Bilim İnsanlarının Büyük Günahı
“Sürekli bir değişim-dönüşüm
içindeki dinamik bir doğada yaşıyoruz. Peki bu değişim-dönüşümlerin bir
yönsemesi var mı? Nereye doğru gidiyoruz?” şeklinde bir soru sorduğunuzda fizik
eğitimi alan kişilerden alınacak cevap şöyledir:
“Bu sorunuzun cevabını Termodinamik
yasaları vermektedir: Her şeyin gittikçe dağılıp parçalandığı kaotik bir sona
doğru gidilmektedir.”
Neden diye sorduğunuzda şu yanıt
gelir:
Termodinamiğin 1. Yasası doğada
enerji ve kütle (madde) miktarının sabit olduğudur.
Termodinamiğin 2. Yasası da şunu
gösterir: Doğada bir iş-eylem (üretim, büyüme, tamirat, vs.) yapılması için
enerji gerekir. Eylem için enerji
kullanıldığında, bu enerjinin bir kısmı işe-yaramayan enerji olarak boşa harcanır.
Bu nedenle zaman içinde doğadaki işe-yarar enerji miktarı azalacak, işe
yaramayan enerji artacaktır. Bu ise, evrendeki enerji ve kütle miktarının sabit
olduğu düşünülünce, doğada zaman içinde düzensizliğe doğru bir gidişat
(entropi-artışı) olacağı anlamına gelir. Yani fizikçilere göre evrenin sonu
kaosa gitmektedir.
Ama gel-gör ki, jeolojik-
paleontolojik bulgular dünyamızda hep daha düzenli, gittikçe daha verimli üst-sistem
yapılaşmalara doğru bir gidişat olduğunu göstermektedir.
Peki neden fizikçilerin görüşü,
dünyamızdaki jeolojik-paleontolojik verilerle ters düşüyor.
Terslik veya uyumsuzluğun nedeni,
iki farklı yaklaşımla açıklanacaktır:
1. Yaklaşım:
fizikçilerin statik sistemde
düşünmeleridir.
Şöyle ki:
Bir iş veya eylem yapma işi,
alt-sitem öğelerine aittir. Yani bir bedeni hücreleri oluşturur; bir hücreyi
molekülleri; bir molekülü atomları; bir atomu da atom-altı-öğeleri oluşturur.
Atom-altı-öğeler ise quantum alemi denilen enerji dünyasından oluşur.
Kuantlardan oluşan enerji aleminin nasıl maddeleri
oluşturmaya başladığı, ve atom-molekül- hücre gibi üst sistemlere nasıl
geçildiği, bu üst sistemlerin neden belirli-ömürleri olduğu ve tekrar
alt-sistemlere parçalandığı, alt-sistemlerin nasıl tekrar birbirleriyle etkileşerek
yeni bir düzenlenmeye girdikleri http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/08/enerjiden-maddeye.html
ve http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom1-dogada-isler-nasil-yurur-ne-neye.html adresli
makalelerde gösterilmiştir.
Dolayısıyla, doğada işe
yaramayan enerji diye bir atık oluşmaz, açığa çıkan o enerji, başka enerji
öğeleriyle etkileşip, yeni öğe oluşumlarında kullanılır.
2.
Yaklaşım ise şudur:
Termodinamik, molekül ve daha üst-sistem yapısallaşmalarda söz
konusudur, halbuki, asıl enerji kaynağı atom-çekirdeklerinde depolanmıştır. Doğa
sürekli değişim-dönüşüm içinde dinamik bir sistem olduğundan, moleküller gibi
termodinamik özellikli varlıklar da, bu değişim-dönüşümlerden paylarını alırlar
ve termodinamik kurallarının geçerli olmadığı kuantsal aleme geri dönerler. Bu
şekilde de termodinamiğin 2. Yasası yine devre dışı kalmış olur.
James Clerk Maxwell doğadaki düzenli yapıların varlığının,
termodinamiğin 2.yasasına ters düştüğünü fark eden bir fizikçi olarak, termodinamiğin
2. yasasının şu durumda geçersiz olacağını gösteren “Maxwell’s demon =
Maxwell-iblisi” düşünsel tasarımını öne sürmüştür:
• İki
tane oda düşünelim. Birinde sıcak hava olsun, diğerinde soğuk
hava.
• Odalar arasında kapı açıldığında, sıcak
hava ile soğuk hava birbirine
karışır ve önceden
oluşturulmuş olan düzen tamamen yok olur. Bu odaların birinde tekrar
sıcak, diğerinde soğuk moleküllerin toplanması termodinamiğin 2.yasası gereği olanaksızdır.
• Odaların birinde sıcak, diğerinde soğuk
moleküllerin toplanması için, odalar arasındaki kapıya bir “bekçi” konulmalı ve bu bekçi, sıcak molekülleri ayırt edip, onun geçişine izin vermeli, ama soğuk moleküllere izin vermemelidir. Böyle olursa, düzenli
yapılar oluşur.
Görüldüğü üzere, fizikçiler
doğadaki oluşumların varlıkların kendi içsel dinamikleriyle (yani
bilgili-bilinçli davranarak, daha rahat bir duruma ulaşmak için) değil,
doğa-üstü bir güç sistemi tarafından oluşturulup-yönlendirildiği
görüşündedirler. Bu nedenle de, onları yönlendirecek bir “bekçi” kullanarak
sorunları çözerler. Maxwell de bu yöntemi düşünüp, Maxwel-iblisi fikrini
ortaya atmıştır.
Varlıkların tüm alt-sistemleri ise birer Maxwell-iblisi görevini
üstlenirler, çünkü:
Bilgisiz bir şey yapılamayacağına
göre, bir şey yapma ve onu sahiplenme bilgisi kimde?
Doğada neyin kim(ler) tarafından
yapılıp-sahiplenildiğini anlamanın en kestirme yolu, hücrelerle bedenler arası
ilişkiden geçer.
Ot veya yaprak yiyen bir hayvanın
sindirim sistemindeki hücreler, o otu önce moleküllerine (amino-asitlerine) kadar parçalarlar. Sonra o
molekülleri kemik, kan, kas, tırnak, saç vs. gibi farklı beden-öğeleri
oluşturacak şekilde kendi ihtiyaçlarına göre yeniden kombinasyonlara sokarlar
ve farklı görüntülü hayvanlar oluştururlar.
Bu oluşturma işleminde, hücreler
alt-sistemdir, oluşturulan beden ise üst-sistemdir. Doğa ve dünya bu türde
alt-sistem ve üst-sistem yapılarından oluşmaktadır ve sürekli daha ergonomik
varlıkların ortaya çıkmaları nedeniyle sürekli olarak kimyasal bileşimler
değiştirilip, yeni varlıklar oluşturulmaktadır.
Bir bitki de, bir hayvan da birer üst-sistemdir. Zaman kavramının
anlamının açıklandığı paragraflarda gösterildiği üzere, her sistemin belli bir
ömrü vardır; ve o süre sonunda her sistem parçalarına (alt-sistemlerine)
ayrışır. Serbest kalan alt-sistem öğeleri, doğadaki değişmiş olan koşulları
dikkate alarak, tekrar yeni bir üst-sistem oluşturacak şekilde tekrar
birleşmeye çalışırlar. Yani doğa ve dünyamız sürekli değişim-dönüşüm
içindeki dinamik bir sistemdir.
“Information &
self-organisation” olarak özetlenen Dinamik sistemler fiziği (Synergetic),
doğadaki bu dinamik işleyiş mekanizmasının
temel kurallarını ortaya koymuştur. (Haken 2000).
1-Doğadaki her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde
gerçekleşir.
2-Üst-sistemde geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların
karşılıklı etkileşimleriyle (rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
3-Güç (enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.
Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory
of Integrative Levels” adlı eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin
ana-hatlarında şunu vurgular:
1-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
2-karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle
yükümlüdür.
Şimdi tekrar ilk sorumuza dönelim:
“Sürekli bir değişim-dönüşüm
içindeki dinamik bir doğada yaşıyoruz. Peki bu değişim-dönüşümlerin bir
yönsemesi var mı? Nereye doğru gidiyoruz?”
Fizikçiler, biyologlar gibi bilim-insanları, doğa-yasalarını
oluşturan yönlendirici bir doğa-üstü makam olduğunu ve varlıkların birer robot
gibi bu yaslara uyduğu, evrenimizin düzensizliğe doğru gideceği, şeklinde
statik sistemli bir doğa görüşünde direnerek, insanlığı asırlardır yanlış yönde
etkilemektedirler.
Her şey
atomlardan oluşur; evrensel sistemdeki canlılığı-hareketliği başlatıp-sürdüren
ve yönlendiren en temel faktör olan kuantlar ise, sınır tanımaksızın, doğadaki
her varlığın atomlarını içten içe, çevredeki değişimlere uyacak şekilde
etkilerler, değişim-dönüşüme uğratırlar.
Yani kuantlar evrensel sistemin ruhudurlar. Bu nedenle termodinamiğin 2.
Kuralı geçersizdir ve doğada düzensizliğe doğru bir gidaşat söz konusu
değildir.
Şimdi
dünyamızdaki gelişim aşamalarını yansıtan şu şekle bakın.
Zaman içinde
düzene (birleşerek daha komplike sistemlere) doğru mu bir gidiş söz konusu,
yoksa, dağılarak parçalanmaya, düzensizliğe doğru bir gidiş mi söz konusu?
Termodinamiğin
2. Yasası, doğada düzensizliğe doğru bir gidişatın olduğunu, yani zaman içinde
“entropi” artar der. Entropinin
fizikteki tanımı ise şöyledir: Entropi =
S = k. Ln (W).
(k)
Boltzmann sabiti denilen sabit bir katsayıdır. Ln= matematikteki “logaritma”
işlemidir. (W) ise Almancadaki
Wahrscheinlickeit sözcüğünün ilk harfinin kısaltılmışıdır. Wahrscheinlichkeit
“olasılık” olarak tercüme edilebilir. Yani doğadaki varlıkların kaç farklı
şekilde bir-birleriyle etkileşebileceğini gösteren bir değerdir. Termodinamiğin
2. Yasası, zaman içinde varlıkların dağılıp parçalarına ayrılacağını
öngördüğünden, (W) ile belirtilen bağımsız davranış özelliği gösterecek öğe
sayısının zaman içinde artacağı fizikçiler tarafından öngörülür.
Be fizikçi
kardeşlerim, biz bu dünyada yaşıyoruz ve bizim dünyamızda parçalanmaya doğru
değil, birleşmeye doğru bir gidiş söz konusu.
Şekildeki
durum ve düzen, bir-iki yılda değil, yeryuvarı gezegeninin oluşmaya başladığı
4.6 milyar yıllık süreçte ancak gerçekleşebilmiştir. Bu 4.6 milyar yılın, ilk 1
milyar yılında sadece inorganik moleküller dünyamızda egemen olmuş, 3.5 milyar
yıl önce bakteriler oluşmuş, yaklaşık 2 milyar yıl önce amipler, yaklaşık 700
milyon yıl önce, amiplerin ortaklıklarının ilk ürünleri olan basit hayvanlar; 2.5 milyon yıl önce de ilk
insanlar oluşturulabilinmiştir. Yani varlıklar arasında rezonans ve uyumla
ortak bir bilgide buluşma, öyle kısa bir süreçte mümkün olmamıştır.
Information
& self-organisation olarak özetlenen “synergetic” adlı bir fizik dalı, bu
birleşmeye doğru gidişin matematiksel ve fiziksel parametrelerini ortaya
koymuştur (Haken 2000). Haken,
varlıkların bir araya gelmek, ortak bir davranış içine girebilmek için,
karşılıklı olarak kendi aralarında bir uyum-rezonans oluşturduklarını, bu
sayede, “minimum amplitude principle = MAP”
ve “maximum Information principle = MIP” ilkelerinin gerçekleşerek, doğada
basitten karmaşık sistemlere doğru gidildiğini göstermiştir.
Doğadaki bu
dinamik oluşumun fiziksel parametreleri ise tam bu sıralarda (1983-2000)
yılları arasında Hermann Haken adlı bir fizikçi tarafından önce “birlikte işlem
yapmak anlamına gelen =synergetic”, sonra “information & self-organisation”
olarak ortaya kondu. Ama fizikçiler zaman kavramını hala yanlış (statik sistemli)
yorumladıklarından, dinamik sistemler fiziğini (synergetic) anlamakta ve
kabullenmekte zorlanmaktadırlar. Bu nedenle okullarda-üniversitelerde hala
statik sistemli fizik bilgileri verilmektedir.
Nereye doğru gidileceğini anlayabilmek için, nereden
gelindiğinin bilinmesi gerekir. Nerelerden geçilerek günümüze gelindi?
Zaman nasıl bir şey?
Günümüzde
• 1- cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar, at-arabaları,
mızrak gibi İNSAN BİLGİSİ üretimi olan aletlerimiz var;
• 2- bunların yanı sıra koyun, fare gibi memeli hayvanlar,
kuşlar, bitkiler, balıklar, böcekler, mercanlar, salyangozlar gibi farklı GENETİK
BİLGİLERE göre oluşmuş çok hücreli canlılar var;
• 3- bunların yanı sıra, amipler, terliksi hayvanı gibi
çekirdekli tek-hücreli canlılar var;
• 4- bunların yanı sıra, bakteriler gibi çekirdeksiz
tek-hücreli canlılar var;
• 5- bunların yanı sıra, kuvars, mika, feldspat gibi
inorganik moleküller var;
• 6- bunların yanı sıra, azot, oksijen, karbon, demir,
hidrojen, helyum gibi kimyasal elementler var;
• 7- bunların yanı sıra, proton, nötron, elektron gibi
atom-altı-öğeler var.
Şimdi geçmişe doğru gidelim, bakalım neler değişecek:
• a- 100 yıl geriye gittiğimizde, “cep-telefonları, uçaklar,
bilgisayarlar”; 10 bin yıl geriye gittiğimizde at-arabaları; 50 bin yıl geriye
gittiğimizde, “mızrak, ok” yok oluyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış
oluyor;
• b- 300 milyon yıl geriye gittiğimizde, “koyun, inek, fare,
kuş, kertenkele, vs. yok oluyorlar, bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış
oluyor;
• c- 600 milyon yıl geriye gittiğimizde, bitkiler, balıklar,
böcekler, mercanlar, midyeler, salyangoz gibi hayvanlar yok oluyorlar, bunları
oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• d- 2,5 milyar yıl geriye gittiğimizde, “amip, terliksi
hayvanı” gibi çekirdekli tek-hücreliler de yok oluyorlar, bunları oluşturacak BİLGİ
henüz oluşmamış oluyor;
• e- 4 milyar yıl geriye gittiğimizde, “bakteri” gibi çekirdeksiz
tek-hücreli canlılar da yok oluyorlar, bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış
oluyor;
• f- 5 milyar yıl ile evrenimizin başlangıcı arası dönem (ki
bu astrofizikçiler tarafından 13.8 milyar yıl olarak öngörülüyor) yıldız oluşumları
ile geçiyor. Yıldızlar, atom denilen kimyasal temel elementlerin sentezlendiği
nükleer ortamlardır. Dolayısıyla, atom yapma bilgisi olmadan, oksijen, karbon,
demir gibi temel kimyasal elementler oluşturulamaz, kimyasal element olmadan da
mika, kuvars, feldspat gibi mineraller oluşturulamaz. O
nedenle 5-6 milyar yıldan önceleri kimyasal elementleri oluşturacak BİLGİ henüz
oluşmamış oluyor;
• g- Evrenizin başlangıcına gidildiğinde (ki o zaman tam
bilinmiyor) “proton, nötron, elektron gibi madde oluşturucu temel öğeler” de
yok oluyorlar, çünkü proton-nötronları bir arada tutan “strong-interaction = güçlü-etkileşim
olmadan madde oluşturmak olanaksızdır.
Yani evrensel sistemimizin başında, tüm maddeler yok
oluyorlar, “güçlü etkileşim = strong interaction (force)” oluşturma bilgisi oluşturulmamış
ve madde diye bir şey yok. Evren sadece quantum-aleminden, ENERJİDEN ibaret.
ENERJİ ise, cansız ölü bir şey değil, tersine cıvıl-cıvıl hareketli ve çevresini
algılayarak, en ergonomik yapılaşmaları tercih edip, kötüleri terk eden,
olasılık hesapları yaparak, enerji-akışı-yoğunluğunu artırıcı oluşumların
(Chaisson 2010) gelişmesini sağlayan doğal sistemin sahibi ve yönlendiricisidir.
Bu konuda temel bir bilgiye sahip olmak için şu iki makaleyi okumak şart ve
gereklidir:
Dünyamızın ve doğal sistemimizin geçmişi jeolojik,
astrofiziksel ve diğer doğa-bilimsel verilere göre yukarıda özetlenen şekildedir.
Görüldüğü üzere, gittikçe gelişen bir doğada yaşıyoruz ve gelişimler BİLGİ oluşturulabilme
yeteneğine bağlı olarak oluşuyor. Bu yeteneğe bağlı olarak, atom dediğimiz
temel kimyasal elementler farklı kombinasyonlara sokuluyor, farklı varlıklar
ortaya çıkıyor. Böylelikle, kuantsal enerji dediğimiz en temel canlılık öğesi
tarafından başlatılıp-sürdürülen, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan, yaşayan
bir doğa ortaya çıkıyor ve milyarlarca yıllık süreçler içinde sürekli olarak
evrimleşip-gelişiyor. Yani DİNAMİK SİSTEMLİ DOĞA söz konusudur ve biz insanlar
bu dinamik sistemli doğada yaşamak üzere oluşturulmuş varlıklardan biriyiz.
Geleneksel görüşe göre ise zaman, ebedi bir yaratıcının
ömrüne endeksli, tepedeki bu varlığın verdiği tik-tak sinyallerine göre işleyen
bir sonsuzluktur. Böyle düşünülmesinin nedeni ise, doğadaki canlılığın
neyle-nasıl başladığının bilinmemesidir. Hala fizikçiler kuantum alemini canlı
kabul etmemektedirler. Kuantum alemi canlı-bilinçli kabul edilmeyince, hücreler
alemi de bilinçsiz kabul edilmiş ve insanlık bilinçli ilk hücre oluşumunun
dünyaya nasıl geldiği konusunu anlayamamıştır.
İnsanlar doğayı
canlı kabul
etmezler, can(lılık) (ruh) denilen şeyi,
varlıklardan ayırıp, onun varlıkların haricinde bir şeyden
kaynaklandığını düşünürler. Bunun nedeni
atalarımızın hücre- kuant gibi temelde canlılık gösteren varlıklardan habersiz
oldukları dönemde, bedeninde gerçekleşen hücreler arası etkileşimleri (rüyaları,
hayalleri, vs) anlayamayıp,
bu olayların
bedene girip-çıktığını varsaydıkları hayali bir
varlıklar-üstü canlılık sisteminden kaynaklandığını varsaymalarından kaynaklanır. Bu nedenle “ruh ve beden” birbirinden ayrı düşünülmüştür ve bu genel kanı günümüze kadar devam etmiştir.
Ruhla bedenin birbirinden ayrı düşünülmesinde bilim
adamlarının çok büyük günahı
bulunmaktadır. Şöyle
ki: Dünyamıza gelmiş en büyük bilim adamı olduğu
kabul edilen Newton’un
doğal
sistem anlayışı şöyledir:
Newton’cu görüşe göre, “Allah başlangıçta tüm madde parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri
(onları etkileyen kuvvetleri) ve hareketin temel yasalarını oluşturur.
Bu şekilde
tüm evren
hareket içine
girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru
gider.”
Günümüz
evrimcilerinin ‘Hiçbir maddenin bilinci yoktur… Onlar fizik
yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz’ şeklindeki
görüşleri
Newton’cu doğal
sistem görüşünden kaynaklanırlar.
Bu tür görüşe
statik sistemli doğa görüşü denir. Statik
sistemli doğa
görüşünde, bir iş veya
eylem yapan, planlayan veya düşünen hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”, bir ekstra “varlık” olarak tasarlanmıştır.
Görüldüğü üzere,
fizikçiler, diğer doğa-bilimciler (kısacası tüm insanlık) zaman kavramının
anlamını bilmemektedirler. Bu nedenle, fizikçilerin zamanı ebedi bir varlığın
ömrüne endeksli bir sonsuzluk anlamıyla oluşturdukları tüm teorik görüşler
(kara-delik, vs.) kökten hatalı olmak zorundadırlar.
Şimdi bir ARA
SORU:
Değişim-dönüşümler neden oluyor?
Organik veya
inorganik, her varlık yapısını-düzenini koruyabilmek için enerjiye muhtaçtır ve
enerjisini hep bir alt-sistemden almak zorundadır. En alt sistem ise kuantlar
alemidir.
2017 tıp-fizyoloji Nobel ödülü, canlıların “iç-saat”
sistemlerini açıklayan çalışmalara verilmiştir. Canlıların iç-saat
sistemlerinin genel olarak, güneşten gelen fotonları algılamaya yönelik
oldukları görülür. Çünkü güneş ışınları = fotonlar, kuantlardan oluşurlar.
Kuntlar ise en temel enerji öğeleridir, Doğadaki en alt-sistemi oluştururlar.
Dinamik sistemlerde gittikçe basitten karmaşıklığa doğru gidişim
nedeni, enerjinin gittikçe değişik üst modüller şeklinde depolanmasıdır.. Örn.
fotosentez denilen olayla kuant dediğimiz temel enerji öğeleri (fotonlar),
şeker (glikoz) molekülüne (C6H12O6) bağlanır.
Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülünde güneşten gelen fotonlar depolanmıştır. Glikoz molekülündeki H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri, polarizasyonları, vs.); H2O ve CO2 moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar.
Görüldüğü üzere, fotonlarla gerçekleşen bir etkileşim türü (yani
kuantsal enerji) başka bir maddeye dönüştürülmüş,
başka bir etkileşim türü ortaya çıkmıştır. Bu yeni etkileşim türünün ortaya
çıkmasıyla, bir sürü kuantsal enerji-paketçiği yerini bu yeni etkileşim türüne
devretmiştir. Zaman içinde bu devir işlemi hızlanmış ve kuantsal öğeler azalıp,
yeni etkileşim öğeleri gittikçe artmıştır.
Glikoz molekülündeki enerjiden yararlanmak için çok farklı
türlerde canlılar oluşmuşlardır, çünkü glikoz, nişasta, vs. oluşturan çok faklı
görünüşlü (farklı kimyasal bileşimli) bitki türü mevcuttur. Her bir farklı
bitki, farklı bir alış-veriş birimi, farklı bir etkileşim sistemi oluşturur.
Bitkilerle beslenen hayvanlar, bu bitkisel moleküllerden et,
kemik, tırnak saç, vs. gibi çok farklı bileşimli yapılar oluştururlar. Koyun,
inek, at, vs. hepsi aynı ortamdaki
bitkilerden beslendikleri halde, çok farklı bedensel yapıları vardır. Bu
şekilde doğadaki etkileşimler çok daha fazla bir çeşitliliğe kavuşmuş olur.
En eski genetik bilgilere sahip bakteri gibi canlılar, oksijensiz
ortamda glikozdan enerji elde yöntemine sahiptirler ve fermentasyon adlı
kimyasal reaksiyonlar sistemiyle, bir glikoliz molekülünden, canlılar aleminin
temel alış-veriş (temel etkileşim) birimi olan Adenosine-Tri-Phosphate (ATP)
molekülünden 2 tane elde edebilirler.
Daha gelişmiş genetik bilgilere sahip olan ökaryot hücreli
canlılar ise, bu ilksel yönteme ilaveten oksijenli bir kimyasal reaksiyonlar
serisi bilgilerini de genetik bilgilerine katarak, bir glikoz molekülünden 36
ATP daha kazanacak bir sisteme kavuşmuşlardır.
Fotonlar çok farklı dalga boylarındadırlar. Her dalga-boyunu
kullanacak kloroplast türü farklıdır. Bu nedenle kısa dalga boylu fotonları
kullanan bitkiler farklıdır (kırmızı algler), uzun dalga boyunu absorbe eden
bitkiler farklıdır (mavi-algler), vs. Bu şekilde doğada çok farklı türlerde
bitki popülasyonları ortaya çıkar.
Bu enerji aktarımı bu şekilde devam eder ve her yeni oluşturulan
madde, enerjiyi başka bir “madde bileşimi” şeklinde depolamış olur. Her farklı
maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar
farklı çekim güçleri oluştururlar. Ve tüm bu farklı çekim güçleri temelde belli
sayıda (h) kümeleşmelerinden oluşurlar. Farklı kuvvet türleri bu şekilde
enerjiden oluşurlar.
Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaçtır. Her canlının
bağımlı olduğu enerji kaynağı bir diğerinden farklıdır. Bu farklılığı açıklamak
için, yeni oluşan bir göldeki balık çeşitliliğinin gittikçe nasıl artırıldığı
konusundaki araştırmalara bakmak yeterlidir.
Doğu Afrika yaklaşık 20-25 milyon yıl önceleri, jeologların
riftleşme dedikleri bir olayla
yırtılmaya başlar. Yırtılma zaman içinde devam ettikçe, önce vadiler oluşurlar
ve gittikçe derinleşirler ve sonra bu vadilerde göller ortaya çıkarlar ve
gittikçe derinleşip-genişleyerek günümüzdeki coğrafik durumu ortaya çıkarırlar.
Bu göller arasında, Tanganika, Viktoria, Malavi, vs. bulunur.
Kumlu zemin üzerinde yaşam
farklı, kayalık ortamda yaşam farklı olur. Altolamprologus cinsi kayalık
ortamlarda yaşar. Bu cinse ait A. calvus türü 12-15 cm boyunda olur ve bedeni
çok yassılaşmıştır. A. compressiceps türü ise, 15-18 cm boyunda olur ve bedeni
yine yassılaşmış, ama biraz daha kalıncadır.
Bu iki türün yaşadıkları ortam ayrıntılı araştırıldığında,
A.calvus’un çok küçük kaya çatlakları arasında, A. compressiceps’un ise daha
geniş kaya çatlakları arasında yaşadıkları saptanmıştır.
Aynı gölde yaşayan Perissodus microlepis türü ise çok daha
ayrıntılı bir uzmanlaşma örneği sunmaktadır. Balık pulları yiyerek geçinen bu
türün iki farklı varyetesi bulunmaktadır: Bir varyetede ağız kafanın
sağ-tarafına, diğer varyetede
sol-tarafına açılmaktadır. Böylelikle balığa kolayca yaklaşıp, pullarını
koparabilmektedir (Takahashi, T. & Koblmüller, S. 2011).
Bunlar canlıların neleri dikkate alarak bedenlerinin şekillerini
nasıl ayarladıklarını gösteren çok güzel örnektirler.
Göldeki 250 balık türünün çoğunluğu endemiktir, yani sadece bu
Tanganika gölünde bulunur, diğer göllerde bulunmazlar.
Benzer şekilde Viktoria veya Malavi göllerinde de yüzlerce endemik
-yani sadece o göle mahsus- balık türü bulunmaktadır.
Bu demek oluyor ki, doğada her ortamda kendine özgü bir canlı
organizma çeşitliği oluşmaktadır. Her ortamdaki hücreler, o ortama uygun
bedensel tasarım bilgileri oluşturmakta, ve doğadaki varlık çeşitliliği bu
nedenle gittikçe artmaktadır. Varlık çeşitliliğinin
artması, etkileşim-türünün artması anlamına gelir. Yani atomlar aleminde foton,
proton, elektron gibi öğelerle gerçekleşen etkileşimler, bu atom-altı-öğelerin
kombinasyonlarından oluşan farklı varlıklarca gerçekleştirilmektedir. Bu varlıklar
birbirlerini yemekte ve enerji ihtiyaçları
böyle karşılanmaktadır.
Enerji kaynağı (etkileşim araçları) zaman içinde değişince,
varlıkların bilgi oluşturma sistemlerinin de sürekli değiştirilmesi durumu
ortaya çıkar. Bu nedenle bilgi oluşturucu organlar hep plastik, yani
değişim-dönüşümlere uyum sağlayacak şekilde oluşturulurlar. Beyinlerin bu
nedenle nöroplastisite özelliği vardır. Her varlığın bağımlı olduğu canlı
türleri (farklı etkileşim araçları) zamanla değişebilmektedir. Bu nedenle,
neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutulmak
zorundadır. Bu şekilde information & self-organisaton olarak özetlenen
dinamik sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi = information”
kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve varlıkların
fiziksel-kimyasal yapılaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her yeni bir varlık
oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni varlığın yaydığı
sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer.
Yani “BİLGİ” oluşturma, doğadaki oluşum ve gelişimlerin en temel
noktasını oluşturmaktadır.
Bilgi oluşturma ve oluşturulan bilgiye göre davranış belirleme,
sadece hayvanlar aleminde değil, bitkiler aleminde de geçerlidir:
Bitkilerin ne zaman
filizlenmeye başlayacakları konusunu araştıran bir ekip (Bassel, Birmingham
Uni.), çimlenmenin doğru zamanda başlayabilmesi için, bitkilerin embriyonik
safhalarında hücrelerden
•
birinin çimlenme
zamanını geciktirici yönde hormon üretirken,
•
diğerinin çimlenme için
doğru zaman olduğu yönünde hormon ürettiklerini,
•
bu hormonların üretim
miktarlarının tamamen çevreden algılanan sıcaklık, nem, ışık şiddeti ve süresi
(yaz-kış farkı), besin-maddeleri, gibi faktörlere göre belirlendiğini,
•
bu hormonların
birbirlerine göre oranlarına bakılarak, büyümeye başlayıp-başlamama konusunda
karar verildiğini,
•
kararın fikir birliğine
göre gerçekleştiğini ortaya koymuştur. (Bassel 2016, Nieuwland et al. 2016, Souza, et
al. 2017)
(Meraklı okuyuculara ek
bir bilgi: Bu hormonlar abscisic acid (ABA) ve gibberellins (GA) hormonları
olarak bilinmektedir. ABA geciktirici, GA ise uyandırıcıdır.)
Görüldüğü üzere, bitki dediğimiz varlıklar bile
kesinlikle “bilgi” oluşturuyorlar ve o bilgilere göre davranışlarını
belirliyorlar.
Halbuki geleneksel düşünceli tüm günümüz bilim-insanlarına göre,
varlıklar bilgisiz-bilinçsiz birer robotturlar, ve doğa-üstü bir merkezce
yönlendirilmektedirler.
“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde
hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in
bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir, vb.
oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka
hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey
olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". Böyle bir
inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde
"bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine"
ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal
dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir.
Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka
dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element
dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde
dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği
(değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer
moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu
değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme
şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.” (Kervran 1973, s. 120)
Kervran, doğada sürekli bir değişim dönüşüm
gerçekleştiğini ve bu değişim-dönüşümlerin atomlar aleminden kaynaklandığını
delilleriyle ortaya koyup, “Life is nothing but chemistry =
Hayat sadece kimyadan ibarettir” diyen ilk bilim
adamıdır. Kervran’ın dahiyane görüşünün, dogmatik görüşlerle
şartlandırılmış diğer bilim insanları ve medya tarafından nasıl
engellenip, Nobel ödülü almasının nasıl engellendiği konusunu “Bir dogmanın
çöküşü” başlıklı şu makalede takip edebilirsiniz: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-2-enerjinin-kokeni-ve-kuantum.html
Kervran (1973, 1982) de belirtildiği üzere:
2- Tohum ile o tohumdan oluşan bitkinin atom bileşimleri de çok
değişir. Saf su içinde, tamamen kapalı ortamda filizlendirilmiş yulaf
bitkisinde kalsiyum miktarı artar, potasyum miktarı azalır. Filizlenme,
tamamen kontrollü ortam koşullarında yapıldıklarından, dışarıdan kalsiyum
elementi alınması söz konusu değildir, potasyum elementinin dönüşmesi sonucu
oluşmak zorundadır. (39K + 1H → 40Ca Kervran
1973)
3- Strassburg katedralinin duvarlarındaki kumtaşlarının
analizlerinde saptandığı üzere, taze kumtaşlarında Si miktarı
yüksek, Ca miktarı düşük iken, ayrışmış kumtaşlarında durum tersine
dönmüştür: Si azalmış, Ca artmıştır. Buna karşın K, Mg gibi
elementlerin miktarlarında pek bir değişim olmamıştır.
Bu tür element dönüşümleri çevremizde -ve de bizlerin
bedeninde- her an olmaktadır. Bu dönüşümler birer çekirdek reaksiyonu
olduklarından, çevreye bir sürü nötrino saçılmaktadır. Nötrinolar ise, sınır
tanımaksızın çevrelerindeki her varlığı delip-geçtiklerinden (ve bu geçişleri
sırasında, güzergahlarındaki atomlarla etkileşip, enerjilerini azaltıp, veya
artırdıklarından) doğadaki tüm varlıklar arasında bir karşılıklı etkileşim
sistemi ortaya çıkmaktadır.
Yani bedenimizin her cm-karelik kısmından saniyede
milyarlarca nötrino bedenimize girmektedir. Bu nötrinoların bir kısmı güneşten,
bir kısmı evrenin bir başka yerinden, bir kısmı dünyamızın içinden, bir kısmı
çevremizdeki bitki ve hayvanlardan, bir kısmı çevremizdeki bakteri ve
mantarlardan gelmektedir. Ama daha da önemlisi, çevremizdeki insanların
yaydıkları nötrinolar da bedenimize girmekte ve bizlerin atomlarıyla
etkileşmektedir. Bu etkileşimlerde, nötrinolar birer transit yolcu gibi değil,
birer enerji ve enformasyon elçisi gibi davranmaktadırlar. Yani biz
insanlar dahil, canlı-cansız tüm varlıklar “ether” dediğimiz bir
sinyaller okyanusu içinde, bir birlerimizle karşılıklı bir etkileşim ağı içinde
yaşamaktayız. “Ether” kavramı hakkında gerekli bilgilere: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2015/05/ether-ve-allah.html
dosyasında ulaşabilirsiniz.
Görüldüğü üzere, varlıkların bileşimleri, çevredeki
değişimlere göre, sürekli değiştirilmektedir. Değişimler atomik düzeyde olmakta
ve kimyasal elementler, çevredeki enerji durumuna göre, birbirlerine
dönüştürülmektedir. Tüm bu dönüşümler birer çekirdek reaksiyonu
gerektirmektedir. Çekirdek reaksiyonlarında ise nötrinolar çevreye yayılıp,
çevredeki tüm varlıkların içlerindeki proton-nötron-elektron gibi atom-altı öğelerle
etkileşebilmekte, ve onlarda değişiklik yapabilmektedir.
Kuantum fiziği araştırmaları, atomların birbirlerine dönüşümü
(yani çekirdek reaksiyonları) sırasında, oluşan nötrinoların, oluşumlarının
başlangıcında çok küçük bir enerji potansiyeline sahip olduklarını, ama
doğadaki varlıkları delip-geçerken, geçtiği yerlerdeki atom-altı-öğelerle
etkileşime girerek, enerji potansiyellerini artırdığı veya azalttığı, bu
nedenle doğadaki oluşumları etkilediklerini ortaya koymuştur. Nötrinoların enerji
potansiyelleri, geçtikleri güzergahlardaki varlıklarla etkileşimleri sırasında
öylesine artabilmekteler ki, sonraki güzergahlarındaki bir varlığın içinden
geçerlerken, o varlığın moleküllerindeki atomlarda çekirdek reaksiyonlarına yol
açıp, kimyasal bileşimini değiştirebilmektedirler. Ve nötrinolar hem bizlerin
bedenlerinde, hem çevremizdeki canlı-cansız her varlık içinde oluştuklarından,
evrendeki her şeyle karşılıklı bir etkileşim ve bağımlılık içindeyiz.
• Yaratıcılığı-yapıcılığı, alt-sistemlere değil de, üst-sistemde
bir şeye bağlayınca, olanlar olmuş, mantıklar tamamen bozulmuştur. Çünkü
üst-sistemler hep alt-sistemlerce oluşturulmaktadır.
Bu araştırmalar net bir şekilde gösteriyor ki, doğada değişmeden sabit kalan hiçbir şey bulunmuyor. Her şey zaman içinde değişim-dönüşüme uğruyor, ve bu değişim-dönüşümler hep daha ergonomik yapılar oluşturacak şekilde bilgi oluşturulması sayesinde oluyor.
- Doğadaki Dinamik
Oluşum Mekanizmasını (DOMu) anlayacak bir canlının oluşturulması
“Life is nothing but chemistry =
Hayat sadece kimyadan ibaret” olduğuna göre, hayatın amacı ne?
Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o nesneyi
simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Böylelikle çevredeki
değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize aktarılır. Geri-beslemeli bu
sistem böylece
atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır ve her gün doğa değişen
bilgilere göre
yeniden yapılandırılır.
Zaman dediğimiz
değişim-dönüşüm göstergesi bu şekilde
ortaya çıkar.
Tavuk-yumurta (veya doğum-ölüm)
döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan
dinamizmin bir sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren
ise, “kuant” dediğimiz
en temel “hareketlilik-dinamiklik”
öğeleridirler.
Doğadaki
bu dinamik sistemin nasıl
işlediği, son
15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya başlanmış ve “Information &
self-organisation”
olarak özetlenmiştir.
Yani kuant dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri,
bilgi oluşturarak
kendilerini yönlendirmektedirler.
2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için onlarca at-arabası ve haftalarca zaman
gerekirdi. Halbuki günümüzde bu işi bir
kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. Zaman içinde moleküller-maddeler,
öyle bir kombinasyona sokuldular ki, o yeni kombinasyonlarla, enerji daha
etkili şekilde
kullanılır oldu.
Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir. 300 yıl önce de dünyamızda atomlar ve moleküller vardı, şimdi
de var. Tek değişen şey ise, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de,
kamyon tarzında
birleştirilmeleridir.
Bu sayede insanlar daha kısa
zamanda daha büyük işler
yapabilmektedirler.
İnsanların bilgi oluşturarak, daha rahat bir yaşam düzeyine
ulaşmaları, yandaki diyagramda çok net bir şekilde görülmektedir.
Ateş yakmasını yaklaşık 500 bin yıl önce öğrenen insanlar,
30-35 bin yıl önceleri mızrak yapmasını,
20-27 bin yılları arasında, önce iğne, sonra hayvan derilerinden
giysiler ve çadır yapmasını
8-12 bin yılları arasında, balçıktan-tuğladan evler yapmasını,
tarım-ve-hayvancılık bilgileri oluşturmasını öğrenerek, toplumsal yaşama
geçmiştir.
Yaklaşık 5 bin yıl önce yazıyı keşfedip, bilgilerin daha sağlıklı
şekilde aktarılmasını sağlayan insan, cam eşyalar, madeni eşyalar, motorlar,
radyo, TV, vs. şeklinde sürekli yeni ürünler ortaya koyarak,
enerji-kullanım-oranını (Energy rate density = enerji akışı yoğunluğu) artırıcı
bir yönde ilerlemektedir.
İş yapılması enerji ile olduğundan,
daha kısa
zamanda daha büyük işler
yapılması, enerjinin yoğun ve
uyumlu bir şekilde
kullanılmasını gerektirir ki, buna
enerji akışı yoğunluğu
(Chaisson, 2001) denir.
Enerji akışı
yoğunluğu, galaksilerde
saniyede 1 erg civarındayken, yıldızlarda 3-4 erg, gezegenlerde 70-80 erg,
bitkiler-aleminde 700-800 erg, hayvanlarda yaklaşık
10 bin erg, beyinlerimizde yaklaşık
100 bin erg, toplum hayatında
500 bin erg civarındadır. Şekilde
görüldüğü üzere, bu farklı varlıkların ortaya
çıkış
zamanları,
enerji-akış-yoğunluğunun
zaman içinde artırıldığını gösterir.
Bilginin Üstel Gelişiminin Anlamı
ve Sonuçları
Matematiğin temel ilkelerinden bir bu konuyla ilişkilidir ve
“Üstel fonksiyonlar y=ex şeklindedirler ve üstel fonksiyonların türevleri hep ex olarak
kalırlar ve asla sıfırlanmazlar” şeklinde bir temel kuralı vardır.
Bunun anlamı, bilgi oluşturma yeteneğinin sadece insan veya hücre gibi canlılarla sınırlı olamayacağı ve maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam edeceğidir.
Bilgi oluşumunun üstel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir faktörün bulunmasını zorunlu kılar.
Nitekim maddenin en küçük
bileşenleri
olan kuantsal öğelerin bilgiye göre
davranmaktadırlar.
Tüm
varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal öğeler (enerji paketçikleri) enerji dediğimiz en temel canlılık unsurlarıdır ve şu temel özelliklere
sahiptirler:
• yapıcılık-yıkıcılık arasında
sürekli bir osilasyon = salınım hareketi içindedirler;
• bir taraftan en iyi
yapısallaşmaları seçerek, iyilerin gelişmesini, kötülerin ayıklanmasını
sağlarken, diğer taraftan da, en kolay, en kestirme yolu tercih ederler.
• daha ergonomik bir yapı algılayıp,
oraya göç etmek istediklerinde, ama önlerinde aşılamayacak büyük bir engel
olduğunda, ihtiyacı olan o muazzam zıplama enerjisi
"quantsal enerji-bankası" tarafından onlara ödünç verilir;
• aynı
kökenli kuantlar EPR etkisi denilen anında bir etkileşim (haberleşme)
sistemiyle evrensel ölçekte enerjinin dengelenmesini sağlarlar.
• kendilerini gözetleyen biri
olup-olmadığını algılarlar, gözleniyorlarsa parçacık gibi davranıp, gözleyenin
istediği şekilde davranırlar; gözlenmiyorlarsa, çevrelerini salınım-adımlarıyla
ölçüp, bir olasılık hesabı yaparlar ve en olası duruma göre davranırlar;
• gidecekleri hedefi rastgele değil, bilinçli seçerler.
• •Atalarımızın «RUH» dedikleri
canlılık-hareketlilik verme özelliğinin kökenidirler.
Yani en temeldeki kuantsal enerji öğeleri
rastgele değil, bilgi ve bilinçli şekilde davranıp-hareket etmektedirler.
Özetleyecek olursak: enerjinin maddeleri
oluşturması, yani doğa ve dünyamızın oluşumu, rastgele değil, belli kurallara
ve bilgiye dayanmaktadır.
Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere,
kuantsal sistem sabit bir enerji sistemi değil, sürekli değişim-dönüşüm içinde
olan ve saniyenin milyarlarca biri gibi kısa sürelerde oluşup, tekrar başka bir
kuantsal enerji düzeyine dönüşen, çok aktif öğelerden oluşmakta ve
birbirleriyle etkileşerek evrensel ölçekte enerji dengelenmesi
yapabilmektedirler.
Varlıklar Bilgi-oluşturmanın
öneminin
farkındadırlar
Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri koruyup
aktarmak o kadar önemlidir ki, atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri
gelecek kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve
muazzam bir zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve
mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü
bizleri sürekli olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına
yönelik bir eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında
hep bir çekim kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular
oluşturarak, böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak
bir eylem gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak bir
birlerine cazip gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi
kapasitelerinin aktarılmasına yarayacak işlevlere girişirler.
Pandorra’nın kutusunun
açılması
Yaklaşık
2.5 milyon yıllık bir geçmişe
sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini
en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı
temsil etmektedir.
Bir foton veya elektron, önüne
seçenekler konduğunda,
tüm seçenekleri kendi değerlendirme
sistemine göre
(frekansı,
amplitüdü, vs.) değerlendirir
ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce
faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.
İnsanın
diğer
tüm canlılardan çok farklı olduğu,
kesin bir gerçekliktir.
Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da
yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil
birçok canlının genomları günümüzde deşifre
edilmiştir.
Dolayısıyla
insanın diğer
canlılar farkı
genetik kodlamalarda mevcuttur.
Bu düşünceyle
hareket eden 16 kişilik bir araştırma
grubu (Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze,
goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek,
inek, fil, tavuk gibi birçok
hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak,
insan genomundaki hangi kısmın diğer
hayvanlarınkinden
çok belirgin şekilde
ayrıldığını araştırmışlardır.
Araştırma
sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık
olduğu
saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q)
kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden
dolayı HAR1 (Human
Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır. Bu
bölgenin özellikle beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki
organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde
oldukları ortaya konmuştur. Reelin ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada etkili
olan bir proteindir.
Yani insanı oluşturan
hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına
yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Şekil: Memeli hayvan
beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde
(kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük
bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi
ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama”
yeteneği sayesinde insanlar, çok
az sayıda veriden (gözlemden)
muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur. Yani Pandora’nın kutusu açılmış ve
insan doğa dünyadaki her şey hakkında bilgi oluşturmaya başlamıştır.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar
üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok
çeşitli senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını
gerektirmektedir. İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en
önemli nokta budur.
Dünyamızda gittikçe
gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun
başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük devletler,
devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir. Bilimsel ve
teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı gemide" yaşayan
bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık
her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir
dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde, dünya genelinde bir
“insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını çekmekteyiz.
İnsanlara,
doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi
veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen
yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor.
Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak
çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk
yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum hayatına başlıyor.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle
oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek
olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını
imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin
oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı
doğup-gelişmiş olur. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her
millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere
uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Halbuki
doğa dinamik sistemlidir ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her
şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep
tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık
içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise,
sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının
belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir
toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce
belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk
ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme
bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır,
asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur
Günümüz dünyasında egemen olan
durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz
daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da,
doğada dinamik sistemli bir hayat görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm
insanların, ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu
gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta, hala kendilerinin durumunun iyi olması,
diğer geri kalmış toplumların da kendi başlarının çaresine bakmaları gibi pasif
bir davranış içindedirler.
Gelişmiş ülke halkları, geri
kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek
zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”
Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü
bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir
kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya
Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu
şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin
sağlık durumunu etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir
ve düşman bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı
yaptırarak yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca,
sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız
gerekir.
Bu nedenle insanlık hala büyük
bir aymazlık ve şartlandırılmışlık içindedir.
En temel kuantsal öğelerin rastgele değil, bilgi ve bilinçli şekilde
davranıp-hareket ettikleri;
Her şeyin bu temel öğelerin birleşmeleriyle oluştuğu;
Birleşmelerin rastgele çarpışmalarla değil, karşılıklı sinyal
alış-verişleriyle olduğu;
Doğadaki tüm oluşumların (hücre-beden, atom-molekül) gibi alt-sistem
–üst-sistem ilişkili olarak gerçekleştiği;
Üst-sitemde geçerli olacak kuralların (doğa yasalarının), bileşenlerin
ortaklaşa etkileşimleriyle belirlendiği, maalesef hala bilinmemektedir.
Bilim-insanlarınca
zaman hala, ebedi bir varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk; doğal sistem ise
cansız-ölü kabul ediliyor; değişim-dönüşümlü bir sistemde yaşanıldığının
farkında değiller.
Bu nedenle
bilim-insanları ve din-adamları, varlıkların bilgisiz-bilinçsiz robotlar gibi
davrandıkları ve doğa-üstü bir güç-sisteminin doğa yasalarını oluşturduğu
şeklindeki statik sistemli bir hayat bilgisi vererek insanların mantıksal
değerlendirme sistemlerini bozmaktadırlar.
Görüldüğü üzere,
BİLGİ oluşturulabilme yeteneğine bağlı olarak gittikçe gelişen bir doğada
yaşıyoruz. Bu yeteneğe bağlı olarak, atom dediğimiz temel kimyasal elementler
farklı kombinasyonlara sokuluyor, farklı varlıklar ortaya çıkıyor. Böylelikle,
kuant dediğimiz en temel canlılık öğesi tarafından başlatılıp-sürdürülen,
sürekli değişim-dönüşüm içinde olan, yaşayan bir doğa ortaya çıkıyor ve
milyarlarca yıllık süreçler içinde sürekli olarak evrimleşip-gelişiyor. Yani
Doğa canlıdır ve biz DİNAMİK SİSTEMLİ DOĞAda yaşamak üzere
oluşturulmuş varlıklardan biriyiz.
İnsanlık şimdiye dek
doğanın kendisini cansız, hayali bir güç sistemini ise canlı kabul etmiştir. Bu
düşünce sistemine statik düşünce sistemi denir, çünkü varlıkların kendileri
statik=değişmez bir robot gibi düşünülmüş, onları değiştiren faktör, onların
dışında, üstünde doğa-üstü bir güç sistemi olarak kabul edilmiştir. Bir asır
önceleri kuantum fiziği ortaya çıkınca ve kuant denilen en temel enerji
öğeleriyle yapılan deneyler, bu en temel enerji-öğelerinin bilgili ve bilinçli
davrandıklarını gösterince, statik sistemli düşünce ile şartlanmış
bilim-insanları, geleneksel şartlanmışlıkla, kuantum fiziği deneylerini
hep yanlış yorumlamışlardır. Bu yanlışlık hala günümüzde de devam etmektedir.
Yani doğadaki canlılık-hareketlilik, DOĞAÜSTÜ bir güç sistemiyle değil
DOĞA-ALTI bir güç sistemiyle başlatılıp-yönlendirilmektedir. En temeldeki bu
doğa-altı güç sistemi ise kuantsal enerji sistemidir.
Kuantum fiziği araştırmaları, atomların
birbirlerine dönüşümü (yani çekirdek reaksiyonları) sırasında, oluşan
nötrinoların, oluşumlarının başlangıcında çok küçük bir enerji potansiyeline
sahip olduklarını, ama doğadaki varlıkları delip-geçerken, geçtiği yerlerdeki
atom-altı-öğelerle etkileşime girerek, enerji potansiyellerini artırdığı veya
azalttığı, bu nedenle doğadaki oluşumları etkilediklerini ortaya koymuştur.
Nötrinoların enerji potansiyelleri, geçtikleri güzergahlardaki varlıklarla
etkileşimleri sırasında öylesine artabilmekteler ki, sonraki güzergahlarındaki
bir varlığın içinden geçerlerken, o varlığın moleküllerindeki atomlarda
çekirdek reaksiyonlarına yol açıp, kimyasal bileşimini değiştirebilmektedirler.
Ve nötrinolar hem bizlerin bedenlerinde, hem çevremizdeki canlı-cansız her
varlık içinde oluştuklarından, evrendeki her şeyle karşılıklı bir etkileşim ve
bağımlılık içindeyiz. Oluşturacağımız bilgileri, bu temel görüş çerçevesine
oturtmak zorundayız, ve şu an tam bunun
tersine bir eğitim veriyoruz.
Information & self-organisation olarak
özetlenen bilgiye dayalı dinamik sistemli bir doğada yaşayan ve bilgi oluşturmanın zirvesinde olan
insanlık, statik sistemli geleneksel eğitimin etkisiyle zombileşmiştir ve hem
kendi geleceğini, hem de doğadaki diğer varlıkların geleceğini tehlikeye sokan
bir yaşam tarzı sürdürmektedir.
Bilim insanları, evrim denilen olayın, varlıkların
dışında varsayılan doğa-üstü bir güç (doğal-seçici = yaratıcı) sistemince
denetlediği görüşündedirler ve böyle öğretmektedirler. Halbuki information
& self- re-organisation olarak
özetlenen dinamik sistemler fiziği (synergetic), tüm varlıkların çevrelerini bizzat
algılayarak, kaderlerini kendilerinin belirlediklerini göstermektedir.
Bu da, bilim insanlarının insanlığa yanlış bilgi
aktararak suç işlediklerinin tipik bir göstergesidir.
Doğada her şey, küçük
öğelerin birleşerek, daha büyük sistemler oluşturması şeklinde gerçekleşir.
Proton + nötron + elektronlar birleşerek atom dediğimiz kimyasal elementleri
oluştururlar. Atomlar birleşerek molekülleri, moleküller birleşerek hücreleri,
hücreler de birleşerek canlı ve cansız tüm diğer varlıkları oluştururlar.
Bu oluşumlarda
ortaklığın kuralları tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle sağlanır
(Dinamik sistemli gelişen doğadaki Dinamik sistemler fiziği ilkesi).
İnsanlık yaklaşık
40bin yıldır karşılıklı etkileşim içinde, ama henüz bir toplumsal ortaklık
mutabakatı oluşturamadı. Bunun temel nedeni de, doğadaki oluşumlarda varlıkları
bir araya getiren kuvvetin, varlıkların kendi iç dinamikleriyle değil de,
harici bir yönetici-yönlendiricinin (ilahi veya olağan-üstü bir gücün)
etkisiyle gerçekleştiği şeklindeki hatalı doğa anlayışıdır, ki buna statik
sistemli doğa görüşü denir. Allah olarak tanımlanan bu harici gücün, toplumsal
sistemlerdeki temsilcileri de kutsal soydan geldiklerine inanılan kral-sultan
gibi yöneticiler olmuşlardır.
Toplumumuzun
inandığı yaratıcı, yapısı, bileşimi vs. bilinmeyen, doğa-üstü bir varlıktır:
• 1-Her şeyi önceden bilir,
• 2-Ebedidir, zaman onun ebediliğine bağlı sonsuzluktur,
• 3-Varlıklardan bağımsız, varlıkların üstünde bir şeydir,
• 4-Varlıklar birer robot gibi O’nun emirlerine (kurallarına) uyarlar.
• 2-Ebedidir, zaman onun ebediliğine bağlı sonsuzluktur,
• 3-Varlıklardan bağımsız, varlıkların üstünde bir şeydir,
• 4-Varlıklar birer robot gibi O’nun emirlerine (kurallarına) uyarlar.
Doğa bilimsel araştırmalar ise doğadaki yaratıcılığın kuantsal enerji
sistemiyle başlatılıp-yürütüldüğünü göstermektedir: Kuantlar alemi:
• 1- Her şeyi önceden bilmez, en iyi bilgi
oluşturan varlıklara yatırım yapar, kötü olanları terk eder,
• 2-Oluşumlar proton, nötron, elektron gibi
en temel alt-sistem öğeleriyle başlarlar;
-
onların
bir-birbirleriyle rezonansa girebilmeleriyle, bir üst-sistem olan atomlar
oluşurlar;
-
atomların
bir-birbirleriyle rezonansa girebilmeleriyle, bir üst-sistem olan moleküller;
-
onların
bir-birbirleriyle rezonansa girebilmeleriyle, bir üst-sistem olan hücreler;
-
onların
bir-birbirleriyle rezonansa girebilmeleriyle, bir üst-sistem olan bedenler vs.
oluşurlar.
-
Tüm bu
alt-sistemden üst-sistemlere geçişlerde temel amaç, enerji-akışı-yoğunluğunu
artırarak, daha rahat bir duruma geçme amacı vardır (rahatlama dürtüsü).
• 3-
Doğal-sisteminin yaratıcısı kuantum-alemidir, enerjidir; her yeni bir varlık oluşumuyla,
yapısal-dokusal durumları değiştirilerek, yeni varlıklarla rezonansa girecek
şekilde değişime uğrarlar. Zaman denilen değişim-dönüşüm göstergesi bu şekilde
ortaya çıkar.
• 4- Doğal-sistemi yaratıcısı, önceki
paragraflarda belirtildiği üzere, doğadaki diğer varlıkların üstünde değil,
onların içindedir. Onlarla karşılıklı bir ilişki ve etkileşim içindedir.
• 5- Doğal sistem, information &
self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği (synergetic)
ilkelerine göre sürekli bir değişim-dönüşüm ve gelişim (evrim) içinde
olduğundan, ve enerji denilen etkileyici faktör sürekli farklı varlıklar içine
geçerek yer değiştirdiğinden, her varlık doğadaki bu değişimleri bizzat takip
edip, kendi kaderini kendisi belirlemek zorundadır. Pasiflik, robotsu davranış
hiç söz konusu değildir.
• 6- Bir toplum oluşturmak isteyen insanların
dikkate alıp, uygulamaya-hayata geçirmeye mecbur oldukları en önemli nokta bu
husustur. Kaderini kendisinin belirlemesi için asla bir lider peşinde koşmaması
gerçeği.
Neden Herkes Elini Taşın Altına Koymalı
Toplum biz insanların oluşturması gereken bir ortak davranış
sistemidir. Doğada dinamik bir sistem vardır ve dinamik sistemlerde, her varlık
aktif olmak zorundadır. Halbuki, hem dinsel yaratılış görüşü, hem Darwin’ci evrim
görüşü statik sistemlidirler, çünkü ikisinde de varlıklar bilgisiz-bilinçsiz
birer robotturlar. Bu nedenle asırlardır insanlarımız kendilerinin bir sürü
olduğuna inandırılmış, ve lider dedikleri ÇOBANlarca güdülmüşlerdir.
Ben DOM-sistemiyle (dinamik sistemli hayat görüşüyle)
insanlığın tüm sorunlarının çözüleceğini iddia ettiğimde, çevremdekiler sıkça
şu itirazda bulunurlar:
“Sen daha ailen içinde, veya yakın çevrende böyle bir
birliktelik oluşturamamışsın, milyonlarca insan arasında bunu nasıl yapacaksın?”
Evet, işin püf noktası buradadır.
İnsanlarımız: ‘Sanki toplumsal sistemi oluşturmak sadece
benim görevimmiş, kendilerine bu konuda bir görev düşmüyormuş’ gibi bir
davranış içindedirler.
Ben zaman kavramının anlamını 45-50 yaşlarıma geldiğimde
anladım ve ona bağlı olarak, yani zamanın doğadaki dinamizmin bir sonucu
olarak, maddelerin kimyasal bileşimlerindeki değişimlere dayalı
görüntü-değişimleri olduğunu fark ettim.
Doğadaki bu dinamik oluşumun fiziksel parametreleri ise tam
bu sıralarda (1983-2000) yılları arasında Hermann Haken adlı bir fizikçi
tarafından önce “birlikte işlem yapmak anlamına gelen =synergetic”, sonra
“information & self-organisation” olarak ortaya kondu. Ama fizikçiler zaman
kavramını hala yanlış (statik sistemli) yorumladıklarından, dinamik sistemler
fiziğini (synergetic) anlamakta ve kabullenmekte zorlanmaktadırlar. Bu nedenle
okullarda-üniversitelerde hala statik sistemli fizik bilgileri verilmektedir.
Ben de bu nedenle ancak son 20 yıldır, bu bilgileri toplum
hayatına yansıtmaya başlayabildim.
Evet dinamik sistem “birlikte işlem yapma” şeklinde işler.
Toplum, insanların birlikte kafa yorarak oluşturulması gereken bir ortak-yaşam
sistemidir.
Peki kendinize veya çevrenize bakın:
•
kaç kişi sorunlarını çözecek bir lider peşinde koşmakta?
•
Kaç kişi “toplumsal sistemimizi nasıl rayına oturtabiliriz,
ben ne yapmalıyım?” şeklinde kafa yormakta?
Konuya bir başka bakış açısıyla yaklaşırsak:
•
Bir liderin çıkmasını ve sorunlarınızı çözmesini beklemek mi
doğrudur;
•
yoksa, sorunları nasıl çözebilecekleri hakkında herkesin
karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeleri ve ortaklaşa bir karara varmaları
şeklinde bir davranış mı daha doğrudur?
•
Birinci şıkkı doğru buluyorsanız, statik sistemli düşünmektesiniz;
•
İkinci şıkkı doğru buluyorsanız, dinamik sistemde
düşünmektesiniz.
Böyle bir istatistik yaptığınızda, çevrenizdeki insanların
%de 99.9unun, kendi girişimiyle bir işlem yapılamayacağına, dolayısıyla
toplumsal düzenin bir kurtarıcı ile sağlanabileceğine inandığı ortaya çıkar.
Yani insanların %99.9u statik sistemli düşünmekte ve davranmaktadır. Onların
kafasında şu düşünce vardır: ‘Her kafadan bir ses çıkarsa orada düzen nasıl
sağlanır?’ Ama her kafadan bir ses
çıkmalıdır. Ve bu ses: Nasıl dengeli ve düzenli bir ortak yaşam
oluşturabiliriz? temel konusu ile ilgili olmalıdır.
Dinamik sistemli toplum hayatı, herkesin (her bireyin)
karşılıklı bir etkileşim içinde olmasını gerektirdiğinden, statik sistemli
düşüncenin egemen olduğu toplumlarda, arılar-karıncalardaki gibi gerçek bir
toplumsal ortaklık sistemi oluşturulamamaktadır.
Fizikte, “hold firmly together to build a whole = bir bütün
oluşturmak için sıkı bir şekilde bağlanma” anlamına gelen “coherenz” diye bir
terim vardır. Latince cohaerere = co-
‘birlikte’ + haerere = ‘bağlanma-yapışma’ sözcüğünden kökenlenir. İşte coherent
sinyaller böyle bir “birlikte hareket etme” dürüsü ürünüdürler.
Coherent sinyal sistemi birleşme niyeti olan varlıkların
karşılıklı etkileşimler sonucu oluşturulan uyumlu-sinyallerdir; yani farklı
yerlerde bulunan öğeler (hücreler) öylesine bir zamanlama ile sinyal yayarlar
ki, diğer bir hücreden gelen sinyal ile, aynı fazda ve frekansta olsun.
Milyarlarca hücreden oluşan bir bedende, böyle aynı fazda ve frekansta sinyal alış-verişindeki
olağan-üstü uyumu tasarlayabilir misiniz? Laser ışığı oluşumu da aynı
şekildedir:, binlerce farklı konumdaki atomun gönderdikleri fotonların, aynı
fazda ve frekansta buluşarak, enerjilerinin (amplitüdlerinin) üst-üste
çakışması ve böylelikle çelik gibi maddeleri bile peynir gibi kesecek, muazzam
güçlü ışık kaynakları oluşturulması yine bir koherens (birlikte hareket etme)
olayıdır.
Doğadaki tüm oluşumlar (moleküller, mineraller, hücreler,
bedenler, vs) karşılıklı etkileşim sonucu oluşturulan rezonanslara dayanılarak
gerçekleşir, ki buna synergetic =
birlikte işlem yapmak denir.
Bu “birlikte işlem yapma” olayı, alt-sistemlerden üst
sistemlere geçişte kullanılan temel prensiptir.
Birkaç örnek verelim:
1.Örnek:
Tuz minerali:
Tuz
minerali NaCl moleküllerinden oluşur. Bu moleküllerin bir araya gelmesi çok
belirgin bir işleme tabidir; moleküller 5.64 angström boyutunda bir küp
kristali oluşturacak şekilde birleşmek zorunadırlar. Doğadaki tüm tuz
mineralleri bu kurala uygun oluşmuşlardır. Bu moleküllerin birbirleriyle
“birlikte işlem yapma” ilkesinin tipik bir örneğidir.
Kuvars
minerali SiO2 moleküllerinden oluşur ve şekildeki gibi kristaller oluşturur.
Kuvars kristalinin şekilde görüldüğü üzere bir sürü farklı yönlere bakan yüzeyi
vardır. Bu yüzeyler arasındaki açılar öylesine sabittirler ki, yeryüzünün neresinde
oluşmuş olurlarsa olsunlar, herhangi iki yüzey arasındaki açı, derecesi
derecesine, tüm kristallerde aynıdır. Bir sürü farklı düzlem oluşturacak
şekilde yerleşecek moleküllerin arasında karşılıklı bir ortak işlem veya
“birliktelik” oluşturabilmeleri ancak ve ancak karşılıklı bir haberleşme ve
etkileşimle mümkündür. Bu da doğada her şeyin “synergetic” prensibi uygulanarak
gerçekleştiğinin diğer bir güzel örneğini oluşturur.
3.Örnek Canlılar aleminden:
Tüm
canlı varlıkların bedenlerinde, hücrelerin birbirleriyle uyum içinde iş
görmelerinin “biophoton” denilen ve “koherent” özellikli bir sinyal sistemiyle
gerçekleştiği saptanmıştır (Gurviç 1932, 1944, Popp, 1993, 2002).
Sözün kısası: Toplumsal bir birliktelik oluşturmak
isteniyorsa, bu tüm bireylerin bu birlikteliği istemesi ve bunun için bizzat
çaba göstermesi şart ve gereklidir. Lider, kurtarıcı, vs kavramlarının dinamik
sistemli bir toplumsal birim içinde yeri yoktur. Lider ancak sürü hayatında
olur, kurt sürüsünde, koyun sürüsünde!
İnsanlık şimdiye dek çobanların (liderlerin) güttüğü bir sürü
hayatı yaşamıştır. Liderli sistemlerde hayatın düzenlenmesi tepeye bağımlı
olmakta ve Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ oluşmaktadır.
(TBÖ)’nün ise şu zararları vardır:
►1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık
içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları
gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise,
temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
Biri
muz derken, diğeri hıyar anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma sağlanamaz
►2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık
ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu
nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil,
toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan,
a)
İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği
olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal
kalkınma engellenir.
b)
İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda,
insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan
çok zararı olur, vs.
Her şey
tepedekilerce belirlenirse tabandakilerin yeteneği körleşir.
►3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan,
halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir.
Tembel
veya çalışkan insan yetiştirmek sisteme bağlıdır.
Sorunlarının
çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme
çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak
sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel
direğidir.
►4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının
sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına
sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya
çıkar.
Kamu
mallarına zarar veren insanlar, hatalı eğitilmiş olduklarından, kendi
bindikleri dalı kestiklerinin farkında değillerdir.
Toplum
malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir
yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.
►5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak
görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip
olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun
sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit,
suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
Tepedekilerin
emirlerine uyularak, onlar gibi düşünmeyenlere işkenceler yapılır.
►6- Devletin sahipliği tepedeki bir kişiye bırakıldığında,
tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz
oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir.
Demokrasilerde
Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü aydın kişi, tepedekiler gibi
düşünmediklerinden, “devlet çıkarlarını koruma” adına öldürülürler.
►7- TBÖ’de yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere”
yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir
üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın
ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun
geri kalmasına yol açar.
El-Etek
öpmek aşağılık kompleksi ürünüdür.
►8- TBÖ’de toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı
etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar
arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu
ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir.
Doğada
her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.
►9- Her insanın içinde, bir sisteme
ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir
zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli
şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar
oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve
toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi,
mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
►10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele
geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi
görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler.
Bürokrasi
çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. 1970’li yıllarda
emniyet güçlerimiz “Pol-Bir” “Pol-Der” gibi sağcı-solcu olarak bölünmüştü.
Her
biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum
içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever
görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü
çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon- Balyoz-davaları, faili-meçhul
cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs.
kaçınılmaz olurlar.
►11- “Sahip” tepedeki bir kişi
olunca, tüm varlıklarıyla doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır; X- devleti,
Y-devleti gibi bir sürü parçaya bölünür; sonra bu devlet-sahipleri ülkeyi
çeşitli ağalara-beylere parsellerler. Doğa ve dünya bu şekilde
parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip çıkamamıştır. Denizler
kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme suyumuz bile
pet-şişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur.
►12- Sahiplenme tüm fabrika ve
benzer iş-yerlerinde de devam etmiş, işçiler boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur
edilmişlerdir. İşçilerin sendika gibi kuruluşlar içinde birleşerek, seslerini
duyurabilmelerinden sonra işçi-işveren mücadeleleri devam etmektedir. Bu ise
grev-lokavt gibi toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol açmaktadır.
►13- TBÖ’de, toplum malları
tepedekilerce sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak
görmediğinden, yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara
yönelir; devleti yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar,
bu ise olanaksızdır; vs..
Özetle: Tepeye
yerleştirilen lider ister en iyisi, ister en kötüsü olsun, yukarıda sıralanan
toplumsal sorunların oluşması kaçınılmazdır. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal
sorunlarımızın temel kaynağıdır.
Tepeye
bağımlılığın toplumsal sisteme bu kadar zararlı etkileri varsa, acaba doğada
tepeye değil de, tabana bağımlılık sistemi mi var?
Bir
düşünsel deneyle, toplumsal sistemin tabana bağımlı olduğu bir model
tasarlayalım:
•
Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız, en
iyi öğretmeni seçerdiniz;
•
Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi
düzenleyecek, elektrik işlerinizi yapacak kişiyi siz seçecek olsaydınız, en
yetenekli, en bilgili kişileri seçerdiniz;
•
İnsanlar meslek edinirken, iyi yapabilecekleri işlere
soyunup, iyi bir eğitimden geçerek, bilgi ve beceri sahibi kişiler olarak
toplumda yerlerini alırlardı;
•
Kötü hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı
•
Böyle bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez
miydi?
1.
Sonuç: Toplum hayatı kişisel değil, mesleksel etkileşimlere
dayalıdır. Hiçbir iş veya mesleği
olmayan bir insanın toplum hayatında yeri olamaz. Bu nedenle toplum oluşturmak
isteyen bireyler bir kişi olarak değil, bir iş veya meslek sahibi olarak görüş
bildirmek zorundadır.
2.
Sonuç: Sağcı, solcu, dindar,
ateist, sosyalist, liberal, vs. hangi görüşte olunursa olunsun, herkes elini
taşın altına koyup, bir kurtarıcı (lider) beklemeksizin, toplumsal düzenin
nasıl sağlanacağı konusunu tartışmalıdır, ama 1. Sonuç dikkate alınarak.
Yoksa, statik sistemden dinamik
sisteme geçiş asla mümkün olmayacak, hep birileri sizin sırtınızdan geçinmeye
ve sizi sömürmeye devam edecektir. Kara-bahtım-kem-talihim sloganınız olmaya
devam edecektir.
İnsanlığın böyle bir kısır-döngü
içinde olmalarının temel suçlusu ise, doğada oluşum ve gelişimleri açıklamakla
yükümlü olan bilim-insanlarının-statik sistemli hayat görüşüyle şartlandırılmış
olmalarıdır.
Doğa dinamik
sistemde işlemektedir. Bedenlerimizi oluşturan hücreler geceleri rüyalarla,
gündüzleri gerçeklerle uğraşarak bedenimizi yaşadığımız bu doğal ortama uyumlu
tutmaya çalışırlar; hücrelerimizin içindeki atomlar gece-gündüz demeden,
sürekli olarak, çevrelerinde neler değişip-nelere dönüşüyor hesapları yapıp,
değişim-dönüşümlere uğrayarak doğa ve dünyamızı ayakta tutmaya
çalışmaktadırlar. Yani doğal sistemin özünde canlılık bulunmaktadır. Ve
canlılık kuantum aleminde bulunmakta, onlarla başlamakta, onların birbirleriyle
birleşip-bütünleşmeleriyle, gittikçe büyüyüp gelişen doğal sistem ortaya
çıkmaktadır. Yani sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada
bulunmaktayız.
Peki bu
değişim-dönüşümler nereye doğru gitmektedir? Fizikçilere göre, doğada zaman
içinde her şey parçalanacak, ve en küçük parçalarına ayrışıp, kaotik bir sona
gidilecek, yani düzensizliğe doğru gidilecek; fizikçilerin terimiyle entropi
artacak.
Ama “zaman”
kavramının tanımlandığı ilk bölümde gösterildiği üzere, doğa kaotik, yani her
şeyin parçalarına ayrılmış durumuyla başlıyor ve gittikçe gelişip-büyüyen bir
sisteme doğru gidiliyor; yani düzensizlikten düzenliliğe doğru bir gidiş söz
konusu. Fizikçiler zaman kavramının, “information & self- re-organisation”
olarak özetlenen sistemde geliştiğini bilmediklerinden çok hatalı bir görüş
oluşturmuşlar ve insanlığı asırlardır yanıltmaktalar.
Ben zaman kavramının anlamını 45-50 yaşlarıma
geldiğimde anladım ve ona bağlı olarak, yani zamanın doğadaki dinamizmin bir
sonucu olarak, maddelerin kimyasal bileşimlerindeki değişimlere dayalı
görüntü-değişimleri olduğunu fark ettim.
Doğadaki bu dinamik oluşumun fiziksel
parametreleri ise tam bu sıralarda (1983-2000) yılları arasında Hermann Haken
adlı bir fizikçi tarafından, önce “birlikte işlem yapmak anlamına gelen
=synergetic” adı altında (1983), sonra ise “information &
self-organisation” (2000) olarak ortaya kondu. Ama fizikçiler zaman kavramını
hala yanlış (statik sistemli) yorumladıklarından, dinamik sistemler fiziğini
(synergetic) anlamakta ve kabullenmekte zorlanmaktadırlar. Bu nedenle
okullarda-üniversitelerde hala statik sistemli fizik bilgileri verilmektedir.
Zaman kavramının yanlış yorumlanması:
Doğadaki varlıklar için “zaman” kavramı, madde bileşimleri oranlarının saptanmasına yönelik bir algılama türüdür ve varlıklar arası karşılıklı etkileşimlere
bağlıdır. Biz insanların zaman kavramı ise,
varlıkların karşılıklı etkileşimlerine
değil, harici bir tik-tak
sinyali vericinin düdüğüne göre gerçekleştiğine inanılan bir süreçtir. Böyle bir şey
ise doğada mevcut değildir. Bu nedenle fizikçi biyolog gibi bilim
adamlarının oluşturdukları doğal
sistem görüşleri kökten hatalı olmak zorundadırlar.
Atalarımız
canlılık oluşturan, enerji veren şeyi, varlıkların kendi iç bileşenlerinde
değil, varlıkların dışında olduğunu varsaydıkları ebedî bir ekstra varlıkta
aramışlardır. Zaman da, böyle bir yaratıcının ebediyetine dayalı bir sonsuzluk
olarak algılamıştır. Fizikçiler de bu hatalı geleneksel bilginin etkisi altında
kalarak, zamanı yanlış yorumlamışlardır. Bu fizikçilerin en büyük
günahıdır, çünkü hayat = ömür; ömür ise zamanın bir dilimidir. Zaman kavramı
yanlış yorumlanınca, hayat kavramı da anlaşılamaz olmuştur.
Düzene doğru mu, düzensizliğe doğru mu bir gidiş var?
Zaman kavramı yanlış anlaşılınca,
doğada bilgiye dayalı düzenli oluşumlara doğru mu, yoksa düzensiz, kaotik bir
sona doğru mu bir gidişat olduğu konusunda da tamamen yanlış bir fizik görüşü
egemen olmuştur.
Fizikçiler bilgi = information
diye bir faktörün doğadaki oluşumların gelişmesinde bir rolü olduğundan habersizdirler.
Doğadaki varlıkların, varlıkların dışında olduğuna inanılan ilahi bir güç
sisteminin koyduğu kurallara uyan birer robot gibi davrandıklarını savunurlar.
Entropi mi (düzensizlik mi), negatif-entropi mi (düzenlilik mi)?
Doğa ve dünyamızda bir düzen vardır. Jeolojik bulguların gösterdiği üzere, bu düzen zaman içinde oluşup
gelişmiştir. Hâlbuki fizikçilerin çoğunluğu, doğada ve
dünyada düzensizliğe doğru bir
gidiş
ve gelişim
olduğunu
belirtirler ve bu nedenle de bazı
fizikçiler canlılar âlemindeki bu düzen artışını, doğal
sistemdeki hastalıklı bir yapısallaşma
olarak görürler.
Önceki
bölümlerde vurgulandığı
üzere, doğadaki
tüm varlıklar daha rahat bir
duruma geçmek için sürekli olarak birleşerek
daha büyük üst-sistemler oluşturma çabası
içindedirler.
Bunun anlamı ise
doğada
düzensizliğe doğru değil, düzen oluşturmaya
doğru
bir gidişatın egemen olduğudur.
Dinamik sistemler fiziği +
kuantum fiziği
konularında
temel bilgilere sahip olmayan hocalar senelerdir, varlıkların, bilgi ve
bilinçsiz şekilde,
tesadüfi davranışlarla
oluşup-geliştiklerini
ve “doğal seçilim” dedikleri hayali bir
seçici sistemle
iyilerin seçilip,
kötülerin ayıklandığı şeklinde
bir evrim bilgisiyle gençliğimizi
yetiştirmişlerdir.
Bilgi ve mantık bir varlığın sorunlarına çözüm bulma yeteneğidir.
Her (mantıklı) varlık kendisi için neyin iyi-yararlı, neyin kötü-zararlı olduğunu
bilir. Bir varlık
kendisi için
neyin yararlı -
neyin zararlı
olduğunu
ayırt edemiyorsa, onun mantıksal değerlendirme sisteminin doğru çalıştığı söylenemez.
DOM-sisteminde, insanlığın tüm sorunlarını tek bir nedene
indirgendiği,
dolayısıyla bu nedenin
ortadan kaldırılmasıyla da tüm sorunlarının çözüleceği gösterildiğine
(ve buna kimse itiraz edemediğine) göre, DOM-sistemini tenkit edenler veya çamur atanlar sağlam
mantıklı olduklarını nasıl iddia edebilirler?
Evrimcilerin DOM- sistemine karşı bu yaptıkları, Köy Enstitüleri projesine karşı karalamalar yaparak
Türkiye
Cumhuriyetinin en az 50 yıl geri kalmasına neden olan yobazlık girişimlerden
daha vahimdir.
İnsanlar doğayı
canlı kabul
etmezler, can(lılık) (ruh) denilen şeyi,
varlıklardan ayırıp, onun varlıkların haricinde bir şeyden
kaynaklandığını düşünürler. Bunun nedeni
atalarımızın hücre- kuant gibi temelde canlılık gösteren varlıklardan habersiz
oldukları dönemde, bedeninde gerçekleşen hücreler arası etkileşimleri (rüyaları,
hayalleri, vs) anlayamayıp,
bu olayların
bedene girip-çıktığını varsaydıkları hayali bir
varlıklar-üstü canlılık sisteminden kaynaklandığını varsaymalarından kaynaklanır. Bu nedenle “ruh ve beden” birbirinden ayrı düşünülmüştür ve bu genel kanı günümüze kadar devam etmiştir.
Şimdi deneysel gözlemlere dayalı verilere bakarak, doğada iş-eylem
yapıcı öğelerin
varlıkların dışında mı, yoksa
varlıkların içinde mi olduklarına bakalım.
Bir bedende tüm işlevler,
beden içindeki hücrelerce gerçekleştirilir.
Hatta bizlerin serbest irade dediğimiz ve bilinçli olmamıza
gerekçe gösterdiğimiz
davranışımız bile, bizler karar
vermeden saniyelerce önce, beyindeki hücrelerimizce belirlenir. (Örn. bir
deneyde bir salona 50 kişi konur ve her birinin önüne mavi –yeşil – kırmızı renklerde üç düğme
yerleştirilir.
Kişilere
dışarıdan hiç müdahale olmadığında, bir düğmeye
basmaları
istenilen deneklerin bastıkları düğmeler gelişi güzel bir dağılım gösterir. Beyinde mavi – yeşil – kırmızı gibi renkleri algılayan hücrelerin hangi
frekanslara duyarlı
olarak bu işlemi
yaptıkları saptanabilmektedir.
Yani bir bedene ait binlerce farklı
işlemleri
yapan özel hücreler bulunmaktadır
ve hangi hücrelerin neler yaptıkları saptanabilinmektedir. Dolayısıyla, mavi
rengi algılayıcı hücrelerin hassas oldukları (ama biz insanların algılayamadığı) bir sinyal verilip,
deneklerden herhangi bir düğmeye
basmaları
istendiğinde,
tüm deneklerin mavi düğmeye bastıkları saptanır, vs.) Dolayısıyla, bir bedende tüm işlemleri
yapanlar, karar verenler, vs, hep o bedenin içindeki hücreleridir.
Dinamik sistemli düşünce,
tüm sorunlarımızın statik sistemli düşünce ve davranışlardan (yani tepeye
bağımlılıktan) kaynaklandığını açıkça ıspat ediyor ve dinamik (yani tabana
dayalı) sistemli görüşle tüm sorunların ortadan kaldırılacağını net delillerle
ortaya koyuyor.
Statik sistemli görüş
bilgileri ise maalesef insanları farklı gruplara bölmekten başka bir işe
yaramıyor ve tepeye bağımlılıktan
kaynaklanan tüm sorunlarımızın kaynağını oluşturuyorlar.
İnsanlığa bundan daha büyük
kötülük yapılabilir mi?
Şimdi bu mantık bozukluğunun oluşturduğu zararları kısaca
görelim:
Yapıcılık
(yaratıcılık) ve ona bağlı olan sahiplenme olayı her zaman alt-sistemlere ait
olmasına rağmen, onu üst-sistem bir şeye bağlamakla:
1-
Dünya ölçeğinde:
DOĞA ve DÜNYAnın Tepedekilerce sahiplenilip parsellenmesine
göz yumduğunuz için, onların işediği suça yardım ve yataklık etmiş oluyorsunuz…
2-
Toplumsal düzeyde:
Sizler toplumunuza bizzat sahip çıkmayıp, onu tepedeki
birilerine emanet ettiğiniz için, doğadaki sisteme karşı suç işlemiş
oluyorsunuz.
3-Bedensel düzeyde:
Bedenlerinizin sahipliğini içlerindeki hücrelere teslim
etmediğiniz için, tüm sağlık sorunlarınızın günahını üstlenmiş oluyorsunuz.
2- Din
adamlarının Allah’ı yanlış tanıttıkları, devam edecek sayfalarda (http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html adresli yazıda) gösterilmiştir.
3- Bunların her ikisi de statik sistemlidir,
yani tepeye bağımlı örgütlenmeler (TBÖ) gerektirir. -TBÖ’nün tüm toplumsal
sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
adresli yazıda net bir şekilde
ıspatlanmıştır.
4-Bu nedenlerden dolayı statik sistemli
düşünen bilim- ve din-adamları topluma
karşı suç işlemektedirler.
Din ve bilim-insanlarının böylesine zombi
davranmalarının temel suçlusu ise, onları bu yönde davranmaya mecbur eden “tepedeki”
yöneticilerdir. Her şey "Çıkar-Enerji" savaşıdır. Toplumu
(devleti) yönlendirmek için, halkı bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın
yolu, para ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal
seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki
efendilerin uşakları olurlar. Uşaklar efendilerinin mülkleri üzerinde
çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve
boğaz-tokluğuna yaşarlar.
5-Bir insan, topluma karşı işlenen bir suç
karşısında, sesini çıkarmıyor, tepki göstermiyorsa, o da bu suça yataklık etmiş
olur. Bunun farkında olan biri olarak, bu suçun sürekli olarak işlenmesine
karşı, herkesi uyarmaya çalışmayı vicdani bir görev sayıyorum.
6- Statik sistemli düşünen din ve bilim
insanlarının izinden gidenler, onların işledikleri suça ortak olmaktadırlar.
Şimdiye dek bu ilişki zincirinden habersiz olduklarından, mazur görülebilirler;
ama yukarıda verilen makaleler ışığında artık mazur görülemezler. Bu nedenle,
hala statik sistemli davranışlarını sürdürenler, çocuklarının geleceğini
kararttıkları için vicdan azabı duymalılar.
Fizikçilerin “karşılıklı etkileşim” dedikleri olay,
rastgele karşılıklı çarpışmalar
sonucu değil,
karşılıklı olarak birbirlerinin
değer
ve potansiyellerini ve birbirlerine olan uzaklıklarını en hassas şekilde
algılama ve çıkan sonuca göre davranma şeklinde
olmaktadır.
ÖZETLEYECEK
OLURSAK:
EVRENSEL KURAL: Doğada liderlik, tepeden gelen
yönlendirme yoktur.
Doğadaki tüm varlıklar arasında,
sanki görünmeyen bir iplikle birbirlerine bağlı imişler gibi bir ANINDA
ETKİLEŞİM vardır. Şekilde bir çekülün davranışında gösterildiği üzere, doğadaki
bir değişim, anında sisteme ait tüm diğer varlıklar tarafından anında algılanır
ve hesaplamalar yapılarak uyum sağlanır.
Buna ek olarak ise, ışık hızıyla
etkileşim-haberleşme gelir.
IŞIK HIZIYLA ENERJİ AKIŞI
Şöyle ki: varlıkların
yapılarındaki değişimlerde gerçekleşen çekirdek reaksiyonlarında nötrinolar
çevreye saçılırlar. Nötrinolar çevredeki her varlığı delip geçerler, ve
geçerken de o varlıkla etkileşime girerler. Bu şekilde de ışık-hızında etkileşimler
ortaya çıkar ve doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı bir bağ, bir
etkileşim sistemi ortaya çıkmış olur. Tüm bu olaylar ise, information &
self- re-organisation ilkelerine göre, zaman içinde evrimleşip-gelişirler.
Yani, varlıklar arası tüm olaylar,
karşılıklı etkileşimlerle
gerçekleşiyor. Tepeden emir verici bir makam yok. Her varlığın kimyasal
bileşimine ve fiziksel dokusuna, nasıl davranacağı bilgisi işleniyor ve her
varlık çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayarak, çevredeki değişimlere
uyacak şekilde kimyasal bileşimini ve fiziksel dokusunu düzenliyor. Yani her
şey “information & self- re-organisation = bilgi edin ve o bilgilere göre
düzenlen” temel ilkesine göre gerçekleşiyor.
Halbuki fizikçiler, biyologlar
dahil tüm bilim-insanları, doğa-yasalarını oluşturan yönlendirici bir doğa-üstü
makam olduğunu ve varlıkların birer robot gibi bu yaslara uyduğu şeklinde
statik sistemli bir doğa görüşünde direnerek, insanlığı asırlardır yanlış yönde
etkilemektedirler.
Bundan daha büyük bir günah, daha
büyük bir suç, olabilir mi?
7.1- ZAMAN KAVRAMININ YANLIŞ YORUMLANMASI
7.2- DÜZENE DOĞRU
MU, DÜZENSIZLIĞE
DOĞRU MU BIR GIDIŞ VAR?
7.3- BILIM INSANLARI DOĞADAKI
VARLIKLARIN “BILGI VE BILINÇLE” DAVRANDIKLARININ FARKINDA DEĞILLER.
7.1- ZAMAN KAVRAMININ YANLIŞ YORUMLANMASI
Zaman kavramının nasıl oluştuğu ve neden yanlış
anlaşıldığı, daha önceki bölümlerde açıklanmıştı. Zaman, hariçteki bir
tik-tak vericinin sinyaline göre oluşan bir şey değil, varlıkların kimyasal
bileşimlerinin
değişmesiyle oluşan bir değişim-dönüşüm göstergesidir.
7.2- DÜZENE DOĞRU
MU, DÜZENSIZLIĞE
DOĞRU MU BIR GIDIŞ VAR?
Eskiden fizikçiler doğayı ve dünyayı kapalı bir sistem olarak kabul
etmişler
ve bu durumda zaman içinde her şeyin dağılıp, düzensiz bir durumla son bulacağı yargısına varmışlardır. Halbuki doğada tamamen kapalı olan
hiçbir sistem yoktur. Örneğin, galaksideki herhangi bir yıldızda oluşan nötrino dediğimiz
atom-altı-parçacıkları, bizim güneş sistemimizi delip geçer, bizim
dünyamızı delip geçer, örneğin Avustralya’dan girer, tüm yeryuvarı
katlarını aşar ve Avrupa'da bir ülkeden çıkıp tekrar uzaydaki yolculuğuna devam eder. Bu
parçacıklar o kadar yoğundurlar ki, bir insan bedeninin 1 cm2lik
yüzeyinden her saniye milyonlarca nötrino geçmektedir. Nötrinolar maddelerden
transit olarak geçmezler, içinden geçtikleri ortamın özelliklerine göre, enerji
düzeylerini değiştirirler. Dahası, nötrinolar doğadaki proton-nötron
oranlarını değiştirebilirler. Bu ise kimyasal temel element dediğimiz temel yapıtaşlarının nötrinolar
sayesinde değiştirildikleri, yani atomların sabit-değişmez öğeler olmadıkları anlamına
gelir. Bunun sonucu olarak, doğadaki bir element başka bir elemente veyahut başka bir izotopuna dönüşebilmektedir. Bu ise doğadaki enerji dağılımı ve kuvvet alanları
sistemlerini etkilemektedir. Bu şekilde uzaydaki bir varlıktan gelen bir
parçacık, yeryuvarı içindeki (veya bizim bedenimizdeki) bir kimyasal elementi
etkilemiş olur.
Doğa ve dünyada her şeyin olasılık hesaplarına
göre oluşup geliştiği, önceki bölümlerde gösterilmişti. Entropi terimi, bu
olasılık hesapları sonucu konusunu irdeleyen ve S = k.log W formülü ile
tanımlanan bir kavramdır. Bu formülde (W) bir sistem içindeki olasılık
sayısını, (k) Boltzman sabiti denilen bir katsayıyı belirtir. S ise entropi
olarak tanımlanan sonuçtur.
Çeyrek asır öncelerine kadar, Fizik
dünyasında “information” yani “bilgi” denilen bir faktör hiç yer almamış, varlıklar birer
robot-otomat olarak görülmüş ve bu otomatları etkileyen-yönlendiren
faktör, hep varlıkların dışında bir kuvvet alanı olarak düşünülmüştür. Böyle bir düşünce tarzının sonucu ise,
S = k.log W formülü gereği, düzensizliğe doğru kabul edilmek
zorundadır, çünkü otomat olarak kabul edilen varlıkların hiçbirinde bilgi oluşturma ve depolama yeteneği olduğu bilgisi (o zamanlarda)
mevcut değildi. Aptal-bilgisiz öğeler dünyasının zaman içinde geleceği ise dağınık-düzensiz bir gelecek
olmak zorundadır.
Jeolojik bilgiler ise doğa ve dünyamızda her şeyin çok belirgin
bir şekilde ‘düzen artışına’ doğru ilerlediğini göstermektedir. Şimdi, dünyamızın jeolojik
geçmişinden
örnekler vererek (S = k.log W) formülünün anlaşılmasını kolaylaştıralım ve doğadaki gerçek durumu
sergileyelim.
►1- Evrenimiz yaklaşık 14 milyar yıllık bir
geçmişe
sahip olduğu düşülmektedir. Bu 14 milyar yıllık sürecin başlangıcında doğadaki yaklaşık 100 temel kimyasal
element henüz oluşmamıştır. Örneğin, 26 proton, 30 nötron, 26 elektrondan oluşan ve tek bir birim olarak
davranan Fe (demir) 1 adet elementi, daha önceleri (26 +30 +26=) 82 ayrı parça
olarak davranıyordu. Evet; şimdi tek bir demir atomu olarak davranan
varlık, önceleri 82 ayrı varlık olarak davranıyordu, yani çevresiyle etkileşim olasılığı (W= Wahrscheinlichkeit =
olasılık) kat be kat fazlaydı. Dolayısıyla (S) olarak gösterilen entropi değeri de çok fazlaydı.
Dolayısıyla, evrenin başlangıcında tüm varlıkların
atom-altı-parçacıkları olarak ayrık oldukları dönemdeki davranış olasılığı (yani entropi
durumları), kimyasal elementlerin oluşmaya başlamasından sonra muazzam bir azalma göstermiştir.
► - Güneş sistemimizin ve
çevresindeki gezegenlerin oluşumlarıyla birlikte, kimyasal elementler SiO2,
H2O, CO2, KAlSi3O8 vs. molekül şeklinde bileşikler oluşturmuşlardır. Dolayısıyla her
bir molekül, tek bir birim olarak davranış göstermektedir. Molekül oluşmadan önce ise,
moleküldeki atom sayısı kadar farklı öğeler olduğundan, o kadar çok farklı
davranış (olasılık) söz konusu idi. Yani, yıldız ve gezegenlerin
oluşmasından
sonra, doğadaki toplam entropi miktarı çok daha azalmıştır.
►3- Yeryuvarında hayat sisteminin gelişmeye başlamasıyla organik
moleküller oluşmaya başlar. Örneğin fotosentezle,
6CO2 + 6H2O + güneş enerjisi = C6H12O6 + 6O2
formülü uyarınca, mevcut moleküllerden 6 su ve
6CO2 molekülünü değişik bir glikoz molekülüne dönüştürmüştür ve ortamda fazladan 6
oksijen molekülü ortaya çıkmıştır. Bu durumda o ortamdaki entropi miktarı
azalmış olur, çünkü olay öncesi 6+6=12 molekül varken, olay
sonrası 1+6=7 molekül bulunmaktadır. Dolayısıyla (W) parametresinin değeri azalmış olmaktadır, çünkü 7
molekül arasındaki karşılıklı etkileşim olasılığı sayısı, 12 molekül
arasındaki karşılıklı etkileşim olasılığı sayısından kat be kat
azdır.
►4 - Organik moleküllerin
büyüklükleri yüzlerce atom içerirler, dolayısıyla hayat sistemi geliştikçe ve büyük kimyasal
moleküller oluştukça, entropi gittikçe daha azalmıştır.
►5- Hücrelerin ortaya çıkmasıyla, birçok
molekül tek bir hücre olarak davranmaya başlamıştır. Bir hücre yapısında milyonlarca molekül
bulunduğu dikkate alınırsa, entropinin ne kadar daha azaldığı anlaşılır.
► 6- Çokhücreli canlıların
oluşmasıyla,
milyarlarca hücre bir beden içinde toplanıp, tek bir hayvan olarak davranmaya
başlamışlardır. Bu ise daha önceki
duruma göre entropide muazzam bir azalma daha oluşturmuştur.
Önceki bölümlerde vurgulandığı üzere, doğadaki tüm varlıklar daha
rahat bir duruma geçmek için sürekli olarak birleşerek daha büyük
üst-sistemler oluşturma çabası içindedirler. Bunun anlamı ise doğada düzensizliğe doğru değil, düzen oluşturmaya doğru bir gidişatın egemen olduğudur.
Bizler, bizim dünyamızda yaşıyoruz ve bizim dünyamızda
işler,
“information & self-organisation” sistemiyle, yani “bilgi oluşturula ve bilgilere göre
örgütlenile!” sloganı uyarınca gerçekleşmektedir. Bilginin eksponansiyel ve
entegratif özellikli olması nedeniyle de, bilgi oluşturucu dürtü taa
kuantsal sistemden kökenlenmektedir.
Dünyamızda entropi artışı (düzensizliğe doğru bir gidiş) değil, entropi azalması, yani
Schrödinger (1945)’in terimiyle “negatif-entropi artışı (düzen oluşumu)” söz konusudur ve bu
olgu, dinamik fizikte maksimum enformasyon prensibinin (maximum information
principle) ortaya konulmasına yol açmıştır.
1- Bizler entropi azalmasının geçerli olduğu, yani düzen oluşturma sisteminin geçerli
olduğu
bir dünya üzerinde yaşıyoruz. Düzen, bilgiye dayanarak oluşturulmaktadır. Bu nedenle
“information & self-organisation” diye özetlenen, “dinamik sistemler
fiziği” adlı yeni bir fizik dalı oluşturulmuştur.
2- Bilgi oluşumunun eksponansiyel ve entegratif şekilde geliştiği bilinmektedir; bu olgu,
bilgi oluşumunun başlangıç noktasının ‘maddenin en küçük
parçacıkları dünyasında’ kökenlenmesi ve gittikçe çeşitlenerek gelişmesi zorunluluğunu oluşturur. Yani, doğada evrimleşen ve artarak gelişen tek unsur “bilgidir”.
Varlıklar bu bilgilere göre sürekli yeniden re-organize edilerek, tavuk-yumurta
ilişkileri
çerçevesinde yeniden düzenlenip, yeniden oluşturulurlar.
3- Bilgi denilen sinyaller, fizikçilerin kuvvet alanlarına
denk gelirler. Dolayısıyla zaman içinde, bilginin eksponansiyel gelişimine uygun olarak,
sürekli değişirler.
4- Fizikçilerin “karşılıklı etkileşim” dedikleri olay,
rastgele karşılıklı çarpışmalar sonucu değil, karşılıklı olarak
birbirlerinin değer ve potansiyellerini ve birbirlerine olan uzaklıklarını en
hassas şekilde algılama ve çıkan sonuca göre davranma şeklinde olmaktadır. Yani
doğadaki
tüm oluşumlar, varlıklar arası karşılıklı mutabakat sonuçlarına göre olmaktadır.
5- Doğada tavuk-yumurta sistemi geçerlidir ve
tavuk-yumurta sisteminde, bilgiler hep yumurtalara aktarılarak depolanıp-işlenirler. Yani
üst-sistemler tamamen alt-sistemlere bağımlıdırlar. En tabandaki alt-sistem ise şimdilik atom-altı-öğeleri olarak
bilinmektedir.
6- Hayat sisteminin temelini oluşturan hücreler ‘mükemmel’
fizikçi ve kimyagerlerdirler, tamamen fizik-kimya ilkelerine göre işlem yapmaktadırlar. Bu
nedenle, hayat sistemi, fizik-kimya yasaları devreye sokulmadan anlaşılamaz ve işletilemez.
7- Toplum hayatı insanların oluşturmak zorunda oldukları
bir üst-sistemdir. Bu sistemde geçerli olacak kuralları, yani fizik terimiyle
“kuvvet alanı” veya “düzen-ölçütü”nü oluşturacak olanlar, onun bileşenleri olan insanlardır.
Haricî bir kuvvet alanı oluşum sistemi yoktur!
8- İşte, fizikçilerin en temel hataları, bu
noktadan kaynaklanmaktadır; çünkü onlar doğayı oluşturan en temel öğeleri cansız-ölü varlıklar
(atom-altı-parçacıkları) olarak kabul etmişler ve doğadaki canlılık unsurunu
varlıkların dışında bir sisteme atfetmişlerdir. Evrenimizin kapalı bir sistem olduğu varsayımı, böyle bir
anlayışın sonucudur.
Tüm fiziksel etkileşim formülleri, varlıklar arasındaki itme veya
çekmeleri [(1.öğenin potansiyeli) x (2. öğenin potansiyeli) / (aralarındaki mesafenin
karesi)] şeklinde ifade ederler. Yani tüm doğa, varlıkların karşılıklı etkileşimleri sayesinde oluşup, ayakta kalıyor.
Varlıkların haricinde, etkileşimlere katkısı olan hiçbir şey yok. Doğadaki denge-düzen, sadece
ve sadece varlıkların daha rahat konumlara ulaşabilmek amacıyla gerçekleştirmeye çalıştıkları farklı re-organizasyon
(farklı yeniden-yapısallaşma) çabaları sonucudurlar.
Doğadaki oluşum ve gelişim sistemi yukarıda
özetlendiği şekilde iken, fizikçilerin “doğada işler düzensizliğe doğru gider” şeklinde bir fikir ileri
sürmelerindeki mantıksızlığı tekrar gözden geçirmeleri dileğimi, insanlık adına tüm
bilim adamlarından rica ediyorum. Daha dünyamızdaki ve güneş sistemimizdeki
olayları ve oluşumları tam anlayıp-çözemeden, evrenimizin kapalı bir sistem olduğunu iddia etmek ve buna
dayanarak da doğada düzensizliğe doğru gidiş vardır demek, acaba ne kadar mantıklı?
7.3- BILIM INSANLARI DOĞADAKI
VARLIKLARIN “BILGI VE BILINÇLE” DAVRANDIKLARININ FARKINDA DEĞILLER.
“Her toplum layık olduğu sisteme göre yönetilir”
diye bir söz vardır. Bunun anlamı şudur: Her şey, kişilerin (toplumun) sahip
olduğu
bilgiye göre gerçekleşir. Toplumun bilgisi, yöneticilerin
uyguladıkları politikalarla belirlendiğine göre, politikacılar-yöneticiler ne ekmişlerse, o biçilmektedir.
Teokratik sistemlerle yönetilen toplumlar doğal olarak tepeye-bağımlılık esas alınarak eğitilmişlerdir ve toplumsal
sistemin sahipliği tepedekilere bırakılmıştır. O tür toplumlarda kişilerde bir
kendi-kendini-yönetme, toplumsal sistemi sahiplenme gibi demokratik düşünce ve davranış tarzı yoktur.
Tepeye bağımlı sistem bilgileriyle eğitile gelmiş bir topluma, tepeye
bağımlı
bir sistemin doğada mevcut olmadığı, doğal sistemde her şeyin tabana dayalı olarak
geçekleştiği şeklinde doğa-bilimsel bilgiler
verilmeden demokratik sistem kuralları uygulamaları istenirse, ya Türkiye’de
olduğu
gibi, yıllar süren yarı demokratik denemelerden sonra tekrar teokratik sisteme
dönüş yoluna
gelinir, veyahut da karmaşa sistemi ortaya çıkar ki, bu da Irak,
Afganistan gibi ülkelerde yaşanan durumdur.
Türkiye Cumhuriyet’le birlikte teokratik sistemi terk etmiş ve “hayatta en
hakiki mürşit bilimdir” temeline dayalı bir yaşam sistemine geçemeye çalışmıştır. Ama bilim adamlarının
doğal
sistemi gerçeklere uygun şekilde yorumlayamamaları nedeniyle, sanki “doğada bir denge-düzen yokmuş, her şey düzensizliğe doğru gidecekmiş” şeklinde çok hatalı bir
termodinamik-fizik-yasası yorumu nedeniyle, insanlık bir manevi boşluğa düşmüştür. Evrimciler de bu
kervana katılmışlar, ve canlıların bilgiye-bilince dayalı olmayan (rastgele)
mutasyonlar sonucu oluştuğunu, dolayısıyla, “insan ne yapsa boşuna; doğa bildiğini okur” gibi bir hayat
görüşünün
okullarda öğretilmesine öncülük etmiştir ve hala da o yoldadır.
Dinamik sistemler fiziği + kuantum fiziği konularında temel
bilgilere sahip olmayan hocalar senelerdir, varlıkların, bilgi ve
bilinçsiz şekilde, tesadüfi davranışlarla oluşup-geliştiklerini ve “doğal seçilim” dedikleri
hayali bir seçici sistemle iyilerin seçilip, kötülerin ayıklandığı şeklinde bir evrim bilgisiyle
gençliğimizi yetiştirmişlerdir. Bu tür yanlış bir doğal sistem görüşü ile yetişen gençlik ise, dinamik
sistemler ve kuantum fiziği gibi çağdaş bir bilim anlayışına göre oluşturulmuş DOM-sistemi gibi
insanlığın tüm sorunlarının tek bir nedenden kaynaklandığını gösteren bir hayat
görüşüne
körü-körüne saldırmakta ve çamur atmaktadırlar. Bilgi ve mantık bir varlığın sorunlarına çözüm bulma
yeteneğidir. Her (mantıklı) varlık kendisi için neyin iyi-yararlı,
neyin kötü-zararlı olduğunu bilir. Bir varlık kendisi için neyin
yararlı - neyin zararlı olduğunu ayırt edemiyorsa, onun mantıksal değerlendirme sisteminin doğru çalıştığı söylenemez.
DOM-sisteminde, insanlığın tüm sorunlarını tek bir nedene indirgendiği, dolayısıyla bu nedenin
ortadan kaldırılmasıyla da tüm sorunlarının çözüleceği gösterildiğine (ve buna kimse itiraz
edemediğine) göre, DOM-sistemini tenkit edenler veya çamur atanlar sağlam mantıklı olduklarını
nasıl iddia edebilirler?
Evrimcilerin DOM- sistemine karşı bu yaptıkları, Köy
Enstitüleri projesine karşı karalamalar yaparak Türkiye Cumhuriyetinin
en az 50 yıl geri kalmasına neden olan yobazlık girişimlerden daha vahimdir.
A- İnsanlar doğayı canlı kabul etmezler,
can(lılık) (ruh) denilen şeyi, varlıklardan ayırıp, onun varlıkların
haricinde bir şeyden kaynaklandığını düşünürler. Bunun nedeni atalarımızın hücre-
kuant gibi temelde canlılık gösteren varlıklardan habersiz oldukları dönemde,
bedeninde gerçekleşen hücreler arası etkileşimleri (rüyaları, hayalleri, vs) anlayamayıp,
bu olayların bedene girip-çıktığını varsaydıkları hayali bir varlıklar-üstü
canlılık sisteminden kaynaklandığını varsaymalarından kaynaklanır. Bu nedenle
“ruh ve beden” birbirinden ayrı düşünülmüştür ve bu genel kanı günümüze kadar devam
etmiştir.
Ruhla bedenin birbirinden ayrı düşünülmesinde bilim
adamlarının da çok büyük günahı bulunmaktadır. Şöyle ki: Dünyamıza gelmiş en büyük bilim adamı
olduğu
kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir:
“Newton’cu görüşe göre, Allah başlangıçta tüm madde
parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen kuvvetleri) ve
hareketin temel yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren hareket
içine girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru gider.”
Newton’un evrensel gravite yasası, ve “areketin üç yasası”
gibi doğa-bilimlerinin temel taşlarını oluşturan çok önemli buluşları onu o kadar meşhur etmiştir ki, yukarıda
zikredilen “yaratıcılık-canlılık vericilik” hakkındaki görüşleri de bilim dünyasını
derinden etkilemiştir ve hala da etkilemektedir.
Günümüz evrimcilerinin ‘Hiçbir maddenin bilinci
yoktur… Onlar fizik yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz’ şeklindeki görüşleri Newton’cu doğal sistem görüşünden kaynaklanırlar.
Bu tür görüşe statik sistemli doğa görüşü denir. Statik sistemli
doğa
görüşünde,
bir iş veya
eylem yapan, planlayan veya düşünen hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”,
bir ekstra “varlık” olarak tasarlanmıştır.
Şimdi deneysel gözlemlere dayalı verilere
bakarak, doğada iş-eylem yapıcı öğelerin varlıkların dışında mı, yoksa varlıkların
içinde mi olduklarına bakalım.
1- Bir bedende tüm işlevler, beden içindeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hatta bizlerin
serbest irade dediğimiz ve bilinçli olmamıza gerekçe gösterdiğimiz davranışımız bile, bizler karar
vermeden saniyelerce önce, beyindeki hücrelerimizce belirlenir. (Örn. bir
deneyde bir salona 50 kişi konur ve her birinin önüne mavi –yeşil – kırmızı renklerde üç
düğme
yerleştirilir.
Kişilere
dışarıdan
hiç müdahale olmadığında, bir düğmeye basmaları istenilen deneklerin bastıkları
düğmeler
gelişi
güzel bir dağılım gösterir. Beyinde mavi – yeşil – kırmızı gibi renkleri
algılayan hücrelerin hangi frekanslara duyarlı olarak bu işlemi yaptıkları
saptanabilmektedir. Yani bir bedene ait binlerce farklı işlemleri yapan özel
hücreler bulunmaktadır ve hangi hücrelerin neler yaptıkları
saptanabilinmektedir. Dolayısıyla, mavi rengi algılayıcı hücrelerin hassas
oldukları (ama biz insanların algılayamadığı) bir sinyal verilip, deneklerden herhangi
bir düğmeye basmaları istendiğinde, tüm deneklerin mavi düğmeye bastıkları saptanır,
vs.) Dolayısıyla, bir bedende tüm işlemleri yapanlar, karar verenler, vs, hep o
bedenin içindeki hücreleridir.
Bizler deriyle kaplı bedenlerin içlerini göremediğimizden, beden içinde
gerçekleşen “koşuşturmayı, hücreler arası sinyal alış-verişlerini, bu sinyalleşmelere dayalı olarak
gerçekleşen ve bir-birlerini takip eden binlerce kimyasal reaksiyonu, vs”
hiç fark edemeyiz.
2- Atmosfer veya hidrosferdeki her bir molekül, kendisine komşu en yakın moleküllerin
basınç ve sıcaklık değerlerini algılar ve en düşük değerdeki komşusuna doğru hareket eder. Rüzgar ve
akıntı kuvvetleri ve sistemleri bu şekilde oluşurlar.
3- Atomlar dünyasına gittiğimizde, orada işleri yapan ve karar
alanlar da yine atom veya moleküllerin bileşenleri olan foton,
elektron gibi atom-altı-öğelerdir. Bu konuda ayrıntılı bilgiler, 2.
Bölüm içinde verilmişti.
Kuantların enerji dağıtımı sistemi, varlıkların yapısal-dokusal
durumlarındaki değişimlere göre olur ki, bu da bilgi dediğimiz enerjinin nerden
nereye akacağını belirleyen faktörle tam bir çakışma gösterir. Şöyle ki: Kandel’in Nobel
ödüllü araştırmaları, bilgi denilen öğrenme olaylarının hücrelerin sinaps yapısallaşmalarında gerçekleşen kimyasal ve fiziksel değişiklikler şeklinde kayıt edildiğini ortaya koymuştur. Bilgi enerjinin
nerden nereye aktarılması gerektiğini belirleyen faktör olarak tanımlandığına göre, varlıkların
kimyasal formülleri ve fiziksel etkileşim sinyalleri doğadaki olayların nerden
nereye ve nasıl olacağını belirleyici kriter olmuş olur.
Dolayısıyla, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler, varlıkların
alt-bileşenleri olan öğelerce, bilgi oluşturularak, yani varlığın kimyasal-fiziksel yapı
ve dokusu çevredeki enerji durumuna göre değiştirilerek, gerçekleştirilmektedir. Bu şekilde doğa ve dünya sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir
sistem olmaktadır.
Yani, doğa sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir
sistemdir. Doğal sistem, kendi kendileri arasında sürekli bir iletişim ve haberleşme sistemi içinde olan,
kendi-kendilerini düzenleyen, kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyecek
kuralları karşılıklı etkileşimlerle kendileri oluşturan ve bu şekilde kendi-kendilerini
örgütleyen canlı, yaşayan bir sistemdir. Buna dinamik sistemli doğa görüşü denir.
Statik sistemli doğa görüşünde madde ve onu oluşturan bileşenleri hep cansız,
katı-sert varlıklar olarak düşünülmüştür. Bu nedenle atom dediğimiz en temel elementler
de minik birer bilye gibi tasarlanmışlardır.
Hâlbuki atom dediğimiz temel elementler bir bilye gibi
sabit-sert şeyler değildirler. Onlar cıvıl cıvıl hareketli ve çok
belirgin kurallara göre davranan ve çevrelerinde ne olup-bittiğini sürekli gözlemleyip, o
değişimlere göre kendilerini
ayarlayan, sürekli bir değişim içinde olan varlıklardır. Yani canlı
davranışı gösterirler, dolayısıyla canlı kabul edilmelidirler. Ama bilim
adamları şartlanmışlıkları nedeniyle onları cansız varsaymaya
devam etmektedirler.
İnsanların doğa ve dünyayı, dinamik
sistemli değil de, statik sistemli olarak kabul etmelerindeki en önemli
faktörlerden birisi zaman kavramının anlamını yanlış yorumlamış olmalarıdır.
Zaman kavramı atalarımız tarafından, doğa ve dünyanın varlıkların
içsel bileşenlerinin karşılıklı etkileşimleri sonucu,
yapısal-dokusal durumlarını sürekli değiştirmeleri sonucu gerçekleşen bir enerji-madde
kombinasyon farklılıkları görüntüleri olarak değil de, varlıkların dışında olduğu varsayılan bir kuvvet
uygulayıcısının ömrüne endeksli bir ebediyet olarak düşünmüşlerdir. Doğadaki varlıkların
“information & self-organisation” sistemine göre kendi kendilerince değil de, harici bir ekstra
varlıkça oluşturulup-yönlendirildiği kabul edilince, bu yaratıcı varlığın ebedi olmasının
tasarlanması kaçınılmazdır. Yoksa doğa kendi kendine nasıl varlığını sürdürebilir ki?
Zaman kavramının anlamı ilk defa Gedik 1998 yayınıyla değişim-dönüşüm sistemli olarak
tanımlanmış ve delilleriyle ıspatlanmıştır. Bu nedenle
GEDİK, İ. 1998: Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler. Jeoloji Mühendisliği, Sayı 52, s. 75-139.
Ankara. yayını bilim tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oluşturur.
Varlıklar hücre > molekül > atom >
proton-nötron-elektron gibi daha küçük bileşenlerine ayrıldıkça, bu
bileşenlerin
davranışları ve çevreleriyle etkileşimlerinde de çok büyük değişiklikler olur. Örn. bir insan
3-5 faktörü ancak birbirleriyle ilişkili hesaplamalar yapabilirler (3
bilinmeyenli denklemlerden sonrasını çözmek için matrix hesaplamaları gerekir
ve bunu çoğu insan yapamaz). Beynimizdeki hücreler 10 000den fazla farklı
faktörün birbirleriyle ilişkili hesaplamalarını yapabilirler. Bir çekül
veyahut pusula iğnesi, dünya üzerindeki tüm diğer varlıkları dikkate
alıp, karşılıklı olarak ilişkilerini hesaplayabilirler. Bir elektron ise
evrensel ölçekte tüm varlıkları değerlendirip karşılıklı ilişkilerini hesaplayabilir.
Bu nedenle atom-altı-öğeler dünyası, evrensel sistemle bütünleşiktir.
Bu nedenle kuantum fiziği atom-altı-öğeler dünyasının evrensel
ölçekte bir ilişki ağı içinde olduğuna işaret eder. Bu nedenle kuantum fizikçileri
şöyle derler: “Atom-altılar dünyasında ‘temel parçacık’, ‘maddi varlık’ veyahut
‘izole nesne’ gibi kavramlar anlamsızdırlar; tüm evren birbirlerinden ayrı
olmayan dinamik bir enerji ağı yapısı olarak karşımıza çıkar. … Bu nedenle
onlar izole –ayrık birimler değil, birbirleriyle entegrasyon içinde olan bir
bütündürler.”
Bizler maddeleri passif ve hareketsiz olarak düşünürüz. Ama bu varlığın iç-yapısına büyülterek
baktığımızda,
onun atomlarının birbirleriyle bağlantılı ve çevrelerindeki enerji-düzeyi değişimleriyle bağlantılı sürekli bir titreşim içinde olduklarını
görürüz.
Yani doğa ve dünyada sürekli bir oluşum ve yok oluş ardalanması
birbirini takip eder gider.
►1- Dinamik sistemlerin,
“Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği kurallarına göre işleyip-geliştiği son çeyrek asır içinde
ortaya konulmuştur.
►2- Buradaki “Information=bilgi” sözcüğü, enerjinin nerden nereye
akacağını
gösteren faktör olup, varlıkların yapısal-dokusal durumları ile belirlenir.
Yani varlıklar sürekli olarak yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yaparak, enerjiyi
nasıl kullanacaklarını belirlerler. Örn. SiO2 piezoelektrisite
özelliğine sahiptir, uçlarına alternatif akım bağlanınca, titreşmeye başlar ve bu şekilde saatlerimizin,
radyolarımızın çalışmasının temelini oluşturur. H2O sıfır derecede donup, 100 derecede
buharlaşarak ve bu olaylar sırasında gram başına 80 kalori vererek
veyahut 539 kalori alarak doğadaki enerji dağılımı düzenlenmesinde
önemli rol oynar. Yani doğadaki tüm varlıklar çevre koşullarını dikkate alarak
yapı ve dokularını sürekli değiştirirler. Bu durum bizlerin bedenlerinde de
sürekli gerçekleşir. Biz bir şey öğrendiğimizde, sinaps yapıları ve dokuları değişir. Kötü bir haber aldığımızda, bir dakika
önceki şen-şakrak durumumuz aniden kaybolur ve üzüntü dolu bir hal alınır,
çünkü hücrelerde bir sürü kimyasal değişiklik olmuştur. Hücrelerdeki bu değişiklikler, onların içindeki
moleküllere ve atomlara kadar geri yansır; atomların spin ve polarizasyonları
değişir; spindeki değişim, elektrik akımlarını değiştirir; bunlar sonucu
bedendeki tüm (biyo-fiziko-kimyasal) elektromanyetik alan sistemlerinde değişiklikler olur. Ve ruhsal
değişiklik dediğimiz durum ortaya
çıkar. İşte “ruh” böyle bir karşılıklı etkileşim ürünüdür.
►3- Doğadaki kuvvet denilen faktör ise, enerjinin
bir yerden bir yere akmasıyla oluşur. Dünyamızın kimyasal ve fiziksel yapısında
değişiklikler oluşur, buna uygun olarak
enerji akış güzergahları değişir ve sonrası doğadaki olaylar zinciri!
Denizlerdeki akıntılar, atmosferdeki rüzgarlar, deprem oluşturan fay hareketleri hep
böyle oluşurlar.
►4- Klasik evrimciler doğadaki olayların
“Information & self-organisation” ilkelerine göre, yani varlıkların bilgili
ve bilinçli davranışlarına göre olduğundan habersizdirler. Bu nedenle hala dinamik
sistemde değil, statik sistemde düşünen klasik fizikçilerin izinden giderek, “doğada ve evrende her şeyin düzensizliğe doğru gittiği ve gideceği, evrimde bir amaç ve
hedef olmadığı, dolayısıyla varlıkların bilgi ve bilinçle bir amaç veya
hedefe doğru gitmelerinin söz konusu olamadığını iddia ederler.
Varlıkların doğa yasalarına uyduklarını ve otomatik-robotlar olarak hareket
ettiklerini söylerler.
►5- Bilginin eksponansiyelliği –ki varlıkların en küçük
bileşenlerinin
bilgili-bilinçli davranmalarını gerektirir- sadece Gedik (1998, 2006, 2008)
tarafından ileri sürülmüş değildir. Chaisson (2001 ve 2010) da, “Energy
Rate Density as a Complexity Metric and Evolutionary Driver” adlı
yayınında, ‘enerji oranı yoğunluğu=bir varlığın bir gramında bir
saniyede kullanılan enerji (erg)” adlı bir kavram oluşturarak, doğadaki gelişimlerde bilgi faktörünün
sayısal bir şekilde ifade edilmesine olanak sağlayan bir yöntem ortaya
koymuştur.
Bu yöntemi uygulayarak, evrensel düzeyde bilgi faktörünün eksponansiyel şekilde geliştiğini göstermesi, Gedik’in
buluşunu
destekleyen ve tam bir uyum gösteren çok önemli bir araştırmadır.
Dolayısıyla, bilgili-bilinçli davranış insana özgü bir
özellik değil, varlıkların en küçük bileşenleriyle başlayan bir özelliktir.
►6- İnsanların kendilerini bilinçli, ama
kendilerini oluşturan bileşenlerini bilinçsiz sayması tam bir
mantıksızlık+kendini-beğenmişlik + bilgisizlik göstergesidir. Bilinçsiz
bir varlıktan bilinçli bir varlık nasıl oluşabilir? Çoğu insan bunu “Birleşikler, parçalarının
ayrı-ayrı özellikleri toplamından daha fazla özelliğe sahiptir” genel
bilgisiyle açıklarlar.
Evet bu doğrudur ve “Theory of integrated levels= Tümleşik sistemler teorisi”nin
ilkelerinden biridir.
● Her düzey, altındaki
düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
Ama bu teorinin şu ilkeleri de bulunmaktadır ve onlar da doğada aynen geçerlidir:
● Her sistemde, üst düzey alt
düzeye bağımlıdır; üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
● Herhangi bir düzeyin oluşumunda, karar erki alt
düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Bu maddelere göre de, bir şey oluşturma yeteneği (bilgisi) o varlığın bileşenlerindedir. Dolayısıyla,
bilinçli denilen (insani) bir varlığı oluşturan bileşen bilgisiz-bilinçsiz
olamaz. O hücreler insan bedenini, kendilerine gösterilen hedeflere
uyacak şekilde oluşturmuşlardır. O hedef de, doğada her şeyin sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğu, bu nedenle mümkün olduğunca çok senaryo üreterek,
gelecekte nelerin neye dönüşeceğine yönelik olasılık hesapları yapılması
gerektiğidir.
● İnsan denilen varlık tam anlamıyla dinamik
sistemler fiziği ilkelerine uygun olarak, az sayıda birkaç veriden
yararlanarak, muazzam senaryolar üretebilecek bir yapısallaşmaya sahiptir.
Bilgi oluşturmaya verilen önem:
Şekilde duyu organlarına tahsis edilen beyin hücreleri
topluluğu kahverengi ile, hareket organlarına tahsis edilenler mavi
renkte, ve yorumlamaya tahsis edilen beyin hücreleri topluluğu ise beyaz renkte
gösterilmiştir. Bir kedinin beyninde hareket, koku, işitme, görme gibi organlara
tahsis edilen beyin hücreleri sayısının yorumlamaya tahsis edilen hücre
sayısına oranı çok fazladır, bu nedenle insandan hızlı koşabilirler, insandan fazla
zıplayabilirler, insandan daha iyi görebilirler ve insandan iyi koku
alırlar. İnsanı oluşturan hücreler ise, yorumlama konusuna o
kadar önem vermişlerdir ki, bunun sonucu koklama, zıplama, görme, vs gibi
yetenekleri körelmiştir. Ama buna karşın yorumlama, senaryolar üretme yeteneği son derece gelişmiştir.
Şekil: Memeli hayvan
beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde
(kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük
bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda
kısmen gelişmiş, insanda ise,
anormal şekilde büyütülmüştür.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir
beyin yapısı ortaya çıkmıştır.
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler
de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre
işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde
oluşturmuşlardır. İnsan hücrelerinin bilgi oluşturmaya verdiği bu önem
nedeniyle, insanlar hayvanlar kadar koşamaz, onlar kadar iyi koku alamaz, onlar
kadar iyi göremez vs., ama onlardan çok fazla hayal kurar ve bir-iki veriden
giderek binlerce senaryo üretebilirler. Ve üretmişlerdir de. Metafiziksel tüm
kavramlar, insan beyinlerinin oluşturdukları bu tür tasarımlardır ve çoğunun
gerçek maddi doğada hiçbir karşılığı yoktur.
Hücrelerimizin bizleri donattığı bu hayal kurma – yorumlama -
bilgi-oluşturma yeteneğinin temel amacı, toplumsal sorunlarımızın çözümüne
yönelik olmak zorundadır. Toplumsal sorunların nedenini ve çözümünü içermeyen
görüşlerin hiçbir değeri yoktur, onlar kişisel hayallerden öteye bir değer
taşımazlar.
Bilgi ve mantık varlıkların sorunlarına çözüm bulma yeteneği
olarak tanımlanabilinir. Kafanıza yerleştirdiğiniz bilgiler ve mantığınız
sağlamsa, doğadaki oluşum ve gelişimleri “doğru” değerlendirirsiniz ve uygun
çözümler bulup, sorunlarınızı çözersiniz. Ama kafanıza yerleştirilmiş
bilgiler yanlışsa, mantığınız o yanlış bilgilerden etkileneceğinden, hep yanlış
kararlar alırsınız ve sorunlarınızı çözemezsiniz.
Dinamik sistemli düşünce, tüm sorunlarımızın statik sistemli
düşünce ve davranışlardan (yani tepeye bağımlılıktan) kaynaklandığını açıkça
ıspat ediyor ve dinamik (yani tabana dayalı) sistemli görüşle tüm sorunların
ortadan kaldırılacağını net delillerle ortaya koyuyor.
Statik sistemli görüş bilgileri ise maalesef insanları farklı
gruplara bölmekten başka bir işe yaramıyor ve tepeye bağımlılıktan
kaynaklanan tüm sorunlarımızın kaynağını oluşturuyorlar. İnsanlığa bundan daha
büyük kötülük yapılabilir mi?
Son birkaç paragrafla, bilim insanlarının doğadaki
yapıcı-yaratıcı kuvveti yanlış yorumlamalarının doğurduğu büyük zararları
gösterelim:
Bir şey yapma ve onu sahiplenme bilgisi ve yetkisi kimde?
Doğada neyin kim(ler) tarafından yapılıp-sahiplenildiğini
anlamanın en kestirme yolu, hücrelerle bedenler arası ilişkiden geçer.
Ot veya yaprak yiyen bir hayvanın sindirim sistemindeki
hücreler, o otu önce moleküllerine (amino-asitlerine) kadar parçalarlar.
Sonra o molekülleri kemik, kan, kas, tırnak, saç vs. gibi farklı beden-öğeleri
oluşturacak şekilde kendi ihtiyaçlarına göre yeniden kombinasyonlara sokarlar
ve farklı görüntülü hayvanlar oluştururlar.
Bu oluşturma işleminde, hücreler alt-sistemdir, oluşturulan
beden ise üst-sistemdir. Doğa ve dünya bu türde alt-sistem ve üst-sistem
yapılarından oluşmaktadır ve sürekli daha ergonomik varlıkların ortaya
çıkmaları nedeniyle sürekli olarak kimyasal bileşimler değiştirilip, yeni
varlıklar oluşturulmaktadır.
Bir bitki de, bir hayvan da birer üst-sistemdir. Zaman
kavramının anlamının açıklandığı paragraflarda gösterildiği üzere, her sistemin
belli bir ömrü vardır; ve o süre sonunda her sistem parçalarına
(alt-sistemlerine) ayrışır. Serbest kalan alt-sistem öğeleri, doğadaki değişmiş
olan koşulları dikkate alarak, tekrar yeni bir üst-sistem oluşturacak şekilde
tekrar birleşmeye çalışırlar. Yani doğa ve dünyamız sürekli değişim-dönüşüm
içindeki dinamik bir sistemdir.
Şimdi asıl konumuza dönelim: insanlık:
• 1-Dünya ölçeğinde büyük
sorunlarla karşı-karşıya;
• 2-Devletler-toplumlar
düzeyinde büyük sorunlarla karşı-karşıya;
• 3- Bireysel düzeyde yine
büyük sorunlarla karşı-karşıya.
Nedeni ise, doğadaki yaratıcılığın üst-sisteme ait olduğu
şeklindeki geleneksel görüştür. Halbuki doğadaki tüm oluşumlar, en
tabandaki öğelerle başlamaktadır.
Tüm varlıklar proton, nötron ve elektronlardan oluşurlar. Bu
temel yapıtaşları sabit öğeler değillerdir, sürekli değişim-dönüşüm
içindedirler. Proton nötrona, nötron protona dönüşebilmektedir. Bu dönüşümlerde
enerji verilmekte veya alınmaktadır. Dahası, madde anti-maddeye, anti-madde
maddeye dönüşmektedir. Tüm bu enerji-madde ilişkilerini anlayabilmek için, şu 3
dosyanın okunması şarttır:
Önerilen makalelerde gösterildiği üzere, doğada sabit kalan,
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Toplumumuzun inandığı
yaratıcı (Allah) ise, ebedi ömürlü, hiç değişmeyen bir şeydir.
Allah:
•
1-Her şeyi önceden bilir,
• 2-Olsun demesiyle bir şey anında oluşur,
• 3-Ebedidir, zaman onun ebediliğine bağlı sonsuzluktur,
• 4-Varlıklardan bağımsız, varlıkların üstünde bir şeydir,
• 5-Varlıklar birer robot gibi O’nun emirlerine (kurallarına) uyarlar,
• 2-Olsun demesiyle bir şey anında oluşur,
• 3-Ebedidir, zaman onun ebediliğine bağlı sonsuzluktur,
• 4-Varlıklardan bağımsız, varlıkların üstünde bir şeydir,
• 5-Varlıklar birer robot gibi O’nun emirlerine (kurallarına) uyarlar,
Doğa bilimsel araştırmalar ise doğadaki yaratıcılığın
kuantsal enerji sistemiyle başlatılıp-yürütüldüğünü göstermektedir: Kuantlar
alemi:
• 1- Her şeyi önceden bilmez, en iyi bilgi oluşturan varlıklara yatırım yapar, kötü olanları terk eder,
• 2-Oluşumlar proton, nötron, elektron gibi en temel alt-sistem öğeleriyle başlarlar;
• 1- Her şeyi önceden bilmez, en iyi bilgi oluşturan varlıklara yatırım yapar, kötü olanları terk eder,
• 2-Oluşumlar proton, nötron, elektron gibi en temel alt-sistem öğeleriyle başlarlar;
onların
bir-birbirleriyle etkileşimleri ve rezonansa girebilmelerine bağlı olarak, bir
üst-sistem olan atomlar oluşurlar;
atomların bir-birbirleriyle etkileşimleri ve rezonansa girebilmelerine bağlı olarak, bir üst-sistem olan moleküller;
onların bir-birbirleriyle etkileşimleri ve rezonansa girebilmelerine bağlı olarak, bir üst-sistem olan hücreler;
onların bir-birbirleriyle etkileşimleri ve rezonansa girebilmelerine bağlı olarak, bir üst-sistem olan bedenler vs. oluşurlar.
Tüm bu alt-sistemden üst-sistemlere geçişlerde temel amaç, enerji-akışı-yoğunluğunu artırarak, daha rahat bir duruma geçme amacı vardır (rahatlama dürtüsü).
atomların bir-birbirleriyle etkileşimleri ve rezonansa girebilmelerine bağlı olarak, bir üst-sistem olan moleküller;
onların bir-birbirleriyle etkileşimleri ve rezonansa girebilmelerine bağlı olarak, bir üst-sistem olan hücreler;
onların bir-birbirleriyle etkileşimleri ve rezonansa girebilmelerine bağlı olarak, bir üst-sistem olan bedenler vs. oluşurlar.
Tüm bu alt-sistemden üst-sistemlere geçişlerde temel amaç, enerji-akışı-yoğunluğunu artırarak, daha rahat bir duruma geçme amacı vardır (rahatlama dürtüsü).
• 3-
Doğal-sisteminin yaratıcısı kuantum-alemidir, enerjidir; her yeni bir varlık
oluşumuyla, yapısal-dokusal durumları değiştirilerek, yeni varlıklarla
rezonansa girecek şekilde değişime uğrarlar. Zaman denilen değişim-dönüşüm
göstergesi bu şekilde ortaya çıkar.
• 4- Doğal-sistemi yaratıcısı, önceki paragraflarda belirtildiği üzere, doğadaki diğer varlıkların üstünde değil, onların içindedir, altındadır. Onlarla karşılıklı bir ilişki ve etkileşim içindedir.
• 4- Doğal-sistemi yaratıcısı, önceki paragraflarda belirtildiği üzere, doğadaki diğer varlıkların üstünde değil, onların içindedir, altındadır. Onlarla karşılıklı bir ilişki ve etkileşim içindedir.
Doğadaki tüm varlıkların karşılıklı bir etkileşim içinde
olmalarını sağlayan en önemli unsur, proton-nötron gibi en temel
yapı-taşlarının birbirlerine dönüşümleri ve bu dönüşüm sırasında nötrino
denilen çok ufak kuantsal enerji öğelerinin çevreye yayılmasıdır.
Nötrino kaynakları:
1-Bizim dünyamızın yakınında gerçekleşen en
fazla çekirdek reaksiyonları Güneş içinde olduğundan, dünyamızda rastlanılan
nötrinoların çoğunluğu Güneş kökenlidir.
2-Ancak, kozmik ışınlar da, atmosferde çekirdek
reaksiyonlarına yol açtıklarından, bir kısım nötrinolar atmosfer kökenlidirler.
3-Nötrinolar uzaydaki her hangi bir galaksideki
bir yıldızdan gelebilirler.
4-Dünyamızın içinde (çekirdeğinde, mantosunda,
litosferinde, hidrosferinde) çekirdek reaksiyonları olduğundan, bunların
herhangi bir yerinden gelebilirler.
5-Ama tüm bunların haricinde, nötrinolar
bizlerin ve çevremizdeki tüm canlıların bedenlerinde de oluşmakta ve çevreye
yayılmaktadırlar. Buna örnekler Kervran (1973) tarafından yapılan
araştırmalarda ortaya konmuştur.
•
Şimdi bu mantık bozukluğunun oluşturduğu
zararları kısaca görelim:
Yapıcılık (yaratıcılık) ve ona bağlı olan
sahiplenme olayı her zaman alt-sistemlere ait olmasına rağmen, onu üst-sistem
bir şeye bağlamakla:
1- Dünya
ölçeğinde:
DOĞA ve DÜNYAnın Tepedekilerce sahiplenilip
parsellenmesine göz yumduğunuz için, onların işediği suça yardım ve yataklık
etmiş oluyorsunuz…
2- Toplumsal
düzeyde:
Sizler toplumunuza bizzat
sahip çıkmayıp, onu tepedeki birilerine emanet ettiğiniz için, doğadaki sisteme
karşı suç işlemiş oluyorsunuz.
3-Bedensel düzeyde:
Bedenlerinizin sahipliğini içlerindeki
hücrelere teslim etmediğiniz için, tüm sağlık sorunlarınızın günahını üstlenmiş
oluyorsunuz.
1- Bilim insanlarının zamanı ve hayatı
yanlış yorumladıkları, yukarılarda gösterilmiştir.
2- Din
adamlarının Allah’ı yanlış tanıttıkları, devam edecek sayfalarda (http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html adresli yazıda)
gösterilmiştir.
3- Bunların
her ikisi de statik sistemlidir, yani tepeye bağımlı örgütlenmeler (TBÖ)
gerektirir. -TBÖ’nün tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
adresli yazıda net bir şekilde
ıspatlanmıştır.
4-Bu nedenlerden dolayı statik sistemli
düşünen bilim- ve din-adamları topluma karşı suç işlemektedirler.
Din ve bilim-insanlarının böylesine zombi
davranmalarının temel suçlusu ise, onları bu yönde davranmaya mecbur eden
“tepedeki” yöneticilerdir. Her şey "Çıkar-Enerji" savaşıdır.
Toplumu (devleti) yönlendirmek için, halkı bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın
yolu, para ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal
seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki
efendilerin uşakları olurlar. Uşaklar efendilerinin mülkleri üzerinde
çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve
boğaz-tokluğuna yaşarlar.
5-Bir insan, topluma karşı işlenen bir suç
karşısında, sesini çıkarmıyor, tepki göstermiyorsa, o da bu suça yataklık etmiş
olur. Bunun farkında olan biri olarak, bu suçun sürekli olarak işlenmesine
karşı, herkesi uyarmaya çalışmayı vicdani bir görev sayıyorum.
6- Statik sistemli düşünen din ve bilim
insanlarının izinden gidenler, onların işledikleri suça ortak olmaktadırlar.
Şimdiye dek bu ilişki zincirinden habersiz olduklarından, mazur görülebilirler;
ama yukarıda verilen makaleler ışığında artık mazur görülemezler. Bu nedenle,
hala statik sistemli davranışlarını sürdürenler, çocuklarının geleceğini
kararttıkları için vicdan azabı duymalılar.
Kısacası, tüm sorunlarımızın nedeni , yaratıcı olarak tanımlanan TANRI
kavramının yanlış yorumlanmış olmasıdır.
DEVAMI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder