Ne ekersek onu biçiyoruz.
Önce bir tanım yaparak “Allah” kavramını hangi anlamda algıladığıma
açıklık getireyim.
Doğada bir denge-düzen olduğunu görüyor, bu denge ve düzeni oluşturan
güce atalarımızın “Tanrı” veya “Allah” dediklerini biliyorum. Denge ve düzen
olduğuna inandığımdan, “Allaha inanıyorum” diyorum. Evet ben Allaha inanıyorum.
Dindarlar ise, Allah’ın kendisine değil de, Onun gönderdiğine inandıkları bir
peygambere inanıyorlar. Soru şu: Allah’ın eserlerine ve eylemlerine bakarak onu
anlamak ve sistemine uymak mı mantıklıdır, yoksa onun elçisi olduğunu söyleyen
insanların (peygamberlerin) görüşlerine göre Allah’ı yorumlamak mı daha
mantıklıdır?
►1- Tevrat’ın Sümer belgeleri ile çok yakından bağlantılı olduğu,
arkeolojik kazı verileriyle gösterilmiştir. Yani Çivi yazısı tabletler Tevrat
bilgilerinin kaynağını oluşturmaktadır. Sümer krallarına gönderilen ve bir
sandıkta saklanan Me adlı çivi yazısı tabletler, en eski kutsal kitap bilgilerdir. Çivi yazısı
tabletlerin değiştirilme olasılığı söz konusu olmadığına ve Tevrat da onlardan
kökenlendiğine göre, ortada bir değiştirme yoktur. Değişen şey, insanların bilgi
ve mantık düzeyidir, zamanla eski yazılanların geçeklerle örtüşmediği ortaya
çıktıkça, insanlar ne yapsın? Kutsal kitapların Allah tarafından gönderildiğine
inanan insanlar ne yapsınlar? “Allah yanlış veya mantıksız bilgiler göndermiş
olamayacağına göre, önceki kitaplar sonraları başkaları tarafından
değiştirilmiş olmalı” mantığı bu şekilde
ortaya çıkmıştır.
►2- Tevratın MÖ 1. Yüz-yıla ait bir nüshası Ölü-Deniz kenarında bir
mağarada bulunmuştur (DeadSea-scrolls) ve günümüzdeki Tevrat ile örtüşmektedir.
Yani ortada değiştirilme vs. gibi bir şey yoktur.
Şimdiye dek doğadaki her şeyin varlıkların dışındaki bir güç sistemiyle
oluşturulup-yönlendirildiğine, ve o güç-sisteminin insanları peygamber denilen
elçileriyle mesajlar gönderip-yönettiğine inandık. Peygamberlik öylesine önemli
ve kutsal göründü ki, zamanla Allah’tan çok bir peygambere daha çok bağlanır
olduk. O’nun doğum gününü kutsallaştırdık-kutladık, O’nun hatırına,
yüzü-suyu-hürmetine Allah’tan merhamet diledik, O’nun ana-rahmine düştüğü
geceyi bile kutsallaştırdık. Allah’ın her topluma kendi diliyle bir peygamber
gönderdiğine inandık, ve bu şekilde farklı dinsel gruplara bölündük.
Bir kutsal kitaba inanan kişi, Allah’a değil, bir peygambere inanmış
olur. Bu ise insanların doğal sisteme ters işlemler yapmaya başlaması anlamına
gelir, çünkü doğada tepeden emirle iş yapan hiçbir varlık yoktur. Her varlık
doğadaki kuvvet sistemlerini ve enerji dağılımını bizzat kendisi algılayarak
davranışını belirler.
Peki peygamberli bir dinsel inancı olan kişi, Allah’ı doğal gerçeklere
göre mi değerlendirmektedir, yoksa inandığı peygamberin görüşüne göre mi?
http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2013/10/sumerler.html
Genel
Değerlendirme ve Sonuç
Atalarımız, doğa olaylarını anlamaya ve yorumlamaya çalışırken,
yanılgılara düşmüşler, bu yanılgılı yaklaşımları ise, insanlarda alışkanlığa
dönüşüp, gelenek halini almış, ve bu şekilde, nesiller boyu süregelmiştir.
Atalarımızın temel yanılgıları arasında, doğal olayların yanlış yorumlanması ve
insanın bizzat kendisini yanlış değerlendirip, yorumlaması gelmektedir ki, bu
iki yanlış program, asırlar boyu nesilden nesile aktarıla gelmektedir.
İnsanın, özellikle kendini yanlış tanıması, yani hücrelerden oluşmuş bir
koloni olarak değil de, homojen bir yapı, ve bu yapıya canlılık veren görünmez
bir "ruh" şeklinde yorumlaması, ve buna bağlı olarak da, beyin
denilen organının nasıl programlanabildiğini, bu programlarda değişiklikler
yapılabildiğini, beyinde milyonlarca farklı program devreleri
oluşturulabildiğini, bunlara uygun olarak da, düşünce ve davranışların
değiştiğini anlayamaması, insanların en büyük açmazını oluşturmuştur. Bu
yanıltıcı bilgiler, insanlarda mantıksal değerlendirme hatalarına, yani mantık çarpıklıklarına
yol açmıştır.
Bir insanın veya bir toplumun mantığının çarpıtılmış olduğu şu şekilde
anlaşılır: Bir kişiye (veya topluma), bir öneri (veye öneri paketi)
sunulduğunda, o kişi, bu öneriyi bilgi ve mantığa dayalı gerekçeler göstererek
reddedemiyor, yani sunulan önerinin yanlışlığını ıspat edemiyorsa; buna rağmen
bu öneriyi doğru olarak da kabul edip benimseyemiyorsa, o kişinin mantığı
çarpıtılmıştır. Yani o kişinin beyninde, birbirleriyle çelişen fikirler vardır
ve doğru bir mantıksal irdeleme yapıp bir sonuca varmaktan acizdir! Kişi kararı
kendisi vermek zorundadır; bu kararı kendisi veremiyor, başkalarının ne dediği
ve düşündüğünü sorarak, kendini başkalarının düşündüklerine göre
yönlendiriyorsa, mantığı yine sağlam temellere oturmuş değildir. Kişiler
mutlaka ve mutlaka, kendileri karar verecek kadar temel bilgilerle kendi
beyinlerini donatmak zorundadırlar!
►1- Dinamik sistemli bir doğada yaşıyoruz.
►2- Dinamik sistemlerde her şey karşılıklı etkileşimlerle oluşuyor ve her
varlık kendisinin bağımlı olduğu enerji kaynağına nasıl ulaşacağı bilgilerini
edinerek, davranışını belirliyor‘
►3- Yani, varlıklara nasıl davranacağı bilgisi, bir başkası (peygamber,
vs.) tarafından verilmiyor.
►4- İnsanların arılar-karıncalar gibi perfekt bir toplumsa sistem oluşturamamalarının
tek sebebi peygamberliktir. Çünkü toplum bir ortaklıktır ve ortaklığın
kuralları (Dinamik sistemler fiziği gereği) karşılıklı
etkileşimlerle belirlenir.
Halbuki peygamberler, kendilerinin doğadaki oluşturucu güç sisteminin (onların
terimiyle Rabb dedikleri ve sadece peygamberlere göründüğüne inandıkları hayali
bir varlığın) elçisi olduğuna insanları inandırarak, insanlara nasıl
davranacaklarını empoze etmişlerdir. Dolayısıyla insanlığın hala karşılıklı
kavga ve savaşlar içinde yaşamalarının tek nedeni, tüm günahı peygamberlerdir.
►5- Bir fikir, veyahut sahip olduğunuz inanç, toplum hayatında bir değer
taşıyacaksa, şu iki kritere uygun olmak zorundadır.
a)-: İleri sürdüğünüz görüş, herkes tarafından kabul edilebilinecek
özellikte, objektif olmalıdır. İslami (veya Musevi vs.) bir dinsel görüşü, Japon halkına kabul ettirebilir misiniz?
Veyahut, 18 yaşını geçmiş, ama hiçbir dinsel ön-yargıdan etkilenmemiş insanlara kafanızdaki dinsel görüşü kabul
ettirebilir misiniz? Hayır! Öyleyse bu tür görüşler objektif değildir. Objektif
görüşlerden oluşan bilgiler (Fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, matematik, vs.)
her toplum insanınca kabul görmektedir.
b)- İnsan Olmanın Sorumluluğu
vardır ve önemle dikkate alınması gerekir. O da şudur: Doğada her şey sürekli
değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona
göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde
oluşturmuşlardır. İnsanlar beyin yapıları nedeniyle, her türlü senaryoyu
üretebilirler. ama hücrelerimizin bizleri donattığı bu hayal kurma – yorumlama
- bilgi-oluşturma yeteneğinin temel
amacı, toplumsal sorunlarımızın çözümüne yönelik olmalıdır. çünkü bedenlerin
sorunlarını hücreler kendileri çözerler. bizim kuracağımız senaryolar,
toplumsal-çevresel sorunlarımızı çözmeye yönelik olmak zorundadır. Bilgi ve
mantık insanların sorunlarına çözüm bulma yeteneği olarak tanımlanabilinir.
Kafanıza yerleştirdiğiniz bilgiler ve mantığınız sağlamsa, doğadaki oluşum ve gelişimleri
“doğru” değerlendirirsiniz ve uygun çözümler bulup, sorunlarınızı
çözersiniz. Ama kafanıza yerleştirilmiş bilgiler yanlışsa, mantığınız o
yanlış bilgilerden etkileneceğinden, hep yanlış kararlar alırsınız ve
sorunlarınızı çözemezsiniz.
İnsanlar Neden
Anlaşamıyorlar?
Geleneksel görüşe
göre, her kafadan bir ses çıkarsa, orada düzen oluşturulamaz. Bu nedenle
insanlar toplumsal sistemde belli kişilerin (liderlerin) görüşlerine uyarak
davranışlarını belirlerler.
► İnsanların genelde
“her kafadan bir ses çıkarsa, orda düzen oluşturulamaz” şeklinde bir anlayışa
sahip olmasının kökeninde, doğadaki oluşum ve gelişimlerin, varlıkların kendi
iç dinamikleriyle değil de, harici bir yapıcı-yönlendirici gücün etkisiyle
gerçekleştiği şeklinde bir düşünce sistemi yatar.
Peki doğadaki oluşum
ve gelişimler varlıkların içsel dinamikleriyle mi gerçekleşiyor, yoksa harici
bir yapıcı-yönlendirici güç sistemi mi söz konusudur?
Dünyamıza gelmiş en
büyük bilim adamı olduğu kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir
(Newton, Opticks 1704):
“God had created, in the
beginning, the material particles, the forces between them, and the fundamental
laws of motion. In this way, the whole universe was set in motion and it has
continued to run ever since, like a machine, governed by immutable laws. =
Allah başlangıçta tüm
madde parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen
kuvvetleri) ve hareketin temel yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren
hareket içine girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete
doğru gider.”
“Benim görüşüme göre, Allah başlangıçta katı,
yoğun, sert, geçirimsiz, hareketli parçacıkları, gerekli özellikleriyle
ve uzay sisteminde olması gereken oranlarda, yaratış amacına uygun olacak
boyutlarda ve şekillerde oluşturmuştur; katı olan bu temel parçacıklar,
onlardan oluşan tüm diğer gözenekli yapılardan çok daha serttir, hatta öylesine
serttirler ki, Allah’ın ilk başlangıçta yaptığı bu temel öğeler sonradan
oluşturulacak hiçbir şeyle kırılıp, parçalanamazlar.” (Wilczek 2008’den)
Newton’un evrensel
gravite yasası ve “the three laws of motion = hareketin üç yasası” gibi
doğa-bilimlerinin temel taşlarını oluşturan çok önemli buluşları onu o kadar
meşhur etmiştir ki, yukarıda zikredilen “yaratıcılık-can vericilik” hakkındaki
görüşleri de bilim dünyasını derinden etkilemiştir ve hala da etkilemektedir.
Günümüz
evrimcilerinin ‘Hiçbir maddenin bilinci yoktur… Onlar fizik
yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz’ şeklindeki görüşleri veyahut
günümüz fizikçilerinin atom-altı-öğeleri cansız birer bilye gibi düşünüp,
onları birbirleriyle çarpıştırarak bilgi edinmeye çalışmaları, Newton’cu doğal
sistem görüşünden kaynaklanırlar.
Şimdi fosil biliminin
gelişim tarihini örnek vererek, insanların, şimdiye dek, doğadaki varlıkların
oluşumlarını nasıl anlayıp-yorumladıklarını göstermek istiyorum.
Tarih öncesi insanlarının
hayat görüşleri tüm varlıkların bir yaratıcının maddeleri elleriyle
yontup-yoğurup şekillendirerek yaptığı şeklindedir. Bu yapıcı kuvvet felsefe
kitaplarında vis plastica (= yontucu kuvvet) olarak tanımlanmıştır.
Tarih öncesine ait bu
hayat görüşü tarih sonrası dönemde de etkisini korumuştur. Bu etkinin
korunmasında, ilk bilimsel yazılı belgeleri oluşturduğuna inanılan Aristo
mantığının da büyük katkısı olmuştur. Aristo’ya göre (M.Ö.384-322), generatio
spontanea = ani yaratma ve vis plastica = heykel yontarcasına oluşturma
şeklinde bir harici yaratıcı vardır. Bilim dünyasında iki bin yıllık bir
süreyle etkili olan Aristo mantığı, kilisenin de etkisiyle, fosil oluşumlarının
ilk yorumlanmalarında etkili olmuştur.
Şekil 1: Bir deniz
lalesi fosili görüntüsü.
Yerkabuğunu oluşturan
katmanlar içinde eski zaman denizlerinde yaşamış canlıların kabukları veya
iskeletleri ilk bulunduklarında, insanlar bunlara bir anlam verememişlerdir. Çevreleri
normal kayaçlarla çevrili bulunan ve bu gün fosil adını verdiğimiz bu
oluşumların “vis plastica = yontucu-şekil verici kuvvet” anlamında bir güç
sistemi tarafından şekillendirilip, kayaçlar içine konulduğu inancı 2 asır
öncelerine kadar sürmüştür. (Zittel 1899, Müller 1963). (Bunların ne olduğu ve
nasıl oluştuğu ise, jeoloji ve paleontoloji denilen yeni bilim dallarının
ortaya çıkmasıyla son iki asırdır anlaşılır olmuştur.)
adresinde belirtildiği
üzere Sümerler de ilk insanın oluşumunu, olağan üstü güçlü ve ebedi ömürlü
olarak tasarladıkları tanrıların çamurdan bir heykel yaparak, ona canlılık
vermeleri şeklinde açıklamışlardır.
Görüldüğü üzere
insanlar doğadaki yapıcı-oluşturucu-enerji sahibi varlıkları, varlıkların içsel
bileşenlerinde değil, dışlarındaki bir yerde ve de oluşturulan varlıktan daha
büyük bir yapıda olacak şekilde tasarlamışlardır. Doğadaki diğer varlıklar bu
harici varlığa bağlı oldukları için, onun ebedi olması da gerekmektedir, yoksa
doğanın yok olması gerekir. Bu nedenle zaman bu ebedi varlığın ömrüne endeksli
bir sonsuzluk olarak tasarlana gelmiştir. Doğa ve dünyanın sahibi olan o
varlığın verdiği sinyallere göre de doğadaki hareketlilik devam etmektedir.
Bu temel yaklaşım
günümüzde de hala devam etmektedir. Doğadaki tüm enerji türlerinin kökeninin
kuantsal olduğu ve madde denilen varlıkların da bu enerjinin çeşitli şekillerde
bağlanmaları ve birleşmelerinden olduğu (E=mc2) bir asırdır
bilinmesine rağmen, “Tanrı” denilen varlığın da kuantsal kökenli olması gereği
kimsenin aklına gelmemektedir.
Bu tür görüşe statik
sistemli doğa görüşü denir. Statik sistemli doğa görüşünün üç temel
yanlışlığı vardır:
►1- Bir iş veya eylem
yapan, planlayan veya düşünen hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”, bir
ekstra “varlık” olarak tasarlanmıştır. Yani kuvvet oluşturucu güç sistemi,
varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıkların dışında, hayali bir
sistemde tasarlanmıştır.
►2- Zaman kavramı bu
hayali varlığın ömrüne dayalı ve o varlığın verdiği tik-taklara göre işleyen
bir süreç olarak kabul edilmiştir.
►3- Doğa ve dünyanın
sahipliği bu ekstra varlığa aittir.
Şekil 2: Statik
sistemli hayat görüşünde doğa ve dünyamızın yapıcı ve yönlendiricisinin nasıl
tasarlandığını gösteren ve taa Sümerlerden kökenlenen bir tasarım.
Bu üç temel hatalı
yaklaşım günümüzde hala hem fizikçi-kimyager-biyolog gibi bilim mensupları arasında,
hem sosyal yaşamda tam manasıyla etkili ve yaygındır.
■- Bu kavramlardan
kuvvet oluşturucu faktörün varlıkların dışından değil, varlıkların içsel
bileşenlerinden kökenlenip-kaynaklandığı
adresli yazıda
bilimsel argümanlarıyla gösterilmiştir.
■- Zaman kavramının da,
harici bir tik-tak sinyali vericinin düdüğüne göre gerçekleşen bir süreç değil,
varlıkların bağımlı oldukları enerji-kaynağı türünü (ki bu herhangi bir madde
olabilir) algılamaya, madde bileşimleri oranlarının saptanmasına yönelik bir
algılama olgusu olduğu yine verilen link ve devam dosyalarında açıklanmıştır.
Dolayısıyla doğa ve dünyamızı anlamak için, önce kuvvet oluşturucu sistem
konusu, sonra zaman kavramının anlamı ve hayatla ilişkisi öğrenilmelidir.
Yukarıdaki
adreslerdeki yazılarda bilimsel argümanlarıyla gösterildiği üzere, doğadaki
yönlendirici güç sistemi kuantsal kökenlidir, yani yönlendirici güç varlıkların
dışında değil, içlerindeki bileşenlerindedir.
Zaman varlıkların
değişim-dönüşüm durumlarına göre oluşan bir ardalanma- birbirini takip etme,
yani fizikokimyasal etkileşim sistemlerini takip edebilme durumudur. Beyinler
koordine etmek zorunda oldukları organlar arası olayların birbirleriyle
ilişkilerini (hangisinin hangisine ne kadar süreyle bağlı, hangi olay budan ne
kadar sonra başlamalı, vs. gibi binlerce olay ardalanması) düzenlemek zorunda
olduklarından, zaman denilen bir faktörü kullanırlar ve olayların hangilerinin
eş-zamanlı, hangilerinin bir diğerine göre daha gecikmeli başlaması gibi
binlerce reaksiyonu düzenlerler.
Doğadaki tüm olaylarda
da, beyinlerin yaptığına benzer bir koordinasyon ve zamanlama vardır. Bu
nedenle, zaman, doğadaki madde-enerji değişim-dönüşümlerine göre gerçekleşen
olaylar dizinidir.
Hâlbuki geleneksel
düşünce sistemlerinde zaman, doğadaki tüm oluşum ve gelişimleri yönlendirdiği
varsayılan (ebedi) harici bir varlığın verdiği sinyallere göre gerçekleşen bir
süreçtir. Bu nedenle insanlar zaman belirleyici olarak belli aralıklarla
“tik-tak” yapan araçlar geliştirerek, zaman ölçmeye çalışırlar. Ama doğadaki
olaylar böyle hariçten gönderildiği varsayılan sinyallere göre oluşmazlar.
Şekil 3: Doğadaki
geri-beslenmeli oluşum-gelişim mekanizması.
Yandaki şekilde,
doğadaki geri-beslenmeli etkileşim şekli tanıtılmaya çalışılmaktadır.
►1-
Bir insanın çevresinde karşılaştığı bir olay, o insanın beynindeki sinir
hücrelerinin yapısal-dokusal durumlarının değişmesine yol açar.
►2-
Sinir hücrelerinin yapısallaşmalarında gerçekleşen değişimler, yeni protein
türleri oluşumuna götürür.
►3-
Yeni protein türleri oluşumu, hücre genetik kayıtlarındaki nükleotid
sıralanmalarında değişikliğe yol açar.
►4-
Nükleotidlerdeki değişiklik, onları oluşturan atomların dokusal durumlarında
değişikliklere neden olur.
►5-
Atomların dokusal durumlarındaki değişiklik atom-altı-öğelerin spin,
polarizasyon, amplitüd, frekans vs. gibi özelliklerinde değişikliğe neden olur.
►6-
Bu şekilde yaşanılan her olay, atom-altı öğelere kadar geri yansıtılarak, doğal
sistemle karşılıklı bir bilgi-alış-veriş sistemi oluşturulur.
►7-
Atom-altı-öğeler evrensel ölçekte ve anında birbirleriyle etkileşip, karşılıklı
bilgi alışverişleri yapabildiklerinden, bir insanın beyninde gerçekleşen bir
değişim-dönüşüm, doğal sistemle entegre olmuş olur.
Bu şekilde doğa ve
dünyamızın sahipleri olan atom-altı-öğeleri doğadaki işlemleri yapmakta-
yürütmekte ve evrensel ölçekte de karşılıklı haberleşerek en ekonomik sistem
oluşumlarını teşvik edici davranışlarını sürdürmektedirler.
Doğadaki her türlü
eylem ve işlem varlıkların içlerindeki küçük bileşenlerince ayarlanır ve
yapılır. Bu ayarlama işleminin kökeni kuantsal sisteme dayanır. Fizik
deneylerinin gösterdiği üzere, atom-altı-öğeler dünyasında her atom-altı-öğe,
çevresini algılar. Çevresinde kendisiyle ilişkiye girmek isteyen (kendisini
gözlemleyen) biri (bir şey) varsa, onun gösterdiği hedefe gider. Kendisini
gözlemleyen yoksa çevre koşullarını algılar ve olasılık hesaplamaları yaparak
en ekonomik konuma göçecek şekilde davranır!
Atom-altı-öğelerin bu
davranışları, onlardan türemiş olan tüm diğer üst sistemlerde de devam eder. Bu
nedenle kuantlar, atomlar ► moleküller ► hücreler ► bedenler (hayvanlar,
bitkiler) ►toplumlar gibi üst sistemler içine girdiklerinde, kendilerinin
gözlendiklerini sürekli olarak hissederler ve hep üst-sistemin oluşturduğu
hedefe (niyete) uyacak şekilde davranırlar.
Şekil 4: Kuantsal
öğelerin tünelleme etkisiyle, daha ekonomik yapısallaşmalara göç etmesi olayı.
Tüm varlıklar
enerjilerini kuantsal sistemden alırlar. Kuantsal sistem ise, bir evrensel
enerji bankası işlevini görür ve hep en ekonomik yapılaşmalara yatırım
yapar, ki buna dinamik sistemler ve kuantum fiziğinde “tünelleme etkisi” denir.
Yani atom-altı-öğeler çevrelerindeki en ekonomik yapısallaşmaları algılarlar ve
ne pahasına olursa olsun, oralara göç ederler. Bu şekilde elektron, pozitron
gibi enerji taşıyıcısı atom-altı-öğeler, kötü olan yapılaşmaları terk
ederler ve daha ekonomik olan yapılaşmalara göçerler. Bunun sonucu kötü olan
zamanla yok olmaya, iyi olan gelişmeye uğrar!
Şekil 5: Kuantsal
sistemin enerji-bankası görevi yaparak, en ekonomik yapısallaşmaları tercih
edip, evrim denilen süreci devam ettirmesi.
Dolayısıyla doğal
sistemde hem her varlığın çevresini algılayıp, bilgi toplaması, hem de
ortaklıklar oluşturarak daha ekonomik yapısallaşmalara doğru gitmesi söz
konusudur. Daha ekonomik yapısallaşmalar ise ancak ve ancak öğelerin (birey,
vs.) birleşmesiyle gerçekleşmektedir.
Bunu şu şekilde
açıklayabiliriz:
• Tek başına yaşayan bir
insan sürekli bir koşuşturma içindedir. Hem sebze, tahıl üretecek, hem
tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem pişirecek bir
fırın, tabak, kaşık vs yapacak! Böyle bir koşuşturma içindeki insanın
dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz.
• Toplumsal bir sistem
içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer
insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede çok daha az
koşuşturur ve daha çok dinlenme zamanı olur.
Aynı tür bir rahatlama
doğadaki tüm diğer varlıklarda da söz konusudur.
• Bir protonun kütlesi
1.007 atomik kütle birimi (akb), bir nötronun kütlesi ise, 1.008 akb kadardır.
Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise tam 12 akb’dir.
Halbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.09 akb’dir.
Peki, proton ve nötron
ayrı olduklarında niye daha ağırlar ve birleşip bir element oluşturduklarında
niye daha hafif bir kütleye ulaşılıyor?
• İşte bu soru, ortaklık
sistemleri oluşturmanın sırrını oluşturur. Proton ve nötronlar yalnız başlarına
olduklarında, çok hareketli olmak zorundadırlar. Bu fazla hareketlilik onların
çok daha fazla enerji kullanmalarına yol açar. Kullanılan
bu ekstra enerji E=mc2 formülüne
göre kütle etkisi yapar ve bu nedenle daha “ağır” olurlar.
Bu nedenle, doğadaki
tüm varlıklar, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için birleşme- birlikte
yaşama- sistemleri oluşturma çabaları içindedirler.
Şekil 6: Dinamik
sistemlerde bireysel öğelerin karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla
üst-sistem anayasası olan düzen-ölçütlerini (order-parameter)
oluşturmaları (Haken 2000)
“Information &
self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğinin en temel ilkesi
“order parameter = düzen-ölçütü” denilen üst-sistemde (ortaklıkta) geçerli
olacak “anayasa”nın oluşturulma yöntemidir.
Birlikte-ortaklık-yapılacak
yaşamada uygulanacak ilk kural şudur.
►☺- Ortaklığın
kurallarını ortaklar koyarlar. Ortaklıklar, iş-bölümlenmelerine dayalı olarak
yapılırlar.
Ortakların kurallara
(anayasaya) uymalarını sağlamak için de önlemler alınmıştır:
Bunların en önemli 3
tanesi:
1- Simetri Kırılması (Symmetry breaking)
2- Sabitleştirme (Solidification)
3- Köleleştirme (Slaving principle)
Simetri kırılması
(symmetry breaking): Ortaklık içine girmek isteyen bileşenler,
alt-düzeydeki özelliklerini bırakıp, üst-düzeydeki ortaklığın kurallarına
uyacak şekilde değişime uğrarlar. Örn. suyu (H2O) oluşturan
öğelerden hidrojen yanıcı, oksijen yakıcıdır; birleştiklerinde oluşturdukları
su ise söndürücüdür. Su oluşturmak için her iki atomda da simetri kırılması
olmuş ve bireysel davranışlar sona ermiştir.
Benzer şekilde,
ortaklık kurallarına uyulması için öğelerin dokusal özelliklerinde
değişiklikler yapılarak, yapısal-dokusal durumları sabitleştirilir ve bu
şekilde ortaklığa bağımlı kalacak (köleleşme) işlemleri yapılmış olunur.
Bu üç faktör
“SimKırKölSab” kısaltmasıyla tanınır.
Atalarımız
bu SimKırKölSab üçlüsünü şu özdeyişleriyle dile getirmişlerdir:
►i-
Ne ekersen onu biçersin;
►ii-
Ağaç yaşken eğilir. (Sonra düzeltilemez)
Doğada her varlık
sürekli olarak aktif durumdadır, pasif hiçbir varlık yoktur. Örn. Bedenimizde
yaklaşık 6 trilyon hücre bulunmakta ve her hücrede saniyede 100.000 farklı
işlem gerçekleşmektedir. Her bir işlemin yapılmasında C, O, H, N gibi temel
kimyasal elementler rol almakta ve elektron-proton-nötronlar arası
alış-verişler olmaktadır. Her elektron bir işleme girmeden önce, çevresindeki
milyarlarca başka elektron, proton ve nötronun enerji durumlarını dikkate alıp,
bir olasılık hesabı yaparak en ekonomik işleme karar vermektedir.
Ve bizlerin bir
düşünce veya eylemde bulunmamız sırasında, tüm bu zilyonlarca olay
gerçekleşmekte ve doğada biz bir şey yapmış olmaktayız. Biz bir şey yaparken, o
işi asıl geçekleştirenler içlerimizdeki hücreler ve hücrelerin içlerindeki
atomlar-moleküllerdir.
Dolayısıyla,
toplumlarda da bireylerin aktif olmaları ve sorunlarını çözmeye çalışmaları
normaldir, hatta olması şart ve gereklidir. Ancak burada dikkat edilmesi
gereken çok önemli bir nokta vardır.
Bireyler sorunlarını
çözmek için eylemlere girişirken, doğadaki sorun çözme sistemi hakkında temel
bir bilgiye sahip olmalılardır. Ama maalesef bu bilgiye sahip değillerdir,
çünkü bu bilgi onlara hiç verilmemektedir.
Gençlerimize hiç
verilmeyen bu temel bilgi nedir?
Yukarıdaki
paragraflarda özetlendiği vehttp://tanriyianlamak.blogspot.com/ adresinde ayrıntılı
olarak açıklandığı üzere, doğa dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemlerde her
şey “information & self-organisation” ilkelerine göre gerçekleşmektedir.
Dinamik sistemlerde oluşum ve gelişimler (yani atom ► molekül ► hücre ► beden ►
toplum, vs. gibi üst-sistem yapısallaşma oluşumları) hep alttaki öğelerin
karşılıklı anlaşıp-uzlaşmaları sonucu oluşturulan “order-parameter =
düzen-ölçütü” denilen “anayasa” ve o anayasaya uyulmasını sağlayan SimKırKölSab
üçlüsüne bağlıdır.
Örn.: Bedenlerimizin
hücreler tarafından oluşturulduğu bilinmektedir. Hücrelerin bedenleri
oluştururken, yukarıda özetlenen dinamik sistemler fiziği kurallarını
uyguladıkları son çeyrek asırda yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. (Haken
1983, 1999, 2000, 2002; Ho & Popp 1991; Camazine ve diğ. 2001; Popp
2002; Hemelrijk 2005)
Hücrelerin bir beden
oluştururken birbirleriyle konuşup-anlaştıklarının güzel delillerinden biri,
kullandıkları sinyallerin (biyofotonların) gelişi güzel değil, “coherent wave”
denilen çok uyumlu sinyallerden oluşması gerçeğidir. (Popp 2002, Ho & Popp
1991)
Şekil 7: Bireylerin
ortak bir üst-sistem içinde birleşebilmelerin ön koşulu, yaydıkları sinyallerin
birbirleriyle uyumlu olması zorunluluğudur.
Günümüz insanlığının
neden anlaşıp-uzlaşmakta zorluklarla karşılaştığını anlamamıza yarayacak olan
bu konuyu şöyle açıklayalım:
Ortaklaşa
bir şey yapabilmenin olmazsa-olmaz koşulu, yapılan işlemlerin birbirleriyle
uyumlu olması, bir bireyin yaptığı işlemin diğer bireyin yaptığı bir işlemin
etkisini yok etmemesidir.
Şekilde “coherent wave
= uyumlu dalga” ve uyumsuz dalga sistemlerinin olduğu ortamlardaki güç (kuvvet)
yığışımı durumları gösterilmektedir. Bir sistemde bireylerin yaydıkları
sinyaller birbirleriyle uyumlu iseler -aynı dalga boyu (aynı frekans), aynı
polarizasyon- etkileri üst üste çakışır ve çok güçlü bir sinyal ortaya çıkar,
aynen laser ışınlarında olduğu gibi. Tersi durumda, sinyaller birbirleriyle
uyumsuz iseler, birbirlerinin güçlerini azaltırlar ve ortada güç denilen bir
şey oluşmaz veya çok etkisiz olur.
Hücrelerin beden
denilen ortaklık sisteminin oluşturulmasında “coherent = uyumlu” sinyalleşme
sistemi kullanmalarının nedeni budur.
Günümüz dünyasındaki
insanların durumuna bakacak olursak, devlet denilen sistemin hep tepedekilerce
oluşturulduğunu, sahiplenildiğini ve yönetildiğini görürüz.
Toplumların tepeye
bağımlı olacak şekilde yapılanmış olması Tepeye Bağımlı Örgütlenme sistemini
ortaya çıkarır.
TEPEYE
BAĞIMLI ÖRGÜTLENMELERDE (TBÖ):
►- TBÖDE BIREYLER SADECE TEPEYE KARŞI
SORUMLU VE BAĞIMLILIK IÇINDE YETIŞTIRILDIĞINDEN, INSANLARIN BIRBIRLERINE KARŞI
BAĞIMLILIK DUYGULARI GELIŞMEMIŞ, BIRBIRLERIYLE ANLAŞIP-UZLAŞMA YETENEKLERI
KÖRLEŞMIŞTIR. BU ISE, INSANLARIN BIRBIRLERIYLE ANLAŞIP-UZLAŞMALARI IÇIN GEREKLI
OLAN EN TEMEL YETENEĞIN YOK EDILMESI ANLAMINA GELIR.
►- TBÖDE SAYGIN VE SAYGIN OLMAYAN
MESLEKLER GIBI AYRIMCILIK ORTAYA ÇIKAR, ÇÜNKÜ KIMI MESLEKLER EMIR VERICI,
KIMISI EMIR ALICIDIR. BU NEDENLE, KIŞILERIN MESLEKLERE YÖNLENMELERI,
YETENEKLERINE GÖRE DEĞIL, TOPLUMDAKI SAYGINLIK DEĞERINE GÖRE OLDUĞUNDAN,
A)İNSANLAR
HEP SAYGIN VARSAYILAN MESLEKLERE YÖNELIRLER; O MESLEĞE YETENEĞI OLMAYAN
INSANLAR BU MESLEKLERDE GEREKLI BAŞARIYI GÖSTEREMEZLER VE TOPLUMSAL KALKINMA
ENGELLENIR.
B)İNSANLARIN
DOĞAL YETENEKLERIYLE MESLEKLERI BIRBIRINE UYUMSUZ OLDUĞUNDA, INSANLAR
KENDILERINI MUTSUZ HISSEDERLER; MUTSUZ INSANLARIN ÇEVRELERINE YARARDAN ÇOK
ZARARI OLUR, VS.
►- TBÖDE SORUMLULUK TAMAMEN LIDERLERIN
SIRTINDA OLDUĞUNDAN, HALK DÜŞÜNME TEMBELLIĞINE MAHKÛM EDILMIŞTIR. SORUNLARININ
ÇÖZÜMÜNÜ BIR KURTARICIDAN BEKLEYEN HALK, FIKIR ÜRETME VE SORUNLARINI ÇÖZME
ÇABALARINA GIRIŞMEZ. DOLAYISIYLA HALKIN BILGI ÜRETME KAPASITESI OTOMATIK OLARAK
SINIRLANDIRILMIŞ OLUNUR. BILGI ISE, VERIMLI ÜRETIMIN, KALKINMANIN TEMEL
DIREĞIDIR.
►- TBÖDE, TEPEDEKILER HEM YÖNETICI HEM
DE TOPLUM MALLARININ SAHIBIDIR. TEPEDEKILER TOPLUM MALLARINA SAHIP ÇIKINCA,
HALK TOPLUM MALLARINA SAHIP ÇIKMAZ VE “DEVLETIN MALI DENIZ, YEMEYEN
DOMUZ” SISTEMI ORTAYA ÇIKAR. TOPLUM MALLARI HOR KULLANILMAYA BAŞLANIR VE 10 YIL
DAYANMASI GEREKEN BIR ARAÇ BIR YILDA BOZULUR VE TOPLUMSAL KALKINMA ENGELLENIR.
►- TBÖDE TEPEDEKILER KENDILERINI
DEVLETIN SAHIBI OLARAK GÖRÜRLER VE KENDI GÖRÜŞLERINE UYMAYANLARI CEZALANDIRMA
YETKISINE SAHIP OLDUKLARINI SANIRLAR. BU NEDENLE GIZLI-SINSI EYLEMLERE
GIRIŞIRLER. BUNUN SONUCU, “DERIN-DEVLET” MEKANIZMALARI OLUŞTURULUR,
INSANLAR ŞANTAJ, TEHDIT, SUIKAST, GIBI YÖNTEMLERLE SUSTURULMAYA ÇALIŞILIR.
►- DEVLETIN SAHIPLIĞI TEPEDEKI BIR
KIŞIYE BIRAKILDIĞINDA, TEPEDEKI “DEVLETIN GELECEĞI IÇIN” KANUNI SULTAN
SÜLEYMAN’IN YAPTIĞI GIBI, ÖZ OĞLUNU ÖLDÜRTMEK ZORUNDA KALABILIR. DEMOKRASILERDE
UĞUR MUMCU, ABDI İPEKÇI, VS. GIBI BIR SÜRÜ AYDIN KIŞI, TEPEDEKILER GIBI
DÜŞÜNMEDIKLERINDEN, “DEVLET ÇIKARLARINI KORUMA” ADINA ÖLDÜRÜLÜRLER.
►- TBÖDE YÜKSELME, BILGIDEN ZIYADE,
“TEPEDEKILERE” YAKINLIKLA SAĞLANDIĞINDAN, INSANLAR BIR ŞEY ÖĞRENEREK BU BILGIYE
DAYALI BIR ÜRETIM VE KARŞILIKLI HIZMET ALIŞVERIŞI IÇINE GIRMEK YERINE,
TEPEDEKILERLE YAKIN ILIŞKI KURMAYA (YAĞCILIĞA) YÖNELIRLER. BU ISE ÜRETIMIN
DÜŞMESINE VE TOPLUMUN GERI KALMASINA YOL AÇAR.
►- TBÖDE TOPLUMSAL SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ,
KARŞILIKLI ETKILEŞIMLERLE DEĞIL, TEPEDEKILERIN YÖNLENDIRMESINE BAĞLI
OLDUĞUNDAN, INSANLAR ARASINDA “SANA NE; BANA NE, BABANIN MALI MI?” GIBI
DAVRANIŞLAR YAYGINDIR. BU ISE VATANDAŞIN KENDISINI TOPLUMUN SAHIBI OLARAK
GÖRMEDIĞININ DELILIDIR.
►- HER INSANIN IÇINDE, BIR SISTEME AIT
OLMA, BIR GRUP IÇINDE BIR ARAYA GELME DÜRTÜSÜ VARDIR. TOPLUM BÜROKRATIK BIR
ZÜMRE TARAFINDAN SAHIPLENILINCE, KENDILERINI DIŞLANMIŞ HISSEDEN HALK, ÇEŞITLI
ŞEKILLERDE BIRLIKLER OLUŞTURARAK, AIDIYET DUYGUSUNU TATMIN EDECEĞI GRUPLAŞMALAR
OLUŞTURUR. BU DURUM, MEVCUT TOPLUMSAL SISTEMLERIN EN ZAYIF NOKTASIDIR VE
TOPLUMU IÇTEN IÇE KEMIREN, PARÇALAYICI BIR HASTALIK OLUŞTURUR. HER TÜR ANARŞI,
MAFYA, ÇETE, ETNIK VEYA DINSEL GRUPLAŞMANIN KÖKENINDE BU AIDIYET DÜRTÜSÜ YATAR.
►- TBÖ’DE FARKLI GÖRÜŞ SAHIPLERI
YÖNETIMI (DEVLETI) ELE GEÇIRME YARIŞI IÇINDEDIRLER. BU NEDENLE, BÜROKRASI
ÇARKININ IÇINE KENDI GÖRÜŞLERINE UYGUN ADAMLAR YERLEŞTIRIRLER. BÜROKRASI ÇARKI
BU ŞEKILDE FARKLI GÖRÜŞLERCE PARSELLENMIŞ OLUR. HER BIRI KENDI GÖRÜŞÜNDEKILERIN
ÇIKARINI SAVUNACAK, DIĞERLERINI BALTALAYACAK TUTUM IÇINDE OLDUKLARINDAN,
HAK-HUKUK SISTEMI YARALANIR: HERKES KENDINI VATANSEVER GÖRÜP, KARŞITLARINI YOK
EDECEK TUTUM-VE DAVRANIŞLARA GIRDIĞINDEN, BIR SÜRÜ ÇETELEŞME ORTAYA ÇIKAR.
SUSURLUK, ERGENEKON- BALYOZ-DAVALARI, FAILI-MEÇHUL CINAYETLER, SONUÇ ALINAMAYAN
DAVALAR, YOLSUZLUKLAR, ÇETELEŞMELER, VS. KAÇINILMAZ OLURLAR.
►- TBÖ’DE, TOPLUM MALLARI TEPEDEKILERCE
SAHIPLENILIR. HALK KENDINI TOPLUMSAL SISTEMIN BIR ORTAĞI OLARAK GÖRMEDIĞINDEN,
YAPTIĞI IŞLERDE SADECE KENDI ÇIKARINI GÖZETECEK DAVRANIŞLARA YÖNELIR; DEVLETI
YÖNETENLER ISE HERKESIN BAŞINA BIR BEKÇI DIKMEK ZORUNDADIRLAR, BU ISE
OLANAKSIZDIR; VS..
TEPEYE
YERLEŞTIRILEN LIDER ISTER EN IYISI, ISTER EN KÖTÜSÜ OLSUN, YUKARIDA SIRALANAN
TOPLUMSAL SORUNLARIN OLUŞMASI KAÇINILMAZDIR. BU NEDENLE LIDERLIK SISTEMINE
DAYALI TOPLUMSAL HAYAT SAVUNUCULARININ MANTIKSAL DEĞERLENDIRME SISTEMINDE BIR
BOZUKLUK OLMASI GEREKMEKTEDIR.
TEMEL HAYAT GÖRÜŞLERINDE TABANA DAYALI OLMA, HER ŞEYIN SAHIPLIĞINI VE SORUMLULUĞUNU TABANDAKILERE YAYMA GIBI BIR ALIŞKANLIĞIN VEYA INANCIN OLMADIĞI SISTEMLERIN, TOPLUMSAL SORUNLARI ÇÖZECEK BIR FORMÜL BULMALARI OLASILIĞI DA ELBETTE YOKTUR. BU NEDENLE NE SAĞCI, NE DE SOLCU PARTILERIN TOPLUMSAL SORUNLARIMIZI ORTADAN KALDIRACAK VE DOĞAL SISTEME TAMAMEN UYUMLU BIR TOPLUM YAPISI VE ÖRGÜTLENMESI OLUŞTURMALARI ASLA MÜMKÜN DEĞILDIR.
TEMEL HAYAT GÖRÜŞLERINDE TABANA DAYALI OLMA, HER ŞEYIN SAHIPLIĞINI VE SORUMLULUĞUNU TABANDAKILERE YAYMA GIBI BIR ALIŞKANLIĞIN VEYA INANCIN OLMADIĞI SISTEMLERIN, TOPLUMSAL SORUNLARI ÇÖZECEK BIR FORMÜL BULMALARI OLASILIĞI DA ELBETTE YOKTUR. BU NEDENLE NE SAĞCI, NE DE SOLCU PARTILERIN TOPLUMSAL SORUNLARIMIZI ORTADAN KALDIRACAK VE DOĞAL SISTEME TAMAMEN UYUMLU BIR TOPLUM YAPISI VE ÖRGÜTLENMESI OLUŞTURMALARI ASLA MÜMKÜN DEĞILDIR.
Demokrasi kavramının
şekilde özetlenen şekilde algılana gelmesinin nedeni doğadaki
yapıcı-yönlendirici kuvvet sistemi kavramının yukarıda açıklanan (ve Şekil 2de
gösterilen) şekilde belletilmiş olmasından kaynaklanır.
Şekil: Günümüzde
‘demokrasinin’ nasıl yorumlandığı ve gerçekte nasıl olması gerektiğini
açıklayan bir tasarım.
Şekilde özetlendiği
üzere, halk devletin (aslında toplum demek gerekir) sahipliğinin, dolayısıyla
kurallarının oluşturulması erkinin kendisine ait olması gerektiği şeklinde bir
eğitim almamıştır. Ne siyasi parti yöneticileri ne de sıradan vatandaşlar böyle
bir eğitime ve böyle bir bilgiye sahip olmadıklarından, taa Sümerler zamanından
kalma statik bir doğal sistem anlayışı içinde insanlar birbirleriyle
çekişme-çatışma içinde yaşamaktadırlar.
Devlet işlerini
yürütmek üzere seçilenler, halkın pasif davranışlı olmasını, verilen emir ve
yönlendirmelere uygun davranmalarını beklerler. Ama yukarıda açıklandığı üzere,
doğada otoriter bir sistem geçerli olmadığından, TBÖ başlığı altında sıralanan
sorunlar kaçınılmaz olurlar ve bireyler ister istemez ayaklanırlar. Gezi-parkı
gibi olaylar patlak verir.
Ne yöneticiler, ne de
başkaldırıda bulunan halk doğal sistem işleyişini bilmediklerinden, karşılıklı
olarak birbirlerini suçlamaya, birbirleriyle çatışmaya başlarlar.
Gezi parkı
direnişçileri işin özünde haklıdırlar, ama bu haklılıklarını yukarıda açıklanan
doğal sistem ilkelerine göre savunmayıp, karşılıklı güç-gösterilerine
dönüştürerek yaptıklarından, haklılıklarına gölge düşürmekte ve karşı tarafa
saldırma şansı vermektedirler. Bu durum iki seçenekli bir sonuca götürür:
►1-
Ya, bozuk sistem gereği, güç-ve kuvvet tepedekilerde olduğundan mücadeleyi
genellikle tepedekiler kazanır ve sistem aynı şekilde devam eder.
►1-
Ya da, eylemciler yeterli destek bulurlarsa tepedekileri pes etmeyi başarırlar;
bu defa tepeye yeni bir lider gelir. Ama yeni gelen lider de DOM-sisteminden
habersiz olduğundan, (TBÖ) tepeye-bağımlı-örgütlenme-hastalıkları devam
eder; ve bu kısır döngü de hep böyle sürer gider.
İşte durum böyledir
ve de çözüm yukarıda kısaca özetlendiği vehttp://tanriyianlamak.blogspot.com/ adresinde açıklandığı
gibidir. !!!!
Bir dip-not: Yaklaşık 15 yıl
önceleri yazdığım bir yazıyı ilgisi nedeniyle aşağıda tekrar veriyorum.
Toplumsal hayatın
düzenlenmesi - örgütlenmesi amacıyla bireylerin bilgi sahibi yapılmasına
eğitim denir ve devleti yönetenlerin inisiyatifindedir.
Bir ülkede insanların
iyi veya kötü olması, sistem gereği, devleti yönetenlerin ne ektiklerine
bağlıdır. Çünkü, “Ağaç yaşken eğilmektedir ve ne ekilirse o biçilmektedir”
Neyin ekileceğine ise devleti yönetenler karar verdiğine göre, bir insanın
toplumsal sisteme zarar vermesinin suçu yöneticilere aittir; çünkü yöneticiler
bireyi toplumsal sisteme sahip çıkacak şekilde eğitememişlerdir.
1.şikayet
konusu: Toplumsal Sorunlar:
“Benim bu şekilde
düşünce ve davranış içinde olmam tamamen devlet denilen üst-sistemin,
gelenek-görenekler ve yasalar-yönetmeliklerle beni etkilemesinin bir sonucudur.
Benim yaşadığım ortamda gelenek-görenekler iyi olsaydı, yasalar-yönetmelikler
doğadaki sisteme uygun olsaydı, ben o zaman bu durumda olmayacaktım, çünkü ben
bir karıncadan daha aptal değilim. Tüm karıncalar kolonilerinde bir iş
sahibiler ve her biri bir görev yaparak topluluklarında işlerin yolunda gitmesi
için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Kurallarını veya yasalarını sizlerin
belirlediği toplumumuzda ben bu toplumsal sisteme uyumlu davranmıyorsam, bunun
suçu, sizin belirlediğiniz toplumsal sistem kurallarının, doğadaki sisteme
uygun olmayan yönleri olmasındandır. Yoksa ben de bir karınca gibi doğal sistem
kurallarına uygun olan bir sisteme uyum sağlardım ve hem kendim daha mutlu
olurdum, hem yaşadığım toplum daha iyi olurdu.
2.şikayet
konusu: Bedensel sorunlar:
Sürekli
değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistem içinde yaşıyoruz. Dinamik
sistemli bu doğada her şey “information & self-organisation = çevrendeki
değişim dönüşümler hakkında bilgi edin ve o bilgilere göre örgütlen” olarak
özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre gerçekleşmektedir. Bilgi ise
hep varlıkların iç bileşenlerinde (yani bedenlerimize ait tüm bilgiler bedeni
oluşturan hücrelerimizde) kayıt altına alınıp-işlenmektedir. Bu konuyu daha
basit olarak ifade etmemiz gerekirse, şöyle de söyleyebiliriz: Bir insan veya
balık bedeninin, çevredeki değişen doğa koşullarını uyumlu olması, beden
içindeki hücrelere duyu organlarından aktarılan verilere göre gerçekleşir; yani
hücreler, gelen verilere göre yapısal-dokusal durumlarını değiştirerek,
çevrelerine uyumlu olmaya çalışırlar. Bu nedenle organizmalar, çevrelerindeki
renklere uyacak şekilde, renklerini ayarlayabilirler, vs. Yani özet olarak şu
denilebilir: Bir bedenin yaşanılan ortam koşullarına uygun olması, onun
içindeki hücrelerinin denetim ve kontrolü altındadır. Hücrelerimizin işlerinin
ne kadar zor olduğunu anlayabilmeniz için kendinize şu soruyu sorun: Beynimizde
yaklaşık 100 milyar sinir hücresi var ve her bir sinir hücresi yaklaşık 40-50
bin farklı faktörü dikkate alıp-değerlendiriyor ve bir sonuca varıyor. Acaba bu
50 bin faktör nelerdir? Hücrelerimiz nelerle uğraşmak zorundalar?
Bizler hücrelerimiz
vasıtasıyla tabandaki sistemle bağlantımızı sağlıyoruz. Tabandaki sistem ise,
milyonlarca bitki + hayvan ve binlerce molekül ve atom etkileşimlerinden
oluşuyor. Bu nedenle beyindeki hücreler trilyonlarca faktörü değerlendirerek
bedenimizi ayakta tutacak kararlar almaya çalışıyorlar. Her şeyin en temelinde
ise, doğadaki tüm yapıcı veya yıkıcı enerji sistemlerinin kaynağı olan ve en
ekonomik yapısallaşmaları seçme hakkına sahip kuantsal sistem yer alıyor.
Hâlbuki tüm geleneksel
hayat görüşlerinde, canlılığımızı “ruh” adını verdiğimiz ve doğru-dürüst bir
tanımını bile yapamadığımız hayali bir kavrama bağlamışızdır ve bu bilgiyi duyu
organlarımızla, hücrelerimize aşılamışızdır. Ruh, beden dışı bir güç sistemine
bağlı bir canlılık olarak bilinir. Bu durumda bedenimiz içindeki hücreler şöyle
bir değerlendirme yapmak zorunda kalırlar: “Değişim-dönüşüm içindeki bir doğada
yaşadığımıza göre, çevrede, bizim oluşturduğumuz bedenin içine girip-çıkabilen
bir başka faktör ortaya çıkmış!” İşte ruhsal sorunlarımız böyle başlar:
Hücreler, kendi kontrolleri dışında hastalanabilecekleri, başarısızlığa
uğrayabilecekleri gibi bir sürü korku içine girmiş, yönlendirilmiş olurlar.
Dolayısıyla, bedenimle hücrelerim arasındaki doğal ilişki sisteminin
bozulmasının tek suçlusu, doğal sistem mekanizmasını hatalı olarak insanlığa
empoze eden bilim insanları, devlet mensupları ve yöneticileridirler.
İnsanları etkileyecek
ve yönlendirecek bilgileri oluşturmak ve düzenlemek, sistem gereği devletin
görevin olduğuna göre, benim hırsız olmamın, başarısız olmamın, kanser olmamın,
ruh hastası olmamın, vs. tüm suçu toplumsal sistemin kurallarını oluşturan ve
belirleyen üst-sistemlerde, yani devlet yapısallaşmasında!!! Padişahlık veya
krallık “Allah vekilliği” sistemleridirler, yani varlıkların dışında-üstünde
olduğu varsayılan bir güç sisteminin temsilcisi olarak halkı yönetmeye
kalkarlar. Demokrasiye geçişte, kralların yerini parti liderleri almışlardır.
Temel hayat görüşünde bir değişiklik olmamış, doğadaki yönlendirici güç hala
varlıkların dışında kabul edilmiştir. Bu nedenle dinsel ve diğer geleneksel
faktörler yönetimde hala etkindirler. Halkın (insanların) kendi kendilerini
yönetmeleri anlamına gelen demokrasi sadece lafta vardır.
DEVAMI
DEVAMI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder