Enerjiden Maddeye

Enerji nasıl madde oluşturmaktadır?


(Veyahut, YARATILIŞ nasıl olmaktadır?)

Günümüzden geçmişe doğru geriye gidildiğinde tüm varlıklar kayboluyor ve her şey enerjiye dönüşmüş olarak bulunuyorsa, bu enerji nedir, neden oluşur?

 “Nerelerden geçerek günümüze geldik” başlıklı http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html  adresinde yayınlanan  yazıda gösterildiği  üzere, geçmişe doğru gidildikçe madde dediğimiz  varlık çeşitliliğinin yok olmaya başladığını ve her şeyin enerjiye dönüşen bir sisteme gidip-dayandığı gösterilmişti.

Peki enerji nedir, nasıl bir şeydir?
2 sözcükle ifade edersek: Enerji,  Kuantum alemidir.
Kuantum alemi, birbirlerine dönüşen, madde-antimadde zıtlığına dayalı, çok farklı enerji kümeleşmelerinden oluşmaktadır. Bu farklı enerji kümeleşmelerini tanımaya başlayalım.

Enerji, varlıkları hareket ettiren, canlılık veren öğedir, ruhtur. Maddeleri oluşturan ve onları bir arada tutan, onlar arasındaki etkileşimleri sağlayan faktördür. 

Kuantlar atom-altı-öğeler aleminin temel bileşenleridir ve anlaşılmaları için, http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2016/09/enerjinin-kokeni-ve-kuantum-kavramnn.html

adresli yazıda açıklanan kuantum fiziği deneylerinin (özellikle de çift-yarık deneylerinin) bilinmesi şart ve gereklidir. Bu nedenle, önce o makalenin okunması gereklidir.

Varlıkları oluşturan ve  davranışlarını etkileyen bu en temel öğelerin, özelliklerini anlamak için onlarla yapılan fizik deneylerine bakmak gerekir.
Proton ve nötronların ne tür parçalardan oluştuklarını saptamak için fizik laboratuvarlarında bunlar birbirleriyle çarpıştırılarak, ne tür öğelere ayrıştıkları gözlemlenmeye çalışılır. Çarpışma noktasının çevresine detektörler konularak, proton veya nötronların nelere parçalandıkları gözlenmeye çalışılır.
Peki detektör nasıl bir şeydir? Enerji öğelerini nasıl algılarlar?

Atomların kendileri milimetrenin milyarda biri mertebesindeyken, proton ve nötron gibi atom-altı-öğeler bundan çok daha küçüktürler. Bu nedenle mikroskobik gözlemlerle vs. izlenebilmeleri olası değildir.
Peki fizikçiler bu çok küçük atom-altı-öğeler dünyası hakkında nasıl bilgi ediniyorlar?
Atom-altı-öğeler, çok küçük olduklarından, gözle veya mikroskopla görünemezler, ama röntgen ışınlarıyla bedenlerimizin içinin görüntülenmesinde fark ettiğimiz gibi, maddelerin içlerinden geçebilirler ve geçtikleri maddelerle de etkileşerek, nerelerden geçtikleri, ne tür bir iz bıraktıkları hakkında işaretler bırakırlar.
Şekilde X-ışınlarını keşfeden Wilhelm Röntgen’in eşi Anna Bertha’nın elinin parmağındaki bir yüzükle çekilen röntgen filmi görülmektedir (1896 yılı). Bu radyasyonlar, normal bir kağıt üzerine yansımış olsalardı, bir iz görülmeyecekti, çünkü kağıt içinde tepkimeye girecekleri bir şey yoktur. Film kağıdı üzerine bir kurşun levha konulsaydı, bu radyasyonlar gene bir iz bırakmayacaklardı, çünkü, kurşun levha içindeki atomlarla çarpışıp, soğrulacaklardı.
Bu nedenle biz atom-altı-öğeleri radyasyon olarak biliriz.
Peki radyasyonlar nasıl gözlenip-izlenebilirler?
Röntgen ışınları çok enerjik olduklarından, geçtikleri yerler, güzergahlardaki maddelerle etkileşirken anların elektronlarını oynatıp, koparıp, iyonize ederler. Bu sırada kendilerinin de frekans, faz, polarizasyon vs. gibi özellikleri de değişir.
Çift-yarık deneyinde görüldüğü üzere, bu enerji öğeleri, çevrelerini algılıyorlar. Geçtikleri yerlerdeki maddelerle etkileştiklerinde, kendi yapılarında (faz-frekans-polarizasyon, vs) değişiklikleri oluyor ve böylelikle güzergah bilgileri kayıt edilmiş oluyor. Bu bilgileri içeren radyasyonlar, fotoğraf-kağıdı gibi güneş-ışınlarından etkilenen moleküller içeren bir düzleme çarptıklarında, o moleküllerle tekrar etkileşiyorlar ve izler bırakıyorlar. Detektör denilen aygıtlar bu temel prensip üzerine işlev görürler. 
(Röntgen filmleri ve 40-50 yıl önceleri fotoğraf basımında kullanılan fotoğraf kağıtları, basit detektör olarak kullanılabilirler. Çevrenizdeki bir kayaç veya başka bir maddenin radyoaktif olup olmadığını anlamak için, bu maddeleri karanlık bir odada bu fotoğraf kağıtları veya röntgen-filmleri ile sarıp, siyah kağıtlarla ambalajlayıp, bir-kaç gün karanlık ortamda bırakın. Sonra da bu fotoğraf kağıtlarını eski fotoğrafların yapılma yöntemiyle (karanlık odalarda özel banyolarla) muamele ederseniz, fotoğraf kağıtları üzerinde izler olup-olmadığına, ne kadar az veya çok olduğuna bakarak, radyoaktiviteleri hakkında bilgi edinebilirsiniz.)
Yaygın Detektörler:
Detektör olarak en yaygın kullanılan aygıtlar sis-odaları veya bubble-chamber denilen sıvı hidrojen veya başka bir sıvı maddeden oluşan odacıklardır.
Sis odaları, çok yoğun ve soğuk su-buharı içeren ve tabanında buz kristalleri bulunan  kapalı odacıklardır. Bu odacıkların içine enerji-dolu bir atom-altı-öğe girerse, hava moleküllerinin elektronlarını çekerek, onları iyonize ederler. Su-buharı molekülleri de bu iyonize olan moleküllere yapışarak sıvı hale geçerler, yoğunlaşma izleri oluşur ve iyonize olan molekülleri gözle görünür hale  getiriler. Bu şekilde, atom-altı-öğelerin geçtikleri yerler, onların izleri olarak görüntülenmiş olur.
Günümüzde sis-adası yerine, “bubble chambers =kabarcık odaları” kullanılmaktadır. Tek farkları, su-buharı yerine sıvı-hidrojen  veya başka bir sıvı-molekül kullanılmış olmasıdır. Atom-altı-öğeler atom-çekirdeklerine çarpınca, onlara enerji aktarmış olurlar, ve enerjisi artan moleküller de gaz haline geçtiklerinden, kabarcıklar oluşur ve radyasyonun geçtiği yerler, kabarcık-izleri olarak görüntülenirler.

Detektör görevi gören bu odacıklara kısaltılmış olarak “S-odası” diyelim. (S=sis veya sıvı).
 Bu odacıklar bir manyetik alan içine konulurlarsa, pozitif yüklü öğeler negatif kutba, negatif yüklü öğeler ise pozitif kutba yöneleceklerinden dolayı, atom-altı-öğelerin pozitif mi, yoksa negatif  yüklü mü oldukları saptanabilmektedir.
Günümüzde fizik laboratuvarlarında hızlandırılmış proton veya nötronlarla yapılan bu deneyler, dünyamız atmosferinde doğal olarak gerçekleşmektedir, çünkü güneş veya diğer yıldızlardan gelen kozmik ışınlar bu tür atom-çekirdeklerinden oluşmakta ve atmosferdeki azot, oksijen gibi moleküllere çarparak, laboratuvarda elde edilen sonuçları oluşturmaktadır.

Şekilde, anti-madde (kaşıt-madde) denilen atom-altı-öğeyi ilk defa görüntüleyen Carl Anderson adlı fizikçiyi, sis-odası (Nebel-Kammer = Cloud-Chamber) adı verilen ve atom-altı-öğelerin izlerini gözlemlemek için tasarlanmış bir aletin başında görüyorsunuz.

Sis odalarıyla atom-altı-öğelerin gözlemlenme deneyleri bir asır önceleri başlar. Deniz seviyesine yakın konumlu sis-odalarında az sayıda görüntü oluşurken, yüksek dağ tepelerinde çok sayıda görüntü oluştuğunun saptanması, balonlara sis-odası konarak daha yüksek atmosfer katlarındaki radyasyonları gözlemlenme çalışmaları başlar. Bu araştırmalar sonucunda atmosferin üst katlarında çok yoğun radyasyonların var olduğu ve bu radyasyonların, güneş ve daha başka yıldızlardan gelerek dünyamıza ulaştıkları saptanır. Kozmik radyasyonlar olarak tanımlanan bu enerji öğelerinin sis-odasındaki izlerinin incelenmesiyle, atom-altı-öğeler dünyasının özellikleri aydınlanmaya başlar.
Yapılan gözlemler sonucunda, yeryüzünün her metrekaresine saniyede 200 kadar yüksek enerjili kozmik ışın çarptığı anlaşılır. Yüksek enerjili kozmik ışınlar atmosferdeki moleküllere ilk çarptıklarında (örn. azot çekirdeğine), onları parçalayıp, binden fazla ikincil ürün, yani parçacık oluşumuna yola çarlar. Bu oluşan parçacıklar da hala oldukça yüksek enerjilidirler ve onların diğer moleküllere çarpmasıyla, milyonlarca yeni parçacık oluşur ve bir parçacık yağmuru ortaya çıkar.

Her çarpışmada, uzaydan gelen çok yüksek enerjili kozmik parçacığın kinetik enerjisi, yeni oluşan parçacık oluşumlarına aktarılır, artan kinetik enerji ise, o oluşan parçacıklarla aktarılmaya devam eder, ta ki onların kinetik enerjileri başka çarpışmalarda yeni parçacık oluşumuna olanak sağlamayıncaya kadar.
Çoğu kozmik ışın fırtınası yaklaşık 20-25 km yüksekliklerde olur, saniyenin milyonda biri kadar bir süreçte ışık hızında gerçekleşir.  Çarpışma sonucunda çoğunlukla pion adı verilen öğeler oluşur. (+) veya (-) elektrik yüklü piyonlar  çok kısa sürede ayrışarak, muon adı verilen öğelere dönüşürler. Çok ender olarak bu kozmik parçacıklar en yüksek dağların tepelerine ulaşabilirler. Deniz seviyesi gibi ortamlara ise sadece ikincil-parçalanma ürünleri ulaşır ve saniyede ancak bir öğe insan kafası kadar bir yerde görülebilir.
Uzaydan gelen bu kozmik öğelerin çoğu (%89) hidrojen çekirdeği olan protondan, %10 kadarı helium çekrideği olan alfa-öğesinden, diğer %1lik kısmı ise, diğer elementlerin çekirdeklerinden oluşurlar.
Yukarıdaki şekilde bu parçacık yağmuru tasarımı gösterilmektedir. Oluşan parçacıklar arasında, proton, nötron, kaon,  pion, elektron, positronmuon, nötrino gibi atom-altı-öğeler ön sırada yer alırlar.


Detektörlerde izleri görüntülenen atom-altı-öğeler nelerdir, ne tür özelliklere sahiptirler?
Yukarıda verilen Parçacık yağmuru (Particle cascade) şeklinde, atom çekirdeklerinin parçalanmaları sırasında, çekirdeği oluşturan proton ve nötron gibi ana öğeler dışında, kaonpionelekton, pozitron, muon, nötrino gibi alt-öğelere parçalandıkları görülmektedir.
Bu öğelerin S-odalarında nasıl göründükleri ve diğer önemli özellikleri, gözlem odalarından çekilen filmlerden verilen görüntüler eşliğinde aşağıda sunulacaktır.
  
1-Önce en yaygın parçalanma öğelerinin nasıl görünüp, nasıl tanındıklarını görelim:
S-odalarına giren atom-altı öğeler, enerji durumlarına ve “ömürlerine” uygun izler bırakırlar. Alfa-öğesi en ağır olduğundan, en kalın izi bırakır. Proton ona göre daha hafiftir, daha ince bir iz bırakır. Elektron en ince izi bırakırken, elektronun ağır-versiyonu olan Müon biraz daha kalın iz bırakır.

2- Anti-madde denilen karşıt-madde öğelerinin ne olduklarını ve nasıl keşfedildiklerini görelim.


Yukarıdaki görüntüler, Carl Anderson adlı bir fizikçinin, 1932 yılında kozmik-radyasyonları gözlemlemeye çalıştığı sırada, bir sis odasında yaptığı gözlemlerin orijinal fotoğraflarıdır. İzler aynı kalınlıkta, aynı miktarda bir uzantıya sahiptirler; tek farkları bir grubun sağa, diğer grubun sola bükülerek ilerlemeleridir. Negatif yüklü elektronların izleri radyoaktif parçalanma resimlerinden bilindiklerinden, sis-odasında pozitif-kutba yönelmiş öğeler olarak kolayca tanınmaktadırlar. Ama negatif-kutba yönelmiş aynı özelliklere sahip diğer öğeler neyi temsil emektedirler? Pozitif-yüklü elektron olabilir mi?
Paul Dirac adlı bir fizikçi 1928 yılında, teorik olarak anti-madde diye parçacıkların olması gerektiğini matematiksel formülasyonlara dayanarak ileri sürmüştü. Ve Anderson’un gözlemlediği pozitif yüklü elektron, elektronun anti-maddesiydi ve pozitron olarak adlandırılacaktı.

Zamanla gözlem-odaları geliştirildi ve daha hassas gözlemler yapılmaya başlandı. Bu modern gözlem odalarından alınan ve pozitron-elektron ve diğer atom-altı-öğe izlerine ait bazı görüntüler aşağılarda sunulacaktır.   

3- Gama–ışınlarının protonla (atom çekirdeğiyle) çarpışarak, made-antimadde öğeleri oluşturması:

Şekil 1: (Konuyla doğrudan ilgili olmayan diğer izler silinmiştir. Şekil 2 m yüksekliğindeki bir oda görüntüsüdür.)
Gözlem odasına üstten gama ışınları girerler. Bir şeyle etkileşmedikleri sürece, gözlenemezler.
Bu ışınlardan bir tanesi (A) noktasında çarpışır ve üç yeni öğe açığa çıkar.
          Bunlardan bir tanesi negatif-manyetik kutba doğru yönelip, dönerek ilerler ve saatin tersi yönünde bir spiral iz bırakır (pozitron).
          Diğeri pozitif-manyetik kutba yönelir; saat yönünde dönen spiral bir iz bırakır (elektron).
          Üçüncüsü yine bir elektrondur ve kısa turlu bir spiral yapmaksızın ilerlemesini sürdürür.
 (B) noktasında etkileşime giren gama ışını da yine bir elektron-pozitron çifti oluşturur, ancak bu çift çok daha enerjik olduklarından, spiral şekilde değil, hafif bir bükülme ile ilerleyen bir iz bırakırlar.






Şekil 2: Yaklaşık 2 m. yüksekliğindeki bir gözlem odası görüntüsü:
3 noktadan radyasyon girmektedir.
En enerjik ışın (A) noktasından girer. 
          Enerji düzeyi çok yüksek radyasyon bir çekirdeğe çarptığında, çekirdek çevresindeki elektrik alanı bu radyasyonun bir elektron ve bir pozitrona dönüşmesine neden olur. Buna “pair-production” yani “çift-oluşumu” denir, çünkü pozitron, elektron’un karşıt maddesidir, bunlar bir çift olarak tanımlanırlar.
          Oluşan elektron, çevresinde rastlayacağı bir çekirdeğe çarpınca, çarpma nedeniyle frenlenir ve franlenme-radyasyonu (Brems-strahlung) adı verilen başka bir ışın saçar. Bu ışının enerjisi hala yüksekse, o da tekrar bir çift-oluşumuna yol açar.
          Bu reaksiyonlar, oluşan saçınım ürünlerinin enerjileri düşene kadar böylece devam eder ve parçacık-yağmuru “particle shover” adı verilen olay gerçekleşir. (Aslında parçacık diye bir şey yoktur, hepsi enerji-dansının farklı türleridir.)

Şimdi bir sis-odası filminden ayarlanmış animated-gif görüntüsü verelim.
 Radyasyonlar çevremizdeki varlıkların içlerinde böyle bir dans gerçekleştirdiklerine göre, bedenlerimizdeki hücrelerin içlerinde de benzer olaylar olmaktadır.





Alt-Sistem – Üst-Sistem ilişkili doğal yapılaşma

1-  Madde oluşumunun (veyahut YARATILIŞIN) ilk adımı: Güçlü-Etkileşim = Strong-Interaction oluşumu:
Maddelerin (atomların) parçalanmasıyla proton, nötron, elektron gibi daha küçük öğelerin ortaya çıktığı, yani maddelerin atomlardan, atomların ise proton, nötron ve elektronlardan oluştukları saptandıktan sonra, bunların da daha küçük öğelerden oluşup-oluşmadıkları araştırılmaya başlanır. Araştırmalar sonucunda, elektronların daha küçük bileşenleri olmadığı, ama proton ve nötronların kuark adı verilen daha küçük öğelerden oluştukları anlaşılır.
Yani enerji dediğimiz hareket ettirici faktör, doğadaki değişimlere göre kendisini ayarlayıp, varlıklar arasındaki etkileşimleri düzenleyen bir faktördür. Bu faktörün nasıl kuvvet denilen yönlendirici-hareket ettirici faktöre dönüştüğünü anlamak için, önce anizotropi denilen bir özelliği açıklamak gerekir.
Varlıkların yapısal-dokusal durumları, enerjinin nerede az, nerede çok depolanacağı bilgilerini içeren içsel özelliklere sahiptir. Enerji akışını farklı yönlerde farklı hızlarda yönlendirecek şekilde oluşan tüm dokusal özelliklere  “anizotropi” denir.
 “İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi terimini anlamak için şunu düşünün:
Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 
saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar.
Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, enerji gradyanı dednilen  kutuplaşmalara yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu, mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur.


Nötron ve protonlar içinde de sürekli bir renk-yükü değiş-tokuşu uygulanarak kuarkların birbirleriyle bağlantılı kalmaları ve hiç ayrılmamaları sağlanmaktadır. Bu nedenle kuarklar hiç izole edilememektedirler.   

Anizotropik özellikler, madde oluşumlarının en temelinde başlar. En temel madde oluşturucu öğeler proton, nötron gibi atom-çekirdeklerini oluşturan nesnelerdir. Bu çekirdek öğeleri quark= kuark denilen 3 temel “parçacık”tan olşurlar. Bu 3 “parçacığın” ikisi aynı özellikli, 3.sü ise farklı özelliklidir. Örn. proton 2 up-kuark, 1 down-kuark içerir. Nötron ise bunun tersidir: 2 down, 1 up-kuark içerir. Anizotropi maddeleri oluşturan bu öğelerdeki farklılık ile başlamıştır. Ama asıl anizotropi, bu kuarklar arasındaki, mavi-yeşil-kırmızı ile simgelenen, “color-charge = renk-yükü” adlı enerji-yumaklarının sürekli-aktarılmalarında  bulunur. 3 adet kuark arasında bu mavi-yeşil-kırmızı ile simgelenen 3 farklı enerji-potansiyeli sürekli olarak dolaşır ve bu şekilde muazzam bir enerji-gradyanı ortaya çıkar. Bu muazzam enerji gradyanı da, doğadaki en güçlü kuvvet sistemini,  strong-interaction = güçlü etkileşimi oluşturur. 
Madde dediğimiz varlıklar moleküllerden, moleküller atomlardan, atomlar ise bir çekirdek ve çevresel-öğelerden oluşurlar. Çekirdekte proton ve nötronlar bulunur. Çevrelerinde ise elektronlar yer alır. Madde olarak doğada gördüğümüz şeyler, Çekirdeğin on-bin kat uzağındaki elektronların bağlantılarıyla oluşurlar. Maddelerin temel kütleleri çekirdek içinde yoğunlaşmış durumdadır.  
Çekirdekte proton ve nötronlar bulunur ve çok sıkı bir şekilde birbirlerine bağlanırlar, Doğadaki enerjinin en büyük kısmı, proton ve nötronları birbirlerine bağlayan strong-interaction = güçlü-etkileşim adı verilen bu kuvvet türüne tahsis edilmiştir ve yapıştırıcı = gluon adlı faktörle etkileşirler.. Atom enerjisi denilen ve  E=mc2 formülü uyarınca, atomların parçalanması sırasında açığa çıkan enerji bu güçlü etkileşim enerjisinden oluşur. Proton ve nötronlar kuark adı verilen aynı tür öğelerden oluşurlar ve gluon adlı bir etkileşimle sıkıca birbirlerine bağlanırlar. 
Nükleonlar - protonlar ve nötronlar - birbirine çok yakın olduklarında, güçlü etkileşim bunları bağlar, çünkü nötronlar sadece güçlü etkileşim etkisi altındadırlar ve çekirdeği sıkıca tutarlar; protonların birbirlerini itmesine neden olan lektromanyetik etkileşim ise 137 kat daha küçük olduğundan, nükleer çekim tarafından bastırılırlar. Bu nedenle atom çekirdeklerinde çok sayıda nötron bulunmak zorundadır.
Kuarklar, mavi-yeşil-kırmızı renklerle simgelenen üç farklı enerji-öğesinin sürekli birbirlerine aktarılması şeklinde tasarlanan gluon adlı yapıştırıcı faktörle birbirlerine bağlanırlar. Şekilde bu üç-enerji öğesinin sürekli aktarımı gösterilmektedir.
 Kuarklar birbirlerinden uzaklaşamazlar, uzaklaştıkça aralarındaki çekim kuvveti öylesine artar ki, yok olup tekrar doğarlar.
Yani enerji dediğimiz kuvvet oluşturucu ve varlıkları etkileyip-yönlendirici sistem, en büyük yatırımını, madde oluşturma işlevi için harcamıştır. Bizlerin nükleer enerji olarak kullandığımız o muazzam enerji, maddelerin parçalanmasıyla açığa çıkan bu temel yatırımdan kaynaklanır.

2-  Madde oluşturmanın (veyahut YARATILIŞIN) 2. Adımı: Elektro-Manyetik-Etkileşim oluşumu:
Bizlerin madde olarak bildiğimiz, belli bir hacmi ve belli bir kütlesi olan her şey elektro-manyetik kuvvetlerle oluşur.
Örneğin tuz dediğimiz madde Na ve Cl atomlarının oluşturduğu bir moleküldür. Na veya Cl atomlarını oluşturan kuvvet “güçlü-etkileşim” iken, NaCl molekülünü oluşturan kuvvet elektro-manyetik etkileşimdir.
Molekül gibi öğeler, basınç ve sıcaklık değerlerine göre gaz, sıvı veya katı hallerde bulunurlar. ÖrnNaCl kimyasal formülüyle belirlenen tuz minerali, küp şeklinde kristalleşir ve kristal yapısı şekilde görüldüğü gibidir. Buna tuz mineralinin birim-hücresi denir ve 5.64 angström (milimetrenin on-milyonda-biri) boyutundadır.
Bu birim-hücreye bakıldığında, 15 Na ve 14 Cl atomu görülür, yani bir tuz minerali oluşturulması için en azından 15 molekül gereklidir. Ama şekildeki birim hücrede 1 Cl atomu eksiktir. Dolayısıyla tuz minerali oluşturulması için bu birim-hücreye başka eklentiler yapılması şarttır.
Bir kristal çekirdeği oluşturulabilmesi için ne kadar molekül gerektiğini araştıranlar, 75-130 arası gibi, mineral bileşimine bağlı olarak değişen çok sayıda molekül gerektiğini saptamışlardır. Dolayısıyla ortalama bir değer olarak 100 kadar molekülün ancak bir ortaklık (yani üst-sistem) oluşturabildikleri görülmektedir.
Yani tek bir NaCl molekülü, katı bir mineral oluşturamamaktadır. Tek başına bir molekül, gaz şeklinde olmak zorundadır.

Kuvvet dediğimiz varlıkları hareket ettiren faktör, enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluştuğundan, doğadaki tüm varlıklarda, enerji dağılımı anizotropik şekildedir. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları, vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Örneğin bir kuvars minerali içinde ilerleyen bir enerji dalgası, bir yönde çok hızlı, diğer yönde az hızda ilerler. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık değerindeki farlılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler vs. nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve (2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir. 
Doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme işlemidir. 
Dünyamızı ele alalım. Örn. 30 Haziran saat 12 itibariyle, kuzey kutbundan başlayıp, Avrupa, Afrika üzerinden güney kutbuna uzanan bir güzergah boyunca, sıcaklığın nasıl dağıldığına bakarsak:
Kuzey kutbu yöresinde, güneş hiç batmamakta (yaz mevsimi), sürekli güneş ışığı almakta, öğle saatlerinde sıcaklık 25-30 dereceleri bulmakta;
Avrupa ülkelerinde sıcaklık 30-35 dereceleri bulmakta;
Ekvator bölgelerinde sıcaklık 50 dereceyi aşmakta;
Güney kutbu yöresinde ise kış mevsimi sürmekte ve sıcaklık eksi 25-30 derecelerde seyretmektedir.
Bu nedenle gerek atmosferde, gerek hidrosferde (okyanuslarda), bir taraftan güney kutbuna yönelen rüzgarlar veya deniz akıntıları, diğer taraftan kuzey kutba yönelen rüzgarlar ve deniz akıntıları oluştururlar.
Enerji gradyanları kuvvet oluşumuna yol açmıştır!

Color-yükü (enerjisi) denilen bir enerji türü, en temel madde unsuru olan kuark’ları bir arada tutmaya yönelik olarak kullanılmıştır. Saniyenin zilyonda bir kadar kısa bir sürede, üç farklı enerji düzeyine sahip enerji-yumakları, sürekli değişken bir enerji-gradyanı sistemi oluşturarak, güçlü-etkileşim = strong-interaction denilen ve doğadaki madde dediğimiz tüm şeylerin temel yapıtaşı olan proton ve nötronların ortaya çıkmalarına yol açmışlardır. Doğadaki enerjinin en büyük kısmı bu güçlü-etkileşime tahsis edilmiştir. E=mc2 bu enerjinin ne kadar büyük olduğunu gösteren formüldür.
Görüldüğü üzere, ortada belli bir bilgi oluşumuna dayalı, kesin kurallara dayalı bir düzenleme var. Madde değimiz, belli bir hacmi-kütlesi olan varlıklar hep anizotropiktirler, enerjinin farklı yerlerde, farklı oranlarda yoğunlaşmasına neden olurlar ve doğadaki farklı türlerde kuvvet oluşmasının nedenidirler. Bu anizotropi, madde – antimadde zıtlığı, up-kuark, down-kuark zıtlığı, elektron -pozitron zıtlığı gibi atomik dünya öğeleri özellikleriyle başlar. Moleküller ve onların oluşturdukları mineraller, kayaçlar da anizotropiktirler. Bunların kombinasyonlarıyla oluşan dünyamız gibi gezegenler de anizotropiktirler.

Güçlü-etkileşimden 137 kat daha zayıf olan elektro-manyetik kuvvet, belli bir hacmi ve kütlesi olan ve bizlerin gerçek anlamda madde dediğimiz 3 boyutlu doğal sistemi oluşturan ve etkileşim türüdür. Elektrik yükü bu sistemle çalışır ve negatif yüklü elektronlar ile pozitif yüklü çekirdek arasındaki ilişkiler bu kuvvet sistemiyle ayakta tutulur. 1/137 sabit ve evrensel ölçekte geçerli bir etkileşim katsayısıdır. Fine-structure-constant olarak bilinir. Elektronlar bu etkileşim faktörü nedeniyle çekirdeğin 1/137’nin karesi kadar bir uzaklıkta yer alırlar ve asla çekirdekteki protona yaklaşmazlar.

Pozitif yüklü çekirdek ile ondan çok uzak bir mesafede durmaya mecbur olan negatif yüklü elektronlar arasında ise elektro-manyetik etkileşim kuvveti vardır ve foton denilen etkileşim faktörüyle ilişkilerini düzenlerler.  Bu elektromanyetik etkileşim, güçlü etkileşimin 1/137 si kadardır, yani ona göre çok ufaktır. Gluon etkileşimi, foton etkileşimine göre 137 kat daha fazla olduğundan, aynı yüklü olan protonların birbirlerini itme kuvveti olan elektromanyetik kuvvete (foton etkileşimine) baskın çıkarlar ve çekirdek içinde tüm protonları (ve nötronları sıkı bir şekilde bir arada tutarlar.
 Bu 1/137 katsayısı evrensel bir değer olup, fine-structure-constant = hassas-etkileşim (etkileme-ilişki-oluşturma) sabiti (katsayısı) olarak bilinir. Elektronların çekirdeğe yakınlaşmayıp, belli bir  uzaklıkta bulunmaları da aynı faktörle (137nin karesi) ilgilidir.
Elektronlar foton alışverişlerini gerçekleştirirler. Bir elektronun bir foton gönderecek derecede enerji depolama eşiği  1/137 dir.
En temel enerji-alış-veriş öğesi olan Planck öğesinin, temel yük (elementary charge) denilen proton yüküne oranının karekökü de 1/137dir.
En temel element olan hidrojen atomunun çekirdek merkeziyle, (protonun merkeziyle), çevresindeki elektron arasındaki mesafeye Bohr-radius = Bohr-yarı-çapı denir ve değeri (a0) » 5.29177×10−11 m olarak saptanmıştır. Elektronun yarı çap değeri ise re » 2.81794x10-15 m olarak hesaplanmıştır. Bu iki değerin oranlarının kare-kökü 1/137 dir.
Hartree-enerjisi olarak tanımlanan Hidrojen atomunun potansiyel enerji yükü 27.2 eV; normal durumdaki elektronun enerjisi ise 511 keV’dur. Bu iki değerin oranının kare kökü de 1/137’dir.
Bu gizemli 1/137 sabiti  Fine-structure-constant =  coupling constant = etkileme-ilişki-oluşturma sabiti olarak tanımlanmıştır. Sadece kuantum fiziği ilişkilerinde değil,  Gravite-kuvveti – elektrostatik itme ilişkilerinden tutun, zayıf-etkileşim ile elektromanyetik etkileşimler arasındaki tüm doğal olay ilişkilerinde ortaya çıkan olağanüstü bir etkileşim faktörüdür.

Negatif yüklü elektronlar çevresel öğeleri oluştururlar ve 3 farklı enerji düzeyinde olabilirler. Elektron en düşük enerji düzeyinde olanıdır, “muon” ondan ~200 kat kadar daha fazla, “tau”  ise ~3500 kat daha yüksek bir enerjiye sahiptir. Bu yüksek enerjili “elektron” versiyonları, kozmik ışınların atmosfere çarpması sırasında, atomların parçalanmalarında çok-çok kısa bir süreliğine oluşurlar ve sonra ayrışarak daha düşük düzeylere dönüşürler.
Çekirdek ise, pozitif yüklü proton ve nötr durumda olan nötronlardan oluşurlar. Bu proton ve nötronlar ise kuark denilen daha küçük öğelerden oluşurlar ve onlar da 3 farklı düzeyde enerjiye sahip olabilirler. Doğada bulunan normal maddelerdeki kuarklar en düşük enerji-düzeyine sahip olanlardır; aynen elektronların en düşük enerji düzeyine sahip çevre-öğeleri olmaları gibi. Yüksek enerjili kuarklar, çekirdeklerin parçalanmaları sırasında, ve yine çok-çok kısa bir süreliğine oluşup, sonra tekrar ayrışarak, daha düşük enerji düzeyli öğelere dönüşürler.

Şekilde, kuantum alemine ait atom-altı-öğelerinin “enerji-potansiyelleri oranları” gösterilmiştir.  Kuantsal sistem öğeleri sürekli bir osilasyon, yani döngüsel hareketlilik içinde olduklarından, onlar için sabit bir enerji-potansiyeli değeri söz konusu değildir, çünkü hareket düzeylerine göre enerji-potansiyelleri artar veya azalırlar. Bu nedenle atom-altı-öğelerin enerji-potansiyelleri, onların en durgun oldukları  “Rest mass= durgunluk kütlesine” denk gelen değer olarak hesaplanır.
Up-kuark’ın (u) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 2.3 MeV/c2
Down-kuark’ın (d) durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 4.8 MeV/c2
İken, 2u ve 1d kuark’tan oluşan protonun durgunluk kütlesi değeri yaklaşık 938 MeV/cgibi muazzam bir değere sahiptir. Halbuki 2u+1d = 9.4 etmektedir.
Yani proton içinde muazzam bir enerji depolanmıştır ve E = mc2 formülüne göre ortaya çıkan nükleer enerji bu güçlü-etkileşim etkisinden kaynaklanmaktadır.

Şekilde c, s, t, b simgeleriyle gösterilen diğer kuark türleri ise, maddelerin birbirlerine dönüşümlerinde kuantsal enerji öğeleri tarafında çok kısa bir süreliğine oluşturulup, belli bir reaksiyonu geçekleştirdikten sonra tekrar ortadan kaldırılan sanal-enerji-öğeleridirler. Dikkat edilirse, t= top-kuark denilen öğe ve onun eşi olan b-kuark protondan bile daha fazla bir enerji-potansiyeline sahiptirler ve çekirdek reaksiyonlarında çok kısa bir süreliğine devreye sokulurlar ve sonra sönümlenirler.
Yani enerji dünyası, çok değişik enerji-düzeylerine sahip, sürekli osilasyon (döngü) içinde olan, başlı başına canlı bir alemdir.
Yani atom-altı-öğeler dünyasını oluşturan varlıklar da, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan varlıklardır, canlıdırlar ve doğadaki tüm diğer canlı sistemleri onlar oluştururlar.

“Vakum” atom, molekül gibi madde oluşturucu öğelerin bulunmadığı, yani maddeden yoksun ortamlar olarak kabul edilir. Fizikte, her türlü maddeden arındırılmış bu tür vakum ortamlarındaki enerji durumu için “zero-point-energy = sıfır-nokta-enerjisi” denilen bir kavram tasarlanmıştır. Buradaki “sıfır = zero” kavramı, elektro-manyetik etkileşim etkisiyle davranan madde gibi varlıkların olmadığı bir ortamdaki enerji durumu için kullanılmıştır. Zero-point-enerjili ortamlarda enerji-öğeleri çok çalkantılı, yani kah az, kah çok enerjili sanal öğeler (virtual particle) oluşturabilmektedirler.

Örneğin Casimir-effect denilen olayda, iki iletken levhanın bir vakum odasında, birbirlerine birkaç nanometre kadar uzaklığa yerleştirilmesi durumunda, çevrede hiçbir etkileyici faktör olmadığı halde, bu levhaların birbirlerine yaklaşmaları öngörülür.

Peki bu levhaları birbirlerine çeken kuvvet nasıl oluşmaktadır?

 Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olan madde ve enerji çalkalanmalarından oluşur. Hem madde bileşimleri sürekli değişir, hem de bu maddeleri etkileyen enerji alanları değişir.  Çok kısa bir süreliğine oluşup, sonra tekrar başka bir enerji-öğesine dönüşen bu kısa ömürlü şeylere fizikçiler “virtual particle” derler. Ama ortada bir “parçacık” değil, değişen şiddete sahip enerji-yumakları söz konusudur.

Madde dediğimiz varlıklar moleküllerden, moleküller atomlardan, atomlar ise bir çekirdek ve çevresel-öğelerden oluşurlar. Çekirdekte proton ve nötronlar bulunur. Çevrelerinde ise elektronlar yer alır.
Atom çekirdekleri milimetrenin trilyonda biri boyutunda iken, atomlar bunun on-bin katı büyüklüktedirler. Yani madde dediğimiz demir, bakır, azot, oksijen gibi öğeler birer köpük gibidirler; temel maddeleri (ağrlıkları) içlerindeki minicik bir çekirdekte bulunur ve o minik çekirdeğin çevresi büyük bir boşluğun sonunda yerleşmiş bir-kaç elektronla sonlanır. Bu boşluklu, köpüksü yapıyı tasarlamak için şöyle düşünün: Atom çekirdeğini 10 cm büyüklüğünde bir portakal olarak düşünürseniz, onun çevresinde bulunan elektronlar 10 km uzaklıkta birer toplu-iğne ucu gibidirler. Bir atomun çekirdeği, İstanbul’da Kız kulesinin tepesinde bulunan bir portakal olsa, onun elektronları Adalar’da bulunan toplu-iğne uçları gibidirler. Bu nedenle atomlar (ve onlardan oluşan tüm varlıklar) köpüksü dokulardır. Büyük bir kısmı boşluktur.
Atomlar moleküller oluştururken, çevre öğeleri dediğimiz elektronlar bağlantı işlemini yaparlar. Dolayısıyla, moleküller tam bir köpüksü – boşluklu yapıdadırlar.
Böyle köpüksü varlıkların hızlı hareket etmeleri de elbette olanaksızdır. Radyasyonlar atomlardan değil, atom çekirdeklerinden ve de onların proton, nötron elektron gibi parçalarından (ve de onları oluşturan daha küçük öğelerden) oluşurlar, çünkü ışık hızında hareket ederler. Onun için uzaydan gelen radyasyonlar sadece atom-çekirdeklerinden ve de onların parçalarından oluşurlar. Onun için radyasyon dediğimiz maddeler arası etkileşimlerde rol oynayan faktör, ışık hızıyla gerçekleşirler .Atomlar ise çekirdeklerine göre çok çok büyük çaplıdırlar ve bu büyüklükteki bir maddenin ışık hızı gibi yüksek hızlarda hareket etmesi olanaksızdır.
Radyasyonlar çok hızlı hareket edebilen, çok küçük boyutlu öğeler olduklarından, her biri diğerinden km.lerce uzaklıkta bulunan fındık taneleri benzeri atom-çekirdeklerinden oluşan, boşluklu, köpüksü-dokulu maddeleri delip- geçebilirler. Radyasyonların bu özelliği, röntgen veya X- ışınları ve radyoaktivitenin keşfinden sonra anlaşılmaya başlanır, çünkü, normal ışık 3-5 eV.luk (elektron-volt) bir enerjiye sahipken,  X-ışınları 10 bin, gama ışınları 10 milyon, ve kozmik-ışınlar 10 milyar eV.luk (hatta 1018 = bir quintilyon eV) gibi  çok yüksek enerjiye sahiptirler. Electro-manyetik radyasyonlarda enerji düzeyi, (h) simgesiyle tanınan kuantum öğesinin katlarından oluşurlar. Normal ışık 10 üzeri 15 civarında (h) içerirken, gama-ışınları 10 üzeri 20-22 civarında, kozmik-ışınlar ise 10 üzeri 24- 28 gibi devasa sayıda (h) içerir.

3- Zayıf- Etkileşim veyahut Doğum-Ölüm döngülü Sistemin Oluşturulması 
Neutrino-events = Nötrino-olayları

Nötronun protona veyahut protonun nötrona dönüşmesi olaylarında (ki bunlara çekirdek reaksiyonları denir), birer elektron (veya pozitron) salınımı yanında, anti-nötrino (veya nötrino) denilen enerji öğeleri de çevreye yayılırlar.
Burada çok önemli bir nokta dikkat çeker. Madde oluşturucu iki temel öğenin (proton ve nötron) birbirlerine dönüşmesi sırasında açığa çıkan (yani çevreye yayılan öğeler, madde ve anti-madde öğelerdir:
Elektron (normal madde) ile anti-nötrino (anti-madde) bir tarafta
Pozitron (anti-madde) ile nötrino (normal madde) diğer tarafta.

Bu zıtlık doğadaki enerji dağılımı dengelenmesinde rol oynayan en temel noktadır. Elektron ve pozitronun elektro-manyetik kuvvet oluşumlarında ana-aktör oldukları bilinmektedir. Ama gözlemlenmeleri çok zor olan nötrinolara son yıllarda ağırlık verilmeye başlanmıştır.

 Şimdi nötrinolarla yapılan deneylere bakalım.


Ama nötrinoların çekirdek reaksiyonlarına sebep oldukları, net bir şekilde 13 Kasım 1970’te Argonne National Laboratory’de (Amerika Birleşik Devletleri) gözlenir. 
Oradaki laboratuvardaki bir sıvı-hidrojen detektör odasında, şekilde (A) olarak gösterilen noktadaki bir hidrojen çekirdeğine (protona) çarpan bir nötrino’nun 3 farklı yeni öğe oluşumuna yol açtığı gözlenir. 
Yani bazı nötrinoların enerji potansiyelleri, geçtikleri güzergahlardaki etkileşimlerle öyle yüksek düzeye ulaşabiliyorlar ki, bir varlığın içindeki bir protona çarptıklarında, onu çarptıkları molekülden koparabiliyorlar ve bu sırada, p-mezon, m-mezon gibi çok enerjik başka atom-altı-öğelerin oluşumuna neden olabiliyorlar.
Nötrinolar ile ilgili olan bu gözlemin önemi şu noktadadır. Nötrinolar, delip-geçtikleri varlıklarla etkileşimleri süresinde  çok yüksek düzeyde enerji potansiyeline ulaşabiliyorlar ve uygun bir ortamdaki bir atom çekirdeğiyle karşılaştıklarında, onu parçalayıp, güçlü-etkileşim kuvveti etkisiyle davranan quark (kuark) öğelerinden oluşan çok enerjik yeni öğeler oluşumuna yola açıyorlar. Yani çekirdek reaksiyonları gerçekleştiriyorlar. 


Charme-quark adlı çok enerjik bir kuark türünün bulunmasına yol açan bir başka nötrino olayı
İsviçre’deki meşhur CERN laboratuvarlarında yapılan bir S-odası gözlemi sonucu yandaki şekilde verilmiştir.
Gözlem odacığına alttan nötrinolar girmektedir. Bunlardan biri (A) noktasında bir protonla çarpışır. Çarpışma sonunda 6 öğe (parçacık) ortaya çıkar: 1 negatif muon, 3 pozitf pion ve 1 negatif pion; ve bir nötr Λ(0).
(B) noktasında pozitif pion çevresiyle etkileşerek bir elektron yayar; (C) noktasında negatif muonçevresiyle etkileşerek daha enerjik bir elektron yayar.

Λ(0)Öğesi D’de çevresiyle etkileşime girip, bir negatif pion ve bir protona dönüşür. Yani tüm diğer atom-altı öğeleri gibi, çok kısa ömürlüdür. (Charmed-Sigmaolarak tanımlanan  Λ(0) öğesi üç kuarktan oluşur, ancak proton veya nötron gibi normal up ve/veya down kuarklar haricinde 3. Kuark olarak “Charme” olarak bilinen daha ağır (enerjik) bir kuark taşır.)



Bizim saman-yolu galaksisinin dışındaki bir başka galakside gerçekleşen bir yıldız-patlamasında çevreye yayılan nötrinoların dünyamıza kadar gelerek, bir laboratuardaki su moleküllerini etkilemesi olayı
Atom çekirdeklerindeki nötronların, normal koşullarda, parçalanarak bir elektron ve bir elektron-anti-nötrino’su çevreye yayarak, bir protona dönüştüğü radyoaktivite olayının keşfinden sonra ortaya çıkmıştı. Ama çekirdekteki diğer öğenin, yani protonların normal koşullarda bir parçalanmaya uğrayıp-uğramadıkları çok merak ediliyordu.
Bu amaç için Japonya’daki bir yer-altı-maden boşluğunda, (Kamioka) çok büyük bir detektör yapılarak, içi 3000 ton saf su ile doldurulmuş, çevresi ise 1000 adet “photomultiplier tube= PMT = foton-çoğaltma tüpü ” ile donatılmıştır. 1983 yılından itibaren detektör sürekli gözlenerek, suyu oluşturan “proton”ların bir serbest parçalanma gösterip, göstermediği araştırılmıştır. (Proton parçalanacaksa, çevresine bir pozitron ve bir elektron-nötrinosu saçıp,  bir nötrona dönüşecektir.)
1983 yılından, 1987 yılı şubat ayına kadar süren gözlemlerde, herhangi bir proton-parçalanması olayı saptanamamıştır. Yani protonların normal koşullarda parçalanmadıkları ve çok-çok uzun ömürlü oldukları anlaşılmıştır. Ama 1987 yılı şubat ayında, detektör hiç beklenmedik bir olay algılamıştır:  Sağdaki şekilde görülen görüntü, detektörün bir cephesinde ortaya çıkmış ve tam 11 kez tekrarlanmıştır.
Şekilde görülen tipte bir olay yaratan nötrinoların geldiği yön araştırıldığında, bu yönün uzaydaki Büyük-Macellan-bulutu- galaksisi uzantısı olduğu saptanmıştır.  Ve aynı saatlerde astronomlar, uzaydaki Büyük-Macellan-bulutu- galaksisinde büyük bir yıldız patlaması gerçekleştiğini gözlemlemişlerdir. Detektördeki görüntünün bu galaksiden gelen nötrinolardan kaynaklandığı araştırmalar sonucunda  tespit edilmiştir.

Yukarıda özetlendiği üzere, nötrinolar çekirdek reaksiyonları sonucu oluşmakta ve çevreye yayılmaktadırlar.  Nötrinoların çevreye yayılmalarında ise sınır yok gibidir; çünkü bir galaksideki bir yıldızın içinde gerçekleşen bir çekirdek reaksiyonu sonucu açığa çıkan bir nötrino, bir başka galaksideki bir gezegene ulaşıp, oradaki maddelerle etkileşime girebilmektedir. Yani nötrinolar  evrensel düzeyde enerji-dengelenmesi yapan mucizevi  öğelerdir.

Doğadaki, nötrinolar kaç farklı kökenli olabilirler?
Bizim dünyamızın yakınında gerçekleşen en fazla çekirdek reaksiyonları Güneş içinde olduğundan, dünyamızda rastlanılan nötrinoların çoğunluğu Güneş kökenlidir.
Ancak, kozmik ışınlar da, atmosferde çekirdek reaksiyonlarına yol açtıklarından, bir kısım nötrinolar atmosfer kökenlidirler.
Nötrinolar uzaydaki her hangi bir galaksideki bir yıldızdan gelebilirler.
Dünyamızın içinde (çekirdeğinde, mantosunda, litosferinde, hidrosferinde) çekirdek reaksiyonları olduğundan, bunların herhangi bir yerinden gelebilirler.
Ama tüm bunların haricinde, nötrinolar bizlerin ve çevremizdeki tüm canlıların bedenlerinde de oluşmakta ve çevreye yayılmaktadırlar. Buna örnekler Kervran (1973) tarafından yapılan araştırmalarda ortaya konmuştur.
“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta  şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". Böyle bir inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde "bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine" ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği (değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde,  oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.” (Kervran 1973, s. 120)

Kervran, doğada sürekli bir değişim dönüşüm gerçekleştiğini ve bu değişim-dönüşümlerin atomlar aleminden kaynaklandığını delilleriyle ortaya koyup, “Life is nothing but chemistry = Hayat sadece kimyadan ibarettir” diyen ilk bilim adamıdır. Kervran’ın dahiyane görüşünün, dogmatik görüşlerle şartlandırılmış diğer bilim insanları ve  medya tarafından nasıl engellenip, Nobel ödülü almasının nasıl engellendiği konusunu
“Bir dogmanın çöküşü”  başlıklı şu makalede takip edebilirsiniz:  http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-2-enerjinin-kokeni-ve-kuantum.html

Kervran (1973, 1982) de belirtildiği üzere:
1-      Taze meyve ile o meyvenin kurutulmuşunun atom bileşimleri değişir, demir ve bakır elementleri miktarı anormal şekilde artar. Meyvenin içine dışarıdan demir veya bakır iyonları girmediğine göre, o artan miktar, başka C, O gibi başka elementlerin dönüşümleriyle oluşmak zorundadırlar.  (2 16C + 2 12O → Fe56 . (Kervran 1973))
2-      Tohum ile o tohumdan oluşan bitkinin atom bileşimleri de çok değişir. Saf su içinde, tamamen kapalı ortamda filizlendirilmiş yulaf bitkisinde kalsiyum  miktarı artar, potasyum miktarı azalır. Filizlenme deneylerde, tamamen kontrollü ortam koşullarında yapıldıklarından, dışarıdan kalsiyum elementi alınması söz konusu değildir, potasyum elementinin dönüşmesi sonucu oluşmak zorundadır. (39K + 1H 40Ca Kervran 1973)
3-      Strassbug katedralinin duvarlarındaki kumtaşlarının analizlerinde saptandığı üzere, taze kumtaşlarında Si miktarı yüksek, Ca miktarı düşük iken, ayrışmış kumtaşlarında durum tersine dönmüştür: Si azalmış, Ca artmıştır. Buna karşın K, Mg gibi elementlerin miktarlarında pek bir değişim olmamıştır.
 Bu tür element dönüşümleri çevremizde -ve de bizlerin bedeninde- her an olmaktadır. Bu dönüşümler birer çekirdek reaksiyonu olduklarından, çevreye bir sürü nötrino saçılmaktadır. Nötrinolar ise, sınır tanımaksızın çevrelerindeki her varlığı delip-geçtiklerinden (ve bu geçişleri sırasında, güzergahlarındaki atomlarla etkileşip, enerjilerini azaltıp, veya artırdıklarından) doğadaki tüm varlıklar arasında bir karşılıklı etkileşim sistemi ortaya çıkmaktadır.
Yani bedenimizin her cm-karelik kısmından saniyede milyarlarca nötrino bedenimize girmektedir. Bu nötrinoların bir kısmı güneşten, bir kısmı evrenin bir başka yerinden, bir kısmı dünyamızın içinden, bir kısmı çevremizdeki bitki ve hayvanlardan, bir kısmı çevremizdeki bakteri ve mantarlardan gelmektedir. Ama daha da önemlisi, çevremizdeki insanların yaydıkları nötrinolar da bedenimize girmekte ve bizlerin atomlarıyla etkileşmektedir. Bu etkileşimlerde, nötrinolar birer transit yolcu gibi değil, birer enerji ve enformasyon elçisi gibi davranmaktadırlar. Yani biz insanlar  dahil, canlı-cansız tüm varlıklar “ether” dediğimiz bir sinyaller okyanusu içinde, bir birlerimizle karşılıklı bir etkileşim ağı içinde yaşamaktayız. “Ether” kavramı hakkında gerekli bilgilere: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2015/05/ether-ve-allah.html
dosyasında ulaşabilirsiniz.
Görüldüğü üzere, varlıkların bileşimleri, çevredeki değişimlere göre, sürekli değiştirilmektedir. Değişimler atomik düzeyde olmakta ve kimyasal elementler, çevredeki enerji durumuna göre, birbirlerine dönüştürülmektedir. Tüm bu dönüşümler birer çekirdek reaksiyonu gerektirmektedir. Çekirdek reaksiyonlarında ise nötrinolar çevreye yayılıp, çevredeki tüm varlıkların içlerindeki proton-nötron-elektron gibi atom-altı öğelerle etkileşebilmekte, ve onlarda değişiklik yapabilmektedir.


4- Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizmasını (DOMu) anlayacak bir canlının oluşturulması

“Life is nothing but chemistry = Hayat sadece kimyadan ibaret” olduğuna göre, hayatın amacı ne? 


Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir  bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Böylelikle çevredeki değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize aktarılır. Geri-beslemeli bu sistem böylece atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır ve her gün doğa değişen bilgilere göre yeniden yapılandırılır. Zaman dediğimiz değişim-dönüşüm göstergesi bu şekilde ortaya çıkar.  
Tavuk-yumurta (veya doğum-ölüm) döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan dinamizmin bir sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren ise, “kuant” dediğimiz en temel “hareketlilik-dinamiklik” öğeleridirler. Doğadaki bu dinamik sistemin nasıl işlediği, son 15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya başlanmış ve “Information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani kuant dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri, bilgi oluşturarak kendilerini yönlendirmektedirler.   
2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için onlarca at-arabası ve haftalarca zaman gerekirdi. Halbuki günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. Zaman içinde moleküller-maddeler, öyle bir kombinasyona sokuldular ki, o yeni kombinasyonlarla, enerji daha etkili şekilde kullanılır oldu.
Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir.  300 yıl önce de dünyamızda atomlar ve moleküller vardı, şimdi de var. Tek değişen şey ise, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında birleştirilmeleridir. Bu sayede insanlar daha kısa zamanda daha büyük işler yapabilmektedirler.
İnsanların bilgi oluşturarak, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmaları, yandaki diyagramda çok net bir şekilde görülmektedir.
Ateş yakmasını yaklaşık 500 bin yıl önce öğrenen insanlar,
30-35 bin yıl önceleri mızrak yapmasını,
20-27 bin yılları arasında, önce iğne, sonra hayvan derilerinden giysiler ve çadır yapmasını
8-12 bin yılları arasında, balçıktan-tuğladan evler yapmasını, tarım-ve-hayvancılık bilgileri oluşturmasını öğrenerek, toplumsal yaşama geçmiştir.
Yaklaşık 5 bin yıl önce yazıyı keşfedip, bilgilerin daha sağlıklı şekilde aktarılmasını sağlayan insan, cam eşyalar, madeni eşyalar, motorlar, radyo, TV, vs. şeklinde sürekli yeni ürünler ortaya koyarak, enerji-kullanım-oranını (Energy rate density = enerji akışı yoğunluğu) artırıcı bir yönde ilerlemektedir.
İş yapılması enerji ile olduğundan, daha kısa zamanda daha büyük işler yapılması, enerjinin yoğun ve uyumlu bir şekilde kullanılmasını gerektirir ki, buna enerji akışı yoğunluğu (Chaisson, 2001) denir.
Gerek insanların kültürel gelişim aşamaları, gerek canlılar aleminin yeryuvarındaki gelişimleri, gerekse  Chaisson-diyagramı “bilgi” oluşumunun üstel (eksponansiyel) olarak geliştiğini göstermektedir. Chaisson (2001, 2010) basitten karmaşık yapılaşmalara doğru gidişatın, enerji akışı yoğunluğunun artırılmasına bağlı olarak geliştiğini ortaya koymuştur. Enerji-akış-yoğunluğu, bir saniye içinde bir gramlık kütleden akan-geçen enerji miktarı olarak tanımlanır (erg/s/g).
Enerji akışı yoğunluğu,  galaksilerde saniyede 1 erg civarındayken, yıldızlarda 3-4 erg, gezegenlerde 70-80 erg, bitkiler-aleminde 700-800 erg, hayvanlarda yaklaşık 10 bin erg, beyinlerimizde yaklaşık 100 bin erg, toplum hayatında 500 bin erg civarındadır. Şekilde görüldüğü üzere, bu farklı varlıkların ortaya çıkış zamanları, enerji-akış-yoğunluğunun zaman içinde artırıldığını gösterir. 

Bilginin Üstel Gelişiminin Anlamı ve Sonuçları

Bir şey üstel (eksponansiyel) şekilde gelişiyorsa, onu sürekli olarak iten-dürten bir faktör olması gerekir. Bilgi üstel geliştiğine göre, “bilgi oluştur” şeklinde bir dürtü, doğadaki tüm oluşumların temelinde bulunması gereken bir faktördür.
Matematiğin temel ilkelerinden bir bu konuyla ilişkilidir ve “Üstel fonksiyonlar y=ex şeklindedirler ve üstel fonksiyonların türevleri hep ex olarak kalırlar ve asla sıfırlanmazlar” şeklinde bir temel kuralı vardır.
Bunun anlamı, bilgi oluşturma yeteneğinin sadece insan veya hücre gibi canlılarla sınırlı olamayacağı ve maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam edeceğidir.

Bilgi oluşumunun üstel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir faktörün bulunmasını zorunlu kılar.
Nitekim maddenin en küçük bileşenleri olan kuantsal öğelerin bilgiye göre davranmaktadırlar.
Tüm varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal öğeler (enerji paketçikleri) enerji dediğimiz en temel canlılık unsurlarıdır ve şu temel özelliklere sahiptirler:

         yapıcılık-yıkıcılık arasında sürekli bir osilasyon = salınım hareketi içindedirler;
          bir taraftan en iyi yapısallaşmaları seçerek, iyilerin gelişmesini, kötülerin ayıklanmasını sağlarken, diğer taraftan da, en kolay, en kestirme yolu tercih ederler.
         daha ergonomik bir yapı algılayıp, oraya göç etmek istediklerinde, ama önlerinde aşılamayacak büyük bir engel olduğunda, ihtiyacı olan o muazzam zıplama enerjisi "quantsal enerji-bankası" tarafından onlara ödünç verilir;
         aynı kökenli kuantlar EPR etkisi denilen anında bir etkileşim (haberleşme) sistemiyle evrensel ölçekte enerjinin dengelenmesini sağlarlar.
         kendilerini gözetleyen biri olup-olmadığını algılarlar, gözleniyorlarsa parçacık gibi davranıp, gözleyenin istediği şekilde davranırlar; gözlenmiyorlarsa, çevrelerini salınım-adımlarıyla ölçüp, bir olasılık hesabı yaparlar ve en olası duruma göre davranırlar;
         gidecekleri hedefi rastgele değil, bilinçli seçerler.
         •Atalarımızın «RUH» dedikleri canlılık-hareketlilik verme özelliğinin kökenidirler.

Yani en temeldeki kuantsal enerji öğeleri rastgele değil, bilgi ve bilinçli şekilde davranıp-hareket etmektedirler.
Özetleyecek olursak: enerjinin maddeleri oluşturması, yani doğa ve dünyamızın oluşumu, rastgele değil, belli kurallara ve bilgiye dayanmaktadır.
Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal sistem sabit bir enerji sistemi değil, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan ve saniyenin milyarlarca biri gibi kısa sürelerde oluşup, tekrar başka bir kuantsal enerji düzeyine dönüşen, çok aktif öğelerden oluşmakta ve birbirleriyle etkileşerek evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilmektedirler.

Varlıklar Bilgi-oluşturmanın öneminin farkındadırlar

    Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri koruyup aktarmak o kadar önemlidir ki, atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve muazzam bir zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü bizleri sürekli olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına yönelik bir eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında hep bir çekim kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular oluşturarak, böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak bir eylem gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak bir birlerine cazip gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi kapasitelerinin aktarılmasına yarayacak işlevlere girişirler.
Pandora’nın kutusunun açılması
Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir.
Bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.
İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiştir. Dolayısıyla insanın diğer canlılar farkı genetik kodlamalarda mevcuttur.
Bu düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır.
Araştırma sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır. Bu bölgenin özellikle beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya konmuştur. Reelin ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada etkili olan bir proteindir.
Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Şekil: Memeli hayvan beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur. Yani Pandora’nın kutusu açılmış ve insan doğa dünyadaki her şey hakkında bilgi oluşturmaya başlamıştır.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.
Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde, dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını çekmekteyiz.
İnsanlara, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bır görüşle toplum hayatına başlıyor.
Tepedekilerin  gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar  gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Halbuki doğa dinamik sistemlidir ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur
Günümüz dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da, doğada dinamik sistemli bir hayat görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta, hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.
Gelişmiş ülke halkları, geri kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”
Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca, sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız gerekir.

Bu nedenle insanlık hala büyük bir aymazlık ve şartlandırılmışlık içindedir.
En temel kuantsal öğelerin rastgele değil, bilgi ve bilinçli şekilde davranıp-hareket ettikleri;
Her şeyin bu temel öğelerin birleşmeleriyle oluştuğu;
Birleşmelerin rastgele çarpışmalarla değil, karşılıklı sinyal alış-verişleriyle olduğu;
Doğadaki tüm oluşumların (hücre-beden, atom-molekül) gibi alt-sistem –üst-sistem ilişkili olarak gerçekleştiği;
Üst-sitemde geçerli olacak kuralların (doğa yasalarının), bileşenlerin ortaklaşa etkileşimleriyle belirlendiği, maalesef hala bilinmemektedir.
 Bilim-insanlarınca zaman hala, ebedi bir varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk; doğal sistem ise cansız-ölü kabul ediliyor; değişim-dönüşümlü bir sistemde yaşanıldığının farkında değiller.
Bu nedenle bilim-insanları ve din-adamları, varlıkların bilgisiz-bilinçsiz robotlar gibi davrandıkları ve doğa-üstü bir güç-sisteminin doğa yasalarını oluşturduğu şeklindeki statik sistemli bir hayat bilgisi vererek insanların mantıksal değerlendirme sistemlerini bozmaktadırlar.
Görüldüğü üzere, BİLGİ oluşturulabilme yeteneğine bağlı olarak gittikçe gelişen bir doğada yaşıyoruz. Bu yeteneğe bağlı olarak, atom dediğimiz temel kimyasal elementler farklı kombinasyonlara sokuluyor, farklı varlıklar ortaya çıkıyor. Böylelikle, kuant dediğimiz en temel canlılık öğesi tarafından başlatılıp-sürdürülen, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan, yaşayan bir doğa ortaya çıkıyor ve milyarlarca yıllık süreçler içinde sürekli olarak evrimleşip-gelişiyor. Yani Doğa canlıdır ve biz DİNAMİK SİSTEMLİ DOĞAda yaşamak üzere oluşturulmuş varlıklardan biriyiz.

İnsanlık şimdiye dek doğanın kendisini cansız, hayali bir güç sistemini ise canlı kabul etmiştir. Bu düşünce sistemine statik düşünce sistemi denir, çünkü varlıkların kendileri statik=değişmez bir robot gibi düşünülmüş, onları değiştiren faktör, onların dışında, üstünde doğa-üstü bir güç sistemi olarak kabul edilmiştir. Bir asır önceleri kuantum fiziği ortaya çıkınca ve kuant denilen en temel enerji öğeleriyle yapılan deneyler, bu en temel enerji-öğelerinin bilgili ve bilinçli davrandıklarını gösterince, statik sistemli düşünce ile şartlanmış bilim-insanları, geleneksel şartlanmışlıkla, kuantum fiziği deneylerini hep yanlış yorumlamışlardır. Bu yanlışlık hala günümüzde de devam etmektedir. Yani doğadaki canlılık-hareketlilik, DOĞAÜSTÜ bir güç sistemiyle değil DOĞA-ALTI bir güç sistemiyle başlatılıp-yönlendirilmektedir. En temeldeki bu doğa-altı güç sistemi ise kuantsal enerji sistemidir.

Kuantum fiziği araştırmaları, atomların birbirlerine dönüşümü (yani çekirdek reaksiyonları) sırasında, oluşan nötrinoların, oluşumlarının başlangıcında çok küçük bir enerji potansiyeline sahip olduklarını, ama  doğadaki  varlıkları delip-geçerken, geçtiği yerlerdeki atom-altı-öğelerle etkileşime girerek, enerji potansiyellerini artırdığı veya azalttığı, bu nedenle doğadaki oluşumları etkilediklerini ortaya koymuştur. Nötrinoların enerji potansiyelleri, geçtikleri güzergahlardaki varlıklarla etkileşimleri sırasında öylesine artabilmekteler ki, sonraki güzergahlarındaki bir varlığın içinden geçerlerken, o varlığın moleküllerindeki atomlarda çekirdek reaksiyonlarına yol açıp, kimyasal bileşimini değiştirebilmektedirler. Ve nötrinolar hem bizlerin bedenlerinde, hem çevremizdeki canlı-cansız her varlık içinde oluştuklarından, evrendeki her şeyle karşılıklı bir etkileşim ve bağımlılık içindeyiz. Oluşturacağımız bilgileri, bu temel görüş çerçevesine oturtmak zorundayız,  ve şu an tam bunun tersine bir eğitim veriyoruz.

Information & self-organisation olarak özetlenen bilgiye dayalı dinamik sistemli bir doğada yaşayan ve bilgi oluşturmanın zirvesinde olan insanlık, statik sistemli geleneksel  eğitimin etkisiyle zombileşmiştir ve hem kendi geleceğini, hem de doğadaki diğer varlıkların geleceğini tehlikeye sokan bir yaşam tarzı sürdürmektedir.

Dogmatik olan statik sistem görüşlerinin bilim alemindeki gelişmeleri nasıl olumsuz etkilediğini devam dosyasında göreceğiz.



1 yorum:

  1. Sayın Hocam, iyi ki varsınız, iyi ki bu denli karmaşık sistemleri benim dahi anlayabileceğim biçimlere sokabiliyorsunuz. En derin saygımla...

    YanıtlaSil