BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI

DOM (9)- BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI AYRIMI NEDEN OLUŞMUŞTUR?

    Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, doğadaki tüm varlıklar birbirleriyle bağlantı ve ilişki içindedir, çünkü hepsi enerjisini “kuantum” denilen en küçük atom-altı-öğelerden alır. Bu atom-altı-öğeler zamanla değişik madde (varlık) kombinasyonları şeklinde örgütlenerek, doğadaki enerjinin farklı şekillere bürünmesine yol açarlar. Böylelikle doğada sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi oluşur ki, bu sistemin nasıl oluşup-geliştiği, son çeyrek asır içinde gelişen dinamik sistemler fiziği ilkeleriyle aydınlatılmıştır.
    Dinamik sistemlerde gittikçe karmaşıklığa doğru gidişin nedeni, enerjinin gittikçe değişik üst modüller şeklinde depolanmasıdır. Örn. fotosentez denilen olayla, kuant dediğimiz temel enerji öğeleri (fotonlar), şeker molekülüne bağlanır. Bu şekilde, en temel enerji paketçikleri, DOM (4)- Dinamik sistemler fiziği başlığı altında açıklandığı şekilde gittikçe daha büyük yapısallaşmalar içine aktarılmış olur.
   Tüm varlıklar enerjiye gereksinim duyarlar. Zaman içinde, enerji değişik varlıklar şeklinde depolandıkça, her yeni oluşan varlık, doğadaki bu gittikçe karmaşıklaşan enerji depolanma türlerini algılayıp, onlardan yararlanma yollarını araştırmak zorundadır.
    Sözün kısası, doğa ve dünyamızı oluşturan en temel öğeler bilardo topu gibi pasif, cansız, ölü, bilinçsiz varlıklar değil, yukarıda belirtildiği gibi, çevrelerini algılayan ve komşularının durumlarına göre davranışlarını belirleyen ve daha rahat durumlara geçmek için yeni üst-sistemler içinde bir araya gelme çabası içinde olan canlı varlıklardır.
    Varlıkların yapısal-dokusal durumları, enerjinin nerede az, nerede çok depolanacağı bilgilerini içeren içsel özelliklere sahiptir. Örneğin bir kuvars minerali hem dış görünüşü itibariyle çok farklı büyüklükte ve görünüşte yüzeylere sahiptir, hem de içsel olarak, içine giren ışık, vs. gibi kuantsal öğelerin farklı yönlerde farklı derecelerde hareket etmelerini sağlayarak enerji akışını yönlendirici bir etki oluşturmaktadırlar. Enerji akışını farklı yönlerde farklı hızlarda yönlendirilecek şekilde oluşan tüm yapısallaşmalara “anizotropi” denir. “İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi terimini anlamak için şunu düşünün: Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu, mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin, sıcaklık değerindeki farklılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler vs.nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerede ne kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise 
(1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve 
(2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir.

    Doğadaki bilgi oluşturma ve depolama sisteminin temeli bu anizotropik özelliklerle sağlanır. (Her mineralin ayrıca ısıyı basınca, basıncı elektriğe dönüştürme gibi bir sürü başka özellikleri daha bulunur ki, bu özellikler de farklı “bilgi” türleri oluşumuna yol açarlar.) Dolayısıyla, doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nereden nereye akacağını gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme işlemidir.
    Doğadaki tüm kuvvet oluşumları, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında gerçekleştirilen atomik-moleküler düzeydeki değişimlere bağlı olarak enerjinin akış-güzergâhlarının yönlendirilme olaylarıdır.
   Canlıların bilgi-işlem sistemleri de tamamen buna benzer şekilde işlemektedir. Bedendeki (ve beyindeki) tüm hücreler, enerjiyi belli yönlerde (alanlarda) az, belli yönlerde fazla ileterek veya kullanarak, yapısallaşmasını ayarlamakta ve çevre koşullarına uyumlu kılmaktadır. İnsan bedenindeki hücreler, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri algılamaya çalışarak, beden denilen ortaklık sistemini en ekonomik bir şekilde ayakta tutmaya ve doğadaki değişim-dönüşüm sistemi içinde kendilerine bir yer bulmaya çalışan, çok çalışkan varlıklardır.

         Bedenimizde 60 trilyonu aşkın hücre bulunmakta ve her bir hücre saniyede 100.000 kimyasal işlem yapmaktadır (McTaggart 2008). Yani bedenimizde her saniye 60.000.000.000.000 x 100.000= 6.000.000.000.000.000.000 farklı işlem olmaktadır! Her bir işlem atomlarca yapılmakta ve tüm işlemlerde elektron-proton-nötronlar arası alış-veriş olmaktadır. Her bir elektron bir işleme girmeden önce, çevresindeki milyarlarca başka elektron, proton ve nötronun enerji durumlarını dikkate alıp, bir olasılık hesabı yaparak en ekonomik işleme karar vermektedir. Ve bizlerin bir eyleminde, tüm bu zilyonlarca olay gerçekleşmekte ve biz bir şey yapmış olmaktayız. Biz bir şey yaparken, atomlarımız sonsuz denilecek sayıda işlem yapmaktadır. Onlar bu işlevleriyle doğadaki tüm faaliyetleri gerçekleştirmekte  ve evrensel ölçekte de karşılıklı haberleşerek en ekonomik sistem oluşumlarını teşvik edici davranışlarını sürdürmektedirler.
    Bedenlerimizin yapısı ve işleyiş mekanizması hakkındaki tüm temel bilgileri yapısal-dokusal durumlarında kayıt altında bulunduran hücreler, neden bizlere “bilinç” gibi bir serbest irade vermişlerdir?
    Beyin uzmanlarının tanımına göre, “… when processes become linked within consciousness, they can be more strategically and intentionally manipulated, and the outcome of their processing can be adaptively altered. = Olaylar bilinç devresine aktarıldığında, daha stratejik ve daha amaca yönelik olarak işlenebilir, bu şekilde oluşturulan sonuç, koşullara uygun olarak değiştirilebilir” (Siegel 1999, s. 263). Yani bilinç, bedenin kalıtsal davranış kalıplarından kurtularak, çevredeki değişim-dönüşümlere daha kolay uyum sağlanması için oluşturulmuştur.
    Beyin araştırması uzmanlarının yaptıkları bu bilinç tanımından ne anlaşılması gerektiğini açıklayalım.
    Domates, patates ve tütün ülkemize yaklaşık 500 yıl önce girmiştir. Daha önceki insanların beyinlerinde bu ürünleri tanıyıcı-tanımlayıcı devreler bulunmamaktadır. Hücreler bu ürünlerin hangisinin ne kadar yararlı veya zararlı olacağı konusunda karar vermek zorundadırlar, ama bu konuda kalıtsal bilgi depolarında hiçbir veri yoktur, çünkü bu ürünler yaşanılan ortamda yeni ortaya çıkmışlardır. İşte bilinç sistemi burada yararlı olur. İnsanlar bu ürünlerin ne işe ne kadar yararlı veya zararlı olduklarını, kendi gözlemleri veya deneyimleriyle ve birbirleriyle konuşarak belirlerler ve bu şekilde, bu yenilikler hakkında kısa sürede bilgi sahibi olurlar.
    Bir başka örnek: Bir toplantıda bir konuyu tartışmak ve bilgi toplamak istiyorsunuz. Yine bilinç devresi gerekli: kimler bu konuda neler biliyor, kimler hangi sırayla hangi konuda söz almalı, vs. Bu konuları ancak bilinç devresi olursa kolayca çözersiniz; konuyu hücrelerin bilinçaltı sistemine bırakırsanız, asırlarca sürecek deneme yanılma prosedürü sonuçlarını beklemeniz gerekir.
    Yaşamımızda sık sık yaptığımız tüm eylemler, hücrelerimiz tarafından “alışkanlık” dediğimiz otomatikleşmiş-‘sabitleştirilmiş’ bilinçaltı sistemine alınırlar. Sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulmasıyla yapılır. Her yeni bir şey öğrendiğimizde, bedenimizde belli molekül düzenlemeleri gerçekleşir. Yani bilgi denilen olgu, varlıkları oluşturan bileşenlerin (örn. hücrelerin) yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılması şeklinde, varlıkların temel yapı-taşlarında oluşturulup-saklanır.
    Yıllardır oturduğunuz evinizde bir değişiklik yapıp, içe doğru açılan bir kapıyı dışa doğru olacak şekilde değiştirdiğinizi düşünün. Bu değişikliği yaptıktan sonra günlerce, o kapıya gelip açmaya çalıştığınızda kapıyı önce kendinize doğru çekmeye kalkışırsınız, çünkü beyninizdeki hücreler böyle bir otomatik alışkanlık devresi oluşturmuşlardır. Bu alışkanlık devresinin kaldırılıp yerine yeni bir devre oluşturulması, haftalar sürer. Ama hücreler değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, eski alışkanlıklara dayalı olarak oluşturulmuş otomatik-sabit devreleri de, yeni uygulama sonucu, bu yeni duruma uyacak şekilde düzenlerler.
    Özetleyecek olursak, biz insanların bilinci 4-5 faktörü ancak değerlendirip bunları birbirleriyle uyumlu olacak bir sırada işleme koymayı zar-zor becerirken, hücrelerimiz on binlerce faktörü aynı anda değerlendirip, birkaç salise içinde bir sonuca vara-bilmektedirler. Yani bizlerin tüm işlerini, tüm sorunlarını gerçekte bedenimiz içindeki hücrelerimiz üstlenip, onlar yapmaktadırlar.
    Bizlerin bilinci, çevremizdeki gelişimler hakkında en kısa yoldan yeterli bilgi toplamak için oluşturulmuştur. Bu bilgilerin ne kadar uzun vadeli geçerli oldukları, dolayısıyla hücrelerin kalıtsal veri depolarına aktarılıp-aktarılmayacağı, tamamen hücrelerin değerlendirmesine kalmıştır. Bu konuyu zaman ve zamanlama konusu içinde daha ayrıntılı göreceğiz.

Bilgi ve bilinç arasında şu ayrımı yaparsak farkı daha iyi anlarız.

Her varlığın bileşenleri, o varlığın doğaya uyumu için gerekli çevresel sinyalleri algılama yeteneğine sahiptir. Bedendeki hücreler de bu yeteneğe sahiptirler ve zor durumda kaldıklarında, çevre faktörlerini değerlendirerek, sorunlarını çözmeye çalışırlar. El-değirmenini sürekli kol-kuvveti kullanarak çevirmekten bunalan birileri, bu işin nasıl daha kolayca yapılabileceği konusunda kafa yorar, insanlarla etkileşir, konuşur, çaba harcar, çevresindeki faktörleri değerlendirir, rüzgarın kayıkları nasıl sürükleyip-döndürdüğünü hatırlar, bunu değirmentaşının döndürülmesi için nasıl kullanabileceği konusunda planlar yapar, vs. Ve M.Ö. 600lü yıllarda ilk yel-değirmenleri (5-6 asır sonra da su-değirmenleri) ortaya çıkar. Bir yel-değirmeni, bir ailenin değil, yüzlerce ailenin ihtiyacını karşılayabilmektedir. Muazzam bir emek ve zaman tasarrufu ortaya çıkar. Bu kazanç ise tamamen “BİLİNÇ” denilen faktöre bağlıdır.
Bilinç, varlığın (insan bedeninin) içindeki öğelerce (hücrelerce) oluşturulur. Bedenin sorunlarına çözüm arayan hücreler, çevre faktörlerini değerlendirirler ve bu sinyallere uygun sinaps-devreleri oluşturarak, bedenin davranışını yeniden düzenlerler ve sorunu çözecek şekilde davranış içine sokarlar.
Görüleceği üzere, çevre faktörleri (sinyaller okyanusu= ether) ve madde (beden) karşılıklı etkileşim içindedirler, birbirleriyle etkileşirler, birbirlerini yönlendirirler.
Bir değirmen, belli maddelerin belirli bir amaç ve hedefe uygun olarak bir araya getirilmeleri sonucu oluşur. O bir maddedir, kütledir; onu birleştirenler (insanlar) da birer maddedirler, kütle sahipleridirler. Ama maddelerin o şekilde bir kombinasyona sokulmasına götüren faktör “bilgi” bir madde değildir, bir ETKİLEŞİM-HABERLEŞME aracıdır. İnsanlar bu haberleşme-etkileşme unsurunu kullanarak, mevcut maddeleri daha farklı bir kombinasyona sokmuşlardır. 
Günümüzde ülkeler arası bir etkileşim sistemi var ve insanlar bunlardan yararlanarak sorun yaşamadan yolculuk yapıyorlar. Trabzon’dan Frankfurt’a, İstanbul aktarmalı yolculuk için bilet aldınız ve uçuş saatinde terminale vardınız. Öğreniyorsunuz ki, sis nedeniyle uçuşunuz iptal edilmiş. Ama sizin mutlaka o gün Frankfurt’a  gitmeniz gerek. Yetkili ile soruna çözüm bulmaya çalışıyorsunuz. Yetkili diğer hava meydanları görevlileriyle iletişime geçiyor ve sis olmayan başka bir yakın hava meydanından kalkacak bir uçakla sizin İstanbul aktarması yapılacak uçağa binmenizi sağlıyor. Sorun çözüldü.
Bu örnekte siz, görevliler vs. birer madde, birer varlıksınız; kütle sahibisiniz. Ve siz yer değiştirmek istiyorsunuz. Yer değiştirebilmek için, diğer varlıklarla, konuşarak, telefonla, internetle, vs. ile etkileşiyorsunuz. Etkileşim türlerine bakarsanız, onların bir kütlesi olmadığını fark edersiniz; ama sizin yer değiştirmeniz o kütlesi olmayan haberleşmeler = etkileşimler sayesinde gerçekleşmiştir.
Atom-altı-öğeler dünyasında da işler tam bu şekilde olmaktadır. Doğadaki en küçük etkileşim birimi, kuantum sözcüğünün ortaya atılmasına neden olan Planck-sabitidir, (h) simgesiyle gösterilir. Tüm maddeler bu (h)nın ve onun tam sayılı katlamalarından oluşan sinyaller yardımıyla etkileşirler.
Madde dediğimiz tüm varlıklar, temel element dediğimiz atomların çeşitli kombinasyonlarından oluşurlar. Atomlar ise fermiyon grubunun proton öğesinin tam-sayılı katlarından oluşurlar. Bir protonlu olan hidrojen, 2 protonlu helyum, 3 protonlu lityum, 6 protonlu karbon, 8 protonlu oksijen, 26 protonlu olan demir,  vs. gibi.
Madde oluşturacak olan bu elementlerin (atomların) her birinin kendisine has bir spektrumu (etkileşim sinyali) vardır; bu sinyalleriyle çevrelerindeki diğer maddelerle etkileşip, uyumlu olabildikleri elementlerle birleşerek, çeşitli bileşikler, varlıklar oluştururlar.
ÖZETLE: Atom-altı-öğeler, çok, ama çok kısa ömürlü canlılık unsurlarıdır. Saniyenin milyarda birlik gibi kısa sürelerde, doğup-ölürler, tekrar doğalar, vs.
Evrensel sistemin başlangıcındaki sürekli devinim halindeki çok kısa ömürlü bu kuantsal canlıları düşünün. Çok hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevresindeki zilyonlarca diğer kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli bir salınım ve titreşim içindeki bu kuantsal canlılar, ne yapmalılar ki, daha rahat bir duruma ulaşsınlar?
Bunun cevabı için, insanların davranışına bakalım: İnsanlar tek başlarına yaşasalardı, her işi tek başlarına yapmak zorunda olurlardı ve kafalarını kaşıyacak zamanları olmazdı. Ama ortaklıklar oluşturup, iş-bölümü yaparak ve ürünlerini takas ederek, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmışlardır. Buna rahatlama dürtüsü denir ve doğadaki tüm varlıklarda mevcuttur.
Fizik bilimi verilerine bakarsak, onların da rahatlama prensibini uygulayarak, çok devingen, çok kısa ömürlü kuantum-aleminden, daha az hareketli ve daha uzun ömürlü üst-sistemlere geçtikleri, bunun için birleşerek daha büyük ortak-yaşam sistemlerine doğru bir gidişatın söz konusu olduğu görülür.
Geleneksel fizikçiler şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi-bilinç” diye bir parametre kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına yerleşmiş en büyük şartlanmışlıktır.
Görüleceği-anlaşılacağı üzere, kuantsal alemin (kuantsal canlıların) işi o kadar zordur ki, sürekli didinip, çaba sarf etmesi, yeni bilgiler oluşturması ve o bilgilere göre de örgütlenmesi, yapılaşması gerekmektedir. Kuantların yerinde siz olsaydınız, bu kadar yorucu-hareketli işlemlerden kurtulmak için ne yapardınız?
Biz insanların hep daha uzun bir hayat yaşama dürtümüz, içlerimizdeki kuantsal öğelerin, kısa ömürlülükten, uzun ömürlülüğe doğru ilerlemiş olmalarının bir devamı değil mi?

Kuantsal sistemin oluşturduğu MİKRO-ALEM, doğadaki tüm diğer oluşumları, bilinçli şekilde seçip-değerlendiren ve iyilerin gelişmesini, kötülerin elenmesini sağlayan en temel canlı öğelerdir, yapıcı-oluşturucu sistemdir. Bu nedenle, bakterilerden başlanıp, insanlığa doğru geliştirilen tüm canlılar dünyası, kuantsal canlıların bilinçli seçimleriyle yaşamlarını sürdürmektedirler. En iyi bilgilere göre oluşturulan bedenler, kuantsal canlılar tarafından seçilerek, iyilerin hayatlarının devamı sağlanır.
Jeolojik ve astrofiziksel verilere göre ortaya çıkan zaman olgusu 3 değişik konuda çok önemli sonuçlar ortaya koymaktadır:
         1- Evrenimizin başlangıcında kuantsal canlılar bulunduğu;
         2- Her şeyin BİLGİ ve BİLİNÇ ile oluşturulduğu;
         3- BİLGİ ve BİLİNÇ düzeyinin ZAMAN içinde geliştiği, doğa ve dünyamızın evrimsel bir gelişme içinde olduğu; Yani doğada fizikçilerin dedikleri şekilde düzensizliğe-kaosa doğru bir gidişat değil, düzenli sistemler oluşumuna doğru bir gidişat olduğu kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.

Bu temel bilgilerden sonra, doğadaki değişim-dönüşümlerin, nelerle başladığı ve nereye doğru gideceği konusu kesinlik kazanmış olmaktadır. Doğada her şey evrimleşerek gelişmektedir ve bu gelişimler bilinç oluşturma potansiyeline uygun olmaktadır.
Doğadaki tüm oluşumlar, varlıklar, bilgiler, sinyaller, vs., atom-altı-öğeler dünyasında başlar, fermiyon denilen proton, nötron, elektron gibi öğeler, çevrelerindeki boson denilen sinyallerle etkileşerek, doğadaki değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelecek şekilde sürekli olarak değişim-dönüşüme uğrarlar. İşte bu nedenle, doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir, ve bu değişim-dönüşümler hep daha ergonomik yapılar, varlıklar, bedenler oluşturularak sürdürülmektedir.
Bu nedenle bilgi-bilinç-ufuk sistemi gittikçe gelişmektedir.
Önce bilgi ve bilinç arasındaki ilişki ve farkı belirtmek gerek: Bilgi, fizikteki “boson” kavramıyla ilişkilidir; yani varlıklar (maddeler) arası etkileşimleri etkileyip, yönlendiren faktördür, kütlesi yoktur, ama enerjisi (momenti) vardır. Ve bu enerji (kuvvet alanı) varlıkların kimyasal ve fiziksel yapılarının değişmesiyle, sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Bilinç ise, varlıkların fiziksel-kimyasal yapılarında (farklı atomlar, farklı moleküller) oluşturulmasıyla kayıt edilen davranış usulleridir. Yani bu iki faktör, karşılıklı bir etkileşim içindedir. Bilgi, varlıkların kimyasal bileşim değiştirmelerine göre çevreye yayılan sinyallerdir. Bilinç ise, sürekli değişen bu sinyaller sistemini algılayarak, yeni varlık oluşumları oluşturma yeteneğidir. Yani yaratıcılık sistemidir.
   
 Bilgi, bir varlığın yapısal-dokusal durumunda kayıt altına alınmış olunan enerji-akış güzergâhı belirleyici faktördür. Malum, her varlığın yapısı-dokusuna göre, foton veya elektron gibi enerji taşıyıcı öğeler farklı yönlenip-akarlar, dolayısıyla, farklı kuvvet oluşumları ve yönleri ortaya çıkar. Ayrıca, her varlık kendisini tanıtıcı bir radyasyon yayar ve biz o varlığı ondan algıladığımız radyasyonla (veya kokuyla, vs.) tanırız.
    Bilinç ise, doğadaki bu farklı bilgi-sinyallerini nasıl daha ekonomik şekilde birleştirerek veya kullanarak, daha rahat bir duruma ulaşma çabasıdır.
Her varlık çevre koşullarını algılayarak yapısal-dokusal durumunu ona göre değiştirdiğine göre (örn. su, basınç ve sıcaklığa göre, kah katı, kah gaz durumuna geçtiğine göre) bilinçli davranmış olur. Bu nedenle bilinç her varlıkta vardır, sadece düzeyi değişiktir. İnsan beyni, en fazla yorumlama bölgesine sahip bir canlı olarak, en gelişmiş bilinç sistemine sahiptir, ama diğer varlıklar bilinçsizdir demek, doğru olmaz.

Şekilde yeni doğan bir çocukla, 2 yaşındaki bir çocuğun beynindeki sinir hücreleri arası bağlantı oranları gösterilmektedir. Yeni doğan bir çocuğun beynindeki sinir hücreleri arasında henüz sinaps bağlantıları dediğimiz “karşılıklı bilgi alış-verişi” sistemi oluşmamıştır.

Yeni doğan bir çocuk, doğru-yanlış, sevgi-nefret, hata, aşk, adalet gibi gelişmiş insanların sahip oldukları özelliklere sahip değildir. Ama o bir insandır. “Bilinç insana mahsustur” derseniz, bu özelliğin bebeklerde de olması gerekir. Ama bebeklerde bu özellikler henüz hiç oluşmamıştır.
İnsanların bilinci, çocuğun büyümesi sırasında çevresindeki varlıklarla yaptığı etkileşimlere göre gelişir. Yani evrimsel bir oluşum söz konusudur. Neyin doğru, neyin yararlı olduğu, neyin sevilip, nelerden korkulacağı bilgileri çocuğun deneyimlerine göre beynindeki bu algılamalara uygun sinaps-yapılaşmaları olarak kayıt altına alınır ve bilinç dediğimiz olgu ortaya çıkar.

Bu nedenle, «insanlar bilinçli, diğer varlıklar bilinçsiz» demek, tam bir saçmalıktır.

    Biz insanlar kendimizi bilgi ve bilinç sahibi olarak görmeye şartlandırılmışızdır. Aslında bizim bilgi ve bilinç düzeyimiz, hücrelerimizinki yanında devede kulak değil, devede iğne-ucu kadar bile değildir. Şimdi bunu açıklayalım.
    Hücrelerimiz sürekli değişim-dönüşüm içinde bir doğa ve dünyada yaşadıklarını çok iyi biliyorlar. Bu nedenle, oluşturdukları bedenlere bilinç devresi denilen doğadaki kısa süreli değişim-dönüşümleri algılama ve uyum sağlama yeteneği yerleştiriyorlar. Bir örnekle açıklayalım.
    Araba diye yeni bir varlık (madde kombinasyonu) ortaya çıktı. Bu arabadan yararlanılması ve kullanım bilgisinin oluşturulması, bilinç devresinin görev alanına düşer. Çünkü hücrelerin geçmiş bilgi kayıtlarında “araba” olarak tanımlanmış bir madde kombinasyonu yoktur. Bu nedenle “bilinç” denilen çevre-değişimlerine duyarlı bir sistemle bu yeni varlık hakkında bilinmesi gerekenler oluşturulur.  Haftalarca veya aylarca beyin ve beden hücreleri, araba kullanımındaki gaz, debriyaj,  fren, direksiyon, vites öğelerinin hangi zamanlamayla birbirlerini takip etmeleri gerektiği bilgilerini oluşturup depolamaya çalışırlar. Bu işlem öğrenildikten sonra, bilinç devresinden alınıp, bilinç-altı devresine aktarılırlar ve ondan sonra artık arabaya bindiğimizde pek düşünmeyiz. Otomatik olarak anahtar çevrilir, vitese konulur, gaz verilir, vs. Bu işleri yaparken de yanınızdaki bir arkadaşınızla sohbet edersiniz; yani bilinç devreniz başka bir konuyla meşguldür.
    Görüldüğü üzere, hücreler bizim bilinç devremizi, doğada oluşan yeni bir nesne hakkında gerekli verileri edinmek üzere oluşturmuşlardır. O konu (nesne) öğrenilip- otomatiğe (bilinç-altına) alınıncaya kadar bilinç devresi kullanılır. Sonrasında, bu bilgiler iç-işletim sistemi olan bilinç-altına devredilirler. Bilinç-altı, çevrede sık-sık karşılaşılan olaylar dizinin yönlendirildiği iç-işletim devresidir.
    Doğadaki çok-çok önemli ve sürekli olan diğer değişim-dönüşüm sistemi bilgilerini ise, genetik (kalıtsal) bilgi depolarında kayıt altına almışlardır ve buna göre bedenlerimizi oluşturup, idare etmektedirler. Bu nedenle, bizlerin bilgisi, hücrelerimizin bilgileri yanında bir hiçtir.
    Hücrelerimiz oluşturdukları bedeni öylesine sahipleniyorlar ki, dünyaya geldikleri andan itibaren bedenin çevresinde oluşup-gelişen tüm olayları “yararlı – zararlı” şeklinde ayırmaya başlıyorlar. Zararlı gördükleri olaylardan bedenleri korumak için bilinç-altı programları oluşturuyorlar ve o olay her tekrarlandığında, bedenin korkup, savunmaya geçmesini sağlıyorlar. Küçüklüğünde bir hayvan tarafından tırmalanan çocuk bu nedenle hep o hayvandan kaçar.
    Hücreler bilgi oluşturma ve bu bilgilere göre kendilerini yönlendirmenin değerini o kadar önemsiyorlar ki, bunun için sürekli alarm halindeler ve duyu organlarıyla sürekli çevreden bilgi almaya çalışıyorlar.
    Aynen bizlerin çekiç, bıçak, iğne-iplik gibi aletlerden yararlanarak işlerimizi    daha kolay yapabilmemiz gibi, hücreler de protein denilen moleküller kullanarak değişik türde işlevler gerçekleştirebilmektedirler. Bir örümcek çelikten daha dayanıklı bir protein üretir ve o çok esnek ve dayanıklı ağını örer. Bir midye her türlü seramikten daha dayanıklı kavkı üretir ve hiçbir dalgada veya taş çarpmasında kırılmaz.  Bir kartal o güçlü gagasını ve pençesini özel proteinlerle yapar; mercanlar, kolsu-bacaklılar, midyegiller, vs. sert zeminlere kendilerini kopmayacak şekilde bağlayan proteinler üretirler, vs. Üretilen protein türüne göre, canlılar kimyasal maddeleri eritecek-delecek şekillerde aletler oluştururlar. Bir kuşun gagasının şekli bu şekilde belirlenir; bir hayvanın sindirim sisteminde üretilen salgılar bu şekilde farklılaşır, bu nedenle her hayvan başka-başka besin kaynaklarına bağımlı olur.
    Çekiç, bıçak genel anlamda birer alettirler. Marangoz çekici başka, duvarcı çekici başka, jeolog çekici başka görüntüye sahiptir. Proteinler de öyledirler: hem farklı genel temel gruplar oluştururlar, hem de canlıdan canlıya farklılıklar gösterirler. Bu farklar proteomik olarak adlandırılır.
    Doğadaki tüm oluşumlar bilgiye bağlıdır. Varlığın çevre koşullarını algılama ve algıladığı verileri yorumlama yeteneğine uygun olarak oluşturduğu bilinç düzeyine göre de kuantsal kökenli enerji yönlendirilir ve çeşitli türlerde işlemler gerçekleştirilir.
    Kuantum dediğimiz en temeldeki kuantsal enerji öğeleri alış-verişleri atomlar arasında yapılır ve foton dediğimiz enerji paketçikleriyle elektronların enerji düzeylerini artırması veya azaltması şeklinde ilk enerji alış-veriş sistemi ortaya çıkar. Atomik sistemdeki bu enerji alış-verişleri, molekül ve hücrelerin oluşumlarıyla, çok daha değişik türlerde enerji alış-verişi türlerinin oluşmasına yol açar: basınç, sıcaklık, basınç-elektrik-dönüştürücülüğü, sıcaklık-elektrik-dönüştürücülüğü, ışık-elektrik-dönüştürücülüğü, vs.. Her bir mineral veyahut protein, farklı türlerdeki enerjileri birbirlerine dönüştürme yeteneklerine sahiptirler.
    Herhangi bir canlı bir şey yapmak istediğinde, hangi maddeleri hangi sırayla işleme koyması gerektiğini araştırır. Hangi maddelerden yararlanacağını bilmesi şarttır, çünkü her bir mineral (veya protein) değişik türde bir enerji değiştirme-dönüştürme aracıdır ve bilgi dediğimiz şey, varlıkların yapısal-dokusal durumuna kayıt edilmiş olarak bulunur.  Hangi sırayla hangisini devreye sokacağını bilmesi şarttır, çünkü her varlık bir diğer varlığın oluşumuna bağlı olarak oluşmuştur, dolayısıyla, geçmişte neyin-neye-bağımlı olarak oluşup-geliştiği bilgisine gereksinim vardır.
    Her varlık, kendisinden önce oluşmuş varlıkların bilgilerine muhtaçtır, ancak o bilgileri kullanarak, daha başka bilgiler oluşturur. Bunun böyle olduğu son zamanlarda yapılan araştırmalarla ortaya çıkmaya başlamıştır. Örn. çok hücreli hayata geçiş, hücrelerin karşılıklı olarak birbirleriyle anlaşıp-uzlaşmalarını gerektirir.
     Peki hücreler ne zaman ve niçin ortaklık içine girme gereğini duymuşlardır?
Bu sorunun cevabını Dictyostelium discoideum adlı bir tek hücreli canlının davranış biçimi vermektedir. Amip şeklinde olan bu tek hücreli canlıların yaşadıkları ortamda besin darlığı oluştuğunda, normalde tek-tek yaşayan bu amipler bir araya toplanarak polip şeklinde bir yapısallaşma oluştururlar. Bu polip yapısı ise spor şeklinde rüzgârlarla çevreye dağıtımı yapılacak üreme hücreleri oluştururlar ve böylelikle amipler yaşayabilecekleri uygun ortamlara taşınma olanağına kavuşurlar. Ortaklık oluşturmasalardı, her biri tek tek orada öleceklerdi.
    Dickinson et al (2011) çok hücreli canlıların oluşumunda hücrelerin birbirleriyle haberleşip ortaklık kurmalarında kullandıkları protein türlerinden α- ve β-catenin’in,  Dictyostelium discoideum adlı bu tek hücreli canlının da kullandığını saptamışlardır. Yani çok hücreli tüm canlılar, birleşme-ortaklık oluşturmada, beslenme sorunlarıyla karşılaştıklarında birleşip-bir araya gelerek yaşamlarını devam ettirebilecek üreme sporları oluşturan amiplerin kullandıkları aynı bilgi türünü kullanmaktadırlar!
    Bu hormonlara bir çeşit “birleşme aletleri veya sinyalleri” diyebiliriz.
   Benzer amaçlarda benzer bilgilerin kullanılması tüm canlılar âleminde görülür.    Şekilde 

görüldüğü üzere, bir hücre çevresinden kendisine gelen bir sinyali aldığında, “G-protein-coupled-receptors= G-proteiniyle ilgili algılayıcı” denilen hücre-zarı yapısallaşması harekete geçer. Hücrenin içinde hemen gelen sinyalle ilişkili G-protein türü (yani hangi iş-aleti gerekliyse, o aletin)  oluşturulmasına başlanılır. Hücre çekirdeği içine cAMP (cyclic AdenosineMonoPhosphate) vasıtasıyla  mesaj gönderilerek, genetik bilgi deposundan gerekli imalat bilgileri istenir. Bu bilgiler hücre-çekirdeğinden dışarı taşınır ve hücre sitoplasmasında gerekli iş-aleti (protein) sentezlenir.

    Bu işleyiş şekli, tüm eukaryot canlılarda aynıdır. Yani yaklaşık 2 milyar yıl önce oluşturulan bir protein (alet) yapma işlemi, günümüzdeki tüm hayvan ve bitkilerde aynı patentle kullanılmaktadır.
    Örn. Melatonin ve serotonin hormonları birbirlerinin tersi işlem gören iki farklı proteindir. Hücreler bedeni uyutmak istediklerinde melatonin hormonu düzeyini artırırlar. Melatonin hormonu düzeyi artan beden uykuya dalar. Bedenin uyandırılması, canlı-uyanık tutulması istenildiğinde ise, hücreler bu işi melatonin hormonu oranını azaltıp, serotonin oranını yükseltmekle yaparlar. Bu hormonların ne zaman artırılıp, ne zaman azaltılacağı elbette çevre faktörleriyle de denetlenir. Örneğin güneş batımıyla ışık oranının azalması, melatonin hormonu oranını artırıcı bir faktör; güneş doğmasıyla ışık oranının artması, melatonin oranını azaltma ve serotonin oranını artırmayı tetikleyici bir faktör olarak etki eder.
    Hücrelerin ayarlamak-düzenlemek zorunda oldukları etkinlikler milyonlarcadır. Örn. Yemeklerden sonra kanda şeker düzeyi yükselir. Bunun üzerine bedende “insulin” hormonu oranı artırılarak, kandaki fazla şekerin karaciğerde glikoz olarak depolanması sağlanır. Zaman geçip kandaki şeker oranı düştükçe, bu sefer tersine işlem başlatılır: Glukagon hormonu salgısı artırılarak, depolanmış glikoz moleküllerinin tekrar yakılması işlemi başlatılır.
    Bir hücre sürekli olarak çevresindeki değişim-dönüşümleri takip edip, davranışlarını ona göre ayarlamak zorundadır. Buna mecburdur, çünkü yaşamı için gerekli enerjiyi, çevresindeki değişim-dönüşümlerden almaktadır. Örneğin güneş enerjisi, dünyanın dönmesine bağlı olarak 24 saatlik bir döngü ile değişir. Güneş enerjisiyle geçinen bir hücre, ışığın artma-azalma zamanlarını takip etmek zorundadır. Biz insanların belli bir zamanda uyanmak istediğimizde çalar-saat gibi aletlerden yararlanmamız gibi, hücreler de, belli zamanlarda uyarılmaları gerektiğinde, belli protein oluşumlarından yararlanırlar. Cryptochrome, opsin gibi proteinler hücrelerin çalar saatleridir.
    Bir hücre veya bedenin olanakları sınırlıdır. Her maddeyi, her enerji paketçiğini çok dikkat ve itina ile kullanmak zorundadır. Bu nedenle bedende kullanacağı protein türlerini, işlevleri bittikten sonra, “ubiquitination” denilen bir geri-dönüştürme işlemiyle tekrar amino-asitlerine parçalarlar. Bu şekilde, yeni bir işlev için yeni bir alet (protein) oluşturulması gerektiğinde, amino-asit sıkıntısı çekilmez.
    Bir çocuğun doğum aşamasından başlanarak, çocukluğun ilk aşamalarındaki çeşitli çevre koşullarına uyumunu sağlamak; bedendeki çeşitli organların kullanım şekillerine uygun olarak farklı şekillerde gelişmelerini ve büyümelerini düzenlemek; beden için kötü-zararlı olarak sınıflanan olayları “korkulacak-kaçınılacak olaylar” kategorisi içinde toplayacak şekilde bilinç-altı devreleri oluşturmak; beden için “iyi-yararlı olaylar” olarak sınıflananları, ödüllendirilecek şekilde bilinç-altı devreleri oluşturmak; vs. gibi binlerce işlem bedenlerin sahibi olan hücreler tarafından, bizim hiçbir bilgimiz olmadan, otomatik olarak yapılmaktadır.
    Yaşanılan ortamı tanımak ve değişim-dönüşümler hakkında bilgi oluşturmak çok önemli olduğundan, yeni doğan çocuklar her şeyi elleyerek, koklayarak veya ağızlarına atarak o varlığın tadı-kokusu vs. gibi konular hakkında hücrelerinin gerekli verileri toplamasına katkıda bulanacak bir davranış içindedirler. Yenilen veya koklanan maddeler moleküllerine ayrılarak, kokuları-tadları belirlenir. Bir köpek bu yöntemle binlerce insanı veya maddeyi birbirinden ayırt edip-tanıyabilmektedir.
    Hücrelerimiz atomlarla, moleküllerle iş yaparlar, onlarla anlaşırlar. Cin, peri, ruh, gibi metafiziksel kavramlar, hücreler tarafından tanınıp-anlaşılamazlar. Böyle olunca da hücreler bu kavramları “korkulacak” kategorisine koyarlar ve ondan sonra da o insanlar hep korku-panik içinde yaşamaya başlarlar. Bu nedenle sağlıklı yaşamak istiyorsanız, kafanızda metafiziksel hiçbir kavramı barındırmayın. Doğa tamamen fiziksel-kimyasal etkileşimler üzerine kuruludur ve hücreler bu tür etkileşimlerle işlem yaparlar. Doğada olmayan şeylerle işlev yapamazlar.
   Eskiden oluşturulmuş bilgi-patentlerinin kullanılması, sadece canlılar âlemindeki varlıklar arasında değil, canlı-cansız tüm varlıklar arasında geçerlidir. Yani doğadaki tüm oluşumlar arasında karşılıklı bir bağımlılık ve etkileme-etkilenme ilişkisi vardır.
    Herhangi bir yeni oluşum, enerjisini ve bilgilerini, daha önce oluşmuş diğer varlıklardan (olaylardan) alır. Ateş yakma bilgisi olmadan, madencilik yapılamaz, maden elde etme bilgisi olmadan bakır-telleri üretilemez, bakır-telleri olmadan elektrik aletleri yapılamaz, vs. Doğadaki tüm oluşumlar arasında bunun gibi bir karşılıklı bağımlılık sistemi vardır. Atomlar arası etkileşim sistemi bilinmeden, moleküller oluşturulamaz; moleküllere ait özellikler bilinmeden hücreler oluşturulamaz; hücrelere ait özellikler bilinmeden bedenler oluşturulamaz, vs.
    Her şey kuantsal enerji paketçiklerindeki temel davranış-bilgisiyle başlar. O temel davranış bilgisi ise “değiş-dönüş” olarak özetlenir, yani kuantsal enerji sürekli bir salınım içindedir; hem yapıcıdır (pozitif), hem yıkıcıdır (negatif)! Bu davranış canlılar âleminde de temel olarak alınır. Her bir proteinin bir anti-proteini oluşturulur. Yani oluşturulan bir proteini tekrar parçalayıcı bir başka protein daha oluşturulur. Bu nedenle hiçbir protein sürekli sabit olarak duramaz-kalamaz; bir süre sonra parçalanmak zorundadır. Bu nedenle de hayat da doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş olunur.
Doğada Information&self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerinin geçerli olması, bilgi denilen faktörün varlıkların yapısal-dokusal durumlara işlenmiş olmasının temel nedenidir. Her varlık, yapısal-dokusal durumuna işlenmiş bu bilgi içeriğine göre davranmak zorundadır.
Bu nedenle her varlığın içinde bağımlı oldukları enerji kaynaklarının nasıl elde edilebileceği bilgilerinin bulunduğu iç-saatleri vardır; Bu iç-saatler hücreler içinde (ve arasında) gerçekleşen kimyasal reaksiyon osilasyonlarıyla (döngüleriyle) belirlenirler. Örn. bedenlerimizin uykuya dalması ve uyanması, melatonin denilen hormonun yoğunluk derecesinin artırılması - azaltılmasıyla sağlanır. Bu bir melatonin-osilasyonu (döngüsü) demektir. Buna benzer şekilde, bedenler içindeki tüm faaliyetler, belirli kimyasal moleküllerin oranlarının artırılması - azaltılması şeklinde gerçekleşmektedir. Canlıların mevsimsel değişimlere göre davranmaları (göç etmeleri, tüy-dökmeleri, uyumaları, vs.) hep bedenlerindeki belli kimyasal moleküllerin yoğunluklarının artırılıp-azaltılmasıyla yapılmaktadır.
Bilgilerin varlıkların “yapısal-dokusal” durumlarına işlenmiş olduğunun sosyal yaşamda da geçerli olduğu son yıllarda yapılan genetik çalışmalarda ortaya konmuştur. Chiao & Blizinsky (2010) 29 farklı toplum sistemini kapsayacak şekilde yaptıkları araştırmada, bireysel veya toplumsal davranış faktörünün kişilerin genetik kayıtlarına işlenip-işlenmediğini araştırmışlar ve “kültür geni” adını taktıkları “serotonin transporter functional polymorphism (5-HTTLPR)” geninin kısa alelinde belirgin bir ilişkinin varlığını saptamışlardır.

Devamı 



2 yorum:

  1. Saygıdeğer hocam, hem kitabınızda okudum, hem buradaki yazınızı bir kez daha okudum ve çok memnun oldum bu denli karmaşık ve anlaşılması zor bir konuyu bu denli apaçık ve anlaşılır biçimde algılarımızın kapasitesine göre anlattığınız için. En derin saygılarımı sunuyorum... MS .)

    YanıtlaSil
  2. Var olun değerli öğretmenim,iyi ki varsiniz.

    YanıtlaSil