaya yatırılır ve neslin
devamı sağlanır?
Penguenler, eksi
30-40 derecelik soğuklarda hayatlarını sürdürebilmek için birbirlerine
sokulurlar. Topluluk sürekli bir hareket halindedir, her 40-50 saniyede ufak
bir adım atılır, topluluğun en önünde olan iki bireyden biri sağdan, diğeri
soldan geri dönüş yapar ve topluluğun en arkasından tekrar topluluğa katılır.
Böylelikle bireyler birbirlerinin ısısından yararlanırlar, kimse mağdur olmaz.
İnsanların toplumsal sistem hayatına geçmeleri de bir
zor-durumla başa çıkma girişimidir.
Braidwood’dan alınan
slayt toplum hayatının yaklaşık 11-12 bin yıl önce Güney-Batı Asya’da bir yerde
başlamış olması gerektiğini gösterir. Buradaki zorlayıcı durum ne olmuş olabilir?
Bu konu son
bölümlerde işlenecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder