DOM-15 İnsanlık Tarihi-2

 

DOM-15 İnsanlık Tarihi-2. Ana-Bölüm

Modern insanın (Homo sapiens sapiens’in) gelişim evreleri



İnsanlık tarihi 3 evrede incelenebilir. Birinci evre önceki sayfalarda verilmişti ve şekilde gösterilen, Afrika’da doğuş, Basra-Hürmüz ovasına geliş ve orada buzul devrini geçirmesi şeklinde özetlenmişti.

İkinci evreyi “Atlantis” olarak adlandırılan Basra-Hürmüz-Ovasının denizle kaplanması sonucu başlayan göçlerin birinci evresini oluşturan Bereketli-Hilal evresi oluşturur.

Üçüncü evreyi ise Atlantis ovasının tamamen denizle kaplaması sonunda, oradan göçerek Mezopotamya kültürünü başlatan Sümerler ve onların oluşturdukları asalete dayalı, tepeden yönetimli devlet sistemleri dönemi oluşturur.



İnsanlık tarihinin bu şekilde bölümlere ayrılmasının nedeni “insanlığın kültürel gelişim grafiği” adı verilen şu şekilde görülmektedir.

DOM-15a

İnsanlığın geçmişinin tasarlanmasında konuştuğu dil en önemli kriterlerden biridir.

İnsanlığın doğuş ortamındaki konuşulan dil bu nedenle başlangıç noktası oluşturacaktır.

Haritada gösterildiği üzere, günümüzde bu bölgede Bantu dil grubuna ait diller konuşulmaktadır. Bunlardan biri de Swahili dilidir. Swahili dili de, tüm diğer Bantu dilleri gibi, bitişimli (aglütine) dillerdendir.

Şimdi bu bitişimli dil grubunun özelliklerini görelim.

İnsanların konuştukları dillerde sözcükler zamanla değişir, ama dilin genel yapısı pek değişmez. 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanların atalarının, türkçe gibi aglütine dil dediğimiz bir dil konuştukları anlaşılmaktadır.

Günümüz dünyasında konuşulan diller (S)Subject = özne, (O)Object = nesne, (V) Verb = yüklem ilişkilerine göre sınıflandırıldığında iki temel grubun egemen olduğu görülür. SOV-grubu %45 ve SVO-grubu %42 ile en yaygın gruplardır. 

Bu iki temel gruptan hangisinin insanlık tarafından öncelikli olarak tercih edildiğini saptamak için yapılan deneylerde SOV= Subject-Object-Verb sıralamasına göre olan dillerin kesin olarak baskınlığı saptanmıştır. (Langus & Nespor 2010 şekline bak)

Deney şöyle yapılmıştır: 

Çalışmada (Langus & Nespor, 2010),katılımcılara basit şekiller (örneğin balık yakalayan bir kız) gösterilerek olayı jestlerle tanımlamaları istenir. Katılımcılar (SVO) sıralamasını kullanan İtalyanlar ve (SOV) sıralamasını kullanan Türklerden oluşuyordu ve herhangi bir işaret dili bilmiyorlardı. Sonuçlar İtalyan grubunun %80'inin, Türk grubunun %90'ının "kız" + "balık" + "yakalamak” sıralamasını kullandıklarını ortaya koyar. “Kız balığı yakalar” şeklindeki sözcük dizilimi insanların doğasındaki davranış olduğu görülür.

  Yani doğal olarak insanlar bir dil oluşturmaya başlasalar, SOV sıralamalı bir dil ile hayata başlayacaklardır. Bu SOV dil grubunun diğer önemli özellikleri araştırıldığında tam-aglütine (bitişimli) denilen bir dil grubu olduğu ortaya çıkar

Şimdi konunun iyi anlaşılması için tam-aglütine-dil grubunu diğer dil-gruplarında ayıran özellikleri gösterelim:

Tam-aglütine dillerin özellikleri

Aglütine (Bitişimli veya eklenmeli) dilleri diğer dillerden ayıran özellik şudur:

Sözcüklerin arkasına veya önüne eklentiler yapılarak, farklı anlamlı ifadeler elde edilir. Örnek “Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.  Fincede “Juoksentelisinkohan” gibi tek bir sözcükle aktarılan kavram İngilizcede “I wonder if I should run around aimlessly” gibi 8 sözcükle ancak ifade edilir.

Bu özellik eklenmeler şeklinde yapılarak bütünleşmiş – birleşik bir yapı oluşturulduğundan “aglütine = bitişimli- eklenmeli” terimiyle tanımlanmıştır. Diğer dil grubu ise indo-german veya Hint-Avrupa dil grubudur ve o dil grubu bütünleşmeli-bitişimli değil, parçalanmalıdır. Yani eskiden kullanılan bir dil yapısı parçalara ayrılarak yeni bir dil grubu oluşturulmuştur. Bu dil grubunun eskiden bitişimli bir dil grubundan türetildiği Bouckaert et al. 2012 ve   GrayAtkinson  2003 araştırmalarında gösterilmiştir.

Aglütinasyon diğer dillerde de kısmen görülür; örn. Çocuk-luk = child-hood bir eklenmedir. Ama “çocukluktaki” denilmek istendiğinde, “in childhood” veya “during childhood” gibi sözcüğün önüne yeni bir sözcük eklemesi yapılarak durun ifade edilir. Tam-aglütinasyon yoktur. 

1-  Cinsiyet ayrımı yoktur, “O” deyince, hem erkek, hem kadın, hem çocuk anlaşılır. Halbuki diğer dillerde “er (he), sie (she), es (it)” gibi ayrım vardır.  

2-  Ses uyumludurlar,

3-  “Ben kalemi kırdım” şeklinde “Özne-sübje-yüklem” dizilimi vardır. Diğer dillerde “I broke the pencil” gibi “Özne-yüklem-sübje” dizilimi vardır.

4-  Sayı sıfatlarından sonra gelen sözcüklerde çoğul eki yoktur, “bir çocuk”, ”beş çocuk” denir, “5 çocuklar” değil. İndo-german dilde ise: “1 Kind”  “5 Kinder” denir.

İşte 60-70 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkan Homo sapiens sapiens’in ortaya çıktığı bölgede günümüzde de hala tam-aglütine bir dil konuşulduğu bilinmektedir. Modern insanların atalarının geliştiği bu Doğu-Afrika bölgesinde, bantu dil ailesine ait, aglütine Swahili dili konuşulmaktadır.

Örnek olarak aşağıdaki tabloda aglütine = bitişimli dillerden Swahili  ve Türkçe’nin benzerliği görünürken, İngilizce dilinin ne kadar farklı olduğu gösterilmiştir. 

Dolayısıyla oradan dünyaya yayılan insanların da en azından yolculuklarının başlangıcında aglütine bir dil konuşmaları beklenir. Bu öngörü Atkinson (2011) tarafından 504 dünya dilinin fonetik karmaşıklık açısından analizi sonucu doğrulanır. Atkinson, en eski dillerin Orta ve Güney Afrika’da olduğunu ve diğer dillerin Afrika’dan dünyaya yayılan Homo sapiens in göç yollarını yakından takip ettiğini saptamıştır.

Nitekim Asya üzerinden Amerika’ya geçen insanların da aglütine dilli oldukları görülmüştür. Örn. Peru And dağları ve Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan quechua halkları arasında, tam aglütine bir dil konuşulmaktadır: Maqachinakurkan = They let each other be beaten = döğdürüldüler

Aglütine dillerin yaygınlığı konusunda şunlar örnektirler (Wikipedia’dan):

Niger–Congo languages. Bantu languages.

Turkic languages. Turkish.

Basques language,

Fince, Estonyaca, Macarca 

Kartvelian languages. (Gürcüce, Lazca)

Dravidian languages. Tamil, Sanskrit.

Austronesian languages. Tagalog.

Indigenous languages of the Americas.  Algonquian languages.

Eskimo–Aleut languages.

Berber languages.

 

DOM-15b

Önceki bölümde dünyada iki yaygın dil grubu olduğu vurgulanmıştı. Bunlardan biri en yaygın dil grubu olan Türkçe gibi bitişimli dillerdi, diğer ise Hint-Avrupa dil grubuna ait İngilizce, Almanca, Rusça gibi dillerdir.

Bu dillerden hangisinin kökünün daha eskiye dayandığı hep tartışma konusu olmuştur. Çünkü Türklerin Anavatanı Orta-Asya olarak kabul edildiğinden, Afrika ile yakın bir ilişki kurulamamaktaydı. Bu nedenle Avrupalılar dillerinin Hindistan’daki Sanskritce ile ilişkili olduğunu savunarak, Hint-Avrupa dil grubu diye bir kavram ortaya atarlar.

Bu kavramın orta çıkışı

Sir William Jones adlı bir İngiliz dil-bilimci, latince, yunanca, arapça, farsça yanısıra Sanskritçe de öğrenir. Kraliyet cemiyetine -Royal Society’ye üye olan Jones, cemiyetin üçüncü yıllık toplantısında (1786) şunları söyler:

“Sanscrit dilinin geçmişi ne olursa olsun, harika bir yapısı var. Yunancadan daha mükemmel, Latinceden daha kapsamlı, ve her-ikisinden de daha rafine daha zarif. Hem yüklemlerin kökleri, hem de gramer açısından onlarla ortak özellikler gösterir, ki bu tesadüfi olamaz, dolayısıyla aynı kökenli olmalılar. Bu köken dili günümüzde görülmeyebilir. Gotik ve Kelt dilleri de, çok farklı harmanlanmış olsa da, Sanscrit ile aynı kökene sahip olabilir. Eski Farsça da bu aileye eklenebilir.”

Böylelikle Hint-Avrupa dil grubunun temeli atılmış olur.

Hint-Avrupa veya indo-german dil grubu oluşturulunca, bu dil grubu mensuplarının özel yaratılmış veya seçilmiş ırk olduğu yönünde girişimler başlar ve Sanskritcede “onurlu, saygın, asil” anlamına gelen “ārya” sözcüğüne atfen “aryan ırkı” kavramı ortaya atılır. 

Şimdi indo-german (Hint-Avrupa) dil grubunun kökeninin nereden geldiği konusunda istatistiksel bilgisayar-destekli en son yapılan iki araştırmayı özetleyerek konuyu aydınlatmak istiyorum.

İlk araştırma 2003 yılına ait olan

 “Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003: Language-tree divergence times support the Anatolian theory of Indo-European origin. Nature volume 426, pages 435–439” araştırmasıdır.

Bu araştırma şöyle özetlenmiştir:

“Diller, genler gibi, insanlık tarihi hakkında hayati ipuçları sağlar. Hint-Avrupa dil ailesinin kökeni ‘en yoğun çalışılan, ancak yine de en inatçı, dilbilim sorunudur’. Hint-Avrupa dil grubu kökeni hakkındaki çok sayıda genetik çalışma anlamsız sonuçlar vermiştir. Burada, evrimsel biyolojiden elde edilen hesaplama yöntemlerini kullanarak dilsel verileri analiz ediyoruz. Hint-Avrupa dilleri kökeni konusundaki iki teoriyi test ediyoruz: ’Kurgan’dan yayılma‘ ve ’Anadolu çiftçiliği' hipotezleri. Kurgan teorisi, altıncı binyıldan başlayarak Kurgan atlılarının Avrupa ve Orta Doğu'ya genişlemesi için olası arkeolojik kanıtlara odaklanmaktadır. Buna karşılık, Anadolu teorisi, Hint-Avrupa dillerinin, tarımın Anadolu'dan 8.000–9.500 yıl civarında yayılmasıyla genişlediğini iddia etmektedir. 2.449 sözcüksel maddeden oluşan 87 dil matrisinin analizi, Hint-Avrupa-dil grubunun 7.800 ila 9.800 yıl arasında Anadolu çiftçilerinden ayrılmaya başlamış olabileceğini gösterdi, ki bu Anadolu hipotezi ile çarpıcı bir uyum içindedir. Bu sonuçlar, Bayes analizinde kodlama prosedürlerinde, kalibrasyon noktalarında, ağaçların köklenmesinde ve önceliklerde değişikliklere karşı sağlamdır (yani istatistiksel açıdan tamamen doğrudur).

İkinci araştırma 2013 yılında yapılan

Bouckaert, R., Lemey, P., Dunn, M., Greenhill, S.J., Alekseyenko, A.V., Drummond, A.J., Gray, R.D., Suchard, M.A. & Atkinson, Q. D. 2012: Mapping the Origins and Expansion of the Indo-European Language Family. Science  24 Aug 2012: Vol. 337, Issue 6097, pp. 957-960 araştırmasıdır.

Bu araştırmada kapsam daha da genişletilir ve 103 dil dahil edilir. Makale şöyle özetlenmiştir:

“Hint-Avrupa dil ailesinin kökeni için iki rakip hipotez vardır. Geleneksel görüş, vatanı yaklaşık 6000 yıl önce Pontus bozkırlarına yerleştirir. Alternatif bir hipotez, dillerin 8000 ila 9500 yıl önce tarımın genişlemesiyle Anadolu'dan yayıldığını iddia ediyor. Ailenin genişlemesini açıkça modellemek ve bu hipotezleri test etmek için 103 eski ve çağdaş Hint-Avrupa dilinden gelen temel kelime verileriyle birlikte Bayes filogeografik yaklaşımları kullandık. Anadolu kökenli teorinin Bozkır kökenli teoriye karşı üstün olduğunu bulduk. Hint-Avrupa Dil ağaçlarının hem zamanlaması hem de kök konumu, 8000 ila 9500 yıl önce başlayan Anadolu'dan gelen tarımsal genişlemeye uygundur. Bu sonuçlar, filogeografik çıkarımın insan tarih öncesi hakkındaki tartışmaları çözmede oynayabileceği kritik rolü vurgulamaktadır.”

Şimdi bu araştırmalardan çıkan çarpıcı sonuçları orijinal şekilleriyle görelim.

İlk şekil, indo-german dil grubunun, şimdiye dek kabul edildiği şekliyle kuzeydeki bozkır-göçebelerinin dilleri temel alınarak oluşmadığıdır. Hem sözcüklerin kökensel yakınlıkları, hem de arkeolojik ve coğrafik ilişkilerin karmaşık istatistiksel yöntemlerle hesaplanmaları sonucunda, bu dil (indo-german) grubunun Anadolu’da 8 bin ile 9 500 yıl önceleri yaşayan çiftçilerin kültürlerinin zaman içinde diğer bölgelere yayılmaları sürecinde oluştuğu ortaya çıkmıştır. 

Anadolu’daki çekirdek merkez ise şekilde “sarı” çizgiyle gösterilmiştir.

İndo-german (veyahut Hint-Avrupa) dil grubuna ait dillerin ne zaman oluştuğu ise, aşağıdaki şekilde gösterilmektedir.

 

Yukarıda sunulan araştırmalar, indo-german (veya Hint-Avrupa) denilen dil grubunun tamamen ırkçı yaklaşımla oluşturulmuş ve hiçbir bilimsel temeli olmayan bir uydurma olduğunu göstermektedir. Önce eski bir kökene dayandırma çabası boş bir iddiadır, çünkü Sanskrit dilinin tam aglütine (bitişimli) bir dil olduğu, linguistik delillere dayalı wikipedia ansiklopedinden alınan paragrafta belirtilmiştir. Yani Sanskritçe ile Hint-Avrupa dillerin akrabalığı, Anadolu kültürü diliyle olan akrabalığından çok daha azdır ki, bilgisayar destekli yukarıda sunulan araştırmalar Hint-Avrupa dillerin Anadolu-kültürüyle bağlantılı olduğunu kesin bir şekilde göstermiştir. Bu nedenle bu dil grubu sadece Avrupa dil grubu olarak kullanılmalıdır.

Şimdi diğer önemli bir konuya değinmek gerek. O konu şudur: Yukarıdaki araştırmayı yapanlar Avrupa-dil grubu mensuplarıdır. İnceledikleri dilleri Slavca, Ermenice, Yunanca, Almanca (Germanic) gibi farklı dil adları kullanarak sunmuşlar. Ama Anadolu halkının hangi dili konuştuğu konusunu tamamen “es-geçmişlerdir”. Nedeni aşağıda açıklanacaktır.

DOM-15c

Anadolu-çiftçilerinin dili yok muydu?

Anadolu’da 8-10 bin yıl önceleri Çatalhöyük, Çayönü gibi yerleşim yerlerinin olduğu araştırmaların yapıldığı o yıllarda biliniyordu. (Göbekli-Tepe henüz tam araştırılmamış olduğundan Anadolu’da toplumsallaşmanın 11 600 yıldan beri başladığı bilinmiyordu. Bu nedenle araştırmada 9 500 yıldan beri Anadolu çiftçileri bulunduğu yazılı).

Anlaşılacağı üzere, Basra-Hürmüz-ovası (veya Atlantis) yaşam merkezi bilinmediğinden, Çatalhöyük, Çayönü gibi ilk yerleşim yeri halklarının nereden gelmiş olabilecekleri ve hangi dili konuştukları da bilinmiyordu. Ve bu bilgisizliğin tüm suçu da tamamen biz Anadolu yurttaşlarının aittir. Çünkü Gedik 1992 taa 1992 de yayınlanmıştı ve Türkiye’de hiçbir bilim adamının kılı kıpırdamamıştı. Ve hala da kıpırdamıyor, ve Atlantis hala dünyanın başka yerlerinde aranıyor.

Homo sapiens sapiens’in doğduğu bölgede konuşulan dil bitişimli (aglütüne) olduğundan, onların yerleşip geliştikleri ilk ortam olan (Basra-Hürmüz) = Atlantis-Ovalıların dili de bitişimli olmalıdır. Bu görüşü destekleyen veriler ise, bu ovadan göçerek çevre bölgelere yerleşmiş toplumların (Sümerler, Türkler, Azeriler, vs) dillerinin “bitişimli” olmasıdır. Nitekim daha doğuda da konuşulan dil Sanskritçe de bitişimlidir. Hatta Amerika’nın yerli kabilelerinin konuştukları diller de bitişimlidir. Yani insanlığın konuştuğu ilk dil kesinlikle bitişimlidir. Günümüzde yaygın olarak konuşulan 2. Dil grubu olan Avrupa dilleri ise 5-6 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkır ortamlarında oluşturulmuş yeni bir dil grubudur. Bu nedenle buna artık hint-avrupa dilleri denemez, çünkü Sanskritçe bitişimlidir ve Avrupa dilleriyle bağlantısının olmadığı önceki bölümde gösterilmiştir.

Atlantis-Ovalıların Göçleri

Buzul devri sona erince, yaşadıkları ortamın denizle kaplanması sonucu göçe mecbur kalan Atlantis-Ovalılar Nerelere göç etmiş olabilirler?

Yanıtı çok açık: Buzul devrinin sona ermesi, Atlantis Ovasını yaşanılmaz yaparken, Anadolu- İran platosu gibi önceleri yaşanılmaz olana yerleri de yaşanılır ortama dönüştürür. Daha önceleri çok ama çok seyrek yaşam noktaları bulunan Avrupa ve Asya Atlantis ovalıların yeni vatanları olur.

 

Şekil: Atlantis Ovasında yaşayan insanlar 14 bin yıl öncesinden başlayarak 7 bin yıl öncesine kadar sürekli göçe mecbur kalmışlardır. Bu göçen insanların konuştukları dil ise kesinlikle bitişimli olmalıdır.

Bir kısım insan ırmak vadisi boyunca kuzey-batıya kaçar. Buzul devri boyunca yaşama elverişli olmayan bu kuzey bölgeleri oralara göçen insanlar için kurtuluş noktaları olur ve o insanlar o bölgelerin ilk sakinleri olurlar.

Göbekli-Tepe, Çayönü, Çatalhöyük gibi ilk toplumsallaşma noktaları bu tür yerleşmeler sonucudurlar. Tüm Anadolu bu nedenle Atlantis-Ovalı göçmenlerin ilk vatanlarıdır, çünkü daha önce yaşadıkları yerler (Atlantis-Ovası) denizle kaplanmıştır, onlar da göçe mecbur kalmışlar ve daha önceleri karlarla kaplı bu bölgenin ilk sakinleri olmuşlardır. Anadolu toplumlarının çekirdeği böyle oluşmuştur. Bunların bir kısmı, Trakya’ya geçip, Tuna nehri boyunca ilerleyip, Vinça kültürünü oluşturur.

Kuzey yönünde göçe devam edenlerin bir kısmı (Azeriler) İran’ın batı kesimine ve devam ederek Hazar Denizi kıyısına kadar göçeler. Bir kısmı daha batıdaki Laz, Gürcü, Çerkez, Çeçen, Dağistan gibi toplumları oluştururlar.

Diğer bir kısmı ise, Deniz yolu ile göçer; Girit adasındaki Minos uygarlığı tam-aglütine (Linear A) dilli bir kavim tarafından oluşturulmuştur. Limni adasında da aglütine=bitişimli dilde yazılmış mezar kitabesi bulunmuştur.

Deniz yoluyla göçler daha batıya doğru ilerler. İtalya’daki Etrüsk kültürü tam-aglütine dilli bir kavim tarafından oluşturulmuştur. Günümüzde İspanya ile Fransa arasındaki bölgede (Pirene Dağları) Bask denilen tam-tam-aglütine dilli bir topluluk yaşamaktadır. Tam-aglütine dil ailesinin Atlantis-ovalılara has bir dil olduğu düşünülünce, onların da deniz yoluyla batıya göçmüş bir kavim olması gerekliliği anlaşılır.

Bir kısım kabileler de hemen kuzeydeki Zagros dağlarını aşarak İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya kadar uzanan uzun bir göç yaparlar. Bu uzun göç sırasında bir kısım kabileler İran platosu üzerinde kalmışlardır. Elamlıların dilleri aglütine olduğuna göre, İran platosunun ilk sakinlerinin Azeriler ve Elamlılar gibi Atlantis ovasından göçenler olduğu anlaşılır. Günümüzde İran’da yaşayan Kaşkaylar, Afşarlar, Halaçlar, Horasanlar gibi türki diller konuşan topluluklar eskiden oraya yerleşmiş topluluklardır ve binlerce yıldır süren Aryan baskıları altında nüfusları giderek azalmasına rağmen varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yani Farsça denilen ve hint-avrupa dil grubuna ait bir dil konuşan kavim İran’a çok sonradan gelmiştir (Narasimhan et al 2019).

Atlantis ovalılar 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında sürekli göçe maruz kalmışlardır, çünkü Basra Körfezinin dolması bu kadar sürmüştür. Ve 6-7 bin yıl önceleri de Sümerler denilen -çevredeki diğer kavimlere göre çok gelişmiş bir uygarlık düzeyinde oldukları belirtilen- bir kavim Basra çevresine çıkar. Bu kavim daha sonra ortaya koydukları çivi-yazılı tabletlerde “denizden iki ırmak yöresine geldiklerini- yazar (Ceram 1972).

Anlaşılacağı üzere, Sümer denilen kavim, Basra körfezi tamamen dolana kadar Atlantis ovası üzerindeki tümseklerde yaşayarak hayatlarını sürdürmüşlerdir. Ama düz ovada yaşayanların çoğu ovayı çok daha önceleri terk edip başka yörelere göçmek zorunda kalmıştır. (Göbekli tepeliler, Çatalhöyüklüler, Azeriler, vs.)

Atlantis Ovalıların nerelere göçtükleri sunulan haritada gösterilmiştir. Göçlerin bu güzergahlarda olduğunun kanıtını, günümüz toplumlarının konuştukları dillerin analizleri ve genetik haplogrub analizleri sonuçları vermektedir.

 

DOM-15d

Orta-Asya’da İç-Deniz Oluşması ve Türki dilli kavimlerin yerleşmeleri

Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 7 bin yıl öncelerine kadar devam eder.

Bundan sonra ise söz konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergiyip yok olması nedeniyle göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonya’lılar 4-5 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini oluştururlar.

Atlantis-Ovasından göç etmek zorunda kalan türki dilli kavimlerin Orta-Asya’ya yerleşmeleri 12-13 bin yıl öncelerinde başlamış olmalıdır.

Öyleyse Orta-Asya “iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında oluşan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13-14 bin yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük, deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumadır.

    i- Türkler Orta Asya’da zamanla kuruyan bir “iç denizin” kaybolması nedeniyle çeşitli yönlere doğru göçe mecbur kalan bir kavim olarak bilinmektedir;

    ii- Sümerlerle aynı kökenli bir dil konuşması aynı yörede birlikte yaşamayı gerektirir;

    iii- Söz konusu “iç denizin” oluşması ve kuruması, buzulların ergimeye başlaması ve ergimenin sona ermesi dönemine (yani 14 bin yıl ile 4 -5 bin yıl önceleri arasına) denk gelmektedir.

 Tüm bu olayları birbirleriyle ilişki içine sokacak bir yorum ise ancak şöyle olasıdır.

“Denizden iki ırmak ülkesine” gelmek ve “kuruyan bir iç-denizin kenarında” yaşayan bir kavim olma olguları nasıl karşılıklı bir uyumla, ortak bir çıkış noktasında buluşturula bilinir?

Bu sorunun çözümü buzul devri sonrasının coğrafik görüntülerinin tasarımıyla mümkündür.

Sümerlerin ve bizlerin atalarının bu eski Mezopotamya ovasında ortak bir yaşam sürdürdükleri ve bu nedenle ortak bir dil konuştuklarını kabul edecek olursak, 12-13 bin yıl önceleri buzulların ergimeye ve deniz seviyesinin tekrar yükselmeye başlaması sonucu bu ovalarda yaşayan insanların ovalardan çekilmek ve yüksek tepelere veya dağlara doğru kaçmaktan başka çareleri yoktur. Türk kavimlerinin atalarını kuzeydeki dağlara doğru göçmeye başlayan bir topluluk olarak düşünürsek, birçok sorun çözüme kavuşur.

Birincisi, Azerilerin kökeni konusunun aydınlatılmasıdır: Günümüz İran’ı, pers -Azeri- afşar-halaç-kaşkay karışımı bir toplumdur ve pers dilli halkın İran’a gelmesi günümüzden yaklaşık 4 bin yıl önceleri olduğu arkeolojik ve genetik haplogrup-analizleriyle ıspatlanmıştır. Yani persler İran bölgesinin yerli halkı değildirler.

Azerilerin kökeni şimdiye dek açıklanamamıştır. Elamlılar diye bir toplum İran bölgesinin ilk yerli kavmidir ve aglütine dillidirler, yani Atlantis-ovalıdırlar. Basra körfezi kıyılarından başlayan ve kuzeye doğru olan İran’ın  Buşehr - Şiraz yörelerinde yerleştikleri arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır. Azeriler İran’ın batı kesimi ve Azerbaycan’da yerleşen bir kavim olduklarından, Elemlıların devamı olmak zorundadırlar.

İkincisi şudur: Orta Asya’da yeni oluşmaya başlayan bir “iç-deniz” (göl) çevresine yerleşmiş olan Türk boyları, Elamlıların doğusundan daha kuzeye doğru göçmeye devam eden bir topluluk olmalıdır. Nitekim kaşkay, afşar, halaç, gibi türkçe konuşan halklar hala İran’ın bu kesimlerinde yaşamaktadır. Bu durumda, Sümerler’le olan dil akrabalığı da anlamlı bir yoruma kavuşur.

Üçüncüsü, Sümerler ile Atlantis’liler arası bağlantı sağlanır. Atlantis’liler Atlantis-gölü üzerindeki batan adalarda yaşayan ilk kültürlü insanlar ise, onların devamı ancak, yazı, takvim, vs. gibi bir çok kültürel gelişime imza atan Sümerler olmalıdır. Çünkü Sümerler çivi yazılı tabletlerinde, “denizden iki-ırmak vadisine geldiklerini” belirtmektedirler. Atlantis’liler ise, denize gömülen bir adada yaşayan bir toplumdur.

Dördüncüsü, Anadolu’daki, 10-12 bin yıl önceleri oluşmaya başlayan uygarlıkların (Göbekli-Tepe, Çay-önü, Çatalhöyük, vb.) açıklanmasının sağlanmasıdır. Hatırlarsak, buzul devri süresince, Anadolu, Kafkaslar, vs. çok soğuk olduğundan, oralarda insan yoğunluğu çok-çok azdır; sadece mağara gibi ortamlarda yaşanabilinmektedir. Buzul devri sona erince, bu bölgeler yaşama elverişli olmaya başlarlar ve Atlantis-Ovasından kaçan insanlar da buralarda yerleşerek ilk kasabaları oluşturmaya başlarlar.

Dolayısıyla Orta-Asya Türklerin anavatanı değil, bir ara-vatanıdır.

Arkeolojik bulgular yaklaşık 6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya çıktığını ve ilk toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya konduğunu gösterince, dünya kamuoyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin kullandıkları dil, ne günümüz dünyasının gelişmiş ülkeleri olan batılı devletlerin sahip oldukları Hint-Avrupalı-(İndo-german) kökenli bir dil, ne de kutsal kitapların yazıldığı semitik bir dildir. Aglütine (bitişimli) dil grubu denilen çok farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde yaşayan temsilcileri ise, Türkçe, macarca, fince, ve diğer orta Asya ülkelerinde konuşulun kırgız, türkmen vs. toplumların dilleridir.

Bu durum, dil-bilimciler arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak adlandırılan Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende birleştirilebileceği tartışmaları ortaya çıkar. Bu konu hakkında bilimsel verilere dayalı ayrıntılı bir makale şu adreste sunulmuştur:  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/01/atlantis-gercektir.html

Bu makalenin okunması ve bilinmesi çok önemlidir, çünkü sadece Türklerin değil, tüm insanlığın geçmişinin aydınlatılmasını sağlayan jeolojik ve arkeolojik verilere göre hazırlanmıştır.

Türkçe ile Sümerce aglütine (bitişimli, bitişimli) dil gurubuna ait dillerdir.

Bu dil grubun diğer tüm dil gruplarından çok farklı bir özelliği vardır. O da şudur: “Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.

Ayrıca uzmanlar çok ortak sözcükler içerdiklerini belirtirler. Birkaç örnek vermek gerekirse: kagaraşa = kargaşa, kabkagak = kap  kacak, haşgaga: kahkaha, vs. gibi sözcükler çok yakın bir akrabalık göstergeleridir.

Bu nedenle tarihsel geçmişlerinde bir yerde birlikte yaşamış olmaları gerekir. Sümerologlar bu nedenle Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler. Halbuki durum tam tersinedir; “Atlantis” konulu makalede ıspatlandığı üzere, Atlantisliler Sümerlerdir ve Sümerler o makaledeki “Atlantis ovası veya Cennet Ülke” olarak adlandırılan denize gömülmüş bir bölgeden Basra yöresine (Mezopotamya’ya) çıkmış olmak zorundadırlar.

O önemli makaleden çıkarılacak en önemli sonuçlardan biri de, insanlığın 15 bin yıl ve daha önceleri en yoğun olarak bu “cennet-ülkede” yaşamış olması ve buzul devrinin sona ermesiyle, batan bu “cennet ülkeden” kaçarak, Anadolu, Kafkasya, İran gibi komşu bölgelere dağılıp, oralarda uygarlaşmaları devam ettirmiş olmaları gerekliliğidir. Bu görüşü destekleyen arkeolojik ve antropolojik deliller vardır ve şunlardır:

Anadolu’da en eski kültür oluşturuculara bakıldığında, onların (Sümerce-Türkçe) aglütine dil konuştukları görülür (Kaynak: Diker 2000, Tuna 1990): 

1-  Batı Anadolu’da yaşayan Lidya’lıların dili aglütinedir

2-  Doğu anadoluda yaşamış olan Urartu’ların dili aglütinedir;

3-  Etrüskçe aglütine bir dildir;

4-  iskitçe aglütine bir dildir;

5-  Hurrilerin dili Hurrice aglütinedir (Mitanni), vs.

6-  İran’ın güneyinde 5 bin yıl önceleri kurulan ve dünyadaki en eski devletlerden biri olan Elamlılar aglütine dillidir. (Kaşkayca, Afşarca onlardan kalan Türkçe dillerdir)

7-  Orta-Anadolu Çorum-yöresinde Hititlerden (Etilerden) önce orada yaşayan “Hatti”ler adlı kavmin dili aglütinedir (bitişimlidir); o bölgeye sonra gelen Hititler’in dili ise proto-Hint-Avrupalı olarak tanımlanır; ama Hitit dilinde de cinsiyet ayrımı yoktur ve bitişimlilik vardır, çünkü kendilerini nešili ve nešumnili olarak tanımlamışlardır. Bu tanım Neşa-şehirli (Neşalı) ve Neşa-dili konuşan anlamına gelmektedir ki bu tipik bir bitişimli dil özelliğidir. Bitişimli dil kullananlar kendilerini “Kayserili” olarak tanıtır. Bunun yanısıra Hitit dilinde Hint-Avrupa dil grubuna ait özelliklerin de yaygın olduğu bilinmektedir. Bu durum Hint-Avrupa dil grubu ile Atlantis-ovalı dil grubu mensupları arasında bir harmanlanma olduğunu gösterir. Hint-Avrupa dilinin Ukrayna- Kazakistan arasındaki bozkır ortamında oluştuğu ve oradan özellikle Avrupa’ya yayıldığı yine arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır. Bu konu daha sonra ayrıntılı olarak işlenecektir.

Günümüzde bu farklı dil gruplarının ne kadar varlıklarını koruyup-sürdürdüklerine bakarsak, Hint-Avrupa dillerinin egemen olduğu Avrupa’da Fince, Macarca, Baskça gibi aglütine (bitişimli) dillerin varlıklarını hala sürdürdüklerini görürüz. Fransa’nın Bask toplumuna komşu olan güney bölgesinde Akitanya’da eskiden aglütine dil konuşulduğu bilinmektedir. Zaman içinde bu kültür tamamen asimile edilmiştir.

8-  Baskça ve akitanca aglütine dillerdir.

9-  9- Anadolu’nun kuzeyinde Doğu-Karadeniz bölgesinde yaşayan Lazların ve Kafkas bölgesinde yaşayan Gürcülerin dilleri “cinsiyet ayrımı olmayan aglütine dil grubundandır.

Yani dünya genelinde oluşturulan ilk uygarlıklar aglütine = bitişimli bir dil konuşan kavimlerce oluşturulmuşlardır. Günümüzde aglütine dil Türki dillerle devam etmektedir. Dolayısıyla yukarıda özetlendiği ve önerilen makalede gösterildiği gibi Türklerin ana vatanı Orta-Asya değil, Atlantis ovasıdır. Ve bizler denize gömülen o cennet-ülkeden göç ederek, İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya göçmüşüz. Oradaki “iç-denizin” kurumasıyla tekrar İran üzerinden (Atlantis ovası yok olduğundan) Anadolu’ya dönmüşüz.

  

Anadolu iki farklı zamanda yerleşen türkler içerir. İlki 12 bin ile 7 bin yılları arasında atlantis ovasını terk etmek zorunda olan türklerdir (Luviler = aleviler) Hattiler, vs.. Sonra gelenler ise, Orta-Asyadaki iç denizin kuruması nedeniyle tekrar göç ederek Anadolu’ya gelenlerdir (Selçuklular, Osmanlılar).

 Bir jeolog olarak Anadolu’nun birçok yerinde saha çalışmaları yaptım ve kah bir alevi, kah sünni inançlı bir köyde misafir oldum. Alevi köylerinde gördüğüm uygar davranışı başka yerde görmedim. Peki böyle bir kütür sahipleri neden asırlardır egemen sınıflar tarafından hor görülüp, dışlanmış ve madımak olaylarındaki gibi korkunç cinayetlere uğramışlardır. Ortada bir mantıksızlık yok mu? Bu mantıksızlığın hangi tarafta aranması gerektiğini düşünmeniz dileğimle.

Aleviler Anadolu’ya uzaydan mı geldi?

Atlantis ovalı bir orijine sahip olan Türklüğün dağılım alanları çok geniştir. En başta, en yakın olan Anadolu ve İran Platosu gibi yakın bölgelere yerleşilmiştir. Bunlar Anadolu’daki Alevi inançlı Türkmenler ve İran platosundaki Azeriler, kaşkaylar, halaçlar, afşarlar gibi topluluklardır. Ondan sonra İran üzerinden Orta-Asya’ya yayılan Türk boyları gelirler. Ve bu türk boylarından bazıları Orta-Asya’daki iç denizin kuruması nedeniyle tekrar göçe mecbur kalırlar ve Anadolu‘ya gelirler.

Şimdi bu Anadolu’ya dönüş hikayesini görelim:

DOM-15e

Dünyada uygarlığı başlatan bir ulus, tarihsel geçmişini nasıl unutur hale sokulmuştur?

İnsanlık her birkaç asırda bir gerçekleşen istilalarda kral soyunun değişmeleriyle sürekli bir çalkantı içinde yaşamıştır. Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumunda olan Anadolu halkı bu istilalardan en çok etkilenen insanlardan oluşmaktadır. İstilacılar tepedeki efendi kesimini oluşturduklarından, halk ister istemez tepedekilerin kültürü etkisi altında kalmış ve kendi öz-benliğinden uzaklaştırılmış olmalıdır.

MÖ. 2binli yıllarda Hitit’lerin Hatti’leri istilasıyla başladığı belgelenen bu Efendi-değişimlerinin daha eskiden kaç defa gerçekleştiği hakkında bilgi-belge henüz yoktur. Ancak ondan sonraki yıllarda her birkaç asırda bir tekrarlanmıştır.

Benzer şekilde tüm Avrupa ve Anadolu bu şekilde zaman içinde farklı yönlerden gelen kavimlerce işgal edilerek, yerel halk kontrol ve baskı altına alınmıştır. Basklar bunun en batıdaki örneğidir. Anadolu halkı da, Truva savaşları, Pers-Yunan savaşları, İskender imparatorluğu, Bizans imparatorluğu gibi bir çok devlet istilası altında kalarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Aleviler-Türkmenler bunun örneğidir.

Bu görüşü destekleyen altı delil:

Birinci Delil: “Şartamhari Metinleri” veya “Shamsahara tableti”

MÖ. 2291 ile 2255 arasında Akad imparatoru olan Naram-Sin, tahta geçtikten sonra imparatorluğunu genişletmeye başlar ve bunun için Anadolu’daki 17 kral ile savaşarak onları yener ve imparatorluğuna katar. Bu galibiyeti anlatan bir yazılı tablet oluşturularak önemli krallık merkezlerine bırakılır.

Naram-Sin bu savaşla ilgili olarak üç tablet yazdırmış ve bu tabletler tarihe Mücadelenin  Kralı anlamına gelen “Şartamhari Metinleri” olarak geçmiştir. Bu metinler; Mısır Tel El Amarna, Mezopotamya Babil ve Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’de bulunmuştur. Hattuşaş’ta bulunan ve ilk 7 satırı kırıklıktan dolayı okunamayan metin Akad dilinden Hititçeye çevrilmiş bir halde bulunmuştur. Naram-Sin Şartamhari metinlerinde 17 Anadolu Kralından bahseder. Bizim için asıl önemli olan 15. Satırda bulunan “Türki Kralı İlşu-Nail” ibaresidir. Anladığımız üzere “Türki” kelimesi Türk kelimesinden türemiş bir kelimedir.”İlşu” kelimesini ayıracak olursak ;“İl” kelimesi eski Türkçede devlet anlamına gelmekte, “şu” kelimesi ise eski Türk ismidir ( bildiğimiz gibi eski Türklerin yazmış olduğu Şu Destanı vardır, destanda Saka Türklerinin hükümdarının adıdır Şu), “Nail” kelimesi ise şuanda da kullandığımız gibi muradına eren anlamındadır.

 

İkinci delil MÖ. 64 ile MS. 24 yılları arası yaşayan Strabon’un yazdıklarıdır:

Anadolu’nun pek çok yöresinde Kimmerler, Partlar ve İskitler gibi türk kavimlerinin de yaşadığı anlaşılmaktadır.  Karyalıların Barbarca bir dil konuştuklarını belirtir. Kendisi yunanca, latince gibi indo-german grubu diller konuşan ve Mısırlıların konuştuğu dili bilen Strabon için Anadolu kavimlerinin anlaşılmayan dili aglütine (Türkçe) dilden başka ne olabilir? Malum, 3 farklı dil grubu söz konusu: İndo-german, semitik ve aglütine (Türkçe). Bunlardan ilk ikisini biliyor. Bilmediği ne olabilir?

Üçüncü Delil Marco Polo Haritası

 

Türklerin Anadolu’nun ilk yerleşik kavmi olduğunun diğer biri 1271- 1295 yılları arasındaki ipek yolu seyahatini yapan Marco Polo’nun haritasıdır.

Haritada Anadolu “Turcomania” olarak işaretlenmiştir. Bunun haricinde Orta-Asya’da Büyük Türkiye diye ayrı bir yerleşim bölgesi gösterilmiştir.

Bu bilgiler Marco Polo zamanından önceleri biliniyor olmalı ki, o geçtiği yerler hakkında bilgi verirken o ön bilgileri kullanmış. Bu da demek olur ki, bin yıl öncelerinden beri Anadolu Türkçe konuşan kavimlerin yurdudur.

Dördüncü Delil: Malazgirt savaşını kazandıran faktör:

Türklerin Müslümanlığa geçişini takiben 1037de Büyük Selçuk Devleti kurulur. Horasan-İran yörelerinde egemen olan Selçuklularla Anadolu’da egemen olan Bizanslar arasındaki siyasi mücadele 1071 Malazgirt savaşına götürür. Bu nedenle Türklerin Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra geldikleri tarih kitaplarına yazılır.

Malazgirt savaşının taraflarından Bizans ordusunun 70 000, Selçuklu ordusunun 40 000 kadar olduğu bilinir. Savaşı Selçuklular kazanır, çünkü Bizans Ordusundan bazı birlikler Selçuklu tarafına geçer. Taraf değiştiren birliklerin Türk kökenli oldukları belirtilir.

Bunun anlamı şudur: Anadolu'da eskiden Türk kökenli kavimler vardır ve Bizans ordusunun önemli bir kısmı Türk kökenli insanlardan oluşmaktadır. Bu Türk kökenliler Alparslan ordusuna geçerek savaşın kaderini değiştirmişlerdir.

Beşinci Delil: Andolu’daki Türk Beylikleri:

Malazgirt Savaşı sonrası dönemde Anadolu’daki durumu görelim. Savaştan hemen sonra Anadolu’da şu Türk beyliklerinin kurulduğu belirtilir:

Anadolu’da Kurulan İlk Türk Beylikleri

1 Saltuklular (1072-1202)

2 Mengücekler (1080-1228)

3 Danişmentler (1092-1178)

4 Artuklular (1102-1409)

5 Çaka Beyliği (1081-1093)

6 Sökmenoğulları (Ahlatşahlar) (1110-1207)

7 Dilmaçoğulları (1085-1394)

8 İnal (Yinal) Oğulları (1098-1183)

9 Çubukoğulları (1085-1213)

10 Tanrıvermişoğulları (1081-1093)

Bu kısa tarihsel bilgilerden sonra şu konularda bir görüş oluşturmaya çalışalım:

1071 yılında Bizans’lılardan alınan bir ülkede hemen 1072den başlanarak, birkaç yılda, Erzurum’dan (Saltuklular 1072), Orta Anadolu’da Selcuklu Devleti,  İzmir’e (Çaka Beyliği, 1082) gibi 10 beylik nasıl kurulur? Bu yöredeki yerel halk nasıl ikna edilir?

Yukarıdaki tarihsel durumlar kesin olarak Anadolu’nun yerli halkının Türkçe konuşan bir kavim olduğunun diğer delilleridir.

Şimdi soru şu: İlk Türkler Anadolu’ya ne zaman gelmiş olabilirler?

Cevabın şu olduğu anlaşılır: Onlar Anadolu’ya 12 bin yıl önceleri geldiler, çünkü daha önceleri Anadolu boştu ve onlar ilk yerleşenlerdir.

Altıncı Delil: Trakya adı nerden gelir?

Yazılı tarihsel belgeler 4-5 bin yıldan sonraki insanlık tarihi hakkında veriler sunarlar. Bunların da en eskileri sadece Sümer-Akad-Asur ve Mısır yöresi halkları hakkındadır. Anadolu ve Trakya gibi batı bölgesi halkları konusundaki yazılı tarihsel belgeler  2-3 bin yıl öncelerine kadar uzanan süreçlere aittirler. Heredot ve Strabon gibi tarihçiler Anadolu ve Trakya’da haritada gösterilen toplumların yaşadıklarını yazmışlardır.

Anadolu ve Ege bölgesini Kuzeyden gelerek istila eden Yunanlılar, kendilerini asil-soylu ve uygar, istila ettikleri ülke halklarını “kültürsüz-barbar” olarak gördüklerinden, yerel halkı hiç dikkate almayıp, onlara kendi düşüncelerine göre, Karyalı, Truvalı, Kapadokyalı gibi isimler vermişler ve onların çok farklı diller konuştuklarını belirtmişlerdir. Evet Anadolu’ların hepsi “eklenmeli=aglütine” bir dil konuşmuşlar, Yunanlılar ise, bu eklenmeli dilden türetilmiş “indo-german veya Hint-Avrupa” grubu özellikli “parçalı” bir dil konuşmaktadırlar.

Şimdi konu “Trakya” olduğuna göre, bu sözcüğün o bölge halkı için neden kullanıldığı konusuna dönelim. “Rusya = Rus yurdu”; “Romanya = Roman yurdu” gibi bir anlam taşır. “Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir.

Peki “Trak” denilen halk acaba hangi dili konuşuyordu?

Trakya hemen Bulgaristan ile komşudur, hatta eskiden Bulgarların Trakya ile bağlantılı olduğu bilgileri vardır. Bulgarların eskiden konuştukları dilin Türkçe ile yakın akraba (eklenmeli=aglütine) olduğu düşünülürse, Trak dilinin de eklenmeli bir dil olması gerekliliği ortaya çıkar.

Şimdi akla şu soru gelir: Trak diye bir halk hangi kökenden gelir? “TRK” “Turk, türk” gibi bir sözcükten  başka akla başka bir kavim geliyor mu? Benim aklıma başka bir kavim gelmiyor. Kararı sizlerin mantığına bırakıyorum.

   

Görüldüğü üzere, bizler 10-12 bin yıl öncelerinden beri bu topraklarda yaşadığımız halde, son 7 asırdır tamamen eğitimsiz bırakılmışızdır. Osmanlı türk ulusuna "etrak-ı bi-idrak" = (aptal türk) muamelesi uyguladığından, halk 7 asır boyunca tamamen bilgisiz bırakılmıştır. Avrupalılar da tam bu süreçte Rönesans - reform yaparak bilgili toplum yetiştirdiğinden, cahil bırakılan halkımız tam aşağılık duygusu içine itilmiş, kendi içinden çıkan değerleri hiç dikkate almaz olmuştur. Çünkü geleneklerine "bizden bir şey olmaz" önyargısı işlenmiştir. Sizlere tanıtmakta olduğumuz DOM-sistemi yazıları bu nedenle mümkün olduğunca çok doğa-bilimsel kaynağa yer vererek, kendine güven duyacak bireyler oluşturmayı ve bu sayede geleneksel zombi durumunu aşmayı amaçlamaktadır. Mevcut önyargı ve aşağılık kompleksi başka türlü aşılamaz.

Halkının bir kısmını "etrak-ı bi-idrak" = (aptal türk), diğer bir kısmını “kavm-i necip = üstün ırk” olarak gören bir yönetici zümrenin akıl ve mantığı ne kadar sağlamdır?

Bu mantıksızlık tipik bir zombi davranışı değil midir?

Beyinlerde böyle bir zombileşmeye neden olan hatalı beyin programı (veya bilgi) hangi bilgidir?

Ve bu mantıksızlığın nedeni nedir?

Bu tarihsel yanlışlığın yapılmasındaki suçun büyük kısmı ise, o zamana kadar dünyada en etkili olan aglütine dilin en yaygın temsilcisi olan Türk-devletleri yöneticilerindedir. Çünkü Avrupalılar Rönesans ve reformla geleneksel hatalarını törpüleyip, halkını bilgi oluşturmaya teşvik ederken, Türk yöneticiler halkın dilini değil, kavm-i necip (asil-ırk) olarak gördüklerinin dillerini kullanmışlar ve halkının tamamen bilgisiz kalmasına neden olmuşlardır.

Tüm tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları altında saklı olan geçmişimizden habersiz olarak yetişen bizler, batılılar bize ne dedilerse onlara dayanarak tarihimizi yorumladık. Sonuç ise günümüzdeki kendine güveni olmayan, yabancı hayranlığı içinde yaşayan bir halk topluluğudur.

İnsanlar arasında ayrımcılığa ve bölünmeye götüren böyle bir hayat görüşü dinsel konularda da uygulanmış ve bazı inanç sistemleri sürekli dışlanarak-horlanarak, insanların korku ve tedirginlik içinde yaşamlarını sürdürmeye neden olmuştur. 1993 yılında Sivas-Madımak otelindeki facia bu dinsel baskıların hala günümüzde bile devam ettiğini göstermez m?

 Biz Anadolular tarihsel geçmişimizi ancak yabancıların ülkemizdeki arkeolojik verileri değerlendirmelerinden öğreniyoruz. Yabancılar da değerlendirmelerini kendi bakış açılarına göre yapıyorlar. “Nalıncı keseri hep kendine yontar” misali, bu değerlendirmelerin pek de objektif olmadığı yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir. Biz Anadoluların böylesine aciz duruma düşürülmesinin sorumluluğu kimlere aittir?

Bir jeolog olarak Anadolu’nun birçok yerinde saha çalışmaları yaptım ve kah bir alevi, kah sünni inançlı bir köyde misafir oldum. Alevi köylerinde gördüğüm uygar davranışı başka yerde görmedim. Peki böyle bir kütür sahipleri neden asırlardır egemen sınıflar tarafından hor görülüp, dışlanmış ve madımak olaylarındaki gibi korkunç cinayetlere uğramışlardır. Ortada bir mantıksızlık yok mu? Bu mantıksızlığın hangi tarafta aranması gerektiğini düşünmeniz dileğimle.

Aleviler Anadolu’ya uzaydan mı geldi?

Atlantis ovalı bir orijine sahip olan Türklüğün dağılım alanları çok geniştir. En başta, en yakın olan Anadolu ve İran Platosu gibi yakın bölgelere yerleşilmiştir. Bunlar Anadolu’daki Alevi inançlı Türkmenler ve İran platosundaki Azeriler, kaşkaylar, halaçlar, afşarlar gibi topluluklardır.

Ondan sonra İran üzerinden Orta-Asya’ya yayılan Türk boyları gelirler.

DOM-15f

Genetik Haplogrup-analizlerinin geçmişimizi tasarlamadaki önemi

60-70 bin yıl önceleri dünyaya yayılmaya başlayan insanların nerelerde yerleşmeye başlayarak günümüz insanlarına evrildiklerini jeolojik, genetik, linguistik ve arkeolojik verilerden yararlanarak ortaya koymaya çalışalım.

Genetik araştırmalar konusunda bir ön-bilgi

Bir genetik araştırmacı olarak halen California-USA da çalışan Thomas Le’den “haplogrup” genetik araştırmaları hakkında öz bir bilgi alalım. Makale uzun olduğundan kısaltılarak özetlenmiştir.

“Ben Asyalıyım, ailemin kökleri Güneydoğu Asya'dadır. Ama benim anne-haplogrubum- B5a1a – yaygın olarak kuzey Meksika Kızılderilileri arasında bulunur.

Peki beni Kızılderililere bağlayan nedir?

12.000 yıl önce insanlar Asya'dan Alaska'ya göç ettiği için annelik (mitokondria-dna) grubumu birçok Amerikan yerlisiyle paylaşıyorum.

Herkes mitokondrisini annesinden alır. Diğer DNA parçalarının aksine, mitokondriyal DNA'nız çekirdeğin dışında bulunan tek DNA türüdür. Bu nedenle, mitokondriyal DNA'nız diğer DNA türleri ile birleşmiyor. Mitokondriniz doğrudan annenizden miras kaldığı ve çok az rekombinasyondan geçtiği için, aynı anne haplogroupu her akrabanızla paylaşacaksınız. Örneğin, sen, annen, kardeşin, kız kardeşin, anne teyzen, anneannen, vs. hepsi seninle aynı anne haplogroup'u paylaşır. Ve bu anne haplogroup nesiller boyunca belirli bir yer ve zamanda tek bir mutasyona kadar uzanır.

(Yani binlerce yıl önce bir annenin mitokondrisinde bir mutasyon olduysa, o mutasyon onun soyundan olan herkeste devam eder. Binlerce yıl önce Doğu-Asya’daki bir kadının mitokondrisinde gerçekleşen bir mutasyon, onun soyundan bazılarının Bering boğazından Amerika’ya göçmesiyle Amerika yerlileri arasında yayılır, Güney-doğu-Asya’ya göç eden çocuklarıyla Çin- Endonezya vs. yayılır. Ama Amerika’ya göç eden kadınlar arasında başka türde mitokondria mutasyonları da var olacağından, herkes aynı haplo-grupta olmaz.) 

Baba-haplo-grup belirlenmesinde Y kromozomu iş görür. Y kromozomu cinsiyet belirleyici kromozomdur, erkeklere babalarından miras kalır. Bir erkeğin Y-kromozomunun bir yerinde bir mutasyon geçekleşirse, bu mutasyon onun soyu boyunca devam eden nesillere aktarılır. Taa ki onun soyundan birilerinde aynı yerde başka bir mutasyon olana kadar. O zaman grupta çatallanma başlar ve yeni alt-gruplar ortaya çıkar.

Örneğin, bir popülasyonun Afrika'dan ilk göç ettiği ya da başka bir grubun coğrafi olarak izole edildiği zaman olabilir. Haplo-grup analizleri bu mutasyonlara dayanarak atalarınızın izini sürebilir, çünkü bunlar belirli dönemlerde ve farklı coğrafik konumlarda meydana gelmiştir.

Günümüz DNAları insan fosili kemiklerinden elde edilen DNAlarla kıyaslanarak, o zamandan beri geçirilen mutasyonlar saptanabilinmektedir. En eski fosil DNA-lar 200.000 yıl öncesine dayanıyor ve Etiyopya'daki Omo Kibish'te bulundu. Genetik ve paleontolojik kayıtlara göre, Homo sapiens sapiens 60.000-70.000 yıl önce Afrika'dan Avrasya kıtasına göç etmeye başladı. Bu göçmenlerin bazıları Hindistan kıyıları boyunca hareket ederek 50.000 yıl önce Güneydoğu Asya'ya ve oradan da Avustralya'ya ulaştılar. O zamandan beri, farklı mutasyon olayları ve farklı dağılma yollarıyla türümüz yayıldı.

Yukarıdaki şekilde mitokondria-haplogruplarının dünyadaki dağılımı görülmektedir. Afrika en eski oluşum merkezi olduğundan L1, L2, L3, M eski haplogrupları egemendir. Diğer haplogruplar Afrikadan yola çıkan analarda daha sonra oluştuğundan oluştukları bölgelerde ve de onların torunlarnın sonradan göç edecekleri yörelerde yaygın olarak görülürler.

Bu farklı haplogrupların ne zaman ve ilk defa nerede ortaya çıktıkları yandaki slaytta kısaltılmış olarak gösterilmiştir.

En eski oluşan Y-kromozomu haplogrupları (A, B, C) yüz bin yıldan çok daha önceleri Afrika’daki atalarımızda oluşmuşlar ve onların göçleriyle Asya-Avrupa üzerinde dünyaya yayılmışlardır.

Ana ve baba haplogrupları faklı gelişim gösterirler. Bu nedenle her insan iki farklı haplogruba sahiptir.  

 

DOM-15g

Genetik haplogrup analizleri kültürel gelişimler konusunda neler söyler?

Onbinlerce yıl yabani bir hayat yaşayarak avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan insanlığın uygarca bir yaşama geçiş yaptığı noktanın Basra körfezi konumlu Atlantis ovası olduğu önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu görüşün gerçeklere tam uygun olduğu çok yeni araştırmalarla tam anlamıyla desteklenmiş bulunmaktadır.

Shinde et al 2019da, arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, kültür gelişiminin 12 bin yıldan önceleri başladığı ve ilk çiftçilik yaşamının 9-10 bin yıl önceleri Anadolu’da başlatıldığının saptandığı belirtilmektedir.

 79 yazarlı Sahakyan, H. et al 2017: “Origin and spread of human mitochondrial DNA haplogroup” adlı araştırmada

Kültürel gelişimin Yakın Doğu (Anadolu, Bereketli hilal) bölgesinde başlatıldığı,

bu kültürün yaklaşık 11 bin 500 yıl önce Güney Asya'ya doğru yayıldığı,

daha sonra (~7- 8 bin yıl önceleri). Akdeniz bölgesi ve Avrupa'ya doğru yayıldığı,

Ukrayna- Kazakistan bölgesinde gelişen Hint-Avrupa dilli kültürün çok daha sonraları oluştuğu ve dünyaya yayıldığı belirtilmektedir

 117 kişilik diğer bir uluslararası ekip olan Narasimhan et al  2019 araştırmasında ise, yine arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, Orta-Asya Steplerinde (Ukrayna -Kazakistan bozkırında) 5300 yıl önceleri Yamnaya bozkır kültürü denilen ve göçebe çiftçiliğine dayalı bir kültür geliştiğinin saptandığı gösterilmektedir. Bu Yamnaya kültürünün 4700 yıllardan sonra Avrupa ve Asya’nın diğer bölgelerine yayılarak günümüzdeki duruma yaklaşıldığı yine aynı araştırmada gösterilmiştir.

Biz Anadolu ortamına odaklı olduğumuzdan, araştırmanın bizi ilgilendiren noktası şudur: İnsanların toplumsal yaşamı başlattığı Atlantis-Ovasıdır. Orada başlatılan uygarlaşma daha sonra tüm dünyaya yayılır. Yayılma önce (10-!! bin yıl) doğu yönünde, sonra (7-8 bin yıl) batı yönünde olmuştur.

Atlantis kültürü 11 500 yıl önceleri Indus Vadisi kültürünü etkiler. İndus Vadisi kültürü de Asya kültürlerini etkiler. Yani İndus vadisi kültürü Asya kültürü ile harmanlanmıştır. Bu karışımda gen aktarımının, Asyadan Hindistana değil, İndus vadisinden Asya yönünde olduğu saptanmıştır.

 

DOM-15h

BEREKETLİ HİLAL EVRESİ

On bin yıl önceleri, Avrupa dahil, dünyanın öteki bölgelerinde yaşayan insanlar yabani “Taş-Devri-Hayatı” yaşarken “Bereketli Hilal” bölgesindeki insanlar uygar bir toplumsal yaşam sürdürmektedirler.

115 ile 15 bin yılları arasında dünyamızda egemen olan buzul devrinde önceki bölümlerde anlatılan olaylar, insanları bazı noktalarda çok zor duruma sokmuş, ve o zorluklarla başa çıkabilmek için, dinamik-sistemler-fiziği kuralı gereği, önce karşılıklı iş-birliği, sonra da karşılıklı iş-bölümü yaparak, uygar davranış sergileme bilgisi ve geleneği oluşturmuştur. Toplumsal davranış bu şekilde ortaya çıkar ve “Bereketli Hilal” denilen bölgedeki “bereket” ortamı oluşur.

Birlikte işlem yaparak büyük işler başarabilmenin ilk örneği 11-12 bin yıl önceleri yapılan Göbekli Tepede görülür. Atlantis-ovasındaki atalarından edindikleri uygar davranış geleneğini, Anadolu’daki yerleştikleri yerde uygulayan insanlar 10-15 ton ağırlığında taş bloklar çıkararak, onları başka yere taşıyıp, inançlarını simgeleyen figürler olarak muazzam görünüşlü ayin-ortamları ortaya çıkarabilmişlerdir. Hem de çakmaktaşı haricinde başka bir alet kullanmadan.

Bilgiye hasret insanlığın hayat hakkında oluşturdukları ilk bilgiler

Şimdiye kadarki bölümlerde sunulan tarihsel geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeyen bu insanlar, Hayat nedir? Canlılık nedir? Gibi sorulara cevap aramaya başlamıştır.

Bedenlerin içinde hücre denilen minicik canlılar olduğundan habersiz olan insanlar, “Oluşturma – Yönlendirme – Sahiplenme” konusunu “ruh” dedikleri bir faktörle açıklamaya çalışmışlardır. Ruh canlık verendi, hareket ettirendi. Ama aynı zamanda da düşündüren, bilincini, iradesini oluşturandı. İnsan diğer canlılardan faklı olarak çok bilgi ve beceri sahibi olduğundan ruh özellikle insana mahsus bir şey olmalıydı. Hayatın ölümle son bulmaması gerektiği, ruhun devam edeceği inancını körüklemiştir.

Şimdi dünyadaki ilk toplumsal davranış eseri olarak bilinen Göbekli Tepe ve diğer eski arkeolojik yerleşim noktalarındaki gelişimlere bakarak o zamanın insanlarının düşünce tarzlarını anlamaya çalışalım.

Göbekli-Tepe ŞanlıUrfa’nın yaklaşık 15 km kuzey-doğusunda bulunan 15 m yüksekliğinde ve 300 m. çapında bir tepedir. Bu tepe doğal olarak değil, tamamen insanların çabalarıyla oluşturulmuş yapay bir tepedir. Yani bir höyük söz konusudur.

 

Deniz seviyesinden yaklaşık 760 m yükseklikte, kireçtaşlarından oluşan bir yöre söz konusudur. Bu noktanın vurgulanmasının nedeni, insanların henüz çanak-çömlek gibi su taşımaya yarayan gereçleri henüz keşfetmedikleri bir zamanda, yani 11 600 yıl önceleri bu ayin alanın yapılmaya başlandığını belirtmektir.

Her şeyden önce Göbekli Tepeyi yapan insanlar hakkında bazı önemli bilgiler verilmesi gerekir.

•         İlk bilgi şudur: Göbekli Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak zorundadır, çünkü 14-15 bin yıl önceleri buzul devri koşulları nedeniyle Anadolu ıssız bir bölgedir, halbuki Atlantis Ovası çok yoğun bir insan nüfusu barındırmaktadır. Bu nedenle Anadolu (ve komşu İran platosu) Atlantis-Ovalılar tarafından yerleşime açılmışlardır. Yani Anadolu buzul devri süresince, yani 15 bin yıl öncelerine kadar, minimum sayıda insan barındırır, ki onlar da çanak-çömlek henüz keşfedilmediğinden sadece deniz kenarına yakın ırmak çevresindeki mağaralarda yaşayabilenlerdir. Dolayısıyla Anadolu Atlantis ovasından göçen insanların ana-vatanı olmuştur

•         İkinci önemli bilgi ise şudur: Göbekli tepeliler göçebe bir avcı-toplayıcı toplumu değil, yerleşik hayata alışmış bir avcı-toplayıcı toplumudur. Çünkü: Atlantis-ovalılar Buzul devrinin yaşama zor koşullarında “cennet gibi bir ülke olan” Atlantis-ovasında gittikçe artan nüfuslarına yer açabilmek için karşılıklı yardımlaşmayı keşfetmiş bir neslin torunudurlar.

•         Şöyle ki: Toba Felaketi özellikle kuzey yarı-kürede etkili olmuştur, çünkü volkan patlaması kuzey yarı-kürede olmuştur ve kuzey-yarı-küre ile güney yarı-küre tamamen farklı atmosfer döngüsüne sahiptir. Volkanik gazlar ve küller atmosfer akıntılarıyla kuzey yarıkürede etkili olmuştur. Dolayısıyla Atlantis-ovası insanları da bu felaketten çok etkilenmişler ve büyük nüfus kaybı olmuştur. Yaklaşık 50-60 bin yıl önceleri Afrika’da en son Homo sapiens sapiens nesli ortaya çıkar ve dünyaya yayılmaya başlar. İlk yayıldığı Atlantis-Ovası olmak zorundadır, çünkü en yakın ve en elverişli yer orasıdır. Bu yeni nesille harmanlanan yeni bir Atlantis-ovalı nesil oluşur ve ovada yaşamaya başlar. İnsanlık henüz çanak-çömlek yapmayı bilmediğinden, su kaynaklarından uzak yerlerde yaşayamaz. Su ise sadece Dicle ve Fırat ırmakları boyunca vardır. Halbuki ova çok geniştir ve çok daha fazla insan için yaşam ortamı olanağı vardır. Ova çok verimli, iklim de ılıman olduğundan üzerinde zengin bir bitki ve hayvan topluluğu vardır. Bu durumda avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan insanlar ovanın her tarafında yaşayabilirler, ancak her tarafta su bulunmamaktadır. Ovanın her tarafında bol bitki ve hayvan topluluğu var, ama oralarda içecek su yok. İnsan nüfusu ise sürekli artıyor.

•         Toplum bir birleşme, ortak iş-yapma, dinamik sistemler fiziği terimiyle “sinerjetik” eylem yapma işlevidir. Dinamik sistemler fiziği bölümünde açıklandığı üzere, birlikte işlem yapacak öğeler zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkları sürece, birleştirici bir kuvvet alanı ortaya çıkmaz.

•         Çevrelerinde bolca bulunan bu beslenme olanaklarından yararlanabilmenin tek çıkar yolu düz ovadan akan ırmakların sularını kanallar kazarak, istedikleri yere doğru uzatmak. Ama bu olay tek bir aile bireylerinin yapabileceği bir iş değil, kesinlikle ortak bir davranış gerektirir. Nüfusu sürekli artmakta olan insanlar bu zorluk karşısında dinamik sistemler fiziğinin birlikte işlem yaparak zorluğu yenme kuralını uygular ve karşılıklı iş-birliği ile ovanın her yerine su kanalları yapmayı başararak, toplumsal davranışın ilk adımın atar. Bu durum yaklaşık 30-40 bin yıl önceleri veyahut daha sonraları gerçeklemiş olmalıdır. 

•         Eflatun’un eserlerinde böyle bir işlem yapıldığı ve Atlantis-Ovasının her yerinin yaşama uygun duruma getirildiği anlatılmaktadır. Bu toplumsal davranış bilgisi Atlantis ovalıların geleneklerine işlenmiş olmalı ki, ovadan göçe mecbur kalıp, Anadolu’da Urfa yöresine yerleşen insanlar Göbekli Tepe’de birlikte-iş yapma geleneğine uygulayarak 10-15 ton ağırlığında taş sütunları taşıyıp, inançlarına uygun ayin ortamları hazırlamışlardır.

İşte bu nedenle Göbekli Tepeyi yapan insanlar henüz tarım ve hayvancılık keşfedilmediği halde, karşılıklı iş birliği içine girerek ortak bir projede bir araya gelmişlerdir. Dünyanın diğer yörelerindeki avcı-toplayıcı insanlarda bu yetenek henüz oluşmamıştır. Bu Atlantis-ovalı olmanın kazandırdığı bir bilgidir.

Alanının yapılması yaklaşık 11 600 yıl önce başlatılmış ve yaklaşık 10 bin yıl önce üzeri taş-toprakla örtülerek terk edilmiştir. Yani yaklaşık 1500 yıl boyunca kullanılmış bir alandır.

Kazı çalışmaları Göbekli Tepe’de 300 m. genişliğindeki bir alan üzerinde,

En altta 11 – 12 bin yılları arası yapılmış oval-yuvarlak şekilli mekanlar,

Üstte ise 10 - 11 bin yıllarında yapılmış dikdörtgen şekilli mekanlar bulunduğu

ve tüm bu mekanların üzerlerinin yapanlar tarafından sonradan çakıl ve toprakla kapatıldığını göstermektedir.

 Mekanlar yaklaşık 10 metre çaplı yapılardan oluşur ve duvarlarla çevrilidir. Boyu 5 metreyi, ağırlığı 10-15 tonu bulabilen 'T' formlu sütunlar duvarlar arasına ve alan ortasına yerleştirilmişlerdir. Kazılar neticesinde bu mekanların altı tanesi ortaya çıkarılmış olsa da jeomanyetik ölçümlerle en altta bulunan bu eski mekanların sayısının 20'yi bulduğu biliniyor.

“T” şeklindeki sütunlar açıkça insan vücudunun soyut bir tasviridir. Çünkü sütunlarda kollar, eller ve kemer ve bel kıyafetleri gibi giysiler belirgindir. Çevredeki sütunlar daha küçüktür, ancak merkezi sütunlara göre hayvan kabartmalarıyla daha zengin bir şekilde dekore edilmiştir. Çevredekiler hep merkezi sütunlara doğru "bakıyorlar".

Kalıntılar arasında insanların yediği etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiği, taş parçası, taş aletlerin yapımı ve kullanımından kalan molozlar var. Ceylan, geyik gibi hayvanların kemiklerine rastlanılan alan gösteriyor ki burayı inşa edenler, o dönemde yaşayan taş baltalı avcı ve toplayıcılar. Yani Göbekli Tepe, tarım öncesi bir topluluğun eseri.  Kalıntılar arasında insanların yediği etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiğinin bulunması bu alanda yemek şölenlerinin düzenlendiğini gösteriyor. Bu durum çok sayıda insanın burada olduğunu ispatlar. 

Göbekli Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak zorundadır, çünkü uygar insanlık davranışı sergilemişler, birbirlerini rakip veya düşman olarak değil, karşılıklı yardımlaşma içinde olan aileler olarak görmüşlerdir.

Göbekli Tepe'deki en tabandaki yapılar birbirlerine tam yapışık değildir, aralarında insan geçecek kadar aralık vardır. Ama üstteki genç tabakalarda yapılar (evler) birbirlerine bitişiktir. Anadolu’da yapılan höyükler hep bu şekilde bitişik nizamlıdırlar. Dolayısıyla Göbekli Tepe hem ayin hem yerleşim alanı olmalıdır.

Göbekli Tepe'de ölüler gömülmemiş, mezar yok, cesetler dışarıda bırakılmış ve hayvanlar onları yemiş olmalı. Dolayısıyla insanlar ruhun gökyüzüne gittiğine inanıyor olmalılar. Hindu kültüründe de ölülerin yakılmasıyla ruhlarının göğe çıkacağı ve tekrar yeni oluşacak canlıların yapılarında kullanılacakları, dolayısıyla hayatın bir doğum-ölüm döngülü sistem olduğu inancı vardır. Orta Asya’da “Sky Burial” “gökyüzüne gömülme” olarak adlandırılabilecek gelenekte, ölüler doğaya bırakılır. Bunda amaç, ruhun yeni bir yaşam döngüsüne gireceği inancıdır. Reenkarnasyon görüşü bu inançtan kaynaklanıyor olmalıdır. Hem Hindistanlılar hem Orta-Asyalılar 10-11 bin yıl önceleri Atlantis Ovasından göçen kavimlerden oluştuklarından, birbirine benzer inanç sistemlerine sahip olmaları anlaşılır olmaktadır.

 Daha sonraki yıllarda oluşturulan höyüklerde, evlerin temellerinde çukurlar açılarak ölülerin gömüldüğü görülmektedir.

Göbekli Tepe’liler on-bin yıl önceleri Göbekli Tepeyi neden terk ettiler?

Göbekli tepe bir dağın yamacındaki bir burun üzerindedir ve zemin kireçtaşlarından oluşmaktadır. Kireç taşlı arazilerde su kaynağı bulunmaz. Göbekli-Tepe gibi bir yerde yaşayan insanlar su ihtiyacını ancak yakınlarındaki dağın tepesinde bulunun kar ve buzların ergimesiyle oluşup, yamaçlardan aşağı akan sulardan elde edebilirler.

Çevredeki dağların üzerinde hala kar ve buz örtüsü vardır, çünkü buzul devrinden kalan kar ve buzlar ergimeye devam etmektedir. Yamaçlarda sürekli su akıntıları oluşması çok normaldir ve yamaçlardan gelen bu sızıntı suların toplanması için oyuklar yapılması beklenir. Nitekim konaklama alanının çevresinde çok sayıda oyuk açılmıştır. Bu oyuklar herhalde eğlence için açılmamışlardır. Çevredeki kayaçlar üzerinde açılan oyuklar ise su biriktirme yerleri olmalılar. Dolayısıyla, 11600 yıl buralara gelen insanlar, dağların yamaçlarından süzülen suları biriktirecek oyuklar açarak su gereksinimlerini gidermişlerdir.

Konutların içlerinde de su toplama amaçlı çukurluklar vardır ve bu çukurlukların bir tarafında bir kanal (oluk) bulunmaktadır. Bunların dağ tepelerinde eriyen kar ve buz sularını biriktirmek için yapılmış olması gerekir.   

Buzul devri 15 bin yıl önce sona ermiş ve dağların tepelerindeki kar ve buz örtüsü ergimeye başlamıştır. Buzulların ergimesinin 7 bin yıl öncelerine kadar sürdüğü bilinmektedir. Urfa yöresindeki dağlar çok yüksek olmadıkları için üzerlerindeki kar-buz örtüsünün erimesinin 9-10 bin yıl önceleri sona ermesi beklenir. Dolayısıyla Göbekli Tepenin Kuzeyindeki dağların üzerindeki kar ve buz örtüsü yaklaşık 10 bin yıl önceleri tamamen eriyip kaybolunca, Göbekli Tepe’liler uzun süre yaşadıkları yurtlarını toprakla örtüp, daha uygun bir yere göçmek zorunda kalmışlardır.

 

DOM-15i

Neden 4 bin yıl öncesine kadar olan yerleşimler Höyük şeklinde iken, sonraları büyük saraylar ve onların çevresine dağılmış evler şeklindedir?

Bu sorunun yanıtı hayata bakış açısında yatar.

İnsanlar, Anadolu gibi bakir topraklarda karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı olarak on-iki bin yıldan beri yaşamaktaydılar. Taa ki Sümerler denilen son Atlantisliler Basra çevresinde tepeden yönetilen devlet sistemini ortaya çıkarana kadar. Sümerler toplumların krallık denilen bir otoriter güç sistemince yönetimini öngörürler. Bu görüşe varmalarının nedeni şu olmuştur:

Sümerlerin bıraktıkları çivi-yazılı tabletlerden onların inanç sistemleri çıkartılabilmektedir. Bu bilgiler şunları göstermektedir:

Eskiden yaşadıkları ortam gittikçe denize gömülmeye başlamıştır. Bunun nedeni olarak insanların namus ve ahlaklarının bozulmuş olması nedeniyle, tanrıların onları cezalandırması olarak düşünülmektedir. Adalarının gelecekte beklenen bir sel ve tufanla tamamen gömüleceği endişesi içindeki halkın içinden biri, rüyasında bir tanrının kendisine bir mesajda, bir “gemi” yaparak bu felaketten kurtulabileceği bilgisini verdiğini söyler, ve buna uyan halk son sel felaketinden kurtularak karaya çıkarlar (Basra çevresinde).  

İşte bu şekilde doğal felaketlerden korunmanın ilahi mesajlar alan kişilere (kral- sultan, lider, vs) uyarak yaşamakla mümkün olduğu görüşü insanlık aleminde yer almaya başlar ve tepeden yönetim şekli dünyaya yayılır.

Kral gücünü nerden alacaktır? Halkın ürettiklerinden. Halk ürettiğinin çoğunu efendisine verir. Efendisi bu şekilde çok zengin olur ve parayla yanına muhafızlar, askerler tutarak, hükmettiği bölgeyi daha da genişletmeye çalışır. Ganimetçilik ve istila bu yönetim sisteminin temelini oluşturur. Devlet denilen tepeden yönetimli sistem o tarihten beri yaygınlaşmış ve günümüze kadar devam eden bir sömürü sistemi olarak hala sürdürülmektedir.

 Höyük kültürü

 

Anadolu’daki eski yerleşim yerleri genellikle höyük denilen tümsek yığışımlar şeklindedirler. Tümseğin yüksekliği 20-30 metreyi bulur. İlk yapılan evler yaklaşık 2 m yüksekliktedir. Evler birbirlerine yakın hatta bitişik olurlar. Bina yapımında kullanılan malzeme kerpiç, ağaç ve kamıştır. Tavan üst örtüsü kamış üzerine sıkıştırılmış kil topraktır. Evler tek katlı olup, eve giriş damda açılan bir delikten, merdivenle olmaktadır. Odaların içinde ocaklar bulunmaktadır. Yaklaşık yüz yılda bir evler yıkılıp, düzleştirilir ve üzerine yeniden yeni ev yapılır. Bu şekilde gittikçe yükselen tümsek şekilli höyük görüntüleri oluşur. Ölüler evin altına açılan çukura gömülürler. Ölülerin gömülmesi için sonraki asırlarda özel yerler (sonraları da mezarlıklar) oluşturulmuştur.

 

 Şekil: T-Sütunlarında ve heykellerdeki, yaşam-enerjisini simgeleyen yılan figürleri = KUNDALİNİ. Canlılık enerjisinin Gövdenin alt-kesiminde başlayıp, beyin kesimine kadar geliştiği düşünülmüştür.

Göbekli Tepeliler ile günümüz Hindistan halkı arasında Kundalini denilen bir canlılık enerjisi simgesinin ortak olduğu görülür. Her iki toplumun kökenlendiği yerin Atalantis-Ovası olması bu ortak inanç sisteminin anlaşılır olmasını kolaylaştırır. Her ikisi de yaklaşık 11 500 yıl önce Atlantis-Ovasından göçe mecbur kalan kavimlerdirler. Biri kuzey-batıya (Anadolu’ya), diğeri Güney-doğuya göçmüştür. 

Bilgiye Övgü anlamına gelen (Rigveda)  İndus-Vadisi-kültürünün 3 500 yıl öncelerinden kalma hayat görüşlerini içerir. Bunlar arasında o zaman insanlarının kozmolojik bilgileri ve yaratılış görüşleri ön sırada yer alır. Bereketli-Hilal-kültürünün 11-12 bin yıl önceleri doğuya doğru İndus vadisi ve daha doğu yörelerine aktarıldığı genetik araştırmalarla ıspatlanmıştır Sahakyan et al 2017. Dolayısıyla Anadolu halkının da benzer bir görüşte oldukları anlaşılmaktadır. 

Gerek Göbekli Tepe, gerek diğer eski antik yerleşim yerleri kazıları, Anadolu’da yaşayan insanların karşılıklı etkileşimlerle toplumsal hayatlarını düzenlediklerini göstermektedir. Yani doğadaki dinamik oluşum sistemine uygun bir yaşam söz konusudur. Bir kral veya sultan gibi tepedeki birilerinin kulu-kölesi değildirler. Bu nedenle yapılan evler veya yerleşim bölgeleri sadece halkın kendileri içindir. Bu durum Anadolu’da yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar devam eder ve ondan sonra insanlar kendileri için değil, tepedeki bir efendi için yaşamaya başlarlar.

 

DOM-15j – MEZOPOTAMYA-EVRESİ

Önceleri karşılıklı etkileşimlere dayanan toplum hayatının, TEPE’den yönlendirilmeye başlanması

 

İnsanlığın Gelişim tarihinde bir dönüm noktası

Bir öğrencisi Sokrates’e sorar:

 ─ Mesela yüz kişinin oy kullandığı bir yerde elli bir kişinin kararına mı uymak daha adil ve doğru olur yoksa kırk dokuz kişinin kararına uymak mı? Hem çok mümkündür ki daha çok insanın daha az insandan yanılma ihtimali daha azdır. Şu halde sizin demokrasiye karşı çıkmanız doğru olmadığı gibi haklı da sayılmaz.

Bunun üzerine Sokrates soru cevap yöntemini kullanarak o öğrencisine önce sorar.

 ─ Bize söyler misin bilge olmak mı daha zordur yoksa cahil olmak mı daha zordur?

 Öğrenci:

─ Elbette ve hiç şüphesiz bilge olmak daha zordur. Bilge olmak için çok okumak araştırmak ve yorulmak gerekirken cahil olmak için bir şey yapmaya gerek yoktur.

 Sokrates:

─ Peki o halde bize yine söyler misin toplumlarda cahil insanların sayısı mı çok olur yoksa bilge insanların sayısı mı çok olur?

 Öğrenci:

─ Elbette ve hiç şüphesiz cahil insanların sayısı fazla olur.

 Sokrates:

─ Peki bize yine söyler misin bir gemide yüz yolcu bulunsa geminin nerede-nasıl ve hangi yönde yelken açması gerektiğini kaptan mı daha iyi bilir yoksa o yüz yolcu mu?

 Öğrenci:

─ Eğer yolcular içinde Denizcilik bilgisi olan yoksa pek tabi en iyi bilen kaptandır.

 Sokrates:

─ Peki o halde diyebilir miyiz ki herkes her konuda karar veremez, herkes bildiği yerde konuşmalı ve her iş ehline verilmeli?

 Öğrenci:

─ Pek tabi olması gereken budur.

 Sokrates:

─ Peki o halde bize yine söyler misin kimin hangi konuda bilgili olup olmadığını bilmeden sadece çoğunluk oldukları için kararlarını doğru bulmak adil ve doğru olabilir mi? Hem sen de kabul ettin ki bir toplumda cahillerin sayısı bilgelerden hep daha çok olur…

Buna benzer çıkarsamalar nedeniyle, Sokrates’in demokrasiye karşı olduğu iddia edilir.

Sokrates’in karşı olduğu, tepeden yönetimli Devlet sistemi değil midir?

Peki bu çelişkili durum nasıl açıklanıp, toplum yönetiminin nasıl olacağı nasıl çözülür?

Böyle bir çıkmaza götüren neden insanların yaşadığı ortamın-ülkenin bir mülk olarak görülmesi ve sahipliğinin de tepedeki birine aitmiş olarak kabul edilmiş olmasıdır. Ülke kimsenin mülkü olamaz, çünkü o ortam hem insanlara hem de oradaki tüm varlıklara aittir. Hiçbiri tarafından sahiplenilemez.

Ülkeler böyle kabul edilince, her insan ve her varlık o ortamdaki kaynakları en ergonomik şekilde kullanacak şekilde karşılıklı etkileşimli bilgi oluşturmaya çalışır. Bunun sonucu çeşitli meslek grupları oluşur. Ve her meslek grubu kendisini ilgilendiren konularda maksimum bilgi edinerek, toplum denilen ortak-yaşam sistemini ayakta tutmaya çalışır. Böyle bir toplumsal sistemde cahil-bilge ayrımı olur mu?

 Bilgi mesleğe göre değişim gösterir, bir demirci orak-bıçak yapma, bir madenci demir madeninin nasıl elde edilebileceği, bir ziraatçı hangi bitkilerin ne zaman ekileceği, hangi toprakta hangi tür bitkilerin yetişebileceği gibi bilgilere sahiptir. Dolayısıyla bir toplumda (eskiden yüzlerce) günümüzde binlerce farklı meslek vardır. Peki toplum bu mesleklerden hangisinin bilgisine sahip bir insan tarafından yönetilir?

İşte sorun bu noktada başlamıştır. Şimdi insanlığın böyle bir sorunla ne zaman karşı-karşıya geldiğini görelim.

Dünyamızda her olayın kayıtlarının tutulduğu arşiv sayfaları bulunduğunu belirtmiştik. Bu arşiv sayfalarının başında jeolojik katmanlar gelir. Jeolojik bilgiler insan denilen canlının yaklaşık 2.5 milyon yıl önce oldukça küçük (yaklaşık 650 cm3) beyinli Homo habilis'le başladığını, sonra biraz daha büyük (yaklaşık 900 cm3) beyinli Homo erectus’un ortaya çıktığını, sonra da daha gelişmiş (yaklaşık1400 cm3) beyinli Homo sapiens’in ortaya çıktığını göstermektedir.

 


Görüldüğü üzere, atalarımız gittikçe gelişen, yani sürekli yeni bilgiler oluşturan bir beyin yapısı sergilerler. Bu gelişen beyin yapısı insanların kültürel gelişim tarihi grafiğine de yansımıştır.

 

İnsanlığın neyi ne zaman başardığı bir zaman çizelgesine işlendiğinde, şekildeki gibi bir grafik ortaya çıkar. Bu grafikte şunlar dikkat çekmektedir:

       İnsan 2.5 milyon yıl önceleri, sert taşlardan kesici yongalar elde edip, bunları alet olarak kullanmaya başlamış.

       Yaklaşık 500 bin yıl önceleri ateş yakmasını öğrenmiş.

       Yaklaşık 50 bin yıl öncelerinden itibaren, mağara duvarlarına resim yapma,

       40 bin yıl önceleri kemikten iğne, 30 bin yıl önceleri mızrak, 18 bin yıl önceleri ok, ve yaklaşık 10 bin yıldan beri de, tuğla, tarım ve hayvancılığın keşfi, çanak-çömlek, vs gibi ürünlerle günümüz bilgisayarlı dönemine uzanan patlamalı bir bilgi oluşturma evresine girmiştir.

 

Grafikte dikkat çeken diğer önemli bir nokta, patlamalı şekilde gelişmeye başlayan bilgi oluşturma ve yeni ürünler oluşturma yeteneğinin (K) noktasında bir bükülmeye uğradığı görülür. O bükülme olmasaydı, insanlık önceki mevcut ivmeyle gelişmeye devam etseydi, bu günkü bilgisayarlı kültür düzeyine, yani (1) noktasına  2 bin yıldan önceleri ulaşmış olacaktı. Peki insanlığı böylesine bir gelişme içinde ilerlemesini engelleyen olay nedir?  O noktada insanlık tarihinde çok önemli bir yanlışlık yapılmış olmalı ki, insanlık günümüzdeki bilgisayarlı kültür düzeyine 2 bin yıllık bir gecikmeyle ulaştı, üstelik yapılan yanlışlığın nedeni hala bulunamadı ve bizler hala birbirimizin kuyusunu kazmakla uğraşıyoruz.

Bu sorunun cevabı devam edilecek bölümlerde ayrıntılarıyla işlenecektir. Ama bir ön bilgi olarak şu ip-ucu verilebilir:

Doğadaki oluşturucu ve yönlendirici faktör her varlığın, her sistemin içsel bileşenlerindedir. Yani siz bir şey düşünüp-yapıyorsanız, içinizdeki hücre ve atomların, çevreden aldıkları bir sinyalle tetiklenmiş ve sizi buna yöneltmiştir. Kalp-durur, beyin hücreleri arası haberleşme kesilirse, hücreler artık bir şey algılayamazlar ve bedeniniz artık hiçbir iş-eylem yapamaz. Yani “ruh” denilen canlılık öğesi kuantsal kökenlidir, ve bilgi denilen bir yönlendirici faktörle kimyasal bileşimlerde gerçekleştirilen değişimlerle sürdürülür. Yani her şey içsel bileşenlerimizde gerçekleşmektedir. Halbuki toplumların sevk-ve-idaresi 4-5 bin yıldan beri tepeden olmaktadır. Tepedekilerde hiç bir güç ve enerji olmadığından onlar halkı farklı yöntemlerle baskı altına alarak insanları yönetmektedirler.  

 

DOM-15k

Sümerlerin Basra yöresine gelmelerinden önceki geçmişi neden iyi bilinmez?

Bilinmez, çünkü jeolojik faktörler hiç dikkate alınmamıştır. Bu nedenle geçmişimizi mantıklı analiz etmek istiyorsak, mutlaka jeolojik verilerden yararlanmak zorundayız.

Kutsallık postuna bürünmüş kişilerce sahiplenilen devlet sistemi

Şekil: Sümerlerin krallar listesi 8 adet tufan öncesi çok uzun ömürlü kral içerir. Tufan sonrası kralların ömürleri ise önce birkaç binli yıllara, sonra birkaç yüz yıl ömürlü krallara düşecek şekilde olduğu yazılır.  (1922 veya 1923de Larsa’da bulunan Weld-Blundell Prism,  Ashmolean Museum, Oxford İngiltere). The translation of the Prism was published that year by Stephen Langdon (1876-1937) who was Professor of Assyriology at Oxford University.

Sümer denilen bir toplumun Basra-Yakınlarında Ortaya Çıkmasıyla tepeden yönetimli DEVLET anlayışı başlamıştır.

Atlantis-Ovası adını verdiğimiz Buzul-devrinin en yaşama uygun ortamı olan Basra-Hürmüz arası, 14 bin yıl önceleri tekrar denizle kaplanmaya başlayınca, ovada yaşayanlar yukarıda açıklandığı üzere başka bölgelere göç ederek kurtulurlar. Ancak Sümer denilen bir kavim yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar adalar üzerinde yaşamına devam eder ve en sonunda onlar da 6-7 bin yıl önceleri Basra yakınlarında karaya çıkarlar.

Sümerlerin tufan öncesi krallar listesi çok ilginçtir, çünkü tufan öncesi dönemde krallık merkezinin önce Eridug adlı bir yerde kurulduğu, sonra buranın düştüğü ve KRAL GEMİSİnin Bad-tibiria’ya götürüldüğü yazılıdır.

Buradaki sözcükleri dikkatlice incelersek:

 “KRALLIK MERKEZİNİN DÜŞTÜĞÜ” = o yerin denizle kaplandığı, (Deniz düzeyinin yükseldiğini bilmeyen insanlar, adalarının suya batmasını başka nasıl ifade eder?)

“KRAL GEMİSİnin Bad-tibiria’ya götürüldüğü” = oradakilerin bir GEMİ ile başka bir yere taşındığı

dolayısıyla bu olayların bir denizel ortamda gerçekleştiği anlamı çıkmaz mı?

Curuppag'da Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. …  Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesi de tamamen jeolojik ve arkeolojik olaylarla uyumludur. Şimdi bunu açıklayalım.

Anadolu’da 12 bin yıl öncelerinden başlayan toplumsal yerleşim yerleri var iken, neden onun Atlantis-Ovasıyla bağlantısını oluşturan Mezopotamya’da 12 bin ile 6 bin yılları arasına ait hiçbir yerleşim yok?

Haritada 9500 yıl öncelerine ait Anadolu ve Mezopotamya (ve Basra körfezi) durumu görülmektedir.

Anadolu’nun merkez oluşturduğu Bereketli Hilal bölgesinde (yeşil alan) 9-10 bin yıl önceleri oluşan ilk yerleşim noktaları görülürken, sarı hatlarla gösterilen Mezopotamya bölgesinde hiçbir yerleşim noktası bulunmadığı görülür. Basra körfezi de henüz denizle tam kaplanmamıştır. Ayrıca Zağros dağları ve Toros dağlarının yüksek kesimlerinde hala buzullar vardır.

 

Dağ buzullarının ergimelerinin en son aşamasına kalan buzul kütleleri en büyük sel felaketlerine yol açarlar, çünkü içi su dolu balon gibidirler (Glacier outburst flood) ve patladıklarında, yıkılan barajlar gibi önlerine çıkan her şeyi sürükleyip denize taşırlar. Zağros ve Toros dağları tepelerindeki buzulların ergimeleri 6 bin yıl öncelerine kadar sürer ve bu nedenle Sarı-hatla çevrelenen bölge yerleşmeye uygun olmaz.

Dağ-buzulları ergimeleri sonucu oluşan bu sel taşkınlarının egemen olduğu bu buzul ergime dönemi sona erip, en son büyük sel taşkınıyla Basra körfezi içindeki en son bir yükseltide yaşayan Sümerler denize gömülen adalarından sallar-kayıklarla kaçarak, Basra kıyılarında karaya çıkarlar ve “denizden iki-ırmak yöresine geldiklerini” belirtirler (Ceram 1972) Ve ondan sonra Mezopotamya denilen sarı-hatlı bölgede insanlar kentler kurarak yaşamaya başlarlar.

Curuppag'da Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. …  Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesinin de tamamen jeolojik ve arkeolojik verilere uyumlu olduğu anlaşılmaktadır.

Yani büyük tufan denilen bir olay söz konusudur ve Sümerlerin krallar listesi verileri buna uygundur. Sadece belirtilen ömürler buna uymaz. Ömürlerin uygun olmamasını temel nedeni, kutsal sayılan hanedanlıkların, halktan kopuk olarak, izole binalarda yaşamalarıdır. Bu nedenle ancak hanedanlık değişirse, krallığın öldüğü fark edilir.

 

Şimdi bu 5 tufan öncesi krallık merkezinin, Meteor-araştırma gemisinin yaptığı Basra körfezinin denizle kaplanma aşamalarını gösteren haritayla birlikte değerlendirsek,

Eridug merkezinin Hürmüz Boğazına yakın yerdeki bir yükseltide (adada),

Bad-Tibira’nın 13-14 bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,

Larag’ın 11-12 bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,

Zimbir’in 8-9 bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,

 Cruppag’ın da 6-7 bin yıl önceleri sulara gömülen Basra’ya yakın bir adada kurulmuş merkezler olduğu ortaya çıkmaz mı?

Bu şekilde herşey jeolojik ve arkeolojik bulgularla uyumlu ve anlamlı olmaz mı?

Çivi yazısı tabletlerde “denizden iki-ırmak yöresine” geldiklerini belirten Sümerler (Ceram 1972), tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılırlar çünkü çıktıkları bölgedeki insanlara göre çok daha gelişmiş bir yaşam düzeyine sahiptirler. Kendilerini “kara başlı halk” olarak tanıtan Sümerler, yaşadıkları ülkeyi “ki-en-gi(-r) = place of the noble lords = asil-soylular-ülkesi” olarak adlandırmışlardır.

Böyle bir ayrım yapılması, asil-soylu, adi-soylu zıtlığının Sümerlerin tarihsel geçmişleriyle ilintili olduğunu gösterir. Nitekim Sümerlerin krallar listesi tabletinde tufan öncesi bir dönem yaşadıkları ve bu dönemde kutsal soylu oldukları için 8 tane çok uzun ömürlü kralları olduğu yazılıdır. Her bir kralın 25-30 bin gibi binlerce yıl hüküm sürdüğü yazılıdır.

 Binlerce yıllık insan ömrü günümüz bilimsel görüşüyle açıklanabilir bir olgu olmadığından, eski zaman insanlarının bilgi ve inanç sistemleri konusunda çok dikkatli olmamız gerekir.

 

DOM-15l

Ahiret Hayatı Kavramı nasıl Ortaya Çıktı?

Sümerler 115 bin yıldan beri Atlantis-Ovası olarak tanımlanan Basra-Hürmüz arası düzlükteki yükseltilerde yaşamışlardır. Buzul devrinde Atlantis-Ovası çok ılıman ve çok verimli bir ova iken, Anadolu ve İran platoları kar ve buz örtüsü altındaydı. O zamanın insanlarının Çakmak taşına ihtiyaç duyması ve bu taşın da Anadolu gibi kar-buz örtüsü altındaki bölgelerden getirilmesi nedeniyle, dünyanın diğer bölgelerinin yaşanılmaz, ama kendi yaşadıkları bu ortamın “cennet” gibi ideal bir ortam olduğunun bilincindeydiler.

Buzul devri sona erdiğinde ve deniz seviyesi yükselerek son sel felaketiyle adaları sulara gömülünce Basra kıyısında bataklık bir ortama çıkarlar. Daha önceki cennet şeklindeki yurtlarına hiç benzemeyen başka bir dünyaya geldiklerini görürler. Eski yaşam ortamları onlar için bir cennet ülkedir. Neden yok olduğunu bilemezler. Cennet ülkeden kovulup, başka bir dünyaya geldiklerini düşünürler. Öteki dünya kavramı bu şekilde Sümerlerce ortaya atılır ve ondan sonraki nesillere Nuh tufanı olayı olarak aktarılır. 

Sümerlerin Krallar listesi tabletinde “Krallık gökten indikten sonra…” ile başlar ve “5 şehirde 8 kral 241 000 yıl hüküm sürdü. Sonra sel silip süpürdü” cümlesiyle tufan öncesi zaman özetlenir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ortada çok büyük bir sel felaketiyle, binlerce yıl sürdürülen bir yaşam sisteminin çok büyük bir sel felaketiyle silinip süpürüldüğü, tüm izlerin yok edildiği vurgulanmaktadır. Bu da “Cenneten kovulma” olarak geleneklere işlenmiştir. 

Sümerler Basra çevresine çıktıktan sonra Eridu, Ur, Uruk gibi ilk kent devletlerini kurarlar. Devlet diye bir sistem ilk defa Sümerlerce 5 bin yıl önceleri Basra çevresinde oluşturulmuştur ve krallarca sahiplenip yönetilmektedirler. Sümerler Devletin gökten gönderilen kutsal soylu ve uzun ömürlü kişilerce sahiplenilip-yönetildiğine inanırlardı. Krallar tüm bölgenin ve üzerinde yaşayan insanların sahibi ve efendisi olarak görülüyordu. İnsanlar krala ait arazide çalışırlar ve üretirler; ürettiklerinin çoğunu efendilerine verirler ve kalanıyla da kendileri geçinirlerdi.

Zombileştirmenin Başlatılması

İnançları gereği, her devletin tepesinde asil-soylu bir kral vardır ve o kral devletin sahibidir. Devlet denilen ve hep tepedeki birilerince sahiplenilen yaşam sistemi böyle başlatılmıştır. Devletin sahipliği ve yönetimi, kutsal özlü sayılan krallara aittir. Halk krala ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Kralın gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Tepedekilere riayeti sağlamlaştırmak adına her millete (devlete) kendi dillerinde bir peygamberle Me adı verilen bir kutsal kitap gönderildiği ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.

Devlet denilen ve tepedeki bir kutsal kişilikçe sahiplenilen sistemde tüm güç tepedeki kralda olunca, tepedekiler bu mali güç sayesinde özel görevliler tutarak, tüm halkı ve onların davranışlarını kontrol etme olanağına kavuşurlar. Halk kendi emeği ile oluşturduğu gücü tepedekilere verince tepedeki halkın “parasıyla” halkı baskı altında tutacak görevliler (asker vs.) tutarak, halkın ayaklanması veya karşı çıkmasını sürekli engellemiştir. İşte o tarihten beri dünyada hak-hukuk kalmamıştır. Tepedekiler bu olanağı sonuna kadar kullanıp, halkı sömürmeye ve kendileri şatafat içinde yaşamaya başlarlar.

Halkın bir zombi gibi davranıp, tepedeki efendisine körü-körüne itaat etmesini sağlamak için gökten kendilerine ilahi mesajlar geldiği, bu kutsal mesajlara uyularak yaşayanların ahiret hayatında çok mutlu bir ebedi hayat yaşayacağı gibi dinsel bilgileri ilk ortaya atanlar da yine Sümer Kralları olmuşlardır.

Bu durum devletler arasındaki mücadelelerde fark yaratır, çünkü kutsal kitap hükümlerine göre yaşayanların ölümden sonraki hayatta cennette yaşanılacağı inancı savaşlardaki askerlerin mücadele azmini muazzam etkiler.

Tüm bu inanç sistemlerinde insanlara şu görüş aşılanmaktadır: Yaratıcının emirlerine göre yaşanırsa öldüklerinde cennete gideceklerdir. Yaratıcının emirleri arasında, onun görüşlerini yaymak için diğer kavimlerle yapılan savaşlarda ölenlerin de şehit olacakları ve cennete gidecekleri şeklinde hükümler bulunması çok düşündürücüdür. Çünkü tüm insanlığın değil, belli kavimlerin çıkarlarının ön plana alındığı açıkça bellidir.

Görüldüğü üzere, dünyadaki son 4-5 bin yıldır oluşan gelişmeler tepedeki efendiler sınıfının siyasi ve ekonomik çıkarları dikkate alınarak, tepedeki zümrelere itaatkâr insanlar yetiştirecek şekilde planlanmıştır. Halk genelinin huzur ve refahını sağlamak hiç ön planda olmamıştır. Yani farklı dinsel inanç sistemlerinin tamamen pasif ve itaatkâr insan yetiştirmek amacıyla ortaya çıkarıldıkları anlaşılmaktadır.

Bu yapılırken insanlara “hırsızlık yapmamak, insan öldürmemek, vs.” gibi iyi niyet kavramları sunulmuştur. Ancak bu iyi niyet terimlerinin tüm insanlık için olmadığı aşikardır, çünkü, inandıkları kutsal kitap görüşünü yaygınlaştırmak için başka kavimleri öldürmek sevap sayılmakta, cennetle ödüllendirilmektedir.

Zombi yapma hatalı bilgi öğretilerek yapılır. Şöyle ki: bilgiye hasret olana insanlığa şu tür bir inanç sistemi belletilmiştir: “tepedekinin isteği doğrultusunda yaşayanların öteki dünyada ebedi bir cennet hayatı sürdüreceği şeklinde” bir görüş gelenekselleştirilmiştir. Bu görüşün “TEPEDEKİLERE İTAAT ETMEYİ TEŞVİK ETMEK”ten başka ne amacı olabilir?

Kutsal görüş uğruna savaşırken ölenlerin “şehit” olacakları ve öteki dünyada cennete gidecekleri vaadi tepedeki efendilerin ganimetçilik hırslarının bir göstergesi değil midir?

Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin, insanlara öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır?

 

  Sümer krallar listesi tabletlerinde görüldüğü üzere, Sümerler “Oluşturma – Yönlendirme – Sahiplenme” konusunda tamamen dışsal bir sistemin doğada egemen olduğu şeklinde bir görüşe sahipler. Ve bu görüş önceki 13 bölümde aktarılan jeolojik-astrofiziksel-biyolojik-nörofizyolojik gibi doğa-bilimsel verilere tamamen terstir.

Sümerlerin oluşturduğu bu yaşam modeli insanların yaşamında maalesef çok etkili olmuştur. Günümüzde de hala tüm devletler hep tepedekilerce sahiplenilmeye devam edilmektedir. Anadolu kültürünün ürünü olan ahilik gibi meslekler arası örgütlenmeye dayalı toplumsal sistemler hep bastırılmıştır.

 

DOM-15m

Doğada "tepeden yönetim", "tepeden icazet alma" gibi hiçbir şey yoktur, çünkü enerji denilen bir eylem yapma-erki sadece en tabandaki kuantsal sistemde vardır. Bu nedenle her varlık içsel bileşenlerine bağımlıdır.

 Doğada her varlık nasıl davranması gerektiğini kendi deneyimlerine göre kendi belirler. 4-5 bin yıl öncesine kadar insanlar da böyle yaşamışlardır. Ama 4-5 bin yıldan beri insanlara tam ters yönde bilgi verilerek mantıkları çarpıtılmış, kul-köle yapılmışlardır.

 Kuantsallıktan Kutsallığa sapma

İnsanlığın kültürel gelişim grafiği insanlığın ne zaman “doğal” = “doğru” yolda ilerlendiğini, ne zaman bu doğal güzergahtan sapıldığı çok net olarak göstermektedir.

 (K) noktası, kuantsallık güzergahında gelişen insanlık kültürünün, tepedeki kutsal kişilerce sahiplenilen devlet-sistemine sapma noktasıdır.

Bu sapma tam anlamıyla bir doğru yoldan yanlış yola sapma olayıdır. Yani gelenek-göreneklerimizin bozulmaya başladığı zamandır.

Şöyle ki:

4500 yıl öncelerine kadar insanlar HÖYÜK denilen ortak yaşam yelerinde kendi evlerinde yaşamışlar, öldüklerinde evlerinin tabanında (veya ortak bir mezarlıkta) açılan bir çukura gömülmüşlerdir.

Ama Kutsallık postuna bürünmüş kralların sahiplendiği DEVLET sistemine sapıldıktan sonra, insanlık artık özgürlüklerini kaybetmişlerdir. Bunu kesin olarak söyleyebiliriz, çünkü Leonard Woolley’in 1920-1930’lu yıllarda antik Ur-kentinde yaptığı kazılarda şunlar gözlenmiştir:

Kraliyet mezarlarında ölen kral veya kraliçe tüm malı ve mülkü ile gömülmüşlerdir. Gömütler arasında sadece değerli eşyaları değil, müzisyenleri, at-arabaları ve sürücüleri, onlarca kadın ve erkek hizmetçi, vs. bulunmaktadır. Bu insanlar EFENDİLERİYLE mezara gömülmüşler ve üzerleri toprakla örtülmüştür.

Kuantsallık Dönemi

 İnsanlık 5 bin yıl öncesine kadar çok hızlı bir kültürel gelişim sergilemiştir, çünkü o zamana kadar toplum karşılıklı ortak yaşam sistemi olarak kabul edilmiş ve herkes kendi yaptığı işi en iyi şekilde yaparak, çevresindekilere en iyi hizmet verecek şekilde davranmıştır. Yani toplum herkesin yaptıklarıyla gerçekleşen daha rahat bir yaşam sistemi olarak görülmüştür, çünkü yalnız başına yaşanılınca “Robinson hayatından” ileriye gidilemeyeceği aşikardır.

Höyük şeklinde yaşam süren toplumlar karşılıklı olarak birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları bilinciyle yaşarlar. Birbirlerini rakip olarak değil, hizmetlerine ihtiyaç duyulan yaşam ortakları olarak görürler. Çünkü değirmenci olmazsa un olmaz; madenci olmazsa kazma-kürek yapılamaz; Kazma-kürek olmadan sebze-meyve-tahıl yetiştirilemez; dokumacı olmazsa elbise yapılamaz, çömlekçi olmazsa su taşınamaz, yemek pişirilemez, vs. Tüm bunların hepsini tek başına yapmak ise, hem çok verimsiz olur, hem her insanın her işi yapacak doğal yeteneği yoktur. Bu nedenle höyük yaşamlı insanlar dinamik sistemli, yani karşılıklı etkileşime ve tabana dayalı olarak yaşamışlardır.

Bu basit gerçeği görmemek olanaksızdır. Ve Bereketli Hilal’de HÖYÜK kültürü içinde yaşayanlar bunun farkındadırlar. Bu gerçeğe göre yaşayan insanların Bereketli Hilal’de bulunduğu höyük kültürü oluşumlarıyla kesin olarak anlaşılmaktadır.

 Ama kutsal (asil) soylu ve adi soylu gibi ırkçılığa dayalı bir kavramın oluşturulması ve bu asil soyluların toplumların yönetimini ele geçirmeleriyle insanların mantıksal sistemleri alt-üst olmaya başlar.

Toplumlar artık birer mal-mülk gibi görülmeye, alınıp-satılmaya başlanır. Kulluk-kölelik dönemi başlamıştır. 

DOM-15n

Atlantis-ovası 2 zıt hayat görüşlü toplum oluşumuna yataklık etmiştir: 1-yaratıcılığı beden içi öğelerde varsayan, 2- yaratıcılığı beden dışında varsayan

Birincisi Atlantis-Ovasının düzlüklerinde yaşayan insanların yaklaşık 12 bin yıl önceleri başlatılan göçlerince oluşturulan ve Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerinde yeşeren ve yaklaşık 4-5 bin yıl öncelerine kadar Anadolu’da egemen olan kültürdür;

 

İkincisi, Basra-Hürmüz-Ovasının Hürmüz boğazı yakındaki (Eflatun’un Atlas denizi dediği) eski göl üzerindeki adalarda yaşayan kavim veya kavimlerin oluşturdukları kültürdür.

 

Bu göldeki adalarda yaşayanların, deniz yükseldikçe, daha kuzey-batı yönlerindeki adalara göç ederek, sürekli adalar üzerinde yaşamaya devam ettikleri Sümer krallar listesi kayıtlarından anlaşılmaktadır.

Şöyle ki:

 

Tufan öncesi ilk Sümer krallığı Eridug’dadır; sonra Eridug düşer (batar) ve krallık gemisi Bad-Tibiria’ya götürülür.

Sonra Bad-Tibira düşer (batar) ve krallık Larag’a götürülür;

Sonra Larag düşer (batar) ve krallık Zimbir’e götürülür;

Sonra Zimbir düşer (batar) ve krallık Cruppag’a götürülür;

Ve en son tufandan sonra da İki-Irmak (Basra) yöresine çıkılır.

Anlaşılacağı üzere, Sümerler sürekli olarak adalar üzerinde yaşamışlar ve en son ada da batınca, Basra yöresinde karaya çıkmışlar.

Adalar üzerinde yaşayan Sümer kültürü ile, ova düzlüklerinde yaşayanların zaman içinde farklı kültürler geliştirdiği anlaşılmaktadır. Önceki bölümlerde belirtildiği üzere, ova-düzlüklerinde yaşayanlar karşılıklı-ortaklık ve hizmet-alışverişlerine dayalı (yani günümüz tanımıyla kuantsal sisteme uygun) bir kültür geliştirmişlerdir. Halbuki Sümerler asil-soyluluğa (kutsallığa) ve tepeden yönetime dayalı otoriter sistem kültürü oluşturmuşlardır.

Bu nedenle Kutsallık Kuantsallığın tam tersidir.

Sümerlerin Krallar listesi tabletinde görüldüğü üzere, Sümreler toplumları tepedeki kutsal kişilerce güdülmesi gereken hayvan sürüleri olarak görmüşlerdir.

Asil soylular her şeyin sahibidirler, insanlar onlara hizmet için yaratılmıştır. (Çamurdan yaratılış konusunu hatırlayın.)

İşte insanların “doğru yoldan sapmaları” bu şekilde asalete bağlı tepeden yönetim sisteminin hayata sokulmasıyla başlatılmıştır.

Zaman geçtikçe insanlar biraz daha “akıllanmışlar” ve kulluk-köleliğe isyan ederek, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” hakları talep etmeye başlamışlardır. Asil kralların yerini “lider” denilen insanlar almışlardır.

Ama tepeden yönetim sistemi hep korunmuştur. Zamanla asil insanın yerini zengin insan almıştır. 

Şimdi bir soru: İnsanlık 4500 yıl öncelerine kadar neden çok hızlı bir gelişim gösterebildi?

 İnsanlık doğadaki dinamik sistemler fiziği kurallarına uyarak,

1.   Maksimum Enformasyon Prensibini uyguladı ve patlamalı (üstel = eksponansiyel) bilgi oluşturma evresine geçti.

2.   Yine dinamik sistemler fiziğinin zor durumlar karşısında karşılıklı uzlaşmaya giderek bir ortak görüşte birleşti ve güçler üst-üste çakışarak bir güç-KUDRET sistemi oluşturuldu.

İnsanların 4500 yıl öncelerine kadar karşılıklı-etkileşimlere ve bilgi oluşturmaya dayalı bir gelişim içinde olduğunun delilini Göbekli Tepe ve diğer Anadolu- höyüklerinde ortaya çıkan arkeolojik verilerden çıkartabiliriz. Şöyle ki: gerek Göbekli Tepede gerek Çayönü gibi eski höyüklerde kafataslarına çok önem verildiği görülmektedir. Neden? Çünkü “bilgi” denilen düşünce ve davranış belirleyicilik faktörünün kafa-içinde olduğunun farkındadırlar.

Göbekli Tepelilerin “Bilgiye” önem verdiklerini gösteren diğer bir veri de, insanı tasvir eden T-şeklindeki sütunlardır. Sütunlar insanı simgelediklerine göre, bu sütunlar atalar-kültü geleneğinin söz konusu olduğu anlamına gelir. Atalara saygı ise, çoğu bilgilerin atalardan devralındığının bilinmesidir ki, yine o eski zaman insanlarının “bilgi” edinmeye verdikleri önemi akla getirir.

Sonra insanlığın düşünce sisteminde çok büyük bir hata oluşmuş olmalı. İnsanlık tabana dayalı, içsel faktörlerle (yani Doğa-İçi-Güç sistemiyle) değil de, dışsal bir Doğa-Dışı-Güç-sistemiyle yaratılıp-yönlendirildiği şeklinde bir görüşle Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) etkisi altına girmiş olmalı. Çünkü TBÖlü sistemler tüm toplumsal ve ekolojik sorunların kaynağıdır ve bu nedenle insanlık o zamandan beri hem doğal sisteme zarar verecek tarzda davranmaktadır hem de toplumsal sorunlar yumağı içine sürüklenmiştir. Ve hala da bu sorunlar içinde boğularak yaşamaya devam etmektedir.

Tabana dayalı, yani dinamik sistemli yaşam görüşünden, tepeye bağımlı efendi-kul ilişkili sisteme geçişin ne zaman gerçekleştiği konusunda iki farklı yoldan bilgi edinmek mümkündür.

Birincisi Höyüklerin incelenmesinden geçer. Şöyle ki:

Kültepe arkeolojik verilerinin sunduğu olanak: Kültepe’de iki farklı yerleşim vardır. Biri yerel halkın yaşadığı eski tarihli höyük kesimidir; diğeri MÖ 2000’li yıllardan sonra kurulan Karum adlı yeni yerleşimdir. Eski yerleşimde tüm evler birbirlerinin benzeridir. Yeni yerleşimde ise insanlar arasında zenginlik düzeyine bağlı farklı yapılar, saraylar vs. Vardır. Dolayısıyla doğal sistemin tapulanması ve sahiplenilmesinin başlatıldığı, zenginlerin “Efendiler” olarak farklı muamele gördükleri anlaşılmaktadır.

İkinci yöntem, insanlık tarihindeki gelişimlerin hızlarındaki değişimlere bakmak: Şöyle ki:

İnsanlığın kültürel gelişim tarihi bir grafik tabloda izlendiğinde şekildeki gibi bir görüntü ortaya çıkar.

 

Grafikte görüldüğü üzere insanlığın bilgi oluşturma hızı yaklaşık 50 bin yıl önceleri patlamalı (üstel=eksponansiyel) yükselme aşamasına (II. Evre) geçmiştir ve (1) nolu güzergah boyunca ilerlemektedir. Ama (K) noktasına gelindiğinde (yani yaklaşık 4500 yıl önceleri) bu hız, ilerlemesi gereken güzergahtan sapar ve daha yavaş bir hızla (III. Evre) devam eder. Bu da 4000 yıl önceleri insanlığın düşünce ve davranış sisteminde çok önemli bir olay olduğunu gösterir. Bu olay ise doğal sistemin yönlendiricilik faktörünün tabana bağlı, karşılıklı etkileşimli olmaktan alınıp, tepedeki bir sisteme tepeye bağımlı kılınmaya başlanmasıdır.

 (Bir ara bilgisi daha: III. Evredeki yavaş gelişme, yaklaşık 5 asır önce Rönesans-reform geçiren toplumlarda tekrar yükselişe (IV. Evre) geçişe olanak sağlarken, böyle bir Rönesans ve reform yapamayan toplumların hala III. Evre hızıyla yaşamaya devam etmekte oldukları görülmektedir.)

 

Yani yaklaşık 4-5 bin yıl öncelerine kadar:

•         İnsanlar arasında eşitlik ve kardeşlik-arkadaşlık ruhu var; kimse diğerinden üstün görülmüyor,

•         Doğa ile iç-içe ve tüm doğal sistemle birlikte karşılıklı ilişkili bir hayat yaşanıyor,

•         Doğa ve dünyanın parsellenip sahiplenilmesi gibi bir durum yok.

 

Doğal sistemde krallık, efendilik, ağalık, uşaklık vs. yoktur. Örn. Bedenimiz 60 trilyon hücreden oluşur. Bu hücrelerin bir kısmı kalp, bir kısmı, böbrek, bir kısmı bağırsak gibi farklı organlarda görev almışlardır. Bu organlardaki hücrelerden biri, diğer organlardaki hücreleri kendinden üstün veya aşağı olarak algılar mı? Kesinlikle “hayır”, çünkü hepsi bir beden ortaklığı içinde bir araya geldiklerini bilirler ve birbirleriyle sürekli bir haberleşme ve yardımlaşma içindedirler.

Ama insanların oluşturdukları bu çarpık “devlet” sistemi içinde, bazı meslekler hor görülürken, bazıları çok saygın kabul edilirler. O zaman bu insanlar nasıl gerçek bir toplum oluşturabilirler?

Bir toplum içindeki tüm insanlar değerlidir. Her bir insanın farklı olması, toplum hayatında binlerce farklı meslek olması nedeniyledir. Hücreler herkesi müzisyen veya matematikçi yetenekli yapsaydı, balıkçı, hamal vs. gibi meslekleri kim yürütürdü? 

5 bin yıldan beri insanlığın kültürel gelişim hızında düşme görülmesinin nedeni ise şu olmuştur:

Toplum hayatı tepedeki birileri tarafından sahiplenilince,

Halk topluma sahip çıkmamış,

Kamu malları hor kullanılmaya başlanmış,

Tepedekilere yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,

Halk bilgisiz bırakıldığından verimli üretim olmamış,

İnsanlar arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine yabancılaşmışlar,

Hak ve hukuk sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,

 “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” sistemi oluşmuş,

Yani günümüz toplumlarında görülen tüm toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet” denilen tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.

MÖ 650lerde hüküm süren Ashurbanipal’in Ninova'daki kraliyet kütüphanesindeki yazıtı: “Ben, Ashurbanipal, evrenin kralı, tanrıların zeka bahşettiği, bilimsel bilgi edinmenin en uzlaşmacı ayrıntıları için delici zeka sahibi, bu tabletleri hayatım ve ruhumun refahı için Nineveh'teki kütüphaneye, kraliyet ismimin temellerini sürdürmek için yerleştirdim.” —

Görüldüğü üzere, devletlerin başına geçenler kendilerinin özel yaratılmış kişiler olduğuna inanırlar ve halklarını da inandırırlar.

İnsanlığın kültürel gelişim eğirişinde “Reform” güzergahı olarak işaretlen bir hızlı gelişme görülür. Bu hızlı gelişmenin nedeni, tepedekilerin halkı tam dışlamayıp, “özgür düşünme ve fikir üretme, eşit haklara sahip olma, toplumun insanların vergileriyle sürdürülebildiği, vs“ gibi yukarıda sıralanan olumsuz faktörlerin bir kısmının ortadan kaldırılmasıyla sağlanmıştır. Ama tepeden sahiplenilen “devlet” anlayışı korunmuş olduğundan, kendi halkını değil de, komşu devlet halklarını sömürme işlemleri aynen devam etmektedir.

Karşılıklı etkileşim ve tabandakilerce yönlendirilme sadece insanlar arasında değil, insan ve tüm diğer varlıklar arasındaki ilişkileri de kapsar. İnsan hücreleri çevredeki tüm diğer organik ve inorganik varlıklarla etkileşim içindedir, çünkü besin kaynağını doğadaki moleküller oluşturur. Doğadaki moleküller ise çevredeki değişim-dönüşümlerden etkilenerek sürekli değişirler. Bu değişimler doğrudan insan sağlığını etkiler. Şöyle ki:

Beslenme ve bağırsak florası sindirim sistemini bozabilmekte, bunun sonucu bağırsak hareketlerini düzenleyen sinirsel sistem bozulmaktadır, Obata, Y. et al. (2020).

Hücre içinde bozulan proteinlerin yok edilmesini sağlayan organeller aşırı ozmotik basınçla zarar görmekte, hücre sağlığı bozulmaktadır. Yasuda, S. et al (2020)

Sindirim sistemindeki mikro-organizmaların salgıladıkları kısa-zincirli-yağ-asitleri insanların iç-saat sistemini etkilemektedir. Gün-ışığı döngülü davranışlı olan mikro-organizmalar beslenme tarzları onların iç-saat sistemlerinde değişiklik yapmakta, bu da doğrudan beden sağlığına yansımaktadır, kalp hastalıkları, kanser, zihinsel bozukluklar, vs. Tahara, Y. (2020)

 

 DOM-15n

Asil-soyluluk, Irkçılığa yol açar ve asil soylu olduğunu savunan Bozkır-Göçebe-yöneticileri istilacılığa başlarlar 

Asil soy diye bir şey yoktur, çünkü her insan farklı bir yetenekle donatılır. Her insan aynı olsaydı, binlerce farklı meslek nasıl yürütülürdü?

Hint-Avrupa veya İndo-German dil grubunun ortaya çıkışı ve eski kültürleri istila etmeleri

Avrasya bozkırı, Karadeniz’in kuzeyinden (Ukrayna’dan) başlar ve Kazakistan’ı doğusuna kadar uzanan çok geniş bir bölgeyi kapsayan devasa bir düzliktür.r. Arazi deniz seviyesinden çok az bir yüksekliktedir. Kuzey bölgesinde bulunduğundan iklimi serttir, yağış azdır Bu nedenle çayır ve bodur bitkiler egemen bitki örtüsüdür. Bu tür bitki örtülü alanda da ona uygun hayvan topluluğu yaşar. Dolayısıyla insanların geçim kaynağı ziraat ve hayvancılık olmuştur.

Atlar bu bölgede yaşayan hayvanlar arasındadır ve yaklaşık 5500 yıl önceleri evcilleştirilmiştir.

Tunç devri başında at gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı hayvanın evcilleştirilmesi, toplumlar arası ilişkileri çok hızlandırır. At gibi hızlı bir hayvanın evcilleştirilmesi tunç gibi çok sert ve dayanıklı maddenin yaşama girmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur. Bu kolaylaştırma özellikle askerlerin yiyecek-giyecek-yatacak gibi çok gerekli ve karşılanması zor konularda muazzam olanak sağlamasıyla ilgilidir. Atın eti ve sütü yiyecek ihtiyacını, atın çektiği bir araba giyecek ve çadır gibi konaklama gereksinimini karşılamaktadır. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumlar muazzam bir fark yaratırlar.

Mezopotamya, Anadolu gibi bölgelerde yaşayanlar genelde sürekli yerleşik bir toplum hayatı sürdürürken, Karadeniz kuzeyindeki ve Orta-Asya’daki steplere genelde göçebe hayatı daha yaygındır. Göçebe hayatında at en önemli unsurdur, çünkü yer değiştirmede çok kolaylık sağlar. Dolayısıyla kuzeyin steplerinde yaşayan toplumlar savaş tekniğinde daha avantajlıdırlar.

Tunç gibi sert ve dayanıklı maddenin keşfiyle zırh-mızrak gibi güçlü silahların ortaya çıkışı ve at gibi hızlı koşan ve ağır yük taşımaya uygun havanın evcilleştirilmesi dünyadaki dengeler hızla değişmeye başlar.

Yaklaşık 5 bin yıl öncelerine kadar Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da etkili ve egemen olmuştur. Ama 5300 yılından sonra bu bölgelerdeki dengeler değişmeye başlar.

Çünkü:

Sümerler asalete dayalı tepeden yönetilen ve sahiplenilen Devlet sistemini ortaya çıkarırlar. Bu sistem dünyanın parsellenip sahiplenmesi anlamına da gelir. Asil soyluluk liderleri megalomanyak yapar ve güçsüz çiftçilerin ülkelerinin yağmalanması ve sahiplenilmesi dönemi başlar. Bu dönemin Hint-Avrupa dilli Yamnaya göçebelerinde başlaması, at bibi çok hızlı bir hayvanın bu bozkırlarda evcilleştirilip, asil soylu efendilerin hizmetkarı olduğuna inanan bölge halkını güçlü duruma getirmiştir. Ve ganimetçiliğe dayalı devlet oluşumları ve sürekli savaşan bir dünya hayatı bu şekilde başlatılmış olur.

 

Haritada Yamnaya-göçebelerinin Avrupa’ya göç güzergahında bulunan Tollense adlı bir yer gösterilmektedir. Bu noktada 1996 yılında tamamen şans eseri çok eski bir katliamı yansıtan bir kemik bulunmuştur.

Bunun üzerine o nokta civarında kazılar yapılarak bu kemiğin çok büyük bir savaşın delili olduğu ortaya çıkmıştır.

1996 yılında Almanya’nın Mecklenburg eyaletindeki Tollense Deresi vadisinde üst-kol-kemiğine bir çakmaktaşı saplanmış haldeki bir kalıntı amatör bir arkeoloğun dikkatini çekmiştir.

Sonra 2009 -2015 yılları arasında bölgede arkeolojik kazılar yapılmış ve 3-kmlik bir dere şeridi boyunca o yörede korkunç bir savaş (Tollense river battle) yaşandığı ortaya çıkarılmıştır.

2013 yılında bölgede yapılan jeomagnetik araştırmalar savaşın gerçekleştiği alanda 120 m. uzunluğunda bir köprü bulunduğunu ve savaşın bu köprü çevresinde yoğunlaştığını göstermiştir.

Kemik ve dişlerde yapılan stronsiyum, karbon ve oksijen izotop analizleri insanların o bölgenin yerlisi mi yabancısı mı olduğunu gösterebilmektedir. Bu tip analizlerin sonucunda, savaşan taraflardan birinin yerel toplum olduğu, diğerinin ise çok uzaklardan gelmiş olduğu anlaşılmıştır. Gene izotop analizleri uzaklardan gelmesi gereken savaşçıların “darı= millet” ile beslenmiş olduklarını göstermektedir. Bu “darı = millet” bitkisinin ise 8-10 bin yıl önceleri Çin gibi Doğu-Asya’da yetiştirilmeye başlandığı, 5 bin yıl öncelerine doğru Karadeniz kuzeyine kadar yayıldığı bilinmektedir.

Savaş alanında çok sayıda at iskeleti bulunmuştur. At yaklaşık 5 bin yıl önceleri Kazakistan’da evcilleştirilmiş ve ondan sonra da Yamnaya göçebelerinin kullandıkları en önemli binek hayvanı ve savaş yardımcısı olmuştur.

Tollense savaşı tam bir katliam savaşıdır çünkü bir tarafta sadece çiftçilikle geçinen ve ellerinde ziraat aletlerinden başka bir şey bulunmayan toplum mensupları vardır. Diğer tarafta örgütlü bir savaş ordusu vardır. Üstelik bu örgütlü ordu sadece silahlı erlerden değil, atlı-süvarilerden oluşmaktadır.

İşte Yamnaya-göçebeleri Avrupa’yı böyle istila etmişler ve indo-german dilini ve kültürünü Avrupa toplumlarına böyle kabul ettirmişlerdir. Hint-Avrupa dili etkisini kabul ettiremedikleri tek toplum Bask toplumu olarak hala direnmektedir.

 

DOM-15p

Toplumların yönetimi EN GÜÇLÜlere bırakılınca, GÜÇ SAHİPLERİ dünyayı yağmalamaya başlarlar.

 İkinci Örnek: Hitit istilası

İndo-german dil grubundan başka savaşçı toplumların, barışçıl güney toplumlarını istila etme örnekleri

 10-12 bin yıl önceleri Basra-Hürmüz (Atlantis) ovasından göçerek bakir Anadolu topraklarının ilk yerleşik sakinleri olan Göbekli-Tepe’li, Çatalhöyük’lü, Çayönü’lülerin torunları olan Truva’lılar, Luviler, Hattiler gibi aglütine (bitişimli) dil konuşan toplumlar tarım-hayvancılık-ve diğer sanatsal işlevlerle yaşarken, MÖ 1700lerde kuzeyden gelen indo-german dilli Hititler adlı savaşçı bir toplumun istilası yaşanır. Bu savaşçı toplum Hatti ülkesi merkez olacak şekilde Anadolu’nun büyük bir kısmını egemenlikleri altına alan ve MÖ 1200lere kadar süren bir devlet kurar. Sonra zaman içinde diğer yerli halklarla harmanlanarak tarihten silinirler.

Üçüncü örnek: Pers (Fars) istilası

Doğu bölgemizdeki istilacıları da bilmemiz gerekir. İran platosunun ilk sakinleri Azeriler, Elamlılar, Afşarlar, Kaşkaylar, Halaçlar gibi aglütine dil konuşan kavimlerdir. Günümüz iran devletinin dili Persçe (farsça) indo-german dil grubundandır ve persler de yaklaşık 4 bin yıl önceleri kuzeyden gelerek İran platosuna yerleşmiş bir istilacı kavimdir.

Anadolu’nun doğusunda bulunan Atlantis-Ovalıların toprakları MÖ binlerde yine kuzeyden gelen İndo-german dilli bir kavim tarafından (Persler) istilaya uğrar. Perslerin kurduğu ilk devlet Med-krallığıdır ve Anadolu’nun Doğu kesimini de istila eder.

Farsça ya yakın dil konuşan Kürtler ya o zaman oralara yerleşirler veyahut fars kültürü etkisi altına giren yerli halktırlar. Aynen batı Anadolu ve Ege bölgesi yerli halkının Yunan kültürü etkisi altına alınmış olmaları gibi Kürt halkının da pers kültürü etkisine girmiş olması çok büyük bir olasılıktır. (Yunan istilası ve yerli halkları baskılamaları bir sonraki bölümde sunulacaktır.)

Gürcüler, Lazlar, Çerkezler, Çeçenler, Dağistanlılar ise aglütine dillidirler dolayısıyla yerli kavimlerdir.

 

Dördüncü örnek: Yunan istilası

       Bizler geçmişimizi bilmezsek, “Su başlarını tutan canavarlardan” kurtulamayız.

Herodot’un meşhur tarih kitabında şunları yazdığını biliyor muydunuz?

“Batı Anadolu’da Yunan kolonileri kuranların içinde hiç kadın yoktu, erkekler Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Greklerin Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un  Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Grekler Karya’ya hâkimdiler ama halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı” (Zangger 2019)

Aşağıda biz Anadolular ve komşularımız için dikkat edilmesi ve bilinmesi gereken önemli noktalar vurgulanacaktır.                                                                         

Yamnaya Göçebeleri Sümerlerin ortaya koydukları güçlü krallık sistemleri ve de hızlı at-arabaları sayesinde muazzam bir istila gücüne kavuşurlar. Halbuki ilk Atlantis-Ovalı göçleriyle dünyaya yayılmış topluluklar hala karşılıklı hizmet-alışverişleriyle, tepede bir güç merkezi olmayan bir hayat sürdürmektedirler.

Hint-Avrupa dilli kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri 5 bin yıl önceleri başlar.

Tepedeki krallar paralı askerleriyle kolayca tüm Avrupa ve Asya’daki krallıksız toplumları istila etmeleri pek kolay olur ve İndo-german dilli toplumlar dünyaya egemen olmaya başlarlar.

Hint-Avrupa (İndo-german) kültürü Ukrayna- Kazakistan arası bölgede 5500 yıl önceleri oluşmaya başlar. At gibi hızlı ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi, yaşamı çok hızlandırır. Çünkü tunç gibi çok sert ve dayanıklı madde At gibi bir hayvanın evcilleştirilmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur.

Kuzeydekiler özel yetiştirilmiş paralı askerler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler eşeklerin çektiği arabalarla işlerini görebilirler. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya göçebeleri yağmacılığı oluşturulur.

Birkaç asır önce, Devlet denilen tepeden sahiplenici ve yönlendirici hayat görüşü Yamnaya Toplumu ile birlikte düşünülünce, yanına birkaç bin paralı asker toplayan kabileler (devlet sahipleri) karşılıklı ortaklık içinde yaşayan barışçıl toplumları kolayca istila etmeye başlarlar.

Biz Anadolular için batımız ve doğumuzun hangi indo-german dilli kavimlerin istilasına uğradığını bilmemiz gerekir.

Batıda Yunanlılar 3600 yıl önceleri kuzeyden Ege bölgesine inerler ve Atlantis kökenli yerli halkın (Pelasg’ların) tepesine çökerler. Önce Girit adasında gelişmiş olan Minos uygarlığını yerle-bir ederler. 

Sonra Bodrum, Efes, İzmir, Bergama, Truva gibi önemli ticaret merkezlerini ele geçirirler.,

Herodotos’a göre (1.146) Batı Anadolu’da Grek kolonileri kurulurken işin içinde Yunanistan’dan hiçbir kadın yoktu, erkekler de Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Karya’nın şehirlerinde doğmuş ünlü Greklerin yarı Karyalı olduğu ve Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un (1.171) Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Her ne kadar bu dönemde Grekler Karya’nın kıyı kentlerine hâkim idiyse de, halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı. (Zangger 2019)

Sonra Karadeniz’e geçip, Sinop, Giresun, Trabzon gibi kentlerde ticaret merkezleri kurarlar. Vs 

MÖ 334de Büyük İskender fetih ve istilalara başlar, bir yıl sonra Anadolu, 2 yıl sonra Suriye ve Mısır, 3 yıl sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl sonra Türkmenistan ve Afganistan ele geçirilir ve 8 yıl sonunda Hindistan’dadır.

Bir kralın 8 yılda Balkanlardan Hindistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır? Bunun olması devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması, halkın devleti hiç sahiplenmemesi gerçeğinden kaynaklanır.

Bulgarlar türk kökenlidir ve Anadolu’daki Türkmenler (aleviler vs) ile birlikte eskiden beri balkanlarda yaşamaktadır. Sonradan slav kültürü etkisine girmişlerdir. Benzer şekilde balkanlardaki, batı Avrupa’daki birçok ulus sonradan slavlaştırılmış, germanlaştırılmış, abglo-saksonlaştırılmış, vs. Batı Avrupa’da kendi öz benliğini koruyan tek Bask toplumu kalmıştır.

 

DOM-15q: Kim uygar, Kim Barbar?

Tüm insanların ataları birer zenciydi. 50-100 bin yıl önceleri dünyaya yayıldılar ve değişen çevre faktörleri nedeniyle farklı renk ve görünüşlere dönüştüler. Kendilerini uygar gören devletler atalarının ülkelerini sömürge yaparken, zencileri köle olarak alıp-satarken bu gerçeği hiç düşündüler mi?

 

Yamnaya kültürünün temsilcileri olan Hint-Avrupa dilli kavimlerin kendilerini “uygar” olarak, diğer toplukları ise “barbar” olarak tanımlayarak o bölgelerin ilk sakinlerini aşağılamaları, dünya insanlığı için ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunun tarihsel bir belgesidir.

Yukarıdaki haritada günümüzün en gelişmiş devletleri olan Avrupalıların köklerinin Avrasya bozkırlarının 5 bin yıl önceki göçebe kabileleri oldukları görülmektedir. Onlardan önce Avrupa’da yaşayanlar ise, uygarlığı ilk başlatan aglütine-bitişimli dilli Atlantis-Ovası göçmenleridir. Yamnaya-kültürünün oluştuğu bölgede 3 - 4 bin yıl önceleri büyük bir iklim değişikliği olmuş olmalı ki, buradan 4 bin yıl önceleri Hititler Anadolu’ya, 3 bin yıldan önceleri persler günümüz İran bölgesine, 3600lerde yunanlar Ege bölgesine inmişler ve yerel toplumları Tollense- katliamına benzer şekilde kırmışlardır. Girit adasındaki Minos uygarlığının yok edilişi bu katliamın bir göstergesidir.

Avrupalıların kendilerini uygar, onlardan önce orada yaşayanları barbar olarak görmelerinin en belirgin delillerinden birini istila ettikleri halkın kültürünü yok varsayıp, kendi kültürlerini, kendi dillerini onlara empoze edip, eski kültürlerin yok olmasını yol açmalarıdır. Girit’te (Minos uygarlığında) “Linear A” denilen bir alfabe kullanıldığı bilinmektedir. “Linear A” Kıbrıs ve Limni gibi diğer ege adalarında da kullanılmaktadır. Ancak bu alfabe, değişik bir dil-grubuna uygundur. Bu dilin aglütine bir dil olması gerektiği aşikardır.

Arkeolojik kazılarda hem “Linear A” tipi belgeler, hem de Yunanlıların değiştirdikleri “Linear B” alfabesiyle yazılan belgeler bulunmaktadır. Günümüz bilim alemi indo-german dilli Avrupalıların egemenliği altında olduğundan, “Linear A” alfabesinin çözülemediği, “Linear B”   alfabesi belgeleriyle işlemler- yorumlar yapılmaya devam edilmektedir. Bu eski kültürlerin dillerinin aglütine olduğu gerçeği günümüz dünyasında bu şekilde hasır-altı edilmiş olmaktadır.

Yunan denilen kavim, MÖ 2000li yıllarda kuzeyden saldırarak ege bölgesine gelmişlerdir, bu durum genetik haplogrup analizleri sonucu kesinleşmiştir. Halbuki Anadolu ve tüm Akdeniz ülkeleri halkı, 10 bin yıl önceleri, Atlantis-ovasından göçerek o topraklara yerleşmişlerdir. O toprakların ilk sakinleridiler, çünkü daha önceki zamanlarda bu ülkeler buzul devri nedeniyle çok tenha idiler ve sadece neanderthal insanları mağaralarda yaşıyordu. Ama Atlantis-ovalılar tarım-ve hayvancılığı keşfeden ilk uygar insanlar olarak Anadolu ve Avrupa’ya uygar yaşamı getirmişlerdir.

Durum böyle iken Heredot tarihi başta olmak üzere, tüm tarih kitaplarında Yunanlılar uygarlığı getiren toplum olarak, onlardan önce oralarda yaşayanlar “barbar” olarak tanıtıla gelmiştir. Gerek Heredot gerek Strabon gibi yazarlar, hep “başka dil konuşan, barbar toplumlardan” söz etmişlerdir. Neden barbar oldukları konusunda ise hiçbir şey söylenmemiştir.

M.Ö. on üçüncü yüzyılın sonlarına doğru, uluslararası sistem yıkılmaya başlar. Orta Doğu’daki büyük imparatorluklar ile küçük devletler arasındaki temaslar özellikle ticareti çok geliştirir. Ancak sistem, elit kesimi çok zengin ve fakirleri daha da fakir yapan bir sistemdir. Bu nedenle giderek artan sayıda insan borçlarından kaçmak için şehirleri terk etmeye başlar ve habiru gibi haydut gruplar oluştururlar.

Kuraklık gibi faktörlerin de hayatı zorlaştırması bu sosyal gerginliğe eklenince haydutluk ve soygunlar çığ gibi artar ve MÖ 1200lerde Anadolu’daki Hititler, Ege-Bölgesindeki Mikenler gibi birçok uygarlığın yıkılmasına neden olur. Yıkımlar Mısır’a kadar çok etkili olur ve doğudaki Asurlar, Babiller ve Elamlar en az zararla kurtulurlar.

Bu sosyal felaket “Deniz halkları istilası” ve “Tunç-devri-çöküşü” olarak tarihe geçer. MÖ 1210larda başlayan bu olaylar, MÖ 1140lara kadar sürer.

Özet olarak şunu belirtmek gerek:

Basra-Hürmüz Ovası (Atlantis) halkının, ovayı terk etme zamanına göre ayrılan iki farklı hayat görüşüne sahip olduğu görülür.

Bunlardan ilki, Atlantis-Ovasını ilk terk edenlerdir, Göbekli-tepe, Çatalhöyük gibi, Jericho gibi berketli hilal kültürünü oluşturanlardır. Hayatın evrensel bir kökenden kaynaklandığı ve tüm varlıklar arası etkileşimlere dayandığı, dolayısıyla mülkiyet gibi tepeden bir sahiplenmenin söz konusu olmadığı bir yaşam sistemi söz konusudur. Toplum hayatını bir ortaklık olarak kabul ederler ve toplum kuralları meslekler arası etkileşimlere göre oluşturulur (daha sonraki asırlardaki ahilik gibi).

Diğer ikinci görüş Atlantis-ovasını en son terk eden Sümerlerce 5-6 bin yıl önceleri oluşturulur, ve toplum değil devlet sistemli bir yaşam savunulur. Yani doğa ve dünyanın tepede bir yaratıcısı olduğu ve bu yaratıcının doğa ve dünyanın sahibi olduğu temel inancına dayalıdır. Bu yaratıcı, her topluma (kente) kutsal soylu bir temsilci gönderir ve halk bu kutsal soylunun buyruklarına uyarak yaşadığı bir sistemdir. Böyle bir kutsal soylu kral öldüğünde, ona büyük bir mezar yapılır ve o mezara kralın tüm yakınları onunla birlikte canlı-canlı gömülür, çünkü öteki dünya gibi bir yerde onların tekrar hayata döneceklerine inanılmaktadır. Bu inanç kuzeydeki toplumlarda da kabul edilmiştir ve kurgan denilen özel mezarlar yapılarak kutsal soylu varsayılanlar tüm varlıklarıyla gömülmüşlerdir.

Bu şekilde tepedekilerce sahiplenilen devlet ve o devletin sahibine ait mülkiyet sistemi, yani o devlet tebasının yaşadığı ortam olan vatan kavramı ortaya çıkar. Ve zamandan beri devlet sahipleri mülkiyetlerini artırıcı fetih politikaları peşinden koşmuşlardır.

Sümerler zamanında oluşturulan kent devletleri arasında, büyüme ve diğer devleti ele-geçirme yarışları başlar. Bu hayatı yanlış yorumlamanın bir sonucudur. Hayat karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla daha rahat bir üst sistem oluşturma prensibine göre işlemektedir. Yani tabandaki öğeler (insanlar) karşılıklı uzlaşarak toplum gibi bir üst-sistem oluşturur. Halbuki Sümer inancı, insanın (dolayısıyla hayatın) tepedeki birileri tarafından kendilerine hizmet etmek üzere yaratıldığına dayandığından, halk dahil her şeyi sahiplenici davranılmaktadır. Böyle olunca da, tepedekiler arasında hep daha zengin olabilme yarışları başlar.

Sümerlerin devlet anlayışı çevre toplumlar arasına da yayılır ve 5000 yıl önceleri İran’da Elam denilen bir Devlet kurulur. (Elamlıların dillerinin de tam-aglütine olması, onların Atlantis Ovasında İran platosuna göç eden ilk kavimlerden olduğunu gösterir. Orta-Asya’ya göç eden Türklerin de bu güzergah boyunca göçtükleri, Kaşkay, Afşar, Halaç gibi türki dilli kavimlerin hala İran’da yaşamasından anlaşılmaktadır. Günümüzde farsça konuşan halkın İran’a geliş tarihi yaklaşık 4 bin yıl öncelerindedir.) 

Anadolu’da da 5000 yıl öncelerinden itibaren Truva, Hatti, Luwi gibi birçok topluluk yaşadığı bilinmektedir. Bu topluluk dillerinin de tam-aglütine olması, Anadolu toplumlarının Atlantis-Ovalı kökenli olduğunu gösterir. 

Bizlere, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir güç sistemi ortaya çıkmış olur. Bu hayat görüşünde, tepedeki efendiler (kral, vs) ilahi gücün dünyadaki temsilcisi olarak görülürler. Devlet sahibi olan bu kişilere kutsal mesajlar gönderildiğine inanılır. Bu kutsal mesajları yaymak uğruna savaşanlar ölürlerse şehit olarak ahiret hayatında ödüllendirileceklerine inandırılmışlardır. Bu onları birer ölüm makinesine dönüştürür ve dünyada gerçekleştirilen sayısız katliam oluşmasına yol açar.

Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Tepedeki bu güç parayla kiralık askerler tutarak mülkünü koruyacak ve genişletecek bir ordu oluşturur.

Doğada karıncası- kurdu- kuşu ile tüm varlıkların karşılıklı bir etkileşim içinde olduğu ve doğanın tüm bu varlıklara ait olduğu şeklinde bir hayat görüşüne sahip toplumlarda doğanın kişisel bir mülk olarak görülmesi ve sahiplenilmesi gibi bir durum yoktur. Toplumlarda her şey karşılıklı hizmet alışverişlerine dayalı olarak işlemektedir. Her meslek sahibi o konuda bilgi edinerek ve bu bilgileri geliştirerek toplumsal sistemi ayakta tutmaktadır. Mülkiyet kavramının olmadığı böyle sistemlerde yukarıda tanımlanan türde bir ordu olmadığından, bu toplumlar, “devlet” şeklinde sahiplenilip-örgütlenilen kavimler karşısında, savaş gücü bakımından son derece zayıf kalmaktadırlar. Savaşlardaki bu zayıf kalmanın diğer bir nedeni de, kuzeydeki savaşçıların at gibi  çok hızli manevra yeteneğine sahip bir hayvandan yararlanmaları, diğer toplumların ise ancak eşek gibi bir hayvana sahip olmalarıdır.

Burada çok önemli bir başka noktayı da vurgulayarak, kimin uygar kimin barbar olduğunu göstermek gerekiyor. Asil-soyluluk etiketli bu devlet yöneticileri, istila edecekleri ülkeye sadece erkeklerden oluşan bir ordu ile girerler; yerli halkın erkeklerini öldürürler ve kadınlarını kullanarak o bölgelerde egemen güç oluştururlar. Bunun böyle olduğunu bizzat yunanlı tarihçi Heredot yazmaktadır: 

“Ana babalarını öldürdükleri Karialı kadınları almışlardır.  Bu cinayetten ötürü kadınlar, kendi aralarında yeminle berkittikleri bir yasa koymuşlar ve bu yasayı anadan kıza sürdürmüşlerdir.  Bu yasa, erkeklerle birlikte yemeğe oturmamak, kocalarının adını anmamaktır; böyle yapmakla babalarının, ilk kocalarının ve oğullarının ölümünü ödetmek istemişlerdir, bu cinayeti işledikten sonra kendileriyle beraber yaşamaya kalkışanlara. Bu olayların geçmiş olduğu yer Miletos'tur.” (Heredot Tarihi s.81)

Yani Hint-Avrupa dilli ve kültürlü Yamnaya göçebeleri, asil-soylu devlet yöneticileri sıfatıyla, sahip oldukları toprakları genişletmek için, yaklaşık 4 bin yıl öncelerinden başlayarak, Tüm Avrupa ve Anadolu- İran gibi Yakın-doğu-Asya ülkelerini istila etmişler ve yerel halkları vergiye bağlamışlardır. Kendilerini uygar, istila ettikleri ülke halklarını barbar olarak tanımlamışlardır. Bu bilgileri de bizlere tarih bilgileri olarak kabul ettirmişlerdir. Yunan kültürü bu şekilde 3 500 yılından 2 bin yıl öncesine kadar egemen olmuş, onların yerini ise 2 bin yıl öncesinden itibaren Roma-Bizans-yönetimleri almıştır.

Anadolunun Milet, Bodrum, Efes, Bergama, vs gibi kentlerinde yetişmiş filozof ve diğer bilim insanlarının hepsinin anaları, bitişimli dil konuşan Atlantis-Ovalı kökenlidirler. Bir insanın genetik malzemesinin % 90dan fazlası ana tarafından sağlandığına göre, Anadolu veya Ege bölgesi veya adalarında yetişen bu melez insanlar yamnaya-kökenli mi, yoksa Atlantis-ovalı (bitişimli dil kültürlü) insanlar olarak mı kabul edilmeli? Kim barbar, kim uygar?

MÖ 2500lerde Karadenizin kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan göçebeler genellikle hayvancılıkla geçinirlerdi ve At gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi sonucu muazzam bir savaşçı kabileye dönüştüler. Sümerlerin teoeden sahiplenilen ve yönetilen devlet sistemini de kabul eden bu savaşçı kabileler, sahiplendikleri mülkleri genişletmeye  başlarlar. Genetik haplogrub analizleri sonucuna göre, MÖ 2.700 lerden başlayarak Avrupa ve Asya’yı istila etmeye başlarlar. Hint-Avrupa veya İndo-german dil grubuna ait bu savaşçı kabileler Avrupa ve Asya’ya binlerce yıl önce yerleşmiş Atlantis-kültürlü toplumların ülkelerini istila ederek, dünyada hala günümüzde de sürdürdükleri sömürgecilik politikalarını devam ettirirler. Yunan denilen indogerman dilli kavmin ege bölgesine yerleşmeleri de bu istilacılığın bir kolunu oluşturur. İşin en ironik yanı ise, kendilerini uygar toplum, istila ettikleri ülke halklarını ise barbar toplumlar olarak görmeleri ve bu bencil tutumlarını tarih kitaplarına geçirtecek derecede kapitalist bir görüşle dünyaya yayabilmeleri olmuştur. Acaba gerçekte kimler daha uygardı? Tarım, hayvancılık ve diğer sanayi kollarında çalışarak, birbirleriyle karşılıklı hizmet alış-verişi sistemi içinde yaşayan Atlantis-ovası kökenli toplumlar mı, yoksa, tepedeki bir kralın egemenliği ve emri altında, kralın mülkiyet alanını genişleteme savaşları vererek, yerel kavimleri kendilerine vergi-haraç vermeye zorlayan savaşçı kavimler mi?

DOM-15r: Basra-Hürmüz Ovasında Uygar yaşama geçildiğinin bilinmemesi nelere yol açtı?

Şimdi sizlere tarihsel geçmişimiz hakkında yanlış bilgilere sahip olmanın oluşturduğu üzücü durumumuzu göstermek istiyorum.

Bizlere Malazgirt savaşıyla Anadolu’ya geldiğimiz öğretilir.

Malazgirt savaşından önce Anadolu’da kimler yaşıyordu? Bizanslar.

Bizanslılar kimdi? Roma imparatorluğunun doğudaki uzantısıydılar.

Bizanslılardan önce Anadolu’da kimler egemendi? Yunanlılar.

Yunanlılardan önce Anadolu’da kimler egemendi? İşte bizim tarih bilgimiz burada sona erer, çünkü biz arkeolojik kazıları kendimiz yapmayız-yapamayız ve batılı devletlerin görüşlerine göre yaşarız.

 Şimdi batı aleminin önemli kişiliklerinden Friedrich Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabının 30-35 sayfaları arasında dünyada uygarlığı kimin başlattığı hakkında neler yazılmış.

“Davar evcilleştirilip yetiştirilmesi ve hayli geniş sürülerin oluşturul­ması, Ariyenlerin ve Semitlerin, öbür barbarlar yığınından ayrılması sonucunu vermişe benzer. Hayvan adları, Avrupa ve Asya Ariyenleri arasında aynı kalmıştır; ama bitki adları, hemen hiç de böyle değil­dir.

Sürü oluşturulması uygun ortamlarda çobanlık hayatına yol açtı; Semitik toplumlar Dicle ve Fırat'ın; Ariyenler ise, Hindistan, Amuderya (Oxus), Sirderya Qax-arte)\ Don ve Dinyeper'in çayırlarında çobanlık yaşamına başladılar. Hayvanların evcilleştirilmesi bu otlak alanlar yöresinde başlatılmış olmalıdır. Çobanlık hayatı, sonraki nesillere insanlığın (uygarlığın) beşiği olmaktan çok uzak olarak görünebilir, çünkü ilkel insanlar, hatta barbarlığın aşağı aşama­sındaki insanlar için bu durum hemen hemen yaşanılmaz olmalıdır. Tersine, orta aşama barbarları, çobanlık yaşamına alışsalardı, ırmak boylarının çayırlık ovalarını kendi istekleriyle bırakarak, atalarının yurdu ormanlık bölgelere dönmeyi akıllarına bile getiremezlerdi. Hatta çoban hayatı yaşayan Semitler ve Ariyenler Kuzeye ve Batıya doğru göçmeye zorlandıklarında, tahıl ekimiyle hayvanlarını besle­me olanakları sağlanmadan ve de kışı geçirecek durum oluşturulmadan Batı Asya ve Avrupa'nın ormanlık bölgele­rine yerleşmezlerdi. Bu bölgelerde tahıl ekiminin, önce hayvan sürülerinin ot gereksinmesini karşılamak, daha sonra ise insanların kendileri için yetiştirilmiş olması olasıdır.

Ariyen ve Semit ırkların üstün gelişmesini, belki de, bu ırkların beslenmesinde et ve sütün bolluğuna ve özellikle bu bolluğun çocukların gelişmesi üzerindeki olumlu etkilerine bağlamak gerekir. Gerçekten, hemen hemen tamamen bitkisel bir beslenmey­le yaşayan Yeni-Meksika'nın Peııblos'lu yerlileri, daha çok et ve ba­lık yiyerek yaşayan barbarlığın aşağı aşamasındaki yerlilerden daha küçük bir beyne sahiptirler. Ama herhalde, bu aşama boyunca, yamyamlık yavaş yavaş ortadan kalkar ve ancak dinsel bir eylem, ya da hemen hemen aynı anlamda büyücülük şeklinde sürüp gider.

3. Yukarı aşama. - Demir madenin eritilmesi ve dökümüyle başlar ve abecenin keşfi  ve bunun yazıda kullanılmasıyla, bar­barlıktan uygarlığa geçilir. Önce de belirttiğimiz gibi, yalnız Doğu yarıküresinde bağımsız bir gelişme gösteren bu aşama, üretimdeki ilerleme bakımından, bütün önceki aşamaların topundan daha zengindir. Kahramanlık çağının Yunanlıları, Roma'nın kurulmasın­dan az önceki İtalyan aşiretleri, Tacite'nin Cermenleri, Vikingler çağının Normanları bu aşamada bulunuyorlardı.

Her şeyden önce, büyük ölçüde tarla ekimini, tarımı olana­klı kılan hayvanlar tarafından çekilen demirden sabanı, ilk olarak, bu dönemde görürüz. Bunun sonucu, yaşam araçlarında, çağın koşulları bakımından sınırsız bir artış görülür. Demirden balta ve demirden bel olmaksızın, geniş ölçüde gerçekleşmesi olanaksız bir dönüşüm, ormanların açılarak tarla ve çayır haline dönüştü­rülmesi de, gene sabanın türetimine bağlıdır. Ama bütün bunların sonucu, nüfusun hızla artışı ve küçük bir alan üzerinde yoğunlaş­ması oldu. Tarımın olanaklı olmasından önce, örneğin yarım milyon insanın bir tek merkezî yönetim altında toplanabilmesi için, zorunlu olarak, tamamen istisnaî koşulların bir arada bulunması gerekirdi; büyük bir olasılıkla, bu durum hiç gerçekleşmemiştir.

Barbarlığın yukarı aşamasının doruğu, kendini bize Homeros'un şiirinde, özellikle İlyada'da gösteriyor. Gelişmiş demir aletler, körük, kol-değirmeni, çömlekçi tornası, zeytinyağı ve şarap yapımı; madenlerin ustalıklı bir biçimde işlenmesi, yük ve savaş arabaları, kalas ve tahtalarla gemi yapımı, sanat olarak mimarlığın başlangıcı, kuleli ve mazgallı duvarlarla çevrilmiş kentler, Homeros'un destanı ve bütün mitoloji - işte Yunanlıların barbarlıktan uygarlığa geçirdikleri belli-başlı miras budur. Bununla, Homeros’un Yunanlıların, daha yüksek bir dereceye geçmeye hazırlandıkları bu kültür aşamasının başlarında bulunan Cermenler üzerine Sezar ve hatta Tacite'in anlattıklannı karşılaştırırsak, barbarlığın yukarı aşamasının, üretimde ne zengin bir gelişmeyi kapsadığını görürüz.

Burada, Morgan'a dayanarak kaba taslak çizdiğim, insanlığın yabanıllık ve barbarlık durumundan uygarlık başlangıçlarına kadar gidişini gösteren tablo, yeni çizgiler bakımından oldukça zengindir ve özellikle, doğrudan üretimden yararlanılarak hazırlandığı için, hiç sözgötürmez. Ama gene de, uzak ülkelerde yapacağımız gezi sonucu gözler önüne serilecek freskle karşılaştırılırsa, bu tablonun donuk ve yoksul kaldığı görülecektir. Barbarlıktan uygarlığa geçişi ve barbarlıkla uygarlık arasındaki çarpıcı karşıtlığı iyice aydınlatmak, ancak bu gezinin sonunda mümkün olacaktır. Şimdilik Morgan'ın düzenlediği sınıflamayı aşağıdaki gibi genelleştirebiliriz: Yabanıllık: Doğa ürünlerinden, onları hiç değiştirmeden yararlanmanın ağır bastığı dönem. İnsan eliyle yapılan üretim, her şeyden önce bu ya­rarlanmayı kolaylaştıran aletlerin üretimidir. Barbarlık: Hayvan yetiş­tirme, tarım ve insanın faaliyeti sayesinde doğal ürünlerin üretimini artırmayı sağlayan yöntemlerin öğrenilmesi dönemi. Uygarlık : İnsanın doğal ürünleri hammadde olarak kullanmayı öğrendiği dö­nem; asıl anlamda sanayi ve ustalık dönemi.”

Sunulan belgede uygarlığı başlatanların çobanlıkla geçinen ariyen ve semitik kavimler olduğu yazılıdır. Bu tipik bir ırkçı yaklaşımdır. Anadolu ve diğer bölgelerde yaşayan aglütine dilli toplumlar yok sayılmış ve barbar olarak görülmüştür.

Görüldüğü üzere asırlardır okullarda bizler çok yanlış bir insanlık tarihi çizilmiş. Yunanlılardan önce Anadolu’da başka bir dil konuşan kavimler yaşadığı Homeros ve Strabon tarafından itiraf ediliyor. O başka dil şimdiye dek hiç araştırılmamış. Neden? Çünkü indogerman dil grubuyla taban-tabana zıt: Biri bitişimli-aglütine, diğeri parçalanmalı:  Kurtardıklarımızdansın = you're one of those we saved

Günümüzde bilimsel araştırmalar Batı-Alemi öncülüğünde ve onların bakış açılarına göre yürütülmektedir. Batı alemi deyince de akla Avrupa-kültürülü toplumlar gelir. Avrupa-kültürlü toplumlar yaklaşık 5 bin yıl önceleri dünya sahnesine çıkarlar ve ondan sonra da hızla yayılarak tüm dünyaya hakim olurlar. Burada "hakim olma" tam manasıyla bir sömürme sistemi anlamındadır. Avrupalı deyince “Hint-Avrupa-dil” grubu olarak tanımlanan dil ve kültür sahibi toplumlar akla gelir. Bunlar 5-6 bin yıl önceleri Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan kavimlerce oluşturulmuştur. Atların tam bu bölgede 5.500 yıl önceleri evcilleştirilmeleriyle o bölge halkları muazzam bir savaş tekniği üstünlüğü elde edince, bu üstünlüklerini dünyayı istila etmeye başlayarak sömürgecilik sistemini başlatmışlardır. Sömürü düzeni bozulmasın diye, Atlantis denilen ve çok daha eskiye dayanan bir uygarlık gelişiminin duyulup-yaygınlaşmasını istemezler. Çünkü, Avrupalılar kendilerini “uygar”, diğer tüm toplumları “barbar” olarak tanımlayıp- dünyaya öyle tanıtmışlardır. 

Görüldüğü üzere herşey bir çıkar savaşıdır. Atlantis denilen ve 12 bin yıl önceleri Anadolu üzerinden başlayarak tüm dünyaya yayılan ilk uygar davranış kültürünün ortaya çıkması hiçbir batılı sömürücü ülke tarafından desteklenmez.

Halbuki Atlantis kültürü 12 bin yıl öncelerine kadar uzanan bir geçmişe dayanır ve dünyadaki ilk uygar toplumsal davranış sisteminin çekirdeğini oluşturur. Avrupalılar ise 5 bin yıldan beri dünyada söz sahibidirler ve sömürücülüğe dayalıdırlar. Bu nedenle Avrupalılar Atlantis gibi ilk uygarlığın beşiği olan bir sistem görüşünün duyulup-yaygınlaştırılmasını istemezler, çünkü o zaman kendilerinin aryan ırkı, ilk uygar toplum olma iddiaları havada kalır.

DEVAMI için TIKLA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder