mantığınız sağlam


Mantığınız sağlam mı?


İnsanın, özellikle kendini yanlış tanıması, yani hücrelerden oluşmuş bir koloni olarak değil de, homojen bir yapı, ve bu yapıya canlılık veren görünmez bir "ruh" şeklinde yorumlaması, ve buna bağlı olarak da, beyin denilen organının nasıl programlanabildiğini, bu programlarda değişiklikler yapılabildiğini, beyinde milyonlarca farklı program devreleri oluşturulabildiğini, bunlara uygun olarak da, düşünce ve davranışların değiştiğini anlayamaması, insanların en büyük açmazını oluşturmuştur. Bu yanıltıcı bilgiler, insanlarda mantıksal değerlendirme hatalarına, yani mantık çarpıklıklarına yol açmıştır.
Bir insanın veya bir toplumun mantığının çarpıtılmış olduğu şu şekilde anlaşılır: Bir kişiye (veya topluma), bir öneri (veye öneri paketi) sunulduğunda, o kişi, bu öneriyi bigi ve mantığa dayalı gerekçeler göstererek reddedemiyor, yani sunulan önerinin yanlışlığını ıspat edemiyorsa; buna rağmen bu öneriyi doğru olarak da kabul edip benimseyemiyorsa, o kişinin mantığı çarpıtılmıştır. Yani o kışinin beyninde, birbirleriyle çelişen fikirler vardır ve doğru bir mantıksal irdeleme yapıp bir sonuca varmaktan acizdir! Kişi kararı kendisi vermek zorundadır; bu kararı kendisi veremiyor, başkalarının ne dediği ve düşündüğünü sorarak, kendini başkalarının düşündüklerine göre yönlendiriyorsa, mantığı yine sağlam temellere oturmuş değildir. Kişiler mutlaka ve mutlaka, kendileri karar verecek kadar temel bilgilerle kendi beyinlerini donatmak zorundadırlar!
Bu gün bile hala çoğunluğumuz, bizi etkileyen kuvvet türlerinin farkında olmadığımızdan, kafamızdaki bilgilerin nasıl oluşup, bizi nasıl etkilediğini bilmediğimizden, geleneksel davranış içine girip, hep kendimizi haklı görür, inatçı ve katı bir tutuma bürünürüz. Bu katı görüşlülüğümüzü, önce çocuklarımıza dayatır, onları illa kendi düşündüğümüz gibi davranmaya zorlarız; sonuçta, çocuklarımızın kendi kişiliklerini bulmaları ve yeteneklerini rahatça geliştirmeleri engellenir. Daha sonra, bu katı görüşlülüğümüzü, çevremizdeki insanlara dayatır, çeşitli anlaşmazlıklara yol açarız; bunun sonucu, insanlar arası anlaşma - uzlaşma olgusu zayıflar, ve gerçek bir toplum oluşturulması engellenmiş olur!
Özetle: İnsanlar beyinlerine yüklenen bilgilerle programlanırlar, ve bu programlara uygun davranış içine girerler. Onlara verilen bu ilk bilgiler (yani programlar) içinde, 'bunların kesinlikle doğru olduğu, bunlara ters davranmanın, hatta bunlardan süphelenmenin bile, çok büyük "günah" olduğu' gibi çok katı bir program da varsa, ve şayet bu programdaki bilgiler doğal sistemdeki gerçeklere uygun değilse, bu tür insanların doğal sisteme uygun gerçekleri kabul etmesi artık olanaksızlaşır!
Şeriatcılar, seçim sistemini kabul edip, demokrasinin bir nimetinden yararlanarak, kutsal kitapların öngörmediği bir sistemle yönetime gelip, ondan sonra halkın görüş ve isteklerini bir kenara bırakmak zorunda kalarak (çünkü yönetim şekli, halkın istekleri doğrultusunda değil, kutsal kitaplar, hadis, vs. hükümlerine  göre olmak zorundadır) "şeriat hükümlerine göre" toplumu yönetmeye kalkıyorlar. Şeriat kurallarına göre, 'halkın kendisini yönetecek kişileri, belirli aralıklarla seçmesi ve onları beğenmediğinde, yine seçimle değiştirmesi' diye bir şey söz konusu olmadığından, demokratik bir yolla iktidara gelecek bir şeriatcı partinin, tekrar iktidardan nasıl uzaklaştırılacağı tam bir bilmeceye dönüşüyor. Şeriatcıların karşı karşıya kaldıkları daha bir çok açmaz bulunuyor: Örnekse: Şeriat kurallarının temelini Kutsal Kitap hükümleri oluşturur. Kuran ise arapçadır ve tercüme edilemez diye bilinir. Ayrıca, Kuran'daki arapça, bin küsur yıl öncesinin bir şivesi olup, bugünkü arap dünaysının bile anlayamadığı bir dildir. (Bu aynen bu gün Anadolu'da yaşayan Türklerin, bin küsur yıl önce atalarının konuştukları Uygurca, Turanca gibi dilleri anlayamaması gibidir). Diğer taraftan, 'Allah'la kul arasına kimse giremez' görüşü kabul edilir. Türkiye'de resmi dil Türkçedir, ama, insanlarımızın çoğunluğunun inandığı kitap Kuran'dır. Bu durumda, arapca bilmeyen vatandaş, 'Allah'la arasına, bir aracıyı (Kuran'ı okuyup yorumlayan birilerini)  sokmadan, kutsal kitap hükümlerini nasıl anlasın? Öte taraftan, her tefsirci, Kuran'ı başka türlü yorumluyor; bu ise, farklı tarikatların ve mezheplerin ortaya çıkmasına yol açıyor. İnsanlar böyle bölünmek durumunda olurlarsa, gerçek bir toplum oluşturma olanağı ortadan kalkmış oluyor, çünkü, toplumsal hayatta, karşılıklı işbirliği ve dayanışma sağlanabilmesi için,  ortak düşünce ve davranış vazgeçilmez bir önkoşuldur.
Şimdi de, Kuran'ın neden ve nasıl farklı yorumlamalara yol açacağını bir örnek üzerinde gösterelim:
Kuran'ın, Allah'la farklı uluslar arasındaki ilişkilere yönelik hükümleri arasında, şu ayetler yer alır:
6. Surenin 156. ve 157. ayetleri:
"* Bizden önce iki millete kitap indirildi, biz onu anlamaktan acizdik, bir şey anlamıyorduk" demeyesiniz,
*. Ya da, "Bize de kitap verilseydi, doğru yolu onlardan da iyi bulurduk" demeyesiniz diye, Rabbinizden size apaçık delil olarak Kuran indirildi.  ..."
14. Surenin 4. ayeti:
*- "Biz de, apaçık anlatmaları için her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ..."
16 Surenin 36. ayeti:
*- "Şüphesiz, her millete "Allah'a kulluk edin, sapıklardan kaçının" diyen peygamber göndermişizdir. Allah, kimini doğru yola eriştirdi, kimi ise sapıklığı seçti. ..."
17 Surenin 15. ayeti:
*- "Kim doğru yolu tutarsa kendi lehine, kim yoldan saparsa kendi aleyhine olur. Kimse kimsenin günahını asla çekmez. Biz bir  topluluğa resul göndermedikçe kimseye azap etmeyiz."
28. Surenin 47. ve 59. ayetleri:
"*- Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine uysak ve biz de müminlerden olsaydık, olmaz mıydı?" derler diye peygamber göndermişizdir.
*- Rabbin, ayetlerini kendilerine okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, onları helak edecek değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak etmişizdir."
Şimdi, bilgi ve mantığı sağlam, ve hiç bir peşin önyargısı olmayan bir insan, Kurandaki birbirleriyle yakın ilgili bu hükümleri okuduktan, ve de, 2. Surenin, 92,221,242,266 ayetlerinde (ve daha bir çok Surede, örneğin 22/16), Kuran'ın insanlarca kolay anlaşılır şekilde indirildiğinin belirtildiğini de görüp, kendi kendine şu soruyu sorarsa, Kuran'a göre suçlu mu olur?:
 - Madem ki, Kutsal kitaplar herkesin anlayacağı bir şekilde ve dilde gönderiliyormuş, öyleyse, bizim anlayacağımız bir dilde  kutsal kitabımız niye yok? Biz niye, bir aptal gibi, hiç anlamadığımız bir dilde Allah'a dualarda bulunuyoruz?
Görüldüğü üzere, Kutsal kitaplar, özellikle de Kuran, farklı farklı yorumlanabilmeye açıktırlar. Çünkü, Kuran'da hiç bir konu, başlı başına bir surede veya ayette her yönüyle işlenmemiştir. Bir çok surede, belirli bir konu hakkında hükümler bulunmaktadır. Dolayısıyla, bir konu hakkında ayrıntılı bir fikir oluşturmak için, önce bir çok surenin taranması gerekmektedir; sonra ise, bu farklı ayetleri, birbirleriyle ilişki içine sokup, bir yorum yapmak gerekmektedir. Bu aynen, sadece bir kaç yerinde bir kaç hat işlenmiş bir sayfaya bir resim yapmaya benzer; her insan o mevcut hatlar arasındaki boş yerleri farklı farklı çizer ve boyar! İşte bu nedenden dolayı, dinsel konularda yorum yapan kişilerin fikirleri genellikle birbirlerine uymazlar, ve bu uyumzuzluk, çeşitli mezhep ve tarikatların oluşmasına yol açar, ve gün geçtikçe de açacaktır. Onun için, kimsenin Kutsal kitapları yorumlama hakkını kendinde görmesi doğru olamaz. Dolayısıyla, şeriatcılığa dayalı bir toplum yönetimi, sürekli bölünmüşlüğe yola açar ve açmıştır da. 
"Müslüman İnsan" denilince aklımıza genelde, 'iyi niyetli, başkasına bir kötülük yapmayan' bir insan tipi gelir, ve çoğunluğumuz bu terimi bu anlamda kullanırız.  Kuran'da da gerçekten bu anlamda bir çok ayet vardır, ve kendisine müslüman sıfatını yakıştıran insanların büyük çoğunluğu da, Kuran yorumunu bu yönde yapar. Diğer taraftan, Sivas katliamı gibi vahşet dolu olayları körükleyen ve gerçekleştirenler de kendilerini 'müslüman' olarak tanımlıyorlar, ve yaptıkları eylemin Kuran hükümlerine uygun olduğu inancındalar, ve gerçekten de Kuran'da bu yönde de ayetler vardır. Dolayısıyla, yukarıda  örnek olarak verilen Kuran ayetlerinin farklı yorumlanabilirliği de tekrar hatırlanırsa, Kuran çok çok farklı şekillerde yorumlanmaya müsaittir. Dolayısıyla, herkesin onu bizzat okuyup, kendi kendini bizzat yönlendirmesi en doğru davranıştır. Ancak, belirli insanlar, Kuran'ı okuyup anlama ve yorumlama hakkını sadece kendilerinde görerek, çevrelerindeki insanları yönlendirme hakkını ellerinde tutmak istemişler; ve bunu meslek haline dönüştürerek, kendilerine bir geçim kaynağı yolu yaratmışlardır. Buna benzer meslekler, ta putperestlik dönemlerinden beri vardır: Örneğin, Kutsal Kitaplar döneminden önceki Mezopotamya uygarlığı süresince, ruhban sınıfı, hem insanların bu dünyadaki yaşamlarında tanrıların kendilerine lütuflu olmaları için aracılık yapmışlar ve bunun karşılığında para, yiyecek, giyecek, vs. gibi karşılıklar almışlar, hem de ölümlerinden sonra "öteki dünyada" rahat ettirilmelerinde aracı olarak, ölenlerin yakınlarından ölen adına, yiyecek içecek, giyecek, vs. almışlar, yani, geçımlerini bu yolla sağlamışlardır. Henüz, ne gezegen \ güneş ilişkisinin, ne yıldız \ galaksi ilişkilerinin, ne atomun ve atomaltı parçacıklarının,  ne moleküllerin, ne hücrenin ve hücreler arası karşılıklı etkileşimlerin, ne enerji \ madde ilişkilerinin, ne hayvanların ve bitkilerin hangi parçacıklardan ve nasıl oluştuğunun fakında olan; ne de,  hayat ve ölüm kavramları da dahil olmak üzere, doğadaki en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm bu sayılan sistemler arası bağlantı ve ilişkilerin,  kuvvetli ve zayıf etkileşimler, gravite kuvveti, elektromanyetik kuvvet sistemleri gibi belirli ve matematiksel olarak ifade edilebilir güç kaynaklarınca denetlenip yönlendirildiğinin farkında olmayan atalarımız, yaşam şekillerini ve usullerini, o dönemin ilkel bilgi seviyesine uygun bir  düşünce ve değerlendirme sistemi çerçevesinde, tasarlamışlar ve uygulamışlardır. Daha sonraları, insanların ilk toplumsallaşma aşamaları döneminde ortaya çıkan bu meslek, insanların belirli konularda kendilerini yetiştirip, bizzat o konuda bilgi sahibi olmaları engellenerek (korkutma,  şantaj, beyinlerin yanlış programlanıp doğru mantıksal değerlinderme yapmaktan alıkonulması, vs. gibi yöntemlerle), bu güne kadar korunmuştur. Kuran dilinin bin küsur yıl öncesinin arapcasının bir şivesi oluşu ve bugünkü arapların bile onu anlayamaması, "Kuran tercüme edilemez" gibi bir görüşün ileri sürülmesi; içinden çıkamadıkları ve mantıksal olarak çelişkiye düşülen konularda, "insanın aklı her şeye ermez" türünden kaçamaklara başvurulması gibi olgular, bu meslekten geçimini sağlayan zümrenin, çıkarlarının korunmasına yönelik girişimler olarak yorumlanabilirler.
Madem ki, Allah'la kul arasına kimse giremez, girmemeli, öyleyse, niye insanları serbest bırakıp; onların istedikleri kitabı okuyup, istedikleri yorumu yapmalarına olanak tanımıyoruz da, tersine, daha yeni doğan bir çocuğu, ya hırıstiyan, ya islam, ya başka bir dinin damgasıyla damgalayıp, onun gelecekteki bilinçli kararını daha doğduğu anda ipotek altına alıyoruz?
Demokrasiciler ise, önce, 'biz  her türlü görüşe saygılıyız',  temel prensibini uygulamak zorunda kalıp, demokrasi sistemine karşı olan bir görüşün, demokrasi prensipleri uyarınca iktidara gelip, geldikten sonra kendisini yok edecek (demokrasiyi rafa kaldıracak) bir yönetim şeklini devreye sokmasına olanak tanıyorlar. Bindiği dalı kesmek aymazlığına düşüyorlar.
Görüldüğü üzere, her iki düşünce sistemi de, kendi temel ilkesi ile çelişiyor. Sonuçta, insanlar tutarlı ve mantıklı bir karara varamıyorlar, çünkü, beyinlerde birbiriyle çelişkili programlar var.
Sonuç olarak şu ortaya çıkıyor: Bir konu hakkında, bir karar verebilmek, ve verdiği bu kararda da yanılgıya düşmemiş olmak için: a) Kafanızda birbirleriyle çelişkili programlar olmamalı; b) Beyninizi o konu hakkında yeterli bilgiyle donatmış olmalısınız!
Şimdi, bir de, yukarıdaki tartışma konusunun,  "mantıklı" davranış sergileyebilen iki kişi arasında nasıl çözülebileceğini gösterelim. Başlangıçta birbirleriyle zıt görüşler taşıyan, ama, beyinlerindeki programlarda mantıksızlık varsa, bunları düzeltmeye razı olan kişiler, 'mantıklı' olarak kabul edilirler.
Bu nedenle, önce, tarafların mantıklı davranışa uygun olup olmadıklarını, tartışılacak konuyla ilgili bilgilerden oluşturulan bir test üzerinde saptamaya çalışalım. (Bu test, matematik veya mantık biliminde, 'a = b, b = c; öyleyse c = a' kuralının uygulanmasından başka bir şey değildir). Cevaplarınız, ya "evet", veya "hayır" şeklinde olmak zorundadır; aksi takdirde çifte standart uygulanmış olur ki, bu durum mantık çarpıklığının bir sonucudur.
Düşünce veya inanç sisteminize göre;
a)- Allah önce yeri ve göğü yaratmıştır; doğru mu?
b)- Sonra, karaları ve denizleri yaratmıştır; doğru mu?
c)- Sonra, tüm kara, deniz, ve havadaki canlıları yaratmıştır; doğru mu?
d)- Sonra, Adem'i ve sonra Havva'yı yaratmıştır; doğru mu?
e)- Sonra, Adem'le Havva'yı Cennet bahçesine yerleştirmiştir; doğru mu?
f)- Sonra, Adem'le Havva'yı, bir günah işledikleri için Cennet'ten kovmuştur; doğru mu?
g)- Bunların hepsi, bugün dünya dediğimiz yeryüzünde olmuştur; doğru mu?
h)- Öyleyse, Cennet yeryüzünde bir yerde olmak zorundadır; doğru mu?
Bu, çok kısa ve öz bir testtir. Cevaplar birbirleriyle uyumlu ise, mantığınız sağlamdır, ve kafanızda birbiriyle çelişkili program yok demektir! Ama uyumsuz ise, o zaman, mantığınızın sağlam bir değerlendirme yapabilecek şekilde olmadığını kabul etmek zorundasınız. Bunun nedeni ise, yukarıda tartışılan nedenlerden herhangi biri olabilir. Bu nedeni kabul edip, beyninizdeki bilgilerde gerekli düzeltmeyi yapmaya hazırsanız, tartışmaya devam edebilirsiniz. Aksi takdirde, 'mantıklı davranış' söz konusu olamayacağından, herhangi bir tartışmaya katılmanızın da bir anlamı olamaz; havanda su döğmeye gerek yoktur!
(Taraflar arasında, kötü niyet veya ön yargılı davranış söz konusu değilse, mantıksızlığın nedeni, büyük bir olasılıkla, 'bilgi yetersizliği' olabilir. Yukarıdaki örneklerdeki çelişkilerin nedenleri genellikle şu olabilir: İnsanlarımıza geleneksel olarak aktarılan bilgiler arasında, atalarımızın, tarihsel olayları yanlış yorumlayıp, olayları birbirlerine karıştırdıkları durumlar vardır, ve bu durum daha önceki bölümlerde belgeleriyle işlenmiştir. Bu nedenle de, bizler hiç, tüm tarihsel belgeleri ve bilgileri derleyip mantıklı bir dizin içinde değerlendirmeden, kafalarımızdaki geleneksel bilgilere dayanarak kararlar verirsek, bu kararlar, çelkişkiler içerecek ve doğru olamayacaktır.)
Şimdi şöyle bir yol izlensin: Konu "Toplum nasıl yönetilmeli?" Kaç farklı görüş var?  "İki". Birinci görüş: Hakimiyet Allah'ındır; ikinci görüş: Hakimiyet Milletindir. Üç tane sözcük söz konusu: Allah, millet, ve hakimiyet. Bu sözcüklerden 'millet ve hakimiyet' terimlerinin tanımları, her iki tarafca aynı. Öyleyse, anlaşmazlık "Allah" kavramının kapsamı konusunda olmalı! Peki, "Allah" teriminden taraflar ne anlıyorlar?
Bu kitabın ilk bölümünde, 'İnsanlık tarihi boyunca tanrı anlayışı' ve 'Enki'nin laneti, veya tanrı korkusu' başlıklı bölümler hatırlanırsa, insanların 'yaratıcı ve yönlendirici gücü' farklı farklı yorumladıkları anlaşılacaktır. Peki, tarafların kafalarındaki "Allah" tanımları nasıldır?
İnsanlık tarihinin gelişim aşamalarının incelenmesinden ortaya çıkarılabildiği üzere, iki değişik türde Tanrı tanımı yapılabilir:
Birinci tür tanım, 3-4 bin yıl öncesi insanlarının bilgi düzeylerine ve dünya anlayışlarına uygundur ve 'Yaratıcı' şu özelliklere haizdir:
Her şeyi, 'hava, su, toprak ve ateş' dörtlüsünden yapmıştır; yeryüzünde her şeyi şu andaki göründükleri şekilleriyle yaratmıştır, bu yaratılanlarda zamanla bir değişim  olması söz konusu değildir, yani her şey sabit görünüşlüdür, karalar her zaman kara, denizler her zaman denizdirler, tüm canlılar yaratıldıkları andan itibaren aynı şekillerini korurlar ve hiç bir değişime uğramazlar. İnsanı, çamurdan kendine benzer şekilde yaratmıştır ve içine "ruh" üfleyerek ona hayat vermiştir (bu nedenle tanrı, görünmez canlı bir yaratıkmış gibi düşünülür); insan, tanrıya hizmet için yaratılmıştır, dolayısıyla, insan hizmetçi (veya kul), tanrı "Efendi" veya emir verendir; bu nedenle "Ya Rabbim, Efendim" gibi yakarışlarla, O'ndan merhamet dilenir, O'na kurbanlar kesilir, adaklar adanır; insanların bu dünyada kendisine verecekleri hizmetlere göre, onlara 'öteki dünyada' daha iyi, veya daha kötü bir ebedi hayat verir. O her insana görünüp konuşmaz, sadece beyinlerinde özel sesler duyup, özel hayaller görebilen insanlara görünür ve onlarla konuşup, mesajlarını onlarla iletir; insanlara tüm bilgileri O vermiştir; insanlar arasında taraf tutar, örneğin İsrailoğullarını seçilmiş ırk ilan eder ve  'kitabı', yani bilgiyi, 'peygamberliği' onlara verir; her doğal felaket onun insanlara bir cezasıdır; O kıtlık veya bolluk yaratarak, insanları cezalandırır veya mükafatlandırır; yağmuru, göğün pencerelerini açarak indirir, dolayısıyla, gökteki tatlı su ile denizlerdeki tuzlu suyu birbirinden ayrı tutup, hiç karıştırmaz; yoktan var eder, örneğin, bir yerde hiç yokken bir bitki veya hayvan ortaya çıkarır.
Güncel olarak ise, Allah, Tanrı veya Yaratıcı, "Tüm evrenin ve bu evrene ait alt sistemlerin yaratıcısı veya oluşturucusu; onlar arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi; dünyadaki canlı\cansız tüm varlıkların yaratıcısı ve onlar arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi güç sistemi" olarak tanımlanır.
Bu tanım uyarınca, fizik, kimya, biyoloji, genetik, jeoloji, astronomi, antropoloji, vs. gibi doğa bilimleri, yaratıcının oluşturduğu bu sistemin sırlarını çözmeye çalışan, yani Allah'ın mesajlarını algılamaya uğraşan meslek kolları olarak kabul edilebilirler. Dolayısıyla, kısaca "Hayatta en hakiki mürşit bilimdir". Yaratıcı gücün mesajları, doğal sistemde saklıdır; ve insanlar içinde yaşadıkları bu doğal sistemin sırlarını, onu araştırıp, inceleyerek bulabilirler. Yaratıcının kitapları, onun ortaya koyduğu eserlerinde saklıdır; bu kitaplar, canlıların oluşum ve gelişimlerini yansıtan kromozom iplikcikleri şeklinde olabildiği gibi, dünyamızın yapısallaşmasının ortaya koyduğu yaprak yaprak katmanlar olabilirler; veyahut evrende dolaşan çeşitli türlerdeki dalgalar veya ışınımlar şeklinde olabilirler, vs.. Yani, Yaratıcı bir güç kaynağıdır, ve o güç, ne herhangi bir insandan veya ırktan yana ve bir başkasına karşı  olur; ne insanlara karşı duygusal davranışlar gösterip, onları cezalandırır veya mükafatlandırır.
Doğadaki her olayın bir nedeni vardır, ve "Kuvvetli etkileşim, zayıf etkileşim, elektromanyetik kuvvet ve gravite kuvveti" diye sınıflandırılan dört farklı güç sistemi ile denetlenmektedir. Bu güç sistemleri  ile, madde ve enerji sürekli bir değişim\dönüşüm içinde olduklarından, doğada hiç bir şey sabit şekilli ve değişmez değildir. Yeryüzünün şekli bile, sürekli değişmekte, karalar deniz altına düşmekte; deniz diplerindeki çamurlar kıvrımlanarak, dağlara dönüştürülmekte, ve bu olay, sürekli bir döngü halinde devam etmektedir.
İnsan dahil tüm canlılar, hücrelerden oluşmuşlardır; dolayısıyla, insanlara hayatiyet veren, içlerindeki tek bir "can" değil, milyarlarca 'candır'. Yani, insan bir kılıftır, asıl yaşayan, o kılıfın içindeki hücrelerdir. Kılıf içindeki milyarlarca canın birbileriyle etkileşimlerinin toplam bileşkesi, bizlerin duygu, düşünce ve davranışlarını belirler. Nitekim, bu hücreler arası etkileşim, herhangi bir nedenle aksar veya engellenirse (örneğin kafamıza bir balyozla vurulup, veya damarınızdan bir uyuşturucu verilip, sinir hücreleri arası hatların bir kısmı kesilirse), bilincimiz de kaybolur.
Bu kuvvet sistemlerinin doğrulukları, uzaya gönderilen uydularla, atom veya nötron bombalarının yapımıyla, canlıların kromozomlarında yapılabilen genetik kodlama değişiklikleri ve bunun sonucu ortaya çıkan yeni hayati özelliklerle yeterince ıspatlanmışdır. Örneğin, bulutların nasıl oluştuğu; yağmurun nasıl yağdığı; şimşeklerin neden ve nasıl çaktığı; dünya ikliminin nasıl oluşup, zamanla nasıl değiştiği, bu kuvvet  sistemleri ile açıklanabilmektedir. Öyleyse, bir yere yağmur yağıyor, diğer yöre kurak kalıyorsa, bu Allah'ın bir yöredeki insanlara lütfu, diğerlerine cezası olarak yorumlanamaz.
Evet. Görüldüğü üzere, birbirine tamamen zıt iki tanım söz konusu. Birinci tip tanımda, Tanrı, her şeyi bilen; her şeye tek yetkili olan; insanlara neyi yapıp, neyi yapmayacaklarını söyleyendir; insanlar bir şeye ulaşmak için O'na yalvarırlar, merhametli olması için O'na hediyeler (kurban, vs.) verirler; O görünmez bir canlıdır; ancak özel kulları veya temsilcileri vasıtasıyla insanlara mesaj iletir; dolayısıyla insanlar hep özel yetenekli, mucize yaratan insanlar peşinde koşarlar; vs..  İkinci tip Tanrı tanımında, Tanrı bir güç kaynağıdır; insanlar bu güç kaynağının formüllerini bulup, onun doğayı hangi parametrelerle yönlendirdiğini anlamaya çalışırlar; Yaratıcının güç sistemlerinin formüllerini ve parametrelerini saptadıkları kadarıyla da, bu formüllerdeki koşulları yerine getirmeye çalışarak, O'nun güç sistemlerinden yararlanarak, yaşam koşullarını geliştirmeye, doğanın zorluklarına karşı koymaya çalışırlar. Bu iki tip tanım birbirinin tamamen zıttıdır. Birinin sloganı: "Hayatta en hakiki mürşit bilimdir"dir; diğerininki ise, dinlere göre değişir!
Günümüz insanlarının Tanrı anlayışı ise, kafalarındaki bilgi düzeyine göre, bu iki aşırı uç arasında bir yelpazede bulunmaktadır.
Daha önceleri sunulan, ve önemli olması nedeniyle, karşıda tekrar verilen, insanların zaman içindeki bilgi düzeyini yansıtan tablodan görüleceği üzere, Hz. Muhammed'in yaşadığı dönemde insanlığın bilgi düzeyi, 3-4 bin yıl öncesinden pek farklı değildir. Dolayısıyla, şeriat taraftarlarının kendilerini bağladıkları Kuran hükümleri, 3-4 bin yıl öncesinin Tanrı anlayışına daha yakın görüşler içermektedir.
Diğer taraftan, yine tablodan görülebileceği gibi, son bir\iki asır içinde, insanlığın bilgi düzeyi öylesine gelişmiştir ki, insanın mantığı, artık bol ürün elde etmek için Tanrı'ya yalvarmanın değil, verimliliği artıran faktörlerin sağlanmasının gerekliliğine inanmaktadırlar. Susuzluğa karşı, dua etmek yerine, barajlar yaparak, ırmak sularını depolamaya, veyahut, yağmur oluşumu koşullarını, suni olarak oluşturarak, yağmur yağdırmaya  çalışmaktadır.
Toplumumuzdaki insanların beyinlerine, daha doğar doğmaz, dinimiz gereği, Kuran hükümleri yerleştirilmekte; daha sonraları ise, çeşitli doğa bilimsel bilgiler verilmeye çalışılarak, karışık bir eğitim yapılmaktadır. Beyine ilk yerleştirilen programlar her zaman daha etkilidirler. Bu ilk programlar arasında, 'bunların doğruluğundan şüphelenilmesi, veya bunlara ters davranılması durumunda, insanların başına felaketler gelebileceği şeklinde', bir program olursa, beyinlerin kendi kendilerini sürekli yeniden programlama ve yanlışları silip, doğrularıyla yer değiştirme mekanizması kapatılacağından, bu tür programlar içeren beyinlerin, daha sonraki öğrendikleri bilgileri kullanması mümkün değildir; o bilgiler, sadece 'ezber, göstermelik bilgiler' olarak beyinde tutulurlar.
İnsanlarımıza, hem insanın çamurdan oluştuğu belletilmekte, hem hücrelerden oluştuğu; yağmurun hem "Allah'ın göğün kapılarını açarak yağdırdığı" öğretilmekte, hem su buharının, atmosfer katmanlarında yoğunlaşmasıyla, su veya kar şekline dönüşmesi ürünü olarak yer yüzüne düştüğü anlatılmakta; hem yerin altında bir cehennemden söz edilmekte, hem yerin iç yapısı verilirken, hiç bu terim bir daha kullanılmamakta; hem Tanrı'nın ilk insanı, YERYÜZÜNDE, çamurdan yarattığı, ve ilk insanı bu yer yüzünün bir CENNET bahçesine koyduğu öğretilmekte, hem CENNET yeryüzünde değil, hayali bir başka dünyada tasarlanmaktadır! Yani, insanlarımızın beyinlerine, birbirleriyle uyumsuz, yüzlerce program yerleştirilmektedir. Beyinler böyle çelişkili programlar içerirse, o beyinler, hep çift standartlı olurlar. Ruh doktorları bu duruma "ambivalans" derler.
Beyinlerinde birbirleriyle çelişkili programlar içeren insanlar, hem yağmur duasıyla "Tanrıya yalvararak, Ondan yağmur yağdırmasını dilerler", hem yağmur bombası atarak 'Tanrı'dan zorla yağmur koparmaya çalışır" duruma düşerler, ama bu çelişkili durumlarının farkına varmazlar!
Sözün kısası, hem şeriatçı-demokrasiciler, hem laik-müslüman olduğunu savunanlar, her ikisinin de beyinlerinde çelişkili programlar vardır. Kendi içlerinde tutarlı, bigi ve mantığa ters düşmeyen, doğru ve isabetli karar vermeleri ancak tesadüflere bağlıdır.
İki insanın, karşılıklı olarak anlaşabilmesi için, aynı frekansta çalışan iki telsiz aygıtı gibi, ya her ikisinin de beyninde birbirine uygun programlar ve bilgiler olmalıdır, veyahut da, taraflardan birinin o kadar sağlam ve itiraz kabul etmeyen, çelişkisiz fikirleri olmalıdır ki, diğer taraf mantık gereği kabul etmek zorunda olsun! Yukarıdaki durumda, şeriatcı-demokrasicilerin kafalarındaki bilgiler daha çok ilk yapılan tanrı tanımına, laik müslümanların kafalarındaki bilgiler ise, ikinci tanıma daha yakın bilgiler içerdiklerinden, bu iki görüş sahibi, aynı frekansta konuşamamaktadırlar; bu nedenle, anlaşmanın ilk koşulu yerine getirilememektedir. Diğer taraftan, her iki farklı görüş sahipleri de, hem birinci tanıma, hem ikinci tanıma uygun fikirleri kafalarında bulundurduklarından, ve bu iki tanıma ait bilgiler birbirleriyle tamamen uyumsuz olduklarından; taraflar "ambivalanslı" kişiler olarak düşünce üretebilmekte, dolayısıyla, ileri sürdükleri görüşler kendi içlerinde mantıksızlık içermekte, ve bu nedenle de, her iki taraf birbirini mantıksızlıkla suçlayabilmektedir. Tarafların biri tam mantıklı, ve kendi içinde hiç bir çelişki içermeyen bir fikir sistemi üretebilse, mantıklı olmayı kabul eden diğer tarafı  ikna edebilir. İşte, bu nedenlerden dolayı, toplumumuzda insanlar arası yapılan tartışmalar, hep boşuna olmakta, havanda su döğülmekten başka bir şey yapılmamaktadır. Bu acı gerçeği kabul etmek zorundayız.
Şimdi, bir insan, mantıklı olmayı kabul ediyorsa, beynindeki çelişkili programlardan, yanlış olanı silip atmaya razıdır demektir. Öyleyse, tartışmanın ana konusu olan kafasındaki "Tanrı" kavramını, yukarıda sunulan iki zıt tanımdan biri lehine düzeltmek zorundadır. "Hem ..., hem ...; ama,.., vs." gibi çift standartlı düşünme tarzını bırakıp, kesin karar vermekle yükümlüdür.
Örneğin: Yağmur yağdırmak için, doğal sistemin koşulları çerçevesinde, uygun ortamın oluşturulması yeterli midir, ve bu yöntem, Yaratıcının mesajlarının uygulanmaya koyulması değil midir?   Evet!
Öyleyse, doğa bilimlerinin gereğinin yerine getirilmesi, Yaratıcının doğayı yönetim şekline uygun mudur?    Evet!
Doğada belirli bir yapısallaşma prensibi ve sistemi var mıdır?   Evet.
 Bu doğal yapısallaşma prensibinin uygulanması, Yaratıcının öngördüğü sisteme uygun mudur?   Evet!
Dünya ve evren sürekli değişmekte midir?    Evet!
Öyleyse, bu değişen koşullara uyum sağlamak için, doğadaki değişimleri izleyip, onlara uygun davranmak gerekir mi?    Evet! 
Yaratıcı, sürekli değişen bir sistem içinde oluşturduğu canlı veya cansızlar aleminin, sabit ve değişmez hükümlü bir kitapla yönetilmesini istemiş olabilir mi?   Hayır!
Yaratıcı insanı hücrelerden oluşturmakta mıdır?   Evet!
Hücrelerin neyi nasıl yapacakları, insan veya başka bir kılıf içinde nasıl örgütlenecekleri, onların kromozom kitapcıklarında kayıtlı mıdır?   Evet!
Hücreler, çevrelerindeki ortamsal değişiklilere uyum sağlayabilmek için, bu genetik kodlamalarında sürekli değişiklikler yaparak kendilerini yaşadıkları yerin koşullarına uydurmaya çalışmaktalar mı?    Evet!
Hücrelerden, uyum sağlayanlar hayatta kalıyor, uyum sağlayamayanlar yok oluyorlar mı? Evet! Tüm bu olaylar, biz insanların hücreleri arasında da oluyor mu?   Evet!
Bizlerin çeşitli hastalıkları veya rahatsızlıkları, hücrelerimizin kendi aralarında, veya yabancı hücrelerle olan anlaşmazlıklarından kaynaklanıyor mu?   Evet!
Toplumlar da insanlardan oluşuyor mu?   Evet!
Toplumların hastalıkları da, insanlarının birbirleriyle anlaşmazlıklarının sonucu değil midir?    Evet!
Biz insan olarak kendi başımızın ağrımasını istemediğimize göre, toplumumzun da sancılar çekmesini istememeliyiz, değil mi?   Evet.
Birbirimizle düşman olmak veya küs olmak yerine, anlaşmamız, toplumumuz için yararlı olacağına, ve de, bilgi ve mantık dışında da bir uzlaştırıcı sistem olamayacağına göre, bu çerçevede uzlaşmaya hazır mıyız? Evet!
Bizler bu dünya üzerinde mi yaşıyoruz? Evet!
Öyleyse, bu dünya üzerinde yaşadığımız sürece, yönetim biçimimiz bu dünyanın koşullarına uyum sağlayacak şekilde olmalı mıdır? Evet!
Öyleyse, gerçek olan bu dünya işleriyle, "hayali öteki dünya" işlerini birbiriyle karıştırmamalı, değil mi? Evet!
Öyleyse, bir toplumun yönetimi için, doğa-bilimsel yöntemlerin uygulanması bu dünyayı ve doğayı yaratanın isteği doğrultusundadır, dolayısıyla, hiç bir inanç sistemi doğal sistemle çelişmemelidir! Bir konu tartışılacaksa, tartışmayı yönetenin, o konuda, tartışmacılardan daha çok bilgili, ve  mantıklı olması gerekir, ancak o zaman taraflar bir uzlaşma zemininde birleştirilebilirler.



GELENEK VE GÖRENEKLERİN  MANTIk OLUŞUMUNDAKI ROLÜ




    DOM (14)- plasebo –nosebo ETKİSİ veyahut yönlendirmenin rolü bölümünde verilen örneklerde görüldüğü üzere, “bilgi + yönlendirme + çevreden etkilenme” çok önemli ve hücreler tamamen kendilerine aktarılan bilgilere göre davranıyorlar.
    Peki, neden insanlardan bazıları yemeği afiyetle sindirirken, diğer birinin midesinde kramplar başlıyor?
    Şimdi önce bir insan bedeninin kontrol ve denetiminin nasıl olduğunu görelim.
    Bölüm 1.1 - Şekil 1’de etraflıca anlattığım üzere; 39 derece ateşi olan biri, kendisini aniden yırtıcı bir aslan karşısında bulursa, ateşi hemen düşer. Çünkü kişi daha ne olduğunu anlamadan, “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni” harekete geçer.
    Hypothalamus hücreleri hemen, “pitiutary”  salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler. “Pitiutary” kan dolaşım sistemine ‘adrenocorticotropic hormones’ salgılar.
    Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar. Sindirim organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, ya kaçacak, ya savaşacaktır. Tehlike anında tüm enerjinin tek bir amaca yönlendirilmesi gerektiğinden, bağışıklık sisteminde görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alıp enerji harcamasını durdurmaları için de Thymus bezine sinyal gönderilerek “bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur” mesajı verilir. Ve bunun sonucu, kişinin ateşi aniden düşer.
     Yani bir bedenin kontrol ve denetimi tamamen o bedeni oluşturan hücrelerdedir. Bir yerimiz yaralandığında, hemen o yarayı tamir etmeye koyulurlar; deniz kıyısından yüksek bir dağ tepesine çıktığımızda, hemen kandaki alyuvar sayısını artırarak, rahat solunum yapmamızı sağlarlar; vs. Özetle, bedenlerimizin sahipliği hücrelerimize aittir! Hücreler kendilerine daha rahat ve ekonomik bir yaşam koşulu oluşturmak için beden denilen sistemi oluşturacak şekilde bir ortaklık içine giren varlıklardır.
     Daha da genel bir ifadeyle, evrensel ölçekte geçerli şu kuralı bilmemiz, hayatı anlamamız için şarttır. Doğadaki tüm varlıklar atom-altı-öğeleri denilen elektron, proton, nötron gibi temel varlıkların (salınımcıların) ortaklık yaparak, atom > molekül > hücre > beden gibi, gittikçe büyük üst-sistemler içinde birleşerek ortaklıklar oluşturmaları sayesinde ortaya çıkarlar. Ortaklık oluşturulmasının nedeni, daha rahat ve ekonomik bir duruma geçme çabası, yanirahatlama dürtüsü denilen bir duygudur.
     Ortaklık rastgele olamaz, belirli kuralları olmak zorundadır. Dinamik sistemli doğanın ve dünyamızın oluşturulmasında, salınımcılar dediğimiz kuantsal temel varlıkların oluşturdukları temel ilkelerden en önemlileri “DOM (4)- Dinamik sistemler fiziği” başlıklı bölümde gösterilmişti. Bunlardan son üçü SimKırKölSab şeklinde kısaltılmıştı. Bu son üç ilke, kuantsal sisteme ait olan yapma veya yıkma yeteneğinin kullanılma amacına uygun olarak üst-sistemlerce kullanılmasındaki işlevleri düzenlemek amacına yöneliktir.
     Yukarıda örneği verilen iki farklı davranış arasındaki farklılıkları açıklamak için bu ilkelerin dikkate alınması gerekmektedir. Hücreler, oluşturacakları bedenlerin davranışlarını belli amaç ve hedeflere yönelik olarak ve o şekilde davranmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirme ve köleleştirme yapmak zorundadırlar. Bu sabitleştirme ve köleleştirme işlemleri büyümenin ilk evrelerinde (genel hatlarıyla çocuklukta) yapılmaktadır. Bir insana “şunların yapılması yasak-günah” diye bir işletim devresi yerleştirildiyse, hücreler ona uygun sinirsel işletim devreleri oluştururlar. Bir insan bilmeden bir şey yaptığında, hücreler her şey normalmişçesine işlemlerine devam ederler ve “parasempatik sinir” hatları çalışmaya başlayarak besin sindirilmeye başlanır. Ama yapılan işlemin yasak-günah olduğu haberi ulaşan beyinde, hemen parasempatik devre durdurulup, alarm sinyali veren “sempatik”  devre işleme alınır. Ancak bu defa savaşılacak şey bedenin içine girmiştir. Onun için midede kramplar başlar, vs.

Duygular ve değer yargıları çevreden gelecek verilere göre belirlenirler

     Hücreler arası haberleşmede ve duygu denilen kavramın oluşmasında “epinefrin” gibi hormonların etkili olduğu, ilk defa Maranon (1924) tarafından saptanmıştır. Maranon, epinefrin hormonu enjekte edilen kişilerin “Bir şeyler olmuş, veya sanki bir şey olacakmış” gibi bir duygu içine girdiklerini gözlemlemiştir. İnsan bedenini oluşturan hücreler, çevrede yeni bir şey veya olay fark ettiklerinde, ‘epinefrin’ gibi bir hormon yayarak, dış-ortamda yeni bir şeyler olduğunu algıladıklarını belirtip, bunun çevrede nasıl değerlendirildiği hakkında ‘bilgi’ isterler. Schachter & Singer (1962) deneyler yaparak, beden dışı olayların hücrelerce yorumlanmasında bu hormonun nasıl etkili olduğunu göstermişlerdir. (Bedenlerine epinefrin hormonu verilen denekler arasına ajanlar yerleştirilerek farklı ortamlar oluşturulmuş ve gözlenmeye alınmıştır: Ajanların kimi, “Oh, neşeden uçacağım” rolü, kimi “Of, üzüntüden öleceğim” rolü, kimi “Öfkeden kuduruyorum, her şeyi parçalayacağım” rolü yapmıştır. Deneklerde ortaya çıkan davranışlar, ajanların davranışlarıyla büyük bir paralellik içinde olmuştur!) Bu olay, gelenek-görenek dediğimiz faktörün duygu ve düşünce sistemlerimizin oluşmasında ne kadar etkili olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir. Dolayısıyla, bir şey veya olay, örneğin “tavşan veya domuz”, kaçınılması gereken bir nesne olarak da algılanabilir, kullanılması gereken bir nesne olarak da! Yani, hücreler dış ortamdaki her olayın o ortamdaki varlıklarca nasıl yorumlandığını dikkate alacak şekilde bir değerlendirme sistemi oluşturmaktadırlar.
     Hücreler, doğa ve dünyadaki değişim-dönüşümleri algılarlar; bunların ne anlama geldiği konusunda duyu organlarına başvururlar ve onlardan gelecek bilgilere göre algıladıkları değişim-dönüşümleri yorumlarlar. Yani hücrelerin belli bir mantıksal işletim sistemi vardır ve onlar, yukarıda özetlenen dinamik sistemler fiziğinin (karşılıklı bağımlılık ve kontrol parametreleri gibi) ilkelerine uyacak şekilde davranırlar. Bu yorumlama ve ona göre davranış belirleme (programlanma)  olayları, ana hatlarıyla çocukluk evresinde gerçekleşir ve biz insanların duygu ve düşünce sistemleri oluşur.
     Çocuklarımızın beyinlerine yüklenilen geleneksel-göreneksel verilerin doğal sisteme uygun olup-olmadığını kimse sorgulamamaktadır. Hatta bu konu “tabu” sayılarak her türlü denetime kapatılmıştır. Bu nedenle toplumumuzdaki insanların her birinde şu veya bu şekilde, doğal sisteme uygun olmayan işletim devreleri oluşturulmuş ve sabitleştirilmişlerdir. İnsanlar o devrelerce köleleştirilmişlerdir. Yani insanlarımızın mantığı şu veya bu şekilde çarpıtılmışlardır.
     Küçüklüğünde bir hayvan tarafından ısırılan bir insanın beyni, o hayvanı “korkulacak-kaçılacak” varlıklar listesine koyar ve o insan o hayvanı her gördüğünde, beyindeki amigdala’dan korku ve kaçma sinyalleri bedene yayılır. Kişi paniğe kapılır, soğuk terler döker. Aynı şekilde eğitimle veya gelenek-göreneklerle belletilen her “günah, vs.” gibi yasaklama da benzer etki yapar. Buna benzer şekilde, geçmiş jeolojik zamanlarda yaşanan tüm önemli olaylar, hücre zarı protein komplekslerinde ve kromozom DNA-RNA’larında kayıt altına alınırlar ve bedenin davranışını etkileyecek şekilde işleme konulurlar. Bilinçaltına yerleştirilen tüm bu yönlendirmeler, bizleri içten-içe etkiler.

     Bizler hücreselliğimizi bilmediğimizden, onları bir et-kemik yığını olarak görmeye şartlandırılmış olduğumuzdan, bir sürü bedensel ve toplumsal hastalıkla karşı karşıya kalırız. Bir örnekle bunu açıklamak gerekirse: Hücreler neyin-neye bağımlı olarak geliştiği konusunda olasılık hesapları yaparak karar verirler. Örneğin: küçüklüğünde bir hayvan tarafından ısırılmış veya tırmalanmış bir insan beynindeki hücreler, o hayvanı korkulacak-kaçılacak varlıklar kategorisine koyar. Kişi ondan sonra o hayvanı her gördüğünde, korkuya kapılır. Beyindeki kayıtlar sadece saldıran varlıkla sınırlı değildir; saldırı anında çevresinde var olan belirgin faktörler de bu olayla bağlantı içine alınır. Saldırı anında çevrede belli bir koku, ses, görüntü gibi bir şey varsa, kişi o kokuyu (sesi, vs) algıladığında yine bir korku hissine kapılır. Kan basıncı değişir, vs. Böylesine kötü bir bilinçaltı bilgisi olan bir insan, normal yaşamını sürdürürken birden bire tansiyonu yükseliyorsa veya başı ağrımaya başlıyorsa, mutlaka o an bilinçaltındaki kötü bir anıyı çağrıştıran bir algılamayla karşı karşıya kalmıştır. Normal durumda parasempatik sinir hatları devredeyken, birden sempatik sinir hatlarının (veyahut tersi)  devreye girmesi, bedende ani gerilim oluşumlarına yol açar. Çünkü beyin bir organda kan akımının hızlı olmasını isterken, çevreden alınan bir sinyalin o organda kan akımının yavaşlatılmasını gerektirmesi gibi bir karşıtlık söz konusu olur. Bu durumda o organda zorunlu olarak gerilim başlar, ağrılar veyahut başka tür rahatsızlıklar ortaya çıkar.

DEVAMI



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder