Nasıl
Zombileştik
1. Bölüm: Zombileşme Nasıl olmaktadır?
Her varlık (her canlı) kimyasal bileşimine
uygun davranış gösterir. Bedenlerin kimyasal
bileşimleri ise üç farklı yoldan değiştirilebilir:
►Birinci
yöntem: Bedene zerk edilen kimyasal bir
madde ile. Buna örnek olarak şu
verilebilir: Bir eşek-arısı-türü, bir örümceğin hem ağzına belli bir zehir
akıtır hem de o anda gövdesine
yumurtalarını aktarır.
Zehirin etkisiyle bir sure baygınlaşan
örümcek kendine geldiğinde artık zombileşmiş olur, çünkü verilen zehirle,
kimyasal bileşiminde değişiklik olmuştur. Önceleri (A)da gösterilen şekilde bir
ağ ören örümcek, zombileştikten zonra (B)de gösterilen türde bir ağ örer. Bu ağ
örümceğin avlarını yakalayacak şekilde değil, arının larvalarının korunmasını
sağlayacak şekildedir. Canlı normal davranışından sapmıştır. Yani zombileşme,
canlının kimyasal bileşimindeki değişikliklere uygun olarak normal
davranışından saptırılması olayıdır.
Kuduz virüsü bulaşan insanların saldırganlaşarak
çevredeki insanlara zarar vermesi de buna benzer bir zombileşme olayıdır.
İkinci türde Zombileşme, uyuşturucu madde
kullananlarda görülür, çünkü uyuşturucu
etkisi altındaki insanlar, bedenin uzun vadeli çıkarlarını değil, kısa vadedeki
o anlık çıkarına göre karar verirler ve geleceklerini bu şekilde zora sokarlar
(Ostlund & Cui 2018).
2. Bölüm: Toplumların zombileşmesi üçüncü türde, yani yanlış bilgi verilmesiyle olmaktadır:
►İkinci yöntem: Gelenek-göreneklerle bilinç-altına
yerleştirilen bilgilerle: Şöyle ki:
Bir insanın davranışını, o insanın zihniyeti,
yani hayata bakış açısı belirler. Zihniyetin ise iki farklı bileşeni vardır:
Bilinç-altı ve Bilinç:
Bunlardan en etkili olanı “BİLİNÇ-ALTI” sistemi bilgileridir.
“Bilinç-altı” bilgileri, ana-rahmine
yerleştirildiğimiz andan itibaren ve de çocukluğumuzun ilk 6 yılı süresince,
çevremizdekilerin davranışlarının, gelenek ve göreneklerin, kopyalanması ile
edinilir. Bu bilgiler, atalarımızın asırlar boyu oluşturdukları verilerin
özetlenmiş sonuçlarıdır. Otomatiğe bağlanmış davranışlarımızın bulunduğu
bilinç-altı sistemimize kayıt edilirler.
Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere
bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve fil
ondan sonra bu kopyalanmış şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar
da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar, ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak
yaşarlar.
Çevresinde 3-4 farklı dil bile konuşulsa, o
dilleri aksansız konuşacak şekilde kopyalar. Çevresindeki insanların
davranışlarını da aynen kopyalarlar. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi
olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların
düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir. Çevredeki insanlar da yine
daha eski kuşaklardan kopyalanan bilgilere göre programlanmış-şartlanmış
olduklarından, bu döngü böylece devam eder. Kişiler kopyalanmış bu
davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış, onlara
göre şartlanmışlardır.
Bilinç-altına alınan davranışların en büyük
kısmını ise atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize
aktardıkları davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis
edilmiştir. Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden
oluşurlar. Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya
başlandıysa, o davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine
aktarılırlar. Bir araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu
hatırlayın. Ama öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık
yapılır olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı
otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur. Her şeyi yeniden, sıfırdan
başlayarak öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki buna hiçbir ömür yetmez.
Bu nedenle, “information & self-organisation” olarak özetlenen “bilgiye
dayalı” oluşum ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden edinilmiş bilgilerin
kopyalanarak gelecek nesillere aktarılması temel bir prensiptir.
BİLİNÇ, o andaki arzular, beklentiler ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o
andaki duruma uyan davranış şeklidir. Okul dönemi ve sonrası evrede çok daha az
etkili olanı ise edinilen bilgilere dayanırlar. “BİLİNÇ” sistemi verilerinin
davranışlarımıza etki oranı %05den azdır. Yani bizler %95 oranında BİLİNÇ-ALTI
sistemimizin etkisi altında davranmak zorundayız.
Halk tamamen gerçeklerden habersizdir ve bir
sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak
elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine
geri götürülmek üzeredir. Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin
yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki
insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi
ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış,
Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir
yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü
erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli
bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Devam edecek sayfalarda, gelenek ve
göreneklerimizin temellerinin dayanakları daha ayrıntılı açıklandıktan sonra bu
konu anlaşılır olacaktır. Biraz sabır!!!!!!!!!!!
Şimdi toplumsal sistemi oluşturacak
insanların nasıl zombileşmiş oldukları ve neden perfekt bir toplumsal hayat
sistemi oluşturamadıkları konusuna geçelim.
3. Bölüm: Hayatı sorgulamaya başlamamız
Henüz düşünme ve doğal olayları anlama
yeteneği gelişmemiş Yontma Taş devri insanlarının torunları olan Sümerler,
bedenlerimizin içlerinde canlı varlıklar olduğundan habersizdirler.
Bedenlerimizin bu minik yaratıklar tarafından, değişen doğa koşullarına uyum
sağlayacak şekilde belli bir süreliğine oluşturulduğunu, dolayısıyla, bir süre
sonra ölmesi ve tekrar moleküllerine ayrılarak, değişen dünya koşullarına göre
yeniden organize edilmeleri gerekliğini de bilmemektedirler. Hayatın doğum-ölüm
döngüsü üzerine oturtulmuş bir evrimsel gelişim olduğunu bilmeyen Sümerler,
ebedi bir hayat özlemine uygun hikayeler tasarlamışlar, Gılgamış destanı gibi
eserler bırakmışlardır.
Doğada bir oluşumun, bir erkekle bir dişinin
birleşmesi sonucu gerçekleştiğini gören insanlar, doğal sistemi oluşturanların
da, bir erkek (Güneş) ve bir dişi (Ay) gibi semavi güç sisteminin
oluşturdukları Tanrılar olarak tasarlamış olmalılar ki, Ay ve Güneş’in üst-üste
çakıştığı Güneş-tutulması olayını, kutsal bir imge olarak tüm tanrısal
figürlerde kullanmışlardır. Kutsal bir kişinin doğacağı mesajını veren Orion
takım yıldızı 3-kral olarak simgelenmiştir.
Bu nedenle henüz yeni-yeni doğayı anlamaya ve
yorumlamaya başlayan insanlar, doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını,
süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak
tasarlamışlardır. Toplumların yönetimlerinin de hep, ilahi güç sistemini temsil
ettiğine inanılan tepedeki birilerine bırakılması bu nedenledir. Dünyadaki tüm
devletler, tepedeki birilerince yönetile gelmişlerdir ve bu 5-6 bin yıl
önceleri Sümerler tarafından oluşturulmaya başlanan ilk kent devletleri
oluşumundan beri hep böyledir.
4.
Bölüm: Bilgi ve Tanrı ilişkisi
Zaman olgusunun önceki bölümlerde açıklanan
gelişim aşamaları, doğal sistemin sürekli bir gelişme içinde olduğunu ve bu
gelişmelerin de bilgi oluşturularak yapıldığını göstermektedir. Doğadaki
değişim-dönüşümler olarak karşımıza çıkan zaman olgusu, atom-altı-öğelerin
çevrelerini algılayarak, oluşan yeniliklere göre, yeni üst-sistemler
oluşturduklarını göstermektedir.
Hayatın-doğum-ölüm döngülü olduğunun
bilinmediği zamanlarda, yaratma-erki
tepedeki bir güç-sisteminde düşünülmüştür.
Bu nedenle doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını,
süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak
tasarlamışlardır.
Doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını,
süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlayan
insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı simgelemiş olmalılar.
Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan T-şekilli sütunlar
erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak düşünülebilinir.
Göbekli Tepe’deki en eski yuvarlak şekilli
yapılarda ortada iki büyük T- sütununun çevresinde 12 adet küçük boyutlu
T-kolonlarının yılın 12 ayını temsil eden ve doğadaki periyodik canlılığı,
mevsimleri vs. etkileyip yönlendirdikleri sanılan gök cismi tasarımları olarak
düşünülebilinir. Daha sonraki zamanda yani MÖ. 8 binli yıllarda yapılan
tapınakların değişik ( 12 değil de 10 T-sütunlu) tasarlanması, Sümer tarihinde
10 kutsal kral olmasıyla ilişkili olabilir.
5.
Bölüm: Kulluk fermanının kabulü:
Tepedeki birilerince kurulup-sahiplenilen kent
devletleri
İnsanların toplumsal hayatı böyle yanlış bir
doğa bilgisiyle başlar ve yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri Ur, Uruk, Eridu, vs.
gibi ilk kent-devletleri kurulur. Devletin sahipliği ve yönetimi, kutsal özlü
(asil soylu) sayılan krallara aittir. Halk krala ait topraklarda efendinin
hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır,
kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Kralın gücü, tabandaki halkın
ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu, yani insanların tepedeki
bir EFENDİ sistemine kul olmayı kabul edişinin fermanıdır.
Bilgi oluşturma yeteneği insanların
binde-birinden daha azında görülür, yani 1000 kişinin, sadece 1’i yaratıcı
olabilir ve bir şeyler keşfeder, diğer 999u kopyalayıcıdır ve yapılanları
taklit eder. Bu durumu, ilk zeki insanlar da fark etmiş olmalılar ki,
kendilerindeki yeni bir şey yapma yeteneğini “efendilik-yaratıcılık” unsuru
olarak öne çıkarıp, diğer insanların kendilerine hizmet için yaratılmış
oldukları görüşünü onların bilinç-altına yerleştirerek, asil = tanrı-soylu,
adi-soylu insanlar gibi sınıf ayrımcılığı ortaya atmış olmalılar.
İnsanların, zihinsel yeteneklerini kötüye
kullanması, insanoğlunu doğal sisteme en zararlı bir canlı haline getirmiş ve
günümüzdeki savaş ve ekolojik felaketlerin temel sorumlusu olmasına yol
açmıştır.
İlk devletler kent devletleri olarak ortaya
çıkar. Her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) (Me adı
verilen) bir kutsal mesaj gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak
yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Bu inanca uygun olarak, her yeni kurulan
devlet, kendisine kutsal bir mesaj (kutsal kitap) gönderildiği şeklinde
davranarak, halkının kendisine biat etmesi geleneğini sürdürülür. Tevrat’ta her
kentin bir peygamberi olduğunu gösteren bir çok bölüm vardır. Nitekim Kuran’da
da aynı mealde “Biz her millete kendi diliyle bir peygamber gönderdik” şeklinde
bir çok ayet vardır. Arabistan bölgesinde 6. Yüzyıldan sonra kurulan
devletlerin yeni bir dinsel inanç (İslamiyet) ortaya atmalarının temelinde
Sümerlerden kaynaklanan bu temel görüş yer alır.
Halkı köleleştirecek olan “güç veya para”
faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır.
Toplumların dinamizmi para ile denetlenir ve paranın kontrolü
"tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran
tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir
işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur.
Toplumları yönetmenin, kontrol altında
tutmanın formülü, yani siyaset-din-para kıskacı
bu şekilde bulunmuş olur ve 5-6 bin yıldan beri aynı şekilde uygulanmaya
devam edilmektedir.
Statik sistemde güç, yani yönlendirici (Allah
veya doğal seçici), “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının
enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir.
• Doğadaki
etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.
Çünkü geçiminizi sağlayacak gelirden mahrum kalmamak için tepedekilere kulluk
yapmaya mecbursunuz.
Toplum hayatında insanların hedefi “para”
olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü
tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü
kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük
yanlışlıktır.
6. Bölüm: İkinci büyük yanlışlık
İki-buçuk milyon yıl önce sert taşlardan
parçalar kopararak kesici bir nesne yapabilmeye; yaklaşık 500 bin yıl önceleri
Ateşi kontrollü olarak kullanabilmeye; 40 bin yıl önceleri resim yapmaya, sonra
kemik parçalarından çuvaldız yaparak bununla, avladıkları hayvanların
derilerinden giysi ve çadır yapmaya; daha sonra taşlardan ve kemiklerden ok.
zıpkın, mızrak uçları gibi aletler üretmeye; yaklaşık on bin yıl önceleri,
çeşitli hayvanları evcilleştirerek. bitkileri ıslah ederek, insanlığa yaraşır bir
uygarlık düzeyine ulaşmış ve yerleşik hayat tarzına geçmiştir. Yerleşik hayata
geçişle birlikte "toplumsal yaşam örneği” vererek, çeşitli iş kollarında
uzmanlaşmaya ve karşılıklı iş birliğine girerek ilk uygarlık eserlerini ortaya
çıkarmışlardır. İlk madencilik bu dönemde başlamış, ilk dokuma atölyeleri bu
dönemde ortaya çıkmış; insanlar, tarlalarını sürdükleri kara sabandan,
tekerleğe, atlı arabaya, bıçağa, baltaya, aynaya, çanak çömleğe, ve daha bir
çok kullanım eşyasına bu dönemde kavuşmuştur.
İnsanlığın şekilde gösterilen kültürel
gelişiminin normalde mavi hat şeklinde devam etmesi gerekirdi. Ama yaklaşık
3.500 yıl öncelerine denk gelen (K) noktasında, insanlık tarihinde çok önemli
bir şey olmuş olmalı ki, insanlığın bu hızlı üstel (eksponansiyel) gelişimi
yavaşlamış ve gecikmeli bir şekilde devam etmiştir. Peki insanlığın gecikmeli
bir evreye girmesinin nedeni ne olabilir?
Bir açıklama: İnsanlığın zihinsel gelişimi
engellenmemiş olsaydı, insanlık yaklaşık 2000 yıl önce bu günkü uygarlık
düzeyine ulaşmış olurdu. Peki insanlığın gelişiminin 2000 yıllık bir gecikmeyle
sürmesine, üstelik doğadaki birçok canlının soyunun tükenmesine neden olan,
denizlerin, karaların, atmosferin kirlenmesine yol açarak hem kendi sağlığını,
hem diğer canlıların sağlıklı yaşamalarını engelleyen bir tutum ve davranış
içinde olmasına yol açan bu zihinsel zehirlenme yapıcı ve zombileştirici faktör
nedir?
7.
Bölüm:
3500’lü yıllarda dünyamızda insanlığın kaderini etkileyecek ne tür
önemli bir olay oldu?
M.Ö. 15. yüzyıl İlk çeyreğinde (yani M.Ö.
1475-1470'lerde) Ege denizindeki Santorini adasında çok büyük bir volkan
patlaması olduğu, jeolojik ve arkeolojik kayıtlardan, anlaşılmaktadır (Keller
ve diğ., 1978; Sullivan, 1988; Ercan, 1990).
Deniz yüzeyine çok yakın bir yerde gerçekleşen bu volkan
patlaması, tüm Ege ve Akdeniz’de muazzam bir tsunami oluşturur. Bunu kesinlikle
söyleyebiliyoruz, çünkü Santorini’de püsküren volkanizmada oluşan süngerimsi
özellikli ponza taşlarının bu tsunami dalgaları ile Suriye sahillerine kadar
taşındığı jeolojik olarak saptanmıştır. Girit adasının kuzeyinde patlayan bu
Santorini volkanı, Ege Denizindeki bir çok adadaki yerleşim yerlerinin yerle
bir edilmesine neden olmuştur. Minos uygarlığı denilen bir kültürün yok oluşu,
bu volkanik faaliyetin bir sonucudur.
Tevrat'a göre, Israil-oğullarının Mısır'dan göçü, (ay
yılı ile) M.Ö.1510 olarak bilinir. Volkan patlamasının olduğu 1470-1475 yıllar
arası, ay-yılı takvimine göre MÖ. 1510-1515 yıllarına denk gelir. Yani
Santorini volkanının patlama yılı, tamı tamına İsrail-oğullarının Mısırdan
göçtükleri yıla denk gelmektedir. Dolayısıyla, 20-30 metre yükseklikli bu
dalgaların Mısır’ın sahil ovalarında kilometrelerce ilerleyip, oradaki
insanların ölümlerine yol açmış olması kesindir. Nil Deltasında ziraatla
uğraşan ve yaşayan Firavun adamlarının bu felaketten büyük ölçüde nasibini
almalarından da daha doğal bir şey olamaz. Ovalardan biraz daha yüksek konumlu
yamaçlarda hayvancılık ve çobanlıkla uğraşan İsrail oğullarının, bu dalgalardan
daha az etkilenmiş olmalarından daha doğal bir şey de olamaz. Her zaman
görülmeyen böylesine muazzam bir felaketin, insanlar tarafından unutulması,
veya göz ardı edilmesi de düşünülemez. Yani insanlar bu olayı mutlaka yıllar
boyu hatırlamışlardır, ve nesilden nesile de aktarmışlardır. Peki olay nasıl
aktarılmıştır?
Musa asasıyla denize vurur, deniz ikiye yarılır; denizin
çekildiği aralıktan İsrail-oğulları kaçıp-kurtulurlar; onları takip etmeye
çalışan firavun adamları, geri gelen deniz sularında boğulurlar!
Kutsal kitaplarda böyle anlatılan olayı bir de mantık
açısından değerlendirelim: İsrail oğullarının Mısır’da yerleştikleri bölge
Goşen olarak belirtilmiştir. Goşen ile İsrail oğullarının Mısır’dan ilk kaçtığı
yer olan Sina bölgesi arasında, eskiden deniz yoktu ki, Musa Peygamber asasıyla
denizi ikiye ayırıp da, Sina'ya kaçsın; Süveyş kanalı yaklaşık 1 asır önce
açılmıştır. Dolayısıyla, Mısır'dan Sina'ya geçmek için, denizin ikiye
yarılmasına gerek yoktur, ki, bu da olayın bir başka yönünü vurgular.
8.
Bölüm: İnsanların düşünce ve davranışları nasıl
belirlenmektedir?
Şimdi önce çok kısa ve
öz bir şekilde, insanların düşünce ve davranışlarının nasıl belirlendiğini
göstermek gerekecek. Sadece insanların değil, tüm varlıkların davranışlarının
belirlenmesi, içlerindeki bileşenleri tarafından gerçekleştirilir. Şu nedenle:
Su dediğimiz madde, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomunun birleşmesiyle oluşur. Peki
doğada önce su mu oluşmuştur, yoksa hidrojen ve oksijen mi? Bunu sormamızın
nedeni, neyin neyi oluşturduğu konusunu aydınlatmak içindir. Önce su oluştuysa,
oksijen ve hidrojen atomları sudan oluşmuş demektir. Ama önce hidrojen ve
oksijen atomları oluştuysa, su onlar tarafından oluşturulmuş olur.
Doğadaki varlıkların
hangi sırayla oluştuğu, “Nerelerden geçerek günümüze geldik” konusunun
aydınlatıldığı makalede net delillerle gösterilmiştir, bak:
http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html.
O
makale çok, ama çok önemlidir, çünkü doğa ve dünyamızın nasıl oluşup-geliştiği,
jeolojik, fiziksel, kimyasal ve astrofiziksel delillerle itiraz edilemeyecek
netlikte gösterilmiştir.
O makalede kesin bir
şekilde ıspatlanan konular arasında şunlar önemlidir:
1-
Doğada her şey çok
kısa ömürlü ve çok-çok devingen olan atom-altı-öğeler dünyası denilen kuantsal
canlılık öğeleriyle başlamaktadır.
2-
Bu kuantsal canlılar
birleşerek, daha uzun ömürlü ve daha az devingen üst-sistemler oluşturarak
evrimleşen bir doğal sistem oluşturmaya başlarlar, atomlardan moleküllere,
hücrelere, bitkilere, hayvanlara, hayvan kolonilerine doğru ilerleyen bir
evrimleşme söz konusudur: yani atomlar molekülü oluşturur, moleküller atomları
değil. Dolayısıyla, hücreler bedenleri oluşturur, insanlar da toplumları
oluşturmalıdır.
Ama gel gör ki,
günümüz dünyasında topum oluşturma görevi, insanlara değil, insan-üstü olduğuna
inanılan asil-soylulara, veya kutsal özellikli kişilere bırakılmıştır. Çünkü doğadaki
yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu
görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır
gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim biz TC
vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke
padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar
vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda
çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da,
kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. (Bu vesileyle kısa bir not: TC’yi
yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve
yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki
anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul
edilmektedir.)
Peki halk neden
kendisini kul-köle yapacak bir sisteme doğru kaymaktadır, neden bu kadar
bilinçsiz davranmaktadır?
Canlılar, çevrelerinden gelen sinyallere göre
davranışlarını düzenlemek zorunda olduklarından, çevreden “dünyada işler böyle
olmaktadır, kendini öyle ayarla” şeklinde bilgilerle eğitilen insanların
beyinlerindeki sinapslarda da, bu bilgiye uygun moleküller oluşur ve kişi o
bilgilere uyacak şekilde davranmaya başlar. Bu “ağaç yaşken eğilir + ne ekersen
onu biçersin” etkisidir.
Kimyasal
bir madde zerk edilmesiyle ancak bireysel bazda zombileştirme olurken, eğitsel
yönlendirmelerle toplumsal düzeyde zombileştirme gerçekleşir. İnsanların toplumsal
düzeyde bir zombileşme gösterdiğini ispatlamak içinse, hayatın ne olduğu ve
nasıl yaşanması gerektiğinin bilinmesi şarttır.
Yani davranışlar
zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken
ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin
bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder.
İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak
yaşarlar.
9.
Bölüm: Her şeyin tepedeki bir “EFENDİ zümresine”
bağlı olduğu ŞEKLİNDEKİ YAŞAM anlayışı
1789 Fransız
ihtilaline kadar, tüm dünyada insanlar tepedeki bir asil-soylular (efendiler)
sınıfının kulları-köleleri olarak görülüyorlardı. İnsanların tepedeki bir
asil-soylular sınıfına hizmet etmelerini sağlamanın en kestirme yolu da, taa
Sümerler zamanında oluşturulan yaratılış görüşüne uygun olan, insanların
kutsal-asil soylu efendiler kesimine hizmet etmek için yaratıldığı inancıydı.
Efendiler sınıfı,
surlarla çevrili bir merkezde yaşarlardı. Kulları ise, bu surların dışındaki
efendilere ait olan topraklarda çalışırlardı.
Peki insanlık nasıl
asil-soylu efendi-insanlar gibi özel bir insan grubunun olduğuna inanmıştı?
Bu inanç, Sümer
kültürünün bir mirasıdır. http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html
ve http://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/06/sumerlerin-miraslari.html
dosyalarında
gösterildiği üzere, Sümer kültürü etkisi altında yetişen orta-doğu toplumları
şu zihniyet etkisindedirler:
1-
Doğadaki yaratıcılığın, insan-üstü ilahi varlıklara hizmet için, o ilahi
varlıklar tarafından, kendilerine benzer şekilde yaratıldığına
2-
İlahi soylu efendilerin zamanla
sıradan insanların güzel kızlarıyla evlenmeleri sonucu, ilahi özelliklerinin
kaybolmaya başlayıp, yarı-tanrısal insanlar oluştuğuna,
3-
Zamanla dünyada namus-ahlakın
bozulması sonucu, tanrıların NUH tufanı adı verilen bir felaketle tüm insanlığı
yok etmeye karar verdiklerine, vs. inanarak
yaşamaktadırlar.
Bu nedenle, daha sonraki nesillerce
hazırlanan hayat görüşlerinde bu temel zihniyetin izleri hep görülmektedir.
Nitekim Tevrat’ın yaratılış (tekvin) bölümünün 6. Bab, 2. Ve 4. Ayetleri
şöyledir:
Yar.6: 2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. (Dip Not 6:2,4 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
Yar.6: 4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. (Dip Not 6:4 "Nefiller": İbranice sözcük "Düşmüş kişiler" anlamına gelir. Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Aynı sözcük Say.13:32-33 ayetlerinde de geçer.)
Yar.6: 2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. (Dip Not 6:2,4 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
Yar.6: 4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. (Dip Not 6:4 "Nefiller": İbranice sözcük "Düşmüş kişiler" anlamına gelir. Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Aynı sözcük Say.13:32-33 ayetlerinde de geçer.)
Bu tür bir zihniyet
etkisi altında binlerce yıl yaşayan insanların gelenek-göreneklerine, “EFENDİ”
tipinde bir egemenlik kavramı oluşması normaldir.
Surlarla çevrili
mekanlarda EFENDİLER otururlar, çevrede onların arazilerinde kul sınıfı
insanlar efendilere hizmet için yaşarlar.
10.
Bölüm: “Peygamberlik” Nedir?
Kraliyet, yani
Efendi-yönetici kadrosu ile kehanet (peygamberlik) arasında yakın bir ilişki
vardır. Peygamberlik konusundaki eski kaynaklar, krallık arşivlerinde
bulunurlar. Bu kaynaklar arasında Tunç devrinin önemli merkezlerinden biri olan
Mari (Suriye’deki Abu Kamal kasabasının 11 km kuzey-batısında, Fırat Nehri
kenarındaki antik yerleşim yeri) ve Irak’ın Musul kentinde bulunan antik
Nineveh kraliyet arşivleri en önemli çivi-yazılı tabletleri bulundururlar. Bu
kaynaklarda, kurban kesilmesi, dua edilmesi, tapınaklar yapılması, gibi, neler
yapılırsa tanrının kralı güçlü kılacağı gibi konular, mucizevi olaylar vs.
anlatılmaktadır.
Bu nedenle, kutsal
kitapların düzenlenmesi hep krallık makamlarında olmuştur. Örn. Tevrat birkaç
yüz yıl süren bir süreçte kraliyet saraylarında düzenlenmiştir. Bunu
destekleyen verileri aşağıda verilecek örneklerde göreceksiniz. Bu konuda tam
ayrıntılı bilgiler şu adrestedir: https://en.wikipedia.org/wiki/Dating_the_Bible#Table_I:_Chronological_overview.
İncil 325 yılında
İmparator Constantine tarafından İznik’te toplanan bir konsey tarafından
düzenlenmiştir.
Amaç, tepedeki
yöneticilerin yaptıkları işlerin doğadaki yaratıcı sistemle uyum içinde
olduğuna insanları inandırmaktır.
Kutsal kitaplar kesinlikle Efendiler saraylarında düzenlenmişlerdir.
Kralların mutlak
otoriter yönetici olduğu eski çağlarda, insanlığın tüm kaderi, kralın vereceği
kararlara bağlıydı. Krallar da, geleceğin nasıl olacağını bilemediklerinden,
kehanette bulunabilecek insanlara muhtaçlardı.
Krallar iki farklı kehanet yönteminden yararlanmışlardır:
Bunlardan birincisi “yorumlayıcı kehanet”tir:
Gökteki (yıldızlar, gezegenler) veya dünyadaki olaylar veya oluşumların
gidişatına bakarak ve geçmiş deneyimlerden yararlanarak gelecek hakkında
öngörülerde bulunmaya çalışılır.
Diğeri ise peygamberliktir: A prophet is someone
who acts as a ‘mouthpiece of a god’; a prophet is a human medium who is capable
of receiving and transmitting a message from a deity (Nissinen 2004). Peygamberlerin, tanrıdan bir mesaj alıp bunu insanlara
iletebilen, yani
“tanrının ağzı” gibi davranan kişiler
olduklarına inanılır.
Toplum yöneticileri (krallar vs.),
toplumsallaşmanın başlatıldığı 12-13 bin yıldan beri, bu iki yöntemi de
kullanmışlardır.
Toplumsallaşmanın nerede ve ne zaman
başlatıldığı Atlantis konusunun işlendiği makalede jeolojik ve antropolojik
delilleriyle açıklanmıştı. O makalede belirtildiği üzere, insanlar (Sümerler),
toplumsallaşmayı ilk başlattıkları “Dilmun – Cennet ülkesinden” bir günah
işledikleri için kovulduklarına, yaratıcının bu günah nedeniyle Nuh tufanı
olarak tarihe geçen olayla herkesi cezalandırdığına inanmışlardır. Oradan
kurtularak “İki-ırmak (Mezopotamya) ülkesine” gelen Sümerler, bu inancı tüm
çevre toplumlarına aşılamıştır.
Sümer gelenekleri altındaki Ur kentinde doğan
İbrahim (peygambere), Tanrısı şöyle der:
Bab12
RAB Avram'a, "Ülkeni,
akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git" dedi,
"Seni büyük bir ulus
yapacağım, Seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, Bereket kaynağı olacaksın.
Seni kutsayanları kutsayacak,
Seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar Senin aracılığınla
kutsanacak."
Avram RAB'bin buyurduğu gibi yola
çıktı. Lut da onunla birlikte gitti. Avram Harran'dan ayrıldığı zaman yetmiş
beş yaşındaydı. (Harran günümüzün Urfa
kentidir)
Karısı Saray'ı, yeğeni Lut'u,
Harran'da kazandıkları malları, edindikleri uşakları yanına alıp Kenan ülkesine
doğru yola çıktı. Oraya vardılar.
Avram ülke boyunca Şekem'deki
More meşesine kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu.
RAB Avram'a görünerek, "Bu
toprakları senin soyuna vereceğim" dedi. Avram kendisine görünen RAB'be
orada bir sunak yaptı.
Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden
Avram geçici bir süre için Mısır'a gitti.
(Bu olaylar M.Ö. 1900lerden sonra olur.)
Mısır’da mal-mülk edinerek zenginleşen
Abraham, Tanrı’sının kendisine vaat ettiği Kudüs çevresindeki Kenan ülkesine
yerleşir. Bu bölge deprem ve volkanizma gibi jeolojik olayların çok yoğun
olduğu, “Dead-Sea-Rift = Ölü-Deniz-yırtılma zonu veya Fay vadisi” çevresinde
bulunmaktadır. Yırtılma
Arabistan levhasının kuzeye, Sina-Filistin- kesiminin ise güneye kayması sonucu
oluşmaktadır. Bu hat üzerindeki Ölü-deniz gibi göller bu yırtılma sonucu
oluşurlar.
Tevrat'da "günahkar bir toplum
olduklarından gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği", sadece inançlı olan
Lut’un kurtulduğu, ama karısı ve diğer insanların öldüğü yazılır. (Tekvin 19:
24- RAB Sodom ve Gomora'nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı). Jeolojik
açıdan bakınca, bu iki kentin (Sodom ve Gomorra), Orta-Tunç-Çağında meydana
gelen bir deprem ve ona eşlik eden volkanizma ile yok olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü bu kentler Dead-Sea-Rift = Ölü-Deniz-Yırtılma-Zonu denilen ve her birkaç
yüzyılda muazzam depremler ve o depremlere zaman zaman eşlik edebilen
volkanizmaların çok etkili olduğu bir yırtılma zonunda bulunmaktadır.
Aynı
şekilde, ölü Deniz Fay Zonunun, Ölü-deniz (Gölü) kuzeyindeki uzantısı üzerinde
yer alan Jericho kenti de, en eski yerleşim yerlerinden biridir ve tarihinde
bir çok defalar depremlerle yıkılmıştır. Aslen Kudüs doğumlu bir yahudi olan Amos Nur İsimli bir
yerbilimcinin 1992'de ıspatladığı üzere (National Geographlc Mayıs 1992), bu
kentin duvarları o zaman, Tevrat'ın Joshua 6. bölümünde İddia edildiği gibi,
lsrailoğulları askerlerinin ve din adamlarının borazanları ve asker çığlıklarının
etkisi ile değil, o zaman olmuş olan bir depremle yıkılmış, ve Israil-oğulları
da kenti kolayca ele geçirmişlerdir. Yani, yine burada, bu doğal olay yanlış
yorumlanmış, Allah'ın, Israil-oğullarının yanında yer aldığı şeklinde halka
yansıtılmıştır.
Bu olay Tevrat’ın Joshua (veya Yeşu)
bölümünde şöyle anlatılmıştır:
(Çok
ayrıntıya girmemek için bazı satırlar çıkarılmıştır)
Yeşu.3: 1 Sabah erkenden kalkan Yeşu, bütün İsrail halkıyla
birlikte Şittim'den yola çıkıp Şeria Irmağı'na kadar geldi. Irmağı geçmeden
orada konakladılar.
Yeşu.3: 5 Yeşu halka, "Kendinizi kutsayın" dedi, "Çünkü RAB yarın aranızda mucizeler yaratacak."
Yeşu.3: 6 Yeşu kâhinlere, "Antlaşma Sandığı'nı yüklenip halkın önüne geçin" dedi. Böylece kâhinler sandığı yüklenip halkın önünde yürümeye başladılar.
Yeşu.3: 7 Bu arada RAB Yeşu'ya şöyle dedi: "Musa'yla birlikte olduğum gibi, seninle de birlikte olduğumu anlamaları için bugün seni bütün İsrail halkının gözünde yüceltmeye başlayacağım.
Yeşu.3: 11 Bütün yeryüzünün Egemeni'ne ait olan Antlaşma Sandığı, sizden önce Şeria Irmağı'nı geçecek.
Yeşu.3: 13 Bütün yeryüzünün Egemeni RAB'bin Antlaşma Sandığı'nı taşıyan kâhinlerin ayakları Şeria Irmağı'nın SULARINA DEĞER DEĞMEZ, YUKARIDAN AŞAĞIYA AKAN SULAR KESİLİP BİR YIĞIN HALİNDE BİRİKECEK."
Yeşu.3: 16 YUKARIDAN GELEN SULAR DURDU, çok uzaklarda, Saretan yakınında bulunan Adam Kenti'nde bir yığın halinde yükselmeye başladı. Öyle ki, Arava -Lut- Gölü'ne akan sular tümüyle kesildi. Halk Eriha'nın karşısından ırmağı geçti.
Yeşu.3: 17 RAB'BİN ANTLAŞMA SANDIĞI'NI TAŞIYAN KÂHİNLER, HALKIN TAMAMI IRMAĞI GEÇİNCEYE DEK KURUMUŞ IRMAK YATAĞININ ORTASINDA KIPIRDAMADAN DURDULAR. BÖYLECE BÜTÜN İSRAİL HALKI KURUMUŞ IRMAK YATAĞINDAN GEÇTİ.
Yeşu.3: 5 Yeşu halka, "Kendinizi kutsayın" dedi, "Çünkü RAB yarın aranızda mucizeler yaratacak."
Yeşu.3: 6 Yeşu kâhinlere, "Antlaşma Sandığı'nı yüklenip halkın önüne geçin" dedi. Böylece kâhinler sandığı yüklenip halkın önünde yürümeye başladılar.
Yeşu.3: 7 Bu arada RAB Yeşu'ya şöyle dedi: "Musa'yla birlikte olduğum gibi, seninle de birlikte olduğumu anlamaları için bugün seni bütün İsrail halkının gözünde yüceltmeye başlayacağım.
Yeşu.3: 11 Bütün yeryüzünün Egemeni'ne ait olan Antlaşma Sandığı, sizden önce Şeria Irmağı'nı geçecek.
Yeşu.3: 13 Bütün yeryüzünün Egemeni RAB'bin Antlaşma Sandığı'nı taşıyan kâhinlerin ayakları Şeria Irmağı'nın SULARINA DEĞER DEĞMEZ, YUKARIDAN AŞAĞIYA AKAN SULAR KESİLİP BİR YIĞIN HALİNDE BİRİKECEK."
Yeşu.3: 16 YUKARIDAN GELEN SULAR DURDU, çok uzaklarda, Saretan yakınında bulunan Adam Kenti'nde bir yığın halinde yükselmeye başladı. Öyle ki, Arava -Lut- Gölü'ne akan sular tümüyle kesildi. Halk Eriha'nın karşısından ırmağı geçti.
Yeşu.3: 17 RAB'BİN ANTLAŞMA SANDIĞI'NI TAŞIYAN KÂHİNLER, HALKIN TAMAMI IRMAĞI GEÇİNCEYE DEK KURUMUŞ IRMAK YATAĞININ ORTASINDA KIPIRDAMADAN DURDULAR. BÖYLECE BÜTÜN İSRAİL HALKI KURUMUŞ IRMAK YATAĞINDAN GEÇTİ.
Eriha'nın Düşüşü
Yeşu.5: 13 Yeşu Eriha'nın yakınındaydı. Başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördü. Ona yaklaşarak, "Sen bizden misin, karşı taraftan mı?" diye sordu.
Yeşu.5: 14 Adam, "Hiçbiri" dedi, "Ben RAB'bin ordusunun komutanıyım. Şimdi geldim." O zaman Yeşu yüzüstü yere kapanıp ona tapındı. "Efendimin kuluna buyruğu nedir?" diye sordu.
Yeşu.5: 15 RAB'bin ordusunun komutanı, "Çarığını çıkar" dedi, "Çünkü bastığın yer kutsaldır." Yeşu söyleneni yaptı.
BAB 6
Yeşu.6: 1 Eriha Kenti'nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı, ne de çıkan.
Yeşu.6: 2 RAB Yeşu'ya, "İşte Eriha'yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum" dedi,
Yeşu.6: 3 "Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız.
Yeşu.6: 4 Koç boynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın; bu arada kâhinler borularını çalsınlar.
Yeşu.6: 5 Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek."
Yeşu.6: 7 Sonra halka, "Kalkın, kentin çevresini dolanmaya başlayın" dedi, "Silahlı öncüler RAB'bin Sandığı'nın önünden gitsin."
Yeşu.6: 9 Silahlı öncüler boru çalan kâhinlerin önünden, artçılar da sandığın arkasından ilerliyor, bu arada borular çalınıyordu.
Yeşu.6: 10 Yeşu halka şu buyruğu verdi: "Savaş naraları atmayın, sesinizi yükseltmeyin. 'Bağırın diyeceğim güne dek ağzınızdan tek bir söz çıkmasın. Buyruğumu duyunca bağırın."
Yeşu.6: 11 Halk RAB'bin Sandığı'yla birlikte kentin çevresini bir kez dolandı, sonra ordugaha dönüp geceyi orada geçirdi.
Yeşu.6: 12 Ertesi sabah Yeşu erkenden kalktı. Kâhinler de RAB'bin Sandığı'nı yüklendiler.
Yeşu.6: 13 Koç boynuzu borular taşıyan yedi kâhin RAB'bin Sandığı'nın önünde ilerliyor, bir yandan da borularını çalıyorlardı. Silahlı öncüler onların önünden gidiyor, artçılar da RAB'bin Sandığı'nı izliyordu. Bu arada borular sürekli çalınıyordu.
Yeşu.6: 14 Böylece ikinci gün de kentin çevresini bir kez dolanıp ordugaha döndüler. Aynı şeyi altı gün yinelediler.
Yeşu.6: 15 Yedinci gün erkenden, şafak sökerken kalkıp kentin çevresini aynı şekilde yedi kez dolandılar. Kentin çevresini yalnız o gün yedi kez dolandılar.
Yeşu.6: 16 Kâhinler yedinci turda borularını çalınca, Yeşu halka, "Bağırın! RAB kenti size verdi" dedi,
Yeşu.6: 18 Sakın RAB'be adanan herhangi bir şeye el sürmeyin. Adadığınız şeyleri alırsanız İsrail'in ordugahını felakete ve yıkıma sürüklersiniz.
Yeşu.6: 19 Bütün altınla gümüş, tunç* ve demir eşya RAB'be ayrılmıştır. Bunlar RAB'bin hazinesine girecek."
Yeşu.6: 20 Halk bağırmaya başladı, kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. KENTİN SURLARI ÇÖKTÜ. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece kenti ele geçirdiler.
Yeşu.6: 21 Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeşu.6: 24 Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hazinesine koydular.
Kutsal Kitaplardaki Tanrı, tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır. Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ anlamındadır.
Yeşu.5: 13 Yeşu Eriha'nın yakınındaydı. Başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördü. Ona yaklaşarak, "Sen bizden misin, karşı taraftan mı?" diye sordu.
Yeşu.5: 14 Adam, "Hiçbiri" dedi, "Ben RAB'bin ordusunun komutanıyım. Şimdi geldim." O zaman Yeşu yüzüstü yere kapanıp ona tapındı. "Efendimin kuluna buyruğu nedir?" diye sordu.
Yeşu.5: 15 RAB'bin ordusunun komutanı, "Çarığını çıkar" dedi, "Çünkü bastığın yer kutsaldır." Yeşu söyleneni yaptı.
BAB 6
Yeşu.6: 1 Eriha Kenti'nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı, ne de çıkan.
Yeşu.6: 2 RAB Yeşu'ya, "İşte Eriha'yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum" dedi,
Yeşu.6: 3 "Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız.
Yeşu.6: 4 Koç boynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın; bu arada kâhinler borularını çalsınlar.
Yeşu.6: 5 Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek."
Yeşu.6: 7 Sonra halka, "Kalkın, kentin çevresini dolanmaya başlayın" dedi, "Silahlı öncüler RAB'bin Sandığı'nın önünden gitsin."
Yeşu.6: 9 Silahlı öncüler boru çalan kâhinlerin önünden, artçılar da sandığın arkasından ilerliyor, bu arada borular çalınıyordu.
Yeşu.6: 10 Yeşu halka şu buyruğu verdi: "Savaş naraları atmayın, sesinizi yükseltmeyin. 'Bağırın diyeceğim güne dek ağzınızdan tek bir söz çıkmasın. Buyruğumu duyunca bağırın."
Yeşu.6: 11 Halk RAB'bin Sandığı'yla birlikte kentin çevresini bir kez dolandı, sonra ordugaha dönüp geceyi orada geçirdi.
Yeşu.6: 12 Ertesi sabah Yeşu erkenden kalktı. Kâhinler de RAB'bin Sandığı'nı yüklendiler.
Yeşu.6: 13 Koç boynuzu borular taşıyan yedi kâhin RAB'bin Sandığı'nın önünde ilerliyor, bir yandan da borularını çalıyorlardı. Silahlı öncüler onların önünden gidiyor, artçılar da RAB'bin Sandığı'nı izliyordu. Bu arada borular sürekli çalınıyordu.
Yeşu.6: 14 Böylece ikinci gün de kentin çevresini bir kez dolanıp ordugaha döndüler. Aynı şeyi altı gün yinelediler.
Yeşu.6: 15 Yedinci gün erkenden, şafak sökerken kalkıp kentin çevresini aynı şekilde yedi kez dolandılar. Kentin çevresini yalnız o gün yedi kez dolandılar.
Yeşu.6: 16 Kâhinler yedinci turda borularını çalınca, Yeşu halka, "Bağırın! RAB kenti size verdi" dedi,
Yeşu.6: 18 Sakın RAB'be adanan herhangi bir şeye el sürmeyin. Adadığınız şeyleri alırsanız İsrail'in ordugahını felakete ve yıkıma sürüklersiniz.
Yeşu.6: 19 Bütün altınla gümüş, tunç* ve demir eşya RAB'be ayrılmıştır. Bunlar RAB'bin hazinesine girecek."
Yeşu.6: 20 Halk bağırmaya başladı, kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. KENTİN SURLARI ÇÖKTÜ. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece kenti ele geçirdiler.
Yeşu.6: 21 Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeşu.6: 24 Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hazinesine koydular.
Kutsal Kitaplardaki Tanrı, tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır. Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ anlamındadır.
11.
Bölüm: Sümerler’e göre her topluma bir peygamber
gönderilir:
Gerek çivi yazısı tabletlerde, gerek kutsal kitaplarda bu
konuda bir çok ayet bulunmaktadır. Tevrat’tan bir örnek:
2. KRALLAR
2.Kr.1: 2 İsrail Kralı Ahazya Samiriye'de yaşadığı sarayın üst katındaki kafesli pencereden düşüp yaralandı. Habercilerine, "Gidin, Ekron ilahı Baalzevuv'a* danışın, yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenin" dedi.
2.Kr.1: 3 Ama RAB'bin meleği, Tişbeli İlyas'a şöyle dedi: "Kalk, Samiriye Kralı'nın habercilerini karşıla ve onlara de ki, 'İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmaya gidiyorsunuz?
2.Kr.1: 4 Kralınıza deyin ki, 'RAB, Yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin! diyor." Böylece İlyas oradan ayrıldı.
2.Kr.1: 5 Haberciler kralın yanına döndüler. Kral, "Neden geri döndünüz?" diye sordu.
2.Kr.1: 6 Şöyle karşılık verdiler: "Yolda bir adamla karşılaştık. Bize dedi ki, 'Gidin, sizi gönderen krala RAB şöyle diyor deyin: İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 7 Kral, "Sizi karşılayıp bu sözleri söyleyen nasıl bir adamdı?" diye sordu.
2.Kr.1: 8 "Üzerinde tüylü bir giysi, belinde deri bir kuşak vardı" diye yanıtladılar. Kral, "O Tişbeli İlyas'tır" dedi.
2.Kr.1: 9 Sonra bir komutanla birlikte elli adamını İlyas'a gönderdi. Komutan tepenin üstünde oturan İlyas'ın yanına çıkıp ona, "EyTanrı adamı, kral aşağı inmeni istiyor" dedi.
2.Kr.1: 10 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, şimdi göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 11 Bunun üzerine kral, İlyas'a başka bir komutanla birlikte elli adam daha gönderdi. Komutan İlyas'a, "Ey Tanrı adamı, kral hemen aşağı inmeni istiyor!" dedi.
2.Kr.1: 12 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 13 Kral üçüncü kez bir komutanla elli adam gönderdi. Üçüncükomutan çıkıp İlyas'ın önünde diz çöktü ve ona şöyle yalvardı: "Ey Tanrı adamı, lütfen bana ve adamlarıma acı, canımızı bağışla!
2.Kr.1: 14 Göklerden yağan ateş daha önce gelen iki komutanla ellişer adamını yakıp yok etti, ama lütfen bana acı."
2.Kr.1: 15 RAB'bin meleği, İlyas'a, "Onunla birlikte aşağı in, korkma" dedi. İlyas kalkıp komutanla birlikte kralın yanına gitti
2.Kr.1: 16 ve ona şöyle dedi: "RAB diyor ki, 'İsrail'de danışacak Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 17 RAB'bin İlyas aracılığıyla söylediği söz uyarınca Kral Ahazya öldü.
2.Kr.1: 2 İsrail Kralı Ahazya Samiriye'de yaşadığı sarayın üst katındaki kafesli pencereden düşüp yaralandı. Habercilerine, "Gidin, Ekron ilahı Baalzevuv'a* danışın, yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenin" dedi.
2.Kr.1: 3 Ama RAB'bin meleği, Tişbeli İlyas'a şöyle dedi: "Kalk, Samiriye Kralı'nın habercilerini karşıla ve onlara de ki, 'İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmaya gidiyorsunuz?
2.Kr.1: 4 Kralınıza deyin ki, 'RAB, Yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin! diyor." Böylece İlyas oradan ayrıldı.
2.Kr.1: 5 Haberciler kralın yanına döndüler. Kral, "Neden geri döndünüz?" diye sordu.
2.Kr.1: 6 Şöyle karşılık verdiler: "Yolda bir adamla karşılaştık. Bize dedi ki, 'Gidin, sizi gönderen krala RAB şöyle diyor deyin: İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 7 Kral, "Sizi karşılayıp bu sözleri söyleyen nasıl bir adamdı?" diye sordu.
2.Kr.1: 8 "Üzerinde tüylü bir giysi, belinde deri bir kuşak vardı" diye yanıtladılar. Kral, "O Tişbeli İlyas'tır" dedi.
2.Kr.1: 9 Sonra bir komutanla birlikte elli adamını İlyas'a gönderdi. Komutan tepenin üstünde oturan İlyas'ın yanına çıkıp ona, "EyTanrı adamı, kral aşağı inmeni istiyor" dedi.
2.Kr.1: 10 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, şimdi göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 11 Bunun üzerine kral, İlyas'a başka bir komutanla birlikte elli adam daha gönderdi. Komutan İlyas'a, "Ey Tanrı adamı, kral hemen aşağı inmeni istiyor!" dedi.
2.Kr.1: 12 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 13 Kral üçüncü kez bir komutanla elli adam gönderdi. Üçüncükomutan çıkıp İlyas'ın önünde diz çöktü ve ona şöyle yalvardı: "Ey Tanrı adamı, lütfen bana ve adamlarıma acı, canımızı bağışla!
2.Kr.1: 14 Göklerden yağan ateş daha önce gelen iki komutanla ellişer adamını yakıp yok etti, ama lütfen bana acı."
2.Kr.1: 15 RAB'bin meleği, İlyas'a, "Onunla birlikte aşağı in, korkma" dedi. İlyas kalkıp komutanla birlikte kralın yanına gitti
2.Kr.1: 16 ve ona şöyle dedi: "RAB diyor ki, 'İsrail'de danışacak Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 17 RAB'bin İlyas aracılığıyla söylediği söz uyarınca Kral Ahazya öldü.
Her kente bir tanrı elçisi (peygamber) gönderilmesi
Sümerler zamanından beri yaygın bir inanç olarak, toplum hayatının kent
devletleri şeklinde sürdürüldüğü çağlarda yaygındır. Ve yukarıdaki ayetlerde bu
durum açıkça görülmektedir. Bir toplumun başına bir felaket gelmesi, o
toplumdaki insanların günah işledikleri için olur. Bazı kentlerde yaşam
standardının düşmesi, o kentin yöneticilerinin tanrının emirlerine uygun
davranmadıkları için tanrı tarafından bir cezalandırılması şeklinde
yorumlanmaktadır.
Kutsal
Kitapların Tanrısı, doğa olaylarını kendi tuttuğu kavimlerin çıkarlarına göre
yorumlar. Birkaç yılda bir tekrarlanan çekirge istilaları, bulaşıcı mikroplarla
gerçekleşen toplu ölüm olayları vs. hep, tanrının insanları cezalandırmaları
şeklinde yorumlanır.
M.Ö.
701 yılında, Asur kiralı Sanherib, bir çok kenti ele geçirdikten sonra, Kudüs'ü
de kuşatır. Sanherib'in ordusu, Kudüs surları dışındaki bir göletin kenarına
kamp kurar. Elbette, göl ve kenarı, sivrisinek ve Plasmodium gibi mikroplarla
doludur. Yörede yaşayan halk zamanla bu mikroplara karşı bağışıklık
kazanmıştır. Ama bu mikroplarla hiç karşılaşmamış insanlar için bu mikroplar
ölümcül olabilirler.
Kuşatma
günlerce sürer ve bu arada her iki taraf da karşı tarafa elçiler göndererek,
şartlarını iletmeye ve kan dökülmeden bir sonuca varmaya uğraşırlar. Kudüs'ün
kralı Hiskia'nın danışmanlığını yapan Yesaya Peygamber, kendi halkına moral
aşılamaya, karşı tarafın da moralini bozmaya yönelik fetvalar verir: "O bu
şehire giremeye, bir ok bile atamaya, şehrin hiç bir duvarını oynatamaya".
Bu arada da karşı tarafın ordusundaki askerler ateş alev yanmaktadır. Derken,
bir sabah kalktıklarında ne görsünler, Sanherib'in ordusunun 185.000 askeri
cansız yatmaktadır! Bunun üzerine Tevrat'a şu ayet yazılır: "İşte,
Allah'ın melekleri Asurlular'ın ordusundan 185 000 adamı vurdu. Ve sabahleyin
erkenden kalkmaya çalıştıklarında, baktılar ki, hepsi birer ölü ceset."
Böylelikle, bu olay, bu peygamberin bir mucizesi olarak kutsal kitaplara
işlenir! Bu mucizeyi gerçekleştiren "melekler" ise, bu günkü
bilgimize göre, malaria tropica hastalığına yol açan Plasmodium'lardır, yani
tek hücreli bir canlı, bir mikroptur.
Tevrat’ın ‘2. KRALLAR bölümünde bu
olay şu ayetlerle anlatılır:
2.Kr.19:
32 "Bundan dolayı RAB Asur Kralı'na ilişkin şöyle diyor: 'Bu kente
girmeyecek, ok atmayacak. Kente kalkanla yaklaşmayacak, Karşısında rampa
kurmayacak.
2.Kr.19: 33 Geldiği yoldan dönecek ve kente girmeyecek diyor RAB,
2.Kr.19: 34 'Kendim için ve kulum Davut'un hatırı için Bu kenti savunup kurtaracağım diyor."
2.Kr.19: 35 O gece RAB'bin meleği gidip Asur ordugahında 185.000 kişiyi öldürdü. Ertesi sabah uyananlar salt cesetlerle karşılaştılar.
2.Kr.19: 36 Bunun üzerine Asur Kralı Sanherib ordugahını bırakıp çekildi. Ninova'ya döndü ve orada kaldı.
2.Kr.19: 33 Geldiği yoldan dönecek ve kente girmeyecek diyor RAB,
2.Kr.19: 34 'Kendim için ve kulum Davut'un hatırı için Bu kenti savunup kurtaracağım diyor."
2.Kr.19: 35 O gece RAB'bin meleği gidip Asur ordugahında 185.000 kişiyi öldürdü. Ertesi sabah uyananlar salt cesetlerle karşılaştılar.
2.Kr.19: 36 Bunun üzerine Asur Kralı Sanherib ordugahını bırakıp çekildi. Ninova'ya döndü ve orada kaldı.
Yani
vurgulamak ve üzerinde durmak istediğim nokta şudur: 1-2 asır öncesine kadar
tüm toplumlar bir kral veya sultan gibi tepedeki bir efendi tarafından
yönetilirlerdi. Halkın pasif kılıp, efendilerinin istekleri doğrultusunda
davranmaları için, doğadaki yaratıcı gücün, peygamber denilen kişilerce
insanlara kutsal kitaplarla mesajlar gönderdikleri ve bu mesajlara uyarak
yaşarlarsa, öteki dünya gibi yerde ölümden sonra ebedi ve mutlu şekilde
yaşayacakları bilgisi aşılanarak, birer robot gibi pasif davranmaları
sağlanıyordu.
Günümüzde
de bu mekanizma aynı şekilde işletilmektedir. Halk pasif kalmakta, yasa ve
yönetmeliklerin tepedekiler-saraylardakiler tarafından oluşturulmasını kabul
etmektedir. Tepedekiler de, halkın ürünleri ve-emekleriyle oluşan gücü kullanarak,
insanları istedikleri şekilde yönetmektedirler. Ve bu sömürü düzenin temeli,
doğadaki yaratıcılık-yönlendiricilik gücünün, doğal içgüdü sistemiyle,
varlıkların kendi içlerinde olduğunun bilinmemesidir.
Kutsal
kitap bilgilerine bakıldığında ise, böyle özelliklere sahip kişilerin hep Sami
ırkı mensupları arasından çıktıkları fark edilir. Günümüzde bu durum aynen
devam etmektedir. Para-Siyaset-Din kıskacına alınan insanlık, yaratıcılık
kavramının tamamen yanlış tanıtılması ve bu yanlış hayat görüşünün
dinsel-kutsal-bir görüş olarak geleneklere işlenmesi sonucu tüm çocuklar doğar
doğamaz bu gelenekler nedeniyle statik sistemli hayat görüşü ile
şartlandırılmakta ve artık ondan sonra mantıklı düşünemeyen zombi insanlar
olarak toplumlarda yer almaktadırlar.
12.
Bölüm: EFENDİLER neden insanlığı
kutuplaştırmıştır?
İbrahim peygamberin tanrısı (efendisi = Rab) ona şöyle
der:
Bab 17
Antlaşmamı
seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden
sonra da soyunun Tanrısı olacağım.
Tanrı İbrahim'e,
"Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız" dedi,
"Seninle
ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi
sünnet edilecek. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak.
İbrahim peygamberin karısı Sara’dan olan İshak ve
cariyesi Hacer’den olan İsmail adında iki oğlu vardır. Bu nedenle bu iki
oğlunun soyundan gelenler sünnet olurlar. (Biz Türkler acaba neden sünnet
oluyoruz?)
İshak’ın ve İsmail’in bir çok oğlu olur.
İshak’ın oğullarından biri olan Yakup’un tanrısı ona
şöyle der:
Bab 35,
1. 10-"Sana Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil,
İsrail olacak" diyerek onun adını İsrail koydu.
2. 11-"Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım" dedi,
"Verimli ol, çoğal. Senden bir ulus ve uluslar topluluğu doğacak.
Kralların atası olacaksın.
3. 12-İbrahim'e, İshak'a verdiğim toprakları sana verecek, senden
sonra da soyuna bağışlayacağım."
Bu
şekilde İsrail-oğulları kavramı ortaya çıkmış olur. Yakub’un bir çok oğlu
vardır, ama o en çok küçük oğullarından Yusuf’u sever. Diğer kardeşler onu
kıskandıklarından, Yusuf’’u köle olarak satarlar ve Yusuf bir Mısır’lı bir
ağanın yanına alınır. Yusuf’un İsrail-oğullarının tanrısıyla arası iyi
olduğundan, tanrısı ona rüya yorumlamak gibi özel yetenek vermiştir. Mısır’da bir
çok kişinin ve bu arada Firavun’un rüyasını çok iyi yorumlar, bu yorum
neticesinde Mısır’da nüfuzu çok artar, hatta Firavun bir çok yetkisini ona
devreder.
Yakup
zamanında da ülkesinde kıtlık olur, ve Yakup, oğullarını tahıl almaları için
Mısır’a gönderir. Mısır’da çok yetkili olan Yusuf, kardeşlerine kendisini
tanıtmadan, onlara tahıl verir ve geri gönderir, vs.
Olaylar
bu şekilde sürerken, Yakub’un yaşadığı yerde kıtlık devam eder. Ve bir gün
tanrısı Yakub’a şöyle seslenir:
Bab
46
O
gece Tanrı bir görümde İsrail'e, "Yakup, Yakup!" diye Seslendi.
Yakup, "Buradayım" diye yanıtladı.
Tanrı,
"Ben Tanrı'yım, babanın Tanrısı" dedi, "Mısır'a gitmekten
çekinme. Soyunu orada büyük bir ulus yapacağım.
Seninle
birlikte Mısır'a gelecek, soyunu bu ülkeye geri getireceğim. Senin gözlerini
Yusuf'un elleri kapayacak."
Bab
47
Yusuf
gidip firavuna, "Babamla kardeşlerim davarları, sığırları ve bütün
eşyalarıyla Kenan ülkesinden geldiler" diye haber verdi, "Şu anda
Goşen bölgesindeler."
Sonra
kardeşlerinden beşini seçerek firavunun huzuruna çıkardı.
Firavun
Yusuf'un kardeşlerine, "Ne iş yapıyorsunuz?" diye sordu. "Biz
kulların atalarımız gibi çobanız" diye yanıtladılar,
"Bu
ülkeye geçici bir süre için geldik. Çünkü Kenan ülkesinde şiddetli kıtlık var.
Davarlarımız için otlak bulamıyoruz. İzin ver, Goşen bölgesine
yerleşelim."
Firavun
Yusuf'a, "Babanla kardeşlerin yanına geldiler" dedi,
"Mısır
ülkesi senin sayılır. Onları ülkenin en iyi yerine yerleştir. Goşen bölgesine
yerleşsinler. Sence aralarında becerikli olanlar varsa, davarlarıma bakmakla
görevlendir."
Bu şekilde Yakup ve sülalesi Mısır’a göç etmiş olur. Yakup
yaşlanıp ölünce, onu alıp, Kenan bölgesindeki kendisin satın aldığı yere
gömerler ve tekrar Mısır’ dönerler. İsrail oğulları Mısır’da çok çoğalırlar,
dolayısıyla zamanla Mısır’lılarla aralarında çekişmeler başlar, İsrail
oğullarına kötü muamele yaygınlaşır
Çık.1:
6 Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü.
Çık.1: 7 Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.
Çık.1: 8 Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.
Çık.1: 9 Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,
Çık.1: 10 "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."
Çık.1: 11 Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
Çık.1: 12 Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
Çık.1: 13 İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.
Çık.1: 14 Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
Çık.1: 15 Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
Çık.1: 16 "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."
Çık.1: 7 Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.
Çık.1: 8 Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.
Çık.1: 9 Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,
Çık.1: 10 "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."
Çık.1: 11 Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
Çık.1: 12 Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
Çık.1: 13 İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.
Çık.1: 14 Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
Çık.1: 15 Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
Çık.1: 16 "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."
Bu şekilde İsrailoğullarının erkek çocukları öldürülmeye
başlanır. Ama bu erkek çocuklardan birini öldürülmeyip, bir sepete konarak Nil
nehrine bırakılır. Musa böyle bir çocuklukla hayata başlar. Neyse Musa büyür.
Şimdi Tevrat’tan ayetlerle devam edelim:
BÖLÜM
3
Çık.3:1 Musa kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı Dağı'na, Horev'e vardı.
Çık.3:2 RAB'bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor.
Çık.3:3 "Çok garip" diye düşündü, "Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!"
Çık.3:4 RAB Tanrı Musa'nın yaklaştığını görünce, çalının içinden,"Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "Buyur!" diye yanıtladı.
Çık.3:5 Tanrı, "Fazla yaklaşma" dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.
Çık.3:6 Ben babanın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı'yım." Musa yüzünü kapadı, çünkü Tanrı'ya bakmaya korkuyordu.
Çık.3:7 RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
Çık.3:8 Bu yüzden onları Mısırlılar'ın elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit*, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim.
Çık.3:9 İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
Çık.3:10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim."
Çık.3:11 Musa, "Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
Çık.3:12 Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız."
Çık.3:13 Musa şöyle karşılık verdi: "İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir?' diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?"
Çık.3:14 Tanrı, "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler'e de ki, 'Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.'
Çık.3:15 "İsrailliler'e de ki, 'Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı RAB*fc* gönderdi.' Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.
Çık.3:1 Musa kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı Dağı'na, Horev'e vardı.
Çık.3:2 RAB'bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor.
Çık.3:3 "Çok garip" diye düşündü, "Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!"
Çık.3:4 RAB Tanrı Musa'nın yaklaştığını görünce, çalının içinden,"Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "Buyur!" diye yanıtladı.
Çık.3:5 Tanrı, "Fazla yaklaşma" dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.
Çık.3:6 Ben babanın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı'yım." Musa yüzünü kapadı, çünkü Tanrı'ya bakmaya korkuyordu.
Çık.3:7 RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
Çık.3:8 Bu yüzden onları Mısırlılar'ın elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit*, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim.
Çık.3:9 İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
Çık.3:10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim."
Çık.3:11 Musa, "Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
Çık.3:12 Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız."
Çık.3:13 Musa şöyle karşılık verdi: "İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir?' diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?"
Çık.3:14 Tanrı, "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler'e de ki, 'Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.'
Çık.3:15 "İsrailliler'e de ki, 'Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı RAB*fc* gönderdi.' Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.
Çık.3:16
Git, İsrail ileri gelenlerini topla, onlara şöyle de: 'Atalarınız İbrahim'in,
İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB bana görünerek şunları söyledi: Sizinle ve
Mısır'da size yapılanlarla yakından ilgileniyorum.
Çık.3:17 Söz verdim, sizi Mısır'da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.'
Çık.3:18 "İsrail ileri gelenleri seni dinleyecekler. Sonra birlikte Mısır Kralı'na gidip, 'İbraniler'in Tanrısı RAB bizimle görüştü' diyeceksiniz, 'Şimdi izin ver, Tanrımız RAB'be kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım.'
Çık.3:19 Ama biliyorum, güçlü bir el zorlamadıkça Mısır Kralı gitmenize izin vermeyecek.
Çık.3:20 Elimi uzatacak ve aralarında şaşılası işler yaparak Mısır'ı cezalandıracağım. O zaman sizi salıverecek.
Çık.3:21 "Halkımın Mısırlılar'ın gözünde lütuf bulmasını sağlayacağım. Gittiğinizde eli boş gitmeyeceksiniz.
Çık.3:22 Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlıları soyacaksınız."
Çık.3:17 Söz verdim, sizi Mısır'da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.'
Çık.3:18 "İsrail ileri gelenleri seni dinleyecekler. Sonra birlikte Mısır Kralı'na gidip, 'İbraniler'in Tanrısı RAB bizimle görüştü' diyeceksiniz, 'Şimdi izin ver, Tanrımız RAB'be kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım.'
Çık.3:19 Ama biliyorum, güçlü bir el zorlamadıkça Mısır Kralı gitmenize izin vermeyecek.
Çık.3:20 Elimi uzatacak ve aralarında şaşılası işler yaparak Mısır'ı cezalandıracağım. O zaman sizi salıverecek.
Çık.3:21 "Halkımın Mısırlılar'ın gözünde lütuf bulmasını sağlayacağım. Gittiğinizde eli boş gitmeyeceksiniz.
Çık.3:22 Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlıları soyacaksınız."
BÖLÜM 4
Çık.4: 1 Musa, "Ya bana inanmazlarsa?" dedi, "Sözümü dinlemez, 'RAB sana görünmedi' derlerse, ne olacak?"
Çık.4: 2 RAB, "Elinde ne var?" diye sordu. Musa, "Değnek" diye yanıtladı.
Çık.4: 3 RAB, "Onu yere at" dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı.
Çık.4: 4 RAB, "Elini uzat, kuyruğundan tut" dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu.
Çık.4: 5 RAB, "Bunu yap ki, ataları İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB'bin sana göründüğüne inansınlar" dedi.
Çık.4: 6 Sonra, "Elini koynuna koy" dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu.
Çık.4: 7 RAB, "Elini yine koynuna koy" dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski haline dönmüştü.
Çık.4: 8 RAB, "Eğer sana inanmaz, ilk belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilirler" dedi,
Çık.4: 9 "Bu iki belirtiye de inanmaz, sözünü dinlemezlerse, Nil'den biraz su alıp kuru toprağa dök. Irmaktan aldığın su toprakta kana dönecek."
Çık.4: 10 Musa RAB'be, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim."
Çık.4: 11 RAB, "Kim ağız verdi insana?" dedi, "İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?
Çık.4: 12 Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim."
Çık.4: 13 Musa, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ne olur, benim yerime başkasını gönder."
Çık.4: 14 RAB Musa'ya öfkelendi ve, "Ağabeyin Levili Harun var ya!" dedi, "Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek.
Çık.4: 15 Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim.
Çık.4: 16 O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sende onun için Tanrı gibi olacaksın.
Çık.4: 17 Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin."
İşte olaylar böyle devam ederken, Santorini volkanı patlaması olur ve tsunami dalgaları Mısır’ın düz sahil ovalarındaki Firavun askerlerini ve yandaşların öldürür. Goşen adlı biraz daha yüksek yerlerde yaşayan İsrailoğulları da kaçarak Sina bölgesine geçerler.
Tevrat’tan aktarılan pasajlarda görüldüğü üzere, Tevrat
Musa Peygamber’e vahiyle gelen bir ilahi mesaj değil, farklı zamanlarda, farklı
peygamberlere geldiği öne sürülen mesajlardan oluşmuştur. Dolayısıyla, çok
sonraları kraliyet mensupları tarafından derlenmiş, eski menkıbelerden
oluşmuştur.
İlk kutsal kitaptan önce, İbrahim peygamber, Tanrısı tarafından seçilir ve soyu
kutsal ilan edilir. Ondan sonra onun soyundan gelenler arasından peygamberler
seçilirler ve onlara, Sina yarım-adasından Orta-Anadolu’ya kadar uzanan bir
alanın “vaat edilen topraklar” olarak onlara sunulduğu ve kendilerinin soylarından
gelecek insanlara tahsis edildiği şeklinde bir ilahi taahhüt yapılır. O
topraklarda yaşayan insanlar, İbrahim’in soyundan olmadıklarından, onlarla
savaşılıp, yok edileceklerdir; İbrahim’in tanrısı da, bu savaşlarda kendi
kullarına yardım edecektir. Kutsal kitaplar bu temel inanç felsefesine dayanır.
Kutsal Kitaplarda İsrail-oğulları seçilmiş ırk olarak
belirlenmiştir. Bu ırkçılık ve dinsel ayrımcılık oluşmasının, dolayısıyla
toplumlar arası savaşların temel nedenidir.
13.
Bölüm: Neden peygamberli sistemden önce hızlı
bir gelişme vardı?
Animizm – paganizm gibi inançlar, yorumlamalı kehanete
dayalıdır. Hele animizm, doğayı canlı kabul eder, ki dinamik sistemle bu açıdan
tam uyumludur. Bu inançlar putperestlik diye hor görülmüştür. Halbuki put denilen
şey, doğadaki bir tür enerji kaynağını temsil eder ve doğada da enerji çeşitli
sistemlerde depolanmıştır.
Bir şaman öğretisi şöyle der: "Doğada hiçbir şey
kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini
yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler
kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için doğurmaz. Rüzgar kendisi için esmez.
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz. Doğanın anayasasında ilk madde
şudur: Her şey birbiri için yaşar. Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur.
Eski çağlardan süre gelen bir anlayıştı bu. Bütünlüğü anlatırdı, özü iki
cümleydi; Ben, biz olduğumuz zaman ben olurum; Ben, ben olduğum için sen,
sensin..."
Halbuki statik (yani peygamberli) sistem tüm enerji ve
bilginin varlıkların dışında olduğunu ve varlıklar arası etkileşimlerle değil,
varlıkların dışındaki bir merkezden yönlendirildiğini savunur. Dolayısıyla
peygamberlikten önceki dönem insanları, dinamik sistemin temeli olan karşılıklı
etkileşime ağırlık verip, tepeden birilerinden bir emir-yönlendirme almadan
yaşamı gerçekleştirmeye çalıştıklarından, başarılı olmuşlar ve şekilde mavi-hat
boyunca geçekleşen ürünleri yaparak, insanlık kültürünün gelişmesinin ilk ve en
temel adımlarını atmışlar ve hızlı bir üstel gelişim içine sokmuşlardır.
İnsanlığın hızlı bir şekilde devam eden kültürel gelişim
yolundan saptırılarak, gecikmeli şekilde yaşamaya devam etmesinin nedeni,
statik sistemli, dogmatik bir görüş etkisi içine sokulmuş olmasıdır. Yaklaşık
3500 yıl öncelerine kadar insanlık, paganizm tipli yorumlayıcı öngörüler
oluşturmaya dayalı bir düşünce tarzıyla yaşarken, o tarihte, yukarıda açıklanan
olaylar nedeniyle peygamberli sistem etkisi altına girmiştir. Dolayısıyla, daha
önceleri dinamik sisteme yakın ve dogmatik olmayan bir tarzda düşünürken, artık
tamamen statik sistemli, tepeye bağımlılık sistemi içine girilmiştir. Bu ise
insanların pasif kalıp, her şeyi tepedeki birilerinden bekleyen bir toplum
oluşturulmasına dönüştürmüştür. Bu durum batı-aleminde Rönesans ve reform
sistemiyle kısmen düzeltilmiş ve batı aleminin bilim ve teknolojide
ilerlemesinin yolunu açmıştır. Ama diğer katı dogmatik ve otoriter sistemler
içinde yaşayan toplumlarda bir reform yapılmadığından, onlar batı-dünyasının
sömürüsü altında yaşamaya devam etmektedirler.
14.
Bölüm: İnsanların bencil, kendini beğenmiş
olmasının temel nedeni
Günümüz insanlığının en büyük hatası, kendisini diğer
canlılardan çok farklı ve üstün görmesidir, ki buna arrogance=kendini
beğenmişlik denir. İnsan kendisinin “özgür bir iradeye” sahip olduğu, diğer
varlıkların ise, iç-güdüsel davrandığı şeklinde bir inanç içindedir. Bu nedenle
de kendisini çok özel bir şey sanır. Kendini beğenmişlik, her alanda kendini
gösterir, ırkçılık denilen toplumsal birlik ve bütünlüğü zedeleyici faktörün
temelinde de vardır, doğadaki canlıları “hayvan” diye aşağılayıcı bir terimle
belirleyip, kendisini “insan” diye üstün bir sınıf olarak görmesinin temelinde
de bu kendini beğenmişlik vardır.
Bu kendisini üstün görme hastalığı, doğadaki oluşum
mekanizmasının, yani yaratma-yönlendirme-etkileme sisteminin yanlış
yorumlanmasından kaynaklanır.
Şöyle ki:
Doğada bir şeyin yapılması için mutlaka enerji gerekir.
Zamanın oluşum aşamaları da, evrensel sistemimiz başlangıcında her şeyin
parçalarına ayrılmış ve enerjiye dönüşmüş olduğunu gösteriyor, bak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Çok kısa ömürlü ve çok hareketli kuantsal öğelerden
oluşan bu enerji alemini 138 birimli bir temel sistem olarak düşünürsek, bu 138
birimin 137 birimi “strong-force = güçlü-kuvvet” adı verilen bir etkileşim
sistemine tahsis edilmiştir. Geriye sadece 1 birimlik enerji kalmıştır ve
bizlerin hayatı, ilişkileri vs. sadece bu BİR birimlik kalıntı ile
sürdürülmektedir. Doğayı etkileyen-yönlendiren kuvvet sistemlerinin oranı 1/137
olmaktadır. 137 kat etkili olan kuvvet, hücrelerimizdeki atomların çekirdekleri
içinde proton ve nötronları bir arada tutan kuvvettir, diğer 1 değerindeki oran
ise, tüm diğer olaylarda kullanılan enerji miktarına denk gelir. Pozitif-yüklü
protonların birbirlerini itmeden bir arada bulunabilmeleri gluon denilen bu
güçlü etkileşim faktörü sayesinde olmaktadır.
Bu zıtlığı neden
belirtmek istediğime gelince:
Bir şeyi yapan-yönlendiren-etkileyen temel faktör
enerjidir. Enerjinin %99.3 lük kısmı içlerimizdeki atomların çekirdeklerinde
bulunur. Elektromanyetik kuvvet, yerçekimi gibi faktörlere kalan enerji oranı
ise sadece binde 7 kadardır. Ve bu binde 7lik enerjinin yine en büyük kısmı
bedenimiz içindeki elektromanyetik etkileşimlerdedir. Yani gerek biz
insanların, gerek tüm diğer varlıkların davranışlarında etkili olan enerji,
içsel kökenidir. Dışarıdan etkileyen enerji miktarı sıfır denilecek kadar
azdır. Dolayısıyla iç-güdü denilen faktör doğadaki en etkileyici kuvvet türüdür
ve içsel kökenidir; onun için adı İÇGÜDÜ olmuştur. Varlıkların
davranışlarını, kimyasal bileşimleri belirler ve her varlık kimyasal bileşimine
uygun bir iç-güdüye sahiptir. Dolayısıyla iç-güdü en doğal yönlendirici
faktördür.
Bedenlerimiz içindeki atomlar birer kaynayan kazandırlar.
Her saniye milyarlarca defa enerji-dönüşümleri gerçekleştirirler ve her
dönüşümde elektron, pozitron, nötrino gibi atom-altı-öğeler çevrelerine
yayarlar. Bu atom-altı-öğelerin bir kısmı beden içindeki diğer atomlarla
etkileşime girip, onların davranışlarını değiştirirken, nötrinolar beden dışına
çıkıp, çevreyle etkileşime geçerler. Doğadaki diğer varlıklardan yayılan
nötrinolar da bedenlerimize girerler ve bedenimizdeki atom-altı-öğelerle
etkileşirler. Yani doğadaki tüm varlıklar sürekli bir karşılıklı etkileşim
içindedirler, ve bu etkileşimlerdeki tetikleyici güç, hep varlıkların kendi
içlerinden başlar.
İç-güdü doğadaki
her varlıkta bulunur. Yalnız olduklarında çok hareketli olmak zorunda olan
atomların birleşerek bir molekül oluşturmaları içgüdüseldir; moleküllerin
sıcaklık-basınç faktörlerini algılayarak bir yöne göçleri ve bir akıntı
oluşturmaları içgüdüseldir; bir su damlasının sıcaklık arttığında buharlaşması,
sıcaklık düştüğünde donması da içgüdüsel bir davranıştır; kurumaya başlayan bir
meyvenin içindeki atomların oranlarının değişmesi de içgüdüseldir; bir toprağa
düşen bir tohumun, nem ve sıcaklık değişimlerine uyarak filizlenmeye başlaması
da bir iç-güdüsel davranıştır.
Tüm varlıklarda mevcut İçsel-dürtüler, varlıkların bilgi
ve bilinçle hareket ederek ve olasılık hesaplarına göre işlem yaparak, sürekli
bir değişim-dönüşüm içinde olmalarını gerektirmektedir. Ama bizler, arroganz
nedeniyle bilgi-ve bilincin, sadece insan ve insan-üstü sistemlerde olduğu
şeklinde bir görüşe saplanınca, yanlış yorumlamalar bir-birini izlemeye başlar.
Einstein’ın “Allah zar atmaz” cümlesi bu yanlış yorumların başında yer alır.
Atom-altı-öğeler aleminin oluşturduğu kuantsal canlılar,
bilgi ve bilinç sahibidirler. Hep daha ergonomik üst-sistem oluşturucu yönde,
kimyasal bileşimleri değiştirerek yeni varlıklar oluşturmuşlardır. Bu yeni
oluşturulan varlıklar da, yine bilgi ve bilinçli şekilde daha rahat yaşam
sistemleri oluşturacak şekilde bir davranış içinde olmuşlardır. Bizlerin
iç-güdü dediğimiz davranışın temelinde, otomatiğe alınmış geçmiş hayat
döneminden kalma eski-öğrenilmiş-bilgiler yer alırlar.
Kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan CANLI
VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra tekrar doğarlar.
Kuantlar aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir
değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri
kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim
içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin,
dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Bedenlerimiz ortalama 70-80 yıllık bir ömür döngüsüne
sahiptir. Ama o bedeni oluşturan hücrelerin ömür döngüleri, günler veya aylarla
sınırlıdır; mide zarı hücreleri 2 günlük; bağırsak çevresi hücreleri 3-4
günlük, derimizi oluşturan hücreler 2-3 haftalık, kan hücreleri yaklaşık 1
aylık, karaciğer ve pankreas hücreleri yaklaşık 1 yıllık bir ömre sahiptirler.
En uzun ömürlü hücrelerimiz, yaklaşık 10 yıllık bir ömre sahip olan
kemik-hücreleridir. Yani bizler bir hücreler kolonisi olarak 70-80 yıl
yaşarken, bedenimizi oluşturan hücreler defalarca doğup-ölmektedirler.
Hücreleri oluşturan moleküllerin ömürleri ise çok ama çok
daha kısadır: Moleküllerin ömürleri, dakikalık – saatlik sürelerle belirlenir.
Molekülleri ve atomları oluşturan atom-altı-öğelerin
ömürleri ise çok ama çok daha kısadır: saniyenin milyarlarda biri kadar kısa
bir süreç!
Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp,
evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda
gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç
noktasıdırlar.
Anlaşılacağı üzere, Zaman, doğal sistemin yaratılış
öyküsüdür. Tanrı doğayı yaratan olarak tanımlanmıştır. Doğanın nasıl
yaratıldığı zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla gösterildiğinden, TANRI kavramı da artık
anlaşılır olmuştur.
Doğada
her varlık enerjisini-besinini iç-bileşenlerinden alır: Bedenler enerjilerini
hücrelerinden; hücreler moleküllerden; moleküller atomlardan; atomlarda
kuantsal sistemden alırlar. Hiçbir üst-sistemde, yani tepede (yöneticilerde),
bir enerji veya besleyici özellik yoktur.
15.
Bölüm: Statik Sistemli Görüşte Hayat
İnsanlık asırlardır, doğa ve dünyanın tepedeki bir
doğa-üstü-güç sistemiyle oluşturulup, yönetildiği bilgisiyle
yetiştirilmektedir.
İnsanlara asırlardır şekilde özetlenen türde bir
doğal-oluşum modeli belletilmektedir. Bu oluşum modelinde yaratıcı sabit ve
değişmezdir. Yaratma-yapma gücü bu değişmez varlığa aittir.
Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki
sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi
yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu
bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak
dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların
doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde
cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi
kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, onlar
tarafından ortaya konulmuştur.
Doğada karşılıklı etkileşime dayanmayan hiçbir şey yoktur.
Zaman kavramının aydınlatılması bu konuya kesin bir açıklık getirmiştir. Toplum
oluşturma görevi biz insanların görevidir. Yani hiç kimse, “ben senin görüşüne
katılmıyorum, Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma” deme lüksüne sahip değildir,
çünkü hepimiz aynı “gemideyiz, ve bu gemi batarsa, hepimiz batarız.”
Şimdi Kutsal Kitap verileriyle “kendini beğenmişlik- arrogans arası bir
bağlantı vardır ve şöyledir.
Kutsal kitaplardan bu konuyla ilgili önemli ayetleri görelim:
1. Bab:
Tanrı insanı kendi suretinde
yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.
Onları kutsayarak, "Verimli
olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın;
denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen
olun.
Yeryüzündeki bütün canlılar,
denizdeki bütün balıklar sizin yönetiminize verilmiştir. Bütün canlılar size
yiyecek olacak. Yeşil bitkiler gibi, hepsini size veriyorum
Bu ayetlerin insan
davranışına etkisi: İnsan sadece kendisinin bilgili ve bilinçli olduğuna
inanır, diğer canlıları bilinçsiz kabul eder; yeryüzünde diğer canlılara karşı
her türlü acımasızlığı yapar, doğal, ekolojik dengenin bozulmasının temel
suçlusu olur.
Kutsal Kitapların
doğa dünyanın yaratılışı ve işleyişi hakkındaki görüşleri, yukarıda açıklandığı
ve de şekilde özetlendiği gibidir.
16.
Bölüm: Dinamik Sistemli Görüşte Hayat
Yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı, doğal sistemin yaratılış
öyküsü zaman, doğadaki yaratıcılığın kuantsal sistemle başladığını
göstermektedir. Ama insanlık zaman kavramını anlamını bilmediğinden,
yaratıcılığı da anlayamamıştır.
Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür.
Ve bu öykü yeryuvarı arşivlerinde kayıtlıdır. Bak. http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Tanrı veya doğa-üstü-güç doğayı
yaratan veya oluşturan olarak tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı
zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla gösterildiğinden, TANRI kavramı
(veya evrimcilerin doğal seçicisi) de artık anlaşılır olmuştur ve şu durum
ortaya çıkmıştır:
Doğa sürekli değişim-dönüşüm içindedir. Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Doğal sistemin yaratıcısı olan kuantsal
canlılar dahil, her şey sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içindedirler.
17. Bölüm:
Doğada neden kesin kurallar, Kutsal-Kitap gibi tepeden gelen yönergeler yoktur?
DİNAMİK SİSTEM
olasılık hesaplarına göre işletilir.
Doğada
dinamik sistem geçerlidir.
Ve dinamik sistemde yaratma-oluşturma görevi en tabandaki atom-altı-öğelere,
yani kuantsal-sisteme aittir. Kuantsal sistem canlıdır ve şekilde gösterilen
temel özelliklere sahiptirler.
Bu özellikleri yanında
kuantsal sistemin şu özelliğini de mutlaka bilmemiz gerekir:
Kuantsal sistemde
kesinlik yoktur, her şey olabilir.
Şimdi
atom-altı-öğelerle yapılan bir başka “2-seçenekli” ( 2 yarık değil de 2 küçük
delik) deneyi göstererek, onların bilinçli mi yoksa robot gibi mi
davrandıklarını görelim.
Şekilde
görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve (5)
noktasına da bir detektör (D) yerleştirilir. Aralarındaki perde üzerinde de (A)
noktasına bir delik açılır.
Deliğin
boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek
şekilde ayarlanır.
Aynı
boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A)
deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir
tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her
iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen
100 ögeden 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması
beklenir. … Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.
Daha
önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda)
artık hiç öge algılamadığı görülür.
Detektörün
konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu
konumda dört tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe
düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.
Bu
değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelerin şöyle bir
olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
İki
delikten de geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka
duvar üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda,
dört ile sıfır arasında değişen dağılım gösterirler.
Kuantsal
sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı,
gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal
öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.
(D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:
Ya
(A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker
değerlendirir:
Örn.
(A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6,
adım vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna
bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Örn.
(A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6,
adım vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna
bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Şimdi
diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1)
değeriyle son buldu.
Öge
bu iki değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge
kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen
100 ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.
HAYRET! DELİKLER TEK TEK AÇIK
OLDUKLARINDA HER DELİKTEN BİR ADET GEÇEBİLİYORDU, ŞİMDİ DELİKLERİN İKİSİ DE
AÇIK, AMA HİÇBİR ŞEY DELİKTEN GEÇMİYOR. BU NASIL İŞ?
Başka
bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD)
yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. 2’nin karesi alınır:
4 eder.
Bu
durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4
öge kayıt eder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte
olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!
YİNE HAYRET: BİR DELİKTEN GEÇEBİLECEK
ÖĞE SAYISI BİR TANE İDİ, DELİKLERİN İKİSİ BİRDEN AÇILINCA, NASIL OLUYOR DA 2
YERİNE 4 TANE ÖĞE GEÇEBİLİYOR?
İşte
kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre
davranmalarıdır.
Olasılık
hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul
edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında
sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri
gittikçe küçülürler.
Örneğin
1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi
küçülen bir sonuç verir.
Doğadaki
tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre
yapılmaktadır. Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?
Çünkü
ögelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde
sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.
Ama
iki delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir
olasılık hesabı yaparak davranır.
Atomik
öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak
bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama,
önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate
alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.
Yani
doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem
hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler
verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi
dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.
Burada
iki noktanın vurgulanması gerekir:
Birinci
nokta şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya
buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur.
Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.
İkinci
nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak,
bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli
davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel
deterministik görüşlü fizikçilerin
anlaşmazlığının kaynağını oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi,
klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde
değil, varlıların haricinde bir güç sisteminde olduğu “kutsal kitaplı”
önyargıdan, kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine
şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı
öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir.
Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.
18.
Bölüm: Doğadaki Tüm Olaylar rastgele veya
tesadüfî değil, olasılık hesabına göredir.
Havadaki veya
sudaki hiçbir molekül rastgele hareket etmez. Her bir molekül, kendisine komşu
moleküllerin sıcaklık ve basınç değerlerini kendisininkiyle kıyaslar ve en
düşük değer yönünde hareket eder. Tüm moleküller aynı şekilde
davrandıklarından, havada veya suda aynı anda akıntılar başlar; rüzgârlar ve
deniz içi akıntı sistemleri bu şekilde oluşurlar.
Moleküllerin çevre
koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli yönlenme, bedenlerimizdeki
(ve de hücrelerimizin içindeki) moleküllerde de görülür. Organik moleküllerde
3” ve 5” olarak tanımlanan kutuplaşmalar vardır ve tüm reaksiyonlar bu
kutuplaşmalara göre gerçekleşir. Nobel ödüllü Blobel (1999)’in ispatladığı
üzere, hücre içlerindeki proteinler belli adres-etiketlerine göre hareket
etmektedirler.
Doğada rastgelelik
veya tesadüf olmamasının nedeni şudur:
► 1- Her şey
enerjiyle oluşur ve tüm enerjilerin kaynağı da kuantsal sistemdedir.
► 2- Kuantsal
sistemdeki bu enerji, atom > molekül > hücre gibi üst sistemlerde
depolandıkça, yeni oluşacak üst-sistemler, çevrelerindeki hangi tür enerji
kaynağından yararlanabileceklerinin bilgilerini oluşturmaya başlarlar (çünkü
bilgi, enerjinin nereden nereye aktarılması gerektiğinin verileridir).
► 3- Bilgiler,
varlıkların yapı ve dokularındaki anizotropiler olarak kayıt altına
alındıklarından, tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyallerin bu anizotropik
yapısallaşma unsurları ile olan etkileşimlerine göre davranırlar.
► 4- Çıkartılacak
sonuç şu olur: Tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyalleri değerlendirip
olasılık hesapları yaparak davranışlarını belirlerler.
Beyin dediğimiz
organ, hücrelerin doğada nelerin nelere dönüştüğü ve gelecekte ne tür
değişim-dönüşümler olabileceği konusunda olasılık hesaplarına dayalı senaryolar
üretmek için tasarlanmış bir organdır. Nelerin nelere nasıl dönüştüğü veya
doğada nelerin olabileceği gibi konularda bilgi üretmenin önemi hücrelerce çok
iyi bilinmektedir. Bu olgu deneylerle saptanmıştır. Şöyle ki:
Beyindeki
hücrelerin, çeşitli ödül olasılıkları karşısında nasıl davrandıkları deneylerle
ortaya konulmuştur. Hücreler arası haberleşmede kullanılan maddelerden biri
dopamindir ve bu ürünün üretilmesi için beyinde özel dopamin nöronları
oluşturulmuştur. Bu dopamin nöronlarının, çevre faktörlerini, işe-yararlılık,
ödül-olasılığı, varsayım-hatası, vs. açılardan değerlendirerek diğer hücrelere
aktardıkları belirlenmiştir (Schultz (1998)). Bu aktarma işlemlerinde dopamin
nöronlarının neleri dikkate aldıklarını saptamaya yönelik araştırmalarda ise,
(Fiorillo et al. (2003)), dopamin nöronlarının, olasılık oranlarının söz konusu
olduğu verilere daha büyük önem verdikleri ortaya çıkmıştır.
Fiorillo ve diğ.
(2003)’nin maymunlarla yaptıkları deneylerde, maymunların beyinlerindeki
dopamin nöronlarına detektörler yerleştirilerek, (1. küçük-veya-orta boy bir
ödül; 2. küçük-veya-büyük boy bir ödül; 3. orta-veya-büyük boy bir ödül, vs.)
gibi çeşitli koşullarda nasıl davrandıkları araştırılmıştır.
Araştırma
sonucunda:
► 1- Hücrelerin
uzun vadeli olaylarla kısa vadeli olaylar arasında ayrım yaptıkları,
► 2- Kısa vadeli
değerlendirmelerde, en büyük ödüle önem verip, onu tercih ettikleri;
► 3- Uzun vadeli
değerlendirmelerde ise %50 olasılıklı duruma önem verip, onu tercih ettikleri
ortaya çıkmıştır.
Hücreler olasılık
hesaplarına göre davranırlar. Şekilde
görüldüğü üzere, sıfır ile bir arasında değişen ödül alma olasılıkları
tercihlerinde, uzun vadeli değerlendirmelerde dopamin nöronları, kesinlik arz
eden “sıfır=hiç-ödül-yok” veya “bir=mutlaka-ödül-var” seçeneklerine değil,
“elli-elli” seçeneğine ağırlık vermişlerdir. Yani hücreler çok bilgili ve
bilinçli davranıyorlar; anlık, kısa vadeli olaylarda hemen en büyük değerdeki
ödülü seçiyorlar, ama uzun vadeli davranış söz konusu olduğunda, doğadaki en
yaygın olasılık değeri olan %50 (elli-elli) değerini tercih ediyorlar.
Bunun anlamı çok
açıktır: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim dönüşüm sistemi içinde
olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle, uzun vadeli değerlendirmelerde “kesin
ödül yok veya kesin ödül var” seçeneklerine rağbet etmiyorlar! Doğada her şeyin
olabileceği gerçeğinden giderek, hep olasılık hesabına önem veriyorlar.
19.
Bölüm: Diğer bir önemli nokta YETKİ –
YÖNTEM UYUMUDUR:
Beden hücrelerimizin üst-sistemidir. Hücrelerimiz gösterdiğimiz
hedeflere ulaşacak şekilde işlevlere girişirler. Ancak gösterilen hedefe ulaşım
yolu ve yöntemi doğadaki dinamik sisteme uygun olmak zorundadır, çünkü kuantsal
sistemle beslenmekte olan hücreler, kuantsal canlılığın gerektirdiği
doğal-sistem ilkelerine uygun davranmak zorundadırlar.
Yetki ve yöntemden kasıt, bir işlevi yapma yetkisinin kimde
olduğu, kimin ipleri eline alması gerektiğidir.
Doğada
bu yetki hep alt-sistemlerin elindedir, çünkü yaratıcılık kuantsal sistemle
başlatılıp, sürdürülmektedir.
Kutsal kitaplı yaratılış görüşünde yaratıcı varlıkların
haricinde-üstündedir; Darwin’ci evrim görüşünde de doğal-seçici varlıkların
haricindedir. İnsanlar, doğadaki yaratıcılığı ve doğal-seçilimi varlıkların
üstündeki bir makamda varsayınca, bedenimizdeki hücrelerin mantığı allak-bullak
olmuştur.
Günümüz insanlığı da, hücrelerimizin bu mantıksal ikilem
içinde kalmasının sancılarını çekmektedir. Çünkü gelenek-görenekler bilinç-altı
sistemimizi statik sistemli programlamaktadır. Statik sistemde ise yetki
üst-sistemdedir. Hücreler ise dinamik sistemde oluşup-geliştiklerinden,
otomatik olarak dinamik sistemli davranırlar ve yetkinin alt-sistemlerde olması
gerektiği yönünde davranmak isterler. Ve tam bir ikilem içine girerler.
Hücrelerin
doğaya uyumlu bedenler oluşturmadaki muazzam yeteneklerini anlayabilmek için,
canlıların oluşum aşamalarını gösteren paleontoloji verilerine bakmak
yeterlidir. Bu veriler hayatın milyarlarca yıl önce denizlerde başladığını ve
ancak 350-400 milyon yıl önceleri karalara uyum sağlayacak düzeye ulaştığını
gösterir. Memeli hayvanlar ise, dinozorların 65 milyon yıl önceki bir doğal
felaket sonrası yok olmalarından doğan ekolojik boşluğu dolduracak şekilde
gelişen bir canlı gurubudur.
Balina,
yunus, fok gibi memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse,
hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar,
yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar
değildirler. Onların ataları deniz kıyılarındaki kara ortamlarında yaşayan akciğerlerle solunum
yapan memeli hayvanlardandır. Balıklar gibi solungaçlarla değil, akciğerleriyle
solunum yaparlar.
65
milyon yıl önceleri dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve
yaşam koşulları anormal derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması
gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu
ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan
canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz
dünyası ortaya çıkar.
Hücrelerin
mucizevi yaratıcılık örneği 60 milyon
önceleri tekrar kendisini gösterir ve bu defa kara hayatından tekrar deniz
hayatına dönüşe uygun tasarımlar gerçekleşir. Balinalar, yunuslar foklar gibi
denizde yaşayan memeliler bu doğal felaketten sonra hayat sisteminin yeniden
düzenlenmesi işlemleri ve eylemleridir. Deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde,
suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda
yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime
uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek
yapılmıştır.
Biz insanlar bu temel ilişkiyi dikkate
aldığımız takdirde, hücrelerimizin, doğa ve dünya koşullarına uygun sağlıklı
bedenler oluşturacağından emin olabilirsiniz. Çünkü hücreler bedenlerimizin
düşmanı değil, onun tasarımcısı ve koruyucusudurlar.
İnsanlık
ise bu süreç içindeki en önemli oyunculardan biri olarak rol almakta ve
dünyamızdaki hayat sisteminin geleceğini etkileyecek bir durumda bulunmaktadır.
Bedenlerimiz hücreler tarafından
oluşturulup-yönlendirildiğine göre, neden bedenlerimizin tasarımcısı ve
bakımcısı olan hücreler, kanser dahil bir sürü hastalığın ortaya çıkmasına
müsaade ediyorlar? Konuyu aydınlatıcı bilgiler http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html dosyasında (gerekiyorsa devam eden
dosyalarda) bulunmaktadır.
Doğada bir iş-eylem yapma yetkisi hep
alt-sistemlerdedir. Siz hücrelerinize bu yetkinin bedenin dışındaki bir
sistemde olduğu şeklinde bir görüş verdinizse, artık sağlığınızın yerinde
olmasını bekleyemezsiniz.
20.
Bölüm: Bilgi Oluşturma ve Rahatlama Dürtüsü
Zaman, doğal
sistemin yaratılış öyküsüdür. Ve zaman kavramının yeryuvarı arşivlerinde
kayıtlı verileri, doğadaki oluşum ve gelişimlerin, varlıkların en küçük
öğeleriyle (atom-altı-öğelerle) başlatılıp, bu küçük öğelerin gittikçe büyüyen
üst-sistemler içinde birleşerek, gittikçe daha ergonomik yapılar
oluşturduklarını göstermektedir. Yani evren gittikçe gelişmektedir.
Peki neden bu
atom-altı-öğeler zaman içinde, önce atomlar, sonra moleküller, sonra hücreler –
bedenler gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde bir araya geldiler?
Bunu
anlayabilmek için insanlığın gelişim tarihine bakalım. İnsanlık yaklaşık 2,5
milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 10 bin yıl öncesine kadar bağımsız
aileler şeklinde yaşamış; ama son 10 bin yıldan beri, önce aile, sonra kabile,
sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen üst-sistemler
içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen üst-sistemler
oluşturulur?
Tek başına
yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içindedir. Hem sebze, tahıl üretecek;
hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem pişirecek bir
fırın, tabak, kaşık vs yapacak! Böyle bir koşuşturma içindeki insanın
dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir
insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya
hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede çok daha az koşuşturur ve daha çok
dinlenme zamanı olur.
Atom-altı-öğelerin
birleşerek atom oluşturmaları da aynı tür bir rahatlama dürtüsü sonucudur.
Şöyle ki: proton, nötron, elektron gibi atom-altı öğeler yalnız olduklarında
çok enerji harcarlar, birleşip bir atom oluşturduklarında ise, daha rahat bir
duruma kavuşurlar. (Birleşilen üst-sistemin kütlesi daha azdır.)
(Bir protonun
kütlesi 1.007 atomik kütle birimi (akb), bir nötronun kütlesi ise, 1.008
akb’dir. Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise 12.01
akb’dir. Hâlbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.09 akb’dir. Yani
öğeler birleştiklerinde 0.08 akb’lik bir tasarruf ortaya çıkmıştır. Bu enerji,
atomların parçalanması sırasında E=mc2 formülüne göre ortaya
çıkan MUAZZAM atom enerjisidir. Işık hızının karesiyle çarpılarak artırılan bir
miktar söz konusu!)
Atomlar da
yalnız olduklarında hala çok hareketlidirler. Bu nedenle onlar da birleşerek
moleküller oluştururlar. Sodyum klorla birleşip, tuz molekülünü; hidrojen
oksijenle birleşip su molekülünü, vs. oluştururlar. Moleküller de çevredeki
basınç-sıcaklık değerlerine uyarak, katı-sıvı-gaz gibi çeşitli şekillere
geçerek, doğadaki dinamik sistemi sürdürürler.
Bu nedenle,
doğadaki tüm varlıklar, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için birleşme-
birlikte yaşama- sistemleri oluşturma çabaları içindedirler. Bu ise “bilgi”
oluşturularak yapılır. Bilgi oluşturma ise, varlıklar arası enerji-alış-verişi
için gerekli karşılıklı rezonans durumunu oluşturmaktır. Bu nedenle doğada dur
durak yoktur; sürekli DAHA RAHAT DURUMA
ULAŞMA ÇABALARI vardır ve doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm
içinde, yani DİNAMİK SİSTEMli olmasının temel nedeni budur.
Tek başına yaşaya bir insan, yabani hayattan
ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve
ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku uyuyamaz. Onun için 10-11 bin
yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı toplum hayatına
geçilmiştir. Ama ...
21.
Bölüm: Cahillik ile zır-cahilleşme arasında
temel bir fark vardır.
Önce kısa bir tanım yaparak
cahillikle zır-cahilleşme arasındaki farkı belirtmek gerek. Eğitilmemiş kişi en
azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin
yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama eğitim görmüş ama yanlış
bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşün doğruluğundan da şüphelenmemesi
gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşmeye
uğrarlar. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir
durumda ısrar ederler.
Kutsal-kitaplar, tepedeki
yöneticiler tarafından hazırlanmış senaryolardır. Amaç tepedeki bir EFENDİLER
zümresine insanları itaatkar yapmaktır.
Bu durum, yukarıdaki bölümlerde gerekçeleriyle açıklanmıştır. Tepeye
bağımlılık ise tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağıdır.
Tepeye
Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) tüm toplumsal sorunların kaynağıdır, şöyle ki:
►1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye
karşı sorumlu ve bağımlılık içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine
karşı bağımlılık duyguları gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma
yetenekleri körleşmiştir. Bu ise, temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
Biri muz derken, diğeri hıyar
anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma sağlanamaz
►2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan
meslekler gibi ayrımcılık ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici,
kimisi emir alıcıdır. Bu nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri,
yeteneklerine göre değil, toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan,
a) İnsanlar hep SAYGIN varsayılan
mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde
gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir.
b) İnsanların doğal yetenekleriyle
meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz
hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs.
Her şey tepedekilerce belirlenirse
tabandakilerin yeteneği körleşir.
►3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin
sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir.
Tembel veya çalışkan insan
yetiştirmek sisteme bağlıdır.
Sorunlarının çözümünü bir
kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına
girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak
sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel
direğidir.
►4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici
hem de toplum mallarının sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca,
halk toplum mallarına sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz”
sistemi ortaya çıkar.
Kamu mallarına zarar veren
insanlar, hatalı eğitilmiş olduklarından, kendi bindikleri dalı kestiklerinin
farkında değillerdir.
Toplum malları hor kullanılmaya
başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal
kalkınma engellenir.
►5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini
devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma
yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere
girişirler. Bunun sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar
şantaj, tehdit, suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
Tepedekilerin emirlerine uyularak,
onlar gibi düşünmeyenlere işkenceler yapılır.
►6- Devletin sahipliği tepedeki bir
kişiye bırakıldığında, tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan
Süleyman’ın yaptığı gibi, öz oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir.
Demokrasilerde Uğur Mumcu, Abdi
İpekçi, vs. gibi bir sürü aydın kişi, tepedekiler gibi düşünmediklerinden,
“devlet çıkarlarını koruma” adına öldürülürler.
►7- TBÖ’de yükselme, bilgiden
ziyade, “tepedekilere” yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu
bilgiye dayalı bir üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine,
tepedekilerle yakın ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin
düşmesine ve toplumun geri kalmasına yol açar. El-Etek öpmek aşağılık kompleksi
ürünüdür.
►8- TBÖ’de toplumsal sorunların
çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı
olduğundan, insanlar arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi
davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak
görmediğinin delilidir. Doğada her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.
►9- Her insanın
içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır.
Toplum bürokratik bir zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış
hisseden halk, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu
tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin
en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık
oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın
kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
►10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri
yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi
çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler.
Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı
görüşlerce parsellenmiş olur. 1970’li yıllarda emniyet güçlerimiz
“Pol-Bir” “Pol-Der” gibi sağcı-solcu olarak bölünmüştü.
Her biri kendi görüşündekilerin
çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından,
hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok
edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar.
Susurluk, Ergenekon- Balyoz-davaları, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan
davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar.
►11- “Sahip”
tepedeki bir kişi olunca, tüm varlıklarıyla doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır;
X- devleti, Y-devleti gibi bir sürü parçaya bölünür; sonra bu devlet-sahipleri
ülkeyi çeşitli ağalara-beylere parsellerler. Doğa ve dünya bu şekilde
parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip çıkamamıştır. Denizler
kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme suyumuz bile
pet-şişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur.
►12- Sahiplenme
tüm fabrika ve benzer iş-yerlerinde de devam etmiş, işçiler boğaz-tokluğuna
çalışmaya mecbur edilmişlerdir. İşçilerin sendika gibi kuruluşlar içinde
birleşerek, seslerini duyurabilmelerinden sonra işçi-işveren mücadeleleri devam
etmektedir. Bu ise grev-lokavt gibi toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol
açmaktadır.
►13- Statik sistemli Toplum hayatında
insanların hedefi “para” olmaktadır. Para ile yaptırılamayacak bir kötülük var
mıdır? YOKTUR! Statik sistemde “Paranın” kontrolü
tepedekilerin-zenginlerin elinde olduğundan, dünyada huzur olması mümkün müdür?
Para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olduğuna göre,
Statik sistemli TBÖlü hayat görüşleri yok edilmediği sürece dünyada huzur
olmayacaktır.
►14- TBÖ’de, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk
kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde
sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise
herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs..
Özetle: Tepeye yerleştirilen lider ister en
iyisi, ister en kötüsü olsun, yukarıda sıralanan toplumsal sorunların oluşması
kaçınılmazdır. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal sorunlarımızın temel
kaynağıdır.
Tepeye bağımlılığın toplumsal sisteme bu kadar
zararlı etkileri varsa, acaba doğada tepeye değil de, tabana bağımlılık sistemi
mi var?
Bir düşünsel deneyle, toplumsal
sistemin tabana bağımlı olduğu bir model tasarlayalım:
•
Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız,
en iyi öğretmeni
seçerdiniz;
•
Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi
düzenleyecek,
elektrik işlerinizi
yapacak kişiyi
siz seçecek
olsaydınız, en yetenekli, en
bilgili kişileri
seçerdiniz;
•
İnsanlar meslek edinirken, iyi yapabilecekleri işlere
soyunup, iyi bir eğitimden geçerek,
bilgi ve beceri sahibi kişiler olarak toplumda yerlerini alırlardı;
•
Kötü hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı.
•
Toplum iş ve meslek mensuplarının hizmet takaslarına
dayalı kredi sistemiyle işleseydi, kalpazan, vergi-kaçakçısı, kiralık-katil,
sabotajcı gibi kişilikler nasıl iş bulurlardı?
•
Toplumun bir hizmet ve ürün ortaklığı olduğunu bilen
insanlar, ürünlerinin en iyi şekilde olması ve ihtiyaç sahiplerine ulaşması
için kendi aralarında örgütlenirler ve hizmetin aksamaması için ne gerekiyorsa
yaparlardı (tepedeki birilerine bağımlı olmazlardı).
Böyle
bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez
miydi?
Evet!!! Her şey düzeliyor.
Dinamik sistem insanlığın tüm
toplumsal sorularını çözerken, insanlara özgürlük, kendine güven duygusu
verirken, hala kendilerini köleleştiren
bir sistemde ısrar etmek, zır-cahilleşmeden başka bir şeyle açıklanamaz.
İnsanları zır-cahilleştiren faktör, yaratıcıyı yanlış olarak insanlara belleten
efendiler sınıfınca düzenlenmiş kutsal kitaplı hayat görüşüdür. Bir kutsal
kitaba inandığına yemin eden kişi, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı
olan bir görüşün egemenliğini kabul ettiği için toplumuna ihanet eden,
çocuklarının geleceğini karartan kişidir.
Aynı
şekilde bilgi ve bilincin insan ve insan-üstü bir sisteme ait olduğuna inan
biri (evrimci veya başka biri) aynı suçu
işlemiş olur.
Yani
zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir.
Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan
zır-cahil olur. Öyleyse, statik sistemli hayat görüşü insanları zihinsel olarak
zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir görüş değil mi?
Yani zır-cahilleşme, yanlış
bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan
zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur.
Öyleyse, kutsal kitaplar
insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir inanç
sistemi değil mi?
Tek başına yaşaya bir insan, yabani hayattan
ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve
ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku uyuyamaz. Onun için 10-11 bin
yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı toplum hayatına
geçilmiştir. Ama 3-4 bin yıl önceleri yasalar tepedeki birileri
tarafından oluşturulmaya başlanınca, huzurlu-mutlu toplum hayatı tekrar
cehennem hayatına dönmüş ve gün geçtikçe de daha kötüye gidilmektedir.
22.
Bölüm: ”Yaratıcılık Allah’a mahsustur” tam bir
zır-cahillik ifadesidir.
Çünkü “Allah” kutsal kitapları
tezgahlayanların RABBİdir, EFENDİsidir.
Doğal sistemin yaratıcısı ise,
varlıkların içlerindeki kuantsal yaratıcılardır, onlara tapınılmaz, kurban
kesilmez.
Şimdi bu farkı açıklayalım ve zihinsel
zehirlemenin nasıl işlediğini gösterelim.
“Yaratıcılık Allah’a mahsustur”
ifadesi toplumumuzda çok yaygın kullanılır. Ve bu ifade özellikle islam
aleminde yaygındır, çünkü tüm bilgilerin kutsal kitapta yazıldığı, o kitabın
iyi okunması ve anlaşılmasıyla, her şeyin yapılabileceği, tüm icat ve
keşiflerin bu yöntemle gerçekleştirilebileceği
egemen görüştür.
Yandaki şekilde gösterildiği
üzere, yaratıcılık kuantsal sisteme mahsustur. Ve kuantsal sistem, bedenimizin
dışındaki bir efendide değil, bedenlerimiz içindeki hücrelerimizde ve de
onların içlerindeki atomik sistemdedir.
Hücreler kendilerine gösterilen
hedefe ulaşacak şekilde işlemler yaparlar. Hedef yüksek dallardaki yapraklara
ulaşmak ise, uzun boyunlu bir yaratık, hedef yerlerdeki çimleri yemek ise, ona
uygun bir yaratık oluşturulur.
Balina, yunus, fok gibi memeli
havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse, hücrelerin
yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar, yunuslar, foklar
denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar değildirler.
Onlar denizde yaşamaya başlayan balıkların, kara yaşamına uyum sağlayacak
şekilde evrimleşmiş temsilcileridirler. Solungaç yerine akciğerleri vardır. Ama
dünyamızda yaşam koşulları değişince, yani 65 milyon yıl önceleri dünyamıza çok
büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal derecede
değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan
dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek
karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli
hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve
“memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
350 milyon yıl önceleri deniz
hayatından kara hayatına geçişi gerçekleştiren hücreler, 60 milyon önceleri
de, bu defa kara hayatından tekrar deniz
hayatına dönüşe uygun tasarımlar yapmışlar, deniz hayatına uyum sağlayacak
şekilde, suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır.
Karalarda yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde
değişime uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek
yapılmıştır.
Bir toplumdaki insanlara, “yaratıcılık
Allaha mahsustur” denildiğinde, o insanın beynindeki hücreler dumura
uğratılmış olur, çünkü hücrelerin kendilerine yapıcı bir hedef gösterilmemiş,
tersine, “tepedeki birilerinin yaratacağı şeyi bekleyin, ona göre davranın”,
şeklinde bir hedef gösterilmiştir. O beyinler artık yaratıcı bir işleve
girişmezler.
Halbuki doğa sürekli bir
değişim-dönüşüm içindedir ve canlının bağımlı olduğu enerji kaynakları sürekli
değişmektedir. İnsan da bu değişimlere uyumlu olmak ve geleceğini güvence altına
alabilmek için bu değişim-dönüşümleri en ayrıntılı şekilde takip etmek
zorundadır. Geleceğinin nasıl olacağını aktif şekilde takip etmeyen, bu takip
işlemlerini bir başkasına (bir efendiye) bırakan insanlar sömürülme ve uşaklığa mahkumdurlar.
Bizlerin yapacağı işler,
beyinlerimizdeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hücrelerin neyi nasıl yapacakları
ise, onların öğrenmelerine-eğitilmelerine bağlıdır. Doğadaki yaratıcılığın,
varlıkların dışında bir merkezden gerçekleştiği şeklinde bir veriyle doldurulan
beyinlerin, aktif-yaratıcı bedenler oluşturması olanaksızdır. Batı-dünyasının
son 500 yıl içinde binlerce keşif yapması ve yüzlerce Nobel ödüllü bilim insanı
yetiştirmesi karşısında, islam aleminin tek bir Nobel ödüllü bilim insanı
yetiştirmemesinin nedeni beyinlerimizin
bu şekilde şartlandırılmış olmasındandır.
Beyinlerimizdeki nöronlar, çok
geniş bir veri-ağı kullanarak işlerini görürler; topluluk düzeyinde bir
etkileşim sistemi ve ortak noktalarda uzlaşma söz konusudur. (Golub et al.2018, s.607)
Beyinler gelecekteki
davranışlarının en iyi şekilde olmasını sağlamak için, önemli olayları öngörücü
veriler toplamaya çalışırlar. . (Groessl
et al 2018, s.952.)
Beyinler sürekli öngörülerde
bulunmaya ve bu öngörülerin oluşan olaylarla örtüşüp-örtüşmediğine bakarlar.
Öngörüler, olasılık hesapları yapılarak oluşturulur. Bir canlının hayatta
başarılı olabilmesi, doğadaki olayların ilişkileri arasındaki kurabileceği
olasılıklar hesaplarının güvenirliliğine
bağlıdır. (Fiorillo et al. 2003,
s.1898)
Böylesine bir belirsizlik içinde
yaşadığını bilen bedenimiz hücrelerine, “siz pasif kalın, efendi sizin
yaşamınız için gerekli kararları verir” zihniyetine bel bağlamış insanların ve
toplumları geleceği nasıl olacaktır?
Batı dünyasının ortaçağdan sonra
Rönesans ve reformla kutsal kitap etkilerinden kurtulması sonucu insanlarının
yaratıcılık gücü artıp, toplumsal kalkınmaları gelişirken, Osmanlı devletinin
hala sım-sıkı kutsal kitap inancına sarılıp devam etmesi, geri kalmışlığımızın
temel nedenidir.
Çünkü doğada yaratılış,
doğum-ölüm, yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden üst-sistemlere geçişler şeklindeki bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.
Doğadaki tüm işlevler enerji ile
yapılmaktadır Çalışan, iş yapanlar ise, hep varlıkların içsel bileşenleridir.
Bu cehalet cümlesi etkisi altında kalan tüm toplumlar, geri-kalmışlığa
mahkumdurlar, çünkü, insanların içlerindeki kendine güven duygusunu, bir şeyler
yapabilme isteğini körleştirip, kısırlaşmış, pasif bir kişilik oluşumuna yol
açılmaktadır.
23.
Bölüm:
Statik sistemin yönlendiricisi para olmuştur.
Bu yanlış bilgiler
5-6 bin yıldan beri sürekli aynı nakaratlarla aktarıla geldiğinden, artık
toplumların gelenek-göreneklerine işlenmişlerdir. Dolayısıyla insanlar
bilinç-altlarına otomatik olarak yerleştirilen bu yanlış bilgilerle hayata
başlamaktadırlar.
Peki bu yanlış
bilgilerin aktarılması kimlerin işine yaramaktadır, kimler bu yanlışlığın
devamını istemektedir?
Bunun tek bir
cevabı vardır: Efendiler sınıfı.
İnsanlık tarihinde
yaklaşık 5 bin yıldan beri tepedeki bir “efendiler” sınıfının
sahiplenip-yönettiği toplumsal hayat sistemi vardır. Bu Efendiler kesiminin
kendilerinde bir doğal güç-veya-enerji olmadığından, tabandaki halk kesiminin
ürettikleri ürün ve hizmetlere el koyarak oluşturdukları bir “para havuzu =
kapital= toplum-hayatının-kanı” ile, halkı istedikleri gibi
yönetebilmektedirler. Halkın pasif davranması, tepedekilerden gelecek
yönlendirmelere uyacak şekilde davranmalarını sağlamak için, peygamberlik gibi
bir yaratıcı-ağzı sistemi hayata geçirilmiş, ve doğal olayları-felaketleri
önceden haber verebildikleri öne sürülen kişiler ayarlanarak veya tasarlanarak,
halk korku ve baskı altına alınmıştır. “Her millete kendi dilinde bir peygamber
gönderildiği” anlayışı ile insanlar arasında kutuplaşma-ayrımlaşma
başlatılmıştır.
Bu yetmemiş,
peygamberler sürekli cilalanıp-parlatılarak, olağan üstü doğum ve yaşam
övgüleriyle tanıtılmaya, insanların gözünde hayranlık uyandırmaya
çalışılmıştır. Bu yüceltme işlemleri öyle yaygınlaştırılmıştır ki, insanlar artık
doğada yaratıcılık olaylarının nasıl gerçekleştiğiyle değil, peygamberlerin
hayatları ile ilgilenir olmuşlardır. Hedef dağıtma ve ana konudan sapma bu
şekilde gerçekleşmiştir. Bu gün insanlar artık, doğadaki yaratıcılık nasıl
oluyor konusunda değil, çeşitli dinsel görüşler veya peygamberlik konularıyla
ilgilenir olmuşlar, her ay peygamberi anıcı-yüceltici bir ibadet veya tören
düzenler durumdadırlar. İnsanlar peygamberleri simgeleyen yelere yönelerek dua
ederler. Bu durum, yaratıcının değil, peygamberlerin ön plana alındığının bir
başka göstergesidir. Yaratıcı orada mıdır ki, dua eden oraya yönelir?
Dünyamız bugün
bile tepedeki bir “Efendiler » zenginler » holdingler » İMF » Dünya Bankası » Dolar’a endeksli ticaret, vs.” örgütü tarafından
parsellenip, yönlendirilmektedir.
Bilinç-altımız statik-sistemli hayat görüşüne göre
programlanmıştır. Bu görüş uyarıca, doğa ve dünyanın sahipliğinin
hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilir. Doğa tepedekilerce
parsellenip sahiplenilir ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin
mülkü olduğu görüşü halka empoze edilir. Halk efendilere ait topraklarda
efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu efendiler
alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü,
tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış
olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve
halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Toplumlarının dinamizmi para ile
denetlenir ve paranın kontrolü "tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde,
parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “efendiler” sınıfı
ve boğaz tokluğuna çalışan bir kukla sınıfı gelişir. Yine statik sistemli hayat
görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle)
kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının
şart olduğu öğretilir. Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde
ortaya çıkar.
Sahiplenme devlet düzeyinde başlar,
fabrika, çiftlik, konak, vs gibi yerlerle devam eder, çalışanlar
boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilir. Tüm emek ve ürünler çalışanlara ait
olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları baskı
altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen
tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin
köleleştirme etkisi).
• Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız
kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı kesilirse:
● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi
korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir.
Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır.
Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü
tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü
kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük
yanlışlıktır.
Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce
belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk
ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme
bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır.
Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu
bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre
karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da
şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte,
zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına
olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen
DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir
sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz.
Öylesine körü-körüne inandırılmışız ki,
•
halk geleceğini, çocuklarının geleceği olan bu dünyanın
efendiler sınıfınca parsellenip-sahiplenilmesine,
•
doğadaki dengenin sağlanmasında gerekli olan
milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün yok olmasına,
•
hak-hukuk sisteminin, para ile yer-değiştirmesine,
•
özgür yaşam ile kul yaşamı arasındaki farkı unutup,
Osmanlı padişahlığı dönemini geri getirmek isteyen yöneticilik anlayışına oy
verip, onların yönetimi altına giriyor.
Ve tüm bunlar bir kutsal kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan
kendisine sormuyor: Statik sistemli hayat görüşüne dayanan Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak
için değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?
•
Toplum hayatında bir düzen oluşturmak
içinse, tam tersi durum oluyor, çünkü
tüm toplumsal hastalıklarımız, tepeye bağımlılıktan kaynaklanıyor, zira kutsal
kitaplar statik sistemli hayat ise dinamik sistemli.
•
Öteki bir dünya
hayatında cennet diye bir yerde ebedi hayat yaşamaksa, doğada ebedi olan yani
değişip-dönüşmeden sürekli aynı kalan hiçbir varlık yok, çünkü zaman
değişim-dönüşümlü dinamik sistemde var. Her şeyin donduğunu ve hiçbir
değişim-dönüşüm olmadığını düşünün:
•
Güneş dönmüyor
ve donmuş (dolayısıyla içinde nükleer tepkime olmadığından, radyasyon yaymıyor
ve dünyamız kap-karanlık);
•
Dünya kendi
ekseni ve de güneş etrafında dönmüyor (dolayısıyla yıl ve gün oluşmuyor);
•
Ay dönmüyor (ay
denilen zaman oluşmuyor);
•
Bedenlerdeki
hücreler donmuşlar (dolayısıyla buz gibi soğuk bir beden söz konusu);
•
Hücrelerdeki
atomlar donmuşlar, dolayısıyla çevrelerine hiç sinyal vermiyorlar, doğadaki tüm
enerji alış-verişi sona ermiş.
•
İşte böyle bir
durumda ne yıl, ne ay, ne gün, ne saniye oluşur. Daha da vahimi her türlü
canlılık, enerji alış-verişi son bulur. Yani doğa ölmüş olur. Dolayısıyla
doğanın canlılığı ve hayat, kuantsal sistemle, atom-altı-öğelerle başlar ve
onların 11. Bölümde açıklanan bilgi ile yeni üst-sistemler oluşturma çabaları
şeklinde devam eder. Yani YARATICILIK kuantsal sisteme özgüdür, sürekli bir
değişim-dönüşüm olması şart ve gereklidir. Ebedi hiçbir şey olmaz.
Peki kutsal kitaplar neden gönderildi?
•
Öyle bir
gönderilme yok, çünkü efendiler masasında, insanları itaatkâr kullara
dönüştürmek için efendiler sınıfınca tasarlandı.
Düşünsenize, her şeyi yapmaya kadir olan
bir güç sistemi, tüm insanlığa hitap edecek bir mesaj oluştursaydı, bu mesajını
herkes tarafından görülüp-anlaşılan bir şekilde gönderemez miydi? Elbette böyle
bir mesaj gönderebilirdi, ama doğadaki yaratıcı kuantsal kökenli ve sürekli
değişim-dönüşüm içinde bir doğal sistem tasarladığından, sabit-değişmeyen bir
kitap göndermez!!!!!!!!!!!!!
•
Güç sistemini tepeye
koyarsanız, tepedekilerin kölesi olursunuz. Güç sistemini tabana koyarsanız,
toplumunuzu yönetme hakkı size ait olur.
24.
Bölüm: İnsanlarımız Şunu Nasıl Unutmuştur:
Doğadaki
yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu
görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır
gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim biz TC
vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke
padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar
vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da,
efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu
efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda
kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz
siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte
bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak
kabul edilmektedir. ACABA HALK NEDEN BU KADAR BİLİNÇSİZ DAVRANMAKTADIR?
Çünkü halka yıllardır,
mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde
süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik ve EFENDİ tanrısının onunla
gönderdiğine inanılan bir kutsal kitap efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane,
yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından,
onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. Halk tamamen gerçek
durumdan habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön
yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara
ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum
hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli
davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının
temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer
alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar
olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat
anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda
kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel
gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Davranışlar
zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken
ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin
bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder.
İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak
yaşarlar.
Doğada
Dinamik Oluşum Mekanizmasının (=DOM) geçerli olduğu ve dinamik sistemlerde güç
sisteminin en tabandaki kuantsal canlılık öğelerinde bulunduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adresli makalede net bir şekilde doğa-bilimsel verileriyle
ortaya konulmuştur. O makalede insanların zaman kavramını tamamen yanlış
yorumladığı, dolayısıyla zamanın bir dilimi olan ömür = hayat olgusunu da
anlayamamış olduğu da net bir şekilde gösterilmiştir. Yeryuvarı arşivlerinde
kayıtlı olan doğal sistemin yaratılış öyküsü (ki buna zaman denir), doğadaki
yaratıcılığın kuantsal sistemle başladığını göstermektedir. Ama insanlık zaman
kavramını bilmediğinden, yaratıcılığı da anlayamamıştır. Yani doğamızdaki güç
sistemi içimizdeki atomlarda bulunmaktadır ve kuantsal canlılık öğelerindedir,
Bu sisteme “DİNAMİK SİSTEM” denir. Yaratıcı güç sisteminin sürekli
değişip-dönüşen ve evrimleşen bir güç sistemi olduğu anlamındadır.
Halbuki insanlarımızın çoğunluğu
“La İlahe illallah = Allahtan başka allah yoktur » Yani Allahtan başka tapınılacak
efendi, başka kanun kural koyucu yoktur” temel felsefesine dayanan bir inanç
sistemine sahiptir. Bu inanç sisteminde yaratıcı, varlıkların dışında, sabit,
değişmez, ebedi bir EFENDİ (kanun koyucu) olarak kabul edilir. Böyle bir
sisteme de, yaratıcının değişmez-sabit olmasından dolayı STATİK SİSTEM denir.
“Zır-cahilleşme”
kavramı önceki bir bölümde açıklanmıştı. Zır-cahilleşenler mantıklı çözümlere
karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Dinamik sistem insanlığın
tüm toplumsal sorularını çözerken, insanlara özgürlük, kendine güven duygusu
verirken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek,
zır-cahilleşmeden başka bir şeyle açıklanamaz. İnsanları zır-cahilleştiren
faktör, yaratıcıyı yanlış olarak insanlara belleten efendiler sınıfınca
düzenlenmiş kutsal kitaplı veya doğal-seçilimli hayat görüşleridir. Çünkü ikisi
de statik sistemli bir doğada yaşanıldığına inanırlar. Bir kutsal kitaba
inandığına yemin eden kişi, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olan bir
görüşün egemenliğini kabul ettiği için toplumuna ihanet eden, çocuklarının
geleceğini karartan kişidir. Zır-cahilleşme doğadaki kuantsal yaratıcılığa
ihanet olduğundan bedensel ve toplumsal hastalıklara davetiyedirler.
Aynı
şekilde bilgi ve bilincin insan ve insan-üstü bir sisteme ait olduğuna inan
biri (evrimci veya başka biri) de aynı suçu işlemiş olur.
Yani
zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir.
Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan
zır-cahil olur. Öyleyse, statik sistemli hayat görüşü, insanları zihinsel
olarak zehirleyen, zombileştiren en zararlı, en günahkar bir görüştür.
Tek
başına yaşaya bir insan, yabani hayattan ileri gidemez; üstelik çevresindeki
diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku
uyuyamaz. Onun için 10-11 bin yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine
dayalı toplum hayatına geçilmiştir. Ama 3-4 bin yıl önceleri yasalar tepedeki
birileri tarafından oluşturulmaya başlanınca, huzurlu-mutlu toplum hayatı
tekrar cehennem hayatına dönmüş ve gün geçtikçe de daha kötüye gidilmektedir.
GÜÇ SİSTEMİNİ TEPEYE KOYARSANIZ, TEPEDEKİLERİN KÖLESİ
OLURSUNUZ.
GÜÇ SİSTEMİNİ TABANA KOYARSANIZ, TOPLUMUNUZU YÖNETME
HAKKI SİZE AİT OLUR.
Peygamberlerin
“Tanrı’nın sözcüsü” olarak, kesin, dogmatik, değiştirilemeyen yasalar
getirdikleri inancı, Kutsal Kitapların doğada dinamik sistemli bir işleyiş
olduğu gerçeğiyle taban tabana zıtlık içindedir. Çünkü:
1-Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına
uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası
ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre
kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları
onlar için de geçerlidir.
3-Devleti
sahiplenenlerce, çocuklarımızın yaşayacağı ovalar, denizler, ormanlar, dağlar,
vs. kamusal alanların parsellenip satılması, veya kiralanması geleceğimizi
karartmaktadır. Ve tüm bunlar statik-sistemli, tepeye bağımlılık sistemiyle
yapılmaktadır; bunlara karşı çıkanlar ise, “din-elden gidiyor” yaygarası ile
düşman ilan edilmektedir. Elden giden “Din, namus, ahlak” değildir, çünkü onlar
“kafamızın içindeki programlamalardadır; ama bir şey elden gitmektedir:
Çocuklarımıza bırakacağımız doğa. Doğa talan edilmektedir.
4-Kutsal Kitaplar
tepedeki efendiler kitlesi tarafından düzenlendiklerinden,
“hak-hukuk-adalet-namus-ahlak” gibi kavramlar, sadece tepedekilerin isteklerine
uygunsa vardır; “Yoksa, şu bölgeyi senin soyuna tahsis ettim; Allah istediğini,
istediğine verir; Senin soyunla antlaşmamı yapıyorum, vs.” gibi görüşlerin,
evrensel “hak-hukuk-namus-ahlak” ile ilişkisi olabilir mi?
5-Bu tür bir
yaratıcı veya tanrı anlayışı, doğadaki dinamik sistemde geçerli olan
“karşılıklı etkileşim” ve tabana (yani alt-sistemlere) bağımlılık ilkesine
tamamen terstir. Bu nedenle bizlerin gelenek ve görenekleri kökten hatalıdır.
Bilinç-altı sistemimiz tamamen yanlış olarak programlanmaktadır. Bu nedenle
para-din-siyaset kıskacından kurtulmamız mümkün olmamaktadır.
25.
Bölüm: Osmanlı’dan bize ne kalmıştı?
Bir sürü borç kalmıştı, ve TC uzun yıllar bu borçları kapatmak
için çalışmıştır. Başka neler kaldığını merak ediyorsanız, kısa bir döküm:
Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu ama kiremit bile ithaldi.
Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e
miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez,
Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Kadın, insan değildi. Tiyatro, müzik, resim, heykel yoktu.
Dirhem, okka, çeki, arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlık, ne uzunluk birimiz
dünyaya ayak uydurabiliyordu.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü
okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya
gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam,
4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye'nin tüm
liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin,
öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden
halliceydi. Ülke bilimden çoook uzaktı. İbrahim Müteferrika'dan itibaren 150
sene boyunca basılan kitap sayısı sadece 417'ydi. Bunların da çoğu
gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. 600 sene boyunca Türkçe'nin ırzına
geçilmiş, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler karışımından
oluşturulmuş Osmanlıca denilen bir dil
kullanılıyor, sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça'yla Türkçe yazılmaya çalışılırdı.
Dünya EFENDİLER KULÜBÜNCE
yönetilmektedir. Ülkemiz Cumhuriyet dönemine geçip, modern bir ülke olma
yönünde ilerlerken, petrol-bölgelerini denetimleri altında tutmak isteyen
EFENDİLER KULÜBÜ, Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir devlet olmasını engellemek
için ellerinden gelenin hepsini, uzun vadeli bir plan çerçevesinde yapmaya
çalışmışlar ve de görüldüğü üzere, başarmışlardır.
Önce halkın bilgili ve bilinçli bir
düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY
ENSTİTÜLERİ projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç
düzeyine ulaşmamış topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma demokrasiye
geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir; çocuğun kendisi
karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur. Halk
“din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin
doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların
efendiler sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş
senaryolar olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede
olduğunu fark edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün oynadığı bu oyun
devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa geçiş olan bir
sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine girecek bir duruma
getirilir.
Biz TC vatandaşları,
daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü
idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu
topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu
topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye
kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı
padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri
getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat
sistemidir.
Acaba halk neden bu
kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır,
mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde
süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu
efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı
tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur.
Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından,
onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve
halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı
oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden
başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu,
bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi
takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç
sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri
için, bilinçli ve kötü-niyetle kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu,
yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir.
Doğadaki yaratıcılık sistemi, kuantsaldır ve
olasılık hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı etkileşimlerine
dayanılarak oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir emir-yönlendirme
yoktur. Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı inanç-sistemlerinin,
devlet-yöneticileri tarafından ne zaman oluşturulup, gelenek-göreneklere
aktarıldığı
http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html
adresli makalede, din-adamlarının insanları nasıl yanılttıkları ise: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html
adresinde anlatılmaktadır.
Yani Dinsel inançlar, tepedeki
efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere
işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.
Eğitilmemiş kişi en
azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin
yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir.
Statik sistemli hayat
görüşü yanlış bir hayat görüşüdür, çünkü doğadaki yaratıcılık ve yönetimin
varlıkların içlerindeki kuantsal sistemle değil, varlıkların dışında -üstünde
olduğuna inanılan bir efendi (rab) tarafından gerçekleştirildiği bilgileri söz
konusudur.
Ülkemizde ise tam bu
görüş benimsenmiş ve nesilden nesile geleneklerle aktarılarak insanlar
zır-cahilleştirilmiştir. Doğan çocukların kulaklarına bir kutsal kitaba inanç
yemini üflenerek başlatılan zır-cahilleştirme eylemi, EFENDİLER camiası
tarafından desteklenen dinsel çevrelerce ve okullarda sürekli vurgulanarak, bir
kutsal kitaba yemin ettirilmesi aşamasıyla zirveye ulaştırılmıştır. Bir kutsal
kitaba yemin etmek demek, toplum hayatında bir efendi zümresinin egemenliğini kabul
ettiğine dair yemin etmektir. Efendilik sisteminin ise, tüm toplumsal
hastalıkların temel kaynağı olduğu, önceki bölümlerde çok net bir şekilde ıspat
edilmiştir.
Halk
zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön
yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara
ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum
hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli
davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının
temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer
alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar
olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat
anlayışının bir yan ürünüdür ve tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü
erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli
bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Davranışlar
zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken
ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin
bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder.
İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak
yaşarlar.
Bu konuyla ilgili olarak şu makalenin
okunması çok yararlı olur:
Bir efendinin (padişahın) kulu olarak
değil, bir cumhuriyetin kendine güvenen özgür bireyler olarak yaşama hakkı
kazanmalarını sağlama girişimi olan KÖY-ENSTİTÜLERİ projesinin baltalanması
eylemini başlatan EFENDİLER-Kulübü (BATI-DÜNYASI) bu eylemlerini gittikçe daha
çeşitli alanlara kaydırarak, amaçlarına tam ulaşmak üzeredirler. Ve bu eylemler
hep halkın hala bir efendi, bir lider peşinde koşmasıyla sürdürülmektedir.
Zavallı zır-cahilleştirilmiş halkım, dostlarım, yeğenlerim, arkadaşlarım, …
Sizleri uyandırmak için acaba daha ne yapılmalı?
26.
Bölüm: İyi- kötü, namus-ahlak kavramları ve
ilişkileri
Toplumlarda her zaman iyi ve kötü niyetli insanlar
olacaktır. Ancak bunlardan hangisinin toplum hayatında egemen olacağı
önemlidir. Şimdiye dek kötü-niyetlilerin egemen olduğu bir süreç içinde
yaşanmıştır.
Acaba toplumlarda kötü niyetli insanlar mı daha çoktur,
yoksa iyi niyetli insanlar mı?
Bu soru Yale Üniversitesinde araştırılmıştır.
İyi veya kötü insan oranı nasıldır?
Yale Üniversitesinde bir grup
araştırmacı, insanlarda ahlak, iyilik, kötülük, uzlaşma gibi konuların,
doğuştan mı yoksa sonradan verilen eğitimle mi olduğunu araştırmak için bebeklerin davranışlarını incelemeye karar
verirler ve bir “Bebek laboratuarı” kurarak, 3 aylık ve daha yaşlı bebeklerle
deneyler yapıp, bu konuda bir rapor hazırlarlar: Hamlin, J.K, Wynn,
K. Bloom, P. 2007: Social evaluation by preverbal infants. Nature 450, 557-559. https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1711506018861042/
Bu araştırmada yapılan deneylerin sonucu aşağıdaki gibidir:
Bir kukla oyunu oynanır; üç kukla vardır, biri bir kutuyu açmaya çalışır
• İlk versiyonda, yeşil önlüklü kukla, kutuyu
açmaya çalışan kuklaya yardım eder, kutu açılır.
• İkinci versiyonda, sarı önlüklü kukla
kutunun açılmasına engel olur.
Oyun sonunda kuklalar bebeğin önüne konularak birini seçmesi beklenir.
Bebeklerin %80 yeşil kuklayı beğenir; hatta 3 aylık bebeklerin %87si yeşil
kuklayı beğenir.
• Diğer bir deneyde, bebeğe iki farklı
krakerden birini seçmesi istenir ve sonra aynı krakerleri kuklaların seçmesi
gösterilir. Deney sonunda, bebeğe hangi kuklayı beğendiği sorulduğunda,
bebekler %87 oranında, kendileriyle aynı tercihi yapan kuklayı seçerler. Yani
ön-yargılı davranma, taraf-tutmak, kendisi gibi olandan yana olmak, başka
düşünenleri cezalandırmak doğuştandır.
Eğitimle çocukların davranışlarında
değişimler oluşmaya başlar
• 6-7 yaşlarındaki çocuklarda paylaşma
veya eşit-hak konusu deneyleri yapılır, çocukların çoğunluğu, kendilerinin daha
çok kazanacağı, ama karşıdakinin hiç kazanamayacağı şıkları tercih ederler.
• 8 yaşlarındaki çocuklar bu deneylerde
“eşitlikçi” davranış sergilerler.
• 9-10 yaşlarındaki çocuklarda ise,
fedakarlık duygusu gelişir: çocuk kendisi değil, karşısındakinin daha çok
alması yönünde tercih yapar,
Ortaya çıkan sonuç şudur:
• İyilik, yardımlaşma, uzlaşma
insanların genlerinde mevcuttur, sonradan verilen eğitimle bu oran sadece
artırılabilinir veya eksiltilebilinir.
• Kötülük de temelde genetiktir.
Bebeklerin %13ünün kötülük temsilcisi kuklayı seçmesi bu nedenledir.
• Önyargılı davranmak, eğitimle
düzeltilebilinir. Irkçılık vs. eğitimle aşılabilir.
Bu konuyla ilgili bir başka araştırma ise Robert Hare adlı Kanadalı
bir profesörün 1960lı yıllarda başlatılan kötü-ruhlu insanlar üzerine yaptığı
bir araştırmadır. R.Hare, hapishanelerde bulunan psikopatik davranışlı
insanların ortak özelliklerinin bulunup-bulunmadığı konusunu araştırmaya başlar
ve ilginç ortak özellikler bulunduğunu fark ederek, “Psychopathy Checklist” =
psikopatlık-testi adını koyduğu bir tanı-listesi hazırlar. Bu listede bulunan
özellikleri olan insanların, doğuştan, yani genetik olarak “kötülüğe” meyilli
oldukları, suç işleyen insanlar üzerinde testler yapılarak genel hatlarıyla
doğrulanır.
Ancak istisna durumlar da görülür. Örneğin, James Fallon adlı bir
akademisyen, bizzat psikiyatri uzmanıdır ve bu listedeki özelliklerin
kendisinde de olduğunu belirtir. Ama kendisi topluma zararlı değil, yararlı bir
kişi olarak yer almıştır. Bunun nedenleri araştırıldığında, James Fallon’un çok
iyi bir aile ortamında yetiştiği gözlenerek, ortamsal faktörlerin, genetik
hataların örtülmesinde etkili olduğu sonucuna varılır.
Bu araştırmalar, kötülük genli
çocukların, James Fallon örneğinde ıspatlandığı üzere, çok iyi aile ve çevre
ortamlarında yetiştiklerinde, normal insanlar olarak davrandıklarını ortaya
koymuştur.
27.
Bölüm: Bir toplumda İyi veya kötü niyetli insan
sayısı değiştirilebilir mi?
Bilmemiz gereken gerçek budur: Evet,
değiştirilebilirler.
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak
sizlerin elindedir. Çünkü:
• 1-Çok iyi bir toplumsal sisteminiz
varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından,
genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan
olarak davranabilmektedirler.
• 2-Yale üniversitesinde yapılan çalışmada orta
çıkarılan “kötü niyetli” insan sayısı oranı, o zaman ve oradaki toplumsal
bileşimi yansıtır. Dünyanın her yerinde aynı oranda olması beklenemez.
• 3-Epigenetik adlı bilim dalı, insanların
(canlıların) genetik yapılarının çevresiyle etkileşimlerine göre değiştirilebileceğini
göstermektedir. Nitekim, evrim dediğimiz olay da ancak bu sayede mümkün
olmaktadır. Balina, yunus, deniz-aslanı vs. gibi denizlerde yaşamaya geçmiş
eski karasal ortam hayvanları, Epigenetik olmasaydı, asla tekrar deniz hayatına
dönemezlerdi. Bu nedenle, insanların iyi-niyetli insan sayısını artırması,
kötü-niyetli insan sayısını azaltması mümkündür. Ve bu tamamen toplum hayatında
uygulanacak düzenlemelere bağlıdır. İyi bir toplumsal sistemde, kötü genler
değiştirilip, iyi genlere dönüştürülebilirler. Epigenetik bunun mümkün olduğunu
göstermektedir.
•
Memeli
hayvanlarda 2 ön 2 arka bacak, bir kafa ve bir gövde gibi temel bir şablon
bulunur. Bir memeli hayvan karadan deniz hayatına dönerse, bu temel şablon
korunur, ama ön ve arka bacaklar farklı görevler üstlenecek şekilde değişime
uğrarlar. Bu işlemlerin gerçekleştirilmesi epigenetik denilen bilim dalının
keşfiyle anlaşılır olmuştur. Genetik milyarlarca yıl önceleri temelleri atılan
hücresel temel etkileşim bilgileri olup, enerjisini nereden, nasıl
sağlayacağı gibi temel davranış özelliklerini belirleyen bir şablon görevi
görürler. Ama bir canlının çevresindeki
faktörlerin değişmesiyle bu faktörlere uyum sağlaması epigenetik olarak
bilinir. Epigenetik faktörler, genleri aktif veya pasifleştirerek, canlının
çevreye uyumuna yarayacak şekilde farklı protein üretmelerini sağlarlar.
•
Yine
şekilde görüleceği gibi, yediklerimiz, içtiklerimiz, çevremizdeki diğer
varlıklardan etkilenme tarzımız, stres durumumuz gibi bir çok faktör epigenetik
kararlar alınmasında etkili olmaktadır. Bir annenin bu günkü yaşam durumu, hem
onun, hem çocuklarının, hem de torunlarının durumlarını etkileyici temel izler
bırakmaktadır.
•
Şekilde
gösterildiği üzere, bizler hücrelerimize neyi hedef gösteriyorsak, hücrelerimiz
o işlevi yerine getirecek şekilde DNA- RNA kodlarında düzenlemeler yapabilmekte
ve o işlevi yerine getirecek şekilde bedenlerimizi
şekillendirebilmektedirler.
28.
Toplum-ruhu kavramı
Toplum genelinde ortak bir görüşe
sahip olmak neden çok önemli?
Neden ortak görüş OLMAZSA-OLMAZ?
Neden her
varlık bir diğer varlığa bağımlıdır, hem onu etkiler hem ondan etkilenir?
Önce bir
araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki
önemini göstermek istiyorum.
Bir beden,
belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş
hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef
temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli
hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin
“bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır.
Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara
dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor”
etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar
hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce
algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature
dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı
ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste
ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler
yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu
araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır”
olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil
hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma
çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır.
Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar
alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında
sonuç negatif olur.
Yani
insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su
moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de,
olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Bundan yola
çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala
da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer
birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini
ortaya koymaktadır.
Ama ortada
“su-hafızası” diye bir şey değil, su moleküllerinin çevre faktörlerinden
etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları söz konusudur.
Bilim
insanlarının günahı başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları
atom-molekül gibi küçük öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve
çevrelerini algılayarak, ona uygun bir davranışta bulunduklarını kabul
edemediklerinden, yukarıdaki gibi kavgalar ve anlaşmazlıklar hep
süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.
Bu örnekten
gidilerek, hayat konusunda neden ortak bir görüşte uzlaşılmanın, insanların
davranışlarının tayininde şart ve gerekli olduğu anlaşılabildi mi?
Bedenlerimizdeki atomların-moleküllerin davranışları, çevrede etkili ve geçerli
kuvvet-alanına göre belirleniyor. Hücrelerin davranışları bu moleküllerin
davranışlarına göre ayarlandığına göre, ortak bir hayat görüşünde uzlaşmanın
önemini anlayabildik mi?
Neden farklı
din, ırk, felsefe, vs. değil, ortak bir uzlaşma ortamı şart ve gerekli,
anlaşılabildi mi?
Bir toplumun
kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü toplum
hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır ve hizmeti üretenler
insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar kaliteli
olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun refah
seviyesi bu şekilde yükselmiş olur. Becerikli insan yetiştirmek, hücreleri iyi
yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, dayak atma, cehennem azabı
gibi konularla korkutmakla değil, teşvikle olur.
Bedenlerin
becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o
konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci,
okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası
koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir
hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması
gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak
davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Doğadaki
düzen ve denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri ile
oluşturula bilinmektedir. Toplumsal hayattaki düzen ve denge de tüm insanların
çevreleri ve kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri ile mümkün olacaktır.
Etkileşimler ise karşılıklı anlaşma-ve uzlaşmalar (mutabakatlar) şeklinde
olmaktadır. Hepimiz aynı dünya gemisindeyiz ve doğadaki denge ancak ve ancak
tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mümkün oluyor. Dolayısıyla global
(küresel) toplum hayatı da ancak tüm toplumların karşılıklı olarak
anlaşıp-uzlaşmalarına dayandırılmak zorundadır.
29.
Bölüm: Dinlerin amacı, toplum hayatına düzen
getirmek olmalıdır. Çünkü ahiret hayatı diye bir ikinci hayat yoktur.
İnsanların ölümden sonra öteki dünya diye
bir yerde ebedi olarak yaşadıklarını düşünelim. İnsan (Homo sapiens türü)
yaklaşık 2 milyon yıldan beri vardır. İnsanların yaklaşık 20-25 yılda bir
evlenerek nüfuslarının yeni doğumlarla arttığını ve yaklaşık 50 yıllık bir
ömürden sonra da öldüğünü ve öteki dünya gibi bir yerde ebedi hayatlarına devam
ettiklerini (yiyip-içtiklerini, sevişip-çoğaldıklarını, vs.) düşünüp, şimdiye
dek kaç kişinin orada birikmiş olduğunu hesaplarsak, 10 üzeri 100 den büyük
devasa bir sayı ile karşılaşırız. (10 üzeri 100 = 10 sayısının sonuna 100 tane
sıfır daha eklenince oluşan sayı)
Evrende belli sayıda atom-altı-ögesi vardır
ve bunların sayısı yaklaşık 10 üzeri 80 olarak hesaplanmıştır. Yani deri,
kemik, taş, toprak gibi maddeleri oluşturan proton + nötron + elektron
ögelerinin toplam sayısı 10 üzeri 80 kadardır. Bir hücrede milyarlarca proton
+ nötron + elektron bulunduğuna göre, evrenin herhangi bir yerinde 10 üzeri
100 gibi devasa sayıda insan toplanması hiçbir fizik-kimya bilgisine
uymamaktadır, çünkü onları oluşturacak kadar proton + nötron + elektron evrende
mevcut değildir.
Bu nedenle doğada ebediyet diye bir şey
yoktur. Her şey çok kısa ömürlü ve çok hareketli olan atom-altı ögelerinin,
daha uzun ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemler (atomlar, moleküller,
hücreler, bedenler) içinde birleşmeleri şeklinde olmaktadır. Oluşturulan hiçbir
sistem ebedi olamamakta, belli bir ömür-döngüsünden sonra tekrar
alt-bileşenlerine ayrışmakta ve doğa bu şekilde sürekli bir değişim-dönüşüm
sistemi içinde gelişmektedir. Zaman kavramının gelişimi durumun böyle olduğunu
göstermektedir, bak http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Yani doğada belli sayıda (yaklaşık 10 üzeri
80, yani öteki dünyada birikmiş olabilecek insan sayısından çok-çok az!)
atom-altı-ögesi vardır ve bu ögeler canlı olup, değişik kombinasyonlara girerek,
sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğayı oluşturmaktadırlar.
Ebedi bir öteki dünya hayatını savunanlar
öteki dünyada sadece ruhların var olacaklarını savunarak, yukarıda öne sürülen
olanaksızlığa karşı koymaya çalışırlar. Ama bu karşı-çıkışları tamamen
dayanaksızdır, çünkü öteki dünyadaki cezalandırmalar arasında şu tip hükümler
bulunmaktadır.
“Başlarından da kaynar sular dökülür. Bu
kaynar su ile karınlarında olanlar ve derileri eritilir.” (Hacc 19, 20)
“Derileri yanıp eridikçe, acıyı tatsınlar diye
derilerini yenileyeceğiz.” (Nisa 56)
Bu ayetler bedenlere uygulanacak cezalardır.
Dolayısıyla kutsal kitapların öteki dünya hayatı canlı bedenler için
tasarlanmışlardır.
Cennet hayatındaki seks olaylarında çocuk
olmayacağını, sadece sevişme olacağını savunanlar ise, seks olayının neslin
devamı için gerekli genetik bilgilerin değiş-tokuşu olgusunu bilmediklerini
gösterir. Çünkü balıklar gibi bir çok canlı grubunda, bedenler birbirine
değmeden seks yaşanır: dişi yumurtalarını bırakır ve erkek hemen o yumurtaların
üzerine spermleri bırakır ve iki genetik bilgi birleşir. Bedensel bir temas
yoktur. Dolayısıyla seks, neslin devamı dürtüsüdür. Kutsal kitabın tanrısı bunu
bilmiyorsa, bu “özürü kabahatinden büyük” durumunu oluşturur.
Hayatın doğum-ölüm döngüsü üzerine
oturtulduğunu bilmeyen insanlar, ölüp-yok olacaklarını kabul edemeyip, bir
ahiret hayatı tasarlamışlar. Buzul devri sonrası deniz sularının yükselmesiyle
yaşadıkları bir ortamın sulara gömülmesinin anlatıldığı Atlantis makalesindeki
“kaybolan bir dünya” olayına atfen, öldükten sonra bu batan eski-cennet
ülkesinde yaşamlarının devam edeceği şeklinde bir ebedi hayat sistemi
tasarlamışlardır. Halbuki ölümden sonra yok olmak söz konusu değildir, doğal
sistemle kalibrasyona dönmek ve yeniden doğal sistemin yapılanmasında tekrar
görev almak söz konusudur.
30.
Bölüm: Toplum insanların, ortaklıklar yaparak
birlikte yaşadığı sistemdir.
İnsanlar neden birlikte yaşamak isterler?
Çünkü, tek
başlarına yaşadıklarında her şeyi kendileri yapmak zorundadırlar: tavuk yetiştirecek,
buğday ekip-biçecek, buğdaydan un yapacak, sebze – meyve yetiştirecek; çanak
çömlek, kap-kacak, kazan, tabak, kaşık, bıçak yapacak; bıçak yapmak için
madencilik yapacak, bakır, demir gibi madenler üretecek, vs.
Tüm bu
işlevler asla bir-iki kişi ile yapılacak işler değildir. Bu nedenle insanlar
zaman geçtikçe, nüfus artıkça, taş-devri, cilalı-taş-devri =
çamur-aletler-devri (çanak-çömlek), tunç-devri, demir-devri gibi gelişim
evrelerinden geçerek günümüz kültür düzeyine ulaşabilmiştir.
İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve
yaklaşık 12-13 bin yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama
12-13 bin yıldan beri, önce kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde
gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden
gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?
Nedeni basit: Rahatlama dürtüsü.
Tek başına yaşayıp, yukarıdaki işleri yapmaya çalışan bir
insanı- aileyi düşünün, yaban hayatından ileri gidemez; üstelik çevresindeki
diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerekir, çünkü normal
doğa hayatında tüm canlılar arasında rekabet-kavga vardır. Dolayısıyla bireysel
düzeyde yaşayan insanların kafalarını kaşıyacak, rahat uyku uyuyacak zamanları
yoktur. Bu nedenle önce kabile, sonra kasaba-kent gibi ortak yaşam ortamlarında
birlikte yaşamaya çalışılmıştır.
Çalışılmıştır ama, ortaklığın kurallarının
oluşturulmasında şimdiye dek pek başarılı olunamamıştır. Bu başarısızlığın tek
nedeni ise, doğadaki oluşum-gelişimleri tetikleyen, yönlendiren faktörün ne
olduğu konusundaki bilgisizlik gelmektedir.
İç-güdü diye bir
terim vardır, ama dış-güdü diye bir terim üretilmemiştir, çünkü her varlık
kimyasal bileşimine uygun olarak, çevresindeki olaylardan etkilenir ve otomatik
tepki verir. Bu tepki, bir enerji-alış-verişi sonucu oluşan bir olaydır.
Dışarıdaki bir olayın yaydığı bir enerji, beden içindeki hücrelerde
(moleküllerde, vs) normal durumdan farklı bir değerde algılanırsa, o hücre
(molekül, vs) hemen tepki verir.
11 ve 12. Bölümlerde belirtildiği üzere, doğa
atom-altı-öğeleri denilen ve doğadaki tüm enerji sistemlerini oluşturan,
kuantsal canlılardan oluşur. Kuantsal canlılar çok kısa ömürlü ve çok devingen
varlıklardır. Bu nedenle tek bir amaç doğrultusunda davranırlar: daha-rahat ve
daha uzun-ömürlü üst-sistemler içinde birleşerek daha rahat bir duruma, yapıya
kavuşmak. Bunun için gerekli her şey onların ellerindedir: Enerji ve madde
oluşturucu öğeler onların alemine aittir. İstedikleri maddeyi, istedikleri
şekilde enerji aktarımı yaparak gerçekleştirebilirler. Yani yaratıcılık ve
yönlendiricilik tamamen ve kelimenin her anlamıyla, onlara aittir.
Enerji dediğimiz kuvvet oluşturucu gücün bir sistemden
diğerine aktarılması, rezonans oluşumlarıyla gerçekleşir. Tesla’nın dahiyane
buluşları bu rezonans devrelerini fark etmesi ve yapması sayesindedir.
Doğadaki kuantsal canlılık öğelerinin başlattıkları bu
gelişme, hep birleşmeler şeklinde olmaktadır.
Atom-altı-öğeler birleşerek atomları;
Atomlar birleşerek molekülleri;
Molekülleri birleşerek hücreleri;
Hücreler birleşerek bedenleri;
Bedenler birleşerek de toplumları oluştururlar.
Doğadaki bu büyüyerek gelişmenin nasıl gerçekleştiği “Information
& self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği Haken (2000)
ile aydınlatılmıştır: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
En önemli özellikler arasında şunlar vardır: .
1-Doğadaki her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde gerçekleşir.
2-Üst-sistemde geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların
karşılıklı etkileşimleriyle (rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
3-Güç (enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.
Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of
Integrative Levels” adlı eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin
ana-hatlarında şunu vurgular:
1-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
2-karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle
yükümlüdür.
Görüldüğü üzere, insanların sağlam bir toplumsal sistem
oluşturması için, kurallarını bizzat
kendileri, karşılıklı etkileşimlerle (tartışmalar sonucu bir uzlaşmaya =
rezonansa) varabilmeleri şart ve gereklidir.
Ama geçmiş bölümlerde görüldüğü üzere, bu koşul yerine
getirilmemekte, kurallar tepedeki bir efendiler masasında oluşturulmaktadır.
Yukarıdaki teorik verilerden anlaşılacağı gibi, tepedeki
hiçbir sistemde, güç veya enerji yoktur. Dolayısıyla tepedekilerde toplum denilen bir sistemi yürütecek
besleyecek hiçbir enerji, besleyici özellik bulunmamaktadır.
Peki öyleyse günümüz dünyasında devletler, toplumlar
neden hala tepedeki bir efendiler kulübünce yönetiliyor? Neden bir çok devlet hala otoriter sistemlerle
idare ediliyor?
Geçmiş bölümlerde açıklandığı üzere, dünyada iyi niyetli
insanlar da vardır, kötü niyetli insanlar da. Kötü niyetliler başkalarının
sırtında geçinmeye yatkın olduklarından, çoğu siyasetçi bu kötü niyetliler
arasından çıkmaktadır. Oransal olarak sayıları %15 kadar da olsa, toplumsal
sistemin başına geçtiklerinde, halkı uyuşuk-pasif durumda tutmak için
ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Doğal felaketlerin, kendi uydurdukları
bir efendi-tanrının emirlerine uyulmadığı için tanrının cezası formülü bu
yöntemlerin başında gelmektedir. Sonra, tanrının gönderdiğine inanılan kutsal
kitap-emirlerine uyulmazsa öteki dünyada cehennem ateşinde yanma korkusu, vs.
yeterli baskı unsuru olmaktadır.
Üstelik, insanlar asırlardır kutsal-kitap adlı bir
kandırmaca ile doğa ve dünyanın sahipliğinin tepedeki bu efendiler kesimine ait
olduğuna inandırılmışlardır. Onların kulları-köleleri olarak çalıştırılmaya
alıştırılmışlar ve kazandıklarını onlara teslim ederek, tepedekileri mal-mülk,
para-pul zengini yapmışlardır. Tepedekiler de bu güçlerini kullanarak,
toplumları köleleri olarak kullanmaya devam etmektedirler.
İçine düşmüş olduğumuz bu bataklıktan kurtulmak için,
naçizane bir önerim var: Kötü niyetli insanların sizi yönetecek pozisyonlara
gelmesini önlemek için şöyle bir maddenin anayasa metnine konması yeterli
olacaktır:
Kötü niyetli insanların saptanması, yukarıda açıklanan
psikopati testi ile mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, millet-vekilliği, belediye
başkanlığı vs gibi toplum hayatını derinden etkileyecek makamlara aday olacak
kişilerin psikopati testinden geçmeleri şart ve gereklidir. !!!
Önemli Bir NOT:
Yukarıda özetlenen Benveniste etkisi, “water-memory”
konulu birçok deney yapılmasına neden olmuştur. Bu deneyler çevremizdeki
moleküllerin bizlerin onlara bakış açılarına göre farklı tepkiler verdiklerini göstermektedir.
İnsanlık günümüzde doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır. Bu
nedenle her toplum deniz ve gölleri, atmosferi, taşı-toprağı ve onların
içlerindeki molekülleri etkileyerek, bu sistemlerin davranışlarını ve
gelişimlerini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle toplum olarak ortak bir
görüş, ortak bir TOPLUM RUHU, ortak bir İNSANLIK RUHU oluşturmak ve doğal
sisteme zarar vermeyecek şekilde bir yaşam sürdürmek zorundayız. Bu
çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras olacaktır.
31.
Bölüm: Doğa
alt-sistem – üst-sistem etkileşimlerinden oluşur.
En alt-sistem kuantlar aleminin çok kısa
ömürlü ve çok hareketli öğelerinden oluşur. Onlar daha uzun ömürlü ve daha az
hareketli üst-sistemlerde birleşerek atom molekül, hücre, beden gibi üst-sistemler
oluştururlar. Yapma-yaratma gücü hep alt-sistemlerdedir. Bu işlemler hep
“bilgi” oluşturularak yapılır.
Toplumları yönetmenin siyaset-din-para kıskacı
ile olduğunu fark eden TEPEDEKİLER zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halk
zombi yapılmaktadır. Zombiler ise kolayca yönlendirilirler.
Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk
evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler
verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla
şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde
yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki
birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, onlar tarafından ortaya
konulmuştur.
Bunu kesinlikle iddia edebilirim, çünkü doğada
bir şey yapma, bir şey yönetme, yönlendirme erki veya gücü, hep varlıkların
içsel bileşenlerinin karşılıklı etkileşimleri (yani haberleşmeleri) sayesinde
gerçekleşmektedir. Bu sistem, “information & self-organisation” olarak
özetlenen dinamik sistemdir. Yani doğadaki dinamik sistemde tepeden gelen bir
emir-yönlendirme yoktur.
Yani Kutsal kitaplar, tepedeki EFENDİ’ler kesimini meşrulaştırma
öğretileridir. Tepedeki efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve
gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.
32.
Bölüm: Osmanlı
devleti “her türlü bilgi Kuran’dadır” inancına dayalı yönetim sergilemiştir.
Altı yüz yirmi yıl tarih sahnesinde hüküm süren,
dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü İmparatorluklarından biri olan, Osmanlı
İmparatorları, yüzyıllar boyunca halkını cahil bırakmıştır. Bunun nedeni ise,
tamamen statik sistemli düşünmesi, yöneticilik hakkının kendi kutsal soyuna ait
olduğu, halkın kendisinin kulları olduğu gibi eski-çağdan kalma bilgilere göre
davranmasıdır.
Osmanlı döneminde, okur-yazarlık
oranı, erkeklerde yüzde yedi; kadınlarda binde
dört oranındaydı. Ülke genelinde, okullaşma son derece yetersizdi. Çağın
gerisinde kalan medreseler ve mescitlerdeki sıbyan mektepleri halkın eğitimini
üstlenen kurumlardı. Kur'an ı Kerimi ezberlemek (hafız olmak) de bu
dönemde revaçta olan eğitim türüydü.
Halbuki, Avrupa’da matbaanın keşfiyle BİLGİ oluşturma
ve aktarma işi başlamış, kutsal soylu olamayan kişilerin oluşturdukları
bilgiler ve keşifler, bir uyanma hareketini tetiklemiş, “tüm insanlar eşittir,
hürdür (kul değildir)” görüşü hayata geçmişti. Ama Osmanlı padişahları, bilgiye
kapıların kapalı tutup, “yaratıcılık Allaha mahsustur” sloganıyla, halkının
bilgisiz, kendine güveni olmayan bir kalabalık olarak yetişmelerini
sürdürmüşlerdir. Halkına değer verip eğiten toplumlar, onların yaratıcılık
yetenekleri olan motor, araba, radyo, gibi ürünleri peş-peşe sıralayarak geri
kalmış toplumları kullanmaya başlamışlardır.
Sonuç:
Bilgiden yoksun olarak yetişen halkın, yeni bir
şey üretememesi, buna karşın batı ülkelerinin gittikçe gelişen yenilikler
üreterek teknolojik alanda muazzam ilerlemesi, ürettiği bu ürünleri pahalı
olarak satıp, bilgisiz toplumların eski yöntemlerle kazandıklarını ucuza alarak
gittikçe zenginleşmeleri ve güçlenmeleri olmuştur.
2-3 asır öncelerine kadar devletler belli
coğrafik sınırlarla belirleniyordu ve devletler arası ilişkiler sınırlıydı, her
devlet kendi içinde tamamen bağımsızdı. Ama son bir asırdan beri teknolojik
gelişmeler devletler arası sınırları kaldırdı ve tüm dünya insanlarını
birbirleriyle ilişki içine soktu. Günümüzde, Afrika’da yaşayan biri,
cep-telefonuyla Amerika veya Asya’daki biri ile konuşup, oradaki bir topluma
çok zarar verecek bir eyleme yönlendirebilmektedir. Bu nedenle tüm toplumlar
birbirlerini etkilemekte ve etkilenmektedir.
Kimin kimi etkileyip yönlendireceği ise
“BİLGİ” oluşturma yeteneklerine göre olmaktadır. Çünkü doğa “information &
self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemde işlemektedir. Kim daha iyi
ve etkili bilgi oluşturuyorsa, onlar çevrelerini etkileyebilmekte, enerji
akışını kendi isteklerine göre yönlendirebilmektedirler.
33.
Osmanlı döneminde hiçbir büyük bilim adamı
yetişmemiştir.
Teknolojik gelişimler sonucu globalleşen ve tek
bir dünya toplumuna dönüşen dünyamızda, siyaset-din-para kıskacı uygulaması devam
etmektedir. Güçlü devletler, diğerlerini etkisi altına almaya ve yönetmeye
çalışmaktadırlar. Güçlü olmak bilgi üretmekle mümkündür.
Osmanlı devleti bilgi üretimi açısından o kadar
geridir ki, hüküm sürdüğü 500 yıllık bir süreçte, ne önemli
bir filozof,
ne bir matematikçi,
ne bir biyolog,
ne bir makinacı veya elektrikçi,
ne bir jeolog vs. yetiştirebilmiştir.
Böylesine bilgiden yoksun bir toplumun nasıl
batılılarca sömürüldüğünün bir örneğini verelim:
Avrupa her alanda bilgi üreterek, bu bilgilere
uygun teknolojik yeniliklerle gelişmektedir; tren bunlardan biridir. Avrupa
tren yolu ağlarıyla örülmekte, ulaşım gittikçe rahatlamaktadır.
Osmanlı tüm bu bilgilerden yoksun olduğu için,
ülkedeki tren yollarının yapımı batılı devletlerce yapılır. Batılı mühendisler
tren yolu güzergahlarını saptarken, en kısa yolu değil, kafalarındaki başka tür
çıkarları dikkate alarak güzergahlar planlayıp, rayları ona göre döşerler.
Kafalarındaki çıkarları ise, ülkemizin jeolojik
yapısının nasıl olduğunu anlamaya yöneliktir, çünkü bu sayede ülkemizde ne tür
yer-altı kaynakları olduğu konusunda veriler elde edeceklerdir. Nitekim elde
etmişlerdir ve Osmanlı topraklarında nerede petrol, nerede demir, krom vs. var
gibi önemli bilgilere sahip olmuşlardır. Bu bilgiler, Osmanlı devletinin
parçalanması sonrası zengin petrol yatakları bulunan Musul-Kerkük gibi
bölgelerin, Türkiye sınırları dışında tutulmasının en önemli nedeni olmuştur.
Avrupa 2-3 asır önceleri jeoloji denilen bilim
dalını keşfedip ülkelerinin jeolojik haritalarını ve yer-altı-zenginliklerini
ortaya çıkarmış ve bunları ekonomik olarak kullanmaya başlamışken, Osmanlılarda
hiçbir jeolog yetişmemiş, ilk jeolojik araştırma yapan kurumumuz Maden-Tetkik
ve Arama (MTA) enstitüsü ancak 1934 yılında kurulmuştur.
Bilgi oluşturmak ve gelecek planlaması yapmak bu
nedenle son derece önemlidir; ve bilgiler sadece halk geneline yayılarak
verilip, eğitim tüm nüfusu kapsayacak şekilde olursa gelişir. Çünkü her insan
bir diğerinden farklı özelliklere sahiptir, kim jeolog olmaya, kimi
matematikçi, kimi fizikçi, kimi tıpçı, kimi ses-sanatçısı olmaya yatkındır. Bu
nedenle tüm insanlarına değer verip, onları yetenekleri olan alanda eğiten
toplumlar hep ilerleyecek, diğerleri de OSMANLIlarda olduğu “Her türlü bilgi
Kuran’da var” deyip, dinsel eğitime, imam-hatip okullarına ağırlık verecektir.
34.
Osmanlı’nın
Türklere bıraktığı en kötü Miras:
Osmanlı hanedanlığı
nedense Türk halkını hep hor görmüştür. Hani “kestane kabuğundan çıkmış da
kabuğunu beğenmemiş” derler ya, Osmanlı hanedanlığı için tam yerinde bir
ifadedir.
•
Sarayda
arapça-farsça-türkçe karışımı suni bir dil kullanılmıştır. Bu nedenle Türkçe
ihmal edilmiş, gelişememiştir.
•
Türk kökenli halk ‘Etrak-ı biidrak’ yani ‘Akılsız
Türkler’ olarak tanımlanmış ve tanıtılmıştır. Etrak arapça bir sözcük
olup, “türkler” anlamını taşır. “biidrak” ise “anlayıştan yoksun” anlamında
farsça bir sözcüktür.
•
Hor görülüp aşağılanan
halk, kendisine güven duygusunu yitirmiş, yabancı hayranlığı duygusu içine
itilmiştir.
•
“Liderleri güçlü olan devlet değil, halkı
güçlü (bilgili-becerikli) olan devletler gelişirler” gerçeğinin farkına
varamamışlar, kendilerine ihtişamlı saraylar yaptırarak, “güçlü-zengin”
görüntüsü içinde yaşamışlardır.
•
Günümüz yöneticilerinin
Osmanlıları örnek alıp, kendisine muhteşem bir “saray” yaptırıp, orada
oturması, Osmanlı padişahlarına öykünmedir.
•
Halk için ise hiçbir şey
yapılmamış, ne eğitim verilmiş, ne yaşamını kolaylaştıracak ürünler
üretilmiştir. Üretim zaten halkı bilgili-becerikli devletlerde olmaktadır. Halk
bilgisiz bırakılınca, fakirlik halkın kaderi olmuştur.
•
Bu durum Atatürk’ün
padişahlığı kaldırıp, cumhuriyet rejimini ilan ettiği 1923 yılına kadar devam
etmiştir.
•
Atatürk’ün “Türk öğün,
çalış, güven” “Köylü milletin efendisidir” gibi sözleri, Türk halkının
kendisine güven duygusu oluşturması gayretleridir.
•
Yine Atatürk’ün, dünyadaki
ilk uygarlık belgelerinin yazıldığı dil olan Sümerce ile Türkçenin aynı kökenli olmasını vurgulaması, Türk
halkının geçmişiyle gururu duyacağı bir konu olarak ele alınmıştır.
•
Türkiye Cumhuriyeti bu
şekilde olumlu adımlarla, ilerlemeye başlar ve bir sürü devrimi gerçekleştirir.
Yani statik sistemli tepeye bağımlı devlet anlayışından, tabana dayalı, halkın
bilgilenip, bilinçli davranarak toplum yaşamını kolaylaştırıcı yenilikler
ortaya koyacak, dinamik bir sisteme geçişin ilk adımı atılmış olur.
•
Ama bilgili ve bilinçli
bir toplum yetiştirilmesi eski gelenek-göreneklerinden kurtulması, bir nesillik
bir süreçte (yaklaşık 20-25 yılda) olacak bir şey değildir ve en az 2-3 nesil
gerektirir.
•
Atatürk Cumhuriyetin kuruluşundan 15 yıl sonra
ölünce, onun gibi bir lider tekrar yönetime gelmemiş ve statik-sistemli yani
tamamen tepeye bağımlı idare anlayışı sürdürülmüştür.
•
Her şeyin tepedekilerin yönlendirmesiyle
yapılmasına alışmış olan halk ve tüm meclis üyeleri, halk içinden doğan yeni
gelişimlere destek değil, köstek olmuşlardır.
Bunun vahim bir örneği Atatürk’ün ölümünden
sonraki zaman içinde yaşanmıştır.
1886 yılında Divriği- Sivas’ta doğan Nuri Demirağ, çok zeki
bir öğrencidir; öylesine ki, ortaöğrenimini Divriği Rüştiye Mektebi’nde
tamamladıktan sonra okuldaki başarısı nedeniyle öğretmen yardımcısı olarak bir
süre kendi okulunda görev yapar. Sonra Ziraat Bankasının açtığı memurluk
sınavını kazanarak çeşitli yerlerde çalışır. Daha sonra, 1910da Maliye
Bakanlığının sınavını kazanarak maliye memuru olur, İstanbul’da göreve
başlar. 1918 yılında Maliye Mekteb-i
Âlisi’nde yüksek öğrenimini tamamlayarak maliye müfettişi olur.
Maliye müfettişliğini bıraktıktan sonra ticarete atılır;
1918de yabancıların tekelinde olan sigara kağıdı işine girer. Eminönü’nde
küçük bir dükkânda ilk Türk sigara kağıdı yapımını başlatır. Ürettiği sigara
kağıdına “Türk Zaferi” adını verir. Büyük ilgi gören bu ilk girişiminden büyük
kazanç elde eder.
Nuri Bey, milli mücadele döneminde İstanbul’da sigara
üretimi ve ticaretle uğraşırken bir yandan da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin
Maçka Şubesi’nin yönetir.
Kurtuluş Savaşı’ndan bağımsız bir devlet olarak
çıkan Türkiye Cumhuriyeti, ülkenin ulaşım sorununa demiryolları ile el
atmıştı; amaç, en kısa sürede demiryolu ağını genişletmekti. 1926’da
Samsun-Sivas demiryolu yapımını üstlenen Fransız şirketi işi bırakınca ilk etapta
yapılacak yedi kilometrelik kısım için açılan ihaleye giren Mehmet Nuri Bey,
çok düşük bir fiyat vererek ihaleyi alır. İşin geri kalan kısmı da denemek
üzere kendisine verilir. Tapu dairesinde mühendis olan
kardeşi Abdurrahman Naci Bey’i de memuriyetinden istifa ettirip kendisine
ortak yapan Mehmet Nuri Bey artık Türkiye Cumhuriyetinin ilk demiryolu
müteahhidi olmuştur. Kardeşi ile birlikte çalışarak Samsun-Erzurum,
Sivas-Erzurum ve Afyon-Dinar hattının 1012 kilometrelik demiryolunu bir yıl
gibi kısa bir sürede tamamlar. Çok dağlık ve kayalık arazide balyozlarla
dağları delerek tünel açmak zorunda kalmalarına rağmen işlerini zamanında
tamamlarlar. Başarılarından
ötürü 1934 yılında Atatürk kendisine ve kardeşi Abdurrahman
Naci Bey’e Demirağ soyadını verir.
Nuri Bey, demiryolu yapımı sürerken çeşitli büyük inşaat
projelerine de başlar. Karabük Demir Çelik, İzmit Selüloz, Sivas
Çimento ve Bursa Merinos tesislerini, Eceabat Havalimanı’nı, Haliç
kenarında İstanbul Hal Binası’nı inşa eder.
1931 yılında İstanbul Boğazı’na köprü inşası projesini
başlatır. Yurtdışından uzmanlar getirerek incelemeler yaptırır; San
Francisco’daki Golden Gate Köprüsü ile aynı sistemde bir köprü inşa
etmeleri için Golden Gate’i inşa eden firmayla anlaşır. Tüm hazırlıkları
bitmiş olan projeyi 1934’te cumhurbaşkanı Atatürk’e sunar. Cumhurbaşkanı
tarafından beğenilse de proje hükümetten onay alamaz. Nuri Demirağ’da çok büyük
bir hayal kırıklığına uğrar. (Nasıl uğramasın ki, kendi olanaklarıyla, taa o
zamanlar, ülkeye bir boğaz-köprüsü kazandırmaya çalışıyor, ve hükümet bunu
engelliyor!)
Ülkenin en zengin iş adamı olan Demirağ. 1936 yılında uçak
fabrikasına kurma girişimine başlar. Fabrikayı memleketi Divriği’de
kurmayı planlamıştı. Ancak öncelikle İstanbul’da bir deneme atölyesi kurulacaktı.
Bu amaçla Çekoslovak bir şirketle anlaşır. İstanbul’da Barbaros Hayrettin Paşa
İskelesi’nin yanında atölye binası inşa edildi (Deniz Müzesi’nin solunda
bulunan büyük sarı bina). Deneme uçuşlarını yapabilmek için Yeşilköy’deki Elmas
Paşa Çiftliği’ni satın alır ve üzerinde büyük bir uçuş sahası, hangarlar ve
uçak tamir atölyesini yaptırır. Uçuş sahası, Avrupa’nın en büyük havalimanı
olan Amsterdam Havalimanı büyüklüğünde idi. Bu alan,
günümüzde Uluslararası İstanbul Atatürk Havalimanı olarak kullanılır.
Uçakları kullanacak Türk pilotların yetişmesi için bir
havacılık okulu kurmak gerekiyordu. Pistin bulunduğu arazide Gök Okulu kuruldu.
Okul, 1943 yılında kadar 290 pilot yetiştirdi. Yeşilköy’deki Gök Okulu’ndan
önce Divriği’de de bir Gök Ortaokulu açtı. Sivas’ın hiçbir ilçesinde ortaokul
yokken açılmış bu okulda öğrencilerin tüm masrafları karşılanıyor; öğrenciler
havacılığa özenmeleri için İstanbul’a getirtilip uçuş dersleri veriliyordu.
Beşiktaş’taki uçak fabrikasında üretilecek uçak ve
planörlerin planını Türkiye’nin ilk uçak mühendislerinden Selahattin Reşit
Alan çizer. 1936’da ilk tek motorlu uçak üretilir ve Nu.D-36 adı
verilir. 1938’de Nu.D-38 adlı çift motorlu altı kişilik yolcu uçağı
yapılır. NuD-38, 1944 yılında Dünya havacılığı yolcu uçakları A sınıfına
alınır. İlk uçak siparişini 1938 yılında Türk Hava Kurumu (THK)
verir.
Nuri Demirağ, havacılık alanında çalışmalarına 1939’da
Türkiye’nin ilk yerli paraşüt üretimini gerçekleştirerek devam etti. 1941’de
tamamen Türk yapımı ilk uçak İstanbul’dan Divriği’ye uçtu. Nuri Demirağ’ın oğlu
ve Gök Okulu’nun ilk mezunlarından olan Galip Demirağ, bu uçuşta pilot idi.
THK tarafından sipariş edilen 65 planör kısa sürede teslim
edildikten sonra; NuD-36 adlı 24 eğitim uçağı tamamlanmış, deneme uçuşları
İstanbul’da gerçekleşmişti.
THK’nın siparişi olan ve son olarak İstanbul’dan Eskişehir’e
uçan uçakların teslimi için Eskişehir’de bir kez daha test uçuşu yapılması
talep edilmiştir. Selahattin Reşit Alan, 1938’de Nu.D-36 uçağıyla iniş
yaparken, çevredeki hayvanlar hava alanına girmesin diye pistte açılan hendeği
görmez ve hendeğe düşer. Reşit Alan bu kazada vefat eder, 13 Temmuz 1938. Bu
kazadan sonra THK siparişi iptal eder. Nuri Demirağ, mahkemeye verdiği THK ile
yıllar süren bir mahkeme sürecine girer. Mahkeme THK lehine sonuçlanır. Ayrıca
uçakların yurt dışına satılamaması için bir de kanun çıkartılır. Bu yüzden
sipariş alamayan fabrika 1950’li yıllarda kapanır. Beşiktaş’ta üretilen
uçakların uçuş deneme testleri ve gök okulu için yapılan pistler, hangarlar,
üzerlerindeki bütün yapılı binalar o yıllarda dünyanın en büyük havalimanı
Amsterdam Havalimanı büyüklüğündeki bütün kurulu tesisler istimlak edilir.
İspanya, İran ve Irak’tan alınan siparişler engellenir; elde
kalan uçaklar hurdacıya satılır.
Nuri Demirağ’ın davayı
kaybettikten sonra hükümet üyeleri ve cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye
mektuplar yazarak yanlışlığın düzeltilmesi için yaptığı girişimler başarısız
olur; fabrika tekrar açılamaz.
SONUÇ:
Nuri Demirağ olayı, doğadaki dinamik sisteme özgü tipik bir
“information & self-organisation” olayıdır. Zeki bir kişi, bilgi edinerek,
ülkesinde bir uçak sanayisi geliştirme becerisini ortaya koymuş ve
gerçekleştirmiştir. Uçakları uçuracak pilotlar için okullar açmış, yurt dışına
öğrenciler göndererek eğitimli-bilgili elemanları yetiştirmiş, uçak yapımında kullanılacak ürünleri
üretecek yan sanayi elemanları yetiştirmiş, hava meydanı yapmış, binlerce
kişiye istihdam ortamı sağlamıştır. Yani toplumun gelişmesi ve kalkınması için
olağan-üstü çalışmalar ortaya koymuştur. Ve tüm bunları devletten beş kuruş
yardım almadan yapmıştır. Bu durum o kişinin gelecekte gelişip güçleneceğini
göstermektedir. Ama statik sistemli düşünen devlet yöneticileri, devletten daha
güçlü bir bireysel gelişimi kabul edemediklerinden olsa gerek, kişinin
gelişimini, dolayısıyla ülkeyi kalkındıracak bir sanayi dalının gelişimini
engellemişlerdir.
Devlet yöneticileri dinamik sistemli düşünebilselerdi,
ülkede böyle bir sanayi gelişmesinin toplum yararına olacağını fark edip,
kişiyi desteklerdi. Yapmaları gereken şey, bu sanayi dalının, diğer iş ve
meslek dallarına ve de doğal sisteme zarar vermeyecek şekilde, yasal
düzenlemeler yapmaktı.
Statik sistemli düşünülüp-davranılan ülkelerde, halk, millet
vekilleri, bakanlar, ve cumhurbaşkanı dahil, herkes bir vurdumduymazlık
içindedir. Toplum karşılıklı bir hizmet ortaklığı olarak görülmez. İnsanlar bir
şey üreterek, toplum havuzuna bir ürün koyma niyetiyle değil, yönetimi ele
geçirme veya bir koltuk kapma peşindedir. Yani insanların yaşam felsefeleri üreticilik
değil, tüketicilik üzerine oturtulmuştur. Statik sistemle, dinamik sistemli
düşünce arasındaki fark böyle de özetlenebilinir.
Asırlardır cahil bırakılarak eğitilmemiş, üstüne
üstlük, hiç okuyup-anlayamadıkları bir dinsel inanca körü-körüne bağlanmaları
sağlanarak zombi yapılmış bir topluma demokratik hak verirseniz, o toplumun
seçeceği yöneticiler baştan bellidir.
Tüm olumsuz gelişmelerin sorumluları,
dar-görüşlü devlet yöneticileridir. İşte burada tekrar statik-sistem ile
dinamik sistem arasındaki farkın bilinmesi ve uygulanması konusu devreye
giriyor.
35.
Bir Başka Vatan
Hainliği Hikayesi
1980li yılların sonunda -1990lı
yılların başında dünyada cep telefonu kullanımı başlar. Ülkemizde de ilk defa
1994 yılında cep telefonu üretmek için çalışmalara başlanır ve 1997 yılında
tamamen yerli mühendislerimizin çalışmaları sonucu “Aselsan 1919” adında,
Atatürk'ün Samsun'a çıkış tarihini çağrıştıran, yerli bir ürün piyasaya çıkarılır.
Peki bu yerli telefon
olayı ne zaman nasıl başladı?
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı
sonrası ülkemize uygulanan silah ambargosu üzerine savunma sanayiinin
geliştirilmesi için yeni bir girişim başlatılır. Aselsan, bu dönemde kurulan
askeri vakıf şirketidir.
Aselsan, Cumhuriyet
başlangıç dönemi politikasına benzer bir, “ulusal teknolojiye dayanma”
politikasına göre “Silahlı kuvvetlerimizi dışa bağımlılıktan kurtarmak” ilkesine
uygun projelere odaklanır ve:
– Savunma sanayiinde
tasarım ve teknolojinin önemli olduğu,
– Kimsenin, kendisine
rekabet üstünlüğü, gizlilik, güvenilirlik vb. özellikleri sağlayan bir
teknolojiyi başkasına vermeyeceği ve
– Kritik teknolojilerin
devletlerin kontrolünde oluşu nedeniyle transferlerinin mümkün olmayacağı,
dolayısıyla teknolojiyi “ulusal olarak üretmek” gerektiği ilkelerine göre
çalışmalara başlar. Üretilen ürünlerden biri de Aselsan 1919 marka
cep-telefonudur.
Ülkemizdeki ilk GSM
şebekesinin 1993 yılında devreye alındığı dikkate alındığında, oldukça ileri
görüşlü bir yaklaşım ile hareket edilmiş olduğu görülür. Böylece Türkiye,
dünyada cep telefonu üreten 9 ülkeden biri olur. Üretilen bu ilk telefon
tamamen yerli tasarım, yazılım ve üretim süreçlerinden geçerek üretilmesi
nedeniyle gerçek anlamda yerli ünvanını taşır. Kısa bir sürede ASELSAN 1919
öyle bir başarıya ulaşır ki; 10 farklı ülkeye, üç ayda 5 binden fazla ihraç
edilir. Hatta başarısı global pazarda o kadar yankı bulur ki,
İngiltere’deki teknoloji fuarında birinci seçilir. Bu zaferde,
ülkedeki ilk titreşim özelliğinin bu telefonda olması gibi birçok
yenilikçi fikir barındırmasının etkisi büyüktür.
Aselsan cep telefonlarının
dağıtımı, o dönemde ülkedeki en yaygın dağıtım ağına sahip firmanın (KVK)
firmasına verilir. ASELSAN'da cep telefonunun üretimi
projesinin başına da 1997’de Nokia elektronik şirketinden bir mühendis getirilmesiyle
ortaya sorunlar çıkmaya başlar. Bu mühendis daha önceki şirketinde üretmiş
olduğu cep telefonuyla ilgili bilgileri direkt olarak ASELSAN 1919 projesinde
kullanmak isteyince telif hakları, patent olayları devreye girer. Rakip
firmalar uluslararası mahkemelerine başvururlar ve davaları kazanırlar.
ASELSAN mühendislerince
tasarlanarak 1997’de piyasaya sürülen “ASELSAN 1919″ cep telefonu,
tasarımında kullanılan ileri seviye bilgisayar donanımı ve yazılımı ile
uluslararası alanda rekabet edecek şekilde yerli bir ürün olarak ortaya
çıkmıştı. O zamanın donanım teknolojisine uygun yapısı ile en son yenilikleri
içeriyordu.
ASELSAN 1919 cep telefonu, o zamanın
parasıyla 96 TL olan fiyatıyla 1.5 ayda 5500 adet satılmasına ve beklenenden
iyi bir satış rakamı yakalamasına rağmen, telefonun projesinin çalıntı olduğu
gerekçesiyle üretimi durduruldu.
Zor günler geçiren ASELSAN, hükumet
kanadında da konu ile ilgili destek göremez. KVK
denen Çukurova holdingin bir kuruluşu, telefon satış dağıtım pazarı tek başına
kendine ait olduğu için, Aselsan’ı değil de, Nokia’yi bayilere dağıtır.
Aselsan’ı depolarında tutar, parasını da Nokia’dan tahsil eder ve Türk insani
kendi öz malı yerli Aselsan ürünlerini piyasada bulamaz
Aselsan 1919 ürününün sonuçsuz kalması
tamamen statik sistemli hayat anlayışı sonucudur. Şöyle ki
Şu özellikler, 21 yıl önceki hangi
telefonlarda vardı ki, patent çalınmış olsun?
- Titreşim özelliği sadece bu
telefonda bulunuyordu;
- Cep telefonunda önemli isimlerin ve
telefon numaralarının kaydedildiği bir rehber bulunmaktaydı. Bu rehbere sim
kartına bağlı olarak 315 numara ve isim kaydedilebilirdi.
- Rehberdeki herhangi bir numaraya tek
tuşa basılarak ulaşılabilir ve yine tek tuşla bu numaraya çağrı yapılabilirdi.
- Aselsan 1919, dünyanın birçok
ülkesinde kullanılan GSM şebekelerine uyumlu olduğundan, söz konusu olan
ülkelerde de kullanılabilirdi.
- Telefon meşgul ya da kapalı
olduğunda, kendisine gelen çağrılar kullanıcının önceden belirlediği başka telefonlara
yönlendirilebilirdi.
- Telefonun tuşlarını kullanarak
hazırlanan kısa mesajlar bir diğer cep telefonuna gönderilebilir veya
alınabilirdi.
- Telefon çaldığında, arayan kişinin
telefon numarası görülebilir. Bu özellik sayesinde, arayan istenmeyen biriyse,
telefona yanıt verilmeyebilirdi.
- Ücret bilgisi ekrandan görülebilir.
Böylece, son çağrı ücreti ya da toplam çağrı ücreti öğrenilebilirdi.
- Telefondan aranabilen numaraların
listesini hazırlar ve şifresini yalnız kullanıcının bildiği bir kilit ile kilitlerseniz
bu numaralar dışında çağrı yapılması kısıtlanabilirdi.
- Şarj adaptörü ile standart pil 1
saat içinde doldurulur. Masa üstü şarj cihazı ile; cihazın üzerindeki pil
ile birlikte yüksek kapasiteli yedek pil de şarj edilebilirdi.
- Yüksek kapasiteli piller; masa
üstü şarj cihazı, çakmak adaptörü, araç içinde tutucu, anten güçlendirici ve
ahizesiz kullanım kiti gibi zengin aksesuar çeşitlerine sahipti.
Devleti yönetenler veyahut şirketi
yönetenler bilgili ve bilinçli olsalardı, uluslar arası mahkemede yukarıdaki
argümanları ileri sürüp, bu özelliklere sahip bir telefonun nasıl
çalıntı-patentle yapılabileceğini sormazlar mıydı? Evet belki patent başvurusu
yapılmamış olabilir, ama ortada bir ürün vardır ve ürünün varlığı patentin
kendisidir! Bu savunmayı yapamayanlar ise, güçlerini tabandan alamayan, tabana
dayalı düşünemeyen, bencil egoist, belki de satılmış yöneticiler veya
tepedekiler olmak zorundadır.
Bu vesile ile “patent” veya onun da
özü olan “bilgi” konusunda çok önemli bir noktayı belirtmek gerekir.
Ateş yakma bilgisi olmadan maden
üretilemez;
Maden elde etme bilgisi olmadan elektrik
üretilemez;
Elektrik üretme bilgisi olmadan motor
yapılamaz;
Motor yapma bilgisi olmadan araba,
uçak, vs üretilemez.
Doğadaki tüm oluşumlar bilgiye
dayanılarak geliştirilmektedir, bilgi ise hep bir önceki zaman biriminde
oluşturulan bilgiler kullanılarak, değişen doğa koşullarına uyacak şekilde
yeniden re-organize edilen önceki ürünlerden oluşturulur.
Bakteri bilgileri kullanılarak,
çekirdekli hücreler oluşturulur; çekirdekli hücre bilgileri kullanılarak bitki-
hayvan bedenleri oluşturulur. Bu nedenle tüm bu farklı canlılar arasında ortak
kullanılan bilgiler bulunur. Örn. İnsan geni şempanzelerle %98, balıklarla %
85, bakterilerle %7 ortak gene sahiptir.
Aselsan 1919 telefonu, yukarıda
sıralanan özellikleri yanısıra, ulusal güvenliğin korunması amacıyla, yabancı
devletlerce dinlenilenemeyen bir iletişim özelliğine sahipti, yani bu
telefonlarla yapılan görüşmeler başka sistemlerce dinlenilemiyordu.
Şimdi böyle özellikte bir telefonun,
önceki cep-telefonu markalarının kopyası olduğu şeklindeki bir suçlamaya neden şu itiraz
yapılmadı:
Aselsan kopya olsaydı, yukarıdaki
özelliğe sahip olur muydu? Sadece bu özellik, bu telefonun kopya değil, Aselsan
mühendislerinin kendi gayretleriyle oluşturdukları yeni bir ürün olduğunu
ıspatlamak için yeterli bir argümandır.
Daha önceki bilgilerden
yararlanılmamış mıdır? Elbette yararlanılmıştır. İnsan genomu da balıklarla
%85, şempanzelerle %98 ortak genetik bilgiye sahiptir. Peki insan balığın
veya şempanzenin kopyası mıdır?
Yani bilgi, zaman içinde farklı insan
grupları tarafından oluşturulan deneyimlerin birikmiş sonuçlarıdır, bir kişinin
ürünü değil, çoğulcu bir üründür.
Şimdi olayı
değerlendirmeye geçelim:
Ülkemiz statik sistemli
hayat görüşüne uygun olarak tepedeki bir zümre tarafından yönetilmektedir. Bu
nedenle de tabanı oluşturan (halk kesiminin değil), tepelere yerleştirilen
yönetici kesimin sözü geçmektedir. Aselsan-telefon projesinin başına da bir
Nokia-mühendisi getirilmiştir. Bu mühendis te, patent alınması gerektiğini
söylemiştir. O zamana kadar yapılan araştırmalara ait bir patent başvurusu da
yapılmamış olduğundan, dava kayıp edilmiştir.
Peki, dinamik sistemli
düşünülüp de, projeyi gerçekleştirenlerle bu telefon işi yürütülseydi nasıl bir
gelişme olurdu?
Dinamik sistemli düşünen
bir toplumda, insanlar ürettikleri ürünün toplum havuzunda biriken bir ortak
ürün olduğunu bilirlerdi ve bu ürünün her yönüyle korunup-saklanması için ne
geliyorsa yaparlardı. Bunlar arasında bilgilerin sahiplenilmesi de olurdu. Bu
nedenle de eski bilgilere dayanarak oluşturdukları yenilikler hakkında bir
patent başvurusunda bulurlardı. Öyle ya, titreşim, yabancılar tarafından
dinlenemeyen bir haberleşme sistemi gibi bir çok yenilik üretmişler. Bunların
patent-telif hakkını yasal olarak almış olurlardı ve sorun çıkmazdı. Ama
diyelim ki bu konuda deneyimsizdiler ve atladılar.
O zaman projenin başına, rakip firmadan biri
değil, o toplumu benimseyen ve sahiplenen dolayısıyla projede çalışanlardan
biri getirilirdi ve o kişi de telefonun en iyi şekilde geliştirilip
pazarlanması için elinden geleni yapardı. Rakip firmalar elbette bizim
patentimizi çaldılar diye dava açabilirlerdi; ama projeyi geliştirenler,
yukarıda önerilen türede bir yanıt vererek, davayı kazanırlardı.
Dinamik sistemde
düşünülmemesi nedeniyle ülkemiz değerlerini hep kayıp etmektedir,
Köy-Enstitüleri projesi, Aselsan 1919 projesi vs. bunun tipik örnekleridir.
Yani demem odur ki:
Toplumumuzun geri kalması, ülkemizde toplum kavramının hala bilinmemesi ve
yönetim hakkının hala kutsal görevli olduğuna inanılan tepedeki birlerine verilmesi mantıksızlığı
yatar. Batılı ülkeler bu konuda halkını oldukça bilinçlendirmiştir ve halk
seçtiği vekillerini kritik edip, onlar hakkında şikayette bulunabilmektedir ve
mahkemeler gerçekten bağımsız olduklarından, haklıyı haksızdan ayırıcı kararlar
verebilmektedir. Yani yasama – yönetim ve yargı ayakları birbirlerinden
bağımsız çalışmaktadır.
Ülkemizde hiçbir devlet
yöneticisi hakkında dava açılamamaktadır, çünkü tüm yasalar tepedekileri
koruyacak şekilde düzenlenmişlerdir.
Osmanlı döneminde sadece şehzadeler eğitilmiş, halk cahil
bırakılmıştır. Bilime ve halkının eğitimine önem veren batılı devletler
ilerleyip gelişirken, tepedeki bir efendi-padişah hanedanlığının kulu olarak
kendini görmeye şartlandırılmış halk, bilgisizlik nedeniyle aciz ve yeteneksiz
kalmıştır. Böyle bir halkla güçlü bir devlet oluşturulamayacağından Osmanlı
devleti “Boğazdaki Hasta Adama” dönüşmüş ve parçalanarak yok olma dönemine
girmiştir.
Bu olumsuz gelişimleri
fark eden birileri, tepedeki birlerinin kulu olarak yaşayan değil, kendine
güvenip, toplumuna yararlı işler yapabilen, ürünler üretebilen bir cumhuriyet
sistemi oluşturacak bir milli mücadele başlatmış ve bunda da başarılı olmuştur.
Bir sürü devrim yapılır. Yeni kurulan TC-Devletinde, fakirlikle, cehaletle ve hastalıkla mücadele edilir; savaş
sonrası Osmanlı’nın borçları ödenir, diğer yandan bilimle sanatla Cumhuriyet
inşa ediliyor, fabrikalar yapılır, operalar temsil ediliyor, yurt dışına eğitim
için öğrenciler gönderiliyor, örnek bir ülke yaratmak için bir sürü devrim yapılır, Osmanlı’nın
her türlü kötü mirasından kurtulmaya çalışılır. Kendi kendine yeterli olan,
hiçbir yabancı devlete bağımlı olmadan yaşayan bir toplum olarak TC dünyada
yerini almıştır.
Ama, yukarıda vurgulandığı
üzere, teknolojik gelişimler sonucu globalleşen ve tek
bir dünya toplumuna dönüşen dünyamızda, siyaset-din-para kıskacı uygulaması
devam etmiş ve 2. Dünya savaşı sonrası, dünyada yeni dengeler oluşturulmaya
başlanmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri (ve onun
destekçileri) “PARA” faktörünü denetleyen tek ülkeye dönüşmüş ve tüm dünyayı
kontrol etmeye girişmiştir. Dünyayı kontrol etmek para (ekonomi) ile
olduğundan, Orta-doğudaki petrol-doğalgaz bölgesi ülkelerinde kukla devletler
kurulup, denetim altına alınır. Bu bölgelerdeki hakimiyetin sürdürülebilmesi
için o ülkelere komşu hiçbir güçlü devlet oluşması istenmez. Yeni kurulan TC
ise böyle güçlü bir devlet olma yolundadır.
Halkını cehaletten kurtarmak için okuma yazma
seferberliği başlatan genç Türkiye Cumhuriyeti, Köy Enstitüleri gibi dünyada
eşi-benzeri olmaya bir projeyle, modern bir toplum oluşturma eylemine
girişmiştir.
Ama dünya imparatorluğu peşinde koşanlar,
Türkiye Cumhuriyetinin gelişmesini çıkarlarına bir engel olarak gördüklerinden,
dar görüşlü TC- yöneticilerinin gözlerini boyayarak,
•
hem Köy Enstitülerinin kapanmasını sağlamışlar,
•
hem halkın zombileşmesini sağlayan dinsel
motiflerin tekrar halk arasında yaygınlaşıp, etkili olmasının yolunu açmışlar,
(imam-hatip okulları, tarikatlar, medyada dinsel törenlere ağırlık verilmesi,
vs.)
•
hem de, toplumun aktif olarak gelişmesini
engelleyip, pasif kullanıcılara dönüştüren Marshal yardımı adlı ekonomik kalkınmayı
felç edici yöntemi yerleştirmişlerdir.
İnsanların tepedekilerce sömürülmeyen toplumsal sistem oluşturabilmesi, bilinç ve
bilinç-altlarına; toplumun sahibi oldukları ve kurallarını kendilerinin
belirlemeleri gerektiği bilgisinin işlenmesiyle mümkündür.
Peki böyle bir görüş oluşturulması için bilimsel
teorik bir temel var mıdır?
Evet vardır: Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması
(DOM) böyle bir görüşün doğa-bilimsel temellerini ortaya koymuştur.
Peki insanlar neden bu görüşü hayata geçirip,
mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürmüyorlar?
Çünkü, insanları sömürerek, onların sırtından
geçinen tepedeki bir seçkin sınıf tarafından, doğadaki yaratıcılık ve
sahipliğin, tepedeki bir sisteme ait olduğu bilgisiyle, zehirlenip,
zombileştiriliyorlar.
36.
Bölüm: Bindiği Dalı Kesen toplumlar
Neden yaratılış ve rastgele evrimci görüş
taraftarlarının DOM sistemine karşı oldukları şimdi anlaşılıyor mu?
•
“Din-adamları
topluma hangi hizmeti vermektedir?” sorusuna, din savunucularından biri: “İnsanlara neyin doğru, neyin yanlış
olduğunu, namuslu-ahlaklı davranmanın yararlarını vs. anlatırlar” gibi bir
yanıt verdi.
•
Ben de
ona: Bu görev hayat felsefecilerinin görevidir; malum, felsefe tüm bilim
dallarını araştırıp, varılan sonuca göre insanlara nasıl yaşanıp, nasıl davranılması
gerektiği konusunda bilgi vermek, halkı aydınlatmakla görevlidirler.
•
Din
adamları, başka bir meslek grubunun görevini üstlenerek, hem o meslek grubu
mensuplarının rızkını ellerinden almışlardır; hem de bu konuda hiçbir
doğa-bilimsel araştırmayı inceleyip, onlara uygun bir hayat görüşü sentezi
yapmadan, “sabit-değişmez, yani STATİK sistemli = kutsal-kitap” bilgileri aktarmışlardır.
•
Halbuki
doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve her şey değişim-dönüşüm
içindedir; yani dinamik sistemli bir doğada yaşamaktayız. Dinamik sistemli
doğada yaşamak üzere oluşturulmuş insanlara, statik sistemli bir hayat görüşü
belletilmesi, insanların mantığını tamamen bozmuş, zombileşmiş, zır-cahilleşmiş
toplumlar oluşmuştur. Bu nedenle “Ahlakın tavan yaptığı ülkelerde din
yoktur, dinin tavan yaptığı ülkelerde ahlak yoktur”.
•
Özetle: Din adamlarının topluma verdikleri hiçbir
hizmet yoktur; ama muazzam zarar veriyorlar. Bu nedenle onlar halkın sırtından
geçinen toplum hayatının asalaklarıdır.
Cihan harbinden
sonraki dönemde, ülkemizde neden din konusuna ağırlık verilen bir siyaset
uygulandığı, neden Köy-Enstitülerinin kapatılıp, imam-hatip okullarının
sayısının çığ gibi çoğaltıldığı acaba anlaşılır olur mu?
•
Doğada bir denge ve düzen
olduğu kesin;
•
Bu düzenin
alt-sistemlerden başlanarak üst-sistemlere doğru ilerlediği de kesin;
•
Kuvvet dediğimiz maddeleri
sürükleyici faktörün, enerjinin bir yerden bir başka yere (yoğun olan yerden az
yoğun olduğu yere) akması şeklinde gerçekleştiği de kesin;
•
Düzen oluşturucu kuvvetin,
bilgi edinilerek gerçekleştirildiği de kesin;
•
Doğal sistemin sürekli bir
değişim dönüşüm içindeki dinamik bir sistem olduğu da kesin;
•
Dinamik sistemlerin
“information & self-organisation = Bilgi edin ve o bilgiye göre örgütlen”
şeklinde gerçekleştiği de kesin;
•
Doğada hayat sisteminin
sürdürülebilmesinin, doğum-ölüm döngülü bir sistem içinde olması gerekliliği de
kesin; (hayatın ebedi-ömürlü olması durumunda,
belli bir süre sonra, yeni bir beden oluşturacak atom kalmayacaktır)
•
Atalarımızın doğadaki bu
denge-düzen oluşturucu güç sistemini TANRI olarak tanımladığı da kesin;
•
•
Peki öyleyse:
•
İnsanların hala hiç
olmayan bir öteki dünya hayali için,
hacca gitmeleri, kurban kesmeleri, sürekli namaz kılıp-dua etmeleri vs gibi toplumsal
kalkınmayı engelleyici işlemleri sürdürmelerinde bir mantık var mıdır?
•
Toplumsal hayat sistemine
hiçbir yararı olmayan, üstelik yanlış bir doğa ve hayat görüşünü insanlara
aşılayarak, “yaratıcılık Allaha mahsustur” gibi insanları pasifleştirip, toplumu
geliştirecek keşifler yapmalarına, üretken-verimli bireyler olmalarına engel
olan, toplum hayatının asalağı durumdaki din-adamlarını besleyerek, üstelik
sürekli imam-hatip okulları açarak, sayılarını sürekli artıran devlet
yöneticilerinin mantıklı olmaları mümkün mü?
•
Bu olaylar yurdumuzda tam
gaz devam ettiğine göre, insanlarımızın büyük bir çoğunluğunun, yanlış bir
hayat görüşü ile zehirlenerek zombileşmiş olması gerekmez mi?
•
Zombileşmeden kurtulmanın
ilk adımı, bunu kabul etmek olduğuna göre, tüm-ana-babaların tekrar derin, ama
çok derin olarak düşünüp, gelenek-göreneklerini sorgulamaya başlamaları
gerekmez mi?
•
Tartışma gruplarındaki
arkadaşların bu konuları görüşüp-tartışıp, ortak bir bildiri olarak duyurmaya
çalışmaları yararlı olmaz mı?
•
Peki bizler hala neden
hedef dağıtıcı konularla uğraşıyoruz ve enerjimizi “toplumsal düzen nasıl
oluşturulur?” ana konusuna odaklanmıyoruz?
Kimse uzaydan gelerek
toplumsal düzenimizin kurallarını oluşturamaz. Bu durum 3-4 bin yıl önceleri
peygamberlik sistemiyle zaten denenmiştir ve dünyamızda ne kadar farklı din ve
tarikat ortaya çıktığını, insanlığın ne kadar faklı dinsel gruba bölündüğünü
görüyoruz. Günümüz insanlığı peygamberlik sistemi nedeniyle Tepeye Bağımlı Örgütlenme
(TBÖ) içindedir, yani statik sistemli
düşünüp-davranmaktadır. Halbuki doğa dinamik sistemde işleyip-gelişmektedir. Bu
da insanların zombi, davranışı göstermesine neden olmaktadır. Çünkü TBÖ tüm
toplumsal sorunların kaynağıdır ve insanlar bu sistemde yaşamayı kabul
etmektedirler. Zombi davranışı, mantıksızlık daha başka nasıl olur?
Tepeye Bağımlı
Örgütlenmelerin tüm toplumsal sorunların nedeni ve kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html adresli yazıdan
görülebilir.
İyi insan topluma yararlı
olan insandır. Kendisini Müslüman olarak gören bir insan bir kutsal kitaba inanan bir insandır.
Dolayısıyla TBÖ’lü sistem taraftarı olmuş olur. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal
sorunların kaynağı olduğundan, Müslümanım diyen bir insan topluma zararlı bir
inancın üyesi olmuş olur. Böyle biri kendisini “iyi” insan, topluma yararlı
davranan bir insan olarak görebilir mi? İnsanlarımızın ne kadar zombileşmiş
olduklarını görebiliyor muyuz?
37.
TOPLUM
tabana dayalı olarak örgütlenseydi şöyle gelişirdi:
Toplum, insanların oluşturacağı bir üst-sistem
hayatıdır. Ama insanlara toplum denilen bir sistem içinde değil, devlet denilen
bir üst-sistem içinde yaşadıkları belletilir. Ve devletler hep tepedeki
birilerince sahiplenilirler ve yasalar-yönetmelikler hep devleti koruyacak
şekilde yapılırlar. Şimdiye dek, devlet tarafından bir kazık yememiş insan
olacağını düşünemiyorum. Çünkü her gün bir çok insan, tepedekilerce
sahiplenilen devlet-bürokrasisinin
oluşturduğu kurallar- yasalar nedeniyle çeşitli şekillerde cezalanmakta,
mağdur duruma düşmektedirler. Bu nedenle de devlet yönetimine kızan insanlar,
farklı gruplar altında toplanarak, yönetimi ele geçirme çabaları peşindedirler.
Günümüz toplum hayatı böyle geçmektedir.
Toplum, iş ve meslek mensuplarının ortaklığıdır. Dolayısıyla iş veya meslek sahipleri toplumun nasıl olacağını
belirleyen unsurlardır. Bir kentte kaç tane meslek grubu olduğu saptanır. Her
meslek grubu kendi üyeleri arasından, mesleki çıkarlarını temsil edecek kişiyi
belirler. Bu meslek temsilcilerinin oluşturdukları bir meclis kenti idare eder.
Meclisin alacağı kararlar, kentin medya-duyurucusu (radyo, TV, vs) kanalıyla
halka duyurulur. Halk kendisini bu duyurulara göre ayarlar. Doğa ve dünya
sürekli değişip-dönüştüğü için, doğadaki değişimlerin hangi yöne doğru olduğunu
meclis üyeleri karşılıklı görüşmelerle saptamaya çalışırlar; bilgiler oluşturup, olasılık hesapları
yaparak, iş-ve-meslek sahiplerine nelere dikkat etmeleri gerektiğini söylerler.
İş-ve-meslek sahipleri de durumlarını buna göre ayarlamaya çalışırlar. Örneğin
hangi ürünlere daha az, hangi ürünlere daha çok ihtiyaç olduğu, hangi
mesleklerde daha çok, hangi mesleklerde daha az kişiye ihtiyaç olacağı, ne tür
konularda araştırmalar yapılarak, ne tür yeni ürünler, yeni hizmet dalları
oluşturulacağı vs. gibi bir çok alan söz konudur.
Dolayısıyla toplum yönetiminde tepede bir kişi
yoktur; tepe diye bir makam yoktur. Ortaklaşa bir karar oluşturulması ve bu
kararın alt-sistemlere duyurulması söz konusudur.
38.
Bölüm: Sonuç Değerlendirmesi
Neden iyi bir toplum oluşturamadığımız konusunu işleyen
bu yazı dizininden sonra, şu soruyla devam edelim:
Toplumsal düzenimizi oluşturmak için “başka” devletleri
mi örnek alacağız?
Bu “başka” devletler dünyadaki diğer devletleri sömürerek
kalkınmış durumda değiller mi?
Biz de başkalarını sömürerek mi kalkınmış bir ülke olmayı
hedefliyoruz?
Neden sağlam bir toplum oluşturamıyoruz?
Neden hala sağcı-solcu, dindar-ateist,
Marksist-kapitalist, milliyetçi, İslamcı, vs. gibi bir çok gruba bölünmüş
olarak davranıyoruz?
Amacımız tek, yani bir toplumsal birlik oluşturmak değil
mi?
Toplumsal birlik, bireysel yaşamın bir üst-sistemi değil
mi?
Doğada bir üst-sistem oluşturulmasının teorik ve bilimsel temelleri ortaya konmuş
değil mi?
DOM-sistemi toplumsal sorunlarımızın nedenini kesin
delillerle ortaya koymuş değil mi?
DOM’da önerilen çözüm formülünde bir veri veya mantık
hatası bulunuyor mu?
Toplum bir ortak yaşam sistemi olduğuna göre, ortaklıkta
nasıl uzlaşılma sağlanacak?
İnsanların
uzlaşmamasının temel nedeni şu değil mi?:
Organizasyonu
tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal
sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine
alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda insanlar arasında anlaşıp-uzlaşmaya
götürücü tartışma adabı gelişmemiştir. Tersine, insanlar, ya kendi
oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla
tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle
anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir
uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır.
Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada düğümlenir.
Bu kısır-döngüden kurtulmak için şunların yapılması gerekmez mi?:
1- Ayrıntılarla değil, konunun ana hattı üzerinde tartışmaya
başlayacaksın. Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapılabilinir.
Karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşma, karşımızdakinin fikirlerini en ayrıntısına
kadar incelemek ve sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup,
kabul edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması gereken konuları
ayırmakla başlamalıdır.
2- Bir fikri tümüyle reddetmek, o
konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel
olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye tümüyle karşı çıkması,
tamamen mantık dışı bir davranıştır.
3- Bir önerinin herhangi bir yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri
sahibine “sizin yazdıklarınızdan şunu mu anlamam gerekir?” gibi, önerinin
konuya dair ana fikrini doğru anlayıp-anlamadığınızı kontrol etmeniz gerekir.
Bu daha sonraki birçok yanlış anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma
indirgemek için gereklidir. Tartışılan konulardaki
temel kavramların tanımında karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir insan bir şey
anlatırken "muz" tarif etmek istiyorken, karşısındaki
"salatalık" anlıyorsa, kullanılan bazı terimlerin anlamlarında
karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz konusudur. Onun için, hangi terimin
tanımında uzlaşma sağlanması gerektiğini saptayıp, o terimin
tanımında anlaşmalısınız.
Bir görüşe
karşı çıkıldığında, sunulan fikrin beğenilmeyen yönünü belirttikten sonra
mutlaka bir düzeltme önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu noktaya karşıyım”
demek ve bir alternatif öneri sunmamak, o konu hakkında yeterli bilgi ve
birikime sahip olmamak anlamına gelir.
Toplumlarda zombileşme ise gelenek-görenekler ve inanç-sistemi bilgileriyle oluşur.
Toplum hayatı insanların karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı bir yaşam sistemidir. Yalnız başına yaşayan bir insan Robinson-hayatının üstüne çıkamaz. Bu nedenle her insan bir alanda hizmet üretir ve diğer insanların ürettikleri hizmetlerle kendisininkini takas ederek daha ekonomik bir yaşam sistemi oluşturur ki buna toplum hayatı denir. Peki toplum hayatı nasıl oluşturulup-düzenlenmelidir? Kuralları nasıl oluşturulmalıdır?
Doğa dinamik sistemlidir, ve dinamik sistemlerde tüm işler-ve-işlemler söz konusu varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulur. Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz.
Bu sisteme uygun olarak toplumsal sistem oluşturulacaksa, kuralların iş-ve meslek-sahipleri arası etkileşimlerle oluşturulması gerekir. Halbuki tüm toplumlarda kurallar tepedekilerce ve Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler (TBÖ) şeklinde oluşturulmuşlardır. TBÖlü sistemlerin ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu “DOM- İkinci Adam Yayınları” adlı eserde DOM (DİNAMİK- DOĞADAKİ OLUŞUM MEKANİZMASI) NEDİR? NEDEN ÇOK ÖNEMLİDİR? DOM HARİCİNDEKİ GÖRÜŞLER NEDEN İNSANLIĞIN SORUNLARINI ÇÖZEMEZ? özetlemesiyle kesin delillerle ortaya konulmuştur. Demokrasi nasıl uygulanabilinir? Bir toplum nasıl gelişip-dünyada en gelişmiş toplumsal sisteme kavuşabilir? Sağlıklı bedenler nasıl oluşturulabilir? vs. gibi bir çok ilginç konunun bilimsel verilerle desteklenen açıklamalarını bu kitapta bulabilirsiniz. Toplumumuzu ortaçağ-zihniyetine götürmek isteyenlerle mücadele, ancak bu kitaptaki bilgilere sahip olan insanlarca yapılabilir. Çünkü bilgi en güçlü silahtır.
İnsanlığın tüm sorunlarını ortadan kaldıracak bilimsel bir formül bulunmuşken toplumların bu formülü hayata geçirecek davranışa girmeleri beklenir. Halbuki toplumumuz tam tersini yapıyor: Liderler peşinden giderek, toplumsal sorunlarının gittikçe artmasına neden oluyor.
Zombileşmiş insanlar toplumlarına sahip çıkmazlar, toplumun sahipliğini tepeye yerleştirdikleri liderlere bırakırlar.
► O tepedekiler de kendilerine 15-20 bin liralık aylıklar bağlayarak ve ebedi bir emeklilik hakkıyla yaşamlarını sürdürürlerken, tabandaki halk bin liralık asgari ücretle yaşamaya çalışır.
► Kamu malları özelleştirme adı altında para-babalarına satılırken, “kamu mallarının” -adı üstünde- halkın malı olduğu ve kendilerine satılması gerektiğinin farkında bile değillerdir.
Bu durum tipik bir zombileşmiş toplum davranışıdır, çünkü normal toplum, çıkarlarının nerde olduğunu bilip, yararına olan davranışı sergiler.
Yukarıda açık ve net bir şekilde kanıtlandığı üzere, geri-kalmışlık tamamen bir zombileşme sonucudur. Bu zombileşmeye neden olan temel faktör ise,
►1- dinamik sistemde yaşanıldığının bilinmemesi,
►2- Dinamik sistemlerde her şeyin karşılıklı etkileşimlerle oluşturulan “kurallar” çerçevesinde oluşturulduğunun bilinmemesi,
►3- Buna uygun davranıp, toplumuna sahip çıkması, elini taşın-altına-koyması gerçeğini bilmemesidir.
ZAMAN GEÇİYOR, ÖMÜR BİTİYOR VE BİZLER HALA TOPLUMSAL BİR UZLAŞI OLUŞTURAMADIK.
Hala karşılıklı kavgalar vs. sürtüşmelerle günlerimiz geçiyor. Taraflar birbirlerinin dediklerini dinlemiyorlar bile. Herkes kendi kafasındaki görüşü tekrarlayıp duruyor. Sidik yarışı devam ediyor ve ömürler bitiyor, yeni nesiller aynı şekilde devam ediyor.
Toplumlarda zombileşme gelenek-görenekler ve inanç-sistemi bilgileriyle oluşur.
Toplum hayatı insanların karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı bir yaşam sistemidir. Yalnız başına yaşayan bir insan Robinson-hayatının üstüne çıkamaz. Bu nedenle her insan bir alanda hizmet üretir ve diğer insanların ürettikleri hizmetlerle kendisininkini takas ederek daha ekonomik bir yaşam sistemi oluşturur ki buna toplum hayatı denir. Peki toplum hayatı nasıl oluşturulup-düzenlenmelidir? Kuralları nasıl oluşturulmalıdır?
Doğa dinamik sistemlidir ve dinamik sistemlerde tüm işler-ve-işlemler söz konusu varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulur. Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz.
Bu sisteme uygun olarak toplumsal sistem oluşturulacaksa, kuralların iş-ve meslek-sahipleri arası etkileşimlerle oluşturulması gerekir. Halbuki tüm toplumlarda kurallar tepedekilerce ve Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler (TBÖ) şeklinde oluşturulmuşlardır. TBÖlü sistemlerin ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu,
►2- veya DOM ve toplumsal uzlaşma grubunun "DOSYALAR" klasörü içindeki DOM-Temel-Kitap. pdf dosyasında kesin delillerle ortaya konulmuştur.
ŞİMDİ BU ZOMBİLEŞMEYE KARŞI NASIL BİR ÇARE, NASIL BİR AŞI KULLANILABİLECEĞİ KONUSUN GÖRELİM.
İnanların hayat konusundaki görüşleri genelde iki zıt kutup arasında paylaşılmış ve insanlar bu farklı bakış açılarını savunacak şekilde davranıp-tartışıyorlar. Sağ ve sol olarak tanımlanabilinecek bu görüşlerin özellikleri basitçe şöyledir:
Sağcılar genelde “yaratılışçılık” denilen bir hayat görüşündedirler. Bu görüşe göre dağa ve dünyanın bir sahibi-ve yaratıcısı vardır, O yaratıcı varlıkların dışında “gökte bir yerdedir” ve peygamberleri vasıtasıyla insanlığa mesajlarını iletir. (Bu görüş doğa-bilimsel verilerin ortaya koyduğu dinamik sistemli doğa görüşüne ters düşer ve bu nedenle sol-görüşlüler sağ-görüşlülere bu yönden yüklenip, onları sıkıştırmaya çalışırlar.)
Solcular genelde evrimci denilen bir hayat görüşündedirler. Bu görüşe göre dağa ve dünyanın bir sahibi-ve yönlendiricisi yoktur. Her şey çarpışmalar, mutasyonlar, vs. gibi rastgele olaylarla olmaktadır. Bilgili – bilinçli - amaçlı bir oluşum-gelişim yoktur. (Bu görüş de doğa-bilimsel verilerin ortaya koyduğu dinamik sistemli doğa görüşüne ters düşer ve bu nedenle sağ-görüşlüler sol-görüşlülere bu yönden yüklenip, onları sıkıştırmaya çalışırlar.)
Görüldüğü üzere her iki hayat görüşü de doğadaki dinamik sisteme ters düştüğünden, taraflar bir-birlerinin zayıf noktasını hedef alarak kısır bir tartışma ortamında yıllardır kavga eder-dururlar. Her iki tarafın kafalarındaki “hayat görüşleri” de yanlış olduğundan, insanlar o yanlış-bilgilerin esiri olarak davranmakla, zombileşmiş oluyorlar ve ortak bir toplumsal uzlaşı oluşturulması olanaksız oluyor.
Bir görüşün “dikkate alınacak bir fikir” özelliği taşıması için, şu kriterleri yerine getirmesi beklenir:
►1: İleri sürdüğünüz görüş, herkes tarafından kabul edilebilinecek özellikte, objektif olmalıdır. İslami (veya Musevi vs.) bir dinsel görüşü, Japon halkına kabul ettirebilir misiniz? Veyahut, 18 yaşını geçmiş, ama hiçbir dinsel ön-yargıdan etkilenmemiş insanlara kafanızdaki dinsel görüşü kabul ettirebilir misiniz? Hayır! Öyleyse bu tür görüşler objektif değildir. Objektif görüşlerden oluşan bilgiler (Fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, matematik, vs.) her toplum insanınca kabul görmektedir.
►2: İnsan Olmanın Sorumluluğu
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır.
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır
Biz insanların kuracağı senaryolar, toplumsal sistemimizin nasıl oluşturulacağı konusunda olmalıdır, çünkü bedenimizin sorunları hücrelerimizin görev alanına düşer.
İnsanlar yüzlerce yıldır çeşitli senaryolar üretmişler, on-binlerce kitap yazmışlardır. Ama bu kitaplardan hiç biri insanlığın tüm toplumsal sorunlarını ortadan kaldıracak bir formül ortaya koyamamıştır, çünkü hiçbiri dinamik-sistemli bir bakışla hayata bakamamıştır. Sorunlarımızın çözümünü içermeyen senaryoların ise hiçbir değeri yoktur.
Tamamen güncel bilimsel araştırmalara dayanılarak oluşturulan DOM-sistemi (Dinamik-Doğadaki Oluşum Mekanizması) yukarıda belirtilen kriterleri tam anlamıyla yerine getirmektedir:
Toplumsal sistemimizi oluşturmak isteyen sizler, insan olmanızın sorumluluğu size, insanlığın sorunlarını çözen bir esere değer vermenizi gerektirmektedir. Karşılıklı kavgalar değil, karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla doğadaki tüm-oluşum ve gelişimler gerçekleşmektedir. Zombileşmenin sonucu olan sidik-yarışına bir son verebilmek için, kendi-kendinizi DOM-sistemi bilgileri ile aşılamalısınız. DOM-sistemi bilgileri toplumsal zombileşmeden kurtulabilmek için gerekli tek “aşı”dır. Başka ilaç yoktur.
Bir toplumun kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü toplum hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır, ve hizmeti üretenler insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar kaliteli olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun refah seviyesi bu şekilde yükselmiş olur.
Bir bedenin becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci, okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Bu nedenle, becerikli insan yetiştirmek, hücreleri iyi yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, korkutmakla değil, teşvikle olur.
►2. Yaklaşım
Toplumsal Uzlaşı nasıl sağlanır?
►1: Doğada dinamik bir sistem var mı?
●: Evet.
►2: Dinamik sistemde her şey, varlıklar arası karşılıklı etkileşimler ve “Information & self-organisation” ilkesiyle oluşup-gelişiyor mu?
●: Evet.
►3: Toplumumuz insanlarının %99.9u statik sistemli bir doğada yaşandığı genel görüşü etkisi altında “Tepeye Bağımlı Örgütlenme =TBÖ” sisteminde yaşıyor mu?
●: Evet.
►4: Tüm toplumsal sorunlar TBÖlü sistemden kaynaklanıyor mu?
●: Evet.
►5: Tüm sorunlarının statik sistemli hayat görüşüne dayanan TBÖ olduğu aşikar iken ve dinamik sisteme dayalı “Doğadaki Oluşum Mekanizması = DOM” bilgilerinin tüm sorunları ortadan kaldırılacağı bilimsel delilleriyle ispatlamışken, insanlarımızın bu hatalı geleneksel davranışını bırakıp, sorunlarını çözen görüşe katılması beklenmez mi?
●: Evet beklenir.
►6: Ama on-binlerce kişiye hitap eden internet haberleşme sayfalarımızda bu konuları açık-seçik ifade edip- duyurduğumuz halde, neden hala bu onbinlece kişinin %99u hala eski görüşlerinin etkisi altında davranıyor ve DOM-sistemine katılmıyor?
●: Gelenek-görenek ve inanç-sistemlerinin zombileştirci etkileri vardır, insanlar gelenek-görenek ve inanç sistemlerini yukarıda sıralanan soruları tek tek irdeleyerek beynindeki bilgi-ağlarında düzeltmeler yapmazsa, bu zombileşmeden kurtulamaz.
►
●:Mevlana’nın terimiyle, ne olursanız olun, toplumsal sisteminiz rayına oturtmanın DOM-sisteminden başka bir yolu yok!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder