DOM ve OO-10-14.


Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) 

Bilgi faktörlü evren oluşumu

DOM-11a

DOĞA NASIL OLUŞTU?

Atomların proton-nötron-elektron gibi daha küçük öğelerden oluştukları bilgisine ulaşan insan, bu atom-altı-öğeleri birbirleriyle çarpıştırarak onları bileşenlerine ayırmaya ve özelliklerini anlamaya çalışmaktadır.

Bu amaçla yapılan çalışmalarda, şimdiye dek varılan sonuçlarda doğadaki varlıkları oluşturan temel öğelerin şunlar oldukları saptanmıştır:

Varlıklar proton, nötron ve elektronlardan oluşmaktadır. Bunlardan elektronlar daha küçük parçalara ayrılmıyorlar, yani onlar temel bir öğedirler.

Proton, nötronların ise daha küçük öğelerden oluştukları anlaşılmıştır. Dolayısıyla kompoze (bileşik) öğedirler. Onların hangi parçalara ayrıştıkları saptanmaya çalışıldığında ise, onların kuark denilen atom-altı-öğelerden oluştukları saptanmıştır. Bu kuarkların ise, 3 farklı enerji düzeyine sahip kuark-çiftlerinden oluştukları gözlenmiştir.

Şekil:  Atom-altı-öğelerin madde oluşturanlarına fermion, fermionlar arasında bilgi-akışlarını sağlayanlara Boson denir. Fermionların atom-çekirdeği oluşturanlarına kuark, atom ve molekül oluşumunda devreye giren öğelerine lepton denir.

Bu kuark çiftleri çok farklı enerji düzeylerini yansırılar.  3 farklı enerji düzeyinde kuark çift olduğu anlaşılmıştır.

Bunlar şunlardır:    

Up ve down kuark; (u ve d) (Normal enerji düzeyindeler ve bizlerin aşina olduğu maddeler onlardan oluşurlar)

Charme ve strange kuark; (c ve s) (Yüzlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)

Bottom ve top kuark (b ve t) (Binlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)

 Enerji düzeyi farklarını şekilde görebilirsiniz.

Kuarkların 3 farklı enerji düzeyinde olabilmeleri gibi, elektronlar ve nötrinolar da 3 faklı enerji düzeyinde olabilmektedirler. Bu nedenle gerek kuarkların, gerek elektronların gerekse nötrinoların bir osilasyon içinde oldukları anlaşılmaktadır. Buradaki “osilasyon” terimi, bir salınım adımı anlamında değil, enerji düzeyinde muazzam bir artış veya azalma anlamındadır.

Günümüz laboratuvarlarında proton veya nötron çarpıştırılarak yapılan bu deneylerde gözlenen atom-altı öğeler, dünyamız atmosferinde doğal olarak ortaya çıkmaktadırlar. Dünyamıza sürekli olarak uzaydan kozmik radyasyonlar girmektedir. Çünkü güneş veya diğer yıldızlardan gelen çok yüksek enerjili kozmik öğeler ya atom-çekirdeklerinden veya gama ışınları gibi çok enerjik fotonlardan oluşmaktadırlar. Uzaydan gelen bu kozmik öğelerin çoğu (%89) hidrojen çekirdeği olan protondan, %10 kadarı helyum çekirdeği olan alfa-öğesinden, diğer %1lik kısmı ise, diğer elementlerin çekirdeklerinden oluşurlar. Onların atmosferdeki azot, oksijen çekirdekleriyle etkileşmeleriyle atom-altı-öğeler yağmurları oluşmaktadır.

Bu atom-altı-öğeler en çok atmosferin yükseklerinde gözlenirken, yüksek dağ tepelerinde daha az sayıda görünürler. Hele deniz seviyesine yakın ortamlarda çok azalırlar, bir insan kafasına saniyede ancak bir müon öğesi çarpabilir. (Nötrinolar hariç tutulmuştur, çünkü onlar her şeyi delip geçerek tüm varlıklar arası, hem de evrensel boyutta, etkileşim sağlarlar.)

Yüksek enerjili kozmik ışınlar atmosferdeki moleküllere ilk çarptıklarında (örn. azot çekirdeğine), onları parçalayıp, binden fazla ikincil ürün, yani parçacık oluşumuna yol açarlar. Bu oluşan parçacıklar da hala oldukça yüksek enerjilidirler ve onların diğer moleküllere çarpmasıyla, milyonlarca yeni parçacık oluşur ve bir parçacık yağmuru ortaya çıkar.

Uzaydan gelen çok enerjik bir öğe (foton, elektron, proton, veya daha ağır bir çekirdek)  atmosferdeki bir azot veya oksijen çekirdeğine çarpınca şekildeki gibi bir atom-altı-öğeler  fırtınası oluşturur.

Bu çarpışmalar sonucunda oluşan atom-altı-öğelerin en yaygın olanları şekilde gösterilmişlerdir. Bu öğelerden sadece proton ve elektron çok uzun ömürlüdürler. Nötron ömrü ise 15 dakika kadardır.  Diğer tüm atom-altı öğelerin ömürleri ise milyarda, trilyonda veya katrilyonda bir saniye civarındadır. 

Dünyamızdaki maddeleri oluşturan kuarklar, en küçük kütleli kuark çiftinden, yani u (up) ve d (down) kuarkların 3lü kombinasyonlarından oluşmaktadır. Proton 2u+1d; nötron 2d+1u.  Ama bu kuraklardan oluşan proton veya nötronlar birbirleriyle çarpıştırılıp, parçalarına ayrıldıklarında, şekilde gösterilen kuark-türlerinin farklı kombinasyonlarından oluşan birçok atom-altı-öğe ortaya çıkmaktadır. Yani E=mc2 formülü uyarınca, proton veya nötronlar parçalanınca, muazzam bir enerji açığa çıkmaktadır. Açığa çıkan bu enerjiler, diğer öğelerin değişip-dönüşmelerine neden olmakta ve atomlar arası bir yaşam-sistemi döngüsü oluşmaktadır.

 (Diğer «Charme-Strange veya Top-Bottom» türleri çok ama çok daha büyük «kütleli, yani çok enerjiktirler. Onların bu muazzam enerji potansiyelleri, doğadaki maddeler arası etkileşimlerde, özellikle de “tünelleme” etkisi denilen büyük engellerin aşılması gibi olaylarda «sanal parçacık» olarak adlandırılan yardımcı etkenler olarak devreye girerler. Yani onlar katalizör görevi üstlenirler. Katalizör kavramı, madde oluşumunda doğrudan devreye girmeyen, ama yaydıkları sinyallerle etkileşimleri veya oluşumları hızlandıran veya kolaylaştıran öğeler için kullanılan bir terimdir.)

Bu verilerden şu sonuç çıkmaktadır. Doğada madde dediğimiz varlıkları oluşturan proton ve elektron çok uzun ömürlüdürler. Nitekim evrenimizin %73ü hidrojen dediğimiz proton+elektron ikilisinden oluşur. Nötron üçüncü uzun ömürlü öğe sayılır, çünkü 15 dakika atom-altı-öğeler aleminde çok uzun sayılır, zira onların ömürleri saniyenin milyarda trilyonda veya katrilyonda biri kadardır, yani çok, ama çok kısadır.

 DOM-11b

Doğadaki dinamik sistemli gelişimlerin temel ilkesi Maximum Information Prensibidir. ve buna uygun olarak evrenin başından itibaren "BİLGİ" sürekli artırılmaktadır.

Evrensel sistemin başlangıcındaki durum:

Şimdi herşeyin bileşenlerine ayrışmış durumda olduğu on-küsur milyar yıl öncesine gidelim. O anda her şey yukarıda sözü edilen atom-altı-öğelere ayrışmış durumdalar. Ve bu atom altı öğeler çok ama çok kısa ömürlüler, saniyenin katrilyonda biri, hatta daha kısa süreli bir doğum-ölüm döngüsü içindeler.

Bu çok kısa ömürlü ve çok devingen olan öğelerin ne kadar bir boyutlu sistem içinde oldukları bilinmiyor. Ancak günümüz evreninden çok küçük bir hacim kapsadıkları şu nedenle kabul ediliyor:

Günümüz dünyası molekül dediğimiz atom- kümeleşmelerinden oluşmaktadır. Örneğin su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur: H2O. Bu oksijen veya hidrojen atomları tek başlarına olamazlar, H2 veya O2 gibi onlar da genellikle ikili (hatta ozon üçlü O3) gruplar halindedirler. Elektronsuz  hidrojen atomuna proton denir ve o bir atom-çekirdeği boyutundadır. Yani çevresinde elektron   bulunmayan elementler (atomlar) çekirdek boyutundadırlar. Çekirdek boyutu yaklaşık 1 femtometredir, 1fm= 10-15 m, yani metrenin katrilyonda biri kadar küçük bir hacim.

Çevresinde elektron bulunduran atom dediğimiz elementler ise nanometre boyutundadırlar; yani 10-9 m, metrenin milyarda biri kadar.

Görüldüğü üzere atom çekirdeği ile atom arasında milyon katlık bir hacim artışı söz konusudur.

Dolayısıyla şu durumla karşı karşıyayız: Evrenin başlangıcında varlıklar atom-altı-öğelere ayrışmış olduklarına göre, kapsadıkları hacim çok ama çok küçük olmalı. Ne kadar küçük sorusunun cevabına gelince: evrendeki atom sayısının bir milyarla çarpımı. (!!!!!!!!!!!!!!!!)

Şimdi evrenin başlangıcındaki sıkışıklığın ne kadar olduğunu tasarlamak artık size kalmıştır.

Böylesine sıkışık atom-altı-öğeler durumundan, atom gibi elementlerin oluştuğu duruma geçişteki genişlemeye big-bang denilmiştir. Ama ortada bir patlama değil, bilgiyle daha rahat bir üst-sisteme geçiş oluşumu söz konusudur. Ve elbette bu ani genişleme sonucu, ortamdaki sıcaklık muazzam bir düşme (çünkü genişleyen sistemlerde soğuma olur) göstermiş ve 30 K radyasyonu, veya “Cosmic-Microwave-Background= CMB” denilen radyasyon açığa çıkmıştır.

Yani madde dediğimiz varlıklar, çok kısa ömürlü atom-altı-öğeler aleminin daha uzun ömürlü üst-sistemler oluşturma ürünleridir.

Şimdi kısa ömürlü ve çok devingen atom-altı-öğelerin daha uzun ömürlü üst-sistemleri ne yaparak, nasıl oluşturduklarını görelim.

 

Yani enerji dünyası, çok değişik enerji-düzeylerine sahip, enerji düzeylerini sürekli değiştirebilen (yani osilasyon döngülü), başlı başına bir canlılık alemdir. Doğadaki tüm diğer canlı sistemleri onlar oluştururlar.

Atomların birbirlerinde farkları, içerdikleri proton sayısıyla belirlenir; 1 protonlu atom hidrojendir, 2 protonlu ise helyumdur, 6 protonlu ise karbondur, vs.

Yani doğadaki tüm varlıklar proton + nötron + elektron üçlüsünden oluşur.

Kuantsal sistem öğeleri sürekli bir osilasyon, yani döngüsel hareketlilik içinde olduklarından, onlar için sabit bir enerji-potansiyeli değeri söz konusu değildir, çünkü hareket düzeylerine göre enerji-potansiyelleri artar veya azalırlar. Bu nedenle atom-altı-öğelerin enerji-potansiyelleri, onların en durgun oldukları “Rest mass= durgunluk kütlesine” denk gelen değer olarak hesaplanır.

Up-kuark’ın (u) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 2.3 MeV/c2

Down-kuark’ın (d) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 4.8 MeV/c2 iken,

2u ve 1d kuark’tan oluşan protonun durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 938 MeV/c2 gibi muazzam bir değere sahiptir. Halbuki 2u+1d = 9.4 etmektedir.

Yani proton (ve de nötron) içinde muazzam bir enerji depolanmıştır ve E = mc2 formülüne göre ortaya çıkan nükleer enerji bu güçlü-etkileşim etkisinden kaynaklanmaktadır.

Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Proton 2 u ve 1 d kuarktan oluşur; ama bu üç kuarkın kütlelerini toplarsanız bir proton kütlesi oluşturamadıklarını görürsünüz. Peki proton (veya nötron) kütlesi oluşturmak için nereden yatırım yapıldı?

Şimdi bu konuya bakalım.

Proton (+) elektrik-yüklüdür; elektron (-) elektrik yüklüdür. Bu nedenle birbirlerine yaklaşma dürtüleri altındadırlar. Ama birbirlerine tam yaklaşıp birleşirlerse, nötron gibi nötr bir madde ortaya çıkar ve maddeler arasında birbirlerini çekecek bir güç-sistemi oluşmaz. O zaman da doğadaki tüm oluşum ve gelişimler durmuş olur.

Diğer taraftan, protonlar (+) elektrik-yüklüdür ve aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar ve asla yan-yana gelemezler. Tek bir protonlu elementle doğadaki binlerce farklı madde oluşturulamaz; ama iki proton da bir araya gelemez, çünkü aynı elektrik yüklü olduklarından birbirlerini itmek zorundadırlar.

Peki doğa bu sorunu nasıl çözmüştür?

“Güçlü-kuvvet = strong-force” adlı bir etkileşim sistemi oluşturarak!

İşte doğadaki bilgi oluşturmaya dayalı mucizevi durum bu noktadan başlar. Şöyle ki doğadaki “oluşturucu” güç sistemini 138 birimlik bir bütün olarak varsayarsanız, bu 138 birimlik enerjinin 137 birimi “strong-force = güçlü kuvvet” adı verilen   bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir. Geriye kalan 1 birim ise elektromanyetik, zayıf-etkileşim ve gravite gibi tüm diğer etkileşimlere kalmıştır. Bu nedenle güçlü-etkileşim 1 olarak kabul edildiğinde, elektromanyetik etkileşim 1/137 değerini alır, diğer kuvvetler milyonda-milyarda bir gibi çok ama çok daha az bir değerdedirler.

Peki bu güçlü-etkileşim nasıl işler?

 

Şekil: Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronlar arasında sürekli olarak kuarklar arası bir renk-yükü değişimi uygulanarak bu ikisi arasında çok güçlü bir bağ oluşturulmaktadır.

 

Şekil: Nötron ve protonlar içinde de sürekli bir renk-yükü değiş-tokuşu uygulanarak kuarkların birbirleriyle bağlantılı kalmaları ve hiç ayrılmamaları sağlanmaktadır. Bu nedenle kuarklar hiç izole edilememektedirler.

Güçlü etkileşim protonları bir arada tutan kuvvettir. Şöyle ki: proton kuark denilen daha küçük öğelerden oluşmaktadır, 2 up ve 1 down kuarktan oluşur. Nötron da yine 3 kuarktan oluşur, ama 2 down ve 1 up kuarktan. Kuark denilen bu atom-altı-öğeler arasında “quantum-chromodynamics = kuantum renk dinamiği” adı verilen renk-yükü değiş-tokuşuna dayalı bir çekim sistemi vardır. Gluon adı verilen bir bağlayıcı faktörün, kuarkların renk-yüklerini değiştirerek, up-kuarkı down kuarka, down-kuarkı up-kuarka dönüştürdüğü, ve bu sayede protonu nörona, nötronu protona dönüştürerek, protonların birbirlerini itmelerine engel olmaktadır. Yani atom çekirdeklerinin içi kaynayan kazanlardan oluşmaktadırlar ve saniyenin trilyonlarcada birlik çok kısa süreçlerde nötronların protona, protonların nötrona dönüşümlerini sağlayarak protonların birbirlerini itmelerine engel olunmaktadır. Ne dahiyane bir çözüm!

Yukarıda “dikkat edilmesi gereken bir nokta” olduğu belirtilmiş ve “bu üç kuarkın kütlelerini toplarsanız bir proton kütlesi oluşturamadıklarını görürsünüz. Peki proton (veya nötron) kütlesi oluşturmak için nereden yatırım yapıldı? Sorusu sorulmuştu. Bu sorunun yanıtı, yukarıda açıklanan “güçlü-etkileşim” sisteminde verilmiştir. Gluon adlı yapıştırıcı sisteme o kadar enerji yatırımı yapılmıştır ki, bu yatırım proton ve nötronların kütlelerinin artırılmasına yaramıştır.

Görüleceği üzere, doğadaki olaylar ve işlemler varlıklar arası etkileşimlerle sağlanıyor. Etkileşimler ise varlıklar arası karşılıklı uzlaşmalarla (rezonans), varlıklar-arası bilgi oluşumlarına dayalı rahatlama çabalarıdır.

Güçlü etkileşim sistemiyle proton ve nötron gibi üst-sitemler oluşturuldu. Onlar birer çekirdek öğesidir. Peki molekül dediğimiz madde oluşturucu üst-sistemler nasıl oluşturulmaktadır?

Bu geçiş çok önemlidir, çünkü proton, nötron veya alfa-öğesi (helyum çekirdeği) gibi çekirdek öğeleri çok ama çok küçüktürler, femtometre boyutludurlar. Halbuki atomlar ve moleküller nanometre boyutludurlar.

Bu boyut farkını tasarlamak için şöyle düşünün: Çekirdeği İstanbul’daki  kız kulesinin tepesinde bir portakal olarak düşünürseniz, bir toplu iğne ucu kadar küçük olan elektron Büyükada’dadır.  Yani dünyamızı oluşturan taş, toprak, su, vs. bir “portakalın 10 km uzağında bir toplu-iğne-ucu” gibi boşluksu bir yapıdadır.

Peki bu fark neden önemli?

Önemli, çünkü çekirdek gibi öğeler çok küçük boyutlu olduklarından, çevresindeki hiçbir şeye çarpmadan ışık-hızıyla hareket edebilirler; ama bizlerim madde olarak algıladığımız şeyler aynı kütleye sahip ama devasa balon gibi şişmiş olduklarından, çok ama çok yavaş hareket edebilirler.

Yani madde dediğimiz varlıklar sabun-köpüğü gibi boşluksu bir yapıdadırlar. Maddenin temel kütlesi (protonların bulunduğu yer olan) atom-çekirdeğindedir. Molekül oluşturmak için gereken ikinci bir atomla arasında böyle muazzam bir boşluk vardır. Ve molekül oluşturacak atomları birbirlerine bağlayanlar ise elektronlardır.

Güçlü etkileşim adlı kuvvet sayesinde atom-çekirdekleri oluşturulurlar. Sonra devreye elektromanyetik etkileşim girer ve bu atom-çekirdekleri birbirleriyle etkileşerek su, karbondioksit, metan, kuars, mika vs. gibi molekülleri oluştururlar. 

DOM-11c

Doğada her büyüme ve gelişmenin bir sınırı vardır.

Atomlar birleştikçe ENERJİ açığa çıkar, ama bir sınıra kadar.

Doğadaki maddelerin oluşumunda kullanılan elementlerde çekirdek bileşenleri sayısı arttıkça, enerji kazanılır ve çevreye yayılır. Ancak Demir elementine kadar. Bu nedenle yıldızlar içlerinde demir elementi oluştuktan sonra patlarlar. Demirden sonraki kimyasal elementlerde ise çekirdek parçalandıkça enerji çevreye yayılır. Günümüz Nükleer enerji santralları böyle çalışırlar.

 

Atomlar birleştikçe ENERJİ açığa çıkar, ama bir sınıra kadar.

 

En basit element hidrojendir ve evrenimizin %73’ü hala hidrojenden oluşmaktadır. Hidrojen atomlarının birleşmeleriyle Helyum elementi oluşur. Helyum oluşumunda deuterium denilen hidrojen izotopu kullanılır. 2 adet deuterium birleşerek bir helyum elementi oluşturulur. Ancak helyum elementinin kütlesi onu oluşturan bileşenlerden daha azdır, bu nedenle E=mc2 formülü uyarınca, kütle farkı enerji olarak çevreye yayılır. Buna füzyon enerjisi denir ve yıldızlar parlaklıklarını buna borçludurlar. Güneş içinde de bu füzyon olayı oluşmaktadır ve dünyamıza gelen enerji bu füzyonda açığa çıkan enerjiden oluşmaktadır.

Fuzyon enerjisi demir (Fe) elementine kadar olan atomların oluşumunda devrededirler. Ama demirden daha ağır elementlerin oluşumunda artık enerji açığa çıkmaz, Tersine olaya gerçekleşir: Uranyum vs gibi ağır elementler ise parçalandıkça çevreye enerji yayılır. Buna fizyon enerjisi denir ve günümüz nükleer reaktörleri bu parçalanmadan açığa çıkan enerjiden yararlanırlar.

Evrenimizin %73ü hala hidrojen ve %25i helyumdan oluştuğuna göre, evrensel düzeyde daha çok kazanılacak enerji var demektir.

Bu kadar hidrojen ve helyum elementinin birleşmeleriyle daha bir çok yeni madde oluşacağına göre, evrendeki madde miktarı da artacaktır.

Bu iki gelişim fizikçilerin senaryolarındaki “dark energy ve dark matter” kavramlarını hatırlatmaktadır.

Fizikçiler zaman kavramını ebedi bir “Doğa-Üstü-Güç = DÜG” sisteminin

ömrüne endeksli,

başı-sonu olmayan,

zamanda ileri-geri gidilebilen bir sonsuzluk olarak kabul ede gelmişlerdir.

Buna ek olarak fizikçiler doğadaki varlıkları

bilinçsiz-bilgisiz,

DÜG sisteminin koyduğu kurallara bir robot gibi uyan

DÜG sisteminin de en iyi olanları seçtiği

bir oluşum-ve gelişim sistemi olarak tasarlamışlardır.

Fizikçilerin doğal sistemin oluşum ve gelişiminde “zaman” kavramını yanlış yorumlamış olmaları ve “Bilgi” denilen ve evrimsel gelişmeyi yönlendiren bir temel faktörü dikkate almamış olmaları, insanlığın günümüzde saplanmış olduğu bataklığı açıklamaya yeterli değil midir?

Doğada evrensel ölçekte bilgi aktarımı vardır.

OM-11d

       Evrensel ölçekte varlıklar arası etkileşimlere yol açan Nötrino’lar

 

Şekilde atomların LENR sistemiyle nasıl birbirlerine dönüşebildikleri gösterilmiştir. Atomlar, proton ve nötronlardan oluşurlar; farklı atomlar ise, proton sayıları ile belirlenirler. 1 protonlu atom hidrojendir; 6 protonlu atom karbondur, vs.

Nötron 2 down (d) ve 1 up (u) kuarktan,  proton ise 2 (u) ve 1 (d) kuarktan oluşur.

Nötronu oluşturan bir (d) kuark negatif-yüklü bir W--bozon sanal öğesi yardımıyla (u) kuarka dönüştürülebilir ve bu arada bir elektron ve elektron-anti-nötrinosu çevreye yayılır. Sonuç olarak nötron protona dönüşmüş olur.  Kobalt (Co) elementinin nikel (Ni) elementine dönüşmesi bu şekilde olur.

Protonu oluşturan bir (u) kuark pozitif-yüklü bir W+-bozon sanal öğesi yardımıyla (d) kuarka dönüştürülebilir ve bu arada bir pozitron ve elektron-nötrinosu çevreye yayılır. Sonuç olarak proton nötrona dönüşmüş olur. Magnezyum (Mg) elementinin sodyum (Na) elementine dönüşmesi ise bu şekilde, yani bir pozitron salınımı ile olur.

Yani doğadaki hem madde -anti-madde, hem de elektrik yükü oranları sürekli değiştirilmektedir.

Görüldüğü üzere, doğada sadece proton, nötron, elektron gibi gerçek (reel) öğeler değil, bir çok da, W+, W-, Z bozon gibi sanal öğe (virtual particle) bulunmaktadır. Sanal öğeler, saniyenin çok-çok küçük bir süresince bir reaksiyona katılırlar ve hemen sonra tekrar kaybolurlar.  W+, W-öğelerinin, biri “madde” diğeri anti-maddedir. Aynı şekilde elektron madde, pozitron anti-maddedir. (Nötrino madde, anti-nötrino anti-madde.) Yani, bilgi ve olasılık hesapları yaparak doğa ve dünyamızı oluşturan kuantsal sistem, madde -anti-madde karışımı ve etkileşmesi içindedir. 

İnsanlar şimdiye dek, doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü, doğa-üstü-güç (DÜG) sistemi olarak, varlıkların dışında-üstünde bir yerde tasarlamışlar ve ona göre yaşamlarını düzenlemişlerdir. Halbuki bu güç doğa-altı bir güç sistemidir ve içimizdedir, atomlarımızdadır. Atom-altı-öğeler, atomlar ve hücreler, Alt-sistem – Üst-sistem ilişkilerini düzenleyen “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” ve “dinamik sistemler fiziği ” ilkeleri uyarınca hücrelerimizi ve bedenlerimizi yönlendirirler. Bizlerin onlara göstereceği hedeflere ve de elbette, yapısal-kalıtsal-dokularında o zamana kadar kayıt altına alınmış bilgilere göre davranırlar. Bu nedenle onların yapılarında, dokularında ve genlerinde şimdiye dek ne tür yönlendirici bilgiler biriktirilmiş olduğunu bilmemiz ŞART VE GEREKLİdir. Çocuklarımıza cin, peri, şeytan, melek, azrail, cebrail gibi, doğada hiçbir karşılığı bulunmayan hayal ürünleri yerine, quark, lepton, atom, molekül, hücre gibi gerçek öğeler öğreterek, atomlarımızın ve hücrelerimizin nasıl davrandıklarını bilip, hayali değil, gerçeklere uygun hedefler gösterirsek, onlar da bizleri bu doğal sisteme uygun yönlendirmeye devam edeceklerdir.

Çekirdek içinde sürekli olarak nötron protona, proton nötrona dönüşerek (udd D udu) pozitif yüklü protonların birbirlerini itmeleri engellenir.  Bu dönüşümlerde kah (elektron + elektron-anti-nötrino), kah (pozitron + elektron-nötrino) çevreye saçılır.

Yani doğada sürekli olarak hem madde ve anti-madde, hem de elektrik-yükü oranları sürekli değişmektedir. Atom-altı-öğeler dünyasında en fazla değişim-dönüşüm protonlar ile nötronlar arasında gerçekleşir. Ve bu dönüşümlerde elektron, pozitron ve nötrinolar çevreye yayılırlar. Elektron ve pozitron yakın çevreleriyle etkileşerek sönümlenirler. Ama nötrinolar çok uzak mesafelere ve yıldız-galaksi gibi farklı sistemlere kadar gidebilirler. Dolayısıyla evrensel ölçekte varlıklar arası etkileşimlere yol açarlar.

Dünyamızı etkileyen en önemli enerji kaynağı Güneştir ve en çok nükleer reaksiyon Güneşte olmaktadır. Dolayısıyla dünyamızın her santimetre karesine saniyede 65 milyar Güneş-nötrinosu girdiği hesaplanmaktadır. Ve bu giren nötrinolar dünyamızı delip geçmekte ve çıktıkları noktadan yollarına devam edip uzaya yayılmaktadır. Bu demektir ki, bedenimizin her santimetre karesinden saniyede 65 milyar nötrino geçmektedir. Bedenimizden geçen nötrino sayısı bundan çok fazladır, çünkü dünyamızda da birçok nükleer reaksiyon olmakta ve o reaksiyonlarda saçılan nötrinolar da bedenimizden geçmektedir. Bunlara ek olarak başka yıldızlardan ve galaksilerden gelen nötrinoları da hesaba katmak gerekir.

Nötrinolar’ın önemi şu noktadadır. Nötrinolar, içinden geçtikleri varlıklarla etkileşimleri süresinde çok yüksek düzeyde enerji potansiyeline ulaşabiliyorlar ve uygun bir ortamdaki bir atom çekirdeğiyle karşılaştıklarında, onu parçalayıp, güçlü-etkileşim kuvveti etkisiyle davranan quark (kuark) öğelerinden oluşan çok enerjik yeni öğeler oluşumuna yol açıyorlar.

Bu durum 1974’de Brookhaven National Laboratory’de yeni ve çok enerjik bir atom-altı-öğesinin keşfine yol açmasıyla anlaşılmıştır. Şekil o anki gözlem odasının anlık görüntüsünü göstermektedir.

Gözlem odacığına alttan nötrinolar girmektedir. Bunlardan biri (A) noktasında bir protonla çarpışır. Çarpışma sonunda 6 öğe ortaya çıkar: 1 negatif muon, 3 pozitf pion ve 1 negatif pion; ve bir nötr Λ(0).

(B) noktasında pozitif pion çevresiyle etkileşerek bir elektron yayar; (C) noktasında negatif muon çevresiyle etkileşerek daha enerjik bir elektron yayar.

Λ(o) öğesi D’de çevresiyle etkileşime girip, bir negatif pion ve bir protona dönüşür. Yani tüm diğer atom-altı öğeleri gibi, çok kısa ömürlüdür. (Charmed-Sigma olarak tanımlanan Λ(0) öğesi üç kuarktan oluşur, ancak proton veya nötron gibi normal up ve/veya down kuarklar haricinde üçüncü kuark olarak “Charme” olarak bilinen daha ağır (enerjik) bir kuark taşır.) 

Bu olay bir gözlem odasında geçekleşmiş ve normal olarak içinden geçtikleri maddelerle etkileşmeyen nötrinolardan biri, güzergahı boyunca geçtiği ortamlardan öylesine etkilenmiş ki, bu gözlem odasının (A) noktasına vardığında 13 milyar elektron-voltluk bir enerji düzeyine ulaşmış ve o noktada rastladığı protonun parçalanmasına yol açarak yukarıda açıklanan bir sürü atom-altı-parçacığı oluşumuna neden olmuştur. Bu olay bir insanın bedeninde de olabilirdi. Acaba o insan bunu nasıl algılardı?  

Görüldüğü üzere kuantum alemi birbirlerine dönüşen ve çevreleriyle etkileşime girerek hem onlarda değişim-dönüşümlere neden olurlar, hem de kendileri değişime uğrarlar.  Ancak bu değişim dönüşüm öğelerinden biri, sadece yakın çevresiyle değil, galaksiler arası düzeyde etkileşimlere girer ve evrensel ölçekte bir karşılıklı etkileşim ve enerji-dengelemesi sağlarlar.

Şimdi bunu görelim:

 

DOM-11e

Bizim saman-yolu galaksisinin dışındaki bir başka galakside gerçekleşen bir yıldız-patlamasında çevreye yayılan nötrinoların dünyamıza kadar gelerek, bir laboratuvardaki su moleküllerini etkilemesi olayı

 

Japonya’daki bir yer-altı-maden boşluğunda, (Kamioka) çok büyük bir detektör yapılarak, içi 3000 ton saf su ile doldurulmuş, çevresi ise 1000 adet “photomultiplier tube= PMT = foton-çoğaltma tüpü ” ile donatılmıştır. 1983 yılından itibaren detektör sürekli gözlenerek, suyu oluşturan “proton”ların bir serbest parçalanma gösterip, göstermediği araştırılmıştır.

1987 yılı şubat ayında, detektör hiç beklenmedik bir olay algılamıştır: Şekilde görülen görüntü, detektörün bir cephesinde ortaya çıkmış ve tam 11 kez tekrarlanmıştır.

 Bu olayı yaratan nötrinoların geldiği yön araştırıldığında, bu yönün uzaydaki Büyük-Macellan-bulutu galaksisi uzantısı olduğu saptanmıştır.  Ve aynı saatlerde astronomlar, uzaydaki Büyük-Macellan-bulutu-galaksisinde büyük bir yıldız patlaması gerçekleştiğini gözlemlemişlerdir. Detektördeki görüntünün bu galaksiden gelen nötrinolardan kaynaklandığı araştırmalar sonucunda tespit edilmiştir.

Bir çekirdek reaksiyonu sonucu açığa çıkan bir nötrino, bir başka galaksideki bir gezegene ulaşıp, oradaki maddelerle etkileşime girebilmektedir. Yani nötrinolar  evrensel düzeyde enerji-dengelenmesi yapan mucizevi  öğelerdir.

Ama tüm bunların haricinde, nötrinolar bizlerin ve çevremizdeki tüm canlıların bedenlerinde de oluşmakta ve çevreye yayılmaktadırlar. Radyasyonlar çevremizdeki varlıkların içlerinde böyle bir dans gerçekleştirdiklerine göre, bedenlerimizdeki hücrelerin içlerinde de benzer olaylar olmaktadır.

Şimdi atom-altı-öğeler aleminin doğal sistemi oluşturmasındaki gizemli öğelerden en önemlisini görelim: 

Universal fine structure constant = evrensel hassas yapı sabiti 

 Doğada “fine-structure-constant = hassas sabit” olarak tanımlanan yaklaşık 1/137 değerli bir sabit değer vardır. Peki neden 1/137?

Atom-altı-öğeler iki farklı davranışlı gruba ayrılırlar: FERMİYON ve BOSON (bozon). Fermiyonlar madde oluşturuculardır; aynı anda aynı yerde bulunamazlar ve hep farklı yerler işgal etmek zorundadırlar.

Bozonlar ise, fermiyonlara nasıl davranacakları bilgisini veren kuvvet-aktarıcılardır, kuvvet-alanı oluşturuculardır, üst-üste gelip, güçlerini, şiddetlerini artırabilirler. Fermiyonlar madde oluşturuculardır; aynı anda aynı yerde bulunamazlar ve hep farklı yerler işgal etmek zorundadırlar.

Yani oluşturulan bilgiye göre davranmak dürtüsü, varlıkların en içlerindeki kuantsal öğelerde mevcuttur ve tüm diğer üst-sistemlerde de bu temel davranış devam ettirilir.

Fine-structure-sabiti, Sommerfeld tarafından 1916 ortaya atılan bir değerdir. Elektronların çevreleriyle etkileşim sağladıkları foton alış-verişleri için gerekli elektromanyetik güç değişim miktarını belirtir.

Örnekler: 

- Hidrojen atomunun merkeziyle, çevresindeki elektron arasındaki mesafeye Bohr-radius = Bohr-yarı-çapı denir. Bu çapın, elektronun yarı çap değerine oranın kare-kökü 1/137 dir.

Bir elektronun bir foton gönderecek derecede enerji depolama eşiği  1/137 dir.

Pozitif yüklü çekirdek ile negatif yüklü elektronlar arasındaki etkileşim foton denilen etkileşim faktörüyle düzenlenir.  Bu elektromanyetik etkileşim, güçlü etkileşimin 1/137 si kadardır. 

En temel enerji-alış-veriş öğesi olan Planck öğesinin, proton yüküne oranının karekökü de 1/137dir.

Hidrojenin potansiyel enerji yükü 27.2 eV; normal durumdaki elektronun enerjisi ise 0.511 keV’dur. Bu iki değerin oranının kare kökü de 1/137’dir.

 Kısa ömürlü ve hareketli öğelerden oluşan kuantsal alemi 138 birimli bir temel olarak düşünürsek, bu 138 birimin  137 birimi “strong-force = güçlü-kuvvet” adı verilen bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir. Geriye kalan 1 birim, tüm yapılaşmalarda kullanılacak enerji miktarıdır. O nedenle her yerde bu sabit oran geçerlidir.

Doğadaki enerjinin sadece 1 birimlik kısmı elektro-manyetik kuvvete tahsis edilmiştir. (Zayıf-etkileşim, bu iki kuvvet türünün milyonda biri mertebesinde olduğundan dikkate alınmaz. Gravite kuvveti ise trilyonlarca kat daha küçüktür.)  Yani doğayı etkileyen-yönlendiren kuvvet sistemlerinin oranı 1/137 olmaktadır.

1/137 sabit ve evrensel ölçekte geçerli bir etkileşim katsayısıdır. Fine-structure-constant olarak bilinir. Elektronlar bu etkileşim faktörü nedeniyle asla çekirdekteki protona yaklaşamazlar.  Yani bu sabit değer evrendeki tüm elektro-manyetik olaylarda etkili bir sabit değerdir.

Astrofizikçi Fred Hoyle ve diğerleri, 1950’lerde, yıldızlar içindeki reaksiyonlarda da bu sabit değerin dikkate alınarak reaksiyonlara girdiklerini; Daha büyük veya küçük değerler söz konusu olduğunda karbon, oksijen, vs gibi atomların oluşamayacaklarını; Dolayısıyla böyle bir sabit değer olmasa, yaşadığımız doğal sistem hayatının mümkün olamayacağını hesaplamışlardır (Nath 2015).

 

DOM-12

 Günümüz bilim insanları dogmatik bir şartlanmışlık içindedirler. Doğada değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur. Ama fizikçiler-kimyacılar dünyamızdaki kimyasal element oranlarının sabit kalacaklarını, örn. potasyum elementinin Kalsiyum elementine dönüşemeyeceğini söylerler. Halbuki Kervran adlı bir fizik profesörü bunun gerçekleştiğine dair kanıtlar sunmaktadır. 

DOM-12a

 

BİLGİ faktörünün doğadaki farklı yapılaşmaları oluşturma şekli:

Kuvvet dediğimiz varlıkları hareket ettiren faktör, enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluştuğundan, doğadaki tüm varlıklarda, enerji dağılımı anizotropik şekildedir.

“İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi terimini anlamak için şunu düşünün:

Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar.

Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu, mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur.

Örneğin bir kuvars minerali içinde ilerleyen bir enerji dalgası, bir yönde çok hızlı, diğer yönde az hızda ilerler. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık değerindeki farlılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler vs. nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve (2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir. 

Doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme işlemidir. 

Dünyamızı ele alalım. Örn. 30 Haziran saat 12 itibariyle, kuzey kutbundan başlayıp, Avrupa, Afrika üzerinden güney kutbuna uzanan bir güzergah boyunca, sıcaklığın nasıl dağıldığına bakarsak:

Kuzey kutbu yöresinde, güneş hiç batmamakta (yaz mevsimi), sürekli güneş ışığı almakta, öğle saatlerinde sıcaklık 25-30 dereceleri bulmakta;

Avrupa ülkelerinde sıcaklık 30-35 dereceleri bulmakta;

Ekvator bölgelerinde sıcaklık 50 dereceyi aşmakta;

Güney kutbu yöresinde ise kış mevsimi sürmekte ve sıcaklık eksi 25-30 derecelerde seyretmektedir.

Bu nedenle gerek atmosferde, gerek hidrosferde (okyanuslarda), bir taraftan güney kutbuna yönelen rüzgarlar veya deniz akıntıları, diğer taraftan kuzey kutba yönelen rüzgarlar ve deniz akıntıları oluştururlar. Enerji gradyanları kuvvet oluşumuna yol açmıştır!

Bilgiler atomlarla kaydedildiğine göre, zaman içinde artan bilgilere göre atomlarda da değişim-dönüşüm olmalı

  Halbuki bizlere okullarda öğretilen bilgiler, atom dediğimiz kimyasal elementlerin dünyamızın oluşumundan önce, yani yıldızlar içindeki nükleer reaksiyonlarla oluştuğu ve ondan sonra kimyasal element oranlarının değişmediği gibi bir bilgi verilmektedir.

 

Günümüz bilim insanları hala dogmatik bir şartlanmışlık içindeler.

 Atom altı-öğeler evrensel ölçekte enerji aktarımlarına yol açtıklarına göre, doğadaki her düzeydeki varlıkta değişim dönüşüm oluşması kaçınılmazdır.

Halbuki günümüz bilim insanları varlıkları ve de elbette kuantsal sistemi bilgisiz-bilinçsiz robotlar olarak gördüklerinden, doğadaki olayların rastgele çarpışmalarla oluşup, doğa-üstü bir güç (DÜG) sisteminin doğaya uyumlu olanları seçmesiyle gerçekleştiğine hala inanmaktadırlar. Doğada hiçbir değişim-dönüşümün, varlıkların kendi iradeleriyle oluşabileceğini akıllarının köşesine bile getiremezler.

Doğadaki bu sabit-yapısal kabullerin en önemlilerinden biri, Lavoisier (1743-1794) kanunu olarak bilinen, elementlerin sabitliği yasasıdır. 

Doğadaki maddelerin atom denilen kimyasal elementlerden oluştuğunun anlaşılmasından sonra, “doğada hiçbir şey yoktan var edilmez, var olan bir şey de yok edilemez, yani doğada belli sayıda kimyasal element vardır ve tüm maddeler bu belli sayıda kimyasal elementin kombinasyonlarıyla oluşur” şeklinde bir yasa tanımlanmıştır. Yaklaşık bir asır öncesine kadar bu kanun geçerli olur ama radyoaktivitenin keşfiyle ilke, biraz değiştirilir, çünkü Uranyum gibi radyoaktif maddeler sabit kalamayıp, kurşun gibi daha hafif elementlere dönüşürler ve azalan kütle miktarına denk gelecek şekilde E=mc2 formülü uyarıca enerji açığa çıkar ve nükleer enerji dediğimiz enerji türü oluşur. Yani “elementlerin sabitliği yasası” = “enerjinin korunması yasasına” dönüştürülerek, fizik anlayışında bir düzeltme yapılır. 

Bu fizik-kimya görüşü tüm dünyada egemen olmuş, günümüze kadar da devam etmiştir. Bu temel görüşe uyularak, kimyasal elementlerin oluşumlarının, big-bang denilen bir ilk patlama ile başlayıp, daha sonra yıldızlar içindeki nükleer tepkimeler sonucu oluştuğu ve yıldızların patlamalarıyla da, çevreye yayıldığı, dünyamız gibi gezegenleri oluşturan maddelerin bu tür yıldız patlamalarından oluşan kimyasal elementlerce oluşturulduğu görüşü bilim dünyasının bir dogması haline gelmiştir. Yani dünyamızı oluşturan Ca, Si, Fe, K, Na, vs gibi kimyasal elementlerin miktarı ve birbirlerine göre oranları sabittir. Dünyamızdaki değişim-dönüşümler, bu elementlerin miktarlarında bir azalma veya artmaya yol açmazlar. Yani DÜG doğada belli oranda kimyasal element oluşturmuştur ve bu elementlerin birbirleriyle çarpışmalar vs. gibi bilinçsiz hareketleri sonucu farklı moleküller veya daha üst sistemler oluşurlar ve DÜG bunlardan iyi olanlarını seçer!

Yani geleneksel görüşe göre, dünyamızdaki kimyasal elementlerin oranları sabittir ve değişmez. Dolayısıyla yeryüzü koşullarında hiçbir kimyasal element bir diğerine dönüştürülemez. 

Yani insanlık,

Başlangıçta (ilk genleşme oluşumunda Big-inflation) ve sonraki yıldız-içi reaksiyonlarda “şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur”,

Çekirdek reaksiyonları ancak çok yüksek basınç ve sıcaklıklarda gerçekleşmektedir.

Dolayısıyla normal doğal koşullarda hiçbir çekirdek reaksiyonu gerçekleşemez! Yani atomlar, doğal ortam koşullarında birbirlerine dönüştürülemez!!! şeklinde bir dogmatik görüş etkisi altında davranmaktadır.

Peki, görünen dünyamızda her şey değişiyor; atom-altı-öğeler aleminde sürekli bir değişim dönüşüm var. Nötrino denilen atom-altı-öğeleri her varlığı delip-geçiyor ve gerektiğinde atomlarda değişiklik yapıyorsa, atomların dünyamızdaki oranları neden sabit kalsın?

Bu görüşün yanlışlığı, 1960lı yıllarda L. Kervran adlı bir Fransız fizik profesörünün, günümüzde Low energy nuclear reactions (LENR) (=düşük enerjili nükleer reaksiyonlar) olarak bilinen ve tehlikesiz nükleer enerji elde etme yöntemi olarak yoğun araştırmalar yapılan bir konuda gözlemler yayınlamasıyla anlaşılmaya başlanır.

DOM-12b

Atomlar değişip-dönüşmezse, atom-altı-öğeler dünyası (kuantum-alemi) ile, moleküller-hücreler gibi üst-sistemler arası “köprü” kapanmış olur.

 Kimyasal Elementler Arası Dönüşümler = Transmütasyon

 "Life Is Nothing But Chemistry = hayat kimyadan başka bir şey değildir." şeklinde olağan-üstü bir hayat tanımı yapan bir fizik profesörünün bilimsel düşüncelerimizi kökünden değiştirecek özet bir bilgi sunulacaktır.

 

Şekil: “Kervran-Etkisi” = Atomlar-arası-değişim-dönüşüm mekanizmasıdır. Varlıkların hücreleri sınırlı sayıda kimyasal element dönüşümleri yapabilmektedirler.

ATOMLAR alemi canlıdır, sürekli bir değişim-dönüşüm içindedirler

Kervran, kimyasal elementlerin illa yıldız gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık değerleri altında değil, normal dünya koşullarında düşük-enerjili çekirdek reaksiyonları (Low energy nuclear reactions= LENR) şeklinde de gerçekleştiğine dair gözlemler-veriler sunmaya başlar.

Bir fizik profesörü olan Corentin Louis Kervran (1901 – 1983) bir çocukluk anısını şöyle anlatır:

“Ailemin, bir avluya serbestçe çıkışı olan bir kümeste tavukları vardı. Orta Britanya'da babamın memur olduğu yerde yaşardık. Bölgede kalker bulunmuyordu ve sadece şist ve granitler vardı. Tavuklara hiçbir zaman kireç taşı verilmedi, ama tavuklar her gün kalkerli kabuklu yumurtalar ürettiler. Yumurtanın kalsiyumunun nereden geldiğini (kuşların kemiklerindeki kalsiyumunu) sormayı hiç düşünmemiştim. Ancak yaptığım bir gözlem ilgimi çekmişti. Yumurtlayıcı tavuklar bahçede gezerlerken, mütemadiyen yüzeydeki mika pullarını yutuyorlardı. Mika, kuvars ve feldispat ile birlikte granit oluşturmaktadır, dolayısıyla granitin ayrışma ürünüdür. Hepsi de silika bileşikleridir. O zamanlar ilkokuldayken bildiğim tek şey buydu. Mika'nın, özellikle bir yağmurdan sonra aşikar bir şekilde tavuklarca seçildiğini fark etmiştim, çünkü yağmurdan sonra ayna gibi güneşte parlıyorlardı. Her metrekarede görünen yüzlerce mika-pulu, hafif yağmurla yıkanmış minyatür aynalar gibiydi ve tavukların onları nasıl yuttuğu kolaylıkla takip ediliyordu. Kimse, kuşların kum tanelerini değil de, neden mika pullarını yuttuklarını bana söyleyemiyordu. Bir tavuk kesildikten sonra, annem tavuğun taşlık-torbasını açardı ve içinde küçük taşlar ve kum taneleri görülürdü, ama asla mika göremezdim. Mika nereye gitmişti? Gizemi olan her şey gibi, bu benim bilinçaltı zihnime yerleşti ve derin bir iz bıraktı. Bir çocuk olarak sağlam mantıksal açıklamalar bekliyordum, neden (mikalar yok olmuştu)? (Kervran, 1962, s.15)

Böyle bir çocukluk anısıyla büyüyen C. L. Kervran, fizik profesörü olduğunda, tavukların mika pullarında bulunan K (potasyum) elementinden nasıl Ca (kalsiyum) elementi ürettikleri konusuna yoğunlaşır ve çeşitli deneyler yapar.

Tavukları kireç bulunmayan zeminler üzerinde yaşamaya bırakır. Birkaç gün sonra tavukların yumurta-kabuklarının sertliklerini kaybedip, yumuşadığını fark eder.  Sonra tavuklara mika pulları yedirir ve yumurta kabuklarının normal sertliklerine kavuştuğunu saptar.

Tavukların mikayı tanıma bilgisi olup-olmadığını anlamak için, yeni doğmuş civ-civler alır ve hiç mika olmayan ortamlarda yetiştirir. Yumurtlamaya başladıklarında, yine yumuşak kabuklu yumurtalar oluşur. Bunun üzerine, daha önce hiç mika görmemiş bu tavukların çevrelerine mika pulları serper ve davranışlarına bakar: Önceleri hiç mika pulu görmemiş tavuklar mikalara saldırıp, büyük bir iştahla onları yutarlar. “Ertesi gün yumurtaların normal kabukları vardı” diye not alır.

Tavukların yuttukları mika mineralinde Ca (kalsiyum) yoktur; ama K (potasyum) vardır. K elementine bir proton eklenmesiyle Ca elementi oluşmaktadır. Tavuk bedeninde bu işlem gerçekleşir ve tavuğun hücreleri, K’a bir proton eklenmesi işlemiyle yumurta-kabuğu için gerekli Ca elementini yapmaktadır.

Bu temel gözlem ve deneyler ışığında, geleneksel olarak öğretilen fizik-kimya bilgilerinin doğruluğundan şüphelenmeye başlar. Çünkü geleneksel fizik-kimya bilgileri, doğadaki tüm kimyasal elementlerin doğal sistemin oluşumu başlangıcında oluşturulduğunu ve ondan sonra artık yok-edilip-değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Yani potasyum veya kalsiyum (veya tüm diğer kimyasal elementler), potasyum ve kalsiyum olarak oluşturulmuşlardı, ve asla bir başka elemente dönüştürülemezlerdi. Bu bir dogma şeklinde tüm bilim-insanları tarafından kabul edilmişti ve Lavoisier-yasası olarak biliniyordu.

Bu bakış, bir dogmaya dönüşür ve buna ters düşen her görüş “saçma, bilim-dışı” damgası almaya başlar. Ve hala da günümüzde böyledir. Günümüzde durumun hala böyle olduğunu kendi gözlemlerime dayanarak iddia ediyorum. “Aydın” dediğimiz insanların çekirdeğini oluşturan bilim-insanları hala atomların ancak yüksek-basınç ve sıcaklıklar altında gerçekleşen nükleer reaksiyonlarla değişip-dönüşeceğini savunuyorlar. Normal doğa koşullarında atomların birbirlerine dönüşemeyeceği inancı hala bilim-aleminde temel bir dogma olarak durmaktadır.

Nitekim, 2018 yılı içinde,  Facebook’ta paylaştığım  “Kervran-Effect” adlı bir makaleye bir kimya yüksek mühendisi şöyle bir itirazda bulunabilmiştir:

(T.E.): İki farklı elemente ait Atomun birleşip molekül değil de YENİ bir ELEMENET oluşturmasının adı NÜKLEER REAKSİYONDUR. Bunun tavuğun metabolizmasında olması MÜMKÜN DEĞİLDİR. Bu açıklamayı yapan şahsım 5 yıl kimya eğitimi görmüş bir KİMYA YÜKSEK MÜHENDİSİDİR. Kimya nosyonu olmayan bir Fizikçinin saçmalamasıdır paylaşılan yazı.

Halbuki: Doğadaki temel kimyasal elementlerin oranı sabit-değişmez olursa, doğadaki değişim-dönüşüm sistemi işleyemez, gelişemez! Çünkü: Doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar için enerji gerekir; enerji ise, kuantsal sistemdedir, yani atom-altı-öğeler dünyasındadır. Kuantlar alemi, çevresiyle sürekli etkileşmekte, ve çevredeki değişim-dönüşümlere uyarak, kendileri de değişmektedirler. Kuantlardaki bu değişim-dönüşümlerin, molekül veya daha üst-sistem varlıklara etkilerinin aktarılabilmesi atom denilen kimyasal elementlerce gerçekleşmek zorundadır. Bu nedenle, atomlar da sabit olamazlar, değişim-dönüşüm içinde olmalılar. Yani atomlar değişip-dönüşmezse, atom-altı-öğeler dünyası (kuantum-alemi) ile, moleküller-hücreler-bedenler gibi üst-sistemler arası “köprü” kapanmış olur.

DOM-12c

Mikro-organizmalar ultra-mikroskobik ölçekte enerji gradyanları oluşturarak, atomların birbirlerine dönüşümlerinin yolunu açarlar.

Mikro-Organizmalarca Element dönüştürme deney sonuçları:

Kervran’ın “Transmutations Biologiques, 1962” adlı eserinin  N. Sakurazawa tarafından Japoncaya tercümesi, Uygulamalı Mikrobiyoloji Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki’nin dikkatini çeker, çünkü potasyum gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, mikroorganizmalarca potasyum elde edilmesi durumunda, Japon ekonomisi büyük bir ivme kazanacaktır. Komaki 1963de deneylere başlar ve 1964 yılı Kasım ayında Kervran’a deney sonuçlarını gönderir (Kervran 1982, 42-45).

Komaki, Aspergillus niger,  Penicillium chrysogenum, Saccharomyces cerevisiae ve Torulopsis utilis adlı mikro-organizmalarla deneyler yapar.

Deneyler, bu mikroorganizmaların nasıl çoğaldıkları, nelere göre büyüme-çoğalma oranlarının değiştiği, çoğalma sonrası kimyasal bileşimlerinde ne tür değişiklikler gerçekleştiği gibi konulara yöneliktir.

Deneylerde kullanılacak organizmaların kimyasal analizleri yapılarak, içlerindeki potasyum oranı saptanır, deney başlangıcında 1 miligramında 0.01 miligramdan daha az potasyum içerdikleri belirlenir.

Temel amaç, organizmaları kimyasal element-dönüşümleri yapıp-yapamadıkları olduğundan, ilk önce, hiç sodyum ve potasyum elementi bulunmayan beslenme-ortamlarında deneyler yapılır. Bu tür ortamlarda, organizmaların hiç büyüyemedikleri saptanır.

Deneylerde en verimli potasyum artışının maya-mantarlarında (Saccharomyces cerevisiae ve Torulopsis utilis) gerçekleştiği fark edilir. 

Sonra ortama sodyum eklenir, bu tür beslenme ortamlarında organizmalar çoğalırlar; potasyum oranında yaklaşık 20 kat bir artış olur.

Daha sonra ortama çok-çok az oranda potasyum eklenir; bu durumda organizma gelişmesi daha da hızlanır ve potasyum oranında yaklaşık 150 kat bir artış ortaya çıkar.

 Not: Hücreler işlevlerini, genleri sayesinde yaparlar. Genlerin on/off=açık/kapalı olması işlevin yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir uyarı verilmesi, geni “açık” duruma getirir, ve o nedenle ortama çok az oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme yaparak, potasyum-sentez-genini aktive eder ve potasyum oluşturma potansiyelinin artırılmasını sağlar.

Hücrelerimiz içinde sürekli element değişim-dönüşümleri yapılmaktadır 

Mikro-organizmaların sodyum ve oksijeni kaynaştırarak potasyum oluşturdukları şeklinde araştırmayı yapan Hisatoki Komaki’nin yukarıda özetlenen çalışması P,T. Pappas’ın  1998 yayınıyla  pekiştirilir.

 “Hücre içinde elektrikle oluşturulan çekirdek kaynaşması= Electrically induced nuclear fusion in the living cell” adlı yayınında Pappas, hücreler içindeki Na - K oranı değişimlerinin, şimdiye dek kabul edildiği gibi hücre dışından hücre içine “sodyum-potasyum pompalanmaları” şeklinde değil de,  Na23 + O16 + Electrical Energy + ATP Energy = K39, şeklinde bir hücre içi element dönüşümü ile gerçekleştiğini ıspatlar. 

 Yani hücre içinde sodyumla oksijenin kaynaştırılmasıyla potasyum elde edilebilmektedir.

 Hücrelerimizin iş yapabilmesi 3-fosfatlı ATP molekülünü, 2 fosfatlı ADP molekülüne dönüştürmesi sonucu açığa çıkan bir fosfat enerjisiyle olmaktadır.  Bu ise, her işlemde, hücre içindeki sodyum iyonlarının, hücre dışına pompalanması, hücre dışından ise potasyum iyonlarının hücre içine pompalanması ile mümkün olabilmektedir. 

Bu işlemler, hücre içinde ve hücre dışında, Na ve K iyonları yoğunluğunun aniden 10-15 kat kadar artırılması ve azaltılması gibi muazzam iyon-akışları gerektirir. Hücre içinde saniyede 100.000 kadar işlem gerçekleştiği düşünülürse, hücre-zarlarında ne kadar sıklıkla bir iyon-pompalama trafiği olması gerektiği anlaşılır. Böyle bir iyon-yoğunluklarına dayalı pompalama işlemlerinin olabilmesi hiç-ama hiç olası değildir.

Bilim-insanları, dogmatik bir görüş etkisi altında öylesine şartlandırılmışlardır ki, bedenlerimizdeki hücrelerin zarlarının “yol-geçen-hanıymış gibi” saniyede milyonlarca sodyum ve potasyum iyonunun bir anda içeri alınması ve dışarı atılması gibi insan aklının alamayacağı bir mantıksızlığı, çözüm yolu olarak kabul edebilmişlerdir!

Hücrelerin ve mikro-organizmaların, kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürdükleri sonraki yıllarda yapılan deneylerle net bir şekilde ıspatlanmıştır. Şöyle ki: Vysotskii 1990’lardan itibaren biyolojik transmutasyonlar (element-dönüşümleri) üzerinde çalışmaktadır. Çalışmalarında Mossbauer Spektroskopisi gibi çok yeni analiz yöntemleri kullanan Vysotskii ve Kornilova, Bacillus subtilis, Escherichia coli, Deinococcus radiodurans, ve maya mantarı Saccharomyces cerevisiae ile ağır-su  (D2O) içinde deneyler yapmışlardır. Mikro-organizmaların yaşadıkları ortama MnSO4 eklediklerinde, spektrometrede 57 atom ağırlıklı Fe (demir) oluştuğunu gözlemişlerdir. Dolayısıyla (55 ağırlık Mn + 2 ağırlıklı Deuterium = 57 ağırlıklı Fe) reaksiyonunun gerçekleştiğini net olarak gözlemlemişlerdir. Bakterilerin bu element dönüştürme işlemlerinde “microbial catalyst transmutator = mikrobik katalizör dönüştürücü” adını verdikleri simbiyotik (ortaklık) ilişkilerinin önemli rol oynadıklarını ortaya koyarlar,  Vysotski ve Kornilova (2010).

Önemli bir uyarı:

Doğa dinamik sistemde işler. Dinamik sistemdeki bu işleyiş information & self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre gelişir. Dinamik sistemlerin temel noktası doğada alt-sistemlerden başlanarak, yeni bilgi oluşturulması yöntemiyle, yeni üst-sistemlere doğru bir ilerleme, bir evrimleşme olmasıdır.

Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem yapısallaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

IV- Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

 

Feibleman’ın “Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.” şeklindeki ifadesini dinamik-sistemler fiziği ilkeleri ile açıklaması şöyledir:

Her şey tabandaki kuantsal sistemle yapılıyor, çünkü enerji onlarda var. Enerjinin nerden nereye akacağı ise “bilgi” faktörü ile oluyor. Bilgiler enerji akışı yönünü belirleyen trafik işaretleri görevini üstlenirler. Doğada atomlardan moleküllere geçişle, bir sürü yeni madde ortaya çıkar, ve bu maddelerin her biri farklı anizotropi özelliğine sahiptir. Anizotropi, enerjinin nerede fazla, nerde daha az dağılacağını belirler. Örn. Hidrojen atomu yanıcı, Oksijen atomu yakıcı bir element iken H2O molekülü tamamen farklı özellikler gösterir. Yani H ve O atomları Su molekülü içinde öz özelliklerini bırakıp, başka özellikli olmuşlardır.

Su molekülleri diğer moleküllerle etkileşerek, protein, şeker gibi daha büyük molekül kompleksleri oluştururlar. Bu kompleks moleküller birleşerek hücre gibi daha kompleks varlıklar oluştururlar, vs. Bu şekilde gittikçe karmaşıklaşan yeni üst-sistemler ortaya çıkar.

Ama tüm bu yeni oluşan üst-sistemler, hep bir alt-düzeydekilere bağımlıdır, çünkü enerjilerini onlardan alırlar.

Şimdi tavuğun yumurta kabuğu için Ca ihtiyacını düşünelim. Dünyanın her yerinde kireç taşı yok, Ca’lu mineral de yok. Ama tavuk orada yaşamaya mecbur. O zaman tavuğun içindeki hücreler, Ca’u nasıl sağlayacakları arayışında olurlar. Moleküllerin birbirlerine dönüşümleri enerji gradyanları oluşturulmasıyla gerçekleşir. Çok küçük ortamlı enerji gradyanları tek hücreli organizmalarca (bakteriler, mantarlar) oluşturulurlar. Aynı yöntem elementlerin birbirlerine dönüşümlerinde de geçerlidir ve yine bakteri-mantar gibi tek hücreli organizmalarca gerçekleştirilirler. Canlılar diğer küçük mikro-organizmalarla işbirliği içindedirler. Karşılıklı etkileşimlerle çeşitli küçük ortamlar oluşturularak, moleküllerin, atomlarına ayrışmaları sağlanacak mikro-ortamlar oluşturulur; sonra atomların birbirlerine dönüştürülecekleri daha küçük mikro-ortamlar oluşturularak, varlığın gereksinimi olan element elde edilir (bak. Komaki H. 1993, Vysotski & Kornilova 2010)..

Atomların birbirlerine dönüşümleri, hücreler tarafından değil, atomların algılama ve o algıya göre davranmalarına dayanılarak atomlar (dolayısıyla içlerindeki atom-altı-öğelerce) yapılmaktadır, çünkü yapıcılık-kuvvet oluşturma ve aktarma erki hep alt-sistemlerdedir. Hücreler sadece enerji gradyanı değişimleri yaparak, enerjinin nereden nereye akması gerektiği bilgisini (kuvvet alanını) oluştururlar; atomların içlerindeki atom-altı-öğeler de o kuvvet alanına uyarak, bir atomdan diğerine akarak, atomların birbirlerine dönüşmelerini gerçekleştirirler. 

DOM-12d

Çevremizde yaygın kimyasal element dönüşümleri    

İnsan sadece kendisinin bilgili-bilinçli ve özgür iradeli olduğu aymazlığı içindedir. Böyle düşününce de, çevresindeki diğer varlıkları birer cansız-robotsu öğeler olarak görmektedir. Halbuki çevremizdeki tüm varlıklar sürekli bir yaşam döngüsü sergilerler, ve onların değişim-dönüşümleri sayesinde bizler canlılığımızı sürdürebiliyoruz.

Kervran, kimyasal elementlerin yeryüzü koşullarında değişip dönüştüklerine dair daha birçok örnek sunar. Bunlar arsında şunlar dikkat çeker:

1: Taze meyveler ile kurutulmuş meyvelerde demir ve bakır elementlerinin miktarlarında anormal artışlar saptanmıştır. Bak şekil (A)

Artış her iki elementte de olduğuna göre, bunlar başka elementlerden dönüştürülmüş olmalıdır.

2: Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, Mg oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K) miktarında -0.033 gram azalma, (Ca)-miktarında +0.032 gram artma, (Mg) miktarında -0.007 gram azalma olduğunu görür ve potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına çok yakın olduğu gerçeğine dayanarak, şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer. Bak şekil (B)

 ►3: Element dönüşümleri sadece canlılar aleminde değil, taş-toprak-kaya gibi öğelerde de gerçekleşmektedir. Fransa’daki bir eski kilisenin duvarlarından alınan taze ve ayrışmış kısımların analiz sonuçları şekilde görülmektedir. Bak şekil (C).

 ►4: Eklem-bacaklılar grubuna ait çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar, vs) büyüdükçe kavkılarını değiştirmek zorundadırlar. Roscoff deniz araştırmaları laboratuarında, kerevitler, Ca elementinden kimyasal olarak arındırılmış ortamda yetiştirildiklerinde, yine de kavuklarını kusursuz şekilde oluşturdukları saptanmıştır. Yaşadıkları su ortamında kavkılarının yapımında kullanılan Ca (kalsiyum) elementi bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka elementlerden üretmiş olmalıdır.

 Jeolojik olaylarda kimyasal element-dönüşümleri:

Jeologlar asırlardır granitik kayaçların oluşumlarını, magma-diferansiyasyonu adını verdikleri bir olayla açıklamışlardır. Magma-diferansiyasyonu, yeryuvarı içinden (manto’dan) yükselen 1200º santigrat sıcaklıktaki magmanın soğumasında, önce yüksek derecelerde kristalleşen olivin-piroksen-Ca’lu-plajioklas gibi minerallerin kristalleşip, gabro gibi kayaçlar oluşturduktan sonra, geriye K’lu feldspat, kuvars, mika gibi (800 dereceden daha az sıcaklıklarda) mineraller oluşturacak granitik bir magma kalacağı görüşüne dayanır.

Bu görüş, söz konusu magma kütlesinin, magma-odası şeklinde bir ortamda soğuması durumunda gerçekleşebilir. Bir odada, soğuma sonucu önce gabro-gibi bir kayacı oluşturan mineraller, odanın sıcaklığı düştükçe de granit-gibi bir kayacı oluşturacak mineraller kristalleşecekse, o odanın çevresinde gabro, ortasında ise granit olmalıdır. Yani, granitlerin çevresinde mutlaka gabro-bileşimli kayaçlar bulunmalıdır.  

Granit bir magma odasındaki 1200 derecelerdeki bir sıvı bir sistemin soğuması sonucu oluşuyorsa, granitlerin çevresinde (kenarlarında) bazaltik bileşimli bir kayaç (gabro) bulunması gerekir. Halbuki granitlerin çevresinde gabro değil, şist-gnays gibi metamorfik kayaçlar bulunur.

Granitik kayaçların çevrelerinde gabro değil, metamorfik kayaçlar bulunması, Kervran’ı, element dönüşümlerinin jeolojik olaylarda da gerçekleştiği görüşüne götürür: Granitik kayaçların, magmadan oluşmadığını, metamorfizma sonucu oluştuğunu, ve bileşimindeki potasyum (K) gibi element artışının, diğer kimyasal elementlerin dönüşümleri (transmutasyon) sonucu gerçekleşmiş olması gerektiğini vurgular.  Ca40 – H= K39     Veyahut: Na23 + O16 = K39

(Bir not: Ben de maalesef böyle bir şartlanmışlık içinde davranarak yıllarca öğrencilerime böyle bir yanlış granit oluşumu teorisi öğrettim. Bunu fark eder-etmez bir mesaj ile herkesten özür diledim, ve şu an tekrar bu özürü yineliyorum.)

Hücreler doğa ve dünyayı değiştiren ürünler yapan bir insan türü oluşturmakla hata mı yaptılar?

Ara-Bilanço:

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:

1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,

2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,

3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,

 ve Dinamik sistemlerde ise,

4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.

5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.

6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.

7) Varlıklar davranışlarını sürekli değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak belirlerler.

8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.

9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.

DOM-13

DOM-13a: Bilgisiz bir şey yapılamıyor ve canlılar bunun tam bilincindedirler.

Neden canlılar nesillerinin devamını sağlayabilmek için ölümü göze alırlar?

Varlıklar Bilgi-oluşturmanın öneminin farkındadırlar.

    Bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamaya yönelik eylemlere en güzel örnek aşk ve seks dürtüsüdür.

Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri koruyup aktarmak o kadar önemlidir ve hücreler de bunun öylesine farkındadırlar ki: Atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve muazzam bir zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü bizleri sürekli olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına yönelik bir eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında hep bir çekim kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular oluşturarak, böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak bir eylem gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak birbirlerine cazip gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi kapasitelerinin aktarılmasına yarayacak işlevlere girişirler.

Tüm varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal öğeler (enerji paketçikleri) sürekli salınım içindedirler. Ve her şey bu temel bileşenlere bağlı olarak oluşturulup-geliştirildiğinden, bu kuantsal öğelerin birleşmeleriyle gelişen tüm üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, hayvanlar, bitkiler, vs) bağlı oldukları alt-sistem öğelerindeki dalgalanma hareketlerinin hangi aralıklarla ve hangi faktörlere bağlı olarak değiştiği bilgilerini toplamak ve bu bilgilere göre davranmak zorundadırlar.  Dolayısıyla, hayat, bağımlı olunan enerji kaynağındaki dalgalanmaların nelere göre değiştiği bilgilerini toplama ve bu bilgileri gelecek nesile aktarma eylemidir. Bu nedenle, aşk ve seks dediğimiz karşılıklı kalıtsal bilgi alış-verişi sistemleri oluşturulmuştur. Aşk ve seks, karşı cinslere (farklı bakış-açılarına) ait bilgiler içeren hücrelerin buluşma ve kaynaşma eylemleridir.

Canlıların genetik bilgi depolarında, bedenlerin nasıl oluşturulacağı, bu bilgilerin nasıl aktarılacağı vs. konularında kesin yönlendirmeler vardır ve canlılar bu bilgilere göre oluşturulurlar. Bir somon balığı, genlerinde kayıtlı bu bilgileri gelecek nesle aktarmak için, bulunduğu açık denizlerden doğduğu ırmağın kaynağına dönerek orada karşı cinsle buluşup döllenme işlevini yerine getirebilmek için, tüm hayatını tehlikeye atacak bir dönüş yolculuğuna çıkar. Çağlayanları zıplayarak aşmaya çalışır; bir sürü yırtıcı hayvana yem olmamak için çabalar ve hedeflerine ulaşanlar yumurtalarını ve spermlerini 20-30 saniye içinde üst-üste bıraktıktan sonra da, çoğunlukla yorgunluktan bitap düşüp ölürler.

Somon balıkları hayatlarını tehlikeye atarak yumurtlayacakları ırmak yataklarına dönerler ve dölleme işleminden sonra ölürler. Neden?

Balıkları bu ölüm yolculuğuna yönelten dürtü, hücrelerin bedene empoze ettikleri “genetik bilgilerin aktarılması zorunluluğu”dur. Hücreler öylesine bilinçlidirler ki, milyarlarca yıllık deneyimlerin sonucu olan genetik bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak için, aşk ve seks dürtüsünü en dayanılmaz zevk duyguları ile bağlantı içine sokmuşlardır.

Bilgiler aktarılmak, çoğalmak isterler ve bu nedenle, oluşturdukları tüm bedenlere bilgi edinme ve aktarmayı teşvik edici yönlendirmeler yerleştirirler. Bitkilerin güzel renkli çiçekler oluşturmaları, çiçeklerin çeşitli çekici kokular yaymaları, hayvanların çeşitli göz-alıcı renkli tüylerle kendilerini süslemeleri, insanların güzel giyinmeye çalışmaları ve güzel kokular sürünmeleri, vs.nin hepsi, hücrelerimizdeki kalıtsal bilgilerin gelecek nesile aktarılma baskılarının sonuçlarıdır.

Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Diğer taraftan da tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar. Bu nedenle her varlık zorunlu olarak doğadaki değişim-dönüşüm sistemlerinin nasıl olduğu ve nasıl birbirine dönüştüğü vs. bilgilerini toplamak ve gelecek nesile aktarmak zorundadır. Hayatın tanımı ve anlamı bu nedenle şöyle olmak zorundadır:

Hayat doğadaki değişim-dönüşümler hakkında bilgi edinme ve bu bilgileri gelecek nesle aktarma eylemidir.

Doğadaki tüm olayların doğadaki en küçük varlıklarca olasılık hesaplarına göre bilgi oluşturularak ve bu bilgilere göre de örgütlenerek oluşturulduğu fikri bizlere biraz tuhaf ve gerçek dışı imiş gibi geliyor. Ama ne var ki, gerçek durum böyledir. Madde dediğimiz varlıklar, doğadaki temel öğelerin (ki bunlara kuant denir) oluşturdukları kümeleşmeler- gruplaşmalardır. Ve doğanın temel öğeleri madde-parçacık yapısında değillerdir, onlar kuantsal davranışlıdırlar, yani sürekli hareketlidirler çünkü çevrelerini her an algılamak ve değişimlere uygun davranmak zorundadırlar, dolayısıyla canlıdırlar.

Doğada her şey bilgi ile yapıldığından, hücreler BİLGİ oluşturmayı en ön plana alan, yaratıcı özellikli İNSAN türünü oluşturmuştur.

DOM-13b

İnsanlar neden diğer canlılardan farklıdır?

Şekil: İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya alan bir hücresel tasarımdır.

Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur. 

"Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.

İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiş ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir şekilde genetik kodlamalara yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik bilgiler içerdiği, günümüz gen teknolojisi ile ortaya konulabilmelidir.

Bu düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır.

Araştırma sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır. Bu bölgenin özellikle beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya konmuştur. Reelin ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada etkili olan bir proteindir.

Bu durum insanın hem en güçlü hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır.

Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturucu-yaratıcı” özellikli bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.

Bir katılımcı, “insan yaratıcı ise neden bir hücre oluşturamıyor?” şeklinde insanın yaratıcılığına itiraz etmişti. Yanıtım şu idi:

Doğada yaratıcılık alt-sistemlere aittir, onlar doğadaki değişim-dönüşümlere uyabilmek için çeşitli üst-sistemler oluştururlar. Hücreler alt-sistemdir, insanlar (bedenler) üst-sistemdir. İnsan hücre oluşturamaz, hücreler insan oluşturur. İnsanın yaratıcılığı ise, insanı rahatlatıcı şeyler yaratmaktır. Bilgisayarlar, uçaklar, uydularla haberleşmeler, cep telefonları vs. gibi insan ürünü olan şeyleri düşünün. Bunlar doğada daha önceleri var mıydı? İnsanlığın oluşturduğu (yarattığı) ürünlere bakılırsa, hepsi toplumsal yaşamın gereksinimleri olan şeylerdir. Bu ürünler, hücrelerin beden oluşturmak için oluşturdukları kalp, böbrek, beyin, el, ayak, vs. gibi organlara denk gelirler. O organlarla da farklı bedenler oluşturulmuştur. Yani insanlık eninde-sonunda doğal-sisteme uygun bir gerçek ekolojik toplum oluşturacaktır. Bu girişimi engelleyenler, Tepe’den yönetimli düşünüp-davrananlardır, para-babaları, siyasetçiler vs.dir.

Canlılar çevresinde kendisini etkileyecek faktörleri algılayacak organlar-organeller, proteinler, vs oluşturulur. Bu sayede doğadaki farklı koşullara uyum sağlayarak yaşamını sürdürür. Biz insanlar onlar kadar bu konuda başarılı değiliz.

Bir örnek verelim:

Jeoloji öğrencileriyle saha çalışmaları yaptığımız bir yaz gününde, hava güllük-güneşlik iken, birdenbire ani bir fırtına kopar ve ceviz büyüklüğünde dolu taneleri başımıza yağmaya başlar. Kafamızda şişliklerle, bir süre sonra öğrenci yurduna döneriz ama ıslanmayan, zarar görmeyen kimse yoktur.

Aklıma şu soru gelir: Arılar bu güzel günde mutlaka kırlarda çiçeklerden nektar topluyor olmalılar. Böyle yok edici bir felakette hepsinin ölmesi gerekir. Acaba onlara ne oldu?

Ertesi gün, saha çalışması yaptığımız yere yakın bir yerde arı-kovanları bulunan birine gidip, bu soruyu sordum. Verdiği cevap ilginçti: Dolu yağmurunun başlamasından kısa bir süre önce, sürüler halinde tüm arılar kovanlarına dönmüşlerdi!

Sadece fırtına değil, deprem, volkan patlaması gibi felaketlerden etkilenecek hayvanlar da, bu felaketleri önceden algılayıp, önlem almaktalar.

Peki insanı oluşturan hücreler neden bu konuyu dikkate almayıp, bizleri bu tür yeteneklerden mahrum bıraktılar?

Çünkü insanı oluşturan hücreler çok daha geniş bir bakış açısıyla   hayatı ve doğayı algılamaya ve ona uygun çözümler üretecek çok geniş spektrumlu bir beden ortaya koymaya kalktılar. 

İnsan hariç hiçbir canlı, dünyamız nasıl oluştu, evren nasıl oluştu gibi sorularla uğraşmaz, ama biz uğraşırız. Bu nedenle, bir insan nasıl doğuyor, il insan nasıl oluştu? Dünyamız nasıl oluştu? gibi binlerce soruyu kendine sormaya başlar.

İnsanlığı kültür gelişimi grafiğinden anlaşıldığı kadarıyla, bu soruları sormak yaklaşık 300 bin yıl  başlamış, çünkü o zamandan beri ölülerini gömmeye;  45 bin yıl önce duvarlara, taşlara resimler yapmaya; 27-28 bin yıl önceleri, insan nasıl oluşmakta sorusunu sorup,  doğurganlığı temsil eden hamile kadın heykelcikleri yapmaya; 15-20 bin yıl önceleri ölümden sonra tekrar dirilmeyi tasarlamışlar ki, ölenleri en değerli eşyalarıyla birlikte gömmeye; 12 bin yıl önceleri ay-güneş ve yıldızların hayatı nasıl etkilediğini sorgulamışlar ki, gök-yüzündeki bu öğeleri gösteren şekiller çizmeye başlamışlardır.

Zaman olgusunun önceki bölümlerde açıklanan gelişim aşamaları, doğal sistemin sürekli bir gelişme içinde olduğunu ve bu gelişmelerin de bilgi oluşturularak yapıldığını göstermektedir. Doğadaki değişim-dönüşümler olarak karşımıza çıkan zaman olgusu, atom-altı-öğelerin çevrelerini algılayarak, oluşan yeniliklere göre, yeni üst-sistemler oluşturduklarını göstermektedir.

DOM-14

Bilgi oluşturmayı en ön plana alan insanın BİLGİ oluşturma evreleri

 Ara-Bilanço:

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:

1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,

2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,

3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,

 ve Dinamik sistemlerde ise,

4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.

5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.

6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.

7) Varlıklar davranışlarını sürekli değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak belirlerler.

8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.

9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.

10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.

 Şimdi böyle bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür bilgiler oluşturduğunu görelim.

İnsanlık Tarihi- 1. Bölüm

Jeolojik katmanlar dediğimiz yeryuvarı arşiv-sayfalarında, doğadaki her olay ve oluşumun kaydedildiği önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu arşiv-sayfalarında, insan dediğimiz canlı türünün de ne zaman nerede ortaya çıktığı ve ne tür değişimlere uğradığı da kaydedilmiştir. Bunlara dayanılarak şu veriler ortaya çıkarılmıştır.

Doğu Afrika, ~10-12 milyon yıl öncelerine kadar, tropik ormanlarla kaplı bir bölge iken, ~10 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika Rifti denilen yerkabuğu yükselmesine dayalı yırtılma olayı sonucu, hem binlerce metreye varan bir yükselmeye uğramış, hem de yırtılma sonucu, sarp yamaçlarla çevrili derin bir vadi sistemi oluşturmuştur.

Bölgenin yükselmesi zorunlu olarak bitki örtüsünde değişikliğe yol açmış, tropik orman örtüsünün yerini savana ortamı almıştır. Ormanlarda ve ağaçlar üzerinde yaşamaya alışık 4 ayaklı bir memeli yaratık grubunun, yaşam ortamlarının savana ortamına dönüşmesi ve bu değişik ortamda izole (hapis) kalmaları sonucu, beslenme-savunma sistemlerinde değişiklikler oluşmaya başlamış, ve bu değişikliklerin çok uzun yıllar sürmesi sonucu, ağaçlarda-dört-ayaklı-yaşama sisteminden, savanlar-arasında-iki-ayak-üzerinde-yaşam tarzına geçiş zorunlu olmuş ve hominid (insansı) denilen iki ayaklı yeni bir cins (Australaopitechus) ortaya çıkmıştır.

Belden altı "insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü olan bu cins yeryüzünün ilk iki ayaklı memelisidir. Yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir bebeğinki kadardır. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el" denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını, bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının (modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu cins yaklaşık 5 milyon yıl önceleri ortaya çıkmış ve yaklaşık 1 milyon yıl önceleri yok olmuştur.

Bu cinsin yaşadığı ortamda, yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri kafatası daha büyük olan ve de kambur olarak değil, tam dik yürüyen yeni bir cins daha ortaya çıkmıştır. Bu cins ilk insan türüdür ve Homo habilis olarak adlandırılmıştır. Yani atalarımızın Ademle Havva diye tasarladıkları ilk insan yaklaşık 650 cm3 beyin hacimli siyahi bir insandır. Bu ilk insan türü yaklaşık 2 milyon yıl öncelerine kadar yaşamış, sonra ondan evrimleşen 900 cm3 beyinli Homo erectus onun yerini almıştır.

Bu Homo erectus Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Evrimsel gelişim devam etmiş yaklaşık 5-6 yüz bin yıl önceleri yaklaşık 1400 cm3 beyinli Homo sapiens türüne evrimleşme olmuştur.

Homo sapiens’in birçok alt türü bulunmuştur. Bunların en yaygınları Homo sapiens neanderthalensis, Homo sapiens denisova (veya Homo sapiens altaiensis), ve günümüz modern insanları olan Homo sapiens sapiens’dir. Neandertal insanı Avrupa’da, denisova veya altaiensis insanı Asya’da yaklaşık 500 bin yıl önceleri ortaya çıkmışlar ve 70 bin yıl önceleri ortaya çıkan modern insan tarafından yaklaşık 20 bin yıl önceleri yok edilmişlerdir.

Bu alt türlerin birbirleriyle eşleşip, genetik veri değiş-tokuşuna yol açtıkları genetik analizlerle ortaya konmuştur.

Gümümüz modern insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri yine Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır.

 

DOM-14a

2.5 milyon yıl önce çakmak taşı gibi sert taşlardan küçük yongalar kopararak onları kesici alet olarak kullanmakla Güney-Doğu-Afrika’da başlayan bir yaşam öyküsü

Afrika’da başlayan insan yaşamı 1.9 milyon yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya da yayılır.

Yaklaşık 500.000 yıl önceleri çakmak taşlarının çarpmaları sırasında çıkan kıvılcımlardan ateşi keşfetmiş ve ondan sonra da bu yöntemle ateş yakmayı ve onu kontrol etmekle en önemli ikinci yaratıcılığını ortaya koymuştur. Ateşi kontrol etmek, genellikle buzul devirlerinde geçen bir hayat için çok önemlidir. Çünkü dünyamız bu 500 000 yıllık sürecin 400 000 yılını buzul devri koşullarında geçirmiştir. Bunu dünyamızdaki son 450 bin yıldaki şekilde gösterilen buzul ve buzul-arası dönem süreçleri grafiğinden görebilirsiniz. Ve bizler şu an bir buzul arası dönemde bulunuyoruz.  Buzul dönemleri çok uzun (yaklaşık yüzbin) yıl sürerken, buzul arası dönemler çok kısa (yaklaşık onbin yıl) sürer. 

Buzul dönemlerinde dünyamızda neler değişmiştir?

115 bin ile 15 bin yıl önceleri arası Dünya-Coğrafyası yandaki haritadaki gibidir.

Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?

Şekil: Son buzul devri coğrafik görüntüsü ve o dönemde Basra Körfezinin durumu.  Son buzul devri süresince Basra Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline dönüşmüştür. Hürmüz boğazına yakın yerinde ise küçük şekilde görülen büyüklükte bir göl kalmıştır.   

Kanada, ABDlerinin kuzey eyaletleri, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya, Litvanya gibi ülkeler yoktur, çünkü üzerlerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul örtüsü vardır. Bu kadar büyük bir buzul örtüsünün oluşması için deniz düzeyinin 130 m. kadar düşmesi gerekmiştir ve bu nedenle haritada kahverenkli olarak gösterilen bölgelerden deniz çekilmiş ve o alanlar kara haline geçmişlerdir.

Şimdi böylesine bir coğrafyada yaşayan insanlığı görelim.

Yaklaşık 2 milyon yıl önceleri Asya’ya ulaşmış olan ilk insan, bir-iki asır sonra da Avrupa’ya ulaşmıştır. Yani yaklaşık 2 milyon yıldan beri Afrika- Asya ve Avrupa’da insan yaşamaktadır. Dünyaya yayılan bu ilk insan türü Homo erectus olarak adlandırılır.

Yaşam ortamları değişimi nedeniyle türlerde değişiklikler olur ve yaklaşık 200 bin yıl önceleri Afrika’da Homo sapiens adı verilen yen bir tür ortaya çıkar ve 100 bin yıl önceleri bu tür de yine Asya ve Avrupa’ya yayılır. Bu arada Asya ve Avrupa’daki erectus türlerinde de değişiklikler olmuş ve Avrupa’da Homo neanderthalensis, Asya’da Homo denisovan gibi yeni formlar ortaya çıkmıştır. Afrika’dan yeni gelen Homo sapiens ile diğer iki tür arasında birleşmeler olmuş ve genetik bilgiler karışmaya başlamıştır. Afrika’da 60-70 bin yıl önceleri Homo sapiens’in daha yeni bir variyetesi -Homo sapiens sapiens- ortaya çıkar ve o da Asya ve Avrupa’ya yayılır, dolayısıyla Avrupa ve Asya’daki yerel türlerle tekrar birleşmeler olur ve genetik bilgiler tekrar karıştırılır. Yani biz modern insanların genlerinde yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da oluşan Homo sapiens türünün genleri baskın olsa da, hem Neanderthal insanı hem de Denisovan insanından genler bizlere onlardan miras kalmıştır. 

DOM-14b

TOBA Felaketi ve insan nüfusunun muazzam azalması

 Yaklaşık 74 - 75 bin yıl önceleri Endonezya’nı Sumatra adasında bulunan Toba gölünün bulunduğu yerde muazzam bir volkan patlaması oluşur. Bu Toba-Volkanı patlaması dünyada saptanan en büyük volkan patlamasıdır; atmosfere saçtığı küller ve zehirli gazlar nedeniyle doğal hayat zinciri büyük zarar görür. O zamanlar Asya ve Avrupa’da egemen olan buzul devri nedeniyle iklim zaten çok soğuktur. Bir de bu volkan patlaması eklenince, birkaç yıl süren “güneşsiz” yıllar bitki ve hayvan gelişimini bu bölgelerde nerdeyse sıfırlar. Mağaralarda yaşayabilen Asya ve Avrupa insanları bu felaketten çok etkilenirlerken, Afrika’da yaşayanlar bu felaketten daha az etkilenirler, çünkü güney yarıkürede buzul devri etkisi pek yoktur. Bu nedenle dünya genelinde insan nüfusunun 10-15 bine düştüğü ve muazzam bir yok oluş gerçekleştiği hesaplanır. Yani insanlık 74 bin yıl önceleri muazzam bir dar-boğaza girmiş, çok sıkışık, zor bir duruma düşmüştür.

Dinamik sistemler fiziği zor durumlardan kurtulmanın yeni bilgiler oluşturularak aşılabildiğini göstermektedir (Bak DOM ve OO-5). İnsanlık da, 74 bin yıl önceleri nüfusun azalmasına yol açan böyle bir zor-durum karşısında zihinsel yeteneklerini artırarak yeni bir dönem başlatmış olmalıdır. Bu yeni dönemi şu olgulardan anlayabiliyoruz:

Genetik araştırmaları Doğu-Afrika’da yaklaşık 70 bin yıl önceleri modern insan genomuna yakın bir genetik oluşum gerçekleştiğini ve oradan yayılarak tekrar Asya ve Avrupa’ya dağıldığını göstermektedir. Bu yeni neslin bireylerinin zihinsel yetenekleri öylesine gelişmiştir ki, denizde yolculuklar yapacak sal veya tekne gibi araçlar yaparak (ve belki de yelken gibi rüzgar enerjisinden yararlanarak) uzak deniz yolculukları yapacak bir düzeye ulaşılmıştır. Avusturalya gibi okyanus içindeki bölgelere 55-60 bin yıl önceleri ulaşılmış olması bunun delilidir.

İnsan zekasının 60-70 bin yıl önceleri büyük bir sıçrama-patlama yapmasının bir başka delilini, okyanus içinde, hiç göremedikleri kara parçalarını, adaları veya Avustralya gibi bir kıtayı nasıl tasarlamış olmalarından anlarız. İnsanlar göçmen kuşların uçuş güzergahlarını izleyerek, onların uçtukları yönde bir kara parçası bulunması gerektiğini hesaplayabilmiş olmalılar. Yoksa uçsuz bucaksız okyanusta, çoluk-çocuklarıyla, böyle bir maceraya atılmış olabilirler mi?  

 ~ Yani yaklaşık 70 bin yıl önceleri insanın zihinsel gelişiminde, ateş kontrolünden sonraki ikinci büyük gelişim adımı atılmış ve sal-kayık gibi deniz taşıtları yapılabilinmiş;

~45-50.000 bin yıl önceleri mağara duvarlarına resim yapılmaya başlanmış;

~30.000 yıl ile 20 binli yıllar arasında zıpkın, ok gibi aletler yaparak avlanma tekniğini ilerletmişler, kemikten iğne vs. yaparak çadırlarda yaşamaya başlamışlar bu sayede mağaralar haricinde yaşanacak yeni yaşam ortamları oluşturmuşlardır.

Tüm bu oluşumlar tüm Avrupa ve Asya’nın buzul örtüsü dışında kalan ama yine de çok soğuk olan bölgelerinde gerçekleşirken, yaklaşık 15-20 bin yıl önceleri insan Amerika’ya ulaşmış ve böylelikle tüm kıtalarda yaşayan tek memeli canlı türü olmayı başarmıştır. (Amerika’ya geçişin Bering Boğazı üzerinden olduğu düşünülmektedir; çünkü yukarıda verilen buzul devri coğrafya haritasında görüldüğü üzere, Bering boğazı buzul devri süresince kara halindedir, çünkü 90 metreden daha sığ bir deniz suyu altındadır. Ama Amerika’ya geçen insanlar, deniz yolu taşımacılığı ile de, Pasifik Okyanusu kıyısı boyunca ilerleyerek de ulaşmış olabilirler.)

Bir önemli not daha: İnsanlık tarihinde ticaret en önemli bilgi aktarıcı faktör olmuştur. Çakmak taşı hem kesici-parçalayıcı alet olarak, hem de kıvılcım çıkartarak ateş yakma aleti olarak en fazla ihtiyaç duyulan madde olmuştur. Ama çok az yerde bulunabilmektedir. Bu nedenle çakmaktaşı ticareti dünyadaki ilk ve tek ticaret malıdır. Çakmak taşı yanında zift de önemli bir ticaret unsuru olmuştur, çünkü deniz veya ırmak taşımacılığında sal veya kayık gibi gereçlerin su geçirmez şekilde yapılması zift sayesinde olmaktadır. Zift ise buzul devrinde kara haline geçen bölgelerin en önemlisi olarak karşımıza çıkacak olan Basra-Hürmüz arası düzlükte – Atlantis-Ovası- bulunmaktadır. Ticaret yapan insanlar yüzlerce km-lik uzaklardaki farklı toplumlar arası ilişkilerle, bir toplumda gördükleri bir yeniliği, diğer toplumlara aktararak, bilgilerin yayılmasında çok önemli bir rol oynamışlardır.

15 bin yıl öncelerine kadar dünyamızda insanlığın gelişimi yukarıda anlatılan çerçevede gelişmiştir. Ancak 15 bin yıl önceleri dünyamızda çok önemli bir olay daha gerçekleşmiş ve buzul devri sona ermiştir. Avrupa- Asya- Afrika da yaşayan insanların kaderi çok farklı şekillenmeye başlanmıştır.

Buzul devrinin sona ermesiyle Kuzey yarı küre üzerindeki 2.5 km kalınlığındaki buzul örtüsü ergimeye ve ergiyen sular okyanuslardaki su düzeyini tekrar yükseltmeye başlar. Buzulların ergimesi yaklaşık 7-8 bin yıl sürer.

Bu durum Eski Dünya (Asya – Avrupa -Afrika) ile Yeni Dünya (Amerika ve Avusturalya) arasında bir kültürel uçurum oluşumuna yol açar. Şöyle ki:

Amerika ve Avusturalya deniz sularının tekrar yükselmesi nedeniyle Eski-Dünyadan koparlar ve oradaki insanlık yaklaşık 1492 yılına (Amerika’nın keşfine) kadar izole edilmiş olarak kalır. Avusturalya daha da sonra keşfedilir. Haberleşme ve bilgi aktarımı engellendiğinden Eski-Dünyada gerçekleşen yenilikler oralara ulaşmaz ve teknolojik olarak geri kalmış topluluklar olurlar. Öylesine geri kalmışlardır ki, Eski-Dünyada 5 bin yıl önce yapılan büyük eserler (zigurrat, piramit vs.) Amerika’da 7inci asırlarda ancak yapılmaya başlanmıştır. Avusturalyalılar ise hiç böyle bir düzeye ulaşamamışlardır. 

DOM-14c

 Şimdi buzul devri süresince Eski Dünyada kimlerin nerede yaşadıklarına bakalım.

 Eski-Dünya insanlığı neden farklı gelişti?

(Not: Afrika bu değerlendirmede dikkate alınmamıştır, çünkü buzul devri orada pek etkili olmamıştır.) 

Yüz bin yıl süren buzul devri süresince Avrupa ve Asya’da insan yaşamına uygun bölge çok sınırlıdır. Bunun en önemli nedeni iklimin soğukluğudur. Üç-dört yüz metreden daha yüksek konumlu bölgeler yılın çok büyük bir bölümünde kar altındadır. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinmek zorunda olan insanlar için yeterli besin kaynağı yoktur.

 İnsanlık henüz çanak-çömlek yapmasını bilmediğinden, sadece su kaynakları çevresinde bulunan mağaralarda veya ılıman iklimli ortamlarda yaşayabiliyordu. Bu iki koşulu yerine getiren bölgeler ise yüksekliği üç-dört yüz metreden az, ekvatora yakın ve bir ırmak vadisi kenarlarıdır. Bunların nerelere denk geldiği yandaki haritada kırmızı hatlar içinde gösterilmiştir. Diğer bölgeler ise 4-5 yüz metreden yüksek platolar olduklarından, çok soğukturlar ve yaşam sadece mağaralarda mümkündür. Bu nedenle o soğuk bölgelerde sadece soğuk ortamlarda yaşamış olan Neandertal insanları kalıntıları bulunmuştur. Üstelik bu ortamlarda insan yoğunluğu çok çok azdır. Halbuki kırmızı hatlarla gösterilen bilgelerde insan yoğunluğu çok fazladır. Çünkü hem ekvatora yakındırlar hem deniz seviyesine çok yakındırlar, hem de su kaynakları vardır.

Bu iki bölge şunlardır:

Birincisi, en batıdaki Basra-Hürmüz ovasıdır. Bu ova Atlantis-ovası olarak adlandırılmıştır, çünkü insanlık geçmiş tarihi hakkındaki deneyimlerini efsaneler olarak nesilden nesile aktarma geleneğine sahiptir. Bu geleneğe uygun olarak da, Mısır’daki tapınakların birinde insanlığın Atlantis denilen bir ova ve onun ucundaki bir göl çevresinde uygarlığı başlattığı bilgileri Eflatun adlı yunan filozofuna ulaşmış ve o da bunları yazılı hale getirmiştir.

İkincisi ise Güney-Doğu-Asya bölgesidir.

Bu iki bölgede de çok yoğun insan yaşamıştır. Halbuki bu bölgeler dışında kalan tüm diğer alanlarda insan nüfusu yok denecek kadar azdır. Bu nedenle günümüz dünyasındaki devletlerin vatandaşlarının çoğunluğu, bu bölgelerde yaşayan insanların, buzul devrinin sona ermesi sonucu, insan nüfusunun son derece az olduğu o bölgelere göçmeleri sayesinde ortaya çıkmıştır.

Arkeolojik bulgular insanların ne zaman ve nerede ilk toplumsal yaşam sistemine geçtiğini göstermektedir. Dolayısıyla insanlığın yoğun olarak yaşadığı bu iki bölgeden hangisinde toplumsal yaşam sisteminin tohumunun atıldığı saptanabilinir.

Braidwood 1995 den alınan şu şekil, bu konuyu aydınlatmaktadır.

 Arkeolojik veriler, toplumsal hayata geçişin yaklaşık 10-12 bin yıl önceleri olması yanında, bu geçişin ilk defa dünyanın neresinde gerçekleşmiş olduğu hakkında da gerekli ip-ucunu vermektedir: Güneybatı Asya! 

Ancak Braidwood’un bu grafiğinde eksik olan bir nokta vardır: O nokta, 10-12 bin yıl öncelerinde Güneybatı Asya’nın coğrafik görüntüsünün nasıl olduğunun bilinmemesi, dolayısıyla toplumsallaşma başlangıç merkezinin günümüzde deniz sularıyla kaplı olması ve arkeolojik kazı olanağı olmamasıdır.

Arkeolojik veriler toplumsallaşma başlangıcının Güney-Batı Asya olduğunu gösterdiğine ve de Güney-Batı- Asya’da toplumsal davranışa girebilecek yoğun bir insan topluluğu bulunması gerekliliği jeolojik verilere göre kesin olduğuna göre, bu bölgedeki durumu incelemeye alalım.

 

Basra-Hürmüz Ovası ne kadar büyüktü?

Basra körfezi 115 ile-15 bin yıl önceleri arasında kara halindedir ve üzerinde sadece 20 m derinliğinde bir göl kalmıştır. 115 ile 15 bin yılları arası bir buzul çağına denk gelir. İklim çok soğuktur. İklim çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır.  Bu tanıma en uygun ortam ise Basra – Hürmüz arasında ortaya çıkan büyük ve verimli ırmak vadisidir. Adeta bir “cennet” 

Neden cennet?

Basra-Hürmüz ovasında insanların en temel gereksinimi olan çakmak taşı bulunmaz ve Anadolu’dan getirildiği saptanmıştır. Anadolu ise buzul devrinde kar ve buz örtüsü altında yaşanılmaz bir yerdir ve sadece kar örtüsünün azaldığı 1-2 aylık yaz süresinde çakmaktaşı yataklarına insanlar gelip, aldıkları taşları ovadaki insanlara ulaştırırlar. Bu ticaret sırsında, ovadaki insanlara diğer yerlerin yaşanılmayacak kadar kötü olduğu, halbuki bu ovanın diğer yerlerden çok farklı, “cennet” gibi bir yer olduğu gibi bilgiler aktarılmaktadır.   Bu nedenle ovadaki insanlar yaşadıkları ortamın «cennet» gibi bir yer olduğunun bilincindedirler.

Yaklaşık 200 km genişliğinde ve 800 km uzunluğunda bir alan söz konusudur. Bu alanın Hürmüz boğazına yakın bölgesinde ise, yaklaşık 70-80 km genişliğinde ve yaklaşık 200 km uzunluğunda sığ (≈20 metre) bir göl vardır.

DOM-14d

Yaban insanından uygar insana geçiş zamanı ve nedeni

Bu devasa ovanın içinden Dicle ve Fırat ırmakları akmaktadır. Ova çok verimli, iklim de ılıman olduğundan üzerinde zengin bir bitki ve hayvan topluluğu vardır. Bu durumda avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan insanlar ovanın her tarafında yaşayabilirler, ancak her tarafta su bulunmamaktadır. Ovanın her tarafında bol bitki ve hayvan topluluğu var, ama oralarda içecek su yok. İnsan nüfusu ise sürekli artıyor, özellikle 74-75 bin yıl önceleri yaşanan Toba felaketinden sonra çok hızlı bir nüfus artışı olması söz konusudur.

Toplum bir birleşme, ortak iş-yapma, dinamik sistemler fiziği terimiyle “sinerjetik” eylem işlevidir. Dinamik sistemler fiziği bölümünde açıklandığı üzere, birlikte işlem yapacak öğeler zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkları sürece, birleştirici bir kuvvet alanı ortaya çıkmaz.

Çevrelerinde bolca bulunan bu beslenme olanaklarından yararlanabilmenin tek çıkar yolu düz ovadan akan ırmakların sularını kanallar kazarak, istedikleri yere doğru uzatmak. Ama bu olay tek bir aile bireylerinin yapabileceği bir iş değil, kesinlikle ortak bir davranış gerektirir.

Bu insanların ilk sınavı olmuştur ve insanların toplumsal bir davranış içine girmeleri için ilk büyük zorda kalma durumudur.

Neden Basra-Hürmüz ovası daha elverişli olmuştur ve bunun Göbekli-Tepe gibi bir uygarlığın kökeni olmasındaki rolü neye dayanır?

         Basra-Hürmüz ovası bir ırmak yatağıdır ve ırmak yatakları son derece verimli tarım alanlarıdır.

         Ova uzunluğu 600 km, genişliği 150-200 km olan devasa bir düzlüktür.

         Ovanın içinden Dicle ve Fırat ırmakları geçmektedir.

         Henüz çanak-çömlek gibi su taşıyıcı gereçlerden yoksun olan insanlar, bu ırmak kenarı boyunca yaşamaya mecburdur.

         Bu durumda 200 km eninde olan ovanın sadece 20 km genişliğindeki ırmak kenarı şeridi boyunca insan yaşayabilmektedir.

         Halbuki ovanın 180 kmlik genişliğindeki kalan bölümü bol hayvan ve bitki doludur ve insanlar oralarda da yaşayabilmek arzusuyla çırpınmaktadırlar.

         Bireyler çakmak taşlarından yapılmış el baltalarıyla, ırmak suyunu ovanın diğer bölgelerine doğru uzatma ve yeni yaşam ortamı oluşturma yarışına girmiş olmalılar.

         Bu yarış insanları çok zora sokmuştur.

         Zor durumdaki varlıkların sorunlarının çözüm yolunu “dinamik sistemler fiziği” vermektedir.

         Dinamik sistemler fiziği doğadaki tüm zorlukların karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla sağlanacak bir ortaklık sistemiyle çözülebildiğini öngörmektedir.

         Ve Basra Hürmüz ovasındaki insanlar da bu doğa yasasına uygun davranıp, tüm ovayı su kanallarıyla döşeyip, ovanın her yerindeki bitki ve hayvan topluluklarından yararlanma olanağını sağlamış olmalılar.

         Buzul devrinin yaşanılmaz koşullarının egemen olduğu Avrupa ve Asyanın tersine bu ova yaklaşık yüz bin yıllık bir süreyle insanlık için bir cennet ülke olmuştur.

 

Buzul devrinin sona ermesi nedeniyle ova 14 bin yıl öncelerinden başlayarak denizle kaplanmaya başlayınca, ovada yaşayanlar kaçmaya mecbur kalırlar.

Nereye kaçacaklar? Güneyde zaten deniz var, Güney-batı kurak bir çöl ortamı, Kuzey-doğu hala kar ve buz örtülü bir dağ-kuşağı (Zağros dağları). Kaçılacak tek bir yön kalıyor: Dicle-Fırat vadiler boyunca kuzey-batıya kaçmak.

İşte buzul devrince yaşadıkları bu cennet ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanlar da, kuzey-batı yönünde kaçarak yeni yaşama açılan Urfa-ovası gibi yerlere yerleşmişlerdir. Göbekli-Tepe, Nevali-Çori, Karahan, Hamzan-tepe gibi yörelerde tonlarca ağırlıkta T-sütunları dikecek ortak davranış sergileyecek uygar davranış göstermişlerdir.

Göbekli-Tepede ilk-toplumsal bir uygarlık merkezi kuran insanların nerden geldikleri şimdi anlaşılır oldu mu?

Daha önceleri sadece aile-bağlarıyla bir arada bulunup, diğer insanları rakip (hatta düşman) görürken, diğer insanları rakip-düşman görmeyerek, ailelerin birbirlerine bitişik, yani ortak-duvarlı evler içinde yaşayarak, evlerine çatıda açılan bir delikten merdivenle inecek tarzda HÖYÜK denilen toplu yaşam ortamları oluşturmaları tam anlamıyla bir toplumsallaşma göstergesidir.

         hem geceleri artık korku ve endişe içinde değil, güvenli ortamda bulunmanın rahatlığı-huzuru içinde yaşamak

         hem onlarla güç ve kuvvetini birleştirip, tek bir aile veya kabilenin başaramayacağı işleri başarabilmek,

         hem karşılıklı iş-bölümüne giderek, farklı alanlarda uzmanlaşıp, üretimi ve hizmeti artırabilmek uygarlığın temelleridir.

Şimdi herkesin şu soruyu cevaplaması gerek:

Göbekli Tepeliler ve diğer Bereketli Hilal bölgesi sakinleri gökten mi buraya geldiler? Dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar hala yabani hayatı yaşarken, bu insanlar nereden böyle bir toplumsal yaşam kültürü edindiler?

 Kuzeyden ve doğudan gelmiş olamazlar, çünkü oralar buzul devrinde kar ve buz örtüsü altında yaşama uygun olmayan yerlerdi.

Batıdan gelmiş olamazlar, çünkü sadece deniz var.

Güneyde ise yine yaşama uygun olmayan kurak ve susuz bir çöl ortamı.

Tek bir ortam kalıyor: İçinden iki büyük ırmağın geçtiği 800 km uzunluğunda ve 200 km genişliğindeki Basra-Hürmüz ovası.

 

DOM-14e

Basra Hürmüz ovasının insanlığın uygarlaşmayı başlattığı yer olduğunu kanıtlayan diğer araştırmalar

Dinamik sistemler fiziği, bireysellikten toplumsal davranışa geçişin, ancak ve ancak bireylerin çok sıkışık bir durumla karşı-karşıya kalmaları sonucu sağlanabildiğini öngörmektedir.

İnsanlık nerede yoğun bir şekilde yaşamış olabilir? Öyle bir sıkışma olmalı ki toplumsal uzlaşma ve birleşme-ortaklık duygusu ortaya çıksın. Önceki bölümlerde arkeolojik ve jeolojik verilere dayanarak böyle bir ortamın Basra-Hürmüz ovası olması gerekliliği ortaya atılmıştı. Bu görüşü destekleyen başka veriler var mı?

Tüm yeni araştırmalar, uygarlığın Bereketli Hilal denilen Anadolu-Suriye-Irak merkezli bir bölgeden yayıldığını göstermektedir.

         Birincisi: Genetik araştırmalar modern insan dediğimiz Homo sapiens sapiens’in Afrika’da ortaya çıktığını ve ilk yerleşim ve gelişim bölgesinin şekilde “kırmızı” çerçeveyle gösterilen bölge olduğunu göstermektedir. Bu bölgede buzul devri zamanında yaşanılabilir tek bir bölge vardır ve o da Basra-Hürmüz ovasıdır

 

         İkincisi: İrlanda, İngiltere gibi batı Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlarda yapılan genetik araştırmalar, oradaki insanların ilk atalarının “Anadolu-çiftçilerinden” yaklaşık 8-10 bin yıl önceleri ayrılarak oralara göç etmiş olduklarını göstermektedir. Anadolu-Çiftçileri ise, Göbekli*tepe, Çatalhöyük’lü gibi Basra-Hürmüz ovası kökenli insanlardır.

         Üçüncüsü: Shinde et al 2019da, arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, kültür gelişiminin 12 bin yıldan önceleri başladığı ve ilk çiftçilik yaşamının 9-10 bin yıl önceleri Anadolu’da başlatıldığının saptandığı belirtilmektedir.

          

         Dördüncüsü: 79 yazarlı Sahakyan, H. et al 2017: “Origin and spread of human mitochondrial DNA haplogroup” adlı araştırmada,

Kültürel gelişimin Yakın Doğu (Anadolu, Bereketli hilal) bölgesinde başlatıldığı,

bu kültürün yaklaşık 11 bin 500 yıl önce Güney Asya'ya doğru yayıldığı,

daha sonra (~7- 8 bin yıl önceleri). Akdeniz bölgesi ve Avrupa'ya doğru yayıldığı,

Ukrayna- Kazakistan bölgesinde gelişen Hint-Avrupa dilli kültürün çok daha sonraları oluştuğu ve dünyaya yayıldığı belirtilmektedir

         Beşincisi: 117 kişilik diğer bir uluslararası ekip olan Narasimhan et al  2019 araştırmasında ise, yine arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, Orta-Asya Steplerinde (Ukrayna -Kazakistan bozkırında) 5300 yıl önceleri Yamnaya bozkır kültürü denilen ve göçebe çiftçiliğine dayalı bir kültür geliştiğinin saptandığı gösterilmektedir. Bu Yamnaya kültürünün 4700 yıllardan sonra Avrupa ve Asya’nın diğer bölgelerine yayılarak günümüzdeki duruma yaklaşıldığı yine aynı araştırmada gösterilmiştir.

Görüldüğü üzere tüm araştırmalar, insanlığın uygar davranışa geçmesinin, Bereketli-Hilal denilen bir bölgede10-12 bin yıl önceleri başlatıldığını göstermektedir. 12 bin yıldan önceleri bu bölge buzul devri koşulları nedeniyle yaşama uygun olmadığına göre, uygarlığı başlatan insanlar (Göbekli-Tepe’liler, Çatalhöyüklüler, vd.) buraya buzul-devrinde yaşama uygun olan en yakın bir ortamdan gelmiş olmalılar. Ve en yakın ortam ise Basra-Hürmüz ovasıdır.

Bu veriler arkeolojik, jeolojik ve genetik kayıtlara dayanılarak oluşturulmuşlardır.

İnsanlığın binlerce yıllık geçmişine ait unutulamayacak kadar önemli olan olağan-dışı olaylar yaşadıkları da bir geçektir. Yazılı bilgi aktarımlarının olmadığı eski zamanlarda böylesine önemli olaylar aile büyükleri tarafından “ocak başı sohbetlerinde” hikayeler şeklinde nesilden nesile aktarılmaktaydılar. Bunlar zamanla efsanelere dönüşmüşlerdir. Bu efsanelerden iki tanesi insanlığın geçmişi hakkında birbirine çok benzer bilgiler içermektedir. Benzerlik şu noktadadır: Her ikisi de ‘eskiden cennet gibi bir ülkede yaşandığı, ama sonra çok büyük bir felaketle bu yaşam ortamının sulara gömüldüğü, kurtulanların başka bir ortamda hayatı devam ettirdikleri’ şeklinde çok benzer bir geçmişten söz eder.

Bu efsanelerden biri Hintli rahiplerce aktarılan bir hikâyeye dayanır ve Mu veyahut Lemuria adlı bir batmış kıtadan söz eder.

Diğeri ise Mısırlı bir rahip tarafından aktarılan ve sonrada Eflatun tarafından “Atlantis” adlı kayıp kıta olarak yazılı bir metne dönüştürülen efsanedir.

 

Tüm bu kayıp eski kültür gelişim noktaları hikayeleri, jeolojik olayların tam bilinmemesinden kaynaklanır. Burada “bilinmeyen” jeolojik olayların başında ise “Buzul devrindeki coğrafik değişimler” gelir.

Şekilde görüldüğü üzere, 115 bin ile 15 bin yılları arasında dünyamızın iki bölgesinden deniz çekilmiş ve o iki bölge kara haline dönüşmüştür. Bunlardan biri Sunda (Endonezya) bölgesidir, diğeri ise Basra-Hürmüz ovasıdır. Bu iki bölge buzul devri sonunda deniz düzeyi tekrar yükselince, tekrar denize gömülmüşlerdir. Oralarda 100 bin yıl boyunca yaşayan insanlar da, yaşadıkları ortamın batarak kaybolmasını “bir kıtanın batması” şeklinde yorumlamışlar ve nesilden nesile aktarmışlardır.

Dünyanın diğer yerlerinde de Büyük-Tufan (Nuh-tufanı) olayının izler bırakmış olması gerektiği ve Mu- (veya Lemuria) kültürü

Yukarıda açıklanan buzul devri ve sonrası etkilerinin, sadece Basra-Hürmüz ovasında değil, dünyanın her yerinde benzer türde yaşam gelişimlerine neden olacağı kesindir.

 

Sivilizasyon = uygarlaşma, insanların zor bir durumda kalmaları durumunda, bu zorlukla nasıl başa çıkacağı konusundaki arayışlarının sonucudur ve dinamik sistemler fiziği ilkeleri uyarınca, karşılıklı uzlaşmalarla bir üst-sistem oluşturularak çözülür. Yaşadıkları ortamın gittikçe denize gömülmesi nedeniyle, daha dar bir alanda yaşamaya zorlanan insanlar da, uzlaşarak ilk toplumsallaşmayı = sivilizasyonu başlatmışlardır. Deniz seviyesi yükselmesi sadece Basra-Hürmüz arasında değil, diğer tüm dünyada da olmuştur. Örneğin Avusturalya ile Asya arasının büyük kısmı, buzul devrinde karaya dönüşmüş ve bu iki kıta neredeyse birbirleriyle birleşmiştir. Buzul devri sona erince, deniz çekilmesi sonucu karaya dönüşen bu yöreler, tekrar denizle kaplanmaya başlar. Derinliklerine göre binlerce yıl süren bir süreçte tekrar denizle kaplanırlar.

O ortamlarda yaşayan insanlar da, aynı Atlantis'liler gibi çok zorluklar yaşamışlar, ve elbette Atlantisliler kadar değilse de, belli düzeyde ortaklıklar kurarak, sorunlarının üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Mu veya Lemurya uygarlıkları bu ortamlarda (Asya-Avusturalya arasındaki bölgede) oluşmuş olmalılar. (Amerika’ya o zamanlarda insanlık henüz ulaşamamış olduğundan, oralarda bu olaylar gelişmemiştir.) 

Nitekim Hindistan ve Güney-Doğu Asya ülkelerindeki eski efsanelerde de, Atlantis olayına benzer türde toplumsal hayat başlangıcı oluşumlarının yaşandığı anlatılmaktadır. “Lost continent Mu or Lemuria” olarak bilinen yazılarda, gittikçe denize gömülen bir adada insanların toplumsallaşmayı başlatıcı bilgileri oluşturması ve bu adadan kurtulan insanların (Mu’nun çocuklarının) bu toplumsallaşma bilgilerini gittikleri yerlerde yaymaya başladıkları konusu anlatılmaktadır.

Mu kültürü Atlantis kültüründen farklı bir dünya görüşüne yol açar. Atlantis-kültürü Sümerlerin “ahiret hayatlı - cennet-cehennemli” bir hayat görüşünün temelini oluştururken, Mu kültürü buna hiç benzemeyen  bir Doğu-Asya kültürü oluşumuna yol açmıştır. 

DOM-14f

  Bu aktarılandan Atlantis efsanesi bilgilerinin yukarıdaki bölümlerde açıklanan Basra-Hürmüz ovası verileriyle ne kadar örtüştüklerini göstermek ve Basra-Hürmüz Ovasının adının Atlantis Ovası olarak değiştirilmesin uygun olacağını göstermek istiyorum.

Atlantis adını koymama beni iten olayın ne olduğu konusuna gelince:

Dünyamızın nasıl oluşup-geliştiği, bu dünya üzerindeki hayat sisteminin nasıl geliştiği, insanlığın bu sistem içindeki yeri ve nasıl geliştiği konularıyla haşır-neşir olmuş biri olarak, 1980li yılların sonunda, arkeolojik-antropolojik araştırmaları incelerken BRENTJES’in, (1981), “Völker am Euphrat und Tigris = Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırma sonucu Basra-Körfezi’nin geçmişiyle ilgili şu şekildeki durumu gördüm:

  

Bunu görür görmez beynimde bir şimşek çaktı: Atlantis: Kayıp Ülke!

Hemen Atlantis konusunu araştırmaya başlayıp, zor da olsa Eflatun’un ilgili eserlerine ulaşmayı başardım. (O yıllarda internet olanakları olmadığından, Trabzon gibi zengin kütüphane kaynakları olmayan bir yerde ne kadar zor bu yayınlara ulaştığımı tasarlayın)

İnsanlığın ne zaman toplumsallaşmaya başladığı konusunda yazılı tek belge Eflatun’a aittir.  Eflatun Kritias ve Timaios adlı iki eserinde, insanlığın ilk toplumsal birliğe 11600 yıl önceleri ulaşıldığı yönünde Mısırlı rahiplerden kaynaklanan bilgiler vermektedir.

Bunun üzerine 1992 yılında GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.  adlı makale yayınlandı.

Gedik 1992 makalesi uluslararası geleneklere uygun bir makaledir ve yayınlanmıştır.

 “Uluslararası yayın” konusu hakkında kısa bir bilgi vereyim.

1)-Yayın dünyada yazılı basında kullanılan herhangi bir dilde yapılmış olabilir.

2)- Yayın olarak kabul edilebilmesi için en az 200 nüsha olarak basılması şarttır. (Bu nedenle akademik tezler en az 200 adet olarak çoğaltılırlar)

3)- Yayınlanma tarihi öncelik, telif hakkı vs. gibi konularda önem taşır.

4)- Yayın bir dergide veya kitap halinde olabilir.

Bu bilgileri vermemin nedeni, Gedik 1992 tarihli “Atlantis: Efsanevi batık kent nerede)” başlıklı yayının uluslararası kurallar çerçevesinde bir yayın olarak kabul edilmiş olacağını vurgulamaktır. 

Basra-Hürmüz Ovası gelişimiyle Eflatun’un Atlantis hikayesi arasındaki ortak noktalar 

         1-) Dinamik sistemler fiziği toplumsal davranışın gereği olan bir üst-sistemde (toplumda) uzlaşma yeteneğinin, ancak insanların dar bir alanda sıkışmış olması sonucu olabileceğini öngörüyor.

         2-) Jeolojik olaylar böyle bir sıkışık ortamın Basra-körfezinin kara haline geçtiği 15 bin yıl öncelerinin Basra-Hürmüz-Ovasında 2 defa  gerçekleştiğini gösteriyor:

         İlki Homo sapiens sapiens’ın 40-50 BİN YIL önceleri Basra-Hürmüz ovasının her tarafından yararlanmaları için ovayı su kanallarıyla donatmak zorunda kalmaları durumunda,

         İkincisi ise ovanın tekrar denizle kaplanması sürecinde yani 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında olması gerektiğini gösteriyor.

         3-)  Eflatun’un Atlantis hikayesinde, Atlantis ülkesi adını verdiği 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova ve onun ucunda bulunan bir göldeki adalarda gerçekleştiği bilgisinin Mısırdaki bir tapınakta kayıtlı olduğunu ve o bilgilerde şunlar bulunduğunu ise şu noktalar belirtiliyor:

         A)  Bu gölün her yıl süren sürekli taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;

         B)  Göldeki adanın üstünde yerleşim yeri bulunduğunu ve çevresinde 3 sıra duvar örülmüş olduğunu;

         C Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;

         D)  Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut deniz sularının çekilmiş olduğu Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır) ve bu ovanın her tarafına su kanalları döşendiğini;

         E)  Gölün yakınlarında “Herakles-sütünları” terimiyle ifade edilen bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.

         F)  Bölgede Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi bir sürü özel meyvenin bulunduğunu;

         G)  Ve bir gece aniden sulara gömüldüğünü;

         H) Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini yazar.

Atlantis konusunda yazılmış yüzlerce kitap ve bir sürü film vardır. Bunların hiçbiri yukarıda sıralanan tüm faktörleri yerine getirmez, sadece 2-3 sıra duvar ve bir Herakles sütünları terimiyle belirtilen bir boğaz yaygınca delil olarak kullanılmıştır.

Burada yazılanları tek tek değerlendirelim:

Sürekli taşkınlar ve gölün çamurla dolması ve dağ yamaçlarının çırıl-çıplak kalması çok tipik bir dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir dönemin anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın. Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle taşkınlar olması çok normal bir durumdur.

Ovanın su kanallarıyla döşenmesi, yaşam ortamlarını genişletmek zorunda kalan insanların yapmak zorunda oldukları bir olaydır.

Ada veya adaların suya gömülmesi, buzul devri sona ermesinin bir sonucudur ve önceki bölümlerde anlatılan jeolojik gelişimlerin bir sonucu olarak kesinlikle gerçekleşmiştir.

Bunlar yaşanılmadan uydurulamaz ve verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle bir taşkın olması çok olasıdır.

İnsanlık yaşadıkları unutulmaz olayları çeşitli hikayeler olarak nesilden nesile aktararak bilgileri gelecek nesillere miras bırakmışlardır. Böylesine binlerce yıl süren bir doğa felaketler zinciri insanlığın hafızasına kazınıp, nesilden nesile aktarılmaz mı? Eflatun’un böylesine yaşanmış bir bilgiyi aktarması uydurma olabilir mi? İnsan nasıl böyle bir şey uydurabilir? Mısırdaki tapınaktaki bilgiler de Atlantis ülkesinden kurtulanlar tarafından aktarılmış bilgiler olmalıdır. Tüm bu gerçekler karşısında hala Gedik 1992 yayınını dikkate almamak hangi bilimsel davranışa, hangi sağlam bir insan mantığına yakışır?

Atlantis sözcüğüne kafası takılmış olanlara son bir soru: Varsayalım ki, Eflatun veya başka biri toplumsallaşmanın başlatıldığı yer hakkında hiçbir şey yazmamışlar. Gedik 1992 de ise İsmet Gedik diye biri, jeolojik ve arkeolojik verilere dayanarak, insanlığın toplumsal yaşama ilk adımını attığı yerin son buzul devrinde kara haline geçmiş olan Basra -Hürmüz arasındaki Matlantis adını verdiği bir ovada ve o ovanın ucunda bulunan bir göldeki adalarda (ve diğer noktalarda) ortaya çıkmış olduğunu yazdı. Daha sonraları da bu görüşünün genetik haplogrub analizleriyle desteklendiğini, tüm dünyaya uygarlığın bu merkezden yayıldığının ortaya çıktığını öne sürdü.

Hangi gerekçeyle Gedik 1992 yayınına itiraz edecektiniz ve deliliniz ne olacaktı?

Benim yazdığım makalede Eflatun’un belirttiği tüm noktalar yerine getirilmektedir: Eflatun’un yazdıkları, Basra-Hürmüz arası ortamda 11-12 bin yıl önceleri gerçekleşmiş olmalıdır.  Söz konusu ortam şu an 30-40 metre deniz seviyesi altında olduğundan, arkeolojik kazılar yapılması olası değildir. Ayrıca bölge tamamen petrol bölgesi olduğundan şirketlerce araştırmalar engellenmektedir. Ancak  MÜON tomografisi denilen yeni yöntemlerle, derinlerdeki arkeolojik yapıların görüntülenmesi mümkün olabilmektedir.   

 DOM-14g

"Kul sıkışmayınca, hızır yetişmez" özdeyişi, dinamik sistemler fiziğinin bir kuralıdır.

Zorlayıcı Durum-1: Birlikte çalışarak (iş-birliği ile) zorlukların aşılması

Bu geniş alandaki insanların ovanın her tarafında yaşayabilmeleri için, ırmak sularını, kanallar kazarak ovanın her tarafına yaymaları beklenir. Bu durum yaklaşık 50-60 bin yıl önceleri ortaya çıkan tam bir zorda kalma durumudur.

Acaba bu devasa ovada yaşayan insanlar, karşılıklı bir iş-birliğine girerek bu zorda kalma durumuna uygun bir davranış içine girmişler ve ırmak sularını kanallar açarak tüm ovada kullanılabilir hale getirmişler midir? Gerçekleşmiş ise, bunu ıspatlayacak bir veri var mıdır? Bu sorunun yanıtı Eflatun anlatımında verilmiştir.

 Zorlayıcı Durum-2: İş bölümüne dayalı ortak yaşama geçilmesi

Atlantis Ovasının cennet gibi bir ülke durumu, buzul devrinin sona ermesiyle cehenneme dönüşür, çünkü dünyanın bir kısmını kaplayan buzulların ergimeleriyle oluşan sular tekrar denizlere dolmaya ve deniz düzeyi tekrar yükselmeye başlar.

14 bin yıl önceleri deniz seviyesi yükselmeye ve şekilde gösterilen oranlarda Atlantis Ovasını kaplamaya başlar. Bölge petrol sahasıdır ve çoğu petrol kuyuları «tuz domu» olarak tanımlanan kubbemsi yükseltilerde bulunur. Yani bu Atlantis ovasının üzerinde çok sayıda onlarca km çapında ve onlarca metre yüksekliği olan tepeler vardır.  

Deniz seviyesi yükseldikçe bu tepelerde yaşayanlar hapis konumuna düşerler. Onlar için zor bir hayat başlamaktadır çünkü deniz her yıl 1-1.5 cm kadar yükselmektedir.

Zorluk sadece deniz-seviyesi yükselmesi değildir. Ovanın kuzeyindeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altındadır ve iklimin ısınması nedeniyle her yıl bahar aylarında yamaçlardaki kar-ve buzların ergimesi sonucu muazzam sel taşkınları olmaktadır. Kar örtüsü altındaki toprağın gözeneklerindeki donmuş suların da ergimesiyle, toprak örtüsü bir çamur yığınına dönüşür ve ergiyen kar sularıyla birlikte muazzam bir çamur seli oluşur. Adalarda sıkışıp kalan insanlar bir de bu her yıl tekrarlanan çamur selleriyle uğraşmak zorundadırlar.

 Hapis konumuna düşene kadar sadece avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insanlar birbirlerini rakip olarak görürken, zor durum karşısında karşılıklı olarak iş bölümüne girmek zorunda kalırlar. Yani dinamik sistemler fiziğinin, varlıkların bir araya gelip birleşmesi için zorlayıcı-bir-ortam koşulu oluşması şartı yine ortaya çıkmıştır. İş ve meslek ayrımı ve uzmanlaşma böyle bir zor-durumda kalma sonucu atılır.

2-3 metre yüksekliğindeki taşkınlara karşı ada çevresine duvar örmek tek çaredir. Bir kısım insan duvar örmek ve duvarları onarmakla meşgulken, bir kısım insan daha fazla tohum toplamak, bir kısım insan tavukları bir kümeste yetiştirmeye çalışarak daha fazla besin elde etmek gibi farklı işlere soyunurlar.

Böylelikle daha önceleri birbirlerini rakip olarak gören insanlar bağımlılık içine girmek zorunda kalırlar.  Komşularını düşman olarak görmediklerinden hem geceleri rahat uyurlar hem de farklı alanlarda uzmanlaştıklarından daha fazla üretim ortaya çıkar.

Bir insanın normal olarak toplayacağı yabani meyve veya avlayacağı canlı sadece kendi ihtiyacını karşılayacak kadardır; halbuki duvar yapımı ile uğraşan insanların besinlerini karşılamak da onlara düşünce, çözüm arayışına girmişlerdir.

Tavukları yabanda avlamak yerine, onları “kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla” gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde “tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp, işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.

Görüldüğü üzere sinerjetik sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar. Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıktı. Öyleyse, başka meslekler de oluşturulmak zorunda, çünkü, duvarcının ihtiyaçlarının karşılanması gerek! Eskiden herkesin bağımsız olarak yaşadığını ve her türlü ihtiyacını kendisinin karşıladığını düşünürsek, şimdi karşılıklı bağımlılık içinde bir hayat sistemi oluşturulması söz konusudur. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor.

Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine girmişlerdir.

İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 kilometre karelik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.

Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler oluşturulmasıyla mümkündür.

Atlantis-Ovasının günümüzde deniz sularıyla kaplı olması nedeniyle arkeolojik kazılar yapılamadığına göre, acaba atalarımız bizlere bu eski yaşamlarında karşılaştıkları zorlukları anlatan bir şeyler, sözlü aktarılan bilgiler vs. bırakmamışlar mıdır? Binlerce yıl süren ve her yıl tekrarlanan sel felaketleri nasıl unutulur?

Nitekim unutulmamıştır. Deniz suları altında kalan bu ortamdan sal veya kayık gibi vasıtalarla kaçan insanlar kurtuldukları yerlere ulaştıklarında, denizden kurtularak geldiklerini söylemişler ve bu söylentiler çeşitli şekil ve simgelerle kaydedilmişler veya nesilden nesile aktarılan hikayeler olarak sonraki nesillere devredilmişlerdir.

 DEVAMI için TIKLA


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder