Bilgiye Dayalı Kuantsal Oluşumlar
Doğayı
ve hayatı anlamak istiyoruz. DOM = Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması bu
amaçla hazırlanmakta ve sürekli olarak da, yeni araştırmalar ışığında,
güncellenip, geliştirilmektedir.
Değişik
bir bakış açısıyla konuyu ele alan yeni bir yaklaşım sunuyoruz.
Bölüm
1/13 : ilk bölümde doğanın alt-üst gibi büyüyen sistemlerden oluştuğu ve ZAMAN kavramının da bu küçük sistemlerden büyük sistemlere geçişler şeklinde ortaya çıktığı, ve tüm bu oluşumların da BİLGİ denilen bir faktöre bağlı olarak gerçekleştiği açıklanmıştı
"Yapılaşmalar hangi yönde ilerliyor veya gelişiyor?" şeklindeki birinci sorunun yanıtı şöyleydi: Sorunun yanıtı çok açık ve net: Yapılaşmalar, alt-sistemlerden başlıyor ve üst-sistem oluşumları şeklinde devam ediyor. Yani dünyada önce yumurta oluşmuş ve tavukları da yumurtalar oluşturmuşlardır.
Bölüm 2/13 :
Bu bölümde canlılığın kuantsal sistemle başlatıldığı ıspat ediliyor
1.2.
Şimdi
ikinci soru: Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor?
Yumurta da bir hücredir. Beslenip büyümesi için çevresi besin
maddeleriyle doldurulmuş minik bir hücre. Tavuk o bir hücrenin çoğalmasıyla
oluşan bir üst-sistemdir. Yumurta içindeki o minik hücrenin çoğalması için çevresindeki
faktörlerin uygun olması gerekir. Bu faktörlerin başında sıcaklık gelir. Bu
nedenle tavuk yumurtanın üzerinde “kuluçkaya yatar” ve birkaç hafta sonra
yumurtadan cıv-civ çıkar.
Yumurta içindeki hücre veya bir bitki tohumu, çoğalması için gerekli
ortamın hazır olup olmadığı bilgisini kendisi mi saptıyor, yoksa birileri ona
bu bilgiyi veriyor mu?
“Dünyada ilk defa tavuk mu yumurtadan çıkmıştır; yoksa yumurta mı
tavuktan çıkmıştır?” sorusunun yanıtı, bu alt-sistem ile üst-sistem arası
ilişkinin bilinmesinden geçer.
Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor? sorusunun yanıtı
için bir ön hazırlık:
1.3.
Kuantların
temel özellikleri
Zaman
olgusunun başlangıcının kuantum alemi denilen atom-altı-öğeler alemine
dayandığını gördük. Peki bu kuantum alemi nasıl bir şey, canlı mı, cansız
mı?
Madde
dediğimiz her şey, atom-altı-öğeler denilen, elektron, proton, nötron ve
onların alt-birimlerinden oluşmaktadır. Fizikçiler bunlara parçacık diyorlar,
ama tamamen bilinçsizce bir yakıştırma, çünkü aynı fizikçiler bunların sürekli
bir devinim içinde olduklarını ve çok kısa süreli olarak var-olup, kaybolup,
tekrar ortaya çıktıklarını bizzat kendileri deneylerle saptıyorlar.
Yani çok
kısa ömürlü ve çok devingen, çok hareketli bir varlıklar alemi ile karşı
karşıyayız.
Bunların
canlılık öğeleri olarak değerlendirilmesinin nedeni, “kuantsal özellikler” denilen
şu özelliklere sahip olmaları nedeniyledir:
1)
Kuantlar rastgele davranmazlar, gidecekleri yeri (hedefi) kendileri belirler.
Hangi hedef seçilecek?
2) Hedef
belirlemekte, salınım (veya ölçme)-adımlarına göre işlem yaparlar ve bir
olasılık hesabına göre en uygun hedefi seçerler. Çevrede ölçülecek ne kadar
hedef var?
3)
İlerleme sırasında ya sağa, ya da sola dönülerek gidilir. Sağa dönerek mi, sola
dönerek mi gidileceğini kendileri belirlerler.
4)
Salınım-adımının olacağı düzlem 0 -360 derece arasında değişebilir. Kaç
derecelik bir açıda salınım yapılacağını kendileri belirleyerek ilerlerler.
5)
Belirlenen hedefe ulaşıla bilinmesi için, önlerinde aşılması güç bir engel
varsa, “tünelleme” denilen bir faktörden yararlanırlar. Zıplama enerjisinin
nasıl sağlanacağını onlar belirler.
6)
Birbirleriyle “haberleşip”, evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilirler.
Evrendeki o kadar çok öğe arasında nasıl denge sağlanacağı bilgisini oluşturmak
onların görevidir.
7)
Kuantlar alemi enerji-kümelerinin her biri farklı ömürlüdür; kimi saniyenin
on-milyarda biri; kimi saniyenin yüz-milyonda biri, vs. gibi çok farlı bir süre
“yaşar” ve sonra bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir.
8)
Çevrelerindeki tüm varlıkları algılarlar ve onlarla ilişkilerini,
çevresindekilerin kendilerine bakış açısına göre belirlerler. Buna Observer
effect =Gözlemci etkisi denir. Zaman içinde oluşacak o kadar çok yarışmacı
arasından, en iyi olanın nasıl seçileceği gibi hiç kolay olmayan bir görevi
yerine getirirler.
Observer effect =Gözlemci etkisi özelliği,
kuantlar aleminin, farklı bedenler içinde farklı davranışlarda bulunmalarını
sağlayan en önemli özelliktir.
1.4.
Kuant
dediğimiz atom-altı-öğeler ne kadar bilgili ve bilinçli?
Bu konuyu bir fizik deneyi ile açıklayalım.
Şekilde
görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve önüne
iki perde konulur. En arkadaki perde üzerine bir detektör (D) yerleştirilir.
Aradaki perde üzerinde de (A) noktasına bir delik açılır.
Deliğin
boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge
geçebilecek şekilde ayarlanır.
Aynı
boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A)
deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir
tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her iki
delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100
ögeden 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması
beklenir. … Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.
Daha
önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda)
artık hiç öge algılamadığı görülür.
Detektörün
konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu
konumda dört tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe
düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.
Bu
değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelerin şöyle bir
olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
İki
delikten de geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka
duvar üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda,
dört ile sıfır arasında değişen dağılım gösterirler.
Kuantsal
sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı,
gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal
öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.
(D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:
Ya (A)
deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker
değerlendirir:
Örn. (A)
yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım
vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar.
Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Şimdi
diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1)
değeriyle son buldu.
Öge bu
iki değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge
kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen
100 ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.
Hayret!
Delikler tek tek açık olduklarında her delikten bir adet geçebiliyordu, şimdi
deliklerin ikisi de açık, ama hiçbir şey delikten geçmiyor. Bu nasıl iş?
Başka
bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD)
yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. 2’nin karesi
alınır: 4 eder.
Bu
durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4
öge kayıt eder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte
olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!
Yine
hayret: bir delikten geçebilecek öğe sayısı bir tane idi, deliklerin ikisi
birden açılınca, nasıl oluyor da 2 yerine 4 tane öğe geçebiliyor?
İşte
kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre
davranmalarıdır.
Olasılık
hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul
edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında
sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri
gittikçe küçülürler.
Örneğin
1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi
küçülen bir sonuç verir.
Doğadaki
tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre
yapılmaktadır. Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?
Çünkü
ögelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde
sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.
Ama iki
delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir
olasılık hesabı yaparak davranır.
Atomik
öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak
bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama,
önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate
alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.
Yani
doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem
hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler
verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi
dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.
Burada
iki noktanın vurgulanması gerekir:
Birinci
nokta şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya
buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur.
Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.
İkinci
nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak,
bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık
hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile,
geleneksel deterministik görüşlü fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını
oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki
yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıların haricinde bir
güç sisteminde olduğu “kutsal kitaplı” önyargıdan, kaynaklanır. Yani gelenek ve
görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein,
Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli
davranışlarını kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin
çoğu bu yönde davranmaktadırlar.
Görüldüğü
üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan, çevrelerini algılayıp,
olasılık hesapları yaparak çıkan sonuca göre davranan BİLİNÇLİ ve CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım
döngüsünden- sonra tekrar doğarlar. Bu
nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi gerekir.
Kuantlar
aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm
döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar
gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve
hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye
uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Zaman
kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm
döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar
evrensel sistemin başlangıç noktasıdırlar.
Anlaşılacağı
üzere, Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Tanrı doğayı yaratan olarak
tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının tanımlanmasıyla
gösterildiğinden, TANRI kavramı da artık anlaşılır olmuştur.
ÖZETLE:
Atom-altı-öğeler, çok, ama çok kısa ömürlü canlılık unsurlarıdır. Saniyenin
milyarlarda birlik gibi kısa sürelerde, doğup-ölürler, tekrar doğarlar, vs.
Evrensel
sistemin başlangıcındaki sürekli devinim halindeki çok kısa ömürlü bu kuantsal
canlıları düşünün. Çok hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri;
çevresindeki zilyonlarca diğer kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli
bir salınım ve titreşim içindeki bu kuantsal canlılar, ne yapmalılar ki, daha
rahat bir duruma ulaşsınlar?
Bunun
cevabı için, insanların davranışına bakalım: İnsanlar tek başlarına
yaşasalardı, her işi tek başlarına yapmak zorunda olurlardı ve kafalarını
kaşıyacak zamanları olmazdı. Ama ortaklıklar oluşturup, iş-bölümü yaparak ve
ürünlerini takas ederek, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmışlardır. Buna
rahatlama dürtüsü denir ve doğadaki tüm varlıklarda mevcuttur.
Fizik
bilimi verilerine bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak, çok
devingen, çok kısa ömürlü kuantum-aleminden, daha az hareketli ve daha uzun
ömürlü üst-sistemlere geçtikleri, bunun için birleşerek daha büyük ortak-yaşam
sistemlerine doğru bir gidişatın söz konusu olduğu görülür.
Geleneksel
fizikçiler şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi-bilinç” diye bir parametre
kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul
etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına
yerleşmiş en büyük şartlanmadır.
Görüleceği-anlaşılacağı
üzere, kuantsal alemin (kuantsal canlıların) işi o kadar zordur ki, sürekli
didinip, çaba sarf etmesi, yeni bilgiler oluşturması ve o bilgilere göre de
örgütlenmesi, yapılaşması gerekmektedir. Kuantların yerinde siz olsaydınız, bu
kadar yorucu-hareketli işlemlerden kurtulmak için ne yapardınız?
Biz
insanların hep daha uzun bir hayat yaşama dürtümüz, içlerimizdeki kuantsal
öğelerin, kısa ömürlülükten, uzun ömürlülüğe doğru ilerlemiş olmalarının bir
devamı değil mi?
Doğa
hakkında görüş oluşturmaya çalışan atalarımız, hayatın neden doğum-ölüm döngüsü
üzerine oturtulduğunu anlayamamışlardır, çünkü doğal sistemin değişim-dönüşüm
üzerine kurulu olduğunu fark edememişlerdir. Doğada sabit, değişmez olan hiçbir
şey yoktur, her şey zaman içinde birbirine dönüşür. Bu dönüşümlerin ise bir
amacı bir yönsemesi vardır: Daha uzun ömürlü ve daha rahat bir sistem
oluşturmak. Dolayısıyla doğada bir evrimsel gelişim, bir ilerleme vardır.
İnsanların
anlamak istedikleri kavramların başında işte bu doğum-ölüm döngülü, sürekli
değişim-dönüşüm içindeki doğal sistem vardır. Anlaşılacağı üzere, Zaman, doğal
sistemin yaratılış öyküsüdür. Tanrı veya yaratıcı doğayı yaratan olarak
tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının tanımlanmasıyla
gösterildiğinden, yaratıcılığın da nasıl gerçekleştiği artık anlaşılır
olmuştur. Doğadaki en temel kuantsal enerji öğeleri bir şey oluştururlar; ama
asla ebedi ömürlü olarak değil, belli bir süreliğine. Çünkü zaman içinde
“bilgi” düzeyi değişecek ve daha ergonomik yapılar ortaya çıkacaktır. O zaman o
ergonomik yapıların gelişmesini sağlayacak şekilde, parçalarına ayrılan öğeler,
bu yeni sistemdeki yapıya akacak, kötü yapılanma terk edilecektir.
Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, bilgi oluşturma
potansiyeline paralel olarak evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür.
Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel
sistemin başlangıç noktasıdırlar.
Böylelikle 2. Soru da yanıtlanmış olmakta ve doğadaki oluşum ve gelişimlerin en tabandaki
kuantsal sistem tarafından yönlendirildiği anlaşılmaktadır.
Bölüm 3/13 : Evren Big-banglı bir patlamayla mı, yoksa “bilgiye dayalı”
bilinçli bir sistemle mi oluştu?
1.5.
Üçüncü
Soru şöyleydi: Yönlendirme işlemi nasıl oluyor? Yani bir öğenin nasıl
davranacağı nasıl belirleniyor?
Yaratıcılık ve yönlendiricilik
enerjisi, varlıkların içsel bileşenlerinde midir; yoksa dışlarındaki harici bir
sistemde midir?
Aslında bu soru şöyle olmalıydı: Evren Big-banglı bir patlamayla
mı, yoksa “bilgiye dayalı” bilinçli bir sistemle mi oluştu?
Zaman kavramını ebedi bir yaratıcı sistemin ömrüne endeksli ve
onun verdiği tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak kabul eden statik sistem
fizikçileri, 1964de Penzias ve Wilson tarafından 3° Kelvin radyasyonu (Cosmik Microwave Background = CMB radiaton =
Sema-ardı-ışınlaması) olarak bilinen bir radyasyon türünün keşfine (ve de
Hubble’nin kızıla kayma teorisine) dayanarak oluşturulan Big-Bang teorisini
ortaya atmışlardır. (Hubble’in kızıla kayma teorisinin yanlışlığı konusunda
bakınız: Big-Bang var mı, yok mu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2012/10/bigbang-var-m-yok-mu.html )
Ve o tarihten beri Bizlere evrenin başlangıcında her şeyin bir
toplu-iğne başı (veya bir fındık) kadar küçük bir hacimde sıkışmış halde
bulunan evrensel sistemin, büyük bir patlamayla aniden genleştiğini ve o ani
genleşme sonucu da aniden soğuyarak Penzias ve Wilson’un buldukları
CMB-radyasyonunun oluştuğunu; böylelikle de büyük bir patlamayla (Big-Bang)
evrenimizin doğduğu öğretilmektedir.
Fizikçiler burada iki büyük hata yapmaktalar:
Birincisi, zaman kavramını tamamen yanlış yorumluyorlar; ikincisi ise,
varlıkları bilgisiz-bilinçsiz öğeler, parçacıklar olarak düşünüyorlar. Önceki
iki bölümde ise, durumun tam tersi olduğu bilimsel verilerle gösterilmişti.
Böylesine en temel iki noktada yanlış bakış açılarıyla doğaya
bakan insanların, doğadaki sistemi doğru yorumlamaları beklenir mi?
Şimdi bu yeni bilimsel görüşler ışığında, evrenimizin nasıl
“doğduğu” konusuna bakalım.
Jeolojik ve
astrofiziksel verilere göre tasarlanan zaman olgusu, yukarıda özetlendiği
gibidir ve evrenimizin başlangıcında her şeyin enerjiye dönüşmüş şekilde
olduğunu göstermektedir. Madde dediğimiz varlıklar moleküllerden oluşurlar.
Moleküller ise, bir atom-çekirdeği ve onu diğer atom-çekirdekleriyle bağlayan
elektron halelerinden oluşurlar. Yani moleküller farklı atom çekirdeği ile
paylaşılan elektronlarla birbirlerine bağlanırlar. Doğadaki maddeler (moleküller),
atom-altı ünitelere dönüştürüldüğünde, (evrenin başlangıcında), evrenimizin
büyüklüğünde çok büyük bir büzüşme yaşanmış olması zorunludur. Çünkü:
Moleküller,
atomların çevresindeki elektronların ortak kullanılmaları prensibiyle
oluşurlar. Yani elektronlar olmazsa,
moleküller oluşturulamazlar. Moleküller parçalanıp, atomlar tek olarak izole
edildiğinde, atom-çekirdekleri ortaya çıkar. Elektron halesinden yoksun bir
çekirdeğin boyutu 1-2 femtometredir. 1 femtometre, milimetrenin trilyonda biri
kadardır (10-15 m). Halbuki çevrelerinde elektron halesi olan atomlar (yani
molekül yapıcılar) 100.000 femtometre’den büyüktürler. Bu farkı anlamanız için
şunu tasarlayın: Bir atomun çekirdeği İstanbul’da Kız-Kulesinin tepesindeki bir
portakal ise, onun elektronları, Büyükada’daki bir toplu-iğne ucu boyutundadır.
Moleküller, çekirdeklerin bu kadar uzakta olacak şekilde birleşmelerinden
oluşurlar. Bu nedenle bizlerin (su, taş, toprak) olarak gördüğümüz maddeler,
sabun-köpüğü gibi boşluksu şeylerdir. Köpüksü yapılı-dokulu varlıklar ile
atom-çekirdeği gibi yoğun dokulu varlıklar arasında çok temel bir fark vardır,
o da hareketlilik faktörüdür. Köpüksü
dokulu maddeler, örneğin bir mermi saniyede yüzlerce metre, bir uzay uydusu saniyede
bin metre hızla gidebilir. Ama asla ışık hızıyla 300.000.km/sn gidemez. Ama
atom çekirdekleri ışık hızında ilerleyebilirler. Yani radyasyon oluştururlar.
Bu nedenle, bizlerin aşina olduğumuz moleküller-şeklindeki alemden, atomlar
şeklindeki aleme geçince, varlıkların hareketlilik yetenekleri, enerji
potansiyelleri anormal artmış olur.
Bu
küçülmenin evrenin tüm atomlarında (10 üzeri 80) meydana geldiğini
düşündüğünüzde, küçülmenin ne kadar devasa olduğunu tasarlayabilirsiniz! Bu
nedenle, evrenin başlangıcında, tüm maddeler atom-altı-öğelere (enerjiye)
dönüştürüldüğünde, evrenimizin çok yoğun bir plazma durumunda olması
gerekmektedir.
Bu durum
fizikçiler tarafından da öngörülmüş ve evrenimizin çok yoğun bir plazma
şeklindeki ilksel durumundan, bir patlamayla genleşmeye başladığı (Gamov 1948,
Penzias & Wilson 1965, vb.) öne sürülmüştür.
Şimdi
bir nokta koyup, zaman kavramının bilgi oluşumuyla bağlantılı olarak
gerçekleşen değişim-dönüşümler olduğunu bilmeyen fizikçilerin, böyle bir
genleşmeyi nasıl açıklayacaklarını tasarlayın: Büyük bir patlama oldu ve evren
genleşmeye başladı ve soğudu; bu soğumanın sonucu da 3 derece Kelvin radyasyonu
(Cosmic Microwave Backgrond = CMB, Penzias & Wilson 1965) olarak günümüzde
bile hala evrende mevcut!
Şimdi
olayı bir de “bilgi” faktörünü dikkate alarak, varlıkların karşılıklı
etkileşimlerle daha rahat bir duruma ulaşma çabaları sonucu geçekleşen “zaman”
görüşüne göre yorumlarsanız, nasıl bir değerlendirme ortaya çıkar?
Maddeler
(moleküller) dünyası ile atom dünyası (atom-çekirdeği) arasında çok büyük bir fark
vardır. Moleküllerin boyutları nano-metre ölçekli (10-9 m) iken, nükleon
(çekirdek) boyutu femto-metre (10-15 m) ölçeklidir. Bir milyon katlık bir fark
söz konusudur. İşte evrenin genişlemesi atomlar aleminden moleküller alemine
geçişin bir sonucu olarak başlar. Yukarıda vurgulandığı üzere, atomlardan
moleküllere geçişte milyon katlık bir hacim artışı olur. Evrendeki on üzeri 80
kadar atomun da aynı anda moleküllere
dönüştüğünü dikkate alırsanız, genişlemenin boyutunu tasarlayabilirsiniz.
Günümüzde
evrenin Big-Bang adı verilen büyük patlamayla başladığı ve hemen ardından çok
büyük ve ani bir genişlemeye (inflation) uğradığı ve halen de genişlemeye devam
ettiği görüşü egemendir. Evrenin hala genişlediği görüşüne, galaksilerden gelen
radyasyonlarda “doppler-olayına bağlı kızıla kayma” adı verilen bir görüş neden
olmuştur. Ancak “kızıla kayma” durumunun, galaksilerin yaşı ile ilgili olduğu (Halton
Arp, 1998) tarafından gösterilmiştir. Dolayısıyla, evrenin hala genleştiği
görüşü doğru değildir. Ani bir genleşme atom-altı-öğelerden atomlara geçişte
gerçekleşmiştir, ama ondan sonra sürmesi ve evrenin sürekli genleştiği
görüşünün kabulü için hiçbir neden yoktur. Bak: Big-Bang var mı, yok mu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2012/10/bigbang-var-m-yok-mu.html
Evrensel
sistemin başlangıcındaki bu yoğunlaşmış plazma durumu, çok hareketli, sürekli
bir salınım ve titreşim içindeki atom altı enerji paketlerinden oluşur. Bu
plazma içinde zilyonlarca kuantum öğesini düşünün. Çok devingensiniz,
sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevrenizdeki zilyonlarca diğer kuant öğesi
ile karşılıklı etkileşiyorsunuz; sürekli bir akım-akışkanlık içindesiniz; vs. Ne
yapmalısınız ki, daha rahat bir duruma kavuşasınız?
Bunun
cevabına ulaşmak için, insanların davranışına bakalım: İnsanlar tek başlarına
yaşasalardı, her şeyi, her işi tek başlarına yapmak zorunda olurlardı ve
kafalarını kaşıyacak zamanları olmazdı. Ama ortaklıklar oluşturup, iş-bölümü
yaparak ve ürünlerini takas ederek, daha rahat bir yaşam düzeyine
ulaşmışlardır. Buna rahatlama dürtüsü denir ve doğadaki tüm varlıklarda
mevcuttur.
Fizik
bilimi verilerine bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak, çok
devingen kuantum-aleminden, daha az hareketli üst-sistemlere geçtikleri
görülür.
Enerji
akışının yönü, kuvvet denilen varlıkları hareket ettirici faktörü belirler. Yani,
kuvvet enerjinin bir yerden diğerine akışıyla oluşur. Bilgi ise, enerji-akış yönünü
tayin edici trafik levhaları işlevini görür.
Güçlü-etkileşim, maddelerin özünü - çekirdeğini oluşturan öğelerin
yerleşme-yönlenmelerini tayin eden trafik işaretleri sistemidir.
Bu temel
prensiple işlemlere başlanır ve önce maddelerin özü olan proton (2-up(u) ve
1-down(d) kuarktan oluşan hidrojen çekirdeği) oluşturulur. (Nötron ise 2-d ve
1u-kuarktan oluşur.) Evrenimizde bu nedenle en çok bulunan element hidrojendir
ve %73lük bir orana sahiptir.
Sonra
rahatlamanın ikinci adımı atılır ve elektro-manyetik etkileşim bilgileri
devreye sokulur:
Elektro-manyetik etkileşim, madde-özlerinden oluşan
atom-çekirdeklerini birbirleriyle ilişkiye sokan trafik işaretleri sistemidir.
Bu temel
prensiple farklı atom çekirdekleri birbirleriyle ilişkilendirilerek, daha büyük
boyutlu moleküller alemine geçiş yapılır.
Yukarıda açıklanan bilgi oluşumuna bağlı zaman kavramı oluşumu
ise, doğa-bilimsel verilere dayanmaktadır. Bu görüşün sonucu olarak öngörülen
evren genişlemesi (inflation) ise, tamamen fiziksel bilgilere uygundur.
Geleneksel fizikçiler şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi”
diye bir parametre kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki
bir sistemde kabul etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının
bilinç-altlarına yerleşmiş en büyük şartlanmışlıktır.
Çekül gibi cansız
kabul edilen bir varlığın davranışını tasarlayın. Çekül, Hindistan gibi büyük
bir ülkenin güney ucunda iken, dikeydir; yani kutup-yıldızı ile dikey-düzlem
arasındaki açı coğrafik enleme (5 derece kuzey) uygun olarak 95 dereceye
yakındır. Himalaya dağının eteğindeki Yeni
Delhi’ye (28.5 derece kuzey)
varıldığında, çekülün artık yeryuvarı merkezini tam göstermediği ve
Himalaya dağına doğru saptığı gözlenir.
Bu sapmanın ne
kadar olduğu araştırıldığında, çekülün çok hassas şekilde,
•
Himalaya
dağı sisteminin kütlesinin ne kadar olduğunu;
•
Bu
yüksek dağ sisteminin ağırlık merkezinin nerede olduğunu;
•
Bu
ağırlık merkezinin kendisine ne kadar uzakta olduğunu (milimi-milimine);
•
Kendi
ağırlığının ne kadar olduğunu,
en hassas şekilde
ölçüp-saptamış olması ve m1 x m2/ r2 formülüne göre hesaplanan değer kadar dağa
doğru sapmış olması gerektiği görülür. Çünkü bu formül hem gravite (yerçekimi),
hem elektro-manyetik etkileşimler gibi, makro-alem dediğimiz molekül ve daha
büyük üst-sistemlerde geçerli bir doğa yasasını temsil etmektedir. Çekülün de
bu doğa yasasına uygun bir bilince göre davranmış olması gerektiği
düşünülmektedir.
Peki olay acaba gerçekten böyle mi oluyor?
Fizikçiler varlıkların temel bileşenlerinin
(atom-altı-öğelerinin) iki farklı davranışlı grup içinde olduklarını
gözlemlemişlerdir: Birinci gruba FERMİYON adı, ikinci gruba BOSON (bozon) adı
verilmiştir. Fermiyonlar kütle sahibi, yani madde oluşturuculardır; aynı anda
aynı yerde bulunamazlar, bu nedenle üst-üste gelip-çakışamazlar ve hep farklı
yerler işgal etmek zorundadırlar.
Bozonlar ise, fermiyonlara nasıl davranacakları bilgi bilgisini
veren kuvvet-aktarıcılardır, kuvvet-alanı oluşturuculardır, üst-üste gelip,
güçlerini, şiddetlerini artırabilirler.
Çekül içindeki moleküllerin atomları çevreden gelen
sinyallere göre sürekli olarak spin, salınım-düzlemi vs. gibi özelliklerini
değiştirirler. Yüksek bir dağa yaklaştıkça, dağdan gelen sinyallerin şiddeti
artar, çekülün atomları bu artışa uyacak şekilde salınım-düzlemi, salınım-yönü,
vs. gibi özelliklerini sinyal şiddetine göre ayarlarlar ve buna uygun olarak,
çekül dağ tarafına doğru kayar. Sinyaller fizikçilerin “boson“olarak
tanımladıkları kuvvet aktarıcıları olan bilgi faktörüdür. Çekülün davranışı
ise, moleküllerin çekirdek- ve elektronları arası bağlantılarda gerçekleşen
ayarlama olaylarıdır ve “bilinç” olarak tanımlanabilinir. Aynen bir insanın
duyu organlarıyla çevresinden algıladıkları sinyallere göre, beynindeki
sinir-hücreleri arasındaki bağlantılarda ayarlar-düzenlemeler yaparak
davranışını belirlemesi gibi bir olay söz konudur.
Şimdi cevap verin: Çeküldeki bu bilinç nasıl ortaya
çıktı?
•
Çekülün
dışındaki bir varlık mı çeküle bu bilinci verdi?
• Yoksa
çekülün içindeki atomlar ve moleküller mi bu bilinci oluşturdu?
Jeolojik ve astrofiziksel verilere
göre ortaya çıkan zaman olgusu 4 değişik konuda çok önemli sonuçlar ortaya
koymaktadır:
•
1- Evrenimizin başlangıçta sadece
atom-altı-öğelerden oluşan yoğun bir plazma olduğu;
•
2-atom ve molekül oluşumuna geçişle
çok büyük bir genleşmeye maruz kalıp, soğuması sonucu 3º K radyasyonu (Cosmic
Microwave Background) yaydığı;
•
3- Her şeyin BİLGİ ile oluşturulduğu;
•
4- BİLGİ düzeyinin ZAMAN içinde
geliştiği, doğa ve dünyamızın evrimsel bir gelişme içinde olduğu; (Yani doğada
fizikçilerin dedikleri şekilde düzensizliğe-kaosa doğru bir gidişat değil,
düzenli sistemler oluşumuna doğru bir gidişat olduğu)
kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Böylelikle 3. Soru da yanıtlanmış
olmakta ve BİLGİ denilen bir faktörün doğadaki tüm oluşumlarda yönlendirici
faktör olduğu görülmektedir. Bilginin doğadaki tüm oluşumlarda yer aldığı ve en
önemli temel faktör olduğu devam bölümünde gösterilecektir.
Bölüm 4/13 : Bilgi sistemli oluşumlarda, çok önemli
bilgiler, sabit değerler olarak kayıt
edilirler.
Doğa bilgiye göre işletilmeseydi pi,vs. gibi sabit katsayılar olmazdı
Zamanın oluşum
aşamaları, evrensel sistemimiz başlangıcında her şeyin parçalarına ayrılmış ve
enerjiye dönüşmüş olduğunu göstermektedir. Bu enerji öğeleri incelendiğinde,
onların hareketli öğeler olduğu
görülmektedir.
Bu hareketliğin nasıl olduğu araştırıldığında ise, onların bir salınım-hareketi
içinde olduğu fark edilir. Salınım hareketleri, belli bir süreçte tekrarlanan
artış-eksiliş (pozitif-negatif) değer ardalanmalarından oluşurlar.
Yani atom-altı-öğelerden
oluşan kuantlar alemi çok kısa ömürlü ve çok hareketli varlıklardır; doğum-ölüm
döngülüdürler. Onların yaşam periyotları (p)
çok kısa olduğundan, atomlar, moleküller, hücreler, bedenler gibi üst-sistemler
içinde bir araya gelerek, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli varlıklar
oluştururlar.
Bu nedenle
doğadaki tüm oluşumlarda bir periyodik gelişim görülür ve (p) dediğimiz, yaklaşık 3.14 ile gösterilen sabit
bir katsayı mevcuttur.
Çember dediğimiz
geometrik yapı da, 360 derecelik bir döngü ile oluştuğundan, onun çevresinin
hesaplanmasında da (p)
sayısı devreye girer.
Pi (p)
sabitine benzer, başka bir sabit değer ise pek aşina olmadığımız “fine-structure-constant
= İnce yapı sabiti” olarak tanımlanan yaklaşık 1/137 değerli bir sabit değerdir.
Peki neden 1/137?
Fine-structure-sabiti,
Sommerfeld tarafından 1916 ortaya atılan bir değerdir ve elektronların
çevreleriyle etkileşim sağladıkları foton alış-verişleri için gerekli
elektromanyetik güç değişim miktarını belirtir.
Bir çok
elektro-manyetik alanda görülür.
Örn.:
·
En
temel element olan hidrojen atomunun çekirdek merkeziyle, çevresindeki elektron
arasındaki mesafeye Bohr-radius = Bohr-yarı-çapı denir ve değeri
5.29177×10−11 m olarak saptanmıştır. Elektronun yarı çap
değeri ise 2.81794x10-15 m olarak hesaplanmıştır. Bu iki
değerin oranlarının kare-kökü 1/137 dir.
·
Elektronlar fotonla alışverişlerini
gerçekleştirirler. Bir elektronun bir foton gönderecek derecede enerji depolama
eşiği 1/137 dir.
·
Pozitif
yüklü çekirdek ile ondan çok uzak bir mesafede durmaya mecbur olan negatif
yüklü elektronlar arasında ise elektro-manyetik etkileşim kuvveti vardır ve
foton denilen etkileşim faktörüyle ilişkilerini düzenlerler. Bu
elektromanyetik etkileşim, güçlü etkileşimin 1/137 si kadardır.
·
Bu
1/137 katsayısı evrensel bir değer olup, fine-structure-constant =
hassas-etkileşim sabiti (katsayısı) olarak bilinir. Elektronların çekirdeğe
yakınlaşmayıp, belli bir uzaklıkta bulunmaları da aynı faktörle
(137nin karesi) ilgilidir.
·
En
temel enerji-alış-veriş öğesi olan Planck öğesinin, temel yük
(elementary charge) denilen proton yüküne oranının karekökü de 1/137dir.
·
Hartree-enerjisi
olarak tanımlanan Hidrojen atomunun potansiyel enerji yükü 27.2 eV; normal
durumdaki elektronun enerjisi ise 511 keV’dur. Bu iki değerin oranının
kare kökü de 1/137’dir.
Çok kısa ömürlü
ve çok hareketli kuantsal öğelerden oluşan kuantsal enerji alemini 138 birimli
bir temel sistem olarak düşünürsek, bu 138 birimin yaklaşık 137 birimi “strong-force =
güçlü-kuvvet” adı verilen bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir. Doğadaki
enerjinin sadece 1 birimlik kısmı elektro-manyetik kuvvete tahsis edilmiştir.
(Zayıf-etkileşim, bu iki kuvvet türünün milyonda biri mertebesinde olduğundan
dikkate alınmaz. Gravite kuvveti ise trilyonlarca kat daha küçüktür.)
Yani doğayı
etkileyen-yönlendiren kuvvet sistemlerinin oranı 1/137 olmaktadır.
137 kat etkili
olan ve “güçlü-etkileşim” olarak tanımlanan kuvvet, atomlarımızın
çekirdeklerindeki proton ve nötronları bir arada tutan kuvvettir ve glüon adlı
bir çekim gücüyle çalışır. Yani doğal sistem, en büyük enerji yatırımını,
proton-nötrondan oluşan atom-çekirdeklerine yapmıştır. Bunun 137de biri kadar olan küçük bir diğer,
elektromanyetik kuvvettir ve bizlerin en çok kullandığı kuvvet türüne denk
gelmektedir. Elektro-manyetik etkileşimler foton denilen sinyallerle yapılır. Gluon etkileşimi,
foton etkileşimine göre 137 kat daha fazla olduğundan, aynı yüklü olan
protonların birbirlerini itme kuvveti olan elektromanyetik kuvvete (foton
etkileşimine) baskın çıkarlar ve çekirdek içinde tüm protonları (ve nötronları
sıkı bir şekilde bir arada tutarlar.
1/137 sabit ve
evrensel ölçekte geçerli bir etkileşim
katsayısıdır. Fine-structure-constant olarak bilinir. Elektronlar bu
etkileşim faktörü nedeniyle çekirdeğin 1/137’nin karesi kadar bir uzaklıkta yer
alırlar ve asla çekirdekteki protona yaklaşmazlar.
Yani bu sabit
değer evrendeki tüm elektro-manyetik olaylarda etkili bir sabit değerdir.
Astrofizikçi Fred Hoyle ve diğerleri,
1950’lerde,
·
yıldızlar
içindeki reaksiyonlarda da bu sabit değerin dikkate alınarak reaksiyonlara
girdiklerini;
·
bu
değerden büyük veya küçük değerler söz konusu olduğunda karbon, oksijen, vs
gibi atomların oluşamayacaklarını;
·
dolayısıyla
böyle bir sabit değer olmasa, yaşadığımız doğal sistem hayatının mümkün
olamayacağını hesaplamışlardır (Nath 2015).
Son olarak, bu
sabit-değeri ilk defa ortaya atan Alman Fizikçi Sommerfeld’i, yaşlandığında
yatırıldığı ve öldüğü hastanede ziyaret eden fizikçi arkadaşına bu konuyla
ilgili şöyle bir imada bulunduğu bilinir:
“Yattığım odanın
kapı numarası dikkatinizi çekti mi?” (Oda numarası 137 imiş).
2.
Bilgi
bir “ eigenvalue = öz-değer” faktörüdür, asla yok olmaz, tüm oluşumlarda etkili
ve yönlendiricidir
Bölüm 5/13 : İnsanlığın kültürel gelişim tarihi
2.5 milyon
yıllık bir geçmişi olan insanlık neden sadece son 4-5 bin yıldır hızlı bir
ilerleme-gelişme içinde?
1970’li
yılların başlarında KTÜ-Trabzon’da birlikte olduğumuz, sonra ise Chicago
Üniversitesinde (USA) akışkanlar mekaniği profesörü olarak çalışmalarına devam
eden bir arkadaşım, 1-2 ay önce, şöyle bir soru sormuştu:
“Antropolojik çalışmalardan, insanoğlunun bu gezegende yaklaşık 3
milyon gibi bir sure boyunca varlığını sürdürdüğünü öğreniyoruz. Ancak,
insanoğlunun bu gezegende son 5 bin yıldan bu yana özellikle yazıyı da bularak
bu süre içinde bilinçli olarak varlığını sürdürerek bu günlere ulaştığını
biliyoruz. İnsanoğlu nasıl oldu da sadece son 5 bin yıllık kısa bir süre
boyunca bugünkü medeniyet düzeyine erişebildi? Bu korkunç büyüklükteki
gecikmenin nedenleri nelerdir?”
Matematik,
arkadaşımın uygulama alanının tam içinde olduğundan, cevabı onun anlayacağı
şekilde matematiksel terimlerle vermiştim. Ama şimdi bu konuyu herkesin
anlayacağı bir şekle dönüştürerek, “BİLGİ” konusunu ele alalım.
Sert-taşlardan küçük yongalar koparak bunlar
kesici aletler olarak kullanmaya başlayan İnsan cinsi yaklaşık 2.5 milyon yıl
önceleri ortaya çıkmıştır.
İnsan
cinsinin ne zaman neleri yapabilecek bir yeteneğe sahip olduğunu anlamak için
paleontolojik, antropolojik ve arkeolojik verileri bir zaman çizelgesine
yerleştirmek gerekir.
Şekil
1: İnsanlığın kültürel gelişim
bilgileri artışı
İlk 2
milyon 450 bin yıllık süreçte, sadece 3 yenilik
1-
yaklaşık 2.5 milyon yıl önce kesici taş yapma,
2-yaklaşık
500 bin yıl önceleri ateş yakma,
3-yaklaşık
300 bin yıl önceleri ölülerini gömmesini ancak öğrenebilmişlerdir.
Ama son
50 bin yıl içinde:
yaklaşık
45 bin yıl önceleri mağara duvarlarına resim yapma,
30-35
bin yıl önceleri mızrak yapma,
20-27
bin yılları arasında, önce iğne, sonra hayvan derilerinden giysiler ve çadır
yapma,
8-12 bin
yılları arasında, balçıktan-tuğladan evler yapma, tarım-ve-hayvancılık
bilgileri oluşturmasını öğrenerek, toplumsal yaşama geçmiştir.
Yaklaşık
5 bin yıl önce yazıyı keşfedip, bilgilerin daha sağlıklı şekilde aktarılmasını
sağlayan insan, cam eşyalar, madeni eşyalar, motorlar, radyo, TV, vs. şeklinde
sürekli yeni ürünler ortaya koyarak, bir bilgi-patlaması içinde ilerlemektedir.
Evet
insanın gelişim süreci, insanlığın patlamalı, yani üstel = eksponansiyel bir
bilgi oluşturma süreci içinde olduğunu gösteriyor.
Bölüm
6/13 : Neden Bilgi dünyada ve evrende
üstel gelişmektedir?
2.1. Dünya genelinde canlıların gelişimi:
Şimdi tüm
hayat sistemleri genelinde, yani hücresel tabanlı olan hayat sisteminin
gelişiminin nasıl olduğuna bakalım.
Şekil 2: Hücreler
alemi gelişiminde bilgi artışına göre oluşturulan yeni üst-sitemler.
Yaklaşık
550 milyon yıl önceleri patlamalı şekilde bir gelişimin başlangıcını oluşturur.
Jeolojide “Kambriyen patlaması” adı verilen bu evrimsel patlama gelişimi,
mercanlar, eklembacaklılar, midyeler, salyangozlar, derisi-dikenliler, balıklar
gibi birçok hayvan türü denizlerdeki yaşamı çeşitlendirirler.
Yaklaşık
450 milyon yıl önceleri, denizlerde başlayan hayat sistemi, karasal ortamlara
da geçiş oluşturur. Liken türü bitkilerle karaya geçişi, amfibiya grubu
omurgalılar, böcekler vs. takip eder. Ve daha sonra, kömür yapıcı =karbonifer
adı verilmesine neden olan devasa boyutlu bitkiler karalarda yayılır. Bitkiler
aleminin karalarda gelişmesiyle birlikte sürüngenler yaygınlaşır ve dinozorlar
alemine geçiş başlar.
Patlamalı
şekilde gelişen canlılar alemi, 65 milyon yıl önceleri dünyaya düşen büyük bir
göktaşının oluşturduğu iklimsel felaket nedeniyle büyük bir “yok-oluş” evresi
geçirir, ama patlamalı gelişme devam eder ve memeli hayvanların egemen olduğu
günümüz dünyası oluşur.
Görüldüğü
üzere, dünyamızdaki hayat sisteminin gelişimi de üstel = eksponansiyel şekilde
gerçekleşmektedir. Yani farklı beden türleri oluşturan hücreler alemi de bilgi
artışına dayalı bir patlamalı gelişimi içindedirler.
2.2. Evrensel ölçekte Bilgi artışı
Neden Bilgi dünyada ve evrende üstel gelişmektedir?
Enerji
akışı doğadaki tüm oluşumları yönlendiren temel faktördür. Astrofizikçi
Chaisson (2010), evren genelinde enerji akışı yoğunluğunun galaksilerden
gezegenlere doğru zaman içinde ilerleyen bir sistemde değiştiğini göstermiştir.
Chaisson
basitten karmaşık yapılara doğru gelişimlerin, enerji akışı yoğunluğunun
artırılmasına bağlı olarak geliştiğini ortaya koyar. Enerji-akış-yoğunluğu, bir
saniye içinde bir gramlık kütleden akan-geçen enerji miktarı olarak tanımlanır
(erg/s/g).
Enerji
akışı yoğunluğu, galaksilerde saniyede 1 erg civarındayken, yıldızlarda
3-4 erg, gezegenlerde 70-80 erg, bitkiler-aleminde 700-800 erg, hayvanlarda
yaklaşık 10 bin erg, beyinlerimizde yaklaşık 100 bin erg, toplum hayatında 500
bin erg civarındadır. Şekilde görüldüğü üzere, bu farklı varlıkların ortaya
çıkış zamanları, enerji-akış-yoğunluğunun zaman içinde artırıldığını
gösterir.
2 – 3
asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için
onlarca at-arabası ve haftalarca zaman gerekirdi. Halbuki günümüzde bu işi bir
kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. Zaman içinde moleküller-maddeler, öyle bir
kombinasyona sokuldular ki, o yeni kombinasyonlarla, enerji daha etkili şekilde
kullanılır oldu.
Bu ise
“bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir. 300 yıl önce de dünyamızda
atomlar ve moleküller vardı, şimdi de var. Tek değişen şey ise, o moleküllerin
at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında birleştirilmeleridir. Bu sayede
insanlar daha kısa zamanda daha büyük işler yapabilmektedirler.
Şekil
3: Chaisson diyagramı evrensel ölçekte
bilgi artışı olduğunu gösterir.
Bilgi enerjinin
nerden nereye akacağını gösteren trafik işareti görevini görür.
Kuvvet
dediğimiz varlıkların hareket etmelerini sağlayan itici güç, enerjinin bir
yerden bir başka yere akmasıyla oluşur. Bu şekilde maddeler birbirlerine
yaklaştırılır veya uzaklaştırılır.
Yaklaştırılan
öğelerin birbirleriyle birleşip, yeni bir üst-sistem veya ortaklık
oluşturulması için de, öğelerin yaydıkları etkileşim-sinyalleri arasında
rezonans oluşturulur ve öğeler birbirleriyle birleşirler.
İş
yapılması enerji ile olduğundan, daha kısa zamanda daha büyük işler yapılması,
enerjinin yoğun ve uyumlu bir şekilde kullanılmasını gerektirir ki, buna enerji
akışı yoğunluğu (Chaisson, 2010) denir.
Gerek
insanların kültürel gelişim aşamaları, gerek canlılar aleminin yeryuvarındaki
gelişimleri, gerekse Chaisson-diyagramı
“bilgi” oluşumunun üstel (eksponansiyel) olarak geliştiğini göstermektedir.
Chaisson
diyagramı üç konuda çok önemli bilgi vermektedir:
Birincisi,
fizikçilerin “evrensel sistemin sonu kaosa = düzensizliğe doğru gidecektir”
şeklindeki öngörülerinin tamamen yanlış olduğu;
İkincisi,
“bilgi” faktörünün evrensel sistemde de geçerli olduğu;
Üçüncüsü
ise, dünyamızdaki hayat sisteminin enerji kaynağı Güneş’in, daha önceleri
doğup-ölmüş bir çok yıldız nesillerinden sonra, 5 milyar yıl önce türemiş ve
yaklaşık bir 5 milyar yıl daha ömrü olan bir son ürün olduğu konusudur. Yani
güneş sistemimiz de bir evrimleşme geçirmiştir.
Bölüm
7/13 :
2.3. Bilginin Üstel Oluşumunun Anlamı ve
Sonuçları
Her şey
alt-sistemlerin üst-sistemler içinde birleşmeleri şeklinde gerçekleşiyor. En
alt sistem kuantum-alemidir; nitekim “quantum” terimi, doğadaki en temel
etkileşim öğesinin tarifidir. Her şey onlarla başlar ve onlar tarafından
yönlendirilir. Kuantsal öğelerle yapılan deneyler, onların bilinçli
davrandıklarını göstermektedir. Zaten bilincin üstelliği
= eksponansiyelliği (yani zaman içinde sürekli
artması) bilinç oluşturma yeteneğinin kuantsal alemden kaynaklanmasını
gerektirir.
Şekil
5: Bilgi üstel gelişim gösteren bir
"özdeğer = eigenvalue" faktörüdür. Moleküller oluştu, tekrar bilgilen
ve örgütlen; hücreler oluştu, bilgilen ve tekrar örgütlen, vs.
Şöyle
ki:
Bir şey
üstel (eksponansiyel) şekilde gelişiyorsa, onu sürekli olarak iten-dürten bir
faktör olması gerekir. Bilinç üstel geliştiğine göre, “bilinçli ol” şeklinde
bir dürtü, doğadaki tüm oluşumların temelinde bulunması gereken bir faktördür.
Yani en
temeldeki kuantsal canlılar rastgele değil, bilgi ve bilinçli şekilde
davranıp-hareket etmektedirler.
Özetleyecek
olursak: kuantsal canlıların maddeleri oluşturması, yani doğa ve dünyamızın
oluşumu, rastgele değil, belli kurallara ve bilgiye dayanmaktadır.
Önceki
bölümlerde gösterildiği üzere, kuantsal canlılar sabit bir enerji sistemi
değil, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan ve saniyenin milyarlarca biri gibi
kısa sürelerde oluşup, tekrar başka bir kuantsal enerji düzeyine dönüşen, çok
aktif öğelerden oluşmakta ve birbirleriyle etkileşerek evrensel ölçekte enerji
dengelenmesi yapabilmektedirler.
Bilgi
oluşumunun üstel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu
bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir “eigenvalue = öz-değer”
faktörünün bulunmasını zorunlu kılar. Öz-değer’ler sistemler arası geçişlerde
hep korunurlar ve varlıklarını sürdürürler.
Doğa
alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru ilerleyen dinamik bir sistemde
gelişmektedir. Bu gelişmeler ise, information & self-organisation olarak
özetlenen dinamik-sistemler fiziği ilkelerine göre olmaktadır. Dinamik
sistemler fiziğindeki “Bilgi faktörü”
bir eigenfunction’dur, yani y=eᶺx gibi bir eksponansiyel şekildedir.
Bilgi,
enerjinin nerden nereye akacağını gösteren trafik işaretleri görevini görür. Bu
nedenle varlıkların yapıları anizotropik
özelliklidir;
bir
taraf eksi, bir taraf artı; bir taraf soğuk, bir taraf sıcak, vs.
Bu
anizotropi, genetik kodlamada da vardır:
genlerin
bir tarafı N-terminali, diğer tarafı C-terminali özelliği gösterir. İşlemler N-den
başlanarak yapılır.
Sperminin
yumurtaya giriş noktası bile anizotropi özelliği sayesinde belirlenir:
Spermler, yumurta üzerindeki “Spemann-organizer” adı verilen çok özel bir
noktanın tam karşısındaki bir noktadan giriş yapmak zorundadırlar.
Yani, “bilgi”
faktörünün her sistemde özel bir “eigenvalue” değeri (özdeğer) vardır. Doğada
hiçbir şey rastgele, gelişi-güzel davranamaz.
Bilgi
oluşumunun üstel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu
bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir faktörün (“öz-değerin =
eigenvalue”) bulunmasını zorunlu kılar. Bu nedenle bilgi bir yaşam dürtüsüdür.
Tüm varlıklarda fiziko-kimyasal yapılarındaki bilgiyi aktarma dürtüsü vardır. Yani "Bilgilen ve yeniden örgütlen" dürtüsü, yaşam kuvvetidir.
Bölüm
8/13 :
2.4. Hücrelerin BİLGİ faktörüne verdikleri
önem
İnsanlar neden
tüm diğer canlılardan farklıdır?
Yaklaşık
2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın
önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren
bir canlıyı temsil etmektedir.
İnsanın
diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın
genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin
oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları
günümüzde deşifre edilmiştir. Dolayısıyla insanın diğer canlılar farkı genetik
kodlamalarda mevcuttur.
"Yaklaşık
2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini
en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir
canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer
bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere
uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel
öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm
seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.)
değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır.
Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları
yapar ve en olası faktöre göre davranır.
Bu temel
bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve
yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısına gittiklerini anlamak kolaylaşır.
Şimdi bunu görelim.
İnsanın
diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın
genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin
oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları
günümüzde deşifre edilmiş ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya
konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir
şekilde genetik kodlamalara yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik
bilgiler içerdiği, günümüz gen teknolojisi ile ortaya konulabilmelidir.
Bu
düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006)
insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek,
fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan
genomundaki hangi kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde
ayrıldığını araştırmışlardır.
Araştırma
sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en
önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren
bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated
Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır.
Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi)
duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini
kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği
sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.
Bu durum
insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik
nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve
yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak
bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde
bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır.
Bu
konuda Pollard ve diğ., 2006 yaptığı araştırmada HAR1 (Human Accelerated Region
1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) adlı bölgenin özellikle beyindeki
hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen
“reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya konmuştur. Reelin
ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada etkili olan bir proteindir.
Yani
insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir
beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Bunun
sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya
çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme
yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat
etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.
Dünyamızda
gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da
bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük
devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir.
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı
gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler
dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya
başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde,
dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını
çekmekteyiz.
İnsanlara,
doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi
veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen
yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor.
Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak
çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk
yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum hayatına başlıyor.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle
oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek
olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını
imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin
oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı
doğup-gelişmiş olur. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete
(devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere
uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Halbuki
doğa dinamik sistemlidir ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her
şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep
tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık
içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise,
sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının
belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir
toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce
belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk
ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme
bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır,
asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur
Günümüz
dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş
ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve
davranma hakkı tanımışsa da, doğada dinamik sistemli bir hayat görüşünün egemen
olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde
anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta,
hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi
başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.
Gelişmiş
ülke halkları, geri kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda
fikir, çözüm üretmek zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da
batacaklardır.”
Ve bu
kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm
insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da
yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir
mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir)
eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu etkileyebilir. Veya
bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman bellediği bir ülkenin en
kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak yüzlerce masum insanın
ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca, sorunlarımıza dar bölgesel
perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız gerekir.
Şimdi şu sorulara yanıt verin:
1- İnsanların diğer canlılardan farklı bir beyne sahip olması
rastgele bir şey midir?
2- Diğer inanç sistemi, Neden her şeyi sorgulayıp
mantıklı-mantıksız sorgulaması yapmamız engellemektedir?
Bölüm
9/13 :
2.5. Hücreler ne kadar bilgili?
Gelenek
ve göreneklerimiz, bizlere, varlıkların bilinçsiz, cansız robotlar olduğunu ve
doğa-üstü bir güç sistemin oluşturduğu DOĞA-YASALARINA birer robot gibi
uyduklarını öğretmektedir. Gelenek ve
görenekler bilinç-altımıza çocukluk evresinde yerleştirilir. Bilinç-altı
sistemi de bizlerin düşünce ce davranışını yönlendiren en önemi faktör
olduğundan, bizler bu görüşe göre davranır ve yaşarız.
Canlılık
veya cansızlık, hareket etme yeteneğine göre tanımlanmıştır. Bu nedenle de
hareket eden her şeyin bir ruhu olduğu inancı, 2-3 asır öncelerine kadar
insanlar tarafından kabul edilmiştir. Bu nedenle ruh ile tanrısallık arasında
ilişki kurulmuş ve gökte hareket eden güneş, ay, gezegenler vs. tanrısal öğeler
olarak kabul edilmişlerdir. Rüzgâr, yağmur, deniz dalgaları, vs. de hareketli
olduklarından, rüzgâr tanrısı, deniz tanrısı gibi ilahi güç tasarımları olarak
kabul görmüşlerdir.
İnsanlar
sadece gözleriyle gördükleri nesnelerde bir hareketlilik, bir canlılık olduğunu
fark edebilirler. Mikroskobik gözleme geçildiğinde, hücrelerin de çok hareketli
oldukları görülür. Hele atomik-mikroskoplar, veya başka türde sub-mikroskobik
deneylerde, atomların da hareketli oldukları görülür.
Atom-çekirdekleri
deneyleri, atomların çekirdeklerini oluşturan proton ve nötronlar arasında
saniyenin trilyonlarda birlik kısa süreçlerde glüon denilen bir enerji
değiş-tokuşu içinde olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla, hareketlilik,
canlılık, en temel atom-altı-öğeler dünyasında da vardır. Ve doğadaki tüm
canlılıkların ve hareketlerin başlangıç noktasını atom-altı-öğeler, yani
kuantum alemi oluşturmaktadır.
Atom-altı-öğeler
sabit varlıklar değil, tam tersine çok hareketli ve çok kısa ömürlü
varlıklardır. Bu en temel canlılık-öğeleri, daha uzun-ömürlü ve daha az
hareketli üst-sistemler oluşturacak şekilde, bilgi oluşturma temeline dayalı
(information & self-organisation) şekilde bir gelişme içindedirler. Zaman
kavramı da bu evrimsel gelişimin gidişat güzergahıdır.
Bu
nedenle ZAMAN kavramını anlayamayan, hayatı anlayamaz, çünkü hayat=ömür’dür;
ömür ise, zamanın sadece ufak bir dilimidir.
Yani ruh
kavramı, dünya genelinde bakıldığında, hareketlik-canlık belirtisi olarak
kullanılmıştır. İnsanlar, hareket etme yeteneği yanında, düşünme, hayal kurma
vs. gibi zihinsel yetenekler açısından, diğer canlılardan farklı olduklarını
gördüklerinden, insan ruhunu, bilinç ile de ilişkili düşünmüşlerdir.
Şimdi
hücrelerin davranışlarını inceleyerek, onların da bilgili ve bilinçli mi
olduklarını görelim.
Tek
başına yaşayan bir hücre için ölüm, sadece kendisini ilgilendirir; ama çok
hücreli bir sistemde tüm diğer hücreleri de ilgilendirir. Bu nedenle insanlar
gibi çok hücreli canlılarda, hücreler arası bir çok karşılıklı etkileşim kuralı
oluşturulmuştur. Bunlar arasında apoptoz, otofaji (autophagy), nekroz
(necrosis) en ön planda yer alır.
Apoptoz,
vücutta ihtiyaç duyulmayan veya anormalleşmiş hücrelerden kurtulmanın
kuralıdır. Uzayda bir uyduda gravite kuvveti çok az olduğundan, bacak kaslarına
ihtiyaç duyulmaz. Bedende hizmetlerine
artık ihtiyaç duyulmayan hücrelerinin ölmeleri gerektiği ortaklık kuralı
devreye sokulur ve apoptozla, fazla kas hücreleri yok edilir. Bu nedenle uzaya
ilk gidip-dönen astronotlar “bir deri-bir kemik” olarak geri dönmüşlerdir.
‘Kendi
kendini yemek’ anlamına gelen otofaji ise, hücre içi işlemlerde açığa çıkan
“atık ürünlerden” kurtulmak ve onları tekrar kullanılabilir şekle dönüştürme
işlemlerini kapsarlar. Yani bir nevi kalite kontrol işlemidir.
Nekroz,
ise, hücrenin
veya dokunun-organın geri
dönüşemez şekilde hasar görmesi sonucu görülen ölümdür. Örneğin bir yanık durumunda, zehirlenme ve enflamasyonda
hücreler ölebilirler.
Bunların
yanı-sıra, hücreler ortaklığı olan bedenlerde, tüm işlevler, hücrelerin çevre
hakkında bilgi toplaması ve bu bilgilere göre ortaklık sistemleri olan bedeni
ayakta tutabilmeleri için çaba göstermeleri sonucu gerçekleşmektedir.
Beyin
bedendeki organlar arası eşgüdümü sağlayan bir “hücreler meclisi” işlevi görür.
Bedendeki her noktaya sinir-hücreleri bağlantıları gönderilerek, onların
durumları hakkında bilgi alınır ve hücreler-meclisinde alınan kararlar iletilir. Beyindeki milyarlarca sinir hücresi arasında
çeşitli uzmanlık alanları oluşturularak, doğada gerçekleşen ve de gerçekleşmesi
olası olan değişim-dönüşümler verileri toplanır; bunlar değerlendirilir. Hatalı
veya gereksiz olan yorumlar silinir, yeni yorumlara yol açılır. (Mongillo ve
diğ. 2017,
Hickman ve diğ. 2018, Song &
Colonna 2018, vd.)
Hücreler
bilgi oluşturmanın doğadaki değişim-dönüşlere uyumlu olabilmek için gerekli
olduğunun öylesine bilincindedirler ki, her bir sinir hücresini farklı bir
veriyi algılamak üzere görevlendiriyorlar, sonra da milyarlarca farklı sinir
hücresinden gelen bu verileri bir süzgeçten geçirip, bedenin nasıl davranması
gerektiği konusunda bir karar vermeye çalışıyorlar. (Pandarinath ve diğ. 2018,
Batista & DiCarlo 2018)
Bilgi
oluşturmak öylesine önemli ki, insanlığın ürettiği çeşitli ürünler ve bunların
çevrede etkilediği değişim-dönüşümler, doğadaki mikro-organizma çeşitliliğini
çok değiştirmektedir. Yeni oluşan mikro-organizmalar insanlığa zararlı da,
yaralı da olabilmektedir. Bu konuda bilgi edinmek ve ona göre davranmak
gerekmektedir (Gilbert J.A.
&
Stephens B. 2018,). Ama statik sistemli düşünceyle
şartlandırılmış günümüz insanlığı maalesef bu bilinçle hareket etmeyip,
geleceğini baltalamaktadır.
Doğada
her şey karşılıklı etkileşimlerle olmaktadır. Çevremizde bizleri etkileyen en
yaygın organizma türü ise bakterilerdir. Gerek derimizde, gerek ağız-burun vs
de bol miktarda bakteri bulunmaktadır. Ama en yoğun olarak sindirim
sistemimizde bakteriler bulunur. Bu bakterilerin bir kısmı bedenimizdeki
hücrelerle ortaklık ve iş-birliği içindedirler, bir kısmı ise bedenimize
zararlıdırlar. Bağırsaktaki yararlı-ortaklık bakterilerinin, bedenin bağışıklık
sistemini güçlendirici ve zararlı bakterilerin yerleşmelerini engelleyecek
tarzda reaksiyonlar geliştirmelerini sağlayıcı rol oynadıkları deneylerle
anlaşılmıştır, (Jacobson ve diğ. 2018), yani iyi-bakteriler, yaşadıkları bedeni
koruyucu yönde davranmaktadırlar.
Yine
yapılan araştırmalar, beden sağlığında bağırsaktaki mikro-organizma türlerinin çok önemli rol
oynadıklarını, bazı kombinasyonların şişmanlatıcı (obezite), bazılarının ise
zayıflatıcı (normal bedenli) etki yaptıklarını ortaya koymuştur (Johnson
& Foster 2018,
Cortizo 1999, Yadav ve diğ 2018,)
Bedenlerin
doğal sisteme uyumları, yiyip-içtiklerinin beden için ne kadar yararlı veya
zararlı oldukları konusunda da bilgi edinilmesine bağlıdır. Bu nedenle,
besinlerin kana karıştırıldığı ortam olan bağırsaklarla beyin arasında
vagus-siniri ile bir bağlantı oluşturulmuştur. Bu bağlantı ile besinlerle beyin
davranışı arasında, teşvik edici veya etmeyici bir davranış oluşturma
fonksiyonu gerçekleştiği saptanmıştır. (Lewis S. 2018; Han, W. et al.
2018)
Değişim-dönüşüm
içindeki dinamik doğada, varlıkların çevreye uyumları, genetik kodlamalarda
yapılan değişimlerle olmaktadır. Genetik kodlardaki değişimler, faklı
kodlamalarda eş-zamanlı değişimlerle olmakta, bu değişimler canlının çevreye
uyum derecesinde rol oynamaktadır. İnsanların doğadaki ekolojik sistemi
bilinçsizce ve diğer bir çok organizmaya zarar verecek şekilde değiştirmesi,
her canlının hücrelerinin karar mekanizmasını alt-üst etmektedir (Fragata ve
diğ. 2018).
İnsanların
çevre koşullarına uygun davranabilmesi, mantıklı kararlar verebilmesiyle mümkün
olmaktadır. Alkol, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan maddeler kullanan
insanların mantıksal değerlendirme sistemlerinin bozulduğu saptanmıştır, (Ostlund
& Cui
2018, Burton ve diğ. 2018). Çünkü uyuşturucu etkisi altındaki insanlar,
bedenin uzun vadeli çıkarlarını değil, kısa vadedeki o anlık çıkarına göre
karar verirler ve geleceklerini bu şekilde zora sokarlar.
Hücreler
ve organizmalar, beden içindeki uyumu bozabilecek dış ve iç koşullarla
karşılaşırlar. Aşırı sıcaklık, toksinler, oksijen yetmezliği gibi stres
koşulları, hem hücreleri, hem de tüm bedeni tehlikeye sokar. Bu durumdan
kurtulmak için hücreler acil bir önleme başvurur. Hücreler içindeki öğelerde, stresi algılayan ve bunu çekirdek ve hücre
geneline duyuran, stres-türüne has, özel bir haberleşme yöntemi vardır. Bu
sayede yeni oluşturulacak proteinlerin düzeltilmiş şekilde yapılmaları sağlanır
ve sorun aşılır ( Vihervaara ve diğ. 2018).
Bizlerin
bir haritada enlem-boylam belirleyerek yönlenmemiz gibi, hücreler de beyinde bu
amaç için “grid cells = ızgara hücreleri”; hangi yönde gidildiğini belirleyen
“head direction cells = kafa-yönünü gösteren hücreler”; belli bir sınırı
tanımlayan “border cells”; hangi hızla gidildiğini saptayan “speed cells” gibi
farklı hücre grupları oluşturmuştur. Bu hücre gruplarından alınan veriler
hesaplanarak, bedenin konumu saptanabilinmektedir (Campbell ve diğ. 2108).
İnsanlar, sembollerle
sayısal değeri temsil etme yeteneğini geliştiren bir canlı türüdür. İnsan
beyinlerinin “medial temporal lobunda” nümerik sayıları veya sayıları temsil
edici sembolleri ayırt edici nöron türleri olup olmadığı araştırıldığında,
insan beyninde nümerik sayıları fark edip ayıran özel sinir hücreleri
bulunduğunu saptamışlardır. (Kutter ve diğ. 2108, Whalley K., 2018). YANİ
İNSANLARI OLUŞTURAN HÜCRELER, BİZLERİ HESAP YAPABİLECEK BİR YETENEKLE
DONATMIŞLARDIR.
Varlıklar Bilgi-oluşturmanın öneminin farkındadırlar
Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri koruyup aktarmak
o kadar önemlidir ve hücreler de bunun öylesine farkındadırlar ki:
Atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri gelecek kuşaklara
aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve muazzam bir
zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi
kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü bizleri sürekli
olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına yönelik bir
eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında hep bir çekim
kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular oluşturarak,
böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak bir eylem
gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak bir birlerine cazip
gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi kapasitelerinin aktarılmasına
yarayacak işlevlere girişirler.
Oluşturulan
bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlayan dayanılmaz dürtü: aşk ve
seks!
Bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamaya yönelik eylemlere en güzel
örnek aşk ve seks dürtüsüdür.
Tüm varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal
öğeler (enerji paketçikleri) sürekli salınım içindedirler. Ve her şey bu temel
bileşenlere bağlı olarak oluşturulup-geliştirildiğinden, bu kuantsal öğelerin
birleşmeleriyle gelişen tüm üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler,
hayvanlar, bitkiler, vs) bağlı oldukları alt-sistem öğelerindeki dalgalanma
hareketlerinin hangi aralıklarla ve hangi faktörlere bağlı olarak değiştiği
bilgilerini toplamak ve bu bilgilere göre davranmak zorundadırlar.
Dolayısıyla, hayat, bağımlı olunan enerji kaynağındaki dalgalanmaların nelere
göre değiştiği bilgilerini toplama ve bu bilgileri gelecek nesile aktarma
eylemidir. Bu nedenle, aşk ve seks dediğimiz karşılıklı kalıtsal bilgi
alış-verişi sistemleri oluşturulmuştur. Aşk ve seks, karşı cinslere (farklı
bakış-açılarına) ait bilgiler içeren hücrelerin buluşma ve kaynaşma
eylemleridir.
Şekil: Bu canlılar birbirlerini neden çekerler?
Canlıların genetik bilgi depolarında,
bedenlerin nasıl oluşturulacağı, bu bilgilerin nasıl aktarılacağı vs.
konularında kesin yönlendirmeler vardır ve canlılar bu bilgilere göre
oluşturulurlar. Bir somon balığı, genlerinde kayıtlı bu bilgileri gelecek
nesle aktarmak için, bulunduğu açık denizlerden doğduğu ırmağın kaynağına
dönerek orada karşı cinsle buluşup döllenme işlevini yerine getirebilmek için,
tüm hayatını tehlikeye atacak bir dönüş yolculuğuna çıkar. Çağlayanları
zıplayarak aşmaya çalışır; bir sürü yırtıcı hayvana yem olmamak için çabalar ve
hedeflerine ulaşanlar yumurtalarını ve spermlerini 20-30 saniye içinde üst-üste
bıraktıktan sonra da, çoğunlukla yorgunluktan bitap düşüp ölürler.
Şekil: Somon balıkları neden hayatlarını tehlikeye atarak yumurtlayacakları ırmak yataklarına dönerler ve dölleme işleminden sonra ölürler?
Balıkları bu ölüm yolculuğuna yönelten dürtü,
hücrelerin bedene empoze ettikleri “genetik bilgilerin aktarılması zorunluluğu”dur.
Hücreler öylesine bilinçlidirler ki, milyarlarca yıllık deneyimlerin sonucu
olan genetik bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak için, aşk ve
seks dürtüsünü en dayanılmaz zevk duyguları ile bağlantı içine sokmuşlardır.
Bilgiler aktarılmak, çoğalmak isterler ve bu nedenle,
oluşturdukları tüm bedenlere bilgi edinme ve aktarmayı teşvik edici
yönlendirmeler yerleştirirler. Bitkilerin güzel renkli çiçekler oluşturmaları,
çiçeklerin çeşitli çekici kokular yaymaları, hayvanların çeşitli göz-alıcı
renkli tüylerle kendilerini süslemeleri, insanların güzel giyinmeye çalışmaları
ve güzel kokular sürünmeleri, vs.nin hepsi, hücrelerimizdeki kalıtsal
bilgilerin gelecek nesile aktarılma baskılarının sonuçlarıdır.
Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur.
Diğer taraftan da tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar.
Bu nedenle her varlık zorunlu olarak doğadaki değişim-dönüşüm sistemlerinin
nasıl olduğu ve nasıl birbirine dönüştüğü vs. bilgilerini toplamak ve gelecek
nesile aktarmak zorundadır. Hayatın tanımı ve anlamı bu nedenle şöyle olmak
zorundadır:
Hayat doğadaki değişim-dönüşümler hakkında
bilgi edinme ve bu bilgileri gelecek nesle aktarma eylemidir.
Bilgi edinmeyi kolaylaştırmaya yönelik bir eylem, atalarının
deneyimlerinden yararlanma usulünü de içerir. Bu amaçla beyinlerde, “mirror
neurons” denilen kopyalayıcı sinir hücreleri oluşturulmuş ve bu sayede,
atalarının oluşturduğu bilgiler (görsel ve işitsel davranışlar) kopyalanarak,
yeni doğan yavruların otomatik bir şekilde bu bilgileri devralmaları
sağlanmıştır. (Rizzolatti et al.2001, Rizzolatti & Craighero 2004,
Iacoboni.et al. 2005, Iacoboni & Dapretto 2006). Bu yöntem sayesinde,
bebekler çevrelerinde duydukları sözcükleri, gördükleri mimikleri ve davranışları
aynen kopyalayarak, o çevrenin dili ve kültürünü aynen devralırlar. Bu yöntemin
iyi yönleri olduğu gibi, kötü bir yanı da vardır. Hücrelere aktarılan bilgiler,
yaşanılan doğa koşullarını gerçeğe uygun şekilde yansıtmıyorlarsa,
hücrelerin oluşturacakları işletim sistemi devreleri bozuk-hatalı olmuş olacaklardır.
Yani atalarımızın hem iyi hem de kötü yönleri kopyalanmaktadır. Atalarımız bir
konuda yanılmışlarsa, bu yanılgı da otomatik olarak kopyalanmakta ve sosyal bir
hastalığa dönüşmektedir. Bu nedenle tüm toplumlar geleneklerini bu açıdan bir
revizyona tabi tutmak zorundadırlar.
Doğadaki tüm olayların doğadaki en küçük
varlıklarca olasılık hesaplarına göre bilgi oluşturularak ve bu bilgilere göre
de örgütlenerek oluşturulduğu fikri bizlere biraz tuhaf ve gerçek dışı imiş gibi
geliyor. Ama ne var ki, gerçek durum böyledir. Madde dediğimiz varlıklar,
doğadaki temel öğelerin (ki bunlara kuant denir) oluşturdukları kümeleşmeler-
gruplaşmalardır. Ve doğanın temel öğeleri madde-parçacık yapısında değillerdir,
onlar kuantsal davranışlıdırlar, yani sürekli hareketlidirler çünkü çevrelerini
her an algılamak ve değişimlere uygun davranmak zorundadırlar, dolayısıyla
canlıdırlar. Bu tür davranış biçimi “dalga hali” olarak tanımlanır.
Birbirleriyle birleşip madde olduklarında, bu dalga davranışlarını kaybederler.
Fizikçiler bu davranış değişikliğine “decoherence” derler.
Bölüm
10/13 :
2.6. Alt-Sistemlerle Üst-sistemler arasında
sürekli bir bilgi aktarımı vardır

Yeni bir
şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o
nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Böylelikle çevredeki
değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize aktarılır. Geri-beslemeli
bu sistem böylece atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır ve her gün doğa
değişen bilgilere göre yeniden yapılandırılır.
Atom-altı-öğelerin
birleşmeleri sonucu atomlar oluşunca, kuantsal enerji atomlar içine
aktarılmıştır, doğadaki enerji alanı değişmiş, çeşitlenmiştir.
Atomların
birleşmeleri sonucu moleküller oluşunca, kuantsal enerji moleküllere aktarılmış
olur, doğadaki enerji alanı yeniden değişmiş ve çeşitlenmiş olur.
Canlı
varlıkların ortaya çıkmasıyla, kuantsal enerji canlı varlıklar şeklinde de
depolanmış ve ortamdaki ether sinyali okyanusu daha da çeşitlenmiştir.
Kuantlar
alemi çok farklı büyüklükte kuantsal canlılardan oluşur. Bunlar iki farklı
gruba ayrılırlar:
•
Kütlesi
olanlar, yani MADDE OLUŞTURUCULAR
(bunlara FERMİON denir), aynı anda aynı yerde bulunamazlar, hep belirli
oranlarda ve farklı konumlara yerleşmek zorundadırlar. Proton, nötron, elektron
gibi madde dediğimiz varlıkları oluşturan bu öğelerin, hangi oranlarda ve
birbirlerine hangi mesafelerde konuşlanacakları, bu öğeler arasında
gerçekleşecek sinyal alış-verişlerine göre olur.
•
Kütle
sahibi öğelerin davranışlarını yönlendiren ve kütlesi olmayan bu sinyaller
sistemi, ETKİLEŞİM ÖĞELERİ, BOSON
olarak adlandırılmışlardır. Madde oluşturucuların durumları, nerelere
yerleştirilebilecekleri gibi konuları belirleyen, bu karşılıklı haberleşme ve
etkileşim sistemine, “bilgi” faktörü de denilebilir. Üst-üste gelip, güçlerini
artırabilirler veya eksiltebilirler. Yani enerji düzeyi çok artabilen veya çok
azalabilen sinyaller sistemidirler. Kuantum adı verilen temel öğe, böyle bir
etkileşim öğesidir. Kütlesi yoktur, ama enerjisi, yaptırım gücü vardır.
Yani
atom-altı-öğeler dünyası; madde (varlık) oluşturucu ve bu varlıkların
davranışlarını yönlendirici etkileşim öğeleri gibi canlılar alemi
davranışlarını andıran temel özellikler gösterirler.
Önce bir
tanım yaparak “ether” terimini hangi anlamda kullandığımı açıklayacağım.
Ether sözcüğü
uzay boşluğunu dolduran ve ışığın boşlukta ilerlemesini sağlayan görünmez bir
şey olarak algılana gelmiştir. Doğa ve dünyanın “hava, su, ateş, toprak” gibi
dört temel elementten oluştuğu şeklindeki görüşün egemen olduğu dönemde “ether”
beşinci element olarak kabul edilmiş ve ilahi güçlerin bu elementi soludukları
varsayılmıştır. Böyle bir varsayım yapılırken doğadaki kuvvet alanlarının
düşünülmüş olması gerekmektedir.
Günümüz
doğa bilimleri değerlendirilmesi açısından kavrama bakarsak, şunu görürüz.
Gerek bizim atmosferimizde gerek uzay boşluğunda kuvvet alanları vardır ve bu
kuvvet alanları özellikle elektromanyetik radyasyonlardan (ve de gravite,
baskın kuvvet gibi diğer kuvvet türleri etkilerinden) oluşmaktadır. Bu kuvvet
alanlarının varlığını ve etkisini şöyle tasarlayabilirsiniz: Çevremizdeki her
yer (atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay boşluğu, vs.) çeşitli radyasyonlarla
doludur. Bizler bunu doğrudan algılayamayız, ama bir radyo alıcısının düğmesini
sağa-sola kaydırdıkça işittiğimiz farklı yayınları aldığımızda, çevremizde ne
kadar farklı sinyal bulunduğunu fark ederiz. Ether dediğimiz şey bu
sinyaller okyanusundan oluşur.
Varlıklar
çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapılarını (kimyasal ve fiziksel
bileşimlerini) değiştirirler. Değişen bu bileşimlere uygun olarak, onların
çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş olurlar. Bu
nedenle ether okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm
içinde olur.
Günümüzde
bu ether okyanusunun içinde cep-telefonu, internet ortamı, uydular,
televizyonlar gibi bir sürü yeni sinyal türü daha bulunmaktadır. Halbuki
yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu tür sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu
sinyalleri üreten maddeler henüz doğada yoktu. Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin
var olabilmesi için o sinyali oluşturan maddenin doğada oluşmuş olması şarttır.
Doğada
maddelerin oluşum sıralanması dikkate alınıp, buna göre zaman içinde
uzayda ether çeşitliliği ve yoğunluğu
hesaplandığında, ether yoğunluğu ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe
doğru gittikçe azalacağı anlaşılır.
Varlıklar
davranışlarını ether içindeki sinyallerden yararlanarak belirler.
Örneğin göçmen kuşlar, balıklar vs. yeryuvarının manyetik alanından
yararlanarak yönlerini belirler ve bu sayede Afrika’daki bir noktadan kuzey
Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler ve yollarını-yuvalarını hiç şaşırmazlar.
Bütün
bitkiler ve hayvanlar çevrelerindeki ether okyanusundaki sinyalleri
algılayarak ne zaman çoğalacaklarını, ne zaman
uyku moduna geçeceklerini belirler. Kısacası, ether tüm
varlıkların haber kaynağını oluşturur.
Tüm
varlıklar oluşumları için gerekli enerjiyi kuantsal sistemden alır. Kuantsal
enerji ise, önce atom dediğimiz temel elementler içinde, sonra ise bu
elementlerin kombinasyonlarıyla oluşan moleküller içinde depolanır. Fotosentez
olayı, kuantsal enerjinin maddelere nasıl bağlandığını gösteren güzel bir
örnektir. Her canlı varlığını sürdürebilmek için enerjiye muhtaç olduğundan,
enerji kaynağının nasıl değişip-dönüştüğü konusunda bilgi toplamak zorundadır.
Bitkiler güneş ışığına ve de ortam sıcaklığına bağlı olarak enerji
depolayabildiklerinden, her bitki gün-uzunluğu farklarını ve sıcaklık
derecesi-değişimlerini takip edip, ne zaman -çiçek açacağı, sürgün vereceği
gibi önemli olayları ayarlamak zorundadır. Bu bilgiler ve sinyaller
ise ether dediğimiz
sinyaller okyanusunda bulunmaktadır.
Bir
cep-telefonuyla bu sinyaller okyanusundan kendisi için gerekli sinyalleri
alıp, ona göre işlem yapan insanlar gibi, tüm diğer canlılar da, farklı
sinyallerle etkileşebilen çeşitli proteinler üreterek, bu sinyaller
okyanusundan kendileri için gerekli bilgileri alırlar ve ona göre davranırlar.
Diğer bir ifadeyle, doğa ve dünyayı etkileyip-yönlendiren faktör olarak
tanımlanan “Tanrı”, sabit-ebedi-değişmez bir varlık
değil, ether dediğimiz değişken bir sinyaller sistemi ve bu
sinyallerden yararlanarak, yeni maddeler-bedenler oluşturma faktörüdür.
Bu ether okyanusunda,
bir çekülün çevresindeki tüm kütleleri algılayıp-ona göre yönlenmesi gibi, tüm
diğer varlıklar da kendilerini etkileyen tüm kuvvet türlerini algılayıp, ona
göre davranırlar.
Ether okyanusunu
oluşması ise, kuantların atomları, atomların molekülleri, moleküllerin
hücreleri, hücrelerin bedenleri oluşturması şeklindeki
zaman ardalanmalarında gerçekleşmiştir. Yani ether okyanusu,
varlıkların çeşitlenmesiyle tabandan tepeye (alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru)
dinamik oluşum mekanizması (DOM) sistemiyle oluşup-gelişmiştir
Her
varlığın bileşenleri, o varlığın doğaya uyumu için gerekli çevresel sinyalleri
algılama yeteneğine sahiptir. Bedendeki hücreler de bu yeteneğe sahiptirler ve
zor durumda kaldıklarında, çevre faktörlerini değerlendirerek, sorunlarını
çözmeye çalışırlar.
Bilinç,
varlığın (insan bedeninin) içindeki öğelerce (hücrelerce) oluşturulur. Bedenin
sorunlarına çözüm arayan hücreler, çevre faktörlerini değerlendirirler ve bu
sinyallere uygun sinaps-devreleri oluşturarak, bedenin davranışını yeniden
düzenlerler ve sorunu çözecek şekilde davranış içine sokarlar.
Görüleceği
üzere, çevre faktörleri (sinyaller okyanusu= ether) ve madde (beden) karşılıklı
etkileşim içindedirler, birbirleriyle etkileşirler, birbirlerini yönlendirirler.
Bir canlının yaydığı sinyaller de ether okyanusu içinde yerini alır.
Bir
yenilik, bir keşif, belli maddelerin belirli bir amaç ve hedefe uygun olarak
bir araya getirilmeleri sonucu oluşur. O bir maddedir, kütledir; onu
birleştirenler (insanlar) da birer maddedirler, kütle sahipleridirler. Ama
maddelerin o şekilde bir kombinasyona sokulmasına götüren faktör “bilgi” bir
madde değildir, bir ETKİLEŞİM-HABERLEŞME aracıdır. İnsanlar bu
haberleşme-etkileşme unsurunu kullanarak, mevcut maddeleri daha farklı bir
kombinasyona sokmuşlardır.
Günümüzde
ülkeler arası bir etkileşim sistemi var ve insanlar bunlardan yararlanarak
sorun yaşamadan yolculuk yapıyorlar. Trabzon’dan Frankfurt’a, İstanbul
aktarmalı yolculuk için bilet aldınız ve uçuş saatinde terminale vardınız.
Öğreniyorsunuz ki, sis nedeniyle uçuşunuz iptal edilmiş. Ama sizin mutlaka o
gün Frankfurt’a gitmeniz gerek. Yetkili
ile soruna çözüm bulmaya çalışıyorsunuz. Yetkili diğer hava meydanları görevlileriyle
iletişime geçiyor ve sis olmayan başka bir yakın hava meydanından kalkacak bir
uçakla sizin İstanbul aktarması yapılacak uçağa binmenizi sağlıyor. Sorun
çözüldü.
Bu
örnekte siz, görevliler vs. birer madde, birer varlıksınız; kütle sahibisiniz.
Ve siz yer değiştirmek istiyorsunuz. Yer değiştirebilmek için, diğer
varlıklarla, konuşarak, telefonla, internetle, vs. ile etkileşiyorsunuz.
Etkileşim türlerine bakarsanız, onların bir kütlesi olmadığını fark edersiniz;
ama sizin yer değiştirmeniz o kütlesi olmayan haberleşmeler = etkileşimler sayesinde
gerçekleşmiştir.
Doğadaki
tüm oluşumlar, varlıklar, bilgiler, sinyaller, vs., atom-altı-öğeler dünyasında
başlar, fermion denilen proton, nötron, elektron gibi öğeler, çevrelerindeki
boson denilen sinyallerle etkileşerek, doğadaki değişim-dönüşümlere uyumlu hale
gelecek şekilde sürekli olarak değişim-dönüşüme uğrarlar. İşte bu nedenle, doğa
sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir, ve bu değişim-dönüşümler hep daha
ergonomik yapılar, varlıklar, bedenler oluşturularak sürdürülmektedir.
Bu
nedenle bilgi-bilinç-ufuk sistemi gittikçe gelişmektedir.
BİLGİ VE
BİLİNÇ ARASINDAKİ İLİŞKİ VE FARKI BELİRTMEK GEREK: Bilgi, fizikteki “boson”
kavramıyla ilişkilidir; yani varlıklar (maddeler) arası etkileşimleri
etkileyip, yönlendiren faktördür, kütlesi yoktur, ama enerjisi (momenti)
vardır. Ve bu enerji (kuvvet alanı) varlıkların kimyasal ve fiziksel
yapılarının değişmesiyle, sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Bilinç ise,
varlıkların fiziksel-kimyasal yapılarında (farklı atomlar, farklı moleküller)
oluşturulmasıyla kayıt edilen davranış usulleridir. Yani bu iki faktör,
karşılıklı bir etkileşim içindedir. Bilgi, varlıkların kimyasal bileşim
değiştirmelerine göre çevreye yayılan sinyallerdir. Bilinç ise, sürekli değişen
bu sinyaller sistemini algılayarak, yeni varlık oluşumları oluşturma
yeteneğidir. YANİ YARATICILIK SİSTEMİDİR.
Görüldüğü üzere, hayat atomlarla başlamış, moleküller, hücreler,
bitkiler, hayvanlar şeklinde devam etmiştir. Ve biz insanlar da hayvanlar
aleminin, “bilinç” oluşturmayı en ön plana alan temsilcisiyiz.
Şöyle
ki:
Doğada
her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini,
“çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın”
mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. Diğer canlılar
daha iyi koku-alma, daha iyi-görme, daha hızlı koşabilme gibi yeteneklerini
geliştirmeye ağırlık vermişler ve bu yönleriyle doğaya uyumlu olmaya
çalışmışlardır. İnsanı oluşturan hücreler ise, tüm bu alanlardaki
yeteneklerinden feragat ederek, doğada neler nasıl oluyor, bunları nasıl takip
edip, onlardan yararlanabilirim gibi “yorumlama” yeteneğine yatırım
yapmışlardır. Hücreler, zaman içinde çevrelerinde birçok şeyin
değişebileceğinin farkında olduklarından, beyin-denilen yönlendirici sistemin
hücrelerini sabit-değişmez olarak değil, sürekli değişip, çevre faktörlerine
uyum sağlayacak bir yetenekle donatmışlardır. Bu yeteneğe, beyin hücrelerinin
değişen çevre koşullarına uyum sağlayabilmeleri anlamına gelen “Neuroplasticity” denir.
Beyin
konusundaki araştırmalar, sık-sık tekrarlanan olayların, beyindeki
bağlantıların oluşturulmasında temel rol oynadığını göstermiştir. Hafıza
kaydının yapıldığı sinir hücrelerinin her biri, 10.000den fazla farklı türde
faktörü dikkate alıp- değerlendirecek şekilde bir yapıya sahiptirler (Lisman ve
diğ.2018).
Yani
bilgi ve bilinç faktörleri doğadaki oluşum ve gelişimlerin kilit
noktalarıdırlar.
Şimdi bu
iki faktörün zaman içindeki gelişimine bakarak, doğayı ve hayatı anlamaya
çalışalım.
Bitkiler
milyarlarca polen veya spor üreterek, bunların rüzgar, vs. gibi olaylarla
doğada dağıtılıp, uygun ortamlar bulup, oralarda çoğalmalarına dayalı bir
stratejiye bel bağlamışlardır. Tohum rüzgarla bir kayaç çatlağına düşmüşse,
oradaki ÇEVRE KOŞULLARINI algılamaya başlar: Nem oranı, sıcaklık, ışık durumu,
mineral içeriği (beslenme-olanağı), vs. gibi onlarca faktörü dikkate alır.
Hangi faktörleri dikkate alacağı, tohumun genetik bilgi deposunda kayıtlıdır,
yani TOHUMUN BİLİNCİ, kimyasal bileşiminde kayıt altına alınmıştır. Çevre
koşulları ise “BİLGİ-DEPOSU” işlevi
görürler.
Enerjinin
farklı yerlerde depolanması, doğadaki kuvvet türlerini muazzam artırmıştır.
Çünkü enerji yoğun olduğu yerden daha az yoğun olduğu yerlere akarak, kuvvet
dediğimiz sürükleyici faktörü oluşturur. Yani Bilgi faktörü, doğadaki farklı
kuvvet türlerinin ortaya çıkışında an rolü oynar.
Doğadaki
enerji alanı spektrumu bu şekilde sürekli değişip-çoğalınca, “BİLGİ” öz-değer
sistemi sürekli olarak “çevrede değişiklikler oldu, onları algıla ve yeniden
örgütlen” dürtüsüyle sürekli olarak değişim-dönüşümlere uygun yeni
üst-sistemler oluşturma eylemleri içinde ilerlemektedir. Yani doğada oluşan
yeni üst-sistemler hakkındaki veriler-bilgiler sürekli olarak alt-sistemlere
(dolayısıyla en tabandaki kuantsal sisteme) aktarılmaktadır. Bu nedenle doğa
her gün yeniden doğmakta, ve sürekli
gelişmektedir.
Bu
nedenle CERN gibi araştırma merkezlerinde atom-altı-öğelerle yapılan deneylerin
hiçbiri, bir önceki gün ile aynı sonucu vermemektedir.
Tavuk-yumurta
(veya doğum-ölüm) döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan dinamizmin bir
sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren ise, “kuant” dediğimiz en temel
“hareketlilik-dinamiklik” öğeleridirler. Doğadaki bu dinamik sistemin nasıl
işlediği, son 15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya başlanmış ve
“Information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani kuant
dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri, bilgi oluşturarak kendilerini
yönlendirmektedirler.
Doğadaki
varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden oluşurlar. “Zaman”
dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin kombinasyon
farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir görüntüsü ve
farklı bir etkileşim sinyali vardır.
Kimyasal
bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki
değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında
(bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information &
re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistem
oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır.
Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik
(sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji
akışını yönlendirir. Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü
değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar.
Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji +
zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.
Doğadaki her canlı, organları tarafından algılanan sinyallere
göre davranır.
Doğada her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu
değişimleri algılayacak şekilde reseptörler oluştururlar ve onların verilerine
göre davranırlar. İnsanlar ise yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden
geldiği inancına göre beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal sisteme
uygun davranamamaktadırlar.
Bölüm
11/13 :
2.7. Şimdi “Bu oluşumları kim tetikleyip,
yönlendiriyor?” sorusu da yanıtlanmış oluyor mu?
Evet:
Bilgi
oluştur ve o bilgiye göre örgütlen!
Dinamik
sistemler fiziği şöyle özetlenmemiş miydi: Information & self-organisation!
Evet doğa bilgiyle oluşturulup, yönlendirilmektedir.
3. Bu temel bilgilerden sonra TOPLUM
hayatı konusuna dönersek:
Şimdiye
dek tüm devletler (devlet diyorum, çünkü dünyada henüz “toplum oluşturma” diye
bir kavram oluşturulmadı) tepeye bağımlı olarak oluşturulmuşlar ve tepede
alınan kararlarla idare edilmişlerdir.
Tepeye
Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) ise tüm
toplumsal sorunların kaynağıdır, şöyle ki:
►1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık
içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları
gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise,
temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
Biri muz derken, diğeri hıyar anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma
sağlanamaz
►2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık
ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu
nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil,
toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan,
a) İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o
mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler
ve toplumsal kalkınma engellenir.
b) İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine
uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların
çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs.
Her şey tepedekilerce belirlenirse tabandakilerin yeteneği
körleşir.
►3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan,
halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir.
Tembel veya çalışkan insan yetiştirmek sisteme bağlıdır.
Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir
üretme ve sorunlarını çözme çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi
üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli
üretimin, kalkınmanın temel direğidir.
►4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının
sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına
sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya
çıkar.
Kamu mallarına zarar veren insanlar, hatalı eğitilmiş
olduklarından, kendi bindikleri dalı kestiklerinin farkında değillerdir.
Toplum malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması
gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.
►5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak
görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip
olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun
sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit,
suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
Tepedekilerin emirlerine uyularak, onlar gibi düşünmeyenlere
işkenceler yapılır.
►6- Devletin sahipliği tepedeki bir kişiye bırakıldığında,
tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz
oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir.
Demokrasilerde Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü
aydın kişi, tepedekiler gibi düşünmediklerinden, “devlet çıkarlarını koruma”
adına öldürülürler.
►7- TBÖ’de yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere”
yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir
üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın
ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun
geri kalmasına yol açar. El-Etek öpmek aşağılık kompleksi ürünüdür.
►8- TBÖ’de toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı
etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar
arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu
ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir. Doğada
her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.
►9- Her insanın içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde
bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre tarafından
sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli şekillerde
birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur.
Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe
kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik
veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
►10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele
geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi
görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler.
Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş
olur. 1970’li yıllarda emniyet güçlerimiz “Pol-Bir” “Pol-Der” gibi
sağcı-solcu olarak bölünmüştü.
Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak,
diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi
yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve
davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon-
Balyoz-davaları, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar,
yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar.
►11- “Sahip” tepedeki bir kişi olunca, tüm varlıklarıyla
doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır; X- devleti, Y-devleti gibi bir sürü parçaya
bölünür; sonra bu devlet-sahipleri ülkeyi çeşitli ağalara-beylere parsellerler.
Doğa ve dünya bu şekilde parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip
çıkamamıştır. Denizler kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme
suyumuz bile pet-şişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur.
►12- Sahiplenme tüm fabrika ve benzer iş-yerlerinde de devam
etmiş, işçiler boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilmişlerdir. İşçilerin
sendika gibi kuruluşlar içinde birleşerek, seslerini duyurabilmelerinden sonra
işçi-işveren mücadeleleri devam etmektedir. Bu ise grev-lokavt gibi
toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol açmaktadır.
►13- Statik
sistemli Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Para ile
yaptırılamayacak bir kötülük var mıdır? YOKTUR! Statik
sistemde “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olduğundan,
dünyada huzur olması mümkün müdür? Para peşinde koşan insanlara her türlü
kötülüğü yaptırmak mümkün olduğuna göre, Statik sistemli TBÖlü hayat
görüşleri yok edilmediği sürece dünyada huzur olmayacaktır.
►14- TBÖ’de, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk
kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde
sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise
herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs..
Özetle: Tepeye yerleştirilen lider ister en
iyisi, ister en kötüsü olsun, yukarıda sıralanan toplumsal sorunların oluşması
kaçınılmazdır. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal sorunlarımızın temel
kaynağıdır.
Tepeye bağımlılığın toplumsal
sisteme bu kadar zararlı etkileri varsa, tabana
bağımlılık sistemi nasıl olurdu:
Bir düşünsel
deneyle, toplumsal sistemin tabana bağımlı olduğu bir model tasarlayalım:
•
Çocuklarınızı
yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız, en iyi öğretmeni seçerdiniz;
•
Güvenliğinizi
sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi düzenleyecek, elektrik işlerinizi yapacak
kişiyi siz seçecek olsaydınız, en yetenekli, en bilgili kişileri seçerdiniz;
•
İnsanlar
meslek edinirken, iyi yapabilecekleri işlere soyunup, iyi bir eğitimden
geçerek, bilgi ve beceri sahibi kişiler olarak toplumda yerlerini alırlardı;
•
Kötü
hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı
•
Böyle
bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez miydi?
Bölüm
12/13 :
3.1. Toplumumuzun kurallarını dinamik
sistem gereği biz oluştursaydık, aşağıdaki gibi mi davranırdık?
Şimdi
yaşanmış bir hatalı toplumsal davranış örneği sunulacak:
Ertan
Ada: Toplum değil, kalabalık; Akdenizlilik değil, itlik…
Aşağıdaki
satırları, Diken’de yayınlanan ‘İt muamelesi görmeme hakkı’ başlıklı makalenin
devamı olarak da düşünebilirsiniz.
Toplum
nedir, yurttaşlık nedir, hak aramak nedir, kötü muamele nedir, Akdenizlilik ile
itlik neden birbirinden ayrılması gereken niteliklerdir? Ve Türkiye ne
hâldedir? Tekmili birden, aynı olayda!
Yazının
konusuna kaynaklık eden bir hikâye üzerinden gideceğim. Yalnızca bir hafta
kadar önce, bir arkadaşımın/meslektaşımın yaşadıklarını aktararak başlamak
istiyorum. Anlatacaklarımın büyük kısmı arkadaşımın Cumhuriyet Savcılığı’na
verdiği dilekçeden, üç beş satır da, bana anlattıklarından.
Bir
üniversitede çalışan, kadın, hukukçu öğretim üyesi. Dolayısıyla hakları
nelerdir, hukuksuzlukla nasıl mücadele edilir; bunları bilen, öğreten
insanlardan. Ayrıca annesi de yaşını başını almış bir öğretim üyesi.
Anlayacağınız, hak arama ve dert anlatma konusunda hiç bir sorun yaşamayacak insanlar.
Annesi
ile otobüs yolculuğunda. Firma, adı sanı bilinenlerden biri. Ege kasabasından
İstanbul’a hayli uzun sayılabilecek bir yol. Annesinin önündeki yolcu bir kadın
ve koltuğu sonuna kadar yatık. Herkes yaşamıştır, kimileri öyle yatırır ki o
koltuğu nefes alamazsınız. Ortalama bir Türkiye yurttaşına, ‘koltuğun yatabilme
kapasitesi ile sonuna kadar yatırma isteği arasında zorunlu bir ilişki
olmadığını’ anlatmak mümkün değil. Naçizane önerim, eğer öndeki yolcu ‘Ya
kardeşim yatıyor, ben de yatırıyorum, sana ne,’ şeklinde bağırmaya başlar ve
siz de telaştan ne diyeceğinizi bilemez halde verecek bir örnek ararsanız, araç
kilometre kadranlarını konu edebilirsiniz. Araçların 250-300 km hıza
çıkabildiklerini, ancak dünyadaki bir iki istisnai otoban hariç trafik
kurallarının buna izin vermediğini, belirleyici olanın kadrandaki rakam değil
kural olduğunu söyleyebilirsiniz. Eğer dayak yemezseniz, hiç olmazsa biraz kafa
karışıklığına neden olursunuz!
Arkadaşım,
öndeki kadından koltuğu biraz düzeltmesini rica ediyor. Kadın, bozuk olduğunu
söyleyince bizimki muavinden yardım istiyor ve muavin, bozuk olduğu iddia
edilen koltuğu düzeltiyor! İlk ‘yerli’ davranış: Yalan söylemek.
Bunun
üzerine arkadaşım, “İnsanların bu kadar rahat olmasını anlamıyorum,” şeklinde
mırıldanınca kıyamet kopuyor. Öndeki kadın, “Al sana rahatlık,” diye bağırıp
koltuğu sonuna dek yatırınca, bizimkilerin itirazı başlıyor haliyle. Öndeki
kadın, yan koltukta çocuklarının olduğunu ve koltuğu düzeltmeyeceğini yine
bağırarak ‘ilettikten’ sonra, ayağa kalkıyor ve arka koltuktaki arkadaşımın
omuzlarına ve yüzüne vurmaya başlıyor. “Seni gebertirim” ve “Seni mahvederim”
çığlıkları atarak. İkinci ‘yerli’ eğilim: Temelsiz özgüven, şirretlik, tehdit.
Bu
esnada, kadının yan koltuğunda oturan ve kocası olduğu anlaşılan adam,
arkadaşımın kollarını tutup dayak yemesini kolaylaştırıyor. O da “Seni
öldürürüm,” şeklinde defalarca bağırıyor. Üçüncü ‘yerli’ eğilim: Ölümle tehdit
ve kötülükte birleşen aile birliği.
Bu arada
arkadaşım bolca tokat ve yumruk yiyor, yaşını almış annesinin çaresizliği
eşliğinde.
Nerede
oluyor bunlar? Bir yolcu otobüsünde. Tıka basa dolu. Yolcular tümüyle İsveçli,
Marslı ya da Amerikalı değilse, muhtemelen Türkiye yurttaşı. Peki yerli ve
milli yurttaş topluluğu ile firma yetkilileri ne yapıyor dersiniz? Kesinlikle
müdahale etmeyip dayağı seyrediyorlar. Arkadaşım, otobüsün bir karakola
çekilmesi gerektiğini söyleyince, dayağı seyreden yerli değerlerimiz, toplu
olarak itiraza başlıyor. Bunun üzerine sürücü, eğer isterlerse kendilerini
karakola bırakabileceğini ve devam edeceğini söyleyince, ana kız gece vakti
orada ne yapacaklarını bilemedikleri için, kabul etmiyorlar.
Sürücü
ve muavin ne kadına müdahale ediyorlar ne de koltuğun düzeltilmesini
sağlıyorlar. Sürücünüm yanına gittiklerinde ‘kaptan,’ kadının ağzının bozuk
olduğunu, boş vermeleri gerektiğini ve isterlerse yer değiştirebileceklerini
buyuruyor. Dördüncü ‘yerli’ davranış: Pratik ve elbette doğru olmayan,
riyakârca çözüm üretme.
Bu arada
yolculardan bazıları, yukarıda verdiğim örnekteki ifadeyi tekrar edip ‘Koltuk
yatıyorsa yatırır, ne uzatıyorsunuz’ diyor, biraz önce şiddete maruz kalmış
insanlara. Beşinci ‘yerli’ değer: Düşünmemek, olgular arasında bağ kurmamak,
güçlü görünenin yanında hizalanmak.
Mola
sırasında sürücünün yanına gidip yolcuların güvenliğinden sorumlu olmasına
karşın olaya neden müdahale etmediğini sorduklarında, sürücü, arkadaşımın
annesine şöyle yanıt veriyor: “Anneciğim, evimde annemle karım arasındaki
kavgaya da karışmıyorum. Beni ilgilendirmez; benim böyle bir sorumluluğum yok
sadece otobüsü kullanmakla sorumluyum.” Altıncı ‘yerli’ nitelik: Durumu
kurtarmak, konuyu kapatmak için başvurulan ve sempatiklik gibi görünen,
sığırlık.
Anne
yerinden kaldırılıp başka bir koltuğa oturtuluyor ve o koltuğun sonradan gelen
yolcusu da anneye “Kalk yerimden” diye çıkışıyor. Bu arada dayağı izleyen
herkes içinde, yalnızca ‘iki kişi’ tanıklık yapmayı kabul ediyor. Buradaki
‘yerli’ niteliği de siz buluverin!
Unutmadan,
darp raporu veren doktor, bir süre önce hasta yakınının saldırısına uğrayan ve
yüzü yaralanan meslektaşının aldığı raporun bir işe yaramadığını anlatıyor!
Bu örnek
olayda çok sayıda maraz görmek mümkün. ‘Toplum’ olabilmenin bazı asgari
koşullarından dahi yoksun olmak. Hak duygusundan tümüyle habersizlik. Şiddet
kültürü. Hukuk sistemine duyulan derin güvensizlik ve bundan kaynaklanan
pervasızlık. Kayırmacılık. Eşitlik ilkesinden fersah fersah uzaklık…
Eşitlik
ilkesiyle ne ilgisi var demeyin sakın; her şeyin temelindedir. Burada, bence
ideal olan sosyalistçe bir eşitlikten söz etmiyorum. Burjuva hukukunun
demokratik yurttaşlığı, herkesin hiç olmazsa ‘yasa karşısında eşitliği’
ilkesine dayanır. Takdir edersiniz ki eğer o koltukta oturan, arkadaşım gibi
biri değil de örneğin iktidar partisi ile haşır neşir biri olsaydı; şiddet uygulayanlar
şu anda tutukluydu, sürücü ve muavin işten çıkarılmıştı, firmanın başı
dertteydi vesaire…
Aktarmaya
çalıştığım olay ve muadilleri, her gün bu memleketin pek çok yerinde yaşanıyor.
Çokluğu ölçüsünde de olağanlaşıyor. Anlatması kolay değil farkındayım, ancak
tekrarlamaktan bıkmamalı: Faşizm olarak adlandırılan bela, sıradan insanların
yaşamlarında filizlenir. Günlük hayatta. Sokakta tanık olduğumuz en anormal
davranışları, hukuksuzlukları, ahlaksızlıkları adaletsizlikleri, şiddeti
‘olağan’ kabul etmekle. İtiraz etmemekle. Etmekten çekinmekle. Korkmakla.
Sürekli endişelenmekle. Sıradan olan, vasati görünen her davranış da
politiktir.
Çevremde,
istisnasız herkes mutsuz. Arkadaşlarım, eşim dostum yalnızca bir ya da birkaç
partinin seçmeninden oluşmuyor. Ortalama, iyi kötü okumuş, düzgün davranmaya,
dürüst olmaya, kurallara uymaya, kırmızı ışıkta durmaya çalışan insanlardan söz
ediyorum. O parti ya da bu partinin seçmeni, o ya da bu gazetenin okuyucusu
insanlar. Ortak nitelikleri, kimseye zarar vermeden ve kimseden zarar görmeden
sade bir yaşam sürmek istemeleri.
Mutsuzluğun
tek bir kaynağı yok elbette. Buna mukabil çok önemli bir neden, siyasal
gelişmelerin göreli özerkliği bir yana, günlük yaşam pratiklerinin ahlaklı
insanlar için giderek tahammül edilemez hale gelmesi. Şu şahane toprağımızın,
dürüst bir ömür sürmek isteyenler için cehenneme dönüyor oluşu. Ve halihazırda,
mutsuzluğun gerekçelerinin dahi konuşulamaması, dile getirmekten çekinilmesi.
Zira söz konusu atmosferin müsebbibi olanlar, ‘mutsuzum’ diyenlere de nefret
kusup bezdirme eğiliminde.
Muhterem
okuyucu,
bıkıp
usanmadan tekrar etmeliyiz: Biz yurttaşız. Haklarımız var. Dolmuşçu bize
sövemez. Taksi sürücüsü bize sövemez. Maaşını ödediğimiz kamu görevlisi polis
ya da özel güvenlik bize sövemez. Otobüs yolcusu bize sövemez. Trafikteki sığır
bize sövemez. Devlet dairesindeki kabadayı bize sövemez. Sokaktaki adam bize
sövemez. Biz de onlara sövemeyiz.
Bu
memleketteki hemen her kurum siz istediğiniz için, her sosyal melanet siz
itiraz etmediğiniz için var.
Eşitlik
ve yurttaşlık bilincinin, toplum olma vasfının zayıflayarak giderek manasız bir
kalabalığa dönüşmenin çok ağır sonuçları var ve olacak. Türkiye’de,
halihazırdaki dürüst, asgari eğitimli, aklı başında yurttaşlar; şu aralar
kendilerine temel hedef olarak, ‘akşam eve sağ salim ve hakarete uğramadan’
gelebilmeyi koymuş durumda. Söz konusu feci hâl, herhalde en derin ekonomik
krizden çok daha sarsıcı kabul edilmeli.
Namuslu
yurttaşlar, günlük yaşamı giderek daha tahammül edilemez hale getiren edepsiz
itlere, kural tanımazlara karşı çıkmak zorunda. Hemen her abukluğun kuyruğuna
takılmaya çalışılan ‘Akdenizlilik heyecanı’ nitelemesi böyle bir şey değil
takdir edersiniz. Akdenizlilik başka, itlik başka bir şey. Faşizan eğilimleri
sempatik gösterecek her adlandırmadan kaçınılmalı.
Tedavi
için önce teşhis gerekiyor malum. Eğer mümkünse riyakârlık yapmadan,
samimiyetle ne denli berbat durumda olduğumuzu kabul ederek başlayabiliriz.
Anlamsız, romantik yalanların ve temelsiz milli manevi masalların ardına sığınmadan;
açık yüreklilikle itliğe itlik, edepsizliğe edepsizlik, haksızlığa haksızlık
diyebilmeliyiz.
Hiçbir
hareketinin cezalandırılmayacağının farkında olmanın pervasızlığıyla davranan
şımarık ahlaksızlarla ve her toplum açısından büyük felaket olan ‘cezasızlık’
kültürüyle mücadele edecek gücü, kendimizde bulabilmeliyiz.
Aksi
halde, muhtelif siyasi görüşlere sahip aklı başında tüm yurttaşların bir
yerlere ‘gitmek istediği’ ve fırsatını bulanın ‘gittiği’ bir toprak olacağız.
Zaten var olan söz konusu eğilimin, böyle giderse, artarak süreceğini tahmin
etmek güç değil.
Konuya
ilişkin sonraki yazılara da kapı aralaması için, şu son derece ‘absürt’ soruyla
bitsin yazı:
Yukarıda
yolculuk hikâyesini anlattığım ‘hukukçu’ arkadaşım, ola ki yediği yumruklar
sonucunda kalp krizi geçirip yaşamını kaybetseydi ve otobüs sürücüsü, cenaze
ile annesini yolda bir benzincide bırakıp devam etmeyi önerseydi, sizce diğer
yolculardan kaçı itiraz ederdi?
Tahmin
ettiğiniz yanıt dehşet verici değil mi? İşte, bu durumdayız… 25.09.2018
MURAT
SEVİNÇ
Şimdi
durumumuzu değerlendirin: İnsanlarımızın yukarıdaki davranmaları, onlara statik
sistemli hayat görüşü verilmesinin bir sonucu değil mi?
Bu tür
hatalı davranışlardan kurtulmanın tek yolu da, dinamik sistemli görüşü öğrenmek
değil mi?
Dinamik sistemde işler şöyle olurdu:
Dinamik sistemde işler şöyle olurdu:
Toplum bir ortak yaşam sistemidir, sahipliği ve
oluşturulması tamamen insanların karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarına göredir. Hangi
devlet vatandaşına şu bilgiyi verirse o toplum kalkınır ve gelişir:
● Toplum iş ve meslek mensupları arası bir ortaklıktır.
● Her yeni doğan çocuk toplumun gelecekteki bir ortağıdır.
● Her çocuk yeteneklerine uygun bir mesleğe yönlenerek
toplum-ortaklığına katılma hakkına kavuşur.
● Toplum hayatının kuralları iş ve meslek mensupları
temsilcileri meclisi tarafından oluşturulur ve değişen dünya koşullarına
uyularak sürekli güncellenir.
● Alınan kararlar halka duyurulur.
● Bireyler kendilerini toplumun bir ortağı olarak
gördüklerinden, temsilcilerinin aldıkları kararlara uyarak, iş ve mesleklerini
en iyi şekilde yaparak, toplumlarının yaşam düzeyinin iyi olmasına çabalar.
Çünkü hiç kimse sahibi olduğu sistemin zarar görmesini istemez.
O zaman
neden bir eğitim-seferberliği başlatılmasına öncülük etmiyoruz?
Bölüm
13 / 13 :
3.2.
TOPLUM oluşturmanın tabana dayalı olarak gerçekleştirilmesi gerektiği bilgisi
insanlara verilmiş olsaydı durum şöyle gelişirdi:
İnsanlara
toplum denilen bir sistem içinde değil, devlet denilen bir üst-sistem içinde
yaşadıkları belletilir. Ve devletler hep tepedeki birilerince sahiplenilirler
ve yasalar-yönetmelikler hep devleti koruyacak şekilde yapılırlar. Şimdiye dek,
devlet tarafından bir kazık yememiş insan olacağını düşünemiyorum. Çünkü her
gün bir çok insan, tepedekilerce sahiplenilen devlet-bürokrasisinin oluşturduğu kurallar- yasalar nedeniyle
çeşitli şekillerde cezalanmakta, mağdur duruma düşmektedirler. Bu nedenle de
devlet yönetimine kızan insanlar, farklı gruplar altında toplanarak, yönetimi
ele geçirme çabaları peşindedirler. Günümüz toplum hayatı böyle geçmektedir.
DİNAMİK
SİZTEMLİ hayat görüşünde, zaman, atom-altı-öğeler (kuantlar) alemiyle başlar.
Kuantlar alemi aynı zamanda enerji alemi olarak tanımlanır. Çok kısa ömürlü ve
çok devingen olan atom-altı-öğeler (kuantlar), daha uzun-ömürlü ve daha
az-hareketli üst-sistemler içinde birleşmeye başlayarak, bilgiye dayalı bir
evrimsel süreç başlatırlar. Zaman atom-altı-öğelerin, atomlar, moleküller,
hücreler, bedenler gibi gittikçe çeşitlenen ve gelişen üst-sistemler içinde
farklı atom-molekül kombinasyon ardalanmalarından oluşur. Belli bir yönsemesi
vardır ve buna evrim süreci denir. Oluşumları tetikleyici yönlendirici güç
enerjidir, yani kuantlar alemidir. Yani her varlık, daha rahat bir duruma
ulaşmak için, çevresindeki diğer varlıklarla etkileşerek, anlaşıp-uzlaşarak
(rezonansa girerek) yeni bir üst-sistem içinde bir araya gelirler. Toplum
hayatı insanların birlikte yaşayacakları bir üst-sistemdir, ama gelişi-güzel
her insanın dahil olacağı bir sistem değil, sadece iş ve meslek mensupları arası ortaklık
sistemidir, bu nedenle iş ve meslek mensupları temsilcilerinin kendileri
arasında oluşturacakları uzlaşmalarla oluşturulmak zorundadır.
TOPLUM
iş ve meslek mensupları temsilcilerinin kendileri arasında oluşturacakları
uzlaşmalarla, yani tabana dayalı olarak örgütlenseydi şöyle gelişirdi:
Toplum,
insanların oluşturacağı bir üst-sistem hayatıdır, yani iş ve meslek
mensuplarının ortaklığıdır. Dolayısıyla iş veya meslek sahipleri toplumun nasıl
olacağını belirleyen unsurlardır. Bir kentte kaç tane meslek grubu olduğu
saptanır. Her meslek grubu kendi üyeleri arasından, mesleki çıkarlarını temsil
edecek kişiyi belirler. Bu meslek temsilcilerinin oluşturdukları bir meclis
kenti idare eder. Meclisin alacağı kararlar, kentin medya-duyurucusu (radyo,
TV, vs) kanalıyla halka duyurulur. Halk kendisini bu duyurulara göre ayarlar.
Doğa ve dünya sürekli değişip-dönüştüğü için, doğadaki değişimlerin hangi yöne
doğru olduğunu meclis üyeleri karşılıklı görüşmelerle saptamaya
çalışırlar; bilgiler oluşturup, olasılık
hesapları yaparak, iş-ve-meslek sahiplerine nelere dikkat etmeleri gerektiğini
söylerler. İş-ve-meslek sahipleri de durumlarını buna göre ayarlamaya
çalışırlar. Örneğin hangi ürünlere daha az, hangi ürünlere daha çok ihtiyaç
olduğu, hangi mesleklerde daha çok, hangi mesleklerde daha az kişiye ihtiyaç
olacağı, ne tür konularda araştırmalar yapılarak, ne tür yeni ürünler, yeni
hizmet dalları oluşturulacağı vs. gibi bir çok alan söz konudur.
Dolayısıyla
toplum yönetiminde tepede bir kişi yoktur; tepe diye bir makam yoktur.
Ortaklaşa bir karar oluşturulması ve bu kararın alt-sistemlere duyurulması söz
konusudur.
İşte bu
nedenle, doğal sistem, her varlığın çevresinde neler olup-bittiğini
araştırarak, gelecekte neler olup-biteceği öngörülerine göre kendilerini
ayarlamaları şeklinde, milyonlarca-milyarlarca yıl süren bir geçmişten gelerek
devam ettirilmektedir. Öyle tepeden birilerinin verdiği emirlere veya koyduğu
kurallara uyularak doğa ve dünyamız gelişmemektedir. Bunu özellikle dindar ve
evrimci aydın kesimi insanlarımızın dikkate almaları gerekir, çünkü onlar tam
zombileşmiş durumdadırlar ve bunu fark etmedikleri sürece zombi (yani
mantıksız) davranışları devam edecektir. Dolayısıyla toplumsal ortaklık asla
gerçekleşemeyecektir.
Bu konu
üzerinde çok ısrarla durulmasının nedenini tekrar özetlemek gerekir: Toplumumuzda
iki farklı görüş egemendir:
►1:
İnsanlara görünmeyen ve elçileriyle insanlara mesajlar gönderen bir yaratıcıyı
öngören görüş,
►2:
Doğada her şeyin, bilgisiz-bilinçsiz parçacıkların rastgele çarpışmalarıyla
oluştuğuna dair görüş.
Her iki
görüşte de, doğadaki oluşum ve gelişimlerde varlıkların aktif, amaçlı bir
rolleri yoktur, her şey tepedeki bir güç sistemi tarafından yönlendirilir.
Varlıkların kendileri doğrudan aktif olmadığından, bu görüşler statik
sistemlidirler. Statik sistemde toplumlar tepedeki bir lider (kral, sultan,
başkan, vs.) ile idare edilirler, yönlendirilirler. Demokrasilerde bile halk
tüm yetkiyi tepedeki başkana vermiştir.
Üzerinde
yaşadığımız doğa ise dinamik sistemlidir, varlıklar içlerindeki bileşenlerine
bağımlıdır, onlar tarafından yönlendirilirler.
Dinamik sistemde yaşamak zorunda olan insanlara, statik sistemli hayat
görüşü aktarılması, insanların mantıklarının çarpıtılmasına, yani
zombileşmelerine yol açmıştır.
Bu durum
doğadaki tüm alt-sistem – üst-sistem yapılanmalarında da aynen geçerlidir.
Örnek:
1- Atom-altı-öğelerin
bir birlikteliği olan atomlar, belirli bir sinyal sistemi oluştururlar, her
atomun belli bir sinyal spektrumu vardır ve doğada bu spektrumu ile tanınır,
işlev yapar. (Atomların içindeki öğelerden hiç biri bir tepe noktası
oluşturmaz, atomun özelliği, ortaklaşa belirlenmiştir.)
2- Atomların
üst-sistemi olan moleküllerin her birinin kendine has bir tadı, kokusu, vs.
vardır, bunu çevresine yayar.
(Moleküllerin içindeki atomlardan hiç biri bir tepe noktası oluşturmaz,
molekülün özelliği ortaklaşa belirlenmiştir.)
3- Moleküllerin üst
sistemi olan hücrelerin kendilerine has bir sinyal sistemi, bir “fonon”u vardır.
Hücreler inorganik şekilde de olabilirler (tuz, mika, kuvars, vs.); organik
şekilde de olabilirler (bakteri) gibi. Amip gibi çekirdekli hücreler, bakterilerin
bir üst-sistemidirler).
4- Hücrelerin
üst-sistemi olan bedenlerin kendilerine has bir tanıtım sinyali (biyofotonu)
vardır. (Bedenlerdeki hücrelerden hiç biri , bir tepe noktası oluşturmaz,
bedenin özelliği ortaklaşa belirlenmiştir.)
5-
Arı veya karınca gibi hayvan kolonilerinin ortak bir tanınma
sinyali vardır, bir koku (feromon) tüm bireylerin ortaklaşa kabul ettiği bir
ortaklık sinyalidir. (Kokuyu kraliçe arı yayar, ama kraliçenin başka hiçbir söz
hakkı yoktur, tüm kararlar demokratik bir şekilde ortaklaşa alınır; bak “Arılarda Demokrasi"
https://tanriyianlamak.blogspot.com/2019/08/arilarda-demokrasi.html
https://tanriyianlamak.blogspot.com/2019/08/arilarda-demokrasi.html
Sonuç:
DEVAMI için TIKLA
Yukarılarda özetlendiği üzere: Bedenlerimizin sahibi hücreleridir, bizler hücrelerin sahibi değiliz.
Günümüzde devleti ve toplumu tepedekiler = efendiler sahiplenir. Ağalar efendidir, çalışanlar uşaktır. Bu durum geleneklere işlenmiş ve binlerce yıllık tekrarlanma sonucu bilinç-altımıza yerleşmiştir. Beyinlerimizde bu nedenle çok hatalı bir işletim sistemi ve yanlış hayat görüşü oluşmuştur. Bu yanlışlığı silmek hiç kolay değildir; çok çaba ve zorlanma gerektirir.
Bu nedenle beyinlerimize, bilgisayar terimiyle, yeniden format atmamız gerekmektedir. Doğa Dinamik Oluşum Mekanizması = DOM sisteminde, her şey tabana dayalı ve tabandaki öğelerin karşılıklı anlaşıp-uzlaşmaları sayesinde evrimleşip-gelişmektedir. Bizlere tamamen yabancı olan bu DOM sistemini anlayabilmek için çok farklı bakış açılarıyla bu sisteme yaklaşmak gerekmektedir. Bu nedenle çok farklı DOM-versiyonları devam edecek bölümlerde sergilenecektir. Bu farklı versiyonlarda bazı konular sık-sık tekrarlanacaktır, ama her yeni versiyon, DOM-sisteminin bir başka özelliğini ortaya koyacaktır. Tamamen yanlış programlanmış olan beyinlerimizdeki hatalı devreleri düzeltebilmek için bunlara katlanılması gerekmektedir. DEVAMI için TIKLA
Yazığınız her cümleye katılıyorum ki yazdıklarınız olanın objektif bir dökümü. Ama soru şu. Atom altı parçacıklardaki bilinçin kaynağı nedir?
YanıtlaSilLütfi Ay
ismet gedik Canlılığın başladığı nokta kauntsal alemdir. Yani hayatın, evrenin vs herşeyi başlatan onlardır.
SilHayatın kaynağı nedir? Allahın kaynağı nedir?
YanıtlaSil