Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM)
Bilgi
faktörlü evren oluşumu
DOM-11a
DOĞA NASIL OLUŞTU?
Atomların proton-nötron-elektron gibi daha
küçük öğelerden oluştukları bilgisine ulaşan insan, bu atom-altı-öğeleri
birbirleriyle çarpıştırarak onları bileşenlerine ayırmaya ve özelliklerini
anlamaya çalışmaktadır.
Bu amaçla yapılan çalışmalarda, şimdiye dek
varılan sonuçlarda doğadaki varlıkları oluşturan temel öğelerin şunlar
oldukları saptanmıştır:
Varlıklar proton, nötron ve elektronlardan
oluşmaktadır. Bunlardan elektronlar daha küçük parçalara ayrılmıyorlar, yani
onlar temel bir öğedirler.
Proton, nötronların ise daha küçük öğelerden
oluştukları anlaşılmıştır. Dolayısıyla kompoze (bileşik) öğedirler. Onların
hangi parçalara ayrıştıkları saptanmaya çalışıldığında ise, onların kuark
denilen atom-altı-öğelerden oluştukları saptanmıştır. Bu kuarkların ise, 3
farklı enerji düzeyine sahip kuark-çiftlerinden oluştukları gözlenmiştir.
Şekil: Atom-altı-öğelerin madde oluşturanlarına fermion, fermionlar arasında bilgi-akışlarını sağlayanlara Boson denir. Fermionların atom-çekirdeği oluşturanlarına kuark, atom ve molekül oluşumunda devreye giren öğelerine lepton denir.
Bu
kuark çiftleri çok farklı enerji düzeylerini yansırılar. 3 farklı enerji düzeyinde kuark çift olduğu
anlaşılmıştır.
Bunlar
şunlardır:
Up ve
down kuark; (u ve d) (Normal enerji düzeyindeler ve bizlerin aşina olduğu
maddeler onlardan oluşurlar)
Charme
ve strange kuark; (c ve s) (Yüzlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)
Bottom
ve top kuark (b ve t) (Binlerce kat daha yüksek enerji düzeyindeler)
Enerji düzeyi farklarını şekilde görebilirsiniz.
Kuarkların 3 farklı enerji düzeyinde olabilmeleri gibi, elektronlar ve nötrinolar da 3 faklı enerji düzeyinde olabilmektedirler. Bu nedenle gerek kuarkların, gerek elektronların gerekse nötrinoların bir osilasyon içinde oldukları anlaşılmaktadır. Buradaki “osilasyon” terimi, bir salınım adımı anlamında değil, enerji düzeyinde muazzam bir artış veya azalma anlamındadır.
Günümüz
laboratuvarlarında proton veya nötron çarpıştırılarak yapılan bu deneylerde
gözlenen atom-altı öğeler, dünyamız atmosferinde doğal olarak ortaya
çıkmaktadırlar. Dünyamıza sürekli olarak uzaydan kozmik radyasyonlar
girmektedir. Çünkü güneş veya diğer yıldızlardan gelen çok yüksek enerjili
kozmik öğeler ya atom-çekirdeklerinden veya gama ışınları gibi çok enerjik
fotonlardan oluşmaktadırlar. Uzaydan gelen bu kozmik öğelerin çoğu (%89)
hidrojen çekirdeği olan protondan, %10
kadarı helyum çekirdeği olan alfa-öğesinden, diğer %1lik kısmı
ise, diğer elementlerin çekirdeklerinden oluşurlar. Onların atmosferdeki azot,
oksijen çekirdekleriyle etkileşmeleriyle atom-altı-öğeler yağmurları
oluşmaktadır.
Bu
atom-altı-öğeler en çok atmosferin yükseklerinde gözlenirken, yüksek dağ
tepelerinde daha az sayıda görünürler. Hele deniz seviyesine yakın ortamlarda
çok azalırlar, bir insan kafasına saniyede ancak bir müon öğesi çarpabilir.
(Nötrinolar hariç tutulmuştur, çünkü onlar her şeyi delip geçerek tüm varlıklar
arası, hem de evrensel boyutta, etkileşim sağlarlar.)
Yüksek enerjili kozmik ışınlar atmosferdeki moleküllere ilk çarptıklarında (örn. azot çekirdeğine), onları parçalayıp, binden fazla ikincil ürün, yani parçacık oluşumuna yol açarlar. Bu oluşan parçacıklar da hala oldukça yüksek enerjilidirler ve onların diğer moleküllere çarpmasıyla, milyonlarca yeni parçacık oluşur ve bir parçacık yağmuru ortaya çıkar.
Uzaydan gelen
çok enerjik bir öğe (foton, elektron, proton, veya daha ağır bir çekirdek) atmosferdeki bir azot veya oksijen
çekirdeğine çarpınca şekildeki gibi bir atom-altı-öğeler fırtınası oluşturur.
Bu
çarpışmalar sonucunda oluşan atom-altı-öğelerin en yaygın olanları şekilde
gösterilmişlerdir. Bu öğelerden sadece proton ve elektron çok uzun
ömürlüdürler. Nötron ömrü ise 15 dakika kadardır. Diğer tüm atom-altı öğelerin ömürleri ise
milyarda, trilyonda veya katrilyonda bir saniye civarındadır.
Dünyamızdaki maddeleri oluşturan kuarklar, en
küçük kütleli kuark çiftinden, yani u (up) ve d (down) kuarkların 3lü
kombinasyonlarından oluşmaktadır. Proton 2u+1d; nötron 2d+1u. Ama bu kuraklardan oluşan proton veya
nötronlar birbirleriyle çarpıştırılıp, parçalarına ayrıldıklarında, şekilde
gösterilen kuark-türlerinin farklı kombinasyonlarından oluşan birçok
atom-altı-öğe ortaya çıkmaktadır. Yani E=mc2 formülü uyarınca,
proton veya nötronlar parçalanınca, muazzam bir enerji açığa çıkmaktadır. Açığa
çıkan bu enerjiler, diğer öğelerin değişip-dönüşmelerine neden olmakta ve
atomlar arası bir yaşam-sistemi döngüsü oluşmaktadır.
(Diğer
«Charme-Strange veya Top-Bottom» türleri çok ama çok daha büyük «kütleli, yani
çok enerjiktirler. Onların bu muazzam enerji potansiyelleri, doğadaki maddeler
arası etkileşimlerde, özellikle de “tünelleme” etkisi denilen büyük engellerin
aşılması gibi olaylarda «sanal parçacık» olarak adlandırılan yardımcı etkenler
olarak devreye girerler. Yani onlar katalizör görevi üstlenirler. Katalizör
kavramı, madde oluşumunda doğrudan devreye girmeyen, ama yaydıkları sinyallerle
etkileşimleri veya oluşumları hızlandıran veya kolaylaştıran öğeler için
kullanılan bir terimdir.)
Bu verilerden şu sonuç çıkmaktadır. Doğada
madde dediğimiz varlıkları oluşturan proton ve elektron çok uzun ömürlüdürler.
Nitekim evrenimizin %73ü hidrojen dediğimiz proton+elektron ikilisinden oluşur.
Nötron üçüncü uzun ömürlü öğe sayılır, çünkü 15 dakika atom-altı-öğeler aleminde
çok uzun sayılır, zira onların ömürleri saniyenin milyarda trilyonda veya
katrilyonda biri kadardır, yani çok, ama çok kısadır.
Evrensel sistemin başlangıcındaki durum:
Şimdi herşeyin bileşenlerine ayrışmış durumda olduğu on-küsur milyar yıl
öncesine gidelim. O anda her şey yukarıda sözü edilen atom-altı-öğelere
ayrışmış durumdalar. Ve bu atom altı öğeler çok ama çok kısa ömürlüler,
saniyenin katrilyonda biri, hatta daha kısa süreli bir doğum-ölüm döngüsü
içindeler.
Bu çok kısa ömürlü ve çok devingen olan öğelerin ne kadar bir boyutlu
sistem içinde oldukları bilinmiyor. Ancak günümüz evreninden çok küçük bir
hacim kapsadıkları şu nedenle kabul ediliyor:
Günümüz dünyası molekül dediğimiz atom- kümeleşmelerinden oluşmaktadır.
Örneğin su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur: H2O. Bu oksijen veya
hidrojen atomları tek başlarına olamazlar, H2 veya O2 gibi onlar da genellikle
ikili (hatta ozon üçlü O3) gruplar halindedirler. Elektronsuz hidrojen atomuna proton denir ve o bir
atom-çekirdeği boyutundadır. Yani çevresinde elektron bulunmayan elementler (atomlar) çekirdek
boyutundadırlar. Çekirdek boyutu yaklaşık 1 femtometredir, 1fm= 10-15 m, yani
metrenin katrilyonda biri kadar küçük bir hacim.
Çevresinde elektron bulunduran atom dediğimiz elementler ise nanometre
boyutundadırlar; yani 10-9 m, metrenin milyarda biri kadar.
Görüldüğü üzere atom çekirdeği ile atom arasında milyon katlık bir hacim
artışı söz konusudur.
Dolayısıyla şu durumla karşı karşıyayız: Evrenin başlangıcında varlıklar
atom-altı-öğelere ayrışmış olduklarına göre, kapsadıkları hacim çok ama çok
küçük olmalı. Ne kadar küçük sorusunun cevabına gelince: evrendeki atom
sayısının bir milyarla çarpımı. (!!!!!!!!!!!!!!!!)
Şimdi evrenin başlangıcındaki sıkışıklığın ne kadar olduğunu tasarlamak
artık size kalmıştır.
Böylesine sıkışık atom-altı-öğeler durumundan, atom gibi elementlerin
oluştuğu duruma geçişteki genişlemeye big-bang denilmiştir. Ama ortada bir
patlama değil, bilgiyle daha rahat bir üst-sisteme geçiş oluşumu söz konusudur.
Ve elbette bu ani genişleme sonucu, ortamdaki sıcaklık muazzam bir düşme (çünkü
genişleyen sistemlerde soğuma olur) göstermiş ve 30 K radyasyonu, veya
“Cosmic-Microwave-Background= CMB” denilen radyasyon açığa çıkmıştır.
Yani madde dediğimiz varlıklar, çok
kısa ömürlü atom-altı-öğeler aleminin daha uzun ömürlü üst-sistemler oluşturma
ürünleridir.
Şimdi kısa ömürlü ve çok devingen
atom-altı-öğelerin daha uzun ömürlü üst-sistemleri ne yaparak, nasıl
oluşturduklarını görelim.
Yani enerji dünyası, çok değişik enerji-düzeylerine sahip, enerji
düzeylerini sürekli değiştirebilen (yani osilasyon döngülü), başlı
başına bir canlılık alemdir. Doğadaki tüm diğer canlı sistemleri onlar
oluştururlar.
Atomların birbirlerinde farkları, içerdikleri proton sayısıyla
belirlenir; 1 protonlu atom hidrojendir, 2 protonlu ise helyumdur, 6 protonlu
ise karbondur, vs.
Yani doğadaki tüm varlıklar proton + nötron + elektron üçlüsünden oluşur.
Kuantsal sistem öğeleri sürekli bir osilasyon, yani döngüsel
hareketlilik içinde olduklarından, onlar için sabit bir enerji-potansiyeli
değeri söz konusu değildir, çünkü hareket düzeylerine göre
enerji-potansiyelleri artar veya azalırlar. Bu nedenle atom-altı-öğelerin
enerji-potansiyelleri, onların en durgun oldukları “Rest mass=
durgunluk kütlesine” denk gelen değer olarak hesaplanır.
Up-kuark’ın (u) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 2.3 MeV/c2
Down-kuark’ın (d) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 4.8 MeV/c2
iken,
2u ve 1d kuark’tan oluşan protonun durgunluk kütlesi değeri
yaklaşık 938 MeV/c2 gibi muazzam bir değere sahiptir. Halbuki 2u+1d =
9.4 etmektedir.
Yani proton (ve de nötron) içinde muazzam bir enerji depolanmıştır ve E =
mc2 formülüne göre ortaya çıkan nükleer enerji bu güçlü-etkileşim
etkisinden kaynaklanmaktadır.
Burada bir noktaya dikkat
etmek gerekir. Proton 2 u ve 1 d kuarktan oluşur; ama bu üç kuarkın kütlelerini
toplarsanız bir proton kütlesi oluşturamadıklarını görürsünüz. Peki proton
(veya nötron) kütlesi oluşturmak için nereden yatırım yapıldı?
Şimdi bu konuya bakalım.
Proton (+) elektrik-yüklüdür; elektron (-) elektrik yüklüdür. Bu nedenle
birbirlerine yaklaşma dürtüleri altındadırlar. Ama birbirlerine tam yaklaşıp
birleşirlerse, nötron gibi nötr bir madde ortaya çıkar ve maddeler arasında
birbirlerini çekecek bir güç-sistemi oluşmaz. O zaman da doğadaki tüm oluşum ve
gelişimler durmuş olur.
Diğer taraftan, protonlar (+) elektrik-yüklüdür ve aynı yüklü öğeler
birbirlerini itmek zorundadırlar ve asla yan-yana gelemezler. Tek bir protonlu
elementle doğadaki binlerce farklı madde oluşturulamaz; ama iki proton da bir
araya gelemez, çünkü aynı elektrik yüklü olduklarından birbirlerini itmek
zorundadırlar.
Peki doğa bu sorunu nasıl çözmüştür?
“Güçlü-kuvvet = strong-force” adlı bir etkileşim sistemi oluşturarak!
İşte doğadaki bilgi oluşturmaya dayalı mucizevi durum bu noktadan başlar.
Şöyle ki doğadaki “oluşturucu” güç sistemini 138 birimlik bir bütün olarak
varsayarsanız, bu 138 birimlik enerjinin 137 birimi “strong-force = güçlü
kuvvet” adı verilen bir etkileşim
sistemine tahsis edilmiştir. Geriye kalan 1 birim ise elektromanyetik, zayıf-etkileşim
ve gravite gibi tüm diğer etkileşimlere kalmıştır. Bu nedenle güçlü-etkileşim 1
olarak kabul edildiğinde, elektromanyetik etkileşim 1/137 değerini alır, diğer
kuvvetler milyonda-milyarda bir gibi çok ama çok daha az bir değerdedirler.
Peki bu güçlü-etkileşim nasıl işler?
Şekil: Atom
çekirdeklerindeki proton ve nötronlar arasında sürekli olarak kuarklar arası
bir renk-yükü değişimi uygulanarak bu ikisi arasında çok güçlü bir bağ
oluşturulmaktadır.
Şekil: Nötron ve
protonlar içinde de sürekli bir renk-yükü değiş-tokuşu uygulanarak kuarkların
birbirleriyle bağlantılı kalmaları ve hiç ayrılmamaları sağlanmaktadır. Bu
nedenle kuarklar hiç izole edilememektedirler.
Güçlü etkileşim
protonları bir arada tutan kuvvettir. Şöyle ki: proton kuark denilen daha küçük
öğelerden oluşmaktadır, 2 up ve 1 down kuarktan oluşur. Nötron da yine 3
kuarktan oluşur, ama 2 down ve 1 up kuarktan. Kuark denilen bu atom-altı-öğeler
arasında “quantum-chromodynamics = kuantum renk dinamiği” adı verilen renk-yükü
değiş-tokuşuna dayalı bir çekim sistemi vardır. Gluon adı verilen bir bağlayıcı
faktörün, kuarkların renk-yüklerini değiştirerek, up-kuarkı down kuarka,
down-kuarkı up-kuarka dönüştürdüğü, ve bu sayede protonu nörona, nötronu
protona dönüştürerek, protonların birbirlerini itmelerine engel olmaktadır.
Yani atom çekirdeklerinin içi kaynayan kazanlardan oluşmaktadırlar ve saniyenin
trilyonlarcada birlik çok kısa süreçlerde nötronların protona, protonların
nötrona dönüşümlerini sağlayarak protonların birbirlerini itmelerine engel
olunmaktadır. Ne dahiyane bir çözüm!
Yukarıda “dikkat edilmesi gereken bir nokta” olduğu
belirtilmiş ve “bu üç kuarkın kütlelerini toplarsanız bir proton kütlesi
oluşturamadıklarını görürsünüz. Peki proton (veya nötron) kütlesi oluşturmak
için nereden yatırım yapıldı? Sorusu sorulmuştu. Bu sorunun yanıtı, yukarıda
açıklanan “güçlü-etkileşim” sisteminde verilmiştir. Gluon adlı yapıştırıcı
sisteme o kadar enerji yatırımı yapılmıştır ki, bu yatırım proton ve
nötronların kütlelerinin artırılmasına yaramıştır.
Görüleceği üzere, doğadaki olaylar ve işlemler varlıklar
arası etkileşimlerle sağlanıyor. Etkileşimler ise varlıklar arası karşılıklı
uzlaşmalarla (rezonans), varlıklar-arası bilgi oluşumlarına dayalı rahatlama
çabalarıdır.
Güçlü etkileşim sistemiyle proton ve nötron gibi
üst-sitemler oluşturuldu. Onlar birer çekirdek öğesidir. Peki molekül dediğimiz
madde oluşturucu üst-sistemler nasıl oluşturulmaktadır?
Bu geçiş çok önemlidir, çünkü proton, nötron veya alfa-öğesi (helyum çekirdeği) gibi çekirdek öğeleri çok ama çok küçüktürler, femtometre boyutludurlar. Halbuki atomlar ve moleküller nanometre boyutludurlar.
Bu boyut farkını tasarlamak için şöyle düşünün: Çekirdeği
İstanbul’daki kız kulesinin tepesinde
bir portakal olarak düşünürseniz, bir toplu iğne ucu kadar küçük olan elektron Büyükada’dadır. Yani dünyamızı oluşturan taş, toprak, su, vs.
bir “portakalın 10 km uzağında bir toplu-iğne-ucu” gibi boşluksu bir yapıdadır.
Peki bu fark neden önemli?
Önemli, çünkü çekirdek gibi öğeler çok küçük boyutlu
olduklarından, çevresindeki hiçbir şeye çarpmadan ışık-hızıyla hareket
edebilirler; ama bizlerim madde olarak algıladığımız şeyler aynı kütleye sahip
ama devasa balon gibi şişmiş olduklarından, çok ama çok yavaş hareket
edebilirler.
Yani madde dediğimiz varlıklar sabun-köpüğü gibi boşluksu
bir yapıdadırlar. Maddenin temel kütlesi (protonların bulunduğu yer olan) atom-çekirdeğindedir.
Molekül oluşturmak için gereken ikinci bir atomla arasında böyle muazzam bir
boşluk vardır. Ve molekül oluşturacak atomları birbirlerine bağlayanlar ise
elektronlardır.
Güçlü etkileşim adlı kuvvet sayesinde atom-çekirdekleri oluşturulurlar. Sonra devreye elektromanyetik etkileşim girer ve bu atom-çekirdekleri birbirleriyle etkileşerek su, karbondioksit, metan, kuars, mika vs. gibi molekülleri oluştururlar.
DOM-11c
Doğada her büyüme ve gelişmenin bir
sınırı vardır.
Atomlar birleştikçe
ENERJİ açığa çıkar, ama bir sınıra kadar.
Doğadaki maddelerin oluşumunda kullanılan
elementlerde çekirdek bileşenleri sayısı arttıkça, enerji kazanılır ve çevreye
yayılır. Ancak Demir elementine kadar. Bu nedenle yıldızlar içlerinde demir
elementi oluştuktan sonra patlarlar. Demirden sonraki kimyasal elementlerde ise
çekirdek parçalandıkça enerji çevreye yayılır. Günümüz Nükleer enerji
santralları böyle çalışırlar.
Atomlar birleştikçe ENERJİ açığa
çıkar, ama bir sınıra kadar.
En basit element hidrojendir ve evrenimizin %73’ü hala
hidrojenden oluşmaktadır. Hidrojen atomlarının birleşmeleriyle Helyum elementi
oluşur. Helyum oluşumunda deuterium denilen hidrojen izotopu kullanılır. 2 adet
deuterium birleşerek bir helyum elementi oluşturulur. Ancak helyum elementinin
kütlesi onu oluşturan bileşenlerden daha azdır, bu nedenle E=mc2
formülü uyarınca, kütle farkı enerji olarak çevreye yayılır. Buna füzyon
enerjisi denir ve yıldızlar parlaklıklarını buna borçludurlar. Güneş içinde de
bu füzyon olayı oluşmaktadır ve dünyamıza gelen enerji bu füzyonda açığa çıkan
enerjiden oluşmaktadır.
Fuzyon enerjisi demir (Fe) elementine kadar olan atomların
oluşumunda devrededirler. Ama demirden daha ağır elementlerin oluşumunda artık
enerji açığa çıkmaz, Tersine olaya gerçekleşir: Uranyum vs gibi ağır elementler
ise parçalandıkça çevreye enerji yayılır. Buna fizyon enerjisi denir ve günümüz
nükleer reaktörleri bu parçalanmadan açığa çıkan enerjiden yararlanırlar.
Evrenimizin %73ü hala hidrojen ve %25i helyumdan oluştuğuna
göre, evrensel düzeyde daha çok kazanılacak enerji var demektir.
Bu kadar hidrojen ve helyum elementinin birleşmeleriyle daha
bir çok yeni madde oluşacağına göre, evrendeki madde miktarı da artacaktır.
Bu iki gelişim fizikçilerin senaryolarındaki “dark energy ve
dark matter” kavramlarını hatırlatmaktadır.
Fizikçiler zaman kavramını ebedi bir “Doğa-Üstü-Güç = DÜG”
sisteminin
ömrüne endeksli,
başı-sonu olmayan,
zamanda ileri-geri gidilebilen bir
sonsuzluk olarak kabul ede gelmişlerdir.
Buna ek olarak fizikçiler doğadaki varlıkları
bilinçsiz-bilgisiz,
DÜG sisteminin koyduğu kurallara
bir robot gibi uyan
DÜG sisteminin de en iyi olanları
seçtiği
bir oluşum-ve gelişim sistemi olarak tasarlamışlardır.
Fizikçilerin doğal sistemin oluşum ve gelişiminde “zaman”
kavramını yanlış yorumlamış olmaları ve “Bilgi” denilen ve evrimsel gelişmeyi
yönlendiren bir temel faktörü dikkate almamış olmaları, insanlığın günümüzde
saplanmış olduğu bataklığı açıklamaya yeterli değil midir?
Doğada evrensel ölçekte bilgi aktarımı vardır.
OM-11d
Evrensel
ölçekte varlıklar arası etkileşimlere yol açan Nötrino’lar
Şekilde atomların LENR
sistemiyle nasıl birbirlerine dönüşebildikleri gösterilmiştir. Atomlar, proton
ve nötronlardan oluşurlar; farklı atomlar ise, proton sayıları ile
belirlenirler. 1 protonlu atom hidrojendir; 6 protonlu atom karbondur, vs.
Nötron 2 down (d) ve 1 up (u)
kuarktan, proton ise 2 (u) ve 1 (d) kuarktan oluşur.
Nötronu oluşturan bir (d)
kuark negatif-yüklü bir W--bozon sanal öğesi yardımıyla (u) kuarka
dönüştürülebilir ve bu arada bir elektron ve elektron-anti-nötrinosu çevreye
yayılır. Sonuç olarak nötron protona dönüşmüş olur. Kobalt (Co)
elementinin nikel (Ni) elementine dönüşmesi bu şekilde olur.
Protonu oluşturan bir (u)
kuark pozitif-yüklü bir W+-bozon sanal öğesi yardımıyla (d) kuarka
dönüştürülebilir ve bu arada bir pozitron ve elektron-nötrinosu çevreye
yayılır. Sonuç olarak proton nötrona dönüşmüş olur. Magnezyum (Mg) elementinin
sodyum (Na) elementine dönüşmesi ise bu şekilde, yani bir pozitron salınımı ile
olur.
Yani doğadaki hem madde
-anti-madde, hem de elektrik yükü oranları sürekli değiştirilmektedir.
Görüldüğü üzere, doğada
sadece proton, nötron, elektron gibi gerçek (reel) öğeler değil, bir çok da,
W+, W-, Z bozon gibi sanal öğe (virtual particle) bulunmaktadır. Sanal
öğeler, saniyenin çok-çok küçük bir süresince bir reaksiyona katılırlar ve hemen
sonra tekrar kaybolurlar. W+, W-öğelerinin, biri “madde” diğeri
anti-maddedir. Aynı şekilde elektron madde, pozitron anti-maddedir. (Nötrino
madde, anti-nötrino anti-madde.) Yani, bilgi ve olasılık hesapları yaparak doğa
ve dünyamızı oluşturan kuantsal sistem, madde -anti-madde karışımı ve
etkileşmesi içindedir.
İnsanlar şimdiye dek,
doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü, doğa-üstü-güç (DÜG) sistemi olarak,
varlıkların dışında-üstünde bir yerde tasarlamışlar ve ona göre yaşamlarını
düzenlemişlerdir. Halbuki bu güç doğa-altı bir güç sistemidir ve içimizdedir,
atomlarımızdadır. Atom-altı-öğeler, atomlar ve hücreler, Alt-sistem –
Üst-sistem ilişkilerini düzenleyen “Theory of Integrative Levels =
Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” ve “dinamik sistemler fiziği ” ilkeleri
uyarınca hücrelerimizi ve bedenlerimizi yönlendirirler. Bizlerin onlara
göstereceği hedeflere ve de elbette, yapısal-kalıtsal-dokularında o zamana
kadar kayıt altına alınmış bilgilere göre davranırlar. Bu nedenle onların
yapılarında, dokularında ve genlerinde şimdiye dek ne tür yönlendirici bilgiler
biriktirilmiş olduğunu bilmemiz ŞART VE GEREKLİdir. Çocuklarımıza cin, peri, şeytan,
melek, azrail, cebrail gibi, doğada hiçbir karşılığı bulunmayan hayal ürünleri
yerine, quark, lepton, atom, molekül, hücre gibi gerçek öğeler öğreterek,
atomlarımızın ve hücrelerimizin nasıl davrandıklarını bilip, hayali değil,
gerçeklere uygun hedefler gösterirsek, onlar da bizleri bu doğal sisteme uygun
yönlendirmeye devam edeceklerdir.
Çekirdek içinde sürekli olarak nötron protona, proton nötrona dönüşerek
(udd D udu) pozitif yüklü
protonların birbirlerini itmeleri engellenir.
Bu dönüşümlerde kah (elektron + elektron-anti-nötrino), kah (pozitron +
elektron-nötrino) çevreye saçılır.
Yani doğada sürekli olarak hem madde ve anti-madde, hem de elektrik-yükü
oranları sürekli değişmektedir. Atom-altı-öğeler dünyasında en fazla
değişim-dönüşüm protonlar ile nötronlar arasında gerçekleşir. Ve bu
dönüşümlerde elektron, pozitron ve nötrinolar çevreye yayılırlar. Elektron ve
pozitron yakın çevreleriyle etkileşerek sönümlenirler. Ama nötrinolar çok uzak
mesafelere ve yıldız-galaksi gibi farklı sistemlere kadar gidebilirler.
Dolayısıyla evrensel ölçekte varlıklar arası etkileşimlere yol açarlar.
Dünyamızı etkileyen en
önemli enerji kaynağı Güneştir ve en çok nükleer reaksiyon Güneşte olmaktadır.
Dolayısıyla dünyamızın her santimetre karesine saniyede 65 milyar Güneş-nötrinosu
girdiği hesaplanmaktadır. Ve bu giren nötrinolar dünyamızı delip geçmekte ve
çıktıkları noktadan yollarına devam edip uzaya yayılmaktadır. Bu demektir ki,
bedenimizin her santimetre karesinden saniyede 65 milyar nötrino geçmektedir.
Bedenimizden geçen nötrino sayısı bundan çok fazladır, çünkü dünyamızda da
birçok nükleer reaksiyon olmakta ve o reaksiyonlarda saçılan nötrinolar da
bedenimizden geçmektedir. Bunlara ek olarak başka yıldızlardan ve galaksilerden
gelen nötrinoları da hesaba katmak gerekir.
Nötrinolar’ın önemi şu
noktadadır. Nötrinolar, içinden geçtikleri varlıklarla etkileşimleri
süresinde çok yüksek düzeyde enerji potansiyeline ulaşabiliyorlar ve uygun
bir ortamdaki bir atom çekirdeğiyle karşılaştıklarında, onu parçalayıp, güçlü-etkileşim
kuvveti etkisiyle davranan quark (kuark) öğelerinden oluşan çok
enerjik yeni öğeler oluşumuna yol açıyorlar.
Bu durum 1974’de Brookhaven National Laboratory’de yeni ve çok enerjik bir
atom-altı-öğesinin keşfine yol açmasıyla anlaşılmıştır. Şekil o anki gözlem
odasının anlık görüntüsünü göstermektedir.
Gözlem odacığına
alttan nötrinolar girmektedir. Bunlardan biri (A) noktasında bir protonla
çarpışır. Çarpışma sonunda 6 öğe ortaya çıkar: 1 negatif muon,
3 pozitf pion ve 1 negatif pion; ve bir nötr Λ(0).
(B) noktasında
pozitif pion çevresiyle etkileşerek bir elektron yayar; (C)
noktasında negatif muon çevresiyle etkileşerek daha enerjik bir elektron
yayar.
Λ(o) öğesi D’de
çevresiyle etkileşime girip, bir negatif pion ve bir protona dönüşür.
Yani tüm diğer atom-altı öğeleri gibi, çok kısa ömürlüdür. (Charmed-Sigma
olarak tanımlanan Λ(0) öğesi
üç kuarktan oluşur, ancak proton veya nötron gibi
normal up ve/veya down kuarklar haricinde üçüncü kuark
olarak “Charme” olarak bilinen daha ağır (enerjik) bir kuark taşır.)
Bu olay bir gözlem
odasında geçekleşmiş ve normal olarak içinden geçtikleri maddelerle
etkileşmeyen nötrinolardan biri, güzergahı boyunca geçtiği ortamlardan öylesine
etkilenmiş ki, bu gözlem odasının (A) noktasına vardığında 13 milyar
elektron-voltluk bir enerji düzeyine ulaşmış ve o noktada rastladığı protonun
parçalanmasına yol açarak yukarıda açıklanan bir sürü atom-altı-parçacığı
oluşumuna neden olmuştur. Bu olay bir insanın bedeninde de olabilirdi. Acaba o
insan bunu nasıl algılardı?
Görüldüğü üzere
kuantum alemi birbirlerine dönüşen ve çevreleriyle etkileşime girerek hem
onlarda değişim-dönüşümlere neden olurlar, hem de kendileri değişime
uğrarlar. Ancak bu değişim dönüşüm
öğelerinden biri, sadece yakın çevresiyle değil, galaksiler arası düzeyde etkileşimlere
girer ve evrensel ölçekte bir karşılıklı etkileşim ve enerji-dengelemesi
sağlarlar.
Şimdi bunu görelim:
DOM-11e
Bizim saman-yolu galaksisinin dışındaki bir başka galakside gerçekleşen bir
yıldız-patlamasında çevreye yayılan nötrinoların dünyamıza kadar gelerek, bir
laboratuvardaki su moleküllerini etkilemesi olayı
Japonya’daki
bir yer-altı-maden boşluğunda, (Kamioka) çok büyük bir detektör yapılarak, içi
3000 ton saf su ile doldurulmuş, çevresi ise 1000 adet
“photomultiplier tube= PMT = foton-çoğaltma tüpü ” ile donatılmıştır. 1983
yılından itibaren detektör sürekli gözlenerek, suyu oluşturan
“proton”ların bir serbest parçalanma gösterip, göstermediği
araştırılmıştır.
1987 yılı
şubat ayında, detektör hiç beklenmedik bir olay algılamıştır: Şekilde
görülen görüntü, detektörün bir cephesinde ortaya çıkmış ve tam 11 kez
tekrarlanmıştır.
Bir çekirdek
reaksiyonu sonucu açığa çıkan bir nötrino, bir başka galaksideki bir gezegene
ulaşıp, oradaki maddelerle etkileşime girebilmektedir. Yani
nötrinolar evrensel düzeyde enerji-dengelenmesi yapan
mucizevi öğelerdir.
Ama tüm bunların
haricinde, nötrinolar bizlerin ve çevremizdeki tüm canlıların bedenlerinde de
oluşmakta ve çevreye yayılmaktadırlar. Radyasyonlar çevremizdeki varlıkların
içlerinde böyle bir dans gerçekleştirdiklerine göre, bedenlerimizdeki
hücrelerin içlerinde de benzer olaylar olmaktadır.
Şimdi atom-altı-öğeler aleminin doğal
sistemi oluşturmasındaki gizemli öğelerden en önemlisini görelim:
Universal fine structure
constant = evrensel hassas yapı sabiti
Atom-altı-öğeler iki
farklı davranışlı gruba ayrılırlar: FERMİYON ve BOSON (bozon). Fermiyonlar
madde oluşturuculardır; aynı anda aynı yerde bulunamazlar ve hep farklı yerler
işgal etmek zorundadırlar.
Bozonlar ise,
fermiyonlara nasıl davranacakları bilgisini veren kuvvet-aktarıcılardır,
kuvvet-alanı oluşturuculardır, üst-üste gelip, güçlerini, şiddetlerini
artırabilirler. Fermiyonlar madde oluşturuculardır; aynı anda aynı yerde
bulunamazlar ve hep farklı yerler işgal etmek zorundadırlar.
Yani oluşturulan
bilgiye göre davranmak dürtüsü, varlıkların en içlerindeki kuantsal öğelerde
mevcuttur ve tüm diğer üst-sistemlerde de bu temel davranış devam ettirilir.
Fine-structure-sabiti,
Sommerfeld tarafından 1916 ortaya atılan bir değerdir. Elektronların
çevreleriyle etkileşim sağladıkları foton alış-verişleri için gerekli
elektromanyetik güç değişim miktarını belirtir.
Örnekler:
- Hidrojen atomunun merkeziyle, çevresindeki elektron arasındaki
mesafeye Bohr-radius = Bohr-yarı-çapı denir. Bu çapın,
elektronun yarı çap değerine oranın kare-kökü 1/137 dir.
Bir elektronun bir foton gönderecek derecede enerji depolama
eşiği 1/137 dir.
Pozitif yüklü çekirdek ile negatif yüklü elektronlar arasındaki etkileşim
foton denilen etkileşim faktörüyle düzenlenir. Bu elektromanyetik
etkileşim, güçlü etkileşimin 1/137 si kadardır.
En temel enerji-alış-veriş öğesi olan Planck öğesinin, proton yüküne
oranının karekökü de 1/137dir.
Hidrojenin potansiyel enerji yükü 27.2 eV; normal durumdaki
elektronun enerjisi ise 0.511 keV’dur. Bu iki değerin oranının kare kökü
de 1/137’dir.
Doğadaki enerjinin sadece 1 birimlik kısmı elektro-manyetik kuvvete
tahsis edilmiştir. (Zayıf-etkileşim, bu iki kuvvet türünün milyonda biri
mertebesinde olduğundan dikkate alınmaz. Gravite kuvveti ise trilyonlarca kat
daha küçüktür.) Yani doğayı
etkileyen-yönlendiren kuvvet sistemlerinin oranı 1/137 olmaktadır.
1/137 sabit ve evrensel ölçekte geçerli bir etkileşim
katsayısıdır. Fine-structure-constant olarak bilinir. Elektronlar bu etkileşim
faktörü nedeniyle asla çekirdekteki protona yaklaşamazlar. Yani bu sabit
değer evrendeki tüm elektro-manyetik olaylarda etkili bir sabit değerdir.
Astrofizikçi Fred Hoyle ve diğerleri, 1950’lerde, yıldızlar içindeki
reaksiyonlarda da bu sabit değerin dikkate alınarak reaksiyonlara girdiklerini;
Daha büyük veya küçük değerler söz konusu olduğunda karbon, oksijen, vs gibi
atomların oluşamayacaklarını; Dolayısıyla böyle bir sabit değer olmasa,
yaşadığımız doğal sistem hayatının mümkün olamayacağını hesaplamışlardır (Nath
2015).
DOM-12
DOM-12a
BİLGİ faktörünün doğadaki farklı
yapılaşmaları oluşturma şekli:
Kuvvet dediğimiz varlıkları hareket ettiren faktör, enerjinin bir yerden
bir yere akması sonucu oluştuğundan, doğadaki tüm varlıklarda, enerji dağılımı
anizotropik şekildedir.
“İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi terimini anlamak için
şunu düşünün:
Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli,
bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer
ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra
ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki
ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe
kat edebildikleri ortaya çıkar.
Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek
galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların
hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi,
radyasyonları vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma
oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan
atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun
sonucu, mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur.
Örneğin bir kuvars minerali içinde ilerleyen bir enerji dalgası, bir
yönde çok hızlı, diğer yönde az hızda ilerler. Yani enerji aktarımında,
varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler
oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda
enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda
gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen
gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde
farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık değerindeki farlılıklar
(soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde
akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars,
litosfer, hidrosfer, galaksiler vs. nin hepsinde çeşitli türlerde
enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı
hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne
kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji
paketçikleri ve (2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir.
Doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını
gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki,
buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin
yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını
belirleme işlemidir.
Dünyamızı ele alalım. Örn. 30 Haziran saat 12 itibariyle, kuzey
kutbundan başlayıp, Avrupa, Afrika üzerinden güney kutbuna uzanan bir güzergah
boyunca, sıcaklığın nasıl dağıldığına bakarsak:
Kuzey kutbu yöresinde, güneş hiç batmamakta (yaz mevsimi), sürekli güneş
ışığı almakta, öğle saatlerinde sıcaklık 25-30 dereceleri bulmakta;
Avrupa ülkelerinde sıcaklık 30-35 dereceleri bulmakta;
Ekvator bölgelerinde sıcaklık 50 dereceyi aşmakta;
Güney kutbu yöresinde ise kış mevsimi sürmekte ve sıcaklık eksi 25-30
derecelerde seyretmektedir.
Bu nedenle gerek atmosferde, gerek hidrosferde (okyanuslarda), bir
taraftan güney kutbuna yönelen rüzgarlar veya deniz akıntıları, diğer taraftan
kuzey kutba yönelen rüzgarlar ve deniz akıntıları oluştururlar. Enerji
gradyanları kuvvet oluşumuna yol açmıştır!
Bilgiler atomlarla kaydedildiğine göre, zaman içinde artan bilgilere göre
atomlarda da değişim-dönüşüm olmalı
Halbuki bizlere
okullarda öğretilen bilgiler, atom dediğimiz kimyasal elementlerin dünyamızın
oluşumundan önce, yani yıldızlar içindeki nükleer reaksiyonlarla oluştuğu ve
ondan sonra kimyasal element oranlarının değişmediği gibi bir bilgi
verilmektedir.
Günümüz bilim insanları hala dogmatik bir şartlanmışlık içindeler.
Atom altı-öğeler evrensel ölçekte enerji
aktarımlarına yol açtıklarına göre, doğadaki her düzeydeki varlıkta değişim
dönüşüm oluşması kaçınılmazdır.
Halbuki günümüz bilim
insanları varlıkları ve de elbette kuantsal sistemi bilgisiz-bilinçsiz robotlar
olarak gördüklerinden, doğadaki olayların rastgele çarpışmalarla oluşup, doğa-üstü bir
güç (DÜG) sisteminin doğaya uyumlu olanları seçmesiyle gerçekleştiğine hala
inanmaktadırlar. Doğada hiçbir değişim-dönüşümün, varlıkların kendi
iradeleriyle oluşabileceğini akıllarının köşesine bile getiremezler.
Doğadaki bu sabit-yapısal kabullerin en önemlilerinden biri, Lavoisier (1743-1794) kanunu olarak bilinen, elementlerin sabitliği yasasıdır.
Doğadaki maddelerin atom denilen kimyasal elementlerden oluştuğunun anlaşılmasından sonra, “doğada hiçbir şey yoktan var edilmez, var olan bir şey de yok edilemez, yani doğada belli sayıda kimyasal element vardır ve tüm maddeler bu belli sayıda kimyasal elementin kombinasyonlarıyla oluşur” şeklinde bir yasa tanımlanmıştır. Yaklaşık bir asır öncesine kadar bu kanun geçerli olur ama radyoaktivitenin keşfiyle ilke, biraz değiştirilir, çünkü Uranyum gibi radyoaktif maddeler sabit kalamayıp, kurşun gibi daha hafif elementlere dönüşürler ve azalan kütle miktarına denk gelecek şekilde E=mc2 formülü uyarıca enerji açığa çıkar ve nükleer enerji dediğimiz enerji türü oluşur. Yani “elementlerin sabitliği yasası” = “enerjinin korunması yasasına” dönüştürülerek, fizik anlayışında bir düzeltme yapılır.
Bu fizik-kimya
görüşü tüm dünyada egemen olmuş, günümüze kadar da devam etmiştir. Bu temel
görüşe uyularak, kimyasal elementlerin oluşumlarının, big-bang denilen bir ilk
patlama ile başlayıp, daha sonra yıldızlar içindeki nükleer tepkimeler sonucu
oluştuğu ve yıldızların patlamalarıyla da, çevreye yayıldığı, dünyamız gibi
gezegenleri oluşturan maddelerin bu tür yıldız patlamalarından oluşan kimyasal
elementlerce oluşturulduğu görüşü bilim dünyasının bir dogması haline
gelmiştir. Yani dünyamızı oluşturan Ca, Si, Fe, K, Na, vs gibi kimyasal elementlerin
miktarı ve birbirlerine göre oranları sabittir. Dünyamızdaki
değişim-dönüşümler, bu elementlerin miktarlarında bir azalma veya artmaya yol
açmazlar. Yani DÜG doğada belli oranda kimyasal element oluşturmuştur ve
bu elementlerin birbirleriyle çarpışmalar vs. gibi bilinçsiz hareketleri sonucu
farklı moleküller veya daha üst sistemler oluşurlar ve DÜG bunlardan iyi
olanlarını seçer!
Yani geleneksel görüşe
göre, dünyamızdaki kimyasal elementlerin oranları sabittir ve değişmez.
Dolayısıyla yeryüzü koşullarında hiçbir kimyasal element bir diğerine
dönüştürülemez.
Yani insanlık,
Başlangıçta (ilk genleşme oluşumunda Big-inflation) ve
sonraki yıldız-içi reaksiyonlarda “şu kadar krom, şu kadar demir, vb.
oluşturulmuştur”,
Çekirdek reaksiyonları ancak çok yüksek basınç ve
sıcaklıklarda gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla normal doğal koşullarda hiçbir çekirdek
reaksiyonu gerçekleşemez! Yani atomlar, doğal ortam koşullarında birbirlerine
dönüştürülemez!!! şeklinde bir dogmatik görüş etkisi altında
davranmaktadır.
Bu
görüşün yanlışlığı, 1960lı yıllarda L. Kervran adlı bir Fransız fizik
profesörünün, günümüzde Low energy nuclear reactions (LENR) (=düşük
enerjili nükleer reaksiyonlar) olarak
bilinen ve tehlikesiz nükleer enerji elde etme yöntemi olarak yoğun
araştırmalar yapılan bir konuda gözlemler yayınlamasıyla anlaşılmaya başlanır.
DOM-12b
Atomlar
değişip-dönüşmezse, atom-altı-öğeler dünyası (kuantum-alemi) ile,
moleküller-hücreler gibi üst-sistemler arası “köprü” kapanmış olur.
Kimyasal Elementler Arası Dönüşümler = Transmütasyon
"Life Is Nothing But Chemistry = hayat kimyadan başka bir şey değildir." şeklinde olağan-üstü bir hayat tanımı yapan bir fizik profesörünün bilimsel düşüncelerimizi kökünden değiştirecek özet bir bilgi sunulacaktır.
Şekil: “Kervran-Etkisi” = Atomlar-arası-değişim-dönüşüm mekanizmasıdır. Varlıkların hücreleri sınırlı sayıda kimyasal element dönüşümleri yapabilmektedirler.
ATOMLAR alemi canlıdır, sürekli bir değişim-dönüşüm içindedirler
Kervran, kimyasal elementlerin illa yıldız gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık
değerleri altında değil, normal dünya koşullarında düşük-enerjili çekirdek
reaksiyonları (Low energy nuclear reactions= LENR) şeklinde de gerçekleştiğine
dair gözlemler-veriler sunmaya başlar.
Bir fizik profesörü olan Corentin Louis Kervran (1901 – 1983) bir
çocukluk anısını şöyle anlatır:
“Ailemin, bir avluya serbestçe çıkışı olan bir kümeste tavukları vardı. Orta Britanya'da babamın memur olduğu yerde yaşardık. Bölgede kalker bulunmuyordu ve sadece şist ve granitler vardı. Tavuklara hiçbir zaman kireç taşı verilmedi, ama tavuklar her gün kalkerli kabuklu yumurtalar ürettiler. Yumurtanın kalsiyumunun nereden geldiğini (kuşların kemiklerindeki kalsiyumunu) sormayı hiç düşünmemiştim. Ancak yaptığım bir gözlem ilgimi çekmişti. Yumurtlayıcı tavuklar bahçede gezerlerken, mütemadiyen yüzeydeki mika pullarını yutuyorlardı. Mika, kuvars ve feldispat ile birlikte granit oluşturmaktadır, dolayısıyla granitin ayrışma ürünüdür. Hepsi de silika bileşikleridir. O zamanlar ilkokuldayken bildiğim tek şey buydu. Mika'nın, özellikle bir yağmurdan sonra aşikar bir şekilde tavuklarca seçildiğini fark etmiştim, çünkü yağmurdan sonra ayna gibi güneşte parlıyorlardı. Her metrekarede görünen yüzlerce mika-pulu, hafif yağmurla yıkanmış minyatür aynalar gibiydi ve tavukların onları nasıl yuttuğu kolaylıkla takip ediliyordu. Kimse, kuşların kum tanelerini değil de, neden mika pullarını yuttuklarını bana söyleyemiyordu. Bir tavuk kesildikten sonra, annem tavuğun taşlık-torbasını açardı ve içinde küçük taşlar ve kum taneleri görülürdü, ama asla mika göremezdim. Mika nereye gitmişti? Gizemi olan her şey gibi, bu benim bilinçaltı zihnime yerleşti ve derin bir iz bıraktı. Bir çocuk olarak sağlam mantıksal açıklamalar bekliyordum, neden (mikalar yok olmuştu)? (Kervran, 1962, s.15)
Böyle bir çocukluk
anısıyla büyüyen C. L. Kervran, fizik profesörü olduğunda, tavukların mika
pullarında bulunan K (potasyum) elementinden nasıl Ca (kalsiyum) elementi
ürettikleri konusuna yoğunlaşır ve çeşitli deneyler yapar.
Tavukları kireç
bulunmayan zeminler üzerinde yaşamaya bırakır. Birkaç gün sonra tavukların
yumurta-kabuklarının sertliklerini kaybedip, yumuşadığını fark eder.
Sonra tavuklara mika pulları yedirir ve yumurta kabuklarının normal
sertliklerine kavuştuğunu saptar.
Tavukların mikayı
tanıma bilgisi olup-olmadığını anlamak için, yeni doğmuş civ-civler alır ve hiç
mika olmayan ortamlarda yetiştirir. Yumurtlamaya başladıklarında, yine yumuşak
kabuklu yumurtalar oluşur. Bunun üzerine, daha önce hiç mika görmemiş bu
tavukların çevrelerine mika pulları serper ve davranışlarına bakar: Önceleri
hiç mika pulu görmemiş tavuklar mikalara saldırıp, büyük bir iştahla onları
yutarlar. “Ertesi gün yumurtaların normal kabukları vardı” diye not alır.
Tavukların yuttukları
mika mineralinde Ca (kalsiyum) yoktur; ama K (potasyum) vardır. K elementine
bir proton eklenmesiyle Ca elementi oluşmaktadır. Tavuk bedeninde bu işlem
gerçekleşir ve tavuğun hücreleri, K’a bir proton eklenmesi işlemiyle
yumurta-kabuğu için gerekli Ca elementini yapmaktadır.
Bu temel gözlem ve
deneyler ışığında, geleneksel olarak öğretilen fizik-kimya bilgilerinin
doğruluğundan şüphelenmeye başlar. Çünkü geleneksel fizik-kimya bilgileri,
doğadaki tüm kimyasal elementlerin doğal sistemin oluşumu
başlangıcında oluşturulduğunu ve ondan sonra artık
yok-edilip-değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Yani potasyum veya kalsiyum (veya
tüm diğer kimyasal elementler), potasyum ve kalsiyum olarak oluşturulmuşlardı,
ve asla bir başka elemente dönüştürülemezlerdi. Bu bir dogma şeklinde tüm
bilim-insanları tarafından kabul edilmişti ve Lavoisier-yasası olarak
biliniyordu.
Bu bakış, bir dogmaya
dönüşür ve buna ters düşen her görüş “saçma, bilim-dışı” damgası almaya başlar.
Ve hala da günümüzde böyledir. Günümüzde durumun hala böyle olduğunu kendi
gözlemlerime dayanarak iddia ediyorum. “Aydın” dediğimiz insanların çekirdeğini
oluşturan bilim-insanları hala atomların ancak yüksek-basınç ve sıcaklıklar
altında gerçekleşen nükleer reaksiyonlarla değişip-dönüşeceğini savunuyorlar.
Normal doğa koşullarında atomların birbirlerine dönüşemeyeceği inancı hala
bilim-aleminde temel bir dogma olarak durmaktadır.
Nitekim, 2018 yılı
içinde, Facebook’ta paylaştığım “Kervran-Effect” adlı bir makaleye
bir kimya yüksek mühendisi şöyle bir itirazda bulunabilmiştir:
(T.E.): İki farklı
elemente ait Atomun birleşip molekül değil de YENİ bir ELEMENET oluşturmasının
adı NÜKLEER REAKSİYONDUR. Bunun tavuğun metabolizmasında olması MÜMKÜN
DEĞİLDİR. Bu açıklamayı yapan şahsım 5 yıl kimya eğitimi görmüş bir KİMYA
YÜKSEK MÜHENDİSİDİR. Kimya nosyonu olmayan bir Fizikçinin saçmalamasıdır paylaşılan
yazı.
Halbuki: Doğadaki
temel kimyasal elementlerin oranı sabit-değişmez olursa, doğadaki
değişim-dönüşüm sistemi işleyemez, gelişemez! Çünkü: Doğadaki tüm olaylar ve
oluşumlar için enerji gerekir; enerji ise, kuantsal sistemdedir, yani
atom-altı-öğeler dünyasındadır. Kuantlar alemi, çevresiyle sürekli
etkileşmekte, ve çevredeki değişim-dönüşümlere uyarak, kendileri de
değişmektedirler. Kuantlardaki bu değişim-dönüşümlerin, molekül veya daha
üst-sistem varlıklara etkilerinin aktarılabilmesi atom denilen kimyasal
elementlerce gerçekleşmek zorundadır. Bu nedenle, atomlar da sabit olamazlar,
değişim-dönüşüm içinde olmalılar. Yani atomlar değişip-dönüşmezse,
atom-altı-öğeler dünyası (kuantum-alemi) ile, moleküller-hücreler-bedenler gibi
üst-sistemler arası “köprü” kapanmış olur.
DOM-12c
Mikro-organizmalar ultra-mikroskobik ölçekte enerji gradyanları
oluşturarak, atomların birbirlerine dönüşümlerinin yolunu açarlar.
Mikro-Organizmalarca Element dönüştürme deney sonuçları:
Kervran’ın “Transmutations Biologiques, 1962” adlı eserinin N.
Sakurazawa tarafından Japoncaya tercümesi, Uygulamalı Mikrobiyoloji
Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki’nin dikkatini çeker, çünkü potasyum
gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, mikroorganizmalarca potasyum elde edilmesi
durumunda, Japon ekonomisi büyük bir ivme kazanacaktır. Komaki 1963de deneylere
başlar ve 1964 yılı Kasım ayında Kervran’a deney sonuçlarını gönderir (Kervran
1982, 42-45).
Komaki, Aspergillus niger, Penicillium chrysogenum,
Saccharomyces cerevisiae ve Torulopsis utilis adlı
mikro-organizmalarla deneyler yapar.
Deneyler, bu mikroorganizmaların nasıl çoğaldıkları, nelere göre
büyüme-çoğalma oranlarının değiştiği, çoğalma sonrası kimyasal bileşimlerinde
ne tür değişiklikler gerçekleştiği gibi konulara yöneliktir.
Deneylerde kullanılacak organizmaların kimyasal analizleri yapılarak,
içlerindeki potasyum oranı saptanır, deney başlangıcında 1 miligramında 0.01
miligramdan daha az potasyum içerdikleri belirlenir.
Temel amaç, organizmaları kimyasal element-dönüşümleri
yapıp-yapamadıkları olduğundan, ilk önce, hiç sodyum ve potasyum
elementi bulunmayan beslenme-ortamlarında deneyler yapılır. Bu tür
ortamlarda, organizmaların hiç büyüyemedikleri saptanır.
Deneylerde en verimli potasyum artışının maya-mantarlarında
(Saccharomyces cerevisiae ve Torulopsis utilis) gerçekleştiği fark
edilir.
Sonra ortama sodyum eklenir, bu tür beslenme ortamlarında organizmalar
çoğalırlar; potasyum oranında yaklaşık 20 kat bir artış olur.
Daha sonra ortama çok-çok az oranda potasyum eklenir; bu durumda
organizma gelişmesi daha da hızlanır ve potasyum oranında yaklaşık 150 kat bir
artış ortaya çıkar.
Not: Hücreler işlevlerini, genleri sayesinde yaparlar. Genlerin
on/off=açık/kapalı olması işlevin yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir
uyarı verilmesi, geni “açık” duruma getirir, ve o nedenle ortama çok az
oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme yaparak,
potasyum-sentez-genini aktive eder ve potasyum oluşturma potansiyelinin
artırılmasını sağlar.
Hücrelerimiz içinde sürekli element
değişim-dönüşümleri yapılmaktadır
Mikro-organizmaların sodyum ve oksijeni kaynaştırarak potasyum
oluşturdukları şeklinde araştırmayı yapan Hisatoki Komaki’nin
yukarıda özetlenen çalışması P,T. Pappas’ın 1998 yayınıyla
pekiştirilir.
“Hücre içinde elektrikle oluşturulan çekirdek
kaynaşması= Electrically induced nuclear fusion in the living cell” adlı
yayınında Pappas, hücreler içindeki Na - K oranı değişimlerinin, şimdiye
dek kabul edildiği gibi hücre dışından hücre içine “sodyum-potasyum
pompalanmaları” şeklinde değil de, Na23 + O16 +
Electrical Energy + ATP Energy = K39, şeklinde bir hücre içi
element dönüşümü ile gerçekleştiğini ıspatlar.
Yani hücre
içinde sodyumla oksijenin kaynaştırılmasıyla potasyum elde edilebilmektedir.
Hücrelerimizin
iş yapabilmesi 3-fosfatlı ATP molekülünü, 2 fosfatlı ADP molekülüne
dönüştürmesi sonucu açığa çıkan bir fosfat enerjisiyle olmaktadır. Bu
ise, her işlemde, hücre içindeki sodyum iyonlarının, hücre dışına pompalanması,
hücre dışından ise potasyum iyonlarının hücre içine pompalanması ile mümkün
olabilmektedir.
Bu işlemler, hücre
içinde ve hücre dışında, Na ve K iyonları yoğunluğunun aniden 10-15 kat kadar
artırılması ve azaltılması gibi muazzam iyon-akışları gerektirir. Hücre içinde
saniyede 100.000 kadar işlem gerçekleştiği düşünülürse, hücre-zarlarında ne
kadar sıklıkla bir iyon-pompalama trafiği olması gerektiği anlaşılır. Böyle bir
iyon-yoğunluklarına dayalı pompalama işlemlerinin olabilmesi hiç-ama hiç olası
değildir.
Bilim-insanları, dogmatik
bir görüş etkisi altında öylesine şartlandırılmışlardır ki, bedenlerimizdeki
hücrelerin zarlarının “yol-geçen-hanıymış gibi” saniyede milyonlarca
sodyum ve potasyum iyonunun bir anda içeri alınması ve dışarı
atılması gibi insan aklının alamayacağı bir mantıksızlığı, çözüm yolu
olarak kabul edebilmişlerdir!
Hücrelerin ve
mikro-organizmaların, kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürdükleri sonraki
yıllarda yapılan deneylerle net bir şekilde ıspatlanmıştır. Şöyle ki: Vysotskii
1990’lardan itibaren biyolojik transmutasyonlar (element-dönüşümleri) üzerinde
çalışmaktadır. Çalışmalarında Mossbauer Spektroskopisi gibi çok yeni analiz
yöntemleri kullanan Vysotskii ve Kornilova, Bacillus subtilis, Escherichia
coli, Deinococcus radiodurans, ve maya mantarı Saccharomyces cerevisiae ile
ağır-su (D2O) içinde deneyler yapmışlardır. Mikro-organizmaların
yaşadıkları ortama MnSO4 eklediklerinde, spektrometrede 57 atom ağırlıklı
Fe (demir) oluştuğunu gözlemişlerdir. Dolayısıyla (55 ağırlık Mn + 2 ağırlıklı
Deuterium = 57 ağırlıklı Fe) reaksiyonunun gerçekleştiğini net olarak
gözlemlemişlerdir. Bakterilerin bu element dönüştürme işlemlerinde “microbial
catalyst transmutator = mikrobik katalizör dönüştürücü” adını verdikleri
simbiyotik (ortaklık) ilişkilerinin önemli rol oynadıklarını ortaya koyarlar,
Vysotski ve Kornilova (2010).
Önemli bir uyarı:
Doğa dinamik sistemde işler. Dinamik sistemdeki bu işleyiş information
& self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine
göre gelişir. Dinamik sistemlerin temel noktası doğada alt-sistemlerden
başlanarak, yeni bilgi oluşturulması yöntemiyle, yeni üst-sistemlere doğru bir
ilerleme, bir evrimleşme olmasıdır.
Doğa bu şekilde alt-sistem –
üst-sistem yapısallaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan
entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar,
Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici
Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem –
üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri
şunlardır:
I- Her düzey,
altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
II- Üst düzeylere
doğru karmaşıklık derecesi artar.
III- Herhangi bir
düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
IV- Her
sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst
düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Feibleman’ın “Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar
erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.” şeklindeki
ifadesini dinamik-sistemler fiziği ilkeleri ile açıklaması şöyledir:
Her şey tabandaki kuantsal sistemle yapılıyor, çünkü enerji
onlarda var. Enerjinin nerden nereye akacağı ise “bilgi” faktörü ile oluyor.
Bilgiler enerji akışı yönünü belirleyen trafik işaretleri görevini üstlenirler.
Doğada atomlardan moleküllere geçişle, bir sürü yeni madde ortaya çıkar, ve bu
maddelerin her biri farklı anizotropi özelliğine sahiptir. Anizotropi,
enerjinin nerede fazla, nerde daha az dağılacağını belirler. Örn. Hidrojen
atomu yanıcı, Oksijen atomu yakıcı bir element iken H2O molekülü
tamamen farklı özellikler gösterir. Yani H ve O atomları Su molekülü içinde öz
özelliklerini bırakıp, başka özellikli olmuşlardır.
Su molekülleri diğer moleküllerle etkileşerek, protein,
şeker gibi daha büyük molekül kompleksleri oluştururlar. Bu kompleks moleküller
birleşerek hücre gibi daha kompleks varlıklar oluştururlar, vs. Bu şekilde
gittikçe karmaşıklaşan yeni üst-sistemler ortaya çıkar.
Ama tüm bu yeni oluşan üst-sistemler, hep bir
alt-düzeydekilere bağımlıdır, çünkü enerjilerini onlardan alırlar.
Şimdi tavuğun yumurta kabuğu için Ca ihtiyacını düşünelim.
Dünyanın her yerinde kireç taşı yok, Ca’lu mineral de yok. Ama tavuk orada
yaşamaya mecbur. O zaman tavuğun içindeki hücreler, Ca’u nasıl sağlayacakları
arayışında olurlar. Moleküllerin birbirlerine dönüşümleri enerji gradyanları
oluşturulmasıyla gerçekleşir. Çok küçük ortamlı enerji gradyanları tek hücreli
organizmalarca (bakteriler, mantarlar) oluşturulurlar. Aynı yöntem elementlerin
birbirlerine dönüşümlerinde de geçerlidir ve yine bakteri-mantar gibi tek
hücreli organizmalarca gerçekleştirilirler. Canlılar diğer küçük
mikro-organizmalarla işbirliği içindedirler. Karşılıklı etkileşimlerle çeşitli
küçük ortamlar oluşturularak, moleküllerin, atomlarına ayrışmaları sağlanacak
mikro-ortamlar oluşturulur; sonra atomların birbirlerine dönüştürülecekleri
daha küçük mikro-ortamlar oluşturularak, varlığın gereksinimi olan element elde
edilir (bak. Komaki H. 1993, Vysotski & Kornilova 2010)..
Atomların birbirlerine dönüşümleri, hücreler tarafından değil, atomların algılama ve o algıya göre davranmalarına dayanılarak atomlar (dolayısıyla içlerindeki atom-altı-öğelerce) yapılmaktadır, çünkü yapıcılık-kuvvet oluşturma ve aktarma erki hep alt-sistemlerdedir. Hücreler sadece enerji gradyanı değişimleri yaparak, enerjinin nereden nereye akması gerektiği bilgisini (kuvvet alanını) oluştururlar; atomların içlerindeki atom-altı-öğeler de o kuvvet alanına uyarak, bir atomdan diğerine akarak, atomların birbirlerine dönüşmelerini gerçekleştirirler.
DOM-12d
Çevremizde yaygın kimyasal element dönüşümleri
İnsan sadece
kendisinin bilgili-bilinçli ve özgür iradeli olduğu aymazlığı içindedir. Böyle
düşününce de, çevresindeki diğer varlıkları birer cansız-robotsu öğeler olarak
görmektedir. Halbuki çevremizdeki tüm varlıklar sürekli bir yaşam döngüsü
sergilerler, ve onların değişim-dönüşümleri sayesinde bizler canlılığımızı
sürdürebiliyoruz.
Kervran, kimyasal elementlerin yeryüzü koşullarında değişip
dönüştüklerine dair daha birçok örnek sunar. Bunlar arsında şunlar dikkat
çeker:
►1: Taze meyveler ile kurutulmuş meyvelerde demir ve
bakır elementlerinin miktarlarında anormal artışlar saptanmıştır. Bak
şekil (A)
Artış her iki elementte de olduğuna göre, bunlar başka elementlerden
dönüştürülmüş olmalıdır.
►2:
Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, Mg oranlarını saptar.
Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki
element miktarlarını tekrar saptadığında, (K) miktarında -0.033 gram azalma,
(Ca)-miktarında +0.032 gram artma, (Mg) miktarında -0.007 gram azalma olduğunu
görür ve potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına çok yakın
olduğu gerçeğine dayanarak, şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü)
gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer. Bak şekil (B)
►3: Element dönüşümleri sadece canlılar aleminde değil, taş-toprak-kaya gibi öğelerde de gerçekleşmektedir. Fransa’daki bir eski kilisenin duvarlarından alınan taze ve ayrışmış kısımların analiz sonuçları şekilde görülmektedir. Bak şekil (C).
►4: Eklem-bacaklılar
grubuna ait çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar, vs) büyüdükçe
kavkılarını değiştirmek zorundadırlar. Roscoff deniz araştırmaları laboratuarında,
kerevitler, Ca elementinden kimyasal olarak arındırılmış ortamda
yetiştirildiklerinde, yine de kavuklarını kusursuz şekilde oluşturdukları
saptanmıştır. Yaşadıkları su ortamında kavkılarının yapımında kullanılan Ca
(kalsiyum) elementi bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka
elementlerden üretmiş olmalıdır.
Jeologlar asırlardır
granitik kayaçların oluşumlarını, magma-diferansiyasyonu adını verdikleri bir
olayla açıklamışlardır. Magma-diferansiyasyonu, yeryuvarı içinden (manto’dan)
yükselen 1200º santigrat sıcaklıktaki magmanın soğumasında, önce yüksek
derecelerde kristalleşen olivin-piroksen-Ca’lu-plajioklas gibi minerallerin
kristalleşip, gabro gibi kayaçlar oluşturduktan sonra, geriye K’lu feldspat,
kuvars, mika gibi (800 dereceden daha az sıcaklıklarda) mineraller
oluşturacak granitik bir magma kalacağı görüşüne dayanır.
Bu görüş, söz konusu
magma kütlesinin, magma-odası şeklinde bir ortamda soğuması durumunda
gerçekleşebilir. Bir odada, soğuma sonucu önce gabro-gibi bir kayacı oluşturan
mineraller, odanın sıcaklığı düştükçe de granit-gibi bir kayacı oluşturacak
mineraller kristalleşecekse, o odanın çevresinde gabro, ortasında ise granit
olmalıdır. Yani, granitlerin çevresinde mutlaka gabro-bileşimli kayaçlar
bulunmalıdır.
Granit bir magma
odasındaki 1200 derecelerdeki bir sıvı bir sistemin soğuması sonucu oluşuyorsa,
granitlerin çevresinde (kenarlarında) bazaltik bileşimli bir kayaç (gabro)
bulunması gerekir. Halbuki granitlerin çevresinde gabro değil, şist-gnays
gibi metamorfik kayaçlar bulunur.
Granitik kayaçların
çevrelerinde gabro değil, metamorfik kayaçlar bulunması, Kervran’ı, element
dönüşümlerinin jeolojik olaylarda da gerçekleştiği görüşüne götürür: Granitik
kayaçların, magmadan oluşmadığını, metamorfizma sonucu oluştuğunu, ve
bileşimindeki potasyum (K) gibi element artışının, diğer kimyasal elementlerin
dönüşümleri (transmutasyon) sonucu gerçekleşmiş olması gerektiğini vurgular. Ca40 –
H1 = K39 Veyahut: Na23 +
O16 = K39
(Bir not: Ben de
maalesef böyle bir şartlanmışlık içinde davranarak yıllarca öğrencilerime böyle
bir yanlış granit oluşumu teorisi öğrettim. Bunu fark eder-etmez bir mesaj ile
herkesten özür diledim, ve şu an tekrar bu özürü yineliyorum.)
Hücreler doğa ve dünyayı değiştiren ürünler yapan bir insan türü
oluşturmakla hata mı yaptılar?
Ara-Bilanço:
Dünyamızın
geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman
olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları
göstermişti:
1)-Doğa
alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,
2)-Oluşumları
tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar
“information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen
dinamik sistemlere göre gerçekleşir,
ve Dinamik sistemlerde ise,
4)-Bilgiler
(kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar
aşılır.
5)- Evrenin,
Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir
bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru
gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.
6)- Bilgisiz bir şey
yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha
ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.
7) Varlıklar
davranışlarını sürekli değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki
sinyallerden yararlanarak belirlerler.
8)- 1960lı yıllarda
“Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki
yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin
kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen
bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli
evrimleşmektedir.
9)- Zamanın
ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği
artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da
yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar
birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.
DOM-13
DOM-13a: Bilgisiz bir şey yapılamıyor ve canlılar bunun tam bilincindedirler.
Neden canlılar nesillerinin devamını sağlayabilmek için ölümü
göze alırlar?
Varlıklar Bilgi-oluşturmanın öneminin
farkındadırlar.
Bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamaya yönelik eylemlere en güzel örnek aşk ve seks dürtüsüdür.
Bilgi oluşturmak ve
bu bilgileri koruyup aktarmak o kadar önemlidir ve hücreler de bunun öylesine
farkındadırlar ki: Atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri gelecek
kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve muazzam
bir zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi
kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü bizleri sürekli
olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına yönelik bir
eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında hep bir çekim
kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular oluşturarak,
böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak bir eylem
gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak birbirlerine cazip
gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi kapasitelerinin aktarılmasına
yarayacak işlevlere girişirler.
Tüm varlıkların en
temel bileşenleri olan kuantsal öğeler (enerji paketçikleri) sürekli salınım
içindedirler. Ve her şey bu temel bileşenlere bağlı olarak
oluşturulup-geliştirildiğinden, bu kuantsal öğelerin birleşmeleriyle gelişen
tüm üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, hayvanlar, bitkiler, vs)
bağlı oldukları alt-sistem öğelerindeki dalgalanma hareketlerinin hangi
aralıklarla ve hangi faktörlere bağlı olarak değiştiği bilgilerini toplamak ve
bu bilgilere göre davranmak zorundadırlar. Dolayısıyla, hayat, bağımlı
olunan enerji kaynağındaki dalgalanmaların nelere göre değiştiği bilgilerini
toplama ve bu bilgileri gelecek nesile aktarma eylemidir. Bu nedenle, aşk ve
seks dediğimiz karşılıklı kalıtsal bilgi alış-verişi sistemleri
oluşturulmuştur. Aşk ve seks, karşı cinslere (farklı bakış-açılarına) ait
bilgiler içeren hücrelerin buluşma ve kaynaşma eylemleridir.
Somon balıkları hayatlarını tehlikeye atarak yumurtlayacakları ırmak
yataklarına dönerler ve dölleme işleminden sonra ölürler. Neden?
Balıkları bu ölüm
yolculuğuna yönelten dürtü, hücrelerin bedene empoze ettikleri “genetik
bilgilerin aktarılması zorunluluğu”dur. Hücreler öylesine bilinçlidirler ki,
milyarlarca yıllık deneyimlerin sonucu olan genetik bilgilerin gelecek
nesillere aktarılmasını sağlamak için, aşk ve seks dürtüsünü en dayanılmaz zevk
duyguları ile bağlantı içine sokmuşlardır.
Bilgiler aktarılmak,
çoğalmak isterler ve bu nedenle, oluşturdukları tüm bedenlere bilgi edinme ve
aktarmayı teşvik edici yönlendirmeler yerleştirirler. Bitkilerin güzel renkli
çiçekler oluşturmaları, çiçeklerin çeşitli çekici kokular yaymaları,
hayvanların çeşitli göz-alıcı renkli tüylerle kendilerini süslemeleri,
insanların güzel giyinmeye çalışmaları ve güzel kokular sürünmeleri, vs.nin
hepsi, hücrelerimizdeki kalıtsal bilgilerin gelecek nesile aktarılma
baskılarının sonuçlarıdır.
Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Diğer taraftan da tüm varlıklar
karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar. Bu nedenle her varlık zorunlu
olarak doğadaki değişim-dönüşüm sistemlerinin nasıl olduğu ve nasıl birbirine
dönüştüğü vs. bilgilerini toplamak ve gelecek nesile aktarmak zorundadır.
Hayatın tanımı ve anlamı bu nedenle şöyle olmak zorundadır:
Hayat doğadaki
değişim-dönüşümler hakkında bilgi edinme ve bu bilgileri gelecek nesle aktarma
eylemidir.
Doğadaki tüm
olayların doğadaki en küçük varlıklarca olasılık hesaplarına göre bilgi
oluşturularak ve bu bilgilere göre de örgütlenerek oluşturulduğu fikri bizlere
biraz tuhaf ve gerçek dışı imiş gibi geliyor. Ama ne var ki, gerçek durum
böyledir. Madde dediğimiz varlıklar, doğadaki temel öğelerin (ki bunlara kuant
denir) oluşturdukları kümeleşmeler- gruplaşmalardır. Ve doğanın temel öğeleri
madde-parçacık yapısında değillerdir, onlar kuantsal davranışlıdırlar, yani
sürekli hareketlidirler çünkü çevrelerini her an algılamak ve değişimlere uygun
davranmak zorundadırlar, dolayısıyla canlıdırlar.
Doğada her şey
bilgi ile yapıldığından, hücreler BİLGİ oluşturmayı en ön plana alan, yaratıcı
özellikli İNSAN türünü oluşturmuştur.
DOM-13b
İnsanlar neden diğer canlılardan farklıdır?
Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.
"Yaklaşık 2.5
milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini
en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir
canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer
bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere
uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel
öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm
seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.)
değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır.
Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları
yapar ve en olası faktöre göre davranır.
İnsanın diğer tüm canlılardan çok
farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı
olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin
bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiş ve
nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer
canlılardan ayıran özelliği herhangi bir şekilde genetik kodlamalara yansımış
olmalıdır ve bunların ne tür genetik bilgiler içerdiği, günümüz gen teknolojisi
ile ortaya konulabilmelidir.
Bu düşünceyle hareket eden 16
kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze,
goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok
hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın
diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır.
Araştırma sonunda,
49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli
olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir.
Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1)
(insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır. Bu bölgenin özellikle
beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını
düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya
konmuştur. Reelin ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada etkili olan bir
proteindir.
Bu durum insanın hem
en güçlü hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle,
insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok
güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok
büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada
yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır.
Yani insanı
oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturucu-yaratıcı” özellikli bir
beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Bir katılımcı,
“insan yaratıcı ise neden bir hücre oluşturamıyor?” şeklinde insanın
yaratıcılığına itiraz etmişti. Yanıtım şu idi:
Doğada yaratıcılık
alt-sistemlere aittir, onlar doğadaki değişim-dönüşümlere uyabilmek için
çeşitli üst-sistemler oluştururlar. Hücreler alt-sistemdir, insanlar (bedenler)
üst-sistemdir. İnsan hücre oluşturamaz, hücreler insan oluşturur. İnsanın
yaratıcılığı ise, insanı rahatlatıcı şeyler yaratmaktır. Bilgisayarlar,
uçaklar, uydularla haberleşmeler, cep telefonları vs. gibi insan ürünü olan
şeyleri düşünün. Bunlar doğada daha önceleri var mıydı? İnsanlığın oluşturduğu
(yarattığı) ürünlere bakılırsa, hepsi toplumsal yaşamın gereksinimleri olan
şeylerdir. Bu ürünler, hücrelerin beden oluşturmak için oluşturdukları kalp,
böbrek, beyin, el, ayak, vs. gibi organlara denk gelirler. O organlarla da
farklı bedenler oluşturulmuştur. Yani insanlık eninde-sonunda doğal-sisteme
uygun bir gerçek ekolojik toplum oluşturacaktır. Bu girişimi engelleyenler,
Tepe’den yönetimli düşünüp-davrananlardır, para-babaları, siyasetçiler vs.dir.
Canlılar çevresinde
kendisini etkileyecek faktörleri algılayacak organlar-organeller, proteinler,
vs oluşturulur. Bu sayede doğadaki farklı koşullara uyum sağlayarak yaşamını
sürdürür. Biz insanlar onlar kadar bu konuda başarılı değiliz.
Bir örnek verelim:
Jeoloji
öğrencileriyle saha çalışmaları yaptığımız bir yaz gününde, hava
güllük-güneşlik iken, birdenbire ani bir fırtına kopar ve ceviz büyüklüğünde dolu
taneleri başımıza yağmaya başlar. Kafamızda şişliklerle, bir süre sonra öğrenci
yurduna döneriz ama ıslanmayan, zarar görmeyen kimse yoktur.
Aklıma şu soru
gelir: Arılar bu güzel günde mutlaka kırlarda çiçeklerden nektar topluyor
olmalılar. Böyle yok edici bir felakette hepsinin ölmesi gerekir. Acaba onlara
ne oldu?
Ertesi gün, saha
çalışması yaptığımız yere yakın bir yerde arı-kovanları bulunan birine gidip,
bu soruyu sordum. Verdiği cevap ilginçti: Dolu yağmurunun başlamasından kısa
bir süre önce, sürüler halinde tüm arılar kovanlarına dönmüşlerdi!
Sadece fırtına
değil, deprem, volkan patlaması gibi felaketlerden etkilenecek hayvanlar da, bu
felaketleri önceden algılayıp, önlem almaktalar.
Peki insanı
oluşturan hücreler neden bu konuyu dikkate almayıp, bizleri bu tür
yeteneklerden mahrum bıraktılar?
Çünkü insanı
oluşturan hücreler çok daha geniş bir bakış açısıyla hayatı ve
doğayı algılamaya ve ona uygun çözümler üretecek çok geniş spektrumlu bir beden
ortaya koymaya kalktılar.
İnsan hariç hiçbir
canlı, dünyamız nasıl oluştu, evren nasıl oluştu gibi sorularla uğraşmaz, ama
biz uğraşırız. Bu nedenle, bir insan nasıl doğuyor, il insan nasıl oluştu?
Dünyamız nasıl oluştu? gibi binlerce soruyu kendine sormaya başlar.
İnsanlığı kültür
gelişimi grafiğinden anlaşıldığı kadarıyla, bu soruları sormak yaklaşık 300 bin
yıl başlamış, çünkü o zamandan beri ölülerini gömmeye; 45 bin yıl
önce duvarlara, taşlara resimler yapmaya; 27-28 bin yıl önceleri, insan nasıl
oluşmakta sorusunu sorup, doğurganlığı temsil eden hamile kadın
heykelcikleri yapmaya; 15-20 bin yıl önceleri ölümden sonra tekrar dirilmeyi
tasarlamışlar ki, ölenleri en değerli eşyalarıyla birlikte gömmeye; 12 bin yıl
önceleri ay-güneş ve yıldızların hayatı nasıl etkilediğini sorgulamışlar ki, gök-yüzündeki
bu öğeleri gösteren şekiller çizmeye başlamışlardır.
Zaman olgusunun
önceki bölümlerde açıklanan gelişim aşamaları, doğal sistemin sürekli bir
gelişme içinde olduğunu ve bu gelişmelerin de bilgi oluşturularak yapıldığını
göstermektedir. Doğadaki değişim-dönüşümler olarak karşımıza çıkan zaman
olgusu, atom-altı-öğelerin çevrelerini algılayarak, oluşan yeniliklere göre,
yeni üst-sistemler oluşturduklarını göstermektedir.
DOM-14
Bilgi oluşturmayı en ön plana alan
insanın BİLGİ oluşturma evreleri
Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik
katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en
alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:
1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına
doğru gelişmektedir,
2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet
oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar “information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere
göre gerçekleşir,
ve
Dinamik sistemlerde ise,
4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı
etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.
5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın
gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme
olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini
göstermektedir.
6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin
ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar
oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.
7) Varlıklar davranışlarını sürekli
değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak
belirlerler.
8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but
chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan
araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri
sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni
sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.
9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut
gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel
öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine
dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.
10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama
doğal sistem de sürekli
değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki
tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular
sorup araştıran insanı oluşturur.
Şimdi böyle bir bilgi oluşturma
yeteneğiyle donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür bilgiler oluşturduğunu
görelim.
İnsanlık
Tarihi- 1. Bölüm
Jeolojik katmanlar
dediğimiz yeryuvarı arşiv-sayfalarında, doğadaki her olay ve oluşumun
kaydedildiği önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu arşiv-sayfalarında, insan
dediğimiz canlı türünün de ne zaman nerede ortaya çıktığı ve ne tür değişimlere
uğradığı da kaydedilmiştir. Bunlara dayanılarak şu veriler ortaya
çıkarılmıştır.
Doğu Afrika, ~10-12 milyon yıl öncelerine kadar, tropik ormanlarla kaplı bir bölge iken, ~10 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika Rifti denilen yerkabuğu yükselmesine dayalı yırtılma olayı sonucu, hem binlerce metreye varan bir yükselmeye uğramış, hem de yırtılma sonucu, sarp yamaçlarla çevrili derin bir vadi sistemi oluşturmuştur.
Bölgenin yükselmesi
zorunlu olarak bitki örtüsünde değişikliğe yol açmış, tropik orman örtüsünün
yerini savana ortamı almıştır. Ormanlarda ve ağaçlar üzerinde yaşamaya alışık 4
ayaklı bir memeli yaratık grubunun, yaşam ortamlarının savana ortamına dönüşmesi
ve bu değişik ortamda izole (hapis) kalmaları sonucu, beslenme-savunma
sistemlerinde değişiklikler oluşmaya başlamış, ve bu değişikliklerin çok uzun
yıllar sürmesi sonucu, ağaçlarda-dört-ayaklı-yaşama sisteminden,
savanlar-arasında-iki-ayak-üzerinde-yaşam tarzına geçiş zorunlu olmuş ve
hominid (insansı) denilen iki ayaklı yeni bir cins (Australaopitechus) ortaya
çıkmıştır.
Belden altı
"insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü olan bu cins yeryüzünün
ilk iki ayaklı memelisidir. Yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası,
ancak bir bebeğinki kadardır. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle
"el" denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu
"el" organını, bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak
değişik bir yaşam tarzının (modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu cins yaklaşık
5 milyon yıl önceleri ortaya çıkmış ve yaklaşık 1 milyon yıl önceleri yok
olmuştur.
Bu cinsin yaşadığı
ortamda, yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri kafatası daha büyük olan ve de kambur
olarak değil, tam dik yürüyen yeni bir cins daha ortaya çıkmıştır. Bu cins ilk
insan türüdür ve Homo habilis olarak adlandırılmıştır. Yani atalarımızın Ademle
Havva diye tasarladıkları ilk insan yaklaşık 650 cm3 beyin hacimli siyahi bir
insandır. Bu ilk insan türü yaklaşık 2 milyon yıl öncelerine kadar yaşamış,
sonra ondan evrimleşen 900 cm3 beyinli Homo erectus onun yerini almıştır.
Bu Homo erectus
Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Evrimsel gelişim devam
etmiş yaklaşık 5-6 yüz bin yıl önceleri yaklaşık 1400 cm3 beyinli Homo sapiens türüne
evrimleşme olmuştur.
Homo sapiens’in
birçok alt türü bulunmuştur. Bunların en yaygınları Homo sapiens
neanderthalensis, Homo sapiens denisova (veya Homo sapiens altaiensis), ve
günümüz modern insanları olan Homo sapiens sapiens’dir. Neandertal insanı
Avrupa’da, denisova veya altaiensis insanı Asya’da yaklaşık 500 bin yıl
önceleri ortaya çıkmışlar ve 70 bin yıl önceleri ortaya çıkan modern insan
tarafından yaklaşık 20 bin yıl önceleri yok edilmişlerdir.
Bu alt türlerin
birbirleriyle eşleşip, genetik veri değiş-tokuşuna yol açtıkları genetik
analizlerle ortaya konmuştur.
Gümümüz modern
insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 60-70
bin yıl önceleri yine Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya
yayılmıştır.
DOM-14a
2.5 milyon yıl önce çakmak taşı
gibi sert taşlardan küçük yongalar kopararak onları kesici alet olarak
kullanmakla Güney-Doğu-Afrika’da başlayan bir yaşam öyküsü
Afrika’da başlayan
insan yaşamı 1.9 milyon yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya da yayılır.
Yaklaşık
500.000 yıl önceleri çakmak taşlarının çarpmaları sırasında çıkan
kıvılcımlardan ateşi keşfetmiş ve ondan sonra da bu yöntemle ateş yakmayı ve
onu kontrol etmekle en önemli ikinci yaratıcılığını ortaya koymuştur. Ateşi
kontrol etmek, genellikle buzul devirlerinde geçen bir hayat için çok
önemlidir. Çünkü dünyamız bu 500 000 yıllık sürecin 400 000 yılını buzul devri
koşullarında geçirmiştir. Bunu dünyamızdaki son 450 bin yıldaki şekilde
gösterilen buzul ve buzul-arası dönem süreçleri grafiğinden görebilirsiniz. Ve
bizler şu an bir buzul arası dönemde bulunuyoruz. Buzul
dönemleri çok uzun (yaklaşık yüzbin) yıl sürerken, buzul arası dönemler çok
kısa (yaklaşık onbin yıl) sürer.
115 bin ile 15 bin
yıl önceleri arası Dünya-Coğrafyası yandaki haritadaki gibidir.
Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?
Şekil: Son buzul devri coğrafik görüntüsü
ve o dönemde Basra Körfezinin durumu. Son buzul devri süresince Basra
Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline dönüşmüştür. Hürmüz boğazına
yakın yerinde ise küçük şekilde görülen büyüklükte bir göl kalmıştır.
Kanada, ABDlerinin kuzey eyaletleri,
İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya, Litvanya gibi ülkeler yoktur,
çünkü üzerlerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul örtüsü vardır. Bu kadar büyük
bir buzul örtüsünün oluşması için deniz düzeyinin 130 m. kadar düşmesi
gerekmiştir ve bu nedenle haritada kahverenkli olarak gösterilen bölgelerden
deniz çekilmiş ve o alanlar kara haline geçmişlerdir.
Şimdi böylesine bir coğrafyada yaşayan
insanlığı görelim.
Yaklaşık 2 milyon yıl önceleri Asya’ya
ulaşmış olan ilk insan, bir-iki asır sonra da Avrupa’ya ulaşmıştır. Yani
yaklaşık 2 milyon yıldan beri Afrika- Asya ve Avrupa’da insan yaşamaktadır.
Dünyaya yayılan bu ilk insan türü Homo erectus olarak adlandırılır.
Yaşam ortamları değişimi nedeniyle türlerde değişiklikler olur ve yaklaşık 200 bin yıl önceleri Afrika’da Homo sapiens adı verilen yen bir tür ortaya çıkar ve 100 bin yıl önceleri bu tür de yine Asya ve Avrupa’ya yayılır. Bu arada Asya ve Avrupa’daki erectus türlerinde de değişiklikler olmuş ve Avrupa’da Homo neanderthalensis, Asya’da Homo denisovan gibi yeni formlar ortaya çıkmıştır. Afrika’dan yeni gelen Homo sapiens ile diğer iki tür arasında birleşmeler olmuş ve genetik bilgiler karışmaya başlamıştır. Afrika’da 60-70 bin yıl önceleri Homo sapiens’in daha yeni bir variyetesi -Homo sapiens sapiens- ortaya çıkar ve o da Asya ve Avrupa’ya yayılır, dolayısıyla Avrupa ve Asya’daki yerel türlerle tekrar birleşmeler olur ve genetik bilgiler tekrar karıştırılır. Yani biz modern insanların genlerinde yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da oluşan Homo sapiens türünün genleri baskın olsa da, hem Neanderthal insanı hem de Denisovan insanından genler bizlere onlardan miras kalmıştır.
DOM-14b
TOBA Felaketi ve insan nüfusunun muazzam azalması
Dinamik sistemler
fiziği zor durumlardan kurtulmanın yeni bilgiler oluşturularak aşılabildiğini
göstermektedir (Bak DOM ve OO-5). İnsanlık da, 74 bin yıl önceleri nüfusun
azalmasına yol açan böyle bir zor-durum karşısında zihinsel yeteneklerini
artırarak yeni bir dönem başlatmış olmalıdır. Bu yeni dönemi şu olgulardan
anlayabiliyoruz:
Genetik
araştırmaları Doğu-Afrika’da yaklaşık 70 bin yıl önceleri modern insan genomuna
yakın bir genetik oluşum gerçekleştiğini ve oradan yayılarak tekrar Asya ve
Avrupa’ya dağıldığını göstermektedir. Bu yeni neslin bireylerinin zihinsel
yetenekleri öylesine gelişmiştir ki, denizde yolculuklar yapacak sal veya tekne
gibi araçlar yaparak (ve belki de yelken gibi rüzgar enerjisinden yararlanarak) uzak
deniz yolculukları yapacak bir düzeye ulaşılmıştır. Avusturalya gibi okyanus
içindeki bölgelere 55-60 bin yıl önceleri ulaşılmış olması bunun delilidir.
İnsan zekasının 60-70
bin yıl önceleri büyük bir sıçrama-patlama yapmasının bir başka delilini,
okyanus içinde, hiç göremedikleri kara parçalarını, adaları veya Avustralya
gibi bir kıtayı nasıl tasarlamış olmalarından anlarız. İnsanlar göçmen kuşların
uçuş güzergahlarını izleyerek, onların uçtukları yönde bir kara parçası
bulunması gerektiğini hesaplayabilmiş olmalılar. Yoksa uçsuz bucaksız
okyanusta, çoluk-çocuklarıyla, böyle bir maceraya atılmış olabilirler mi?
~ Yani yaklaşık 70 bin yıl önceleri insanın zihinsel
gelişiminde, ateş kontrolünden sonraki ikinci büyük gelişim adımı atılmış ve sal-kayık
gibi deniz taşıtları yapılabilinmiş;
~45-50.000 bin yıl
önceleri mağara duvarlarına resim yapılmaya başlanmış;
~30.000 yıl ile 20
binli yıllar arasında zıpkın, ok gibi aletler yaparak avlanma tekniğini
ilerletmişler, kemikten iğne vs. yaparak çadırlarda yaşamaya başlamışlar bu
sayede mağaralar haricinde yaşanacak yeni yaşam ortamları oluşturmuşlardır.
Tüm bu oluşumlar tüm
Avrupa ve Asya’nın buzul örtüsü dışında kalan ama yine de çok soğuk olan
bölgelerinde gerçekleşirken, yaklaşık 15-20 bin yıl önceleri insan Amerika’ya
ulaşmış ve böylelikle tüm kıtalarda yaşayan tek memeli canlı türü olmayı
başarmıştır. (Amerika’ya geçişin Bering Boğazı üzerinden olduğu
düşünülmektedir; çünkü yukarıda verilen buzul devri coğrafya haritasında
görüldüğü üzere, Bering boğazı buzul devri süresince kara halindedir, çünkü 90
metreden daha sığ bir deniz suyu altındadır. Ama Amerika’ya geçen insanlar,
deniz yolu taşımacılığı ile de, Pasifik Okyanusu kıyısı boyunca ilerleyerek de
ulaşmış olabilirler.)
Bir önemli not daha: İnsanlık
tarihinde ticaret en önemli bilgi aktarıcı faktör olmuştur. Çakmak taşı hem
kesici-parçalayıcı alet olarak, hem de kıvılcım çıkartarak ateş yakma aleti
olarak en fazla ihtiyaç duyulan madde olmuştur. Ama çok az yerde
bulunabilmektedir. Bu nedenle çakmaktaşı ticareti dünyadaki ilk ve tek ticaret
malıdır. Çakmak taşı yanında zift de önemli bir ticaret unsuru olmuştur, çünkü
deniz veya ırmak taşımacılığında sal veya kayık gibi gereçlerin su geçirmez
şekilde yapılması zift sayesinde olmaktadır. Zift ise buzul devrinde kara
haline geçen bölgelerin en önemlisi olarak karşımıza çıkacak olan Basra-Hürmüz
arası düzlükte – Atlantis-Ovası- bulunmaktadır. Ticaret yapan insanlar yüzlerce
km-lik uzaklardaki farklı toplumlar arası ilişkilerle, bir toplumda gördükleri
bir yeniliği, diğer toplumlara aktararak, bilgilerin yayılmasında çok önemli
bir rol oynamışlardır.
15 bin yıl
öncelerine kadar dünyamızda insanlığın gelişimi yukarıda anlatılan çerçevede
gelişmiştir. Ancak 15 bin yıl önceleri dünyamızda çok önemli bir olay daha
gerçekleşmiş ve buzul devri sona ermiştir. Avrupa- Asya- Afrika da yaşayan
insanların kaderi çok farklı şekillenmeye başlanmıştır.
Buzul devrinin sona
ermesiyle Kuzey yarı küre üzerindeki 2.5 km kalınlığındaki buzul örtüsü
ergimeye ve ergiyen sular okyanuslardaki su düzeyini tekrar yükseltmeye başlar.
Buzulların ergimesi yaklaşık 7-8 bin yıl sürer.
Bu durum Eski Dünya
(Asya – Avrupa -Afrika) ile Yeni Dünya (Amerika ve Avusturalya) arasında bir
kültürel uçurum oluşumuna yol açar. Şöyle ki:
Amerika ve Avusturalya deniz sularının tekrar yükselmesi nedeniyle Eski-Dünyadan koparlar ve oradaki insanlık yaklaşık 1492 yılına (Amerika’nın keşfine) kadar izole edilmiş olarak kalır. Avusturalya daha da sonra keşfedilir. Haberleşme ve bilgi aktarımı engellendiğinden Eski-Dünyada gerçekleşen yenilikler oralara ulaşmaz ve teknolojik olarak geri kalmış topluluklar olurlar. Öylesine geri kalmışlardır ki, Eski-Dünyada 5 bin yıl önce yapılan büyük eserler (zigurrat, piramit vs.) Amerika’da 7inci asırlarda ancak yapılmaya başlanmıştır. Avusturalyalılar ise hiç böyle bir düzeye ulaşamamışlardır.
DOM-14c
Eski-Dünya
insanlığı neden farklı gelişti?
Yüz bin yıl süren buzul devri süresince
Avrupa ve Asya’da insan yaşamına uygun bölge çok sınırlıdır. Bunun en önemli
nedeni iklimin soğukluğudur. Üç-dört yüz metreden daha yüksek konumlu bölgeler
yılın çok büyük bir bölümünde kar altındadır. Avcılık ve toplayıcılıkla
geçinmek zorunda olan insanlar için yeterli besin kaynağı yoktur.
İnsanlık
henüz çanak-çömlek yapmasını bilmediğinden, sadece su kaynakları çevresinde
bulunan mağaralarda veya ılıman iklimli ortamlarda yaşayabiliyordu. Bu iki
koşulu yerine getiren bölgeler ise yüksekliği üç-dört yüz metreden az, ekvatora
yakın ve bir ırmak vadisi kenarlarıdır. Bunların nerelere denk geldiği yandaki
haritada kırmızı hatlar içinde gösterilmiştir. Diğer bölgeler ise 4-5 yüz
metreden yüksek platolar olduklarından, çok soğukturlar ve yaşam sadece
mağaralarda mümkündür. Bu nedenle o soğuk bölgelerde sadece soğuk ortamlarda
yaşamış olan Neandertal insanları kalıntıları bulunmuştur. Üstelik bu
ortamlarda insan yoğunluğu çok çok azdır. Halbuki kırmızı hatlarla gösterilen
bilgelerde insan yoğunluğu çok fazladır. Çünkü hem ekvatora yakındırlar hem
deniz seviyesine çok yakındırlar, hem de su kaynakları vardır.
Bu iki bölge şunlardır:
Birincisi, en batıdaki Basra-Hürmüz ovasıdır.
Bu ova Atlantis-ovası olarak adlandırılmıştır, çünkü insanlık geçmiş tarihi
hakkındaki deneyimlerini efsaneler olarak nesilden nesile aktarma geleneğine
sahiptir. Bu geleneğe uygun olarak da, Mısır’daki tapınakların birinde
insanlığın Atlantis denilen bir ova ve onun ucundaki bir göl çevresinde
uygarlığı başlattığı bilgileri Eflatun adlı yunan filozofuna ulaşmış ve o da
bunları yazılı hale getirmiştir.
İkincisi ise Güney-Doğu-Asya bölgesidir.
Bu iki bölgede de çok yoğun insan yaşamıştır.
Halbuki bu bölgeler dışında kalan tüm diğer alanlarda insan nüfusu yok denecek
kadar azdır. Bu nedenle günümüz dünyasındaki devletlerin vatandaşlarının
çoğunluğu, bu bölgelerde yaşayan insanların, buzul devrinin sona ermesi sonucu,
insan nüfusunun son derece az olduğu o bölgelere göçmeleri sayesinde ortaya
çıkmıştır.
Arkeolojik bulgular insanların ne zaman ve
nerede ilk toplumsal yaşam sistemine geçtiğini göstermektedir. Dolayısıyla
insanlığın yoğun olarak yaşadığı bu iki bölgeden hangisinde toplumsal yaşam
sisteminin tohumunun atıldığı saptanabilinir.
Braidwood
1995 den alınan şu şekil, bu konuyu aydınlatmaktadır.
Ancak
Braidwood’un bu grafiğinde eksik olan bir nokta vardır: O nokta, 10-12 bin yıl
öncelerinde Güneybatı Asya’nın coğrafik görüntüsünün nasıl olduğunun
bilinmemesi, dolayısıyla toplumsallaşma başlangıç merkezinin günümüzde deniz
sularıyla kaplı olması ve arkeolojik kazı olanağı olmamasıdır.
Arkeolojik
veriler toplumsallaşma başlangıcının Güney-Batı Asya olduğunu gösterdiğine ve
de Güney-Batı- Asya’da toplumsal davranışa girebilecek yoğun bir insan
topluluğu bulunması gerekliliği jeolojik verilere göre kesin olduğuna göre, bu
bölgedeki durumu incelemeye alalım.
Basra-Hürmüz
Ovası ne kadar büyüktü?
Basra körfezi 115 ile-15 bin yıl önceleri arasında
kara halindedir ve üzerinde sadece 20 m derinliğinde bir göl kalmıştır. 115 ile
15 bin yılları arası bir buzul çağına denk gelir. İklim çok soğuktur. İklim çok
soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler düşük konumlu ve
ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır.
Bu tanıma en uygun ortam ise Basra – Hürmüz arasında ortaya çıkan büyük
ve verimli ırmak vadisidir. Adeta bir “cennet”
Neden cennet?
Yaklaşık 200 km genişliğinde ve 800 km
uzunluğunda bir alan söz konusudur. Bu alanın Hürmüz boğazına yakın bölgesinde
ise, yaklaşık 70-80 km genişliğinde ve yaklaşık 200 km uzunluğunda sığ (≈20
metre) bir göl vardır.
DOM-14d
Yaban
insanından uygar insana geçiş zamanı ve nedeni
Bu devasa ovanın içinden Dicle ve Fırat
ırmakları akmaktadır. Ova çok verimli, iklim de ılıman olduğundan üzerinde
zengin bir bitki ve hayvan topluluğu vardır. Bu durumda avcılık ve
toplayıcılıkla yaşayan insanlar ovanın her tarafında yaşayabilirler, ancak her
tarafta su bulunmamaktadır. Ovanın her tarafında bol bitki ve hayvan topluluğu
var, ama oralarda içecek su yok. İnsan nüfusu ise sürekli artıyor, özellikle 74-75 bin yıl önceleri yaşanan Toba
felaketinden sonra çok hızlı bir nüfus artışı olması söz konusudur.
Toplum bir birleşme, ortak iş-yapma, dinamik
sistemler fiziği terimiyle “sinerjetik” eylem işlevidir. Dinamik sistemler
fiziği bölümünde açıklandığı üzere, birlikte işlem yapacak öğeler zorlayıcı bir
durumla karşılaşmadıkları sürece, birleştirici bir kuvvet alanı ortaya çıkmaz.
Çevrelerinde bolca bulunan bu beslenme
olanaklarından yararlanabilmenin tek çıkar yolu düz ovadan akan ırmakların
sularını kanallar kazarak, istedikleri yere doğru uzatmak. Ama bu olay tek bir
aile bireylerinin yapabileceği bir iş değil, kesinlikle ortak bir davranış
gerektirir.
Bu insanların ilk sınavı olmuştur ve insanların
toplumsal bir davranış içine girmeleri için ilk büyük zorda kalma durumudur.
Neden Basra-Hürmüz ovası daha elverişli olmuştur ve bunun Göbekli-Tepe gibi bir uygarlığın kökeni olmasındaki rolü neye dayanır?
•
Basra-Hürmüz ovası bir ırmak yatağıdır ve ırmak
yatakları son derece verimli tarım alanlarıdır.
•
Ova uzunluğu
600 km, genişliği 150-200 km olan devasa bir düzlüktür.
•
Ovanın içinden
Dicle ve Fırat ırmakları geçmektedir.
•
Henüz
çanak-çömlek gibi su taşıyıcı gereçlerden yoksun olan insanlar, bu ırmak kenarı
boyunca yaşamaya mecburdur.
•
Bu durumda 200
km eninde olan ovanın sadece 20 km genişliğindeki ırmak kenarı şeridi boyunca
insan yaşayabilmektedir.
•
Halbuki ovanın
180 kmlik genişliğindeki kalan bölümü bol hayvan ve bitki doludur ve insanlar
oralarda da yaşayabilmek arzusuyla çırpınmaktadırlar.
•
Bireyler çakmak
taşlarından yapılmış el baltalarıyla, ırmak suyunu ovanın diğer bölgelerine
doğru uzatma ve yeni yaşam ortamı oluşturma yarışına girmiş olmalılar.
•
Bu yarış
insanları çok zora sokmuştur.
•
Zor durumdaki
varlıkların sorunlarının çözüm yolunu “dinamik sistemler fiziği” vermektedir.
•
Dinamik
sistemler fiziği doğadaki tüm zorlukların karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla
sağlanacak bir ortaklık sistemiyle çözülebildiğini öngörmektedir.
•
Ve Basra Hürmüz
ovasındaki insanlar da bu doğa yasasına uygun davranıp, tüm ovayı su
kanallarıyla döşeyip, ovanın her yerindeki bitki ve hayvan topluluklarından
yararlanma olanağını sağlamış olmalılar.
•
Buzul devrinin
yaşanılmaz koşullarının egemen olduğu Avrupa ve Asyanın tersine bu ova yaklaşık
yüz bin yıllık bir süreyle insanlık için bir cennet ülke olmuştur.
Buzul
devrinin sona ermesi nedeniyle ova 14 bin yıl öncelerinden başlayarak denizle
kaplanmaya başlayınca, ovada yaşayanlar kaçmaya mecbur kalırlar.
Nereye
kaçacaklar? Güneyde zaten deniz var, Güney-batı kurak bir çöl ortamı,
Kuzey-doğu hala kar ve buz örtülü bir dağ-kuşağı (Zağros dağları). Kaçılacak
tek bir yön kalıyor: Dicle-Fırat vadiler boyunca kuzey-batıya kaçmak.
İşte
buzul devrince yaşadıkları bu cennet ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanlar
da, kuzey-batı yönünde kaçarak yeni yaşama açılan Urfa-ovası gibi yerlere
yerleşmişlerdir. Göbekli-Tepe, Nevali-Çori, Karahan, Hamzan-tepe gibi yörelerde
tonlarca ağırlıkta T-sütunları dikecek ortak davranış sergileyecek uygar
davranış göstermişlerdir.
Göbekli-Tepede
ilk-toplumsal bir uygarlık merkezi kuran insanların nerden geldikleri şimdi
anlaşılır oldu mu?
Daha
önceleri sadece aile-bağlarıyla bir arada bulunup, diğer insanları rakip (hatta
düşman) görürken, diğer insanları rakip-düşman görmeyerek, ailelerin
birbirlerine bitişik, yani ortak-duvarlı evler içinde yaşayarak, evlerine
çatıda açılan bir delikten merdivenle inecek tarzda HÖYÜK denilen toplu yaşam
ortamları oluşturmaları tam anlamıyla bir toplumsallaşma göstergesidir.
•
hem geceleri
artık korku ve endişe içinde değil, güvenli ortamda bulunmanın rahatlığı-huzuru
içinde yaşamak
•
hem onlarla güç ve kuvvetini birleştirip, tek
bir aile veya kabilenin başaramayacağı işleri başarabilmek,
•
hem karşılıklı iş-bölümüne giderek, farklı
alanlarda uzmanlaşıp, üretimi ve hizmeti artırabilmek uygarlığın temelleridir.
Şimdi
herkesin şu soruyu cevaplaması gerek:
Göbekli
Tepeliler ve diğer Bereketli Hilal bölgesi sakinleri gökten mi buraya geldiler?
Dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar hala yabani hayatı yaşarken, bu insanlar
nereden böyle bir toplumsal yaşam kültürü edindiler?
Kuzeyden ve doğudan gelmiş olamazlar, çünkü
oralar buzul devrinde kar ve buz örtüsü altında yaşama uygun olmayan yerlerdi.
Batıdan
gelmiş olamazlar, çünkü sadece deniz var.
Güneyde
ise yine yaşama uygun olmayan kurak ve susuz bir çöl ortamı.
Tek bir
ortam kalıyor: İçinden iki büyük ırmağın geçtiği 800 km uzunluğunda ve 200 km
genişliğindeki Basra-Hürmüz ovası.
DOM-14e
Basra
Hürmüz ovasının insanlığın uygarlaşmayı başlattığı yer olduğunu kanıtlayan
diğer araştırmalar
Dinamik
sistemler fiziği, bireysellikten toplumsal davranışa geçişin, ancak ve ancak
bireylerin çok sıkışık bir durumla karşı-karşıya kalmaları sonucu
sağlanabildiğini öngörmektedir.
İnsanlık
nerede yoğun bir şekilde yaşamış olabilir? Öyle bir sıkışma olmalı ki toplumsal
uzlaşma ve birleşme-ortaklık duygusu ortaya çıksın. Önceki bölümlerde
arkeolojik ve jeolojik verilere dayanarak böyle bir ortamın Basra-Hürmüz ovası olması
gerekliliği ortaya atılmıştı. Bu görüşü destekleyen başka veriler var mı?
Tüm
yeni araştırmalar, uygarlığın Bereketli Hilal denilen Anadolu-Suriye-Irak
merkezli bir bölgeden yayıldığını göstermektedir.
•
Birincisi: Genetik araştırmalar modern insan
dediğimiz Homo sapiens sapiens’in Afrika’da ortaya çıktığını ve ilk yerleşim ve
gelişim bölgesinin şekilde “kırmızı” çerçeveyle gösterilen bölge olduğunu
göstermektedir. Bu bölgede buzul devri zamanında yaşanılabilir tek bir bölge
vardır ve o da Basra-Hürmüz ovasıdır
•
İkincisi:
İrlanda, İngiltere gibi batı Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlarda yapılan
genetik araştırmalar, oradaki insanların ilk atalarının
“Anadolu-çiftçilerinden” yaklaşık 8-10 bin yıl önceleri ayrılarak oralara göç
etmiş olduklarını göstermektedir. Anadolu-Çiftçileri ise, Göbekli*tepe,
Çatalhöyük’lü gibi Basra-Hürmüz ovası kökenli insanlardır.
•
Üçüncüsü: Shinde et al 2019da, arkeolojik ve
genetik DNA analizleri sonucuna göre, kültür gelişiminin 12 bin yıldan önceleri
başladığı ve ilk çiftçilik yaşamının 9-10 bin yıl önceleri Anadolu’da
başlatıldığının saptandığı belirtilmektedir.
•
•
Dördüncüsü: 79 yazarlı Sahakyan, H. et al 2017:
“Origin and spread of human mitochondrial DNA haplogroup” adlı araştırmada,
Kültürel
gelişimin Yakın Doğu (Anadolu, Bereketli hilal) bölgesinde başlatıldığı,
bu
kültürün yaklaşık 11 bin 500 yıl önce Güney Asya'ya doğru yayıldığı,
daha
sonra (~7- 8 bin yıl önceleri). Akdeniz bölgesi ve Avrupa'ya doğru yayıldığı,
Ukrayna-
Kazakistan bölgesinde gelişen Hint-Avrupa dilli kültürün çok daha sonraları
oluştuğu ve dünyaya yayıldığı belirtilmektedir
•
Beşincisi: 117 kişilik diğer bir uluslararası
ekip olan Narasimhan et al 2019 araştırmasında ise, yine arkeolojik ve genetik
DNA analizleri sonucuna göre, Orta-Asya Steplerinde (Ukrayna -Kazakistan
bozkırında) 5300 yıl önceleri Yamnaya bozkır kültürü denilen ve göçebe
çiftçiliğine dayalı bir kültür geliştiğinin saptandığı gösterilmektedir. Bu
Yamnaya kültürünün 4700 yıllardan sonra Avrupa ve Asya’nın diğer bölgelerine
yayılarak günümüzdeki duruma yaklaşıldığı yine aynı araştırmada gösterilmiştir.
Görüldüğü üzere tüm araştırmalar, insanlığın
uygar davranışa geçmesinin, Bereketli-Hilal denilen bir bölgede10-12 bin yıl
önceleri başlatıldığını göstermektedir. 12 bin yıldan önceleri bu bölge buzul
devri koşulları nedeniyle yaşama uygun olmadığına göre, uygarlığı başlatan
insanlar (Göbekli-Tepe’liler, Çatalhöyüklüler, vd.) buraya buzul-devrinde
yaşama uygun olan en yakın bir ortamdan gelmiş olmalılar. Ve en yakın ortam ise
Basra-Hürmüz ovasıdır.
Bu veriler arkeolojik, jeolojik ve genetik
kayıtlara dayanılarak oluşturulmuşlardır.
İnsanlığın binlerce yıllık geçmişine ait
unutulamayacak kadar önemli olan olağan-dışı olaylar yaşadıkları da bir
geçektir. Yazılı bilgi aktarımlarının olmadığı eski zamanlarda böylesine önemli
olaylar aile büyükleri tarafından “ocak başı sohbetlerinde” hikayeler şeklinde
nesilden nesile aktarılmaktaydılar. Bunlar zamanla efsanelere dönüşmüşlerdir.
Bu efsanelerden iki tanesi insanlığın geçmişi hakkında birbirine çok benzer
bilgiler içermektedir. Benzerlik şu noktadadır: Her ikisi de ‘eskiden cennet
gibi bir ülkede yaşandığı, ama sonra çok büyük bir felaketle bu yaşam ortamının
sulara gömüldüğü, kurtulanların başka bir ortamda hayatı devam ettirdikleri’
şeklinde çok benzer bir geçmişten söz eder.
Bu
efsanelerden biri Hintli rahiplerce aktarılan bir hikâyeye dayanır ve Mu
veyahut Lemuria adlı bir batmış kıtadan söz eder.
Diğeri
ise Mısırlı bir rahip tarafından aktarılan ve sonrada Eflatun tarafından
“Atlantis” adlı kayıp kıta olarak yazılı bir metne dönüştürülen efsanedir.
Tüm
bu kayıp eski kültür gelişim noktaları hikayeleri, jeolojik olayların tam
bilinmemesinden kaynaklanır. Burada “bilinmeyen” jeolojik olayların başında ise
“Buzul devrindeki coğrafik değişimler” gelir.
Şekilde
görüldüğü üzere, 115 bin ile 15 bin yılları arasında dünyamızın iki bölgesinden
deniz çekilmiş ve o iki bölge kara haline dönüşmüştür. Bunlardan biri Sunda
(Endonezya) bölgesidir, diğeri ise Basra-Hürmüz ovasıdır. Bu iki bölge buzul
devri sonunda deniz düzeyi tekrar yükselince, tekrar denize gömülmüşlerdir.
Oralarda 100 bin yıl boyunca yaşayan insanlar da, yaşadıkları ortamın batarak
kaybolmasını “bir kıtanın batması” şeklinde yorumlamışlar ve nesilden nesile
aktarmışlardır.
Dünyanın
diğer yerlerinde de Büyük-Tufan (Nuh-tufanı) olayının izler bırakmış olması
gerektiği ve Mu- (veya Lemuria) kültürü
Yukarıda
açıklanan buzul devri ve sonrası etkilerinin, sadece Basra-Hürmüz ovasında
değil, dünyanın her yerinde benzer türde yaşam gelişimlerine neden olacağı
kesindir.
Sivilizasyon
= uygarlaşma, insanların zor bir durumda kalmaları durumunda, bu zorlukla nasıl
başa çıkacağı konusundaki arayışlarının sonucudur ve dinamik sistemler fiziği
ilkeleri uyarınca, karşılıklı uzlaşmalarla bir üst-sistem oluşturularak
çözülür. Yaşadıkları ortamın gittikçe denize gömülmesi nedeniyle, daha dar bir
alanda yaşamaya zorlanan insanlar da, uzlaşarak ilk toplumsallaşmayı =
sivilizasyonu başlatmışlardır. Deniz seviyesi yükselmesi sadece Basra-Hürmüz
arasında değil, diğer tüm dünyada da olmuştur. Örneğin Avusturalya ile Asya
arasının büyük kısmı, buzul devrinde karaya dönüşmüş ve bu iki kıta neredeyse
birbirleriyle birleşmiştir. Buzul devri sona erince, deniz çekilmesi sonucu
karaya dönüşen bu yöreler, tekrar denizle kaplanmaya başlar. Derinliklerine
göre binlerce yıl süren bir süreçte tekrar denizle kaplanırlar.
O
ortamlarda yaşayan insanlar da, aynı Atlantis'liler gibi çok zorluklar
yaşamışlar, ve elbette Atlantisliler kadar değilse de, belli düzeyde
ortaklıklar kurarak, sorunlarının üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Mu veya
Lemurya uygarlıkları bu ortamlarda (Asya-Avusturalya arasındaki bölgede)
oluşmuş olmalılar. (Amerika’ya o zamanlarda insanlık henüz ulaşamamış
olduğundan, oralarda bu olaylar gelişmemiştir.)
Nitekim
Hindistan ve Güney-Doğu Asya ülkelerindeki eski efsanelerde de, Atlantis
olayına benzer türde toplumsal hayat başlangıcı oluşumlarının yaşandığı
anlatılmaktadır. “Lost continent Mu or Lemuria” olarak bilinen yazılarda,
gittikçe denize gömülen bir adada insanların toplumsallaşmayı başlatıcı
bilgileri oluşturması ve bu adadan kurtulan insanların (Mu’nun çocuklarının) bu
toplumsallaşma bilgilerini gittikleri yerlerde yaymaya başladıkları konusu
anlatılmaktadır.
Mu kültürü Atlantis kültüründen farklı bir dünya görüşüne yol açar. Atlantis-kültürü Sümerlerin “ahiret hayatlı - cennet-cehennemli” bir hayat görüşünün temelini oluştururken, Mu kültürü buna hiç benzemeyen bir Doğu-Asya kültürü oluşumuna yol açmıştır.
DOM-14f
Atlantis
adını koymama beni iten olayın ne olduğu konusuna gelince:
Dünyamızın
nasıl oluşup-geliştiği, bu dünya üzerindeki hayat sisteminin nasıl geliştiği,
insanlığın bu sistem içindeki yeri ve nasıl geliştiği konularıyla haşır-neşir
olmuş biri olarak, 1980li yılların sonunda, arkeolojik-antropolojik
araştırmaları incelerken BRENTJES’in, (1981), “Völker am Euphrat und Tigris =
Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin
yaptığı araştırma sonucu Basra-Körfezi’nin geçmişiyle ilgili şu şekildeki
durumu gördüm:
Bunu
görür görmez beynimde bir şimşek çaktı: Atlantis: Kayıp Ülke!
Hemen
Atlantis konusunu araştırmaya başlayıp, zor da olsa Eflatun’un ilgili
eserlerine ulaşmayı başardım. (O yıllarda internet olanakları olmadığından,
Trabzon gibi zengin kütüphane kaynakları olmayan bir yerde ne kadar zor bu
yayınlara ulaştığımı tasarlayın)
İnsanlığın
ne zaman toplumsallaşmaya başladığı konusunda yazılı tek belge Eflatun’a
aittir. Eflatun Kritias ve Timaios adlı iki eserinde, insanlığın ilk
toplumsal birliğe 11600 yıl önceleri ulaşıldığı yönünde Mısırlı rahiplerden
kaynaklanan bilgiler vermektedir.
Bunun
üzerine 1992 yılında GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent
nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10,
İstanbul. adlı makale yayınlandı.
Gedik
1992 makalesi uluslararası geleneklere uygun bir makaledir ve yayınlanmıştır.
“Uluslararası yayın” konusu hakkında kısa bir
bilgi vereyim.
1)-Yayın
dünyada yazılı basında kullanılan herhangi bir dilde yapılmış olabilir.
2)-
Yayın olarak kabul edilebilmesi için en az 200 nüsha olarak basılması şarttır.
(Bu nedenle akademik tezler en az 200 adet olarak çoğaltılırlar)
3)-
Yayınlanma tarihi öncelik, telif hakkı vs. gibi konularda önem taşır.
4)-
Yayın bir dergide veya kitap halinde olabilir.
Bu bilgileri vermemin nedeni, Gedik 1992 tarihli “Atlantis: Efsanevi batık kent nerede)” başlıklı yayının uluslararası kurallar çerçevesinde bir yayın olarak kabul edilmiş olacağını vurgulamaktır.
Basra-Hürmüz Ovası gelişimiyle Eflatun’un Atlantis hikayesi arasındaki ortak noktalar
•
1-) Dinamik sistemler fiziği toplumsal
davranışın gereği olan bir üst-sistemde (toplumda) uzlaşma yeteneğinin, ancak
insanların dar bir alanda sıkışmış olması sonucu olabileceğini öngörüyor.
•
2-) Jeolojik olaylar böyle bir sıkışık
ortamın Basra-körfezinin kara haline geçtiği 15 bin yıl öncelerinin Basra-Hürmüz-Ovasında
2 defa gerçekleştiğini gösteriyor:
•
İlki Homo sapiens sapiens’ın 40-50 BİN YIL
önceleri Basra-Hürmüz ovasının her tarafından yararlanmaları için ovayı su
kanallarıyla donatmak zorunda kalmaları durumunda,
•
İkincisi ise ovanın tekrar denizle kaplanması sürecinde
yani 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında olması gerektiğini gösteriyor.
•
3-) Eflatun’un Atlantis hikayesinde,
Atlantis ülkesi adını verdiği 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova ve onun
ucunda bulunan bir göldeki adalarda gerçekleştiği bilgisinin Mısırdaki bir
tapınakta kayıtlı olduğunu ve o bilgilerde şunlar bulunduğunu ise şu noktalar
belirtiliyor:
•
A) Bu gölün her yıl süren sürekli
taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;
•
B) Göldeki adanın üstünde yerleşim
yeri bulunduğunu ve çevresinde 3 sıra duvar örülmüş olduğunu;
•
C Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel
felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;
•
D) Gölün çevresinde çok verimli 540 x
190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut deniz sularının çekilmiş
olduğu Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır) ve bu ovanın her tarafına su
kanalları döşendiğini;
•
E) Gölün yakınlarında
“Herakles-sütünları” terimiyle ifade edilen bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu
ve oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.
•
F) Bölgede Nar, zeytin, Hindistan
cevizi vs. gibi bir sürü özel meyvenin bulunduğunu;
•
G) Ve bir gece aniden sulara
gömüldüğünü;
•
H) Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini
yazar.
Atlantis
konusunda yazılmış yüzlerce kitap ve bir sürü film vardır. Bunların hiçbiri
yukarıda sıralanan tüm faktörleri yerine getirmez, sadece 2-3 sıra duvar ve bir
Herakles sütünları terimiyle belirtilen bir boğaz yaygınca delil olarak
kullanılmıştır.
Burada
yazılanları tek tek değerlendirelim:
Sürekli
taşkınlar ve gölün çamurla dolması ve dağ yamaçlarının çırıl-çıplak kalması çok
tipik bir dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon
olarak bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka
yaşanmış olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı
bir dönemin anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın.
Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde
böyle taşkınlar olması çok normal bir durumdur.
Ovanın
su kanallarıyla döşenmesi, yaşam ortamlarını genişletmek zorunda kalan
insanların yapmak zorunda oldukları bir olaydır.
Ada
veya adaların suya gömülmesi, buzul devri sona ermesinin bir sonucudur ve
önceki bölümlerde anlatılan jeolojik gelişimlerin bir sonucu olarak kesinlikle
gerçekleşmiştir.
Bunlar
yaşanılmadan uydurulamaz ve verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur
ve o tarihlerde böyle bir taşkın olması çok olasıdır.
İnsanlık
yaşadıkları unutulmaz olayları çeşitli hikayeler olarak nesilden nesile
aktararak bilgileri gelecek nesillere miras bırakmışlardır. Böylesine binlerce
yıl süren bir doğa felaketler zinciri insanlığın hafızasına kazınıp, nesilden
nesile aktarılmaz mı? Eflatun’un böylesine yaşanmış bir bilgiyi aktarması
uydurma olabilir mi? İnsan nasıl böyle bir şey uydurabilir? Mısırdaki
tapınaktaki bilgiler de Atlantis ülkesinden kurtulanlar tarafından aktarılmış
bilgiler olmalıdır. Tüm bu gerçekler karşısında hala Gedik 1992 yayınını
dikkate almamak hangi bilimsel davranışa, hangi sağlam bir insan mantığına
yakışır?
Hangi gerekçeyle Gedik 1992 yayınına itiraz
edecektiniz ve deliliniz ne olacaktı?
Benim yazdığım makalede Eflatun’un belirttiği
tüm noktalar yerine getirilmektedir: Eflatun’un yazdıkları, Basra-Hürmüz arası
ortamda 11-12 bin yıl önceleri gerçekleşmiş olmalıdır. Söz konusu ortam
şu an 30-40 metre deniz seviyesi altında olduğundan, arkeolojik kazılar
yapılması olası değildir. Ayrıca bölge tamamen petrol bölgesi olduğundan
şirketlerce araştırmalar engellenmektedir. Ancak MÜON tomografisi denilen
yeni yöntemlerle, derinlerdeki arkeolojik yapıların görüntülenmesi mümkün
olabilmektedir.
DOM-14g
"Kul sıkışmayınca,
hızır yetişmez" özdeyişi, dinamik sistemler fiziğinin bir kuralıdır.
Zorlayıcı Durum-1: Birlikte çalışarak
(iş-birliği ile) zorlukların aşılması
Bu geniş alandaki insanların ovanın her
tarafında yaşayabilmeleri için, ırmak sularını, kanallar kazarak ovanın her
tarafına yaymaları beklenir. Bu durum yaklaşık 50-60 bin yıl önceleri ortaya
çıkan tam bir zorda kalma durumudur.
Acaba bu devasa ovada yaşayan insanlar,
karşılıklı bir iş-birliğine girerek bu zorda kalma durumuna uygun bir davranış
içine girmişler ve ırmak sularını kanallar açarak tüm ovada kullanılabilir hale
getirmişler midir? Gerçekleşmiş ise, bunu ıspatlayacak bir veri var mıdır? Bu
sorunun yanıtı Eflatun anlatımında verilmiştir.
Atlantis Ovasının cennet gibi bir ülke durumu, buzul
devrinin sona ermesiyle cehenneme dönüşür, çünkü dünyanın bir kısmını kaplayan
buzulların ergimeleriyle oluşan sular tekrar denizlere dolmaya ve deniz düzeyi
tekrar yükselmeye başlar.
14 bin yıl önceleri deniz seviyesi yükselmeye ve
şekilde gösterilen oranlarda Atlantis Ovasını kaplamaya başlar. Bölge petrol
sahasıdır ve çoğu petrol kuyuları «tuz domu» olarak tanımlanan kubbemsi
yükseltilerde bulunur. Yani bu Atlantis ovasının üzerinde çok sayıda onlarca km
çapında ve onlarca metre yüksekliği olan tepeler vardır.
Deniz seviyesi yükseldikçe bu tepelerde yaşayanlar
hapis konumuna düşerler. Onlar için zor bir hayat başlamaktadır çünkü deniz her
yıl 1-1.5 cm kadar yükselmektedir.
Zorluk sadece deniz-seviyesi yükselmesi değildir. Ovanın kuzeyindeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altındadır ve iklimin ısınması nedeniyle her yıl bahar aylarında yamaçlardaki kar-ve buzların ergimesi sonucu muazzam sel taşkınları olmaktadır. Kar örtüsü altındaki toprağın gözeneklerindeki donmuş suların da ergimesiyle, toprak örtüsü bir çamur yığınına dönüşür ve ergiyen kar sularıyla birlikte muazzam bir çamur seli oluşur. Adalarda sıkışıp kalan insanlar bir de bu her yıl tekrarlanan çamur selleriyle uğraşmak zorundadırlar.
Hapis konumuna düşene kadar sadece avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insanlar birbirlerini rakip olarak görürken, zor durum karşısında karşılıklı olarak iş bölümüne girmek zorunda kalırlar. Yani dinamik sistemler fiziğinin, varlıkların bir araya gelip birleşmesi için zorlayıcı-bir-ortam koşulu oluşması şartı yine ortaya çıkmıştır. İş ve meslek ayrımı ve uzmanlaşma böyle bir zor-durumda kalma sonucu atılır.
2-3 metre yüksekliğindeki taşkınlara karşı ada
çevresine duvar örmek tek çaredir. Bir kısım insan duvar örmek ve duvarları
onarmakla meşgulken, bir kısım insan daha fazla tohum toplamak, bir kısım insan
tavukları bir kümeste yetiştirmeye çalışarak daha fazla besin elde etmek gibi
farklı işlere soyunurlar.
Böylelikle daha önceleri birbirlerini rakip olarak
gören insanlar bağımlılık içine girmek zorunda kalırlar. Komşularını düşman olarak görmediklerinden
hem geceleri rahat uyurlar hem de farklı alanlarda uzmanlaştıklarından daha
fazla üretim ortaya çıkar.
Bir insanın normal olarak toplayacağı yabani
meyve veya avlayacağı canlı sadece kendi ihtiyacını karşılayacak kadardır;
halbuki duvar yapımı ile uğraşan insanların besinlerini karşılamak da onlara
düşünce, çözüm arayışına girmişlerdir.
Tavukları yabanda avlamak yerine, onları
“kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla”
gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar
bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde
“tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp,
işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin
üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği
ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı
alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan
toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin
oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.
Görüldüğü üzere sinerjetik sistemde sürekli
yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar. Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken,
ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıktı. Öyleyse, başka meslekler de
oluşturulmak zorunda, çünkü, duvarcının ihtiyaçlarının karşılanması gerek!
Eskiden herkesin bağımsız olarak yaşadığını ve her türlü ihtiyacını kendisinin
karşıladığını düşünürsek, şimdi karşılıklı bağımlılık içinde bir hayat sistemi
oluşturulması söz konusudur. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve
toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla
meyve toplaması gerekiyor.
Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine
karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların
yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine
girmişlerdir.
İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu
zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler
insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık
yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın
birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır.
Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 kilometre
karelik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin
ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise,
bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu
özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji
kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.
Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan
toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde
gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları,
tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler
oluşturulmasıyla mümkündür.
Atlantis-Ovasının günümüzde deniz sularıyla
kaplı olması nedeniyle arkeolojik kazılar yapılamadığına göre, acaba atalarımız
bizlere bu eski yaşamlarında karşılaştıkları zorlukları anlatan bir şeyler,
sözlü aktarılan bilgiler vs. bırakmamışlar mıdır? Binlerce yıl süren ve her yıl
tekrarlanan sel felaketleri nasıl unutulur?
Nitekim unutulmamıştır. Deniz suları altında
kalan bu ortamdan sal veya kayık gibi vasıtalarla kaçan insanlar kurtuldukları
yerlere ulaştıklarında, denizden kurtularak geldiklerini söylemişler ve bu
söylentiler çeşitli şekil ve simgelerle kaydedilmişler veya nesilden nesile
aktarılan hikayeler olarak sonraki nesillere devredilmişlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder