DOM-7- Güneş sistemimiz ve dünyamızın
oluşumu
DOM-7a: Güneş sistemi
nasıl oluştu
i-- Evrenimizin
başlangıçta sadece atom-altı-öğelerden oluşan yoğun bir plazma olduğu;
ii-atom ve molekül
oluşumuna geçişle çok büyük bir genleşmeye maruz kalıp, soğuması sonucu 3º K
radyasyonu (Cosmic Microwave Background) yaydığı;
iii- Her şeyin BİLGİ
ile oluşturulduğu;
iv- BİLGİ düzeyinin
ZAMAN içinde geliştiği, doğa ve dünyamızın evrimsel bir gelişme içinde olduğu;
yani doğada, düzensizliğe-kaosa doğru değil, düzenli sistemler oluşumuna doğru
bir gidişat olduğu kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Yaklaşık 10-13 milyar yıl önceleri yukarıda ve daha önceki
bölümlerde (enerjiden maddeye geçiş, vs.) açıklanan şekilde kuantsal enerji
öğelerinin birleşerek atomları oluşturmasıyla başlayan evrenimizin
başlangıcında sadece proton-nötron ve elektron gibi öğelerden oluşan bir
karmaşa bulunması gerekir. Nitekim galaksilerin bileşimlerinde günümüzde hala
%73 oranında hidrojen bulunur, hidrojen ise proton + elektrondan oluşan
bir atomdur, yani bir protondan oluşan bir çekirdek ve onun çevresindeki bir
elektron halesi. Yani evren hidrojen gibi en temel kimyasal elementlerden
oluşan bir bulutsu sistemdir.
Şekilde dünyamızdaki ve yıldız-galaksi gibi uzay
cisimlerindeki element oranları verilmiştir. Görüldüğü üzere evren genelde %73
H, %25 He elementlerinden oluşur ve oksijen, karbon, demir vs gibi tüm diğer
elementlerin miktarı ancak %2 etmektedir. Dünyamızda ise tam tersi durum söz
konusudur.
Bu bulutsu sistemde hidrojen atomları gravite
kuvvetiyle birleşerek yıldızları oluştururlar. Yıldız içinde ise hidrojen
atomlarının birleşmeleriyle He (helyum) elementi oluşturulur. Yıldızlar
içindeki bu element oluşturma işlemi yıldızın kütlesine göre değişmektedir.
Güneşten büyük kütleli yıldızlar içindeki nükleer tepkime hızlarının yüksek
olması nedeniyle bu yıldızların içindeki kimyasal element oluşumları hızlı
gerçekleşir ve helyumdan sonra karbon, azot, oksijen gibi kimyasal elementlerin
oluşur; sonra yıldız patlar ve bu elementler çevreye saçılır. Daha büyük
kütleli (Süper-Nova) yıldızlarda Fe=demire kadar varan elementler oluştuktan
sonra yıldız patlaması oluşur. Altın, platin gibi çok ağır elementler ise
"Nötron yıldızları" denilen sistemler içinde oluşur ve bunların patlamaları
sonucu uzaya yayılırlar.
Bu patlamalar sonucu çevreye yayılan elementler ve
atom-altı-öğeler birbirleriyle tekrar etkileşime girerler. Hidrojen ve helyum
atomları kümeleşerek tekrar güneş gibi bir yıldız oluştururken, diğer ağır
elementler çeşitli moleküller oluşturacak şekilde birleşirler. Bu moleküllerin
ağır olanları dünyamızdaki gibi kayaç oluşturucu gezegenler veya göktaşları
olarak bir araya gelir ve güneşe yakın olan Merkür, Venüs, Mars gibi
iç-gezegenleri oluşturur. Su, metan, karbondioksit, amonyak gibi daha hafif
moleküller ise Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün gibi dış-gezegenleri
oluştururlar.
Görüldüğü üzere, bir yıldızın çevresinde oluşabilecek yaşama
elverişli bölge (sadece Venüs ile Mars arasındaki) çok dar bir zon ve de
belirli büyüklükte olması gereken bir gezegen olarak karşımıza
çıkmaktadır.
"Yaşanabilir kuşak" adlı bir bölgenin
oluşmasının da rastgele değil de, Güneş ve Jüpiter arası etkileşimler sonucu
oluştuğuna dair astrofiziksel veriler bulunduğu Cox & Cohen (2019)
tarafından "The Planets" adlı eserde ifade edilmektedir.
Bir mineralin ne zaman oluştuğu içindeki radyoaktif
atomların parçalanma süreleriyle tayin edilebilmektedir. Örn. Zirkon minerali
içinde eser miktarda Uranyum 238 bulunur. Bu uranyum 4.46 milyar yılda
kütlesinin yarısını kaybeder ve Kurşun Pb206ya (Kurşun) dönüşür. Herhangi bir
kayacın içindeki bu elementlerin oranlarının saptanmasıyla, kayacın veya
mineralin ne zaman oluştuğu saptanır. Bu yöntemle Güneş, dünyamız ve diğer
gezegenlerin ne zaman oluştukları araştırıldığında, hepsinin 4.6 milyar yıl
önce oluştukları görülmektedir. Bu durum tam 4.6 milyar yıl önce bir büyük
yıldız (süpernova) patlaması olduğunu ve güneş sistemimizin de o patlamayla
uzaya saçılan elementlerden oluştuklarını göstermektedir.
Bir yıldızın (örn. Güneş) çevresinde yaşam oluşabilmesi şu
iki temel faktöre bağlıdır:
1- Güneşe yakınlığı
2- Gezegenin büyüklüğü
1- Güneşe yakınlık:
a) Merkür, Venüs gibi Güneşe çok yakın gezegenlerde, gündüzleri sıcaklık birkaç
yüz dereceyi aşar; bu durumda sular tamamen buharlaşmakta ve hayat sistemi
olanaksızlaşmaktadır.
b) Jüpiter, Satürn gibi güneşe çok uzak gezegenlerde, geceleri sıcaklık
sıfır derecenin çok altlarına düşmekte ve sular tamamen donmaktadır.
2-Gezegen büyüklüğü:
a) 1/20 ile 1/100 Güneş kütleli gezegenlerde yoğun çekirdek reaksiyonları
nedeniyle sıcaklık çok yüksektir.
b) 1/1000 Güneş kütleli gezegenlerde, gezegen soğuk olacaktır, fakat atmosferinde
NH3, CH4, CO2 gibi gazlar o kadar yoğun olacaktır ki, güneş ışınları bu
yoğun atmosferi delemeyecektir (Jüpiter, Satürn gibi).
c) Yaşam ancak Yeryuvarı, Venüs ve bir dereceye kadar Mars gibi, Güneş
kütlesinin 1/300000 oranına yakın bir kütleye sahip olan gezegenlerde
oluşabilir. Merkür gibi gezegenler ise çok küçük- hafif olduklarından bir
atmosfer tutacak çekim kuvvetine sahip değillerdir.
Görüldüğü üzere, bir yıldızın çevresinde oluşabilecek yaşama
elverişli bölge (sadece Venüs ile Mars arasındaki) çok dar bir zon ve de
belirli büyüklükte olması gereken bir gezegen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
nedenle Dünyamız çok özel bir gezegendir.
DOM-7b: Gezegenler
varlıkların çarpışmasıyla değil, birleşmeleriyle oluşurlar
Neptün gezegeni ötesinde daha küçük boyutlu gezegencik
denilecek küçük gök cisimlerinin bulunduğu Kuiper-kuşağı adlı bir bölge bulunur
ve Pluto olarak adlandırılan en uzak gezegen bu kuşak içinde yer alır. Hubble
Uzay teleskobu verilerini inceleyen astronomlardan Marc Buie 2014 yılında bu
kuşakta 36 km büyüklüğünde bir gök-cismi keşfeder. NASA tarafından bu kuşağın
araştırılması için fırlatılan New Horizons adlı uydu, Arrokoth adı verilen bu
gök-cismini yakından izleyecek şekilde yönlendirilir.
Uydunun gönderdiği resimler
Arrokoth’ın iki farklı parçanın birleşmelerinden oluştuğunu göstermektedir. 21
km çaplı büyük olan Ultima ve 15 km çaplı olan Thule olarak adlandırılır.
Daha yakından alınan görüntüler, bu parçaların da, daha küçük (yaklaşık 5 km) boyutlu farklı parçaların birleşmeleriyle oluştuğunu göstermiştir.
Ultima ile Thule’nin birleşeme
hattının bir çarpışmayı değil, bir birleşmeyi göstermesi, gezegenlerin
çarpışmalarla değil, birleşme-kaynaşmalarla oluştukları şeklinde
yorumlanmaktadır.
DOM-7c: Dünyamız
yaşayan- canlı bir sistemdir
Dünyamız yaşayan- canlı bir sistemdir. Bu canlılığın nasıl olduğu aşağıda
gösterilecektir.
Dünyamızdaki hem deniz
tabanlarının hem de kara parçalarının sürekli hareket ettikleri nasıl
saptanabilmektedir?
Dünyamızın sabit, değişip-dönüşmeyen bir sistem değil,
sürekli bir içsel devinim ve dönüşüm içinde olduğunu jeolojik verilerle
gösterelim.
Önce deniz tabanlarının hareketini görelim.
Zaman kavramının açıklandığı ilk bölümde, denizlerde biriken
katmanlarda dünyamızdaki tüm olayların kaydedildiği belirtilmişti. Şimdi bu
kayıtlardan yararlanarak, üzerinde yaşadığımız taşküre (litosfer) adlı kesimin
nasıl hareket ettiğini görelim. (Dünyamızın taşküre altındaki kısımları daha
sonra özetlenecektir.)
Bir katman çökelirken içindeki manyetik mineraller dünyanın
manyetik alanına uygun olarak yönlenirler. Katmanın çökeldiği ortam ekvatorda
ise manyetik alan yönü yataydır. Çökel ortamı kutba doğru hareket ederse,
manyetik alan enlem değeri kadar yatay düzleme göre sapar ve tam kutba
varılırsa alan tam dik olur.
Bu özellikten yararlanılarak, bir katmanın dünyanın
neresindeki bir denizde (veya gölde) çökelmiş olduğu saptanabilmektedir.
Bu yöntemden yararlanılarak günümüz dünyasının bir
bölgesindeki katmanların çökeldikleri zamanlarda dünyanın neresinde oldukları
saptanabilmektedir.
Karaların hareket ettikleri nasıl saptanır?
Karada sık sık volanlar püskürür. Volkanizma ile oluşan
kayaçlardaki mineraller de, magma soğurken bulundukları enleme uygun şekilde yönlenirler.
Örneğin İtalya’daki Vezüv volkanından günümüzde veya birkaç yıl önce püsküren
kayaçlardaki mineraller 41 derece eğim gösterirler. Halbuki günümüzde
İzlanda’daki volkan püskürmelerinden oluşan kayaçlar 64 derece eğim
gösterirler.
Bir bölgede faklı zamanlarda püskürmüş olan eski volkanik
kayaçlardaki minerallerin eğim dereceleri ölçülüp değerlendirildiğini
düşünelim. 60 milyon yıl önce oluşan volkanik kayaçlarda eğim 35 derece,
günümüze yakın bir zamanda oluşan volkanik kayaçlardaki minerallerin eğimi 40
derece ise, o bölge 5 derecelik enleme denk gelecek kadar (yani 555 km) kuzeye
hareket etmiş demektir.
Şimdi burada
kayaçların yaşının nasıl saptandığı sorusu akla gelir.
Doğa canlı bir sistem olduğundan, her şeyin bir yaşı olur,
çünkü farklı zamanlarda ortaya çıkmıştır.
Peki kayaçların yaşı nasıl saptanıyor?
Kayaçlar minerallerden oluşur. Her mineralin içinde de radyoaktif element dediğimiz zamanla parçalanan karasız öğeler bulunur. Örneğin Zirkon minerali içinde çok az oranda da olsa Uranyum U238 izotopu bulunur. Bu izotop zamanla parçalanarak Kurşun Pb206 elementine dönüşür. Bu uranyum elementinin yarılanma süresi (yani 1 birim uranyumun yarım birim olma süresi) 4.47 milyar yıldır. Bu elementlerin hiçbiri Zirkon minerali kafesinin dışına çıkamaz ve orada hapis kalırlar. Zirkon minerali içinde başlangıçta kurşun yoktur. Dolayısıyla laboratuvarda kayaçtan alınan zirkon mineralinin içindeki Pb elementi miktarı ölçülünce bunun ne kadar zamanda Uranyum elementinden parçalanarak depolanmış olduğu hesaplanır. Böylelikle o kayacın ne zaman oluşmuş olduğu saptanmış olur. Aşağıdaki şekilde bu durum gösterilmiştir. Şekildeki yazıdaki “yavru element” kurşundur, “ana element” is uranyumdur.
Termolüminesans yöntemi ile yaş
belirleme
Mineralleri
oluşturan kimyasal elementler çevrelerinden kendilerine gelen radyasyonlardan
etkilenirler ve bu radyasyonları depolarlar.
Minerallerde
depolanan bu enerji, ölçülerek, kaç yılda bu kadar enerjinin depolanabileceği,
dolayısıyla mineralin bulunduğu kayacın kaş yıldan beri o ortamda bulunduğu,
hesaplanabilinmektedir.
Minerallerin
içinde ne kadar enerji depolandığını saptamak için şöyle bir yöntem uygulanır:
Termolümünesans mikroskopları altında mineraller, ya belli değerlerde bir ışık
verilerek, veya belli değerde bir sıcaklığa kadar ısıtılarak, “uyarılırlar”.
Uyarılan elektronlar, eskiden depoladıkları radyasyon enerjisini serbest
bırakırlar. Serbest bırakılan bu enerji miktarına “paleodoz” denir.
Minerallerin bulundukları ortamdaki yıllık radyasyon miktarı da ayrıca ölçülür.
Mineralin o ortamda bulunma süresi ise, “paleodoz” enerjisinin, “yıllık doz”a
bölünmesi ile saptanır.
Bu
yöntem, yeni toprağa gömülmüş, veyahut yeni tortulaşmayla oluşmuş ve henüz yer
altında bulunan kayaçlarda uygulanabilir. Bu yöntemle yaklaşık 100 ila 200 000
yıl aralıklarında yaşlar saptanabilirler.
Not: Kayaçlar yeryüzüne çıkıp, güneş ışığı etkisi altına girdiklerinde,
güneş ışığının uyarıcı etkisi nedeniyle, depoladıkları enerjiyi boşaltırlar. Bu
nedenle termolüminesans yaşı sıfırlanmış olunur.
Yeryuvarını
oluşturan kayaçların birbirlerine göre konum, bileşim, doku, vs. farklılıkları
da birer değişim göstergesidir. Tabakalı yapılarda, normal olarak altta bulunan
daha önce (yaşlı), üstte bulunan daha sonra oluşmuş (genç) olmalı kuralı
gereği, kayaçların sıralanma durumları ve gösterdikleri değişim-dönüşüm türleri
sıralanarak, çeşitli türlerde yaş sıralaması yapılması mümkündür.
DOM-7d
Günümüzde aralarında sadece 430 km mesafe
olan Urfa ve Giresun zeminleri, 150 milyon yıl önceleri 3100 km den daha fazla
uzaktaydılar.
Şimdi bu temel bilgilerden sonra, ülkemizdeki iki bölgedeki
kayaçların bir kıyaslanmasını yaparak üzerinde yaşadığımız taşkürenin nasıl
hareketler yaptığını gösterelim.
Örneğin Urfa, Mardin gibi güney bölgelerimizdeki katmanlar
incelendiğinde, o katmanların 400-500 milyon yıllık olanlarının güney
yarıküredeki bir denizde çökelmiş oldukları;
200 milyon yıllık olanların ekvatora yakın konumlu bir
denizde,
50 milyon yıllık olanların kuzey yarıkürede yaklaşık 25
derece kuzey enlemindeki bir denizde çökeldikleri anlaşılmaktadır. Yani
güney-doğu Anadolu bilgemizin temelini oluşturan kayaçlar eskiden bir deniz
tabanında imişler ve bu deniz tabanı da, güney-yarı-küredeki bir konumdan, önce
ekvatora doğru ilerlemiş, sonra kuzey yarı-küreye geçmiş, ve en son olarak da
yaklaşık 10-15 milyon yıl önceleri denizden çıkarak kara haline geçmiştir.
Ülkemizin Giresun- Gümüşhane gibi kuzey kesiminde bulunan
kayaçlar ise, bu bölgelerimizin geçmişlerinin kayıtlarının kesikli olduğunu
göstermektedir. Mevcut kayıtlar yaklaşık 400 milyon yıl önceleri kuzey
yarı-kürede bir denizin tabanında olduklarını, ama yaklaşık 300 milyon yıl
önceleri denizden çıkıp, kara haline geçtiklerini ve uzunca bir süre kara
halinde olduktan sonra, yaklaşık 200 milyon yıl önce tekrar denize
gömüldüklerini ve 40-50 milyon yıl önceleri tekrar yükselmeye başladıklarını,
ama bu yükselmenin muazzam magmatik faaliyetlerle birlikte olduğunu, ve 5-10
milyon yıl önceleri de kara haline geçtiklerini göstermektedir.
Görüldüğü üzere,
jeolojik kayıtlar dünyamızın geçmişi hakkında muazzam bilgiler içermektedirler.
Bu bilgilerin canlılar aleminin geçmişini içeren bölümünü, gelecek haftalarda
sizlerle paylaşacağız.
Katmanlarda kayıtlı manyetik özellik değişimlerinden yararlanılarak yapılan eski devir coğrafik tasarımlarına paleocoğrafik haritalar denir. Şimdi paleocoğrafik harita tasarımlarından yararlanarak, ülkemizin günümüz coğrafyasını değerlendirelim.
Verilen şekillerde Güney-doğu-Anadolu bölgemizle Karadeniz
bölgemizin nasıl bir araya geldiği gösterilmektedir. Üstteki şekilde 150 milyon
yıl öncesinin paleocoğrafik haritası görülmektedir. Şekilde “Turkey” olarak
işaretlenmiş bölge, sadece ülkemizin kuzey bölgelerini temsil etmektedir.
Urfa-Mardin gibi Güneydoğu Anadolu bölgemiz ise, “Arabia” adlı platformun en
kuzey kenarında bulunmaktadır.
Şekilde görüldüğü üzere 150 milyon yıl önceleri ekvator
hattı Arabistan’ın Sharm El-Sheikh kasabasından geçmektedir. Günümüzde bu
kasaba ekvatorun tam 3100 km kuzeyindedir. Dolayısıyla 150 milyon yıllık bir
süre boyunca Arabistan platformu kuzey yönünde 3100 km kaymıştır.
Şimdi diğer şekle bakınca Arabistan platformu ile Kuzey
Türkiye arasında muazzam bir okyanus olduğu görülür. Haritada bu derin
okyanusun Kuzey-Türkiye ile Arabistan levhası arasının 3 bin kmden fazla olduğu
görülmektedir. Bu okyanus tabanındaki katmanlar, Arabistan ile Kuzey-Türkiye
arasının sıkışması sırasında, kısmen sıkışıp kıvrımlanarak yükselen dağ kuşakları,
kısmen ise, yeryuvarı derinliklerine gömülen kütleler olarak kayboldukları
anlaşılmaktadır. Bitlis dağları, Munzur dağları, vs bu sıkışmanın ürünüdürler.
3 küsur bin metre genişliğindeki bu alan sıkışarak günümüzde 400 kmlik bir yüksek dağ kuşağı oluşturmuştur.
Yani Anadolu dediğimiz ülkemiz eskiden bir okyanusun
tabanındaki zeminlerin sıkışarak yükselmesi sonucu oluşmuştur. Bu nedenle
birçok yerinde denizel ortamlarda yaşamış eski zaman canlılarının kalıntıları
(fosiller) görülmektedir.
DOM-7e
Üzerinde yaşadığımız taşküre tek bir parça mı, yoksa birçok parçadan mı
oluşuyor?
Önce yukarıda açıklanan şekilde hareket ettiği görülen
yeryuvarı taşküresinin son 150 milyon yıllık hareketlerinin nasıl olduğunu bir
şekil üzerinde gösterelim:
Şekilde son 150 milyon yılda dünyamız coğrafyasındaki değişimler gösterilmiştir. Dünyamız coğrafyasındaki bu değişimler jeolojik yöntemlerle saptanabilmektedir.
Animasyondan anlaşılacağı üzere, 200 milyon yıl önceleri
Atlantik Okyanusu dediğimiz deniz ortamı yoktur, Kuzey Amerika Avrupa ve Asyaya
bitişiktir. Yaklaşık 170 milyon yıl önceleri bu kıtalar birbirlerinden kopmaya
başlarlar ve aralarında Atlantik Okyanusu dediğimiz denizel ortam oluşmaya
başlar.
Bu animated gif şeklinde görüldüğü üzere, dünyamızın
taşküresi tek bir parça değil, birçok parçadan oluşmaktadır. Ve bu parçalar kah
birbirlerine yaklaşmakta, kah uzaklaşmakta, kah birleşerek daha büyük bir parça
oluşturmakta, kah parçalanarak daha küçük bölümlere ayrılmaktadır.
Yukarıda özetlendiği üzere dünyamızın sert kayaçlardan
oluşan litosferi (Taşküresi) tek bir parça değil birçok paçadan oluşmaktadır.
Bu parçaların büyüklerine levha ve onların daha küçüklerine terran denilir.
Güney-doğu Anadolu Terranı (Arap-levhası), Pontid (veya Karadeniz) terranı, vs.
Şekilde bu terranların köken bölgelerine ve yaş kriterlerine
göre sınıflandırılmaları gösterilmiştir. Mavi renkliler kuzey (laurasia), sarı
renkliler güney (gondwana) kökenli olanlardır. Tilde işaretliler ise
metamorfizma bölgelerinde oluşanlardır.
Şekilde ayrıca ülkemizdeki Kuzey Anadolu Fay zonu, Doğu
Anadolu Fay zonu gibi en etkili deprem kuşakları da gösterilmiştir. Bu fay
zonlarından Kuzey Anadolu fay zonunun kuzey kesimi doğuya, güney kesimi batıya
kaymaktadır. Öyle ki, Trabzon, Ankara’dan her yıl yaklaşık 2.5 cm kadar
uzaklaşmaktadır.
DOM-7f
Depremlere neden olan levhalar ve terranlar nasıl hareket ediyorlar?
Bu levhaların nasıl hareket ederek yeryüzünü
şekillendirdikleri aşağıdaki şekilde gösterilmiştir.
Manto kesiminin üst-tarafında bulunan taşküre soğuk,
alt-tarafında bulunan “çekirdek” çok sıcak olduğundan, akışkan mantoda konveksiyon
akımları oluşur. Bu konveksiyon akımları da, “döner band” misali, üzerindeki
taşküreyi hareket ettirir.
Konveksiyon akımlarının yükseldiği yerlerde, 1200◦C
sıcaklıktaki magma yer–kabuğunu parçalayarak yüzeye çıkar ve okyanusların
ortalarındaki “Okyanus Ortası Sırt = OOS” denilen okyanus ortalarındaki
yükseltileri oluştururlar.
Okyanus Ortası Sırtlar (OOS), yeryuvarının sürekli kanayan
yaralarıdırlar ve oralarda sürekli yeni litosfer oluşturulur. Oluşan yeni
litosfer şeritleri, konveksiyon bandının sürüklemesiyle, birkaç cm-lik hızlarla
yanlara kayarlar.
Okyanus ortası
sırtlarda litosfer yeni “doğduğundan”, en genç litosfer sırtlarda bulunurlar.
Yanlara doğru gidildikçe, daha eskiden doğmuş “litosfer” şeritlerine rastlanılır. Yeni
doğmuşların yaşı “sıfır=güncel” iken, eskiden doğanların yaşları 100- 200
milyon yıl olabiliyor.
Çok daha eski yaşlı okyanusal litosferler ise, “ölüm” döngüsüne girerek, “yitim zonu” denilen yerlerde tekrar mantoya gömülüp-yok olurlar.
Konveksiyon
akımlarının aşağı doğru oldukları bölgeler, taşküre parçalarının birbirlerine
yaklaştıkları-çarpıştıkları kuşaklardır. Yitim zonu olarak da
adlandırılırlar, çünkü, yaşlı-okyanusal-litosfer parçaları oralarda tekrar
manto içine dalarak kaybolurlar ve artan sıcaklık nedeniyle tekrar ergiyip,
manto-malzemesine dönüşürler.
Biri okyanusal,
diğeri kıtasal olan iki litosfer çarpıştığında, okyanusal litosferin 3.4
gr/cm3 yoğunluklu soğuk manto kesimi, kıtasal litosfer altına dalarak tekrar
manto içine gömülür. Gömülen bu soğuk mantonun tekrar ergimesiyle oluşan magma
ise, yükselerek, volkanik bir ada yayı, dolayısıyla yeni bir dağ kuşağı
oluşmasına neden olur.
2.7 gr/cm3 yoğunluklu okyanusal kabuk gereçleri ise, düşük
yoğunluklu olduğundan derinlere gömülemez ve kıtasal litosfere yamanarak yeni
dağ kuşağı oluşturulmasına katkıda bulunur.
Çarpışan levhaların ikisi de kıtasal litosferli ise, litosferlerin
birinin soğuk mantosu diğer litosferin altına gömülüp-kaybolurken, kıtasal
kabuklar birbirlerinin üzerine itilerek, gittikçe kalınlaşan ve yükselen bir
dağ kuşağı oluşumuna yol açarlar.
Oluşan dağlar, başlangıçta çok yüksektirler. Zamanla ayrışma başlar ve kırıntılara ve eriyiklere dönüşen kayalar yer-çekimi etkisine uyarak deniz-göl gibi çukur ortamlarda kum, kil gibi gereçler olarak yığışırlar.
Dünyamız yaşayan bir sistemdir, dağları, denizleri sabit
değildir, sürekli birbirlerine dönüşürler. Bugün Himalaya veya Kop dağlarının
en yüksek tepelerinde bulunan gereçler, 100-200 milyon yıl önceleri,
okyanusların en derin yerlerinde bulunuyorlardı.
DOM-7g
Yeryuvarında gerçekleşen olağan-üstü kuvvet sistemlerine bir örnek
Gerek gravitatif sıkışma, gerek maddelerde
gerçekleşen tepkimelerde açığa çıkan radyasyonlar, gerekse uzaydan (Güneşten ve
diğer yıldızlardan veya galaksilerden) yayılan radyasyonlar nedeniyle
yeryuvarına birçok türde enerji gelmektedir. Bu enerjiler yeryuvarında değişik
katlarda değişik oranlarda depolanmakta ve bunun sonucu yeryuvarı katmanlarında
değişik yerlerde ve yönlerde gerilimler ortaya çıkmaktadır.
Enerjiler kayaçlardaki moleküller tarafından
depolanırlar ve bunun sonucu moleküllerin çevresindeki elektronların
yörüngeleri bir şişmeye uğrar. Şekilde bu yörünge değişimi (a)dan (b)ye geçiş
olarak gösterilmiştir. Moleküllerin belli bir enerji depolama kapasiteleri
vardır. O kapasiteye ulaşılıncaya kadar enerji depolanması devam eder. Ancak
kapasite dolduğunda, elektron bir foton saçarak (E=h.ν) şeklinde bir enerji
paketçiğini çevresine yayarak, yörüngesini değiştirir ve molekülün yapısı bozulur.
Şekil 9: Moleküllerde depolanan enerjinin
boşaltılması sonucu molekül yapısında gerçekleşen yapısal değişim ve çevreye
enerji saçılması. (Talobre 1967’den)
Şimdi yeryuvarında gerilim altında bulunan bir bölgedeki
kayaçlarda gerçekleşecek değişimleri ve bunun sonucu ortaya çıkacak bir deprem
kuvvetinin nasıl oluştuğunu görelim.
Gerilim altındaki bir kayacın molekülleri önce enerjiyi
belli bir sınır değerine kadar depolarlar, ama eşik değeri aşılınca, yukarıda
açıklandığı şekilde tekrar boşaltırlar. Bu arada kayacın
şeklinde bir değişim ortaya çıkar. Bu değişim hem mikroskobik (atomik) düzeyde,
hem makroskobik ölçekte olur ve gözlerimizle görülebilir.
Şekil 10: Sıkıştırılan bir maddenin atomlarının belli düzlemler boyunca kayarak yeniden düzenlenmeleri.
Alttan ve üstten sıkıştırılan bir maddenin atomları şekilde
gösterilen düzlemler boyunca birbirlerinden koparlar ve madde şekil değiştirir.
(1) nolu bölge sola-aşağıya, (3)nolu bölge sağa-yukarıya kayacak
şekilde hareket eder ve maddede bu hareket düzlemleri boyunca yapısal
bozulmalar olur.
Kayaçlar mineral kümeleşmeleridir. Minerallerdeki yapısal
bozulmalar kayaçları da etkiler. Dolayısıyla kayaçlarda da bozukluklar oluşur.
Şekil 11: (a) olarak işaretlenmiş katmanlar kiltaşı (b) olarak işaretlenmiş katman kumtaşı katmanıdır. Katmanların bulundukları ortam uzun süreli (milyonlarca yıl) bir sıkışma etkisi altında kaldığında, katmanlarda (II) nolu durumda görülen dilinim oluşumları ortaya çıkar. Dilinimler kiltaşlarında çok daha sık, kumtaşlarında çok daha seyrek aralıklarda gelişirler.
Şekil 12: Ani gerilim yüklenmeleri kayaçlarda
çatlak oluşumuna yol açarlar. (Talobre 1967’den)
Gerilim süresinin uzunluğu veya kısalığı, kayaçlarda
oluşacak bozukluk dediğimiz deformasyon türünü de belirler. Gerilim uzun süreli
ise dilinimli bir deformasyon oluşturur, bak Şekil 11. Ama kısa sürede şiddetli
bir etki iseler, kırılmalar-çatlaklar oluştururlar (bak Şekil 12).
Katmanlar kayaç kümeleşmeleridir. Kayaçlardaki yapısal
bozulmalar katmanları da etkiler. Dolayısıyla katmanlarda da bozukluklar
oluşur.
Yerkabuğu katman kümeleşmeleridir. Katmanlardaki yapısal
bozulmalar yeryuvarını da etkiler. Dolayısıyla yeryuvarında da bozukluklar
oluşur.
Yerkabuğunda oluşan yarılmalar faylar olarak bilinirler ve
insanlara deprem olarak yansırlar.
Şekil 13: Yerkabuğunda oluşmuş büyük bir yarılma hattı (fay)
Şimdi yüzlerce km uzunluğunda ve onlarca km genişliğinde
olabilen bir fay hattında biriktirilip-boşaltılabilinecek bir kuvvetin atomik
bileşenlerdeki foton denilen küçük enerji paketçiklerinden nasıl kökenlendiğini
ve damla-damla nasıl biriktirilerek yerkabuğunu paramparça edebilecek bir
düzeye ulaştığını görelim.
Şekil 9’da bir molekülün çevresindeki bir elektronun belli
bir miktara kadar enerji depolayabileceği ve belli bir eşik değerini aşması
durumunda da bu enerjinin bırakılacağını ve molekül yapısının da bozulacağı
gösterilmişti. Şimdi yerkabuğunun 200 km uzunluğunda x 50
km genişliğinde x 30 km derinliğinde (ortalama
yerkabuğu kalınlığı) bir dilimini ele alıp, bundaki enerji brikimi ve
enerji salınımı miktarını hesaplayalım. Böyle bir bölgenin
hacmi 300000000000000 metreküptür. Bu değerin başka tür bir yazılım
şekli 3.1014 m3 metreküptür.
Yerkabuğundaki kayaçların ortalama yoğunluğu 2.7 gr/cmküptür.
Dolayısıyla bu bölgedeki kayaçların ağırlığı yaklaşık 8.1020 gr.dır.
Yerkabuğunu oluşturan kayaçlarda SiO2 bileşiminin
egemen olduğunu düşünerek, bu bölgedeki kayaçlarda yaklaşık kaç tane SiO2 molekülü
ve buna eşdeğer diğer moleküller olduğunu hesaplayabiliriz. SiO2 molekül
ağırlığı 60 atom-gramdır. Dolayısıyla bu hacimdeki yer-kabuğunda yaklaşık [8.1020 x 6.1023 (Avogadro-Sabiti)
/ 60 (SiO2nin mol-ağırlığı)] kadar molekül vardır. Bu
miktar 8.1042 eder.
Her bir molekülün elektronlarının depolanan enerjiyi tekrar salacağı düşünülürse, salınan enerji miktarı 8.1042 adet [E= hc/λ] değerindedir. (λ) değeri olarak ısı dalgalarını alacak olursak
olur ve 8.1042 değeriyle çarpımı 24.1023 eder. Bu ise şimdiye kadar dünyada rastlanılmış en büyük depremlerden daha büyük bir enerji boşalmasıdır.
Şekil 14: Toros Dağlarından akordeon şeklinde kıvrımlanmış kireçtaşı katmanları görüntüsü.
Yeryuvarı içinde yukarıda açıklanan şekilde ortaya çıkan
kuvvetler öyle değerlere ulaşırlar ki, binlerce metre kalınlığındaki sert
kayaçlar akordeon gibi sıkıştırılıp, kıvrımlanırlar.
Neden 200 km uzunluğunda, 50
km genişliğinde, 30 km derinliğinde bir yerkabuğu dilimi
seçildiği konusuna gelince: Seçim rasgele değil, doğadaki jeolojik
oluşum mekanizmasıyla ilgili düşüncelerle yapılmıştır. Yeryuvarı taşküre
dediğimiz denizlerin altında yaklaşık 50-70 km, kıtaların altında yaklaşık
100-130 km kalınlığında sert bir kesimden oluşur. Bu sert davranışlı
taşküre birçok küçük parçadan oluşur. Büyük ölçekli parçalara levha denir. Daha
küçük ölçekli parçalara ise terran adı verilir. Terran boyutu
ortalama 100-200 km civarındadır. Yukarıdaki hesaplamada seçilen
boyut bu nedenle alınmıştır. Her bir terran, kendi içinde bir bütünlük sergiler
ve dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre davranır. Dolayısıyla, o sistem
içindeki tüm moleküller ve onlardan oluşan üst sistemler (mineraller, kayaçlar,
katmanlar) birbirleriyle karşılıklı etkileşim içindedirler ve en ekonomik
duruma geçecek davranış sergilerler.
►11- Özetleyecek
olursak, doğa-üstü kuvvetler dediğimiz çok büyük kuvvet sistemleri, belli bir
döngü içinde bir araya gelmiş öğelerin sahip oldukları
enerjilerin rezonans içinde üst-üste çakışmaları şeklinde ortaya
çıkmaktadırlar. Aynen bir tayfun içindeki tüm moleküllerin enerjilerinin
birleştirilip, muazzam bir kuvvet oluşturmaları gibi.
Devam edecek bölümlerde bu özel gezegende yaşamın nasıl oluştuğunu göreceğiz.
DOM-8: Doğada her
şeyin kayıtları tutulur. Okumasını bilirseniz doğayı anlarsınız.
DOM-8a
Dünyamızdaki Değişim-Dönüşüm Kayıtlarının Tutulduğu Bir Kitap: JEOLOJİK
KATMANLAR veya YERYUVARININ ARŞİV SAYFALARI
Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler denizlere taşınır ve deniz diplerinde depolanır. Denizlerde depolanan bu maddeler arasında, yeryüzünde o an bulunan maddeler de bulunurlar. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu.
Denizlerdeki bu katmanlarda dünyadaki
her olay kaydedilir.
•
Nerede ne zaman
bir deprem olduğu,
•
Nerde ne zaman
bir volkan patladığı,
•
Hangi denizde
hangi zamanda ne tür bir canlı yaşadığı, bu canlının ne zaman ortaya çıktığı ne
zaman kaybolduğu;
•
Deniz tabanının
ne kadar derin olduğu,
•
Deniz suyunun
sıcaklığı
•
Vs.
Şimdi bu ve benzer tür yöntemlerle elde edilen verilerden
giderek, nasıl bir doğa ve dünyada yaşadığımız ortaya konulduğunda şu görülür:
● Günümüzde cep telefonu dalgaları çok yaygın, hâlbuki
50 yıl önceleri yoklardı, çünkü 50 yıl önceleri bu tür dalgalar yayınlayacak
alet oluşturma bilgimiz yoktu.
● 100 yıl geriye gittiğimizde, TV dalgalarının olmadığı bir
döneme ulaşırız, çünkü o zamanlar henüz TV-dalgaları yayınlayacak (ve de
algılayacak) alet oluşturma bilgimiz yoktu.
● 200 yıl geri gittiğimizde radyo dalgalarının bulunmadığı
bir dünyada yaşanılıyordu.
● 500 yıl geri gittiğimizde hiçbir motor sesi
dalgasının işitilmediği bir dünyada yaşanılıyordu, çünkü henüz motor denilen
aletler oluşturulmamıştı.
● 2 bin yıl geri gittiğimizde hiçbir bomba veya tüfek
patlaması sesinin işitilmediği bir dünyada yaşanılıyordu.
● 5 milyon sene geri gidildiğinde, hiçbir insan sesi
dalgasının var olmadığı bir dünya söz konusuydu.
● 500 milyon yıl önceleri hiçbir yaprak hışırtısının
bulunmadığı bir dünya vardı.
● 1 milyar yıl öncelerinin dünyasında hiçbir hayvan sesi
dalgası bulunmuyordu, çünkü ses çıkaran hayvan bedenleri henüz
oluşturulmamıştı.
Görüldüğü üzere, doğadaki kuvvet alanları denilen
dalgalar-radyasyonlar, varlıkların yapısal doku ve bileşimlerine bağlı olarak
oluşturulurlar, çünkü bilgi varlıkların kimyasal bileşimleri ve fiziksel
dokularında kaydedilir. Zaman içinde madde kombinasyonları değiştikçe,
varlıkların yaydıkları sinyaller de sürekli değişmekte, kuvvet alanları
dediğimiz etkileşim türleri zenginleşmektedir. Evrenimizin başlangıcı kabul
edilen big-bang zamanında, evrendeki her şey atom-altı parçacıkları şeklinde
olduğundan, kuvvet alanı spektrumu çeşitliliği de azalmış olmak durumundadır.
Atom-altı-parçacıklarının kombinasyonlarıyla, molekül, hücre, vs gibi daha
büyük yapılaşmalar ortaya çıktıkça, doğa ve dünyamızdaki kuvvet alanları (yani
etkileşim) türleri de artamaya başlamıştır. Dolayısıyla, zaman dediğimiz
olgunun belli bir yönsemesi vardır. Zaman içinde ileri veya geri gidiş diye bir
şey olamaz, çünkü o varlık o çevreyle etkileşemez duruma düşer, zira kuvvet
alanları çok değişmiştir ve varlık o kuvvet alanlarını algılayıp-tepki veremez.
Yeryuvarı Arşivlerinin Okunmasıyla Hayatın Gelişimi Konusunda Elde Edilen
Sonuçlar
Yerbilimciler, yeryuvarında şimdiye kadar oluşmuş
"arşiv tabakalarını" sıraya koyarak (hangisinin daha eski, hangisinin
daha yeni olduğunu belirleyerek), tek tek incelerler ve bunların sonucunda da,
dünyamızda eskiden neler olmuş, neler bitmiş olduğunu, oldukça ayrıntılı bir
şekilde ortaya koyarlar. Yerbilimciler, tabakaların veya diğer tür kayaçların
mutlak yaşlarını saptamanın sistemini de keşfetmişlerdir. Bu da doğadaki mevcut
temel kimyasal elementlerin "izotop" denilen farklı ağırlıktaki ama
aynı kimyasal özellikteki "ikizlerinden" yararlanılarak olmaktadır.
Uranyum, potasyum, karbon, vs. gibi çoğu temel kimyasal elementlerin, nötron
fazlalığı veya azlığı olan "izotop" kardeşleri vardır. Bu izotop
kardeşlerin kimisi sabittir, zaman içinde değişmezler. Ama bazıları, sabit
değillerdir ve belirli kurallar çerçevesinde parçalanarak, daha başka temel
elementlere ve atom-altı parçacıklarına ayrılırlar. Bu parçalanma süresi,
zamana bağlıdır. Bir kayaç oluştuktan sonra, o kayacın içinde hangi tür
elementlerin hangi oranlarda bulunduğu laboratuvarlarda çok hassas olarak ölçülebilmekte
ve bu oranların ne kadar zamanda oluşabilecekleri hesaplanarak, kayacın oluşum
yaşı saptanabilmektedir. Bu sayede, yerbilimciler, hem göreli olarak, yani
alttaki tabakaların daha yaşlı, üsttekilerin daha genç dönemleri temsil
ettikleri olgusu yanında, herhangi bir kayaç parçasının mutlak yaşını da
saptayarak, kaç milyon yıl öncesine ait olduğunu yaklaşık % 5 lik bir hata payı
çerçevesinde belirleyebilmektedirler.
Eski zaman canlılarını araştıran bilim adamları olan
"paleontolog veya paleobiyologlar" yeryuvarı tarihi boyunca oluşmuş
olan tüm tabakaları yaprak-yaprak inceleyerek, "hayatın tarihsel
gelişimini" adım adım izleyebilmektedirler.
4.6 milyar yıllık bir
geçmişe sahip olan yeryuvarının, ilk yarım milyar yıllık döneminin çok sıcak
olduğu, bu nedenle de, üzerindeki su kütlesinin sürekli buhar halinde olması
nedeniyle, deniz veya göl gibi "kayıt tutucu, yani tabaka oluşturucu"
ortamların olmadığı anlaşılmaktadır. Hayat suya bağımlı bir olaydır. Bu
nedenle, deniz veya göl gibi sulu ortamların mevcut olmadığı bir dünyada, hayat
olması da beklenemez. Dünyamızın oluşumunu takip eden süreçte, gittikçe
soğumaya başlaması nedeniyle, yüzeyinde sert bir kabuk oluşumu başlar. Bu
arada, atmosferde buhar olarak bulunan H2O da, sıcaklığın düşmesi sonucu, "suya"
dönüşür ve bu şekilde yeryuvarında ilk karalar ve denizler oluşmaya başlar.
Denizlerde başlayan bir hayat sistemi
Şekil: Yaklaşık 3.5 milyar yıl öncesi kayaçlarında bulunan bir bakteri türü
(Schopf 1993).
Dünyamızın ilk sakinleri deniz sularında yaşayan prokaryotik
bakterilerdir. Dünyamızın en eski canlı kayıtlarına, yaklaşık 3.5 milyar yıl
öncelerine ait olan tabakalarda rastlanır. Bunlar, günümüz dünyasının da en
ilkel ve basit yapılı canlıları olan prokaryota grubuna ait bakterilerdir.Bakteriler yaklaşık bir mikron boyutunda, çok çeşitli
koşullarda yaşayabilen ve çok çeşitli kaynaklarından yararlanan canlılardır.
Çok çeşitli kimyasal reaksiyonlar yaparak, bulundukları ortamdaki kimyasal
bileşikleri değiştirebilirler. Örneğin fotosentezle şu reaksiyonu
gerçekleştirebilirler:
6CO2 + 6H2O + Güneş enerjisi = C6H12O6 +
6O2
Bu tür kimyasal tepkimeler sonucunda, canlıların
bulundukları ortamdaki madde bileşimi değişimlere uğrar. Örn. ortamdaki CO2 miktarı
azalıp, O2 miktarı artmaya başlar. Bu tür değişimler sonucu,
atmosfer, hidrosfer ve biyosferdeki kimyasal bileşimler sürekli değişir.
Ortamın kimyasal bileşimi değişince, o yeni kimyasal bileşimleri kullanacak
yeni bakteri türleri oluşurlar. Bu şekilde canlılar alemindeki çeşitlilik
artışının ilk adımları atılmış olunur.
Bakterilerden sonra yaklaşık 2 milyar yıl önceleri ökaryot
tek hücreli canlılar dünyamız denizlerinde görülmeye başlar
Bakterilerin etkinliklerinin atmosfer, hidrosfer, biyosfer
gibi doğal ortam koşularında birçok değişiklikler yapmaları, varlıklar arası
sinyal etkileşimlerini muazzam bir yoğunluğa ulaştırmıştır. Bu olay aynen
günümüz insanlığının karşı-karşıya bulunduğu duruma benzemektedir: Binlerce
yıldır hem insan nüfusu artmış, hem birçok yeni meslek grupları ortaya çıkmış;
insanlar arası etkileşim dünya ölçeğine ulaşmış ve artık insanların tek
başlarına yaşayabilecekleri bir yer kalmamıştır. Bu durum karşısında, ya
karşılıklı olarak birbirlerini yok ederek hayatta kalma yarışını sürdürecekler,
ya karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşıp, mevcut koşullara uygun daha ekonomik bir
yaşam sistemi ortaya koyacaklardır.
Varlıklar birbirlerinden kopuk, bağımsız yaşadıkları zaman
çok fazla enerji harcarlar. Hâlbuki birbirleriyle birleştikleri ve karşılıklı
olarak hizmet alış-verişi ortaklığı içine girdikleri takdirde, daha az enerji
harcayan, daha ekonomik üst sistemler ortaya koyarlar. Örneğin H2O molekülünde,
hidrojen ve oksijen karşılıklı bir hizmet alış-verişi ortaklığı içindedir: Biri
diğerine bir elektron verir; diğeri ona bir pozitron verir; bunun sonucu daha
az enerjiyle geçinebilen bir molekül oluştururlar.
Bireysellikle toplumsallık arasındaki ilişkinin sırrı
buradadır. Bu ilişki şöyle ifade edilir:
PARÇALARIN KÜTLELERİ TOPLAMI, BİRLEŞİĞİN TOPLAM KÜTLESİNDEN FAZLADIR. Yani
birleşme sayesinde enerji kazanılır.
Bütün sorun, “hangi bileşimdeki öğeler bir araya gelirlerse
daha ekonomik bir üst sistem oluşturulabilir?” bilgisinin saptanmasına gelir –
dayanır. Bunun cevabı ise, sinerjetik fizik verileriyle ortaya konmuştur:
Oluşturulan bilgiler birbirleriyle yarıştırılırlar; tüm ilişkililer dikkate
alınarak, en kısa yoldan, en ekonomik çözüm formülünü oluşturan hayatta kalır!
Çünkü elektronlar en ekonomik sisteme göç ederler.
İşte bakteriler arasındaki sorun böyle çözülür ve ilişkili
tüm bakterilerin ortaklıklarıyla ökaryot tipi hücreler oluşurlar. Bu nedenle
ökaryotlar prokaryotlara göre, çap olarak 10 kattan fazla bir boyutta oldukları
gibi, ağırlık ve hacim açısından da binlerce kat daha büyüktürler.
Son yıllarda olanaklı olan elektron mikroskobik ve gen
teknolojik araştırmalar ökaryotların prokaryotik hücrelerin birleşmeleriyle
oluştuklarını ortaya koymaktadır. (Margulis 1993, Dyall et al. 2004.) Nitekim
ökaryot hücrelerde, mitokondria, kloroplast gibi organeller bulunmaktadır. Bu
organeller, "canlı içinde canlı, veya devlet içinde devlet"
gibidirler; kendi genleri vardır, yani kendilerine özgü bir bilgi bankaları
bulunur; oldukça (otonom) bağımsızdırlar. Bu organeller üzerinde yapılan
genetik aminoasit dizilimi benzerliği (akrabalığı) araştırmaları, onların,
içlerinde bulundukları hücreden çok, prokaryotik eşlenik bakterilere daha yakın
olduklarını ortaya koymuştur.
Ökaryot hücrelerin prokaryot hücrelerin ortaklıklarından
ortaya çıkmış olmaları olgusu, “Bilgi oluştur ve bu bilgilere göre örgütlen!”
dürtüsünün etkinliği sonucudur: Mevcut olan tüm öğeler kullanılarak,
- hem daha ekonomik yeni bir üst-sistem oluşturulmuş,
- hem çok daha fazla bilgi depolama ve depolanan bu
bilgilerin birbirleriyle karıştırılmalarını önleyici yeni bir sistem ortaya
konmuş (çekirdekte histon denilen makara-gibi yuvarlaklara sarılma yöntemi),
- hem de bireyler arasında genetik bilgi alış-verişine ve bu
sayede edinilen bilgilerin çok daha etkin bir şekilde kullanılmasına olanak
sağlayan yeni bir değer yargısı oluşturulmuştur: aşk ve seks!
Şimdi bunları kısaca açıklayalım:
- Ökaryotların prokaryotlara göre daha ekonomikliğini göstermek
için, 1 mol şekerden yararlanma derecesine bakalım: Prokaryotlar fermantasyon
işlemiyle glikoz (şeker) molekülü başına 2 ATP elde ederlerken, ökaryotlar hem
bu fermantasyon yöntemini kullanarak önce 2 ATP lik bir verim elde ederler;
sonra ise, bu reaksiyonlarda ortaya çıkan piruvat moleküllerini oksitleyerek,
onlardan tekrar ATP üretimini çoğaltırlar ve sonuçta kat be kat fazla ATPlik
verim elde etmiş olurlar.
- Prokaryotlarda bilgi, sitoplasma içindeki basit bir DNA
ipliğinde sıralanan amino-asit dizilimlerinde bulunur. Buna karşın ökaryotlarda
genetik bilgi, çekirdek denilen ve özel bir zarla sitoplasmadan ayrılmış
bulunan bir kafes içinde bulunur. Diğer ikinci ve önemli bir fark ise,
prokaryotların genetik bilgisi bir tesbih şeklinde tek bir zincirlemeden
oluşurken, ökaryotlarda çok büyük dizilimlerden oluşurlar ve bu büyük
dizilimler bir birleriyle karışıp- kördüğümler oluşmasın diye, histon adı
verilen yuvarlak sarılım aygıtları oluşturularak, ipliklerin kördüğüm
oluşturmasını engelleyen makaralar gibi özel sarılma sistemleri
oluşturulmuştur.
- Artan bilgi kapasitesini depolamaya yarayan bu makaralara
sarma işlemi yanında, ökaryotlar bir yenilik daha oluşturmuşlardır: Karşılıklı
olarak bireyler arası bilgi-değiş-tokuşunda bulunarak, karşılıklı deneyimlerden
yararlanmak! İşte seks dediğimiz ayrımın nedeni bu bilgi alış verişine
dayanır. Hücreler bu bilgi alış-verişine o kadar önem vermişlerdir ki, canlılar
çeşitli metabolik reaksiyonlarla seks savaşları yapacak, veya hayatlarını bu
uğurda feda edecek derecede bu eyleme zorlanmışlardır. Seks ayrımı, canlılar
âlemindeki ayırıcı özellik olan tür farklılığının oluşumuna yol açmıştır. Her
canlı, kendi genetik bilgileriyle çakışabilecek bilgiye sahip olan eşleniğini
kolayca ayırt edebilmek için çeşitli yöntemler oluşturmuşlardır: Kimi belli
renkler, kimi belli kokular, kimi belli geometrik şekiller, vs. oluşturarak,
karşılıklı şekilde birbirlerini tanıyıp, karşılıklı bilgi alış-verişi
sağlanmasını güvence altına almaya çabalamışlardır. Çünkü bilgi oluşturmak
onlar için çok çok önemlidir, zira doğa ve dünya varlıkların oluşturdukları
bilgilere göre dizilen parçacıklardan oluşturulmaktadır. Tüm canlıların,
yavrularını yetiştirmek için gösterdikleri olağan-üstü çabalar, yine bilgiye ve
onun aktarılmasına verilen önemden kaynaklanmaktadır. Canlılar arasında yapılan
tüm kavgalar ve savaşlar da, her bir canlının sahip olduğu bilgiyi diğerine
empoze etmesi gayretlerinden başka bir şey değildirler.
Şekil: Yaklaşık 800 milyon yıl öncelerine ait ökaryot hücre kalıntıları
(Knoll 1991’den).
DOM-8b
Ökaryot hücrelerin karşılıklı ortaklık ilişkilerine girmeleri ile
yeni bir üst-sistemin (= çok hücreli canlıların) denizlerde oluşması
Yukarıdaki paragraflarda açıklanan doğa yasası işlemeye
devam eder ve ökaryot türü canlıların sayısı ve çeşitliliği, bunlara bağlı
olarak da, diğer varlıklar arası etkileşim ve çeşitlilik gittikçe artar. Varlık
çeşitliliklerinde ve sayılarında oluşan bu artış, tüm bu varlık sistemlerini
birbirleriyle karşılıklı etkileşimlere zorlar. Bu defa ortada prokaryotik
canlıların yanı sıra, çok sayıda ökaryot hücre çeşitliliği ve bolluğu
vardır.
“Bilgi oluştur ve bu bilgilere göre daha ekonomik yeni bir
üst-sistem oluşturacak şekilde örgütlen!” dürtüsü yine etkisini gösterir ve hücreler
karşılıklı ortaklık ilişkilerine girecek bir bilgi sistemi oluşturarak, çok
hücreli canlı yaşamını devreye sokarlar.
Önce yaklaşık 800-900 milyon yıl önceleri çok hücreli deniz
yosunları ve 600 milyon yıl önceleri ilk çok hücreli hayvanlar dünyada yerlerini
alırlar.
<i ç.çç
Şekil: Ediacara faunası örnekleri (Sunday Times 1972’den)
Yaklaşık 600 milyon yıl öncelerine ait tabakalarda ilk çok
hücreli hayvanlıların izleri görülmeye başlanır. İlk defa Avustralya'daki
Ediacara tepesinde bulunmalarından dolayı, "Ediacara faunası" olarak
adlandırılan bu canlı topluluğundaki bazı organizma örnekleri şekilde
görülmektedir.
Denizel hayvanlarda sert kavkı ve iskelet
yapımı bilgilerinin oluşturulması
Yaklaşık 550 milyon yıl öncelerinin tabakalarında, hayvanlar
aleminin nasıl büyük bir patlama gösterircesine çeşitlendiğinin kayıtları
bulunur. Ediacara tipi fauna yok olmuş, onun yerine, çok farklı şekillerde, çok
farklı özelliklerde bir çok yeni canlı tipi ortaya çıkmıştır. Bu yeni ortaya
çıkan canlı grupları arasında, deniz salyangozları, midyeler, derisidikenliler
gibi günümüz canlı gruplarının benzerleri de vardır; ama bunların yanında,
günümüz hayvanlarına hiç benzemeyenlerinin sayısı, çok çok daha fazladır!
Kambriyen dediğimiz bu döneme ait hayvanlar aleminden bazı örnekler şekilde
verilmiştir. Kambriyen faunasında dikkati çeken bir husus, canlıların büyük
çoğunluğunun sert bir koruyucu kavkı oluşturmuş olmalarıdır.
Şekil: Kambriyen denilen dönemin başlangıcında (550 milyon yıl önceleri), sert kabuk veya kavkı yapabilme bilgisi oluşmuştur.
Şekil: (A) şeklinde 450-500 milyon yıl öncelerine ait hızlı bir deniz
yüzücüsü nautilid (Ortoceras), (B)de ise bir araya gelip, nema adı verilen
yüzücü bir sap oluşturarak, kendilerini buna bağlayıp deniz suları üzerinde
pasif şekilde yüzen graptolit grubundan bir hayvan kolonisi (Didymograptus).
Koruyucu veya destekleyici kavkı oluşturma bilgisi, çok
hücreli canlıların aktif hareket etme yeteneklerini hızlandırmalarına yol açmış
ve nautilidler gibi denizaltı gemilerinin dalma ve yükselmeleri veyahut
jet-prensibine göre hareket eden uçakların hareket prensiplerine benzer
yöntemler oluşturularak, tüm denizel ortamlarda yaşama olanaklarına
kavuşulmuştur.
Deniz hayvanları arasında ilk ortaklık sistemlerinin oluşturulması
Bir üst düzeyde birleşilerek daha rahat yaşama olanağına
kavuşulduğundan, sayıları çok artan canlılar, koloniler şeklinde bir araya
gelerek ekolojik sistemde yerlerini almışlardır. Yaklaşık 500 milyon yıldan
beri hayvanlar arasında ortaklıklar, koloni yaşamaları yaygındır. Graptolitler,
mercanlar, bryozoa gibi bir çok hayvan grubu ortak yaşamın öncülerindedirler.
İlk ortaklık sistemlerinden biri, sal gibi deniz
suyunda yüzebilecek bir sap (nema) oluşturarak, bu sapa kendilerini bağlayıp,
denizlerin üzerinde akıntılarla her yöne sürüklenip değişik deniz ortamlarından
yararlanma usulüdür. Bu yöntemi graptolit denilen hayvanlar oluşturmuşlardır.
Mercanlar, bryozoa
gibi daha bir çok hayvan grubu, yaklaşık 400-500 milyon yıldan beri
denizlerde hayvan ortaklıkları oluşturarak yaşamaktadırlar.
Şekil: Bir bryozoa kolonisi
Dünyamızda BİLGİ artışına dayalı bir evrimsel gelişim
sürmektedir.
DOM-8c
Karasal ortam koşullarına uyumlu
beden tasarımı bilgilerinin oluşturulması ve hayatın denizlerden karalara
sıçraması
Şekil 6.7’de sol-üstte, dünyamızda karalarda görülen ilk
bitki türleri (at kuyrukları, kibrit-otları, vs) görülüyor. Sağ üst tarafta en
üstte Spirifer denilen bir brachiopod ve altında bir cephalopod resmi
var. Diğer fosiller ise “zırhlı balıklar” grubundan; bu balıkların
zırhlarını oluşturan kemikler, daha sonraki omurgalılarda kafatasına
dönüşürler!
Yaklaşık 410 milyon yılları öncesi, dünyamızdaki en önemli
olaylardan biri daha gerçekleşmiş ve o zamana kadar yaklaşık 3 milyar yıldır
sadece denizlerde devam eden "hayat sistemi", Silüriyen-Devoniyen
olarak adlandırılan dönemlerin geçişinde, ilk defa karalara geçiş
yapmıştır. Her şeyin bilgi oluşturularak gerçekleştirildiği doğal
sistemde, hayat sisteminin denizlerden karaya geçişi olayının, bu zaman
diliminde denizlerde hayatın doygunluğa ulaşmış olması sonucu, canlıların yeni
hayat ortamı arayışına yönelik bilgi oluşturma çabalarının bir sonucu olarak
görülmesini gerektirir.
Yukarıda anlatılan devirde ilk defa karalara geçiş yapan
hayat (hücreler ve hücre kolonileri sistemleri) ilk önce basit boru yapılı otsu
bitkilerle başlayıp, gittikçe daha gelişmiş türler geliştirerek, Karbonifer
devri dediğimiz (yaklaşık 300-350 milyon yılları arasını kapsayan) devirde,
dünyamızın ilk kömür yataklarını oluşturacak kadar bollaşırlar ve
zenginleşirler. Kömür oluşturucu anlamına gelen Karbonifer devrinde, günümüz
dünyasında hiç benzeri olmayan çeşitli türlerde dev ağaçlar ve eğrelti otları
oluşmuşlar ve bataklık ortamlarında gömülüp fosilleşerek, biz insanların bu gün
"taş kömürü" olarak yaktıkları kömür yataklarını oluşturmuşlardır.
Karalarda bu kadar çeşitli türlerde ot ve (çiçeksiz) ağaç
yetişmesi, hayvanları da (hayvan dediğimiz hücre kolonilerini de) karalara
geçiş yapmaya; oralardaki bu bitkiler topluluğunun oluşturdukları enerji
depolarından yararlanmaya ve onları başka tür enerji kaynaklarına dönüştürerek,
doğadaki doğal döngü sisteminin çeşitlendirilmesine yöneltmiştir.
Şekil 6.7:
400-420 milyon yıl öncelerinde hayat denizlerden karalara geçiş yapar.
Şekil 6.8: Hayatın karalara geçmesiyle birlikte,
karasal ortam canlıları gittikçe gelişip çeşitlenirler ve dünyamızın ilk kömür
yataklarını oluşturan kalın ağaçlar, çeşitli böcek ve bataklık hayvanları
gelişirler (Sunday Times 1972’den).
Karalara geçiş yapan hücre kolonileri arasında, denizlerdeki
"eklembacaklıların" temsilcileri olarak çeşitli "böcekler"
(insecta) yer alırken, denizlerdeki omurgalıların (ki o zamanlarda denizlerdeki
tek omurgalı hayvan grubunu balıklar oluşturmaktadır) temsilcileri olarak da,
çift yaşamlı anlamına gelen "amphibia" grubu hayvanlar (semenderler,
kurbağagiller) bu geçiş döneminin öncülüğünü yapmışlardır.
Yaklaşık 250-300 milyon yılları arasını kapsayan ve Permiyen
diye adlandırılan devirde, omurgalılar alemindeki hızlı gelişmeler devam eder
ve reptilia denilen sürüngenler grubu hayvanlar sahnede bollaşmaya başlar.
Şekil 6.9: 250-300 milyon yıl öncelerine ait bazı canlı kalıntıları (Sunday
Times 1972’den).
DOM-8d
Dünya yaşayan bir
sistemdir ve belli döngüleri vardır. Canlı çeşitliliği de bu döngülere uyarak
azalıp-artar.
Canlılar Âleminde Toplu Yok-oluşlar ve Yeniden Oluşumlar
Bir denizdeki fitoplankton miktarının, dünyanın
dönmesine bağlı olarak 24 saatlik bir artma ve azalma döngüsü göstermesi gibi,
dünya genelindeki hayat sisteminin de çok uzun vadeli bir döngüye sahip olduğu
paleontolojik değerlendirmeler sonucu ortaya konulmuştur.
Dünyamızın canlı ve yaşayan bir sistem olduğu, DOM-7
bölümünde gösterilmişti. Dünyadaki bu canlılık, çeşitli döngüler şeklinde
kendini gösterir. Bu döngüler zorunlu olarak canlılar alemine de yansır ve
canlı çeşitliliği ve sayısında da gözlemlenir.
Şöyle ki:
Rhode ve Muller (2005)’den alınan şekilde görüldüğü üzere,
yazarlar yaptıkları araştırmada, dünyamızın son 550 milyon yıllık tarihi
sürecinde yaşamış ve fosilleşmiş canlı kalıntılarının cins mertebesinde sayısal
artış ve azalışlarını bir diyagram üzerinde göstermişler ve dağılımlarının
yaklaşık 62 milyon yıllık döngüler şeklinde olduğunu ortaya koymuşlardır.
(Şekildeki bol zik-zaklı eğri, gerçek veri değerlerini, düzgün sinüs eğrisi ise
62 milyon yıllık döngü eğrisini göstermektedir.)
Şekil 6.10: Yaklaşık 62 milyon yıllık bir periyotla dünyamızdaki tüm
canlıları etkileyen bir faktör vardır (Rhode ve Muller 2005).
Global ölçekli bu yok oluşların nedeni kesin olarak
bilinmiyorsa da, Mars ile Jüpiter gezegenleri arasındaki asteroid kuşağından
dünyamıza, yaklaşık 60 milyon yılda bir, 10 km den büyük çaplı
göktaşlarının çarpma periyodu ile uyumlu olması, çok dikkat çekicidir.
Memeliler ve kuşlar grubu canlıların
yeryüzünde ilk ortaya çıkışları
Yaklaşık 250 milyon yıl önceleri oluşan bu felaket sonrası,
canlılar alemi gerek denizlerde, gerek karalarda tekrar yeniden canlanmaya ve
çeşitlenmeye başlar. Denizlerde yeni mercan grupları oluşarak, eskilerden kalan
boşluğu doldurur, yeni yumuşakça (mollusca) grupları ortaya çıkarlar, vs..
Karalarda ise, omurgalılar dünyasında sürüngenler egemenliği ortaya çıkar.
Omurgalılar grubundan memelilerin de ilk temsilcileri bu arada ortaya çıkmıştır.
Dünya iklimi bu 250 – 65 milyon yılları arasını kapsayan Mezozoik dediğimiz
ana-devirde öylesine sıcaktır ki, bu sıcak iklim koşulları sürüngenler gibi
soğukkanlı canlılar için ideal iken, memeliler gibi sıcakkanlı canlılar için
büyük bir dezavantaj oluşturmuştur. Çünkü sıcak iklim koşullarında memeliler
ter bezlerini sürekli çalıştırmak zorunda kalmışlar; bu ise onları fazla enerji
harcar durumda olmaya zorlamıştır.
Yaklaşık 170- 200 milyon yıllarında, karalarda ilk defa
çiçekli bitkiler de ortaya çıkar ve meyve ağaçları da oluşur. Çiçekli
bitkilerin ortaya çıkışı, böcekler ile bitkiler alemi arasında yoğun bir
karşılıklı ilişki ağı oluşturulmasına yol açar. Kuşların ilk ortaya çıkışları
da bu dönemde gerçekleşmiştir.
Şekil 6.11: Mezozoik Era'sı adı verilen 65- 250 milyon yılları arasında, yeryüzünde sürüngenler grubu canlılar (DİNOZORLAR) dünya sahnesine egemendirler. Bu dönemde ilk defa memeliler ve kuşlar da ortaya çıkmışlardır (Sunday Times 1972’den).
DOM-8e
Bilgi oluşturmanın
önemini bilen hücreler, yorumlama ve bilgi oluşturma yeteneği maksimum olan
insanı oluştururlar.
Canlılar âleminde bir başka büyük
yok-oluş ve dinozorların yerine memelilerin dünyaya egemen olmaları
Yaklaşık 65 milyon yıl öncesinde, dünyamız tekrar bir
"kıyamet" dönemi yaşar. Mezozoik ana -devrinin başındaki yok oluşa
benzer bir büyük yok oluş, son ana-devir olan Senozoik'in başında da
tekrarlanır. Bu yok oluş evresinde, omurgalılardan dinozorlar grubu tamamen yok
olurlarken, omurgasızlar aleminden, ammonitler, belemnitler; protozo'lardan
globotruncanid denilen pelajik foraminiferler, vs. yok olan canlı grupları
arasındadırlar.
Şekil 6.12: Günümüz dünyası canlıları Senozoik adı verilen 65 milyon yıldan itibaren yaygınlaşırlar (Sunday Times 1972’den).
Hücre kolonileri, yok olan bu akraba canlı gruplarının
yerlerini, yeni kombinasyonlar oluşturarak doldururlar. Dinozorlardan kalan
ekolojik boşluğu, memeliler grubu canlılar doldururlar. Memeliler grubunun anaç
hücreleri, hemen Senozoik başlarında bir sürü yeni kombinasyonlar oluştururlar
ve birçok yeni memeli grubu ortaya çıkar. Bunlar arasında atlar, filler,
geyikler, ayılar, vs. gibi, bizlerin aşina olduğu günümüz hayvanları yer
alırlar.
Günümüz coğrafik görüntüsünün oluşmaya
başlaması ve ilk iki ayaklı memelilerin (İnsangillerden Australopitechus'un)
ortaya çıkışı
Senozoik dediğimiz son ana-devir içinde, dünyamız
coğrafyası, güncel şeklini almaya başlar. Bu arada birçok taşküre parçası
birbirinden uzaklaşıp, aralarında yeni okyanuslar oluşurken
-Afrika ve Güney Amerika taşküre parçaları birbirlerinden
ayrılırlar. Aralarında Atlantik Okyanusu oluşur; Hindistan, Avustralya,
Antarktika, Afrika taşküre parçaları birbirlerinden ayrılıp uzaklaşırlar ve
aralarında Hint Okyanusu oluşur;
-bazı taşküre parçaları da birbirlerine yaklaşırlar ve
aralarındaki okyanus tabanları sıkışarak kıvrılıp kırılmalarla yükselirler ve
yeni dağ kuşakları oluştururlar,
-Afrika ve Avrasya taşküre parçaları birbirlerine
yaklaşarak, Alpleri, Dinaridleri, Torosları, Zagrosları, vs. oluştururlar.
Hindistan ve Asya taşküre parçaları tam çarpışarak, ikisi arasındaki eski
okyanusun tamamen kapanmasına ve dünyanın en yüksek dağ kuşağı oluşumuna yol
açarlar.
-Yaklaşık 7-8 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika bölgesi coğrafyasında büyük değişimler oluşmaya ve yörede volkanlar patlamaya başlar. Devam eden iç dinamik güçler sonucu kıta parçalanmaya başlar ve bölgede Victoria, Rudolf, Stefani, Abaya gölleri ve onların kuzeydoğuya doğru uzantılarında bulunan bir sürü göl oluşumu başlar ve Habeşistan'ı güneybatı - kuzeydoğu yönünde kesen vadi sistemi (Omo vadisi, vs.) oluşur.
Şekil 6.13: Kuvaterner denilen son iki milyon yıllık dönemde,
memelilerin hızlı gelişimi sürer ve bunun bir sonucu olarak ilk insan ortaya
çıkar (Sunday Times 1972’den).
Yani Doğu Afrika'nın bu yöresi, iç dinamik kuvvetlerin
etkisiyle, bir taraftan yükselirken, diğer taraftan da yarılmaya başlar. Bu
durum karşısında, elbette bölgenin hem iklimi değişir, hem de bu iklim
değişikliğine paralel olarak bitki örtüsü değişmeye başlar. Bitki örtüsünün
değişmesi, yöredeki hayvanların, daha doğrusu, hayvanları oluşturan hücre
kolonilerinin de, yeni kombinasyonlar oluşturarak, bu değişen koşullara uyumlu
"yeni kılıflar= yeni hayvan türleri" oluşturmalarına neden olur.
Görüldüğü üzere, bitki ve hayvan bedenleri içlerindeki
hücrelerinin bilgi oluşturma potansiyellerine bağlı olarak, hücrelerce
oluşturulurlar.
Bu nedenle doğada information & self-organisation olarak
özetlenen dinamik sistemli bir oluşum ve gelişim vardır. Yani BİLGİ faktörü
doğadaki oluşum ve gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür. Ve bilgi üstel
(yani eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim göstermektedir.
Bilgi faktörünün bu
üstel gelişim göstermesinin anlamı, başka bir bölümde açıklanacaktır.
Bu yeni hücre kolonisi kılıflarından birisi de yaklaşık 5
milyon yıl önceleri ilk defa bu yörede ortaya çıkan
ve Australopitechus diye adlandırılmış olan yeryüzünün ilk iki ayaklı
yaratığıdır. Belden altı "insansı", belden üstü "maymunsu"
görünüşlü bu iki-ayaklı yaratık, yaklaşık 1.5 m boyundadır ve
kafatası, ancak bir bebeğinki kadar bir büyüklüktedir. İki ayağı üzerinde
yürümesi nedeniyle "el" denilen bir organla karşı karşıya kalan bu
yaratık, bu "el" organını, bazı şeyleri "sopa" olarak
kullanarak değişik bir yaşam tarzının (modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu
ilk iki-ayaklı yaratığın da değişik ortamlara uyumlu değişik türleri
oluşmuştur: Kimi daha çok bitkisel ağırlıklı bir beslenmeye yönelirken, kimi
etçil ağırlıklı beslenmeye yönelmiş, kimi her ikisini dengeli şekilde
kullanmıştır. Bu farklı yaşam şekillerine uygun olarak da farklı kemik ve kas
yapıları tipleri oluşturmuşlardır.
Şekil 6.14: İki ayaklıların (Hominidlerin) son 5 milyon yıllık zaman
içerisindeki çeşitli türleri (Gedik 1998’den).
DOM-9
Ara-Bilanço:
Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği arşiv-sayfaları olan jeolojik
katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en
alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:
1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru
gelişmektedir,
2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk)
alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen
ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,
ve Dinamik sistemlerde ise,
4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur
ve bu sayede doğal zorluklar aşılır. Yani bilgi tepeden gelmez, tabandaki
öğelerce oluşturulur.
5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki
gelişimi, evrensel ölçekte bilgi artışına dayalı bir evrimleşme olduğunu göstermektedir.
Tavuk-yumurta ilişkileri çerçevesinde, yeni bir civciv modeli olarak
insangillerin ortaya çıkışı
Dünyamızda yukarılarda açıklanan türde bir evrimleşme
gerçekleşmiştir. Bu evrimleşmenin bir doğal seleksiyonla değil de, varlıkların
bilgili ve bilinçli davranışlarıyla gerçekleştiği son 1970li yıllardan sonraki
araştırmalarla ıspatlanmıştır.
Şimdi bu araştırmaları görelim:
DOM-9a
İnsanın
Gelişimi
Doğadaki oluşumların
varlıkların çevrelerindeki değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelme çabaları
sonucu gerçekleştiğini gördükten sonra:
Şimdi “insan”
cinsinin ortaya çıkış yeri ve zamanı hakkında gerekli bilgileri görelim.
Dinamik sistemlerde yeni bir ekolojik sistemin ve canlı türlerinin ortaya çıkması şöyle gerçekleşir: Doğal sistemde belli bir ortamda özel sınırlayıcı koşullar ortaya çıkınca, bu sınırlayıcı ortamdaki öğeler arası etkileşimlerin karşılıklı olarak birbirleriyle sürekli etki-tepki yapmalarına bağlı olarak, “düzen oluşturma = order parameter”, veyahut “informator=bilgilendirici” denilen düzenlenme sistemi oluşur ve bu yeni düzen ölçütlerine uygun yeni yapısal unsurlar ortaya çıkar. Yeni oluşan bir göl veya adadaki ekolojik koşullar bu şekilde değişirler. Galapagos adalarındaki veya Hazar Denizi, Karadeniz, Tanganika, vs. göllerindeki yeni ekolojik sistemler bu şekilde ortaya çıkmışlardır.
Dünyamız sürekli
değişim-dönüşüm içindedir ve bu değişim-dönüşümler coğrafik durumu da çok
değiştirir. Örn. 250 milyon yıl önce dünyadaki tüm kıtalar birleşmiş halde
iken, 250 milyon yıl önceleri parçalanma başlar. Parçalanma Atlantik
okyanusunun olgunlaşmasıyla devam eder ve bu arada Afrika’dan büyük kıta
parçaları kopar. Bu parçalardan biri de Hindistandır ve yaklaşık 10 milyon
yıl önce Asya kıtası ile birleşir. Bu birleşme sırasında aralarındaki denizde
milyonlarca yıldır birikmiş olan tortullar sıkışarak yükselirler ve günümüzün
en yüksek dağ-kuşağını Himalayaları oluştururlar.
Yaklaşık
5 milyon yıl önceleri, dört ayaklı memeli yaratıklardan iki ayaklı insansı
(hominid) yaratıkların oluşması olayı, bir ortam değişikliği sonucu oluşmuştur.
Doğu Afrika, ~10-12 milyon yıl öncelerine kadar, tropik ormanlarla kaplı bir
bölge iken, ~10 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika Rifti denilen yerkabuğu
yükselmesine dayalı yırtılma olayı sonucu, hem binlerce metreye varan bir
yükselmeye uğramış, hem de yırtılma sonucu, sarp yamaçlarla çevrili derin bir vadi
sistemi oluşturmuştur. Bu jeolojik olay sonucu, özel sınırlanmış bir ortam
ortaya çıkmıştır. Bölgenin yükselmesi zorunlu olarak bitki örtüsünde
değişikliğe yol açmış, tropik orman örtüsünün yerini savana ortamı almıştır.
Ormanlarda ve ağaçlar üzerinde yaşamaya alışık 4 ayaklı bir memeli yaratık
grubunun, yaşam ortamlarının savana ortamına dönüşmesi ve bu değişik ortamda
izole (hapis) kalmaları sonucu, beslenme-savunma sistemlerinde değişiklikler
oluşmaya başlamış, ve bu değişikliklerin çok uzun yıllar sürmesi sonucu,
ağaçlarda-dört-ayaklı-yaşama sisteminden,
savanlar-arasında-iki-ayak-üzerinde-yaşam tarzına geçiş zorunlu olmuş ve
hominid (insansı) denilen iki ayaklı yeni bir cins (Australaopitechus) ortaya
çıkmıştır.
Şekil: İki
ayaklıların (Hominidlerin) son 5 milyon yıllık zaman içerisindeki çeşitli
türleri (Gedik 1998’den). Australopitechus diye
adlandırılan cins yeryüzünün ilk iki ayaklı yaratığıdır. Belden altı
"insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü bu iki-ayaklı
yaratık, yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir bebeğinki
kadardır. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el" denilen bir
organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını, bazı
şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının
(modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu ilk iki-ayaklı yaratığın da değişik
ortamlara uyumlu değişik türleri oluşmuştur: Kimi daha çok bitkisel ağırlıklı
bir beslenmeye yönelirken, kimi etçil ağırlıklı beslenmeye yönelmiş, kimi her
ikisini dengeli şekilde kullanmıştır. Bu farklı yaşam şekillerine uygun olarak
da farklı kemik ve kas yapıları tipleri oluşturmuşlardır.
Daha sonraları başka birçok değişiklikler
olması karşısında, bu çok farklı türdeki değişimleri daha iyi
değerlendirebilecek, gelişmiş bir veri-yorumlama sistemi oluşturma yöntemine
geçilmiş ve gittikçe büyüyen bir beyin sistemi oluşturulmuş ve 650 cm3
beyinli Homo habilis'le başlayıp, 900 cm3 beyinli Homo erectus'la
devam edip, 1400 cm3 beyinli Homo sapiens'le sürmekte olan farklı
insan türleri hayata geçmişlerdir.
Doğada her şey
sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende
şu anda neler olup-bitiyor ve gelecekte neler değişebilir, bunları araştır da,
ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde
oluşturmuşlardır. Diğer canlılar daha iyi koku-alma, daha iyi-görme, daha hızlı
koşabilme gibi yeteneklerini geliştirmeye ağırlık vermişler ve bu yönleriyle
doğaya uyumlu olmaya çalışmışlardır. İnsanı oluşturan hücreler ise, tüm bu
alanlardaki yeteneklerinden feragat ederek, doğada neler nasıl oluyor, bunları
nasıl takip edip, onlardan yararlanabilirim, gelecekte neler nasıl
değişebilir gibi “yorumlama” yeteneğine yatırım yapmışlardır. Hücreler,
zaman içinde çevrelerinde birçok şeyin değişebileceğinin farkında olduklarından,
beyin-denilen yönlendirici sistemin hücrelerini sabit-değişmez olarak değil,
sürekli değişip, çevre faktörlerine uyum sağlayacak bir yetenekle
donatmışlardır. Bu yeteneğe, beyin hücrelerinin değişen çevre koşullarına uyum
sağlayabilmeleri anlamına gelen “Neuroplasticity” denir.
Beyin konusundaki
araştırmalar, sık-sık tekrarlanan olayların, beyindeki bağlantıların
oluşturulmasında temel rol oynadığını göstermiştir. Hafıza kaydının yapıldığı
sinir hücrelerinin her biri, 10.000den fazla farklı türde faktörü dikkate alıp-
değerlendirecek şekilde bir yapıya sahiptirler (Lisman ve diğ.2018).
Hücreler
değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere
dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı
beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan
sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin
örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız
verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir.
Önceki bölümde şu soru sorulmuştu:
Acaba kuantsal sistem insanı yaratıcı yetenekli yapmakla büyük bir hata mı
yaptı?
Sorunun cevabı şu tümcede: Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya
uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de
yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler
doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de!
DOM-9b
Hücrelerin “Bilgi
oluşturarak, bir şeyler yaratan” İnsanı Oluşturması
Her canlı hücrelerden oluşur ve hücreler canlının
gereksinimlerine uygun şekilde organ veya organeller oluşturarak canlının doğal
koşullara uyumlu davranmasını sağlarlar.
İnsanı oluşturan hücreler bu temel ilkeyi biraz genişleterek
davranmışlar ve çevreyi çok geniş tasarlayan bir yola sapmışlardır. Nedir o
geniş tasarım?
Bir canlının yaşamını etkileyen faktörler öncelikle en yakın
çevre koşullarıdır. Fakat uzun vadede düşünülünce, o anki coğrafik koşullar
jeolojik zaman dikkate alındığında, değişebilmektedir. Yeryuvarının taşküresi
birçok parçadan oluşur ve bu parçalar okyanuslarda yüzen buz-dağları gibi, yer
değiştirmekte, kah ekvator gibi sıcak bölgeye, kah kutup gibi soğuk bir bölgeye
göçebilmektedir. Ayrıca dünyamıza sık-sık göktaşları düşebilmekte ve hayat
koşullarını anormal etkileyebilmektedir.
Başka hiçbir canlı,
Dünyamız nasıl oluştu,
Dünyamızdan başka yerlerde de hayat var mı?
Güneş nasıl oluştu?
Evren nasıl oluştu?
Hayat nedir, niçin doğum-ölüm döngülü?
gibi düşünceler üretmez.
Ama biz insanlar sürekli olarak yeni bilgiler oluşturmakta,
bu yeni bilgilere dayanarak yukarıdaki gibi yüzlerce soruyla meşgul olmaktayız.
Bu tür düşüncelere uğraşan bir insan beyni tasarlayan hücrelerin böyle bir
tasarıma yönelmelerinin nedeni şu değil midir: 3.5 milyar yıllık bir geçmiş
deneyim bilgisine sahip olan insan hücrelerinin insan beynini, çok farklı
senaryolar üretecek, çok geniş çerçeveli düşünüp- davranacak bir yetenekle
donatmış olmalarının nedeni bu olmalıdır.
Doğada bilgi üstel (patlamalı) fonksiyon olarak gelişir ve
bu nedenle Maksimum Enformasyon Prensibi doğadaki dinamik oluşum mekanizmasının
(DOM) tam merkezindedir. Hücrelerin insan beynini muazzam bir yorumlama ve
bilgi oluşturma yeteneğiyle donatmasının nedeni şu değil midir:
Doğada her şey bilgiye göre oluşturuluyor ve gelişiyor.
Hücreler milyarlarca yıllık geçmişlerinde çok farklı değişim-dönüşümlere şahit
olmuşlar ve kuantsal sistemli evrenin nereye doğru gideceği kesin belli değil,
çünkü her şey olasılık hesaplarına dayanıyor. Böyle bir durumda yorumlama
yeteneği çok gelişmiş bir canlı türünün oluşturulması en makul işlem değil mi?
Bir katılımcı, “insan yaratıcı ise neden bir hücre
oluşturamıyor?” şeklinde insanın yaratıcılığına itiraz etmişti. Yanıtım şu idi:
Doğada yaratıcılık alt-sistemlere aittir, onlar doğadaki değişim-dönüşümlere
uyabilmek için çeşitli üst-sistemler oluştururlar. Hücreler alt-sistemdir,
insanlar (bedenler) üst-sistemdir. İnsan hücre oluşturamaz, hücreler insan
oluşturur. Önceki bölümlerde açıklandığı gibi, insan da doğadaki değişimlere
uygun bir beden oluşturma amacıyla hücrelerce oluşturulmuşlardır. İnsanın
yaratıcılığı ise, insanlığın karşı-karşıya olduğu sorunları çözecek şekilde bir
üst-sistem (yani toplum) oluşturmaktır. İnsanlığın oluşturduğu (yarattığı)
ürünlere bakılırsa, hepsi toplumsal yaşamın gereksinimleri olan şeylerdir. Bu
ürünler, hücrelerin beden oluşturmak için oluşturdukları kalp, böbrek, beyin,
el, ayak, vs. gibi organlara denk gelirler. O organlarla da farklı bedenler oluşturulmuştur.
Canlılar çevresinde kendisini etkileyecek faktörleri
algılayacak organlar-organeller, proteinler, vs oluşturulur. Bu sayede doğadaki
farklı koşullara uyum sağlayarak yaşamını sürdürür. Biz insanlar onlar kadar bu
konuda başarılı değiliz.
Bir örnek verelim:
Jeoloji öğrencileriyle saha çalışmaları yaptığımız bir yaz
gününde, hava güllük-güneşlik iken, birdenbire ani bir fırtına kopar ve ceviz
büyüklüğünde dolu taneleri başımıza yağmaya başlar. Kafamızda şişliklerle, bir
süre sonra öğrenci yurduna döneriz ama ıslanmayan, zarar görmeyen kimse yoktur.
Aklıma şu soru gelir: Arılar bu güzel günde mutlaka kırlarda
çiçeklerden nektar topluyor olmalılar. Böyle yok edici bir felakette hepsinin
ölmesi gerekir. Acaba onlara ne oldu?
Ertesi gün, saha çalışması yaptığımız yere yakın bir yerde
arı-kovanları bulunan birine gidip, bu soruyu sordum. Verdiği cevap ilginçti:
Dolu yağmurunun başlamasından kısa bir süre önce, sürüler halinde tüm arılar
kovanlarına dönmüşlerdi!
Sadece fırtına değil, deprem, volkan patlaması gibi
felaketlerden etkilenecek hayvanlar da, bu felaketleri önceden algılayıp, önlem
almaktalar.
Peki insanı oluşturan hücreler neden bu konuyu dikkate
almayıp, bizleri bu tür yeteneklerden mahrum bıraktılar?
Çünkü insanı oluşturan hücreler çok daha geniş bir bakış
açısıyla hayatı ve doğayı algılamaya ve ona uygun çözümler üretecek
çok geniş spektrumlu bir beden ortaya koymaya kalktılar.
Bu nedenle, bir insan nasıl doğuyor, il insan nasıl oluştu?
Dünyamız nasıl oluştu? gibi binlerce soruyu kendine sormaya başlar.
İnsanlığı kültür gelişimi grafiğinden anlaşıldığı kadarıyla,
bu soruları sormak yaklaşık 300 bin yıl başlamış, çünkü o zamandan beri
ölülerini gömmeye; 45 bin yıl önce duvarlara, taşlara resimler yapmaya;
27-28 bin yıl önceleri, insan nasıl oluşmakta sorusunu sorup,
doğurganlığı temsil eden hamile kadın heykelcikleri yapmaya; 15-20 bin yıl
önceleri ölümden sonra tekrar dirilmeyi tasarlamışlar ki, ölenleri en değerli
eşyalarıyla birlikte gömmeye; 12 bin yıl önceleri ay-güneş ve yıldızların
hayatı nasıl etkilediğini sorgulamışlar ki, gök-yüzündeki bu öğeleri gösteren
şekiller çizmeye başlamışlardır.
Zaman olgusunun önceki bölümlerde açıklanan gelişim
aşamaları, doğal sistemin sürekli bir gelişme içinde olduğunu ve bu gelişmelerin
de bilgi oluşturularak yapıldığını göstermektedir. Doğadaki değişim-dönüşümler
olarak karşımıza çıkan zaman olgusu, atom-altı-öğelerin çevrelerini
algılayarak, oluşan yeniliklere göre, yeni üst-sistemler oluşturduklarını
göstermektedir.
İnsanlık doğadaki yaratıcılığı anlamak istemektedir.
Yaratılan şeylerin kimler tarafından yapıldığına bakmak sorunu çözer.
Bilgisayar, araba, vs insanlar tarafından; insan, koyun, balık, vs. hücreler
tarafından oluşturulmaktadır. Öyleyse bunların yaratıcısı, alt-sistemleri olan
hücrelerdir. Hücreler atomlar-moleküller tarafından oluşturulurlar, atomlar
atom-altı-öğeler denilen kuantsal sistemle oluşturulduğundan, doğadaki tüm
yaratıcılık sisteminin oluşturucusu kuantum alemi olmaktadır.
Yaratıcılık hep alt-sistemlerle başlar, atom-altı-öğeler
atomları; atomlar molekülleri; moleküller hücreleri, hücreler bedenleri
oluştururlar ve sahiplenirler; ömürlerini belirlerler. O ömür sonunda
üst-sistem tekrar alt-sistemlerine ayrışır; ve doğadaki değişim-dönüşümlere
göre yeni üst-sistem oluşumları tekrar başlatılır. Yani doğal sistemin
yaratıcılığı, tabandan yönetilmeye dayanır, sürekli-değişim-dönüşüme göre
çalışmaktadır. Bu nedenle evrensel ölçekte bir gelişme, bir evrim vardır.
Zamanın dünyamızdaki gelişim aşamaları, canlılığın kuantsal
sistemle başladığını göstermektedir. Dolayısıyla hayat sistemi gittikçe
evrimleşmektedir. Bu evrimleşme bilgi faktörü ile olmaktadır. Yani yaratıcılık,
dinsel öğretilerin öngördüğü gibi “olsun” denildiğinde oluşan bir sistem değil,
enerjinin gittikçe daha yoğun bir şekilde kullanılmasına yönelik arayışlar,
olasılık hesapları ve en olası sistem arayışı şeklinde olmaktadır.
Yani her şeyi önceden bilen ve ona göre doğa ve dünyayı
yaratan bir yaratıcı değil, olasılık hesapları yaparak, en iyi yapıların
gelişmesini, kötülerin elenmesini sağlayan bir yaratıcılık söz konudur. Bu
nedenle farklı düzeylerde yaratıcılık ortaya çıkmış, önceleri hücresel
düzeydeki yaratıcılık egemen olmuştur. 5 milyon yıl önceleri ise, sadece bu
dünya üzerindeki koşullara dikkate alarak yeni bedenler oluşturan bir beden
değil, evrensel ölçekte düşünerek yaşamayı ön-plana alan bir cins oluşturmaya
geçiş başlamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder