DOM’a Giriş-2
8. Bilgi Faktörü ve Bilgiye
dayalı oluşumlar
İnsanlık doğadaki
yaratıcılığı (Tanrı?) anlamak istemektedir. Yaratılan şeylerin kimler
tarafından yapıldığına bakmak sorunu çözer. Bilgisayar, araba, köprü, vs
insanlar tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla onların tasarımcısı da,
yapımcısı da insandır.
Eski insanlar da, “mademki
ben bir heykel, bir mızrak, bir iğne, bir resim yapıp, bir şey yaratıyorum, o
zaman beni ve diğer canlı-cansız varlıkları da yaratan bir varlık olmalı”
şeklinde düşünerek, “tanrı” dedikleri bir yaratıcı tasarlamışlardır. Bunu insanlığın
yaptığı ilk ve en eski tapınaklardan öğreniyoruz.
Bu nedenle doğal sistemin
oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü
varlıklar olarak tasarlamışlardır.
8.1. KUTSAL EVLILIK KAVRAMI
Doğal sistemin oluşturucu
ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar
olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı
simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan T-şekilli
sütunlar erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak tasarlanmışlardır.
Atalarımızın tanrıları,
doğayı yaratan erkek-dişi varlıklar olarak algıladıklarını, yine çivi yazılı
eski Sümer belgelerinden anlıyoruz.
Şöyle ki:
Doğada canlılık mevsimsel
döngü gösterir. Baharda doğa canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler
olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın çürüme ve ayrışma başlar. Dolayısıyla
insanların tasarladıkları tanrıların bu döngüyü yansıtmaları gerekir.
“Tanrıça İnanna ile
bazı tanrılar evlenmek ister. Bunların arasında Çoban tanrısı Dumuzi ve Çiftçi
Tanrısı Enkimdu en ateşlileridir. İnanna’nın’nın Çiftçi Tanrısı’na gönlü daha
yatkındır, fakat kardeşi Güneş Tanrısı Utu’nun önerisi ile Çoban Tanrısı
Dumuzi’yi seçer ve onunla evlenir.
Bir süre sonra İnanna yer
altı dünyasının hakimesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider. Ereşkigal,
İnanna’nın yer altı hakimiyetini de alacağından korkmaktadır ve yer-altı kuralı
olarak onu cesede çevirir. Onun geri dönmediğini gören veziresi Ninşubur
tanrılar meclisine giderek onu kurtarmalarını rica eder. Bu ricaya yalnız
Bilgelik Tanrısı Enki kulak verip kurtarmak için yol gösterir.
Tanrıça dirilip tam
yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini
bırakmam gerek’ derler.
İnanna yerine bırakacağını
birini düşünürken, kocasının bulunduğu yere gelir. Bir de ne görsün! Dumuzi
karısının yokluğunda hiç üzüntü duymadan en güzel giysileriyle tahtında
kurulmuş oturuyor. Büyük bir kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’ der.
Böylece cinler Dumuzi’yi
yaka paça yeraltına götürür. Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş Tanrısı
Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. Onun yardımıyla bir ara yeraltından
kurtulsa da tekrar yakalanır.
En sonunda Dumuzi’nin kız
kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin
yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl özgür
bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla
yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir.
Böylece ülkeye bereket gelir.”
Bu nedenle eski
toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir baş rahibenin yer aldığı
düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur.
Bu şenliklerin en yaygın
olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz dönemine geçişe denk
gelen nevruz şenlikleridir.
Dünyamızda hem karalar,
hem denizler, hem iklim koşulları, vs. hepsi sürekli bir değişim-dönüşüm
içindedir. Canlılar da zorunlu olarak, doğadaki bu değişim-dönüşümlere uyumlu
hale gelebilmek için, yapısal durumlarını sürekli değiştirmek zorunda kalırlar.
Bunun için de çevrelerinde nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun vadeli
düşünerek, geleceğin hangi yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu nedenle
“BİLGİ” denilen mucizevi bir faktörden yararlanılır ve doğada her şey “information
& self-organisation = Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak özetlenen
dinamik-sistemler fiziğine göre işler.
8.7. İNSANLAR NEDEN DIĞER CANLILARDAN FARKLIDIR?
İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir
gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik
bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan
dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiştir. Dolayısıyla
insanın diğer canlılar farkı genetik kodlamalarda mevcuttur.
Şekil: İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya
alan bir hücresel tasarımdır. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi)
hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır.
Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen
gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal
gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda
veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.
"Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan
genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi
oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm
hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her
şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle
gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya
elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme
sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı
yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce
faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.
Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden
“bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısına gittiklerini
anlamak kolaylaşır.
Şimdi bunu görelim.
İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiş
ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla insanı
diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir şekilde genetik kodlamalara
yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik bilgiler içerdiği, günümüz gen
teknolojisi ile ortaya konulabilmelidir.
Bu düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu
(Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak
maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu
birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın diğer
hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır.
Araştırma sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu
saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok
hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden
dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi)
koymuşlardır. Bu bölgenin özellikle beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi
aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki
içinde oldukları ortaya konmuştur. Reelin ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada
etkili olan bir proteindir.
Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını
oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken
çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak
zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol
açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik
bilgiler kullanılmamalıdır.
Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi
oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler
topluluğudur.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir
beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli
senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir.
İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.
Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz
konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler,
küçük devletler, büyük devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek
günümüze gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı
"aynı gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik
gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada
yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır.
Günümüzde, dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını
çekmekteyiz.
İnsanlara, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir
sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip
sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu
görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin
hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır,
kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum
hayatına başlıyor.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle
oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek
olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını
imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin
oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı
doğup-gelişmiş olur. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her
millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal
mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak
yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Halbuki doğa dinamik sistemlidir ve her şey karşılıklı
etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji
denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık
çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası
etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin
karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa,
gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey,
tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi
sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar
veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların
uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur
Günümüz dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği
gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına
özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da, doğada dinamik sistemli bir hayat
görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde
anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta,
hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi
başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.
Gelişmiş ülke halkları, geri kalmış toplumların
geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek zorundadırlar,
yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”
Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler
dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür.
Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep
telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir
mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu
etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman
bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak
yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca,
sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız
gerekir.
Yani BİLGİ
faktörü doğadaki oluşum ve gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür. Ve
bilgi üstel (yani eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim göstermektedir.
8.8. HÜCRELER NE KADAR BILGILI?
Gelenek ve göreneklerimiz, bizlere, varlıkların bilinçsiz,
cansız robotlar olduğunu ve doğa-üstü bir güç sistemin oluşturduğu
DOĞA-YASALARINA birer robot gibi uyduklarını öğretmektedir. Gelenek
ve görenekler bilinç-altımıza çocukluk evresinde yerleştirilir. Bilinç-altı
sistemi de bizlerin düşünce ce davranışını yönlendiren en önemi faktör
olduğundan, bizler bu görüşe göre davranır ve yaşarız.
Canlılık veya cansızlık, hareket etme yeteneğine göre
tanımlanmıştır. Bu nedenle de hareket eden her şeyin bir ruhu olduğu inancı,
2-3 asır öncelerine kadar insanlar tarafından kabul edilmiştir. Bu nedenle ruh
ile tanrısallık arasında ilişki kurulmuş ve gökte hareket eden güneş, ay,
gezegenler vs. tanrısal öğeler olarak kabul edilmişlerdir. Rüzgâr, yağmur,
deniz dalgaları, vs. de hareketli olduklarından, rüzgâr tanrısı, deniz tanrısı
gibi ilahi güç tasarımları olarak kabul görmüşlerdir.
İnsanlar sadece gözleriyle gördükleri nesnelerde bir
hareketlilik, bir canlılık olduğunu fark edebilirler. Mikroskobik gözleme
geçildiğinde, hücrelerin de çok hareketli oldukları görülür. Hele
atomik-mikroskoplar, veya başka türde sub-mikroskobik deneylerde, atomların da
hareketli oldukları görülür.
Atom-çekirdekleri deneyleri, atomların çekirdeklerini oluşturan
proton ve nötronlar arasında saniyenin trilyonlarda birlik kısa süreçlerde
glüon denilen bir enerji değiş-tokuşu içinde olduklarını göstermektedir.
Dolayısıyla, hareketlilik, canlılık, en temel atom-altı-öğeler dünyasında da
vardır. Ve doğadaki tüm canlılıkların ve hareketlerin başlangıç noktasını
atom-altı-öğeler, yani kuantum alemi oluşturmaktadır.
Atom-altı-öğeler sabit varlıklar değil, tam tersine çok
hareketli ve çok kısa ömürlü varlıklardır. Bu en temel canlılık-öğeleri, daha
uzun-ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemler oluşturacak şekilde, bilgi
oluşturma temeline dayalı (information & self-organisation) şekilde bir
gelişme içindedirler. Zaman kavramı da bu evrimsel gelişimin gidişat
güzergahıdır.
Bu nedenle ZAMAN kavramını anlayamayan, hayatı anlayamaz, çünkü
hayat=ömür’dür; ömür ise, zamanın sadece ufak bir dilimidir.
Yani ruh kavramı, dünya genelinde bakıldığında,
hareketlik-canlık belirtisi olarak kullanılmıştır. İnsanlar, hareket etme
yeteneği yanında, düşünme, hayal kurma vs. gibi zihinsel yetenekler açısından,
diğer canlılardan farklı olduklarını gördüklerinden, insan ruhunu, bilinç ile
de ilişkili düşünmüşlerdir.
Şimdi hücrelerin davranışlarını inceleyerek, onların da bilgili
ve bilinçli mi olduklarını görelim.
Tek başına yaşayan bir hücre için ölüm, sadece kendisini
ilgilendirir; ama çok hücreli bir sistemde tüm diğer hücreleri de ilgilendirir.
Bu nedenle insanlar gibi çok hücreli canlılarda, hücreler arası bir çok
karşılıklı etkileşim kuralı oluşturulmuştur. Bunlar arasında apoptoz, otofaji
(autophagy), nekroz (necrosis) en ön planda yer alır.
Apoptoz, vücutta ihtiyaç duyulmayan veya anormalleşmiş
hücrelerden kurtulmanın kuralıdır. Uzayda bir uyduda gravite kuvveti çok az
olduğundan, bacak kaslarına ihtiyaç duyulmaz. Bedende hizmetlerine
artık ihtiyaç duyulmayan hücrelerinin ölmeleri gerektiği ortaklık kuralı devreye
sokulur ve apoptozla, fazla kas hücreleri yok edilir. Bu nedenle uzaya ilk
gidip-dönen astronotlar “bir deri-bir kemik” olarak geri dönmüşlerdir.
‘Kendi kendini yemek’ anlamına gelen otofaji ise, hücre içi
işlemlerde açığa çıkan “atık ürünlerden” kurtulmak ve onları tekrar
kullanılabilir şekle dönüştürme işlemlerini kapsarlar. Yani bir nevi kalite
kontrol işlemidir.
Nekroz, ise, hücrenin veya
dokunun-organın geri
dönüşemez şekilde hasar görmesi sonucu görülen ölümdür. Örneğin bir yanık durumunda, zehirlenme ve enflamasyonda hücreler ölebilirler.
Bunların yanı-sıra, hücreler ortaklığı olan bedenlerde, tüm
işlevler, hücrelerin çevre hakkında bilgi toplaması ve bu bilgilere göre
ortaklık sistemleri olan bedeni ayakta tutabilmeleri için çaba göstermeleri
sonucu gerçekleşmektedir.
Beyin bedendeki organlar arası eşgüdümü sağlayan bir “hücreler
meclisi” işlevi görür. Bedendeki her noktaya sinir-hücreleri bağlantıları
gönderilerek, onların durumları hakkında bilgi alınır ve hücreler-meclisinde
alınan kararlar iletilir. Beyindeki milyarlarca sinir hücresi
arasında çeşitli uzmanlık alanları oluşturularak, doğada gerçekleşen ve de
gerçekleşmesi olası olan değişim-dönüşümler verileri toplanır; bunlar
değerlendirilir. Hatalı veya gereksiz olan yorumlar silinir, yeni yorumlara yol
açılır. (Mongillo ve diğ. 2017, Hickman ve
diğ. 2018, Song & Colonna 2018,
vd.)
Hücreler bilgi oluşturmanın doğadaki değişim-dönüşlere uyumlu
olabilmek için gerekli olduğunun öylesine bilincindedirler ki, her bir sinir
hücresini farklı bir veriyi algılamak üzere görevlendiriyorlar, sonra da
milyarlarca farklı sinir hücresinden gelen bu verileri bir süzgeçten geçirip,
bedenin nasıl davranması gerektiği konusunda bir karar vermeye çalışıyorlar.
(Pandarinath ve diğ. 2018, Batista & DiCarlo 2018)
Bilgi oluşturmak öylesine önemli ki, insanlığın ürettiği çeşitli
ürünler ve bunların çevrede etkilediği değişim-dönüşümler, doğadaki
mikro-organizma çeşitliliğini çok değiştirmektedir. Yeni oluşan mikro-organizmalar
insanlığa zararlı da, yaralı da olabilmektedir. Bu konuda bilgi edinmek ve ona
göre davranmak gerekmektedir (Gilbert J.A. & Stephens B.
2018,). Ama statik sistemli düşünceyle şartlandırılmış günümüz insanlığı
maalesef bu bilinçle hareket etmeyip, geleceğini baltalamaktadır.
Doğada her şey karşılıklı etkileşimlerle olmaktadır. Çevremizde
bizleri etkileyen en yaygın organizma türü ise bakterilerdir. Gerek derimizde,
gerek ağız-burun vs de bol miktarda bakteri bulunmaktadır. Ama en yoğun olarak
sindirim sistemimizde bakteriler bulunur. Bu bakterilerin bir kısmı
bedenimizdeki hücrelerle ortaklık ve iş-birliği içindedirler, bir kısmı ise bedenimize
zararlıdırlar. Bağırsaktaki yararlı-ortaklık bakterilerinin, bedenin bağışıklık
sistemini güçlendirici ve zararlı bakterilerin yerleşmelerini engelleyecek
tarzda reaksiyonlar geliştirmelerini sağlayıcı rol oynadıkları deneylerle
anlaşılmıştır, (Jacobson ve diğ. 2018), yani iyi-bakteriler, yaşadıkları bedeni
koruyucu yönde davranmaktadırlar.
Yine yapılan araştırmalar, beden sağlığında
bağırsaktaki mikro-organizma türlerinin çok önemli rol
oynadıklarını, bazı kombinasyonların şişmanlatıcı (obezite), bazılarının ise
zayıflatıcı (normal bedenli) etki yaptıklarını ortaya koymuştur (Johnson & Foster 2018, Cortizo 1999, Yadav ve diğ
2018,)
Bedenlerin doğal sisteme uyumları, yiyip-içtiklerinin beden için
ne kadar yararlı veya zararlı oldukları konusunda da bilgi edinilmesine
bağlıdır. Bu nedenle, besinlerin kana karıştırıldığı ortam olan bağırsaklarla
beyin arasında vagus-siniri ile bir bağlantı oluşturulmuştur. Bu bağlantı ile
besinlerle beyin davranışı arasında, teşvik edici veya etmeyici bir davranış
oluşturma fonksiyonu gerçekleştiği saptanmıştır. (Lewis S.
2018; Han, W. et al. 2018)
Değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğada, varlıkların çevreye
uyumları, genetik kodlamalarda yapılan değişimlerle olmaktadır. Genetik kodlardaki
değişimler, faklı kodlamalarda eş-zamanlı değişimlerle olmakta, bu değişimler
canlının çevreye uyum derecesinde rol oynamaktadır. İnsanların doğadaki
ekolojik sistemi bilinçsizce ve diğer bir çok organizmaya zarar verecek şekilde
değiştirmesi, her canlının hücrelerinin karar mekanizmasını alt-üst etmektedir
(Fragata ve diğ. 2018).
İnsanların çevre koşullarına uygun davranabilmesi, mantıklı
kararlar verebilmesiyle mümkün olmaktadır. Alkol, uyuşturucu gibi bağımlılık
yapan maddeler kullanan insanların mantıksal değerlendirme sistemlerinin
bozulduğu saptanmıştır, (Ostlund & Cui 2018,
Burton ve diğ. 2018). Çünkü uyuşturucu etkisi altındaki insanlar, bedenin
uzun vadeli çıkarlarını değil, kısa vadedeki o anlık çıkarına göre karar
verirler ve geleceklerini bu şekilde zora sokarlar.
Hücreler ve organizmalar, beden içindeki uyumu bozabilecek dış
ve iç koşullarla karşılaşırlar. Aşırı sıcaklık, toksinler, oksijen yetmezliği
gibi stres koşulları, hem hücreleri, hem de tüm bedeni tehlikeye sokar. Bu
durumdan kurtulmak için hücreler acil bir önleme başvurur. Hücreler içindeki
öğelerde, stresi algılayan ve bunu çekirdek ve hücre geneline
duyuran, stres-türüne has, özel bir haberleşme yöntemi vardır. Bu sayede yeni
oluşturulacak proteinlerin düzeltilmiş şekilde yapılmaları sağlanır ve sorun aşılır
( Vihervaara ve diğ. 2018).
Bizlerin bir haritada enlem-boylam belirleyerek yönlenmemiz
gibi, hücreler de beyinde bu amaç için “grid cells = ızgara hücreleri”; hangi
yönde gidildiğini belirleyen “head direction cells = kafa-yönünü gösteren
hücreler”; belli bir sınırı tanımlayan “border cells”; hangi hızla gidildiğini
saptayan “speed cells” gibi farklı hücre grupları oluşturmuştur. Bu hücre
gruplarından alınan veriler hesaplanarak, bedenin konumu saptanabilinmektedir
(Campbell ve diğ. 2108).
İnsanlar, sembollerle
sayısal değeri temsil etme yeteneğini geliştiren bir canlı türüdür. İnsan
beyinlerinin “medial temporal lobunda” nümerik sayıları veya sayıları temsil
edici sembolleri ayırt edici nöron türleri olup olmadığı araştırıldığında,
insan beyninde nümerik sayıları fark edip ayıran özel sinir hücreleri
bulunduğunu saptamışlardır. (Kutter ve diğ. 2108, Whalley K.,
2018). YANİ İNSANLARI OLUŞTURAN HÜCRELER, BİZLERİ HESAP-kitap YAPABİLECEK BİR
YETENEKLE DONATMIŞLARDIR.
İnsanları oluşturan hücreler, bizleri
hesap-kitap yapabilecek bir yetenekle donatmışlardır. Bizler bu yeteneği kullanıyor
muyuz? Yoksa tepedekilerden gelen yönlendirmelere göre mi davranıyoruz.
8.10. BILGI VE BILINÇ ARASINDAKI İLIŞKI VE
FARK
Bilgi, fizikteki “boson” kavramıyla ilişkilidir; yani varlıklar
(maddeler) arası etkileşimleri etkileyip, yönlendiren faktördür, kütlesi
yoktur, ama enerjisi (momenti) vardır. Ve bu enerji (kuvvet alanı) varlıkların
kimyasal ve fiziksel yapılarının değişmesiyle, sürekli değişmekte ve
gelişmektedir. Bilinç ise, varlıkların fiziksel-kimyasal yapılarında (farklı
atomlar, farklı moleküller) oluşturulmasıyla kayıt edilen davranış usulleridir.
Yani bu iki faktör, karşılıklı bir etkileşim içindedir. Bilgi, varlıkların
kimyasal bileşim değiştirmelerine göre çevreye yayılan sinyallerdir. Bilinç
ise, sürekli değişen bu sinyaller sistemini algılayarak, yeni varlık oluşumları
oluşturma yeteneğidir. YANİ YARATICILIK SİSTEMİDİR.
Şimdi bu iki faktörün zaman içindeki gelişimine bakarak, doğayı
ve hayatı anlamaya çalışalım.
Bitkiler milyarlarca polen veya spor üreterek, bunların rüzgar,
vs. gibi olaylarla doğada dağıtılıp, uygun ortamlar bulup, oralarda
çoğalmalarına dayalı bir stratejiye bel bağlamışlardır. Tohum rüzgarla bir
kayaç çatlağına düşmüşse, oradaki ÇEVRE KOŞULLARINI algılamaya başlar: Nem
oranı, sıcaklık, ışık durumu, mineral içeriği (beslenme-olanağı), vs. gibi
onlarca faktörü dikkate alır. Hangi faktörleri dikkate alacağı, tohumun genetik
bilgi deposunda kayıtlıdır, yani TOHUMUN BİLİNCİ, kimyasal bileşiminde kayıt
altına alınmıştır. Çevre koşulları ise “BİLGİ-DEPOSU” işlevi
görürler.
Enerjinin farklı yerlerde depolanması, doğadaki kuvvet türlerini
muazzam artırmıştır. Çünkü enerji yoğun olduğu yerden daha az yoğun olduğu
yerlere akarak, kuvvet dediğimiz sürükleyici faktörü oluşturur. Yani Bilgi
faktörü, doğadaki farklı kuvvet türlerinin ortaya çıkışında an rolü oynar.
Doğadaki enerji alanı spektrumu bu şekilde sürekli
değişip-çoğalınca, “BİLGİ” öz-değer sistemi sürekli olarak “çevrede
değişiklikler oldu, onları algıla ve yeniden örgütlen” dürtüsüyle sürekli
olarak değişim-dönüşümlere uygun yeni üst-sistemler oluşturma eylemleri içinde
ilerlemektedir. Yani doğada oluşan yeni üst-sistemler hakkındaki
veriler-bilgiler sürekli olarak alt-sistemlere (dolayısıyla en tabandaki
kuantsal sisteme) aktarılmaktadır. Bu nedenle doğa her gün yeniden doğmakta, ve
sürekli gelişmektedir.
Bu nedenle CERN gibi araştırma merkezlerinde atom-altı-öğelerle
yapılan deneylerin hiçbiri, bir önceki gün ile aynı sonucu vermemektedir.
Tavuk-yumurta (veya doğum-ölüm) döngüsü, değişim-dönüşümlü
sistem olan dinamizmin bir sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren ise,
“kuant” dediğimiz en temel “hareketlilik-dinamiklik” öğeleridirler. Doğadaki bu
dinamik sistemin nasıl işlediği, son 15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya
başlanmış ve “Information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani
kuant dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri, bilgi oluşturarak kendilerini
yönlendirmektedirler.
Doğadaki varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden
oluşurlar. “Zaman” dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin
kombinasyon farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir
görüntüsü ve farklı bir etkileşim sinyali vardır.
Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın
çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında
(bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information &
re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistem
oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır.
Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik
(sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji
akışını yönlendirir. Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü
değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar.
Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji +
zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.
Doğadaki her canlı, organları tarafından algılanan sinyallere
göre davranır.
Doğada her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu değişimleri
algılayacak şekilde reseptörler oluştururlar ve onların verilerine göre
davranırlar. İnsanlar ise yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden
geldiği inancına göre beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal
sisteme uygun davranamamaktadırlar.
9. Ve Hücreler “Bilgi oluşturup- yaratan” İnsanı
Oluşturur!
Şimdi “insan” cinsinin
ortaya çıkış yeri ve zamanı hakkında gerekli bilgileri görelim.
Dinamik sistemlerde yeni
bir ekolojik sistemin ve canlı türlerinin ortaya çıkması şöyle gerçekleşir:
Doğal sistemde belli bir ortamda özel sınırlayıcı koşullar ortaya çıkınca, bu
sınırlayıcı ortamdaki öğeler arası etkileşimlerin karşılıklı olarak
birbirleriyle sürekli etki-tepki yapmalarına bağlı olarak, “düzen oluşturma =
order parameter)” denilen düzenlenme sistemi oluşur ve bu yeni düzen
ölçütlerine uygun yeni yapısal unsurlar ortaya çıkar. Yeni oluşan bir göl veya
adadaki ekolojik koşullar bu şekilde değişirler. Galapagos adalarındaki veya
Hazar Denizi, Karadeniz, Tanganika, vs. göllerindeki yeni ekolojik sistemler bu
şekilde ortaya çıkmışlardır.
Doğu Afrika'nın yukarıda
gösterilen bu yöresi, iç dinamik kuvvetlerin etkisiyle, bir taraftan
yükselirken, diğer taraftan da yarılmaya başlar. Bu durum karşısında, elbette
bölgenin hem iklimi değişir, hem de bu iklim değişikliğine paralel olarak bitki
örtüsü değişmeye başlar. Bitki örtüsünün değişmesi, yöredeki hayvanların, daha
doğrusu, hayvanları oluşturan hücre kolonilerinin de, yeni kombinasyonlar
oluşturarak, bu değişen koşullara uyumlu "yeni kılıflar= yeni hayvan
türleri" oluşturmalarına neden olur.
Yaklaşık 5 milyon yıl
önceleri, dört ayaklı memeli yaratıklardan iki ayaklı insansı (hominid)
yaratıkların oluşması olayı, bir ortam değişikliği sonucu oluşmuştur. Doğu
Afrika, ~10-12 milyon yıl öncelerine kadar, tropik ormanlarla kaplı bir bölge
iken, ~10 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika Rifti denilen yerkabuğu yükselmesine
dayalı yırtılma olayı sonucu, hem binlerce metreye varan bir yükselmeye uğramış,
hem de yırtılma sonucu, sarp yamaçlarla çevrili derin bir vadi sistemi
oluşturmuştur. Bu jeolojik olay sonucu, özel sınırlanmış bir ortam ortaya
çıkmıştır. Bölgenin yükselmesi zorunlu olarak bitki örtüsünde değişikliğe yol
açmış, tropik orman örtüsünün yerini savana ortamı almıştır. Ormanlarda ve
ağaçlar üzerinde yaşamaya alışık 4 ayaklı bir memeli yaratık grubunun, yaşam
ortamlarının savana ortamına dönüşmesi ve bu değişik ortamda izole (hapis)
kalmaları sonucu, beslenme-savunma sistemlerinde değişiklikler oluşmaya
başlamış, ve bu değişikliklerin çok uzun yıllar sürmesi sonucu,
ağaçlarda-dört-ayaklı-yaşama sisteminden,
savanlar-arasında-iki-ayak-üzerinde-yaşam tarzına geçiş zorunlu olmuş ve
hominid (insansı) denilen iki ayaklı yeni bir cins (Australaopitechus) ortaya
çıkmıştır.
Australopitechus diye
adlandırılan cins yeryüzünün ilk iki ayaklı yaratığıdır. Belden altı
"insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü bu iki-ayaklı
yaratık, yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir bebeğinki
kadar bir büyüklüktedir. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el"
denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını,
bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının
(modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu ilk iki-ayaklı yaratığın da değişik
ortamlara uyumlu değişik türleri oluşmuştur: Kimi daha çok bitkisel ağırlıklı
bir beslenmeye yönelirken, kimi etçil ağırlıklı beslenmeye yönelmiş, kimi her
ikisini dengeli şekilde kullanmıştır. Bu farklı yaşam şekillerine uygun olarak
da farklı kemik ve kas yapıları tipleri oluşturmuşlardır.
Daha sonraları başka
birçok değişiklikler olması karşısında, bu çok farklı türdeki değişimleri daha
iyi değerlendirebilecek, gelişmiş bir veri-yorumlama sistemi oluşturma
yöntemine geçilmiş ve gittikçe büyüyen bir beyin sistemi oluşturulmuş ve Homo
habilis'le başlayıp, Homo erectus'la devam edip, Homo sapiens'le sürmekte olan
farklı insan türleri hayata geçmişlerdir.
Şekil: İki
ayaklıların (Hominidlerin) son 5 milyon yıllık zaman içerisindeki çeşitli
türleri (Gedik 1998’den).
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler
de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre
işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde
oluşturmuşlardır. Diğer canlılar daha iyi koku-alma, daha iyi-görme, daha hızlı
koşabilme gibi yeteneklerini geliştirmeye ağırlık vermişler ve bu yönleriyle
doğaya uyumlu olmaya çalışmışlardır. İnsanı oluşturan hücreler ise, tüm bu alanlardaki
yeteneklerinden feragat ederek, doğada neler nasıl oluyor, bunları nasıl takip
edip, onlardan yararlanabilirim gibi “yorumlama” yeteneğine yatırım
yapmışlardır. Hücreler, zaman içinde çevrelerinde birçok şeyin
değişebileceğinin farkında olduklarından, beyin-denilen yönlendirici sistemin
hücrelerini sabit-değişmez olarak değil, sürekli değişip, çevre faktörlerine
uyum sağlayacak bir yetenekle donatmışlardır. Bu yeteneğe, beyin hücrelerinin
değişen çevre koşullarına uyum sağlayabilmeleri anlamına gelen “Neuroplasticity”
denir.
Beyin konusundaki araştırmalar, sık-sık tekrarlanan olayların,
beyindeki bağlantıların oluşturulmasında temel rol oynadığını göstermiştir.
Hafıza kaydının yapıldığı sinir hücrelerinin her biri, 10.000den fazla farklı
türde faktörü dikkate alıp- değerlendirecek şekilde bir yapıya sahiptirler
(Lisman ve diğ.2018).
Hücreler
değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere
dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı
beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan
sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin
örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız
verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve
dünyaya uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir
şekilde de yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu
emirler doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de!
9.1. İNSANLIĞIN TOPLUMSALLAŞMA SÜRECI VE BU SÜREÇ IÇINDE
DÜŞÜNCE VE DAVRANIŞ SISTEMINI ETKILEYEN ÖNEMLI DOĞA OLAYLARI.
İnsan beyni, doğadaki
mucizevi faktör (yaratıcılık faktörü) bilgiyi işleyen ve böylelikle doğa ve
dünyayı değiştirebilen bir düzeyde oluşturulmuştur. Yani bedenlerimizin içlerindeki
öğelerde olan yaratıcılık sistemi, insanlara aktarılmıştır. Tasavvufçuların
“bir ben vardır, bende benden içeri” veyahut “Enel Hak” terimleri bu anlamda
kullanılmış olarak düşünülürlerse, anlamlı olurlar.
9.2. BEREKETLI HILAL (FERTILE CRESCENT) TERIMI NEDEN OLUŞTURULMUŞTUR?
İnsanlığın toplumsal
kültür gelişiminin başlatıldığı yer arkeolojik verilere göre,
Güney-Batı-Asya’dadır ve toplumsallaşmanın beşiği anlamında Bereketli Hilal
olarak adlandırılmıştır.
Braidwood (1995)den alınan
şekilde, arkeolojik bulgulara göre insanlığın toplumsal yaşamı nerde ve ne
zaman başlattığı gösterilmektedir. Yer Güney-Batı-Asya’dır ve zaman 11 600 yıl
öncelerini göstermektedir.
Neden acaba bu bölge ve bu
zaman?
Bu sorunun yanıtını bulmam
şöyle gerçekleşti.
Hayat sisteminin nasıl
geliştiği, insanlığın bu sistem içindeki yeri ve nasıl geliştiği konularını
araştıran biri olarak, 1980li yılların sonunda, arkeolojik-antropolojik
araştırmaları incelerken BRENTJES’in, (1981), “Völker am Euphrat und Tigris =
Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin
yaptığı araştırma sonucu Basra-Körfezi’nin geçmişiyle ilgili şu şekildeki
durumu gördüm:
Bunu görür görmez beynimde
bir şimşek çaktı; çünkü “Atlantis” denilen batık bir eski kültür merkezi
kavramı vardı. Ve bu haritada böyle bir denize gömülme olayı gösteriliyordu.
Hemen Atlantis konusunu
araştırmaya başlayıp, zor da olsa Eflatun’un ilgili eserlerine ulaşmayı
başardım. (O yıllarda internet olanakları olmadığından, Trabzon gibi zengin kütüphane
kaynakları olmayan bir yerde bu yayınlara ulamanın ne kadar zor olduğunu bir düşünün.)
İnsanlığın ne zaman
toplumsallaşmaya başladığı konusunda yazılı tek belge Eflatun’a aittir. Ve
Eflatun Kritias ve Timaios adlı iki eserinde, insanlığın ilk toplumsal birliğe
11600 yıl önceleri ulaşıldığı yönünde Mısırlı rahiplerden kaynaklanan bilgiler
vermektedir.
Eflatun’un verdiği
bilgiler şu açıdan çok önemlidir ve ciddi olarak üzerinde durulmasını ve
dikkate alınmasını gerektirir:
1- Eflatun söz konusu ortamın
bir göl (veya deniz) içindeki bir adada gerçekleştiğini;
2- Bu gölün her yıl süren
sürekli taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;
3- Kuzeydeki dağ yamaçlarının
bu sel felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;
4- Ve bir gece aniden sulara
gömüldüğünü;
5- Bu olayın 11600 yıl önce
gerçekleştiğini vurgular.
Bu olaylar çok tipik bir
dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak
bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış
olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir
dönemin anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp
aktarılsın. Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o
tarihlerde böyle bir taşkın olması çok olasıdır.
Eflatun bunun yanı-sıra
ortamın şu özelliklere sahip olduğunu vurgular.
6- Gölün çevresinde çok
verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut Cennet-ülke
olarak adlandırdığım, deniz sularının çekilmiş olduğu Basra-Dubai- arası
bölgeye tam uymaktadır)
7- Gölün yakınlarında bir
“Herakles-sütünları” terimiyle ifade edin bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve
oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.
8- Eflatun, söz konusu
ortamda Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi bir sürü özel meyveden söz
etmektedir.
Bu kadar tesadüfi çakışma
olamazdı.
Bunun üzerine 1992
yılında GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle
ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10,
İstanbul. adlı makale yayınlandı. Bu konuyu destekleyecek arkeolojik
bir araştırma (petrol sahası olması nedeniyle), yapılmamış- yapılamamıştır.
Atlantis
adası arkeolojik kazılarla saptanamamıştır, ama arkeolojik kazılarda tarım,
hayvancılık, çanak-çömlek, tekerlek gibi bir çok gelişmiş bir kültürle, 7 300
yıl önceleri Basra yakınlarında Ur, Uruk gibi ilk kent devletlerini oluşturan
bir kavmin ortaya çıktığı saptanmıştır. Sümerler olarak bilinen bu kavim,
“denizden iki ırmak vadisine (yani Mezopotamya’ya)” geldiklerini
belirtmişlerdir (Ceram 1972).
Atlantis
konulu makale oldukça uzun olduğundan burada ayrıntılara girilmeyecektir. Merak
edenler, şu adresten takip edebilirler:
Atlantis neden gerçektir https://tanriyianlamak.blogspot.com/2019/08/atlantis-neden-gercektir.html
Şimdi bu iki
uygarlığın aynı bir uygarlık mı, yoksa farklı uygarlıklar mı olduğuna bakalım.
9.3. İNSANLIĞIN UYGARLIK DÜZEYI HANGI AŞAMALARDAN GEÇTI?
Jeolojik
verilerle dünyanın gelişim tarihi açıklandığında, 4. Devir anlamına gelen ve
son 2.6 milyon yıllık dönemi kapsayan kuvaterner ikiye ayrılır: son 11 700
yıllık dönem (Holosen) ve ondan önceki uzun dönem: Pleystosen.
Bu ayrımın
temelinde iklim değişikliği ve insanlığın bilgi-düzeyi artışı yatar; son 11 700
yıllık dönem dünyamızın son-buzul devrinden kurtulduğu ve insanlığın kültürel
gelişim içine girdiği dönemdir. Daha önceleri ise bir çok buzul ve buzul-arası
dönem geçirilmiştir, ama insanlığın yaşam tarzında önemli bir değişim
olmamıştır.
Şimdi
insanlığın kültürel gelişim aşamalarını gösteren şekle tekrar bakalım ve son
buzul devri ile bir ilişkisi olup olmadığını görelim.
Zaman
logaritmik ölçekte gösterildiğinde, insanlığın bilgi düzeyi gelişim grafiğinde
bir çok ayrıntı ortaya çıkar. Bu ayrıntılar insanlığın bilgi düzeyi gelişiminin
4 evreye bölündüğünü gösterir. (Sağdaki şekil)
1. evre, insanlığın bilgi
düzeyinde üstel gelişim yükselmesine girdiği zamanın yaklaşık 40-45 bin yıl
öncelerine denk geldiğini gösterir. Yani o zamandan sonra hızlı bir yükseliş
gelişimi içine girilmiştir. Ama bu gelişim yaklaşık 12 bin yıl öncesine kadar
devam eder ve ondan sonra daha da büyük bir hızda bir gelişim gözlenir.(Acaba
bu normal gelişim neden daha çok hızlandı?)
2. Evre, 12 bin ile 3 500
yılları arasını kapsar ve en hızlı bilgi oluşturma dönemini oluşturur.
3. Evre 3 500 ile matbaanın
keşfi ve bilgilerin çok yaygın olarak paylaşılması döneminin başlaması
(1430) arası dönemi kapsar.
4. Evre ondan sonraki yeni ve
yakın çağı kapsar.
Şimdi bu
evreleri tek tek ele alalım ve ne tür olayların bilgi oluşturma hızının
artırılması ve azaltılmasına neden olduğu konusunu araştıralım.
9.3.1. Birinci Evre
İnsanlığın
hızlı bir bilgi oluşturma dönemine girmesi bir buzul devri döneminde başlar,
çünkü 15 bin yıl ile 115 bin yıl önceleri arasında dünyamız son buzul çağı
içindedir. Bu buzul devri coğrafyasını görelim.
Şekil: Son
buzul devri coğrafik görüntüsü sağ-üst’te (Roberts 1984’den). Ve
o dönemde Basra Körfezinin durumu sol-alt. Son buzul devri
süresince Basra Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline dönüşmüştür.
Hürmüz boğazına yakın yerinde ise şekilde görülen büyüklükte bir göl kalmıştır.
ROBERTS, N., (1984)den alınan şekilde son buzul devrinin coğrafik görüntüsü
görülmektedir. Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak
karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi,
karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130
m.lik bir deniz seviyesi alçalması demektir!
Şekle
dikkatle bakıldığında, günümüzde denizlerle kaplı olan bir çok bölgenin,
buzul-devrinde kara halinde olduğu fark edilir. Örneğin Avusturalya ile
Güney-doğu Asya birleşmiş gibidir, Basra körfezi yoktur, kara haline
geçmiştir, vs. Buna karşın İngiltere, Danimarka, İsveç, Norveç,
Finlandiya, Kanada gibi bir çok ülke ise tamamen buzullarla kaplıdırlar.
Dünyamızın
çok soğuk bir buzul çağından geçtiği bu süreçte, doğal sistem gereği olan
bilginin üstel gelişimi devreye girmiş ve insanlık, mağara duvarlarına resim
yapma, yaratıcılık simgesi olarak doğurgan kadın heykelcikleri, ölülerini
gömme, mızrak, ok, kemikten iğne, havyan derilerinden giysiler vs. gibi bir çok
yeniliği keşfedecek bir bilgi düzeyine ulaşmıştır.
Bu tür
yenilikler (bilgiler) dünyanın bir çok yerindeki toplumlarda
görülmektedir. Yani bilgi oluşumu tek bir yerde değil, bir çok yerde
gerçekleşmiştir: Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da.
9.3.2. İkinci Evredeki bilgi
oluşturma hızının artma nedeni
İkinci evre
ise dünyanın sadece bir noktasında geçekleşmiş, ve oradan diğer bölgelere
yayılmıştır.
2. Evre neden
dünyanın diğer yörelerinden farklı bir şekilde gerçekleşti ve bereketli hilal
gibi bir bölge oluşumunu başlattı?
15 – 115 bin
yılları arası dünyamız iklimi çok çok soğuktur; insan yaşamına uygun bölgeler
çok sınırlıdır. Buzul devrinde dünyamız o kadar soğuktur ki, yaşam ancak
bir-kaç yüz metre yüksekliği geçmeyen bölgelerde mümkündür, çünkü daha yüksek
yerler soğuk ve karlıdırlar. İnsan nüfusunun yoğun olabileceği yerler Nil,
Dicle-Fırat, İndus, Ganj, Mekong vadileri gibi, suyun bulunduğu, ekvator
bölgesine ve deniz seviyesine yakın bölgeler olmak zorundadır. “Suyun bol
bulunduğu” dememizin nedeni, o zamanlarda insanların kültür düzeyi
su taşımak için gerekli çanak-çömlek gibi ürünleri yapacak düzeyde olmamasından
dolayıdır.
Bu seçenekler
arasında en ideali - Arkeolojik bulguların gerektirdiği Güneybatı Asya konumlu
tek bölge olan - Dicle-Fırat vadisi ve Basra-Hürmüz-Ovası’dır, çünkü
deniz seviyesinin bile altındadır ve kuzey rüzgarlarından korunmuştur ve
üstelik üzerinde çok sığ ama çok büyük bir tatlı su gölü (içinde de bir sürü
adası) bulunmaktadır. Zagros, Himalaya gibi dağ kuşakları üzerinde ise yoğun
bir kar ve buz örtüsü bulunmaktadır.
Buzul devri
süresince en ideal yaşam yeri olan bu vadi, buzul sonrası dönemdeki insanlık
için tam bir işkence vadisine dönüşmüştür. Çünkü yüksek dağların tepelerinde ve
yamaçlarında bulunan kar-buz örtüleri, iklimin gittikçe ısınması nedeniyle
ergimeye başlamışlar; kar ve buzların ergimesiyle oluşan sulara, buzlar
altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir
çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan
büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Solifluksiyon olayı!).
9.3.2.1. “Cennet-Ülke” nasıl
“Cehenneme” dönüştü?
Deutsche
Forschungs Gesellschaft’ın Meteor deniz-dibi araştırma gemisi tarafından
yapılan araştırma sonuçları, Basra-Körfezinin Buzul devri süresince (yani 15
bin yıl öncelerine kadar) kara halinde olduğunu göstermektedir.
Buzulların
kaybolması sonucu, hem dünya iklimi daha sıcak olmaya, hem de insanların yaşam
ortamları gittikçe artmaya başlamıştır; ama bir istisna ile: Buzul devirlerinin
Basra-Hürmüz ovası üzerindeki göldeki adalarda ve deniz seviyesinin
tekrar yükselmesiyle bağımsız adalara dönüşen diğer Basra ovası tümseklerinde!
Çünkü
buzulların ergimesiyle oluşan suların denizlere dolmasıyla, deniz seviyesi her
yıl yaklaşık 1.5 cm kadar yükselmekte, dolayısıyla denizlere komşu
olan tüm ovalar ve vadiler yavaş yavaş tekrar deniz suları ile kaplanmaktadır.
Bu adalarda yaşayan insanlar, hem her yıl tekrarlanan sel felaketleriyle, hem
de yaşadıkları ortamın her sene biraz daha deniz suları altında kalmasıyla
boğuşmak zorunda kalmışlardır.
O zamana
kadar herkes birbirlerini rakip veya düşman olarak görürken ve birbirlerinden
bağımsız olarak avcılık ve yabani meyve toplayıcılığı ile geçinirken, doğanın
karşılarına çıkardığı bu her yıl tekrarlanan sel felaketleri ve gittikçe
yükselen deniz seviyesi karşısında, gidecek başka yerleri olmadığı için,
karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşime girmek zorunda kalmışlardır.
Adanın
çevresine set şeklinde duvarlar örmek, taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir.
Duvar örme ve sürekli olarak bu duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli
insanların görevlendirilmesi gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak
besin maddelerini de başkalarının temin etmesi gerekmiş, bu şekilde çeşitli el
sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler ortaya çıkmış insanlar
arası karşılıklı bağımlılık sistemi, yani toplumsallaşma başlatılmıştır!
Bunun sonucu
insanlar arası karşılıklı etkileşim kritik değere ulaşmış ve 2. Evredeki çok
hızlanan bilgi düzeyi gelişiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur
Tavukları yabanda
avlamak yerine, onları “kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek
toplamak yerine, “tarla” gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları
oradan uzaklaştırıp, daha dar bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri
oluşturulur. Bu şekilde “tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların
nasıl yapılıp, işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları
kendilerinin üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin
yetiştireceği ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve
farklı alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan
toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin
oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.
İnsanlar
arası bu yoğun etkileşim, o zamanın tek aleti olan obsidiyen kesicilerine
ihtiyacı çok artırmış olmalıdır. Çünkü, duvar örme, tarla işleme vs. gibi tüm
faaliyetler ancak obsidiyenle mümkündür. Bu volkanik kayacın sağlanabilineceği
en uygun bölge ise, Güney-Doğu Anadolu’dur. Bu nedenle “cennet-ülke-
tümseklerinde” yaşayan insanlarla Güney-Doğu-Anadolu’da yaşayanlar arasında çok
yoğun bir ticaret ve bilgi aktarım trafiği oluşmuş olmalıdır.
Güney-Doğu-Anadolu
ve Basra arası bölgede Bereketli Hilal denilen bir bölgede ilk
toplumsal hayat sistemlerinin oluşması, bu bilgi akışları sayesinde
gerçekleşmiş olmalıdır.
İnsanların
yaşam ortamlarında gerçekleşen bu zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler
üretilmiştir. Bu yeni bilgiler insanları karşılıklı olarak birbirlerine
bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık yaşam standardının yükselmesine ve daha
dar bir alanda daha fazla insanın birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat
sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına
dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km-karelik bir alanda yetişen hayvan ve
bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı
bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir.
Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan
bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak
için gereklidir.
Daha ekonomik
bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi
düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el
sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler
oluşturulmasıyla mümkündür.
Toplumsal
hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve yazılı belge
oluşturulmasına götürmüştür.
Arkeolojik-antropolojik
bulguların gösterdiği üzere, ilk anlaşma öğeleri resimlerden oluşur.
Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5 bin
yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki
karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok
meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek
metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.
Özetle:
—Buzul devri
süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz
Ovası = Atlantis-Ovası“ diye adlandırdığımız bu 20-30 bin-yıl-önceleri-ovası
üzerindeki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle
burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır
yörelerden farklı olduğunun bilincindedirler. Ve Batı Asya ve
Avrupa’daki insanların BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU bu cennet ülke’de yaşamaktadır. Diğer
bölgelerde yaşam sadece mağaralardadır. Bu nedenle günümüzde Avrupa ve
Batı-ve-Orta-Asya’da yaşayanlar, bu cennet ülkeden kaçmak zorunda kalan insanların
torunlarıdırlar.
—Buzul
devrinin sona ermesiyle, hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmeye
başlar.
—Deniz
seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler;
ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu
adalar üzerindeki yaşam, adanın yüksekliğine göre, bir kaç bin yıl sürer. Doğa
ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde
yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde
başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde
yaşamaktadırlar.
—Buzul
devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel
felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan
kendilerini korumaya başlarlar. Zaman geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama
deniz seviyesi yükselmesi, ~14 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl
öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1.5 cm kadar).
—Yaşadıkları
bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri
için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği”
inancındadırlar.
—Gelecek
bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden
insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini
terk ederler.
—Dalgalar ve
akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar,
kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini
sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri
bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet
dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın
sonucudur.
9.3.2.2. İnsanların doğa ve hayat
konusunda oluşturdukları ilk bilgiler
Bilgi faktörü
doğadaki oluşum ve gelişimleri yönlendiren tek faktördür ve insan, bilgi
faktörünü en ön plana alacak şekilde oluşturulan tek canlıdır. Doğa ve dünyanın
oluşumu insanların en merak ettiği konu olmuştur ve bu nedenle, doğuran
kadınların heykelcikleri yapılmıştır.
Gerek Sümerler,
gerek platon gibi felsefe oluşturucular, ilk insanın nasıl oluştuğu konusunu
yorumlamaya çalışmışlar ve şu tür yorumlar yapmışlardır.
9.3.2.3. Sümerlerde yaratılış
Sümerler’e
göre, doğa ve dünyanın sahibi Tanrılardır. Nammu adlı tanrı, ilksel
su sisteminden yer (Ki) ve göğü (An) doğurur. Bu iki tanrının birleşmelerinden
Enlil adlı tanrı oluşur. Enlil yeri gökten ayırır ve yer’i sahiplanir. An ve
Nammu’nun birleşmesinden Enki doğar.
Gök tanrılara
tahsis edilmiştir. Doğadaki varlıklar ölümlerinden sonra Kur adı verilen ve
Ereshkigal adlı tanrıça ve onun kocası olan Nergal’in hüküm sürdüğü yer-altı-dünyasına
göçerler.
Tanrılar
insanı, kendilerine hizmet etmesi için, kendilerine benzer şekilde çamurdan
yaratır. Tanrılar insan kızları ile evlenirler ve onlardan doğanlar yarı tanrı
olurlar. Yarı-tanrıların insan kızlarıyla evlenmeleri sonucu, kutsal töz
gittikçe bozulur. Bunun üzerine büyük tanrılar toplanırlar; Tanrılar Meclisinde
insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve ahlaklarının bozulduğuna bu
nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden kaldırılmasına karar verilir. Büyük bir
tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular altında bırakılarak insanlık yok
edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı pek beğenmez ve Ziusudra adlı
inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen iyi bir kralı bu karardan
haberdar eder ve bir gemi yaparak yakınlarını ve her canlıdan bir çifti içine
yükleyerek bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Ziusudra öğütleneni yapar ve
yedi gün süren büyük bir tufandan sonra gemisinin tekrar karaya oturmasıyla
tufandan kurtulur.
Tufan olayı
tüm toplumların tarihsel değerlendirmelerinde temel bir dönüm noktası oluşturur
ve her toplumda “tufandan önce- tufandan sonra” ayrımı yapılmaya başlanır.
Sümer tarihi kayıtlarında “Sümer Kralları Listesi” diye bilinen kil tabletlerde
tufandan önceki dönemde 10 adet kutsal soylu kral adı bulunur ve bunların
krallıkların binlerce yıl ömürlü olduğu yazılıdır.
Tufan öncesine
ait 10 adet kutsal soylu kral (veya peygamber) adları ve bunların ömürleri de
toplumdan topluma değiştirilir ama sayı hep 10 olarak kalır.
Özetleyecek
olursak, Sümerler yaratıcılığın, Üstün-insan (tanrı) olarak tanımlanabilinecek
varlıklar tarafından geçekleştirildiğine inanmışlardır. Tanrılar, her topluma
kendi dillerinde bir peygamberle mesaj gönderirler. İnsanlar da bu mesajlara
uygun yaşarlarsa, tanrılar onların başına felaket göndermez.
9.3.2.4. Platon’a göre yaratılış
Hayatla
ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı amaçlayan felsefe dediğimiz bilim
dalının babası kabul edilen Platon (Eflatun MÖ 429 - MÖ 347) zamanının tüm
bilgilerini derleyerek, Timaios ve Kritias adlı iki eserinde,
insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya çalışmıştır.
Platon bu
bilgileri, MÖ. 640-558 arasında yaşamış olan Solon adlı yunan bilgininden
alındığını; Solon bu bilgilerin Mısır’daki bir rahipten edindiğini; Rahip ise
bu bilgilerin bir tapınak duvarındaki bir yazıtta bulunduğunu belirtir.
Bu bilgilere
göre, Mısır kültürü bilgileri 8 bin yıl önce bir kadın-tanrı tarafından
aktarılmıştır. Aynı bilgiler iklimi çok ılımlı ve toprakları çok verimli başka
bir ülkede, bin yıl daha önce (yani o zamana göre 9 bin yıl önce, günümüze göre
11600 yıl önce) başka bir kültürü oluşturmuştur. Sümer uygarlığının Mısır
kültüründen daha önce oluşturulduğu düşünülürse, bu ülkenin Basra - Umman
arasında bir yerde olması gerekliliği ortaya çıkar.)
Bu
kadın-tanrının geldiği ülke Atlantis ülkesidir. Atlantis ülkesi bir boğazla
büyük bir okyanusa açılan bir deniz (göl) (Atlas denizi) içinde bulunan bir
(yarım?)-adadır. 11600 yıl önce büyük bir tufan olur ve Atlantis sulara
gömülerek yok olur.
Atlantis
hakkında Platon şunları yazar:
““Vaktiyle
tanrılar bütün dünyayı, yer yer, kendi aralarında paylaşmışlardı. …. Bu
adaletli paylaşmada her biri hoşuna giden payı aldıktan sonra, hepsi
kendilerine düşen yerlere yerleştiler. Yerleştikten sonra da, kendi malları,
kendi yetiştirmeleri olan bizleri, çobanların sürülerini besledikleri gibi
beslediler.”
“Deniz
tanrısı Poseidon’un payına Atlantis düşer. Poseidon Atlantis’in yerli halkından
Cleito adlı bir kızla evlenir ve 5 ikiz oğulları olur. Ülkesini bu 10
yarı-tanrı oğulları arasında bölüştürür ve en yaşlısı Atlas’ın başkanlığında
birlikte yaşamalarını sağlar.
“O
zamanlar bu ülkenin kuvveti, erkesi çok büyüktü, Tanrı bu büyük erkeyi,
anlattıklarına göre, şu yüzden bize karşı çevirmiş:
Birçok
nesiller boyunca, tanrıca yaradılış yönleri üstün geldikçe, yasalara boyun
eğdiler, kanlarına karışan Tanrıca öze bağlı kaldılar. …. Birçok ölümlülerle
sık sık birleşmeleri yüzünden, kendilerindeki tanrıca öz gitgide azalıp
insanlık özü üstün gelmeğe başlayınca, o zaman, içinde yaşadıkları refahı
hazmedemeyerek, soysuzlaşmaya başladılar; görmesini bilenlere çirkin
göründüler, çünkü en değerli şeylerin en güzellerini kaybetmişlerdi. … Yasalara
göre hükmeden, böyle şeyleri çok iyi görebilen tanrıların Tanrısı Zeus, işte o
zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsızlığını fark ederek, onların
aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi.
Bütün tanrıları, evren'in ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi
gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki:”
Eflatun’un
anlatımları aniden kesilir ve hikâyenin sonu bilinmez; çünkü yaşanılan
toprakların aniden denize gömüldüğü ve Atlantis uygarlığının kayıp olduğu, bu
nedenle de bilgilerin burada kesildiği ima edilir.
9.3.2.5. Kutsal Kitaplarda
yaratılış:
Kutsal
Kitapların Yaratılış bölümünde de, “Doğuda bir yerdeki Eden Bahçesinden = Cennet’ten”
ve o bahçede akan Dicle, Fırat, Pişon ve Gihon adlı, günümüzde ikisi mevcut
olmayan ırmaktan söz edilmektedir. Allah insanı bu bahçede yaratır, ama onlar
orada günah işledikleri için o bahçeden kovulurlar ve yeni dünyalarına sürgün
edilirler!
Kutsal
kitaplar dünyada yaratılan ilk insanın Adem olduğunu belirtir
ve Ademden Nuh peygambere kadar 10 adet çok uzun ömürlü kutsal insan
yaşadığı belirtildikten sonra, 6. Bölümde şu ayetlere yer verilir:
1 Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu.
2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. ("İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
3 RAB, "Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür" dedi, "İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak."
4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.
5 RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.
6 İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.
7 "Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri*, kuşları yeryüzünden silip atacağım" dedi, "Çünkü onları yarattığıma pişman oldum."
8 Ama Nuh RAB'bin gözünde lütuf buldu
(Ancak Nuh
Peygamber, O’na inanmış biridir ve Tanrı’nın ona bir şans vermesine sebep olur.
Tanrı, Nuh’a bir gemi yapmasını, yaşayan bütün hayvanlardan birer çift almasını
emreder. Ve Tufan başlatılır.)
Görüldüğü
üzere, 10 tanrı-soylu kral ve namus-ahlak bozulmasına bağlanan bir tufan
hikâyesi kutsal kitaplarda da aynen var.
Dolayısıyla,
tüm bu olaylar ve oluşumlar aynı bir olayı ve aynı bölgeyi çağrıştırıyor.
Arkeolojik kazılar Sümer denilen bir toplumun varlığın kesin olarak ortaya
çıkardığına göre, Atlantislileri Sümerlerle aynı kabul etmek gerekiyor.
9.3.2.6. Ve sonuç olarak şu geçek
ortaya çıkar:
İnsanlık çok
zor bir durumda kaldığında, karşılıklı bir etkileşim içine girerek, sorunlarını
çözecek bilgiler üretmiş ve 2. Evrede görülen çok hızlı bir kültürel gelişim
oluşturmasını başarmıştır.
Ama doğadaki
oluşumları ve doğal olayları statik sistemli bir görüşle, tepedeki hayali bir
güç sistemine bağlaması çok hatalı olmuştur. Çünkü doğa dinamik sistemde, yani
tabana dayalı ve karşılıklı etkileşimlerle oluşmaktadır. Tepede bir güç sistemi
varsayımı, ilk bölümde anlatılan Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) sistemi
gerektirir ve TBÖ ise tüm toplumsal sorunların kaynağını oluşturmaktadır. İşte
bu nedenle, 2. Evrenin sonunda insanlık bir gerileme dönemine girmiş ve normal
bir güzergahta ilerlemesi gereken toplumsal gelişim hızı yavaşlamaya
başlamıştır.
Doğal
olayları, doğanın kendi içsel dinamikleriyle değil de, varlıkların dışında
varsaydıkları bir ilahi güç sistemine bağlamaları kutsal kitaplı bir
yaratıcılık kavramı anlayışına yol açmıştır. Bu ise insanlığın günümüzde karşılaştığı
en büyük toplumsal sorundur.
9.3.3. Üçüncü Evre
gerileme dönemidir. Peki neden gerileme bu evreyle başlar?
Üçüncü evre
yaklaşık 3 500 yıl öncelerine denk gelir. Peki 3 500 yıl önceleri dünyamızda ne
olmuştu da, insanlık bu olaydan etkilenip, geri kalmaya başlamıştı?
Günümüz
dünyasının et yaygın dinsel görüşü olan kutsal kitap anlayışının ilk temeli 2.
Evre sonunda Sümerler tarafından atılmıştır. Bu inanç, doğadaki oluşumların
statik sistemli, yani tepedeki kutsal insanlar (tanrılar) tarafından
gerçekleştirildiği ve tepeden gelecek kararlara uyularak yaşanması halinde
insanların başına felaket gelmeyeceği şeklindedir.
Sümerlerin
ilk zamanlarında toplumlar kent devletleri şeklindedir, ve her kentin bir
tanrısı vardır. Zamanla toplumların çapı artar ve bölgesel devletler ortaya
çıkar.
Bölgesel
devlet oluşumları 3-4 bin yıl öncelerinde çok yaygınlaşır, Lidya,
Hatti, Hitit, Akad, Mısır vs. gibi bir çok bölgesel devlet ortaya
çıkar. Dolayısıyla her kentin bir tanrısı olması da değişmeye başlar.
Semavi
dinler, yani Kutsal Kitaplı dinsel görüşün temeli ise yaklaşık 3500 yıl
önceleri atılır. Neden 3 500 yıl önce sorusuna gelince: Yaklaşık 3500 yıl
önceleri tüm Akdeniz kıyısı insanlarını etkileyen büyük bir doğal felaket olur.
M.Ö.
1475-1470'lerde Ege denizindeki Girit adasının kuzey-doğusundaki Santorini
adasında çok büyük bir volkan patlaması olduğu, jeolojik ve arkeolojik
kayıtlardan, anlaşılmaktadır (Keller ve diğ., 1978; Sullivan, 1988; Ercan,
1990).
Deniz
yüzeyine çok yakın bir yerde gerçekleşen bu volkan patlaması, tüm Ege ve
Akdeniz’de muazzam bir tsunami oluşturur. Bunu kesinlikle söyleyebiliyoruz,
çünkü Santorini’de püsküren volkanizmada oluşan süngerimsi özellikli ponza
taşlarının bu tsunami dalgaları ile Suriye sahillerine kadar taşındığı jeolojik
olarak saptanmıştır. Girit adasının kuzeyinde patlayan bu Santorini volkanı,
Ege Denizindeki bir çok adadaki yerleşim yerlerinin yerle bir edilmesine neden
olmuştur. Minos uygarlığı denilen bir kültürün yok oluşu, bu volkanik
faaliyetin bir sonucudur.
Tevrat'a göre,
Israil-oğullarının Mısır'dan göçü, (ay yılı ile) M.Ö.1510 olarak bilinir.
Volkan patlamasının olduğu 1470-1475 yıllar arası, ay-yılı takvimine göre MÖ. 1510-1515
yıllarına denk gelir. Yani Santorini volkanının patlama yılı, tamı tamına
İsrail-oğullarının Mısırdan göçtükleri yıla denk gelmektedir. Dolayısıyla,
20-30 metre yükseklikli bu dalgaların Mısır’ın sahil ovalarında kilometrelerce
ilerleyip, oradaki insanların ölümlerine yol açmış olması kesindir. Nil
Deltasında ziraatla uğraşan ve yaşayan Firavun adamlarının bu felaketten büyük
ölçüde nasibini almalarından da daha doğal bir şey olamaz. Ovalardan biraz daha
yüksek konumlu yamaçlarda hayvancılık ve çobanlıkla uğraşan İsrail oğullarının,
bu dalgalardan daha az etkilenmiş olmalarından daha doğal bir şey de olamaz.
Her zaman görülmeyen böylesine muazzam bir felaketin, insanlar tarafından
unutulması, veya göz ardı edilmesi de düşünülemez. Yani insanlar bu olayı
mutlaka yıllar boyu hatırlamışlardır, ve nesilden nesile de aktarmışlardır.
Peki olay nasıl aktarılmıştır?
Musa asasıyla
denize vurur, deniz ikiye yarılır; denizin çekildiği aralıktan İsrail-oğulları
kaçıp-kurtulurlar; onları takip etmeye çalışan firavun adamları, geri gelen
deniz sularında boğulurlar!
Kutsal
kitaplarda böyle anlatılan olayı bir de mantık açısından değerlendirelim:
İsrail
oğullarının Mısır’da yerleştikleri bölge Goşen olarak belirtilmiştir. Goşen ile
İsrail oğullarının Mısır’dan ilk kaçtığı yer olan Sina bölgesi arasında,
eskiden deniz yoktu ki, Musa Peygamber asasıyla denizi ikiye ayırıp da, Sina'ya
kaçsın; Süveyş kanalı yaklaşık 1 asır önce açılmıştır. Dolayısıyla, Mısır'dan
Sina'ya geçmek için, denizin ikiye yarılmasına gerek yoktur, ki, bu da olayın
bir başka yönünü vurgular.
Buradan
çıkarılacak sonuç şudur: Toplumları yönlendirenler (krallar, rahipler,
aristokratlar (zenginler) vs. doğal olayları hep tepedeki bir kutsal varlığın
insanları cezalandırması şeklinde yorumlamışlardır.
Burada
cezalandırılan Mısır halkıdır, korunan ise İsrail-oğullarıdır. Yani kutsal
kitaplardaki yaratıcı, belli bir ırkı seçer ve onu korur. Sümerlerin
tanrılarına benzeyen bir davranış, bir kenti (bir ırkı) koruyan tanrı anlayışı,
aynen devam etmektedir.
Bu görüşü
destekleyen birkaç kutsal kitap alıntısı:
Kutsal
kitapların bir çok yerinde, kutsal kitapların tanrısının İsrail-oğullarını
seçtiği ve onları koruyup-kollayacağı vurgulanır.
İbrahim peygamberin tanrısı
(Rabbi=efendisi) ona şöyle der:
Eski-Ahit, Bab 17:
“Antlaşmamı seninle ve soyunla
kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun
Tanrısı olacağım.
Tanrı İbrahim'e, "Sen ve soyun
kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız" dedi,
"Seninle ve soyunla yaptığım
antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet
aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak”
Bu kutsal kitap hükmü nedeniyle,
İbrahim peygamber soyundan gelenler ( İshak ve İsmail’in soyu, yani Yahudiler
ve Müslümanlar) sünnet olurlar.
İshak’ın oğullarından biri olan
Yakup’un tanrısı ona şöyle der:
Bab 35,
1. 10-"Sana
Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak" diyerek
onun adını İsrail koydu.
2. 11-"Ben
Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım" dedi, "Verimli ol, çoğal. Senden bir
ulus ve uluslar topluluğu doğacak. Kralların atası olacaksın.
3. 12-İbrahim'e,
İshak'a verdiğim toprakları sana verecek, senden sonra da soyuna
bağışlayacağım."
Kutsal kitapların, tepedeki EFENDİ’ler
kesimini meşrulaştırma öğretileri olduğu, tepedeki efendiler zümresinin amacına
göre ve onların talimatlarıyla düzenlenerek törelerimize işlendiklerihttp://tanriyianlamak.blogspot.com/2018/10/naslzombilestik-1.html adresli makalede
ayrıntılarıyla gösterilmiştir.
9.4. DÖRDÜNCÜ EVREDE KÜLTÜREL GELIŞIM HIZI BIRAZ ARTMAYA
BAŞLAR ÇÜNKÜ,
Önce
matbaanın keşfiyle “Bilgi” aktarma hızı çok, dolayısıyla, insanların bilgi
edinme olasılıkları artmış; sonra da Rönesans ve reformla, kutsal kitapların
dogmatik baskılarından kurtulma olanağı ortaya çıkmıştır.
Peygamberli
(kutsal kitaplı) sistem etkisi altındaki toplumlar tepeye bağımlılığa
alıştırılmıştır. Bu ise insanların pasif kalıp, her şeyi tepedeki birilerinden
bekleyen bir toplum oluşturulmasına dönüştürmüştür. Bu durum batı-aleminde
Rönesans ve reform sistemiyle kısmen düzeltilmiş ve batı aleminin bilim ve
teknolojide ilerlemesinin yolunu açmıştır. Ama diğer katı dogmatik ve otoriter
sistemler içinde yaşayan toplumlarda bir reform yapılmadığından, onlar
batı-dünyasının sömürüsü altında yaşamaya devam etmektedirler.
Batı
dünyasının ortaçağdan sonra Rönesans ve reformla kutsal kitap etkilerinden kurtulması
sonucu insanlarının yaratıcılık gücü artıp, toplumsal kalkınmaları gelişirken,
Osmanlı devletinin sım-sıkı kutsal kitap inancına sarılıp devam
etmesi, geri kalmışlığımızın temel nedenidir. Çünkü doğada yaratılış,
doğum-ölüm, yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden
üst-sistemlere geçişler şeklindeki bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.
10.Bilgi ve yaratıcılık ilişkisi
Her canlı
hücrelerden oluşur, ve hücreler canlının gereksinimlerine uygun şekilde organ
veya organeller oluşturarak canlının doğal koşullara uyumlu davranmasını
sağlarlar.
İnsanı
oluşturan hücreler bu temel ilkeden biraz saparak, insan beynini, çok farklı senaryolar
üretecek, çok geniş çerçeveli düşünüp- davranacak bir yetenekle donatmışlardır.
Bir
katılımcı, “insan yaratıcı ise neden bir hücre oluşturamıyor?” şeklinde insanın
yaratıcılığına itiraz etmişti. Yanıtım şu idi:
Doğada
yaratıcılık alt-sistemlere aittir, onlar doğadaki değişim-dönüşümlere uyabilmek
için çeşitli üst-sistemler oluştururlar. Hücreler alt-sistemdir, insanlar
(bedenler) üst-sistemdir. İnsan hücre oluşturamaz, hücreler insan oluşturur.
Önceki bölümlerde açıklandığı gibi, insan da doğadaki değişimlere uygun bir
beden oluşturma amacıyla hücrelerce oluşturulmuşlardır. İnsanın yaratıcılığı
ise, insanlığın karşı-karşıya olduğu sorunları çözecek şekilde bir üst-sistem
(yani toplum) oluşturmaktır. İnsanlığın oluşturduğu (yarattığı) ürünlere
bakılırsa, hepsi toplumsal yaşamın gereksinimleri olan şeylerdir. Bu ürünler,
hücrelerin beden oluşturmak için oluşturdukları kalp, böbrek, beyin, el, ayak,
vs. gibi organlara denk gelirler. O organlarla da farklı bedenler
oluşturulmuştur. Yani insanlık eninde-sonunda doğal-sisteme uygun bir gerçek
ekolojik toplum oluşturacaktır. Bu girişimi engelleyenler, statik sistemli
düşünüp-davranan bilim-insanları, din-adamları, para-babaları, siyasetçiler
vs.dir.
Canlılar
çevresinde kendisini etkileyecek faktörleri algılayacak organlar-organeller,
proteinler, vs oluşturulur. Bu sayede doğadaki farklı koşullara uyum sağlayarak
yaşamını sürdürür. Biz insanlar onlar kadar bu konuda başarılı değiliz.
Bir örnek
verelim:
Jeoloji
öğrencileriyle saha çalışmaları yaptığımız bir yaz gününde, hava
güllük-güneşlik iken, birden bire ani bir fırtına kopar ve ceviz büyüklüğünde
dolu taneleri başımıza yağmaya başlar. Kafamızda şişliklerle, bir süre sonra
öğrenci yurduna döneriz ama ıslanmayan, zarar görmeyen kimse yoktur.
Aklıma şu
soru gelir: Arılar bu güzel günde mutlaka kırlarda çiçeklerden nektar topluyor
olmalılar. Böyle yok edici bir felakette hepsinin ölmesi gerekir. Acaba onlara
ne oldu?
Ertesi gün,
saha çalışması yaptığımız yere yakın bir yerde arı-kovanları bulunan birine
gidip, bu soruyu sordum. Verdiği cevap ilginçti: Dolu yağmurunun başlamasından
kısa bir süre önce, sürüler halinde tüm arılar kovanlarına dönmüşlerdi!
Sadece
fırtına değil, deprem, volkan patlaması gibi felaketlerden etkilenecek
hayvanlar da, bu felaketleri önceden algılayıp, önlem almaktalar.
Peki insanı
oluşturan hücreler neden bu konuyu dikkate almayıp, bizleri bu tür
yeteneklerden mahrum bıraktılar?
Çünkü insanı
oluşturan hücreler çok daha geniş bir bakış açısıyla hayatı ve
doğayı algılamaya ve ona uygun çözümler üretecek çok geniş spektrumlu bir beden
ortaya koymaya kalktılar.
İnsan hariç
hiçbir canlı, dünyamız nasıl oluştu, evren nasıl oluştu gibi sorularla
uğraşmaz, ama biz uğraşırız. Bu nedenle, bir insan nasıl doğuyor, il insan
nasıl oluştu? Dünyamız nasıl oluştu? gibi binlerce soruyu kendine sormaya
başlar.
İnsanlığı
kültür gelişimi grafiğinden anlaşıldığı kadarıyla, bu soruları sormak yaklaşık
300 bin yıl başlamış, çünkü o zamandan beri ölülerini
gömmeye; 45 bin yıl önce duvarlara, taşlara resimler yapmaya; 27-28
bin yıl önceleri, insan nasıl oluşmakta sorusunu sorup, doğurganlığı
temsil eden hamile kadın heykelcikleri yapmaya; 15-20 bin yıl önceleri ölümden
sonra tekrar dirilmeyi tasarlamışlar ki, ölenleri en değerli eşyalarıyla
birlikte gömmeye; 12 bin yıl önceleri ay-güneş ve yıldızların hayatı nasıl
etkilediğini sorgulamışlar ki, gök-yüzündeki bu öğeleri gösteren şekiller
çizmeye başlamışlardır.
Zaman
olgusunun önceki bölümlerde açıklanan gelişim aşamaları, doğal sistemin sürekli
bir gelişme içinde olduğunu ve bu gelişmelerin de bilgi oluşturularak
yapıldığını göstermektedir. Doğadaki değişim-dönüşümler olarak karşımıza çıkan
zaman olgusu, atom-altı-öğelerin çevrelerini algılayarak, oluşan yeniliklere
göre, yeni üst-sistemler oluşturduklarını göstermektedir.
Yaratıcılık hep
alt-sistemlerle başlar, atom-altı-öğeler atomları; atomlar molekülleri;
moleküller hücreleri hücreler bedenleri oluştururlar ve sahiplenirler;
ömürlerini belirlerler. O ömür sonunda üst-sistem tekrar alt-sistemlerine
ayrışır; ve doğadaki değişim-dönüşümlere göre yeni üst-sistem oluşumları tekrar
başlatılır. Yani doğal sistemin yaratıcılığı, dinamiktir,
sürekli-değişim-dönüşüme göre çalışmaktadır. Bu nedenle evrensel ölçekte bir
gelişme, bir evrim vardır.
Zamanın dünyamızdaki
gelişim aşamaları, canlılığın kuantsal sistemle başladığını göstermektedir.
Dolayısıyla hayat sistemi gittikçe evrimleşmektedir. Bu evrimleşme bilgi
faktörü ile olmaktadır. Yani yaratıcılık, dinsel öğretilerin öngördüğü gibi
“olsun” denildiğinde oluşan bir sistem değil, enerjinin gittikçe daha yoğun bir
şekilde kullanılmasına yönelik arayışlar, olasılık hesapları ve en olası sistem
arayışı şeklinde olmaktadır.
Yani her şeyi önceden
bilen ve ona göre doğa ve dünyayı yaratan bir yaratıcı değil, olasılık
hesapları yaparak, en iyi yapıların gelişmesini, kötülerin elenmesini sağlayan
bir yaratıcılık söz konudur. Bu nedenle farklı düzeylerde yaratıcılık ortaya
çıkmış, önceleri hücresel düzeydeki yaratıcılık egemen olmuştur. 5 milyon yıl
önceleri ise, sadece bu dünya üzerindeki koşullara dikkate alarak yeni bedenler
oluşturan bir beden değil, evrensel ölçekte düşünerek yaşamayı ön-plana alan
bir cins oluşturmaya geçiş başlamıştır.
Hayatın-doğum-ölüm döngülü
ve de atom-altı-öğelerle başlatıldığının bilinmediği zamanlarda,
yaratma-erki tepedeki bir güç-sisteminde düşünülmüştür.
Halbuki, insanlar hayvanların çiftleşmeyle oluştuklarını
görüyorlardı. Bu çiftleşmede erekle dişi arasında bir şeylerin alınıp
verildiğini de düşünebilirlerdi. Yani küçük ölçekli bir şeylerin bir canlının
oluşturulmasında rol aldığını düşünebilirlerdi.
İnsanların ateş yakmasını,
cam, tekerlek, at-arabası vs. gibi bir sürü yenilik ortaya koyduğunu, diğer
hiçbir hayvanın böyle bir yapma-yaratma yeteneği olmadığını da fark
edebilirlerdi. Yani insanların belli bir yaratıcılık yeteneğine sahip
olduklarını fark edebilirlerdi.
Ama onlar yaratıcılığı,
varlıkların içsel bileşenlerinde değil de, kendilerinden daha büyük ve güçlü
süper-insanlarda olduğu yönünde görüşler oluşturmuşlar ve bu görüşlerini de
töreler olarak insanlara belletmişlerdir.
Bu nedenle doğal sistemin
oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü
varlıklar olarak tasarlamışlardır.
Doğal sistemin oluşturucu
ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar
olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı
simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan
T-şekilli sütunlar erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak düşünülebilinir.
Göbekli Tepe’deki en eski
yuvarlak şekilli yapılarda ortada iki büyük T- sütununun çevresinde 12 adet
küçük boyutlu T-kolonlarının yılın 12 ayını temsil eden ve doğadaki periyodik
canlılığı, mevsimleri vs. etkileyip yönlendirdikleri sanılan gök cismi
tasarımları olarak düşünülebilinir. Daha sonraki zamanda yani MÖ. 8 binli
yıllarda yapılan tapınakların değişik ( 12 değil de 10 T-sütunlu) tasarlanması,
Sümer tarihinde 10 kutsal kral olmasıyla ilişkili olabilir.
11.”Yaratıcılık Allah’a mahsustur” tam bir zır-cahillik
ifadesidir.
Şimdi bu zihinsel
zehirlemenin nasıl işlediğini gösterelim.
“Yaratıcılık Allah’a
mahsustur” ifadesi toplumumuzda çok yaygın kullanılır. Ve bu ifade özellikle islam
aleminde yaygındır, çünkü tüm bilgilerin kutsal kitapta yazıldığı, o kitabın
iyi okunması ve anlaşılmasıyla, her şeyin yapılabileceği, tüm icat ve
keşiflerin bu yöntemle gerçekleştirilebileceği egemen görüştür.
Şekilde gösterildiği
üzere, yaratıcılık kuantsal sisteme mahsustur. Ve kuantsal sistem, bedenimizin
dışındaki bir efendide değil, bedenlerimiz içindeki hücrelerimizde ve de
onların içlerindeki atomik sistemdedir.
Hücreler kendilerine
gösterilen hedefe ulaşacak şekilde işlemler yaparlar. Hedef yüksek dallardaki
yapraklara ulaşmak ise, uzun boyunlu bir yaratık, hedef yerlerdeki çimleri
yemek ise, ona uygun bir yaratık oluşturulur.
Balina, yunus, fok gibi
memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse,
hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar,
yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar
değildirler. Onlar denizde yaşamaya başlayan balıkların, kara yaşamına uyum
sağlayacak şekilde evrimleşmiş temsilcileridirler. Solungaç yerine akciğerleri
vardır. Ama dünyamızda yaşam koşulları değişince, yani 65 milyon yıl önceleri
dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal
derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan dinozorlar gibi bir
çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik
boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel
gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin
yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
350 milyon yıl önceleri
deniz hayatından kara hayatına geçişi gerçekleştiren hücreler, 60 milyon
önceleri de, bu defa kara hayatından tekrar deniz hayatına dönüşe uygun
tasarımlar yapmışlar, deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde, suda akciğer
solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda yürümek için
oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime
uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek yapılmıştır.
Bir toplumdaki insanlara,
“yaratıcılık Allaha mahsustur” denildiğinde, o insanın beynindeki
hücreler dumura uğratılmış olur, çünkü hücrelerin kendilerine yapıcı bir hedef
gösterilmemiş, tersine, “tepedeki birilerinin yaratacağı şeyi bekleyin, ona
göre davranın”, şeklinde bir hedef gösterilmiştir. O beyinler artık yaratıcı
bir işleve girişmezler.
Halbuki doğa sürekli bir
değişim-dönüşüm içindedir ve canlının bağımlı olduğu enerji kaynakları sürekli
değişmektedir. İnsan da bu değişimlere uyumlu olmak ve geleceğini güvence
altına alabilmek için bu değişim-dönüşümleri en ayrıntılı şekilde takip etmek
zorundadır. Geleceğinin nasıl olacağını aktif şekilde takip etmeyen, bu takip
işlemlerini bir başkasına (bir efendiye) bırakan insanlar sömürülme ve uşaklığa
mahkumdurlar.
Bizlerin yapacağı işler,
beyinlerimizdeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hücrelerin neyi nasıl yapacakları
ise, onların öğrenmelerine-eğitilmelerine bağlıdır. Doğadaki yaratıcılığın,
varlıkların dışında bir merkezden gerçekleştiği şeklinde bir veriyle doldurulan
beyinlerin, aktif-yaratıcı bedenler oluşturması olanaksızdır. Batı-dünyasının
son 500 yıl içinde binlerce keşif yapması ve yüzlerce Nobel ödüllü bilim insanı
yetiştirmesi karşısında, islam aleminin tek bir Nobel ödüllü bilim insanı
yetiştirmemesinin nedeni beyinlerimizin bu şekilde şartlandırılmış
olmasındandır.
Beyinlerimizdeki nöronlar,
çok geniş bir veri-ağı kullanarak işlerini görürler; topluluk düzeyinde bir
etkileşim sistemi ve ortak noktalarda uzlaşma söz konusudur. (Golub et
al.2018, s.607)
Beyinler gelecekteki
davranışlarının en iyi şekilde olmasını sağlamak için, önemli olayları öngörücü
veriler toplamaya çalışırlar. . (Groessl et al 2018, s.952.)
Beyinler sürekli
öngörülerde bulunmaya ve bu öngörülerin oluşan olaylarla örtüşüp-örtüşmediğine
bakarlar. Öngörüler olasılık hesapları yapılarak oluşturulur. Bir canlının
hayatta başarılı olabilmesi, doğadaki olayların ilişkileri arasındaki
kurabileceği olasılıklar hesaplarının güvenirliliğine bağlıdır.
(Fiorillo et al. 2003, s.1898)
Böylesine bir belirsizlik
içinde yaşadığını bilen bedenimiz hücrelerine, “siz pasif kalın, efendi sizin
yaşamınız için gerekli kararları verir” zihniyetine bel bağlamış insanların ve
toplumları geleceği nasıl olacaktır?
Çünkü doğada yaratılış, doğum-ölüm,
yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden üst-sistemlere geçişler
şeklindeki bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.
Doğadaki tüm işlevler
enerji ile yapılmaktadır Çalışan, iş yapanlar ise, hep varlıkların içsel
bileşenleridir. Bu cehalet cümlesi etkisi altında kalan tüm toplumlar,
geri-kalmışlığa mahkumdurlar, çünkü, insanların içlerindeki kendine güven
duygusunu, bir şeyler yapabilme isteğini körleştirip, kısırlaşmış, pasif bir
kişilik oluşumuna yol açılmaktadır,
12. Statik Sistemin yönlendiricisi para olmuştur.
İnsanlara asırlardır,
doğadaki yağmur, fırtına, deprem, volkan patlaması, kuraklık, mikrobik
salgınlar, çekirge-vs. istilaları gibi doğal olayların, doğa-üstü bir güç
sisteminin insanları cezalandırması olduğu şeklinde yanlış bir bilgi verilerek
mantıkları çarpıtılmaktadır.
Bu yanlış bilgiler 5-6 bin
yıldan beri sürekli aynı nakaratlarla aktarıla geldiğinden, artık toplumların
gelenek-göreneklerine işlenmişlerdir. Dolayısıyla insanlar bilinç-altlarına
otomatik olarak yerleştirilen bu yanlış bilgilerle hayata başlamaktadırlar.
Peki bu yanlış bilgilerin
aktarılması kimlerin işine yaramaktadır, kimler bu yanlışlığın devamını
istemektedir?
Bunun tek bir cevabı
vardır: Efendiler sınıfı.
İnsanlık tarihinde
yaklaşık 5 bin yıldan beri tepedeki bir “efendiler” sınıfının
sahiplenip-yönettiği toplumsal hayat sistemi vardır. Bu Efendiler kesiminin
kendilerinde bir doğal güç-veya-enerji olmadığından, tabandaki halk kesiminin
ürettikleri ürün ve hizmetlere el koyarak oluşturdukları bir “para havuzu =
kapital= toplum-hayatının-kanı” ile, halkı istedikleri gibi
yönetebilmektedirler. Halkın pasif davranması, tepedekilerden gelecek
yönlendirmelere uyacak şekilde davranmalarını sağlamak için, peygamberlik gibi
bir yaratıcı-ağzı sistemi hayata geçirilmiş, ve doğal olayları-felaketleri
önceden haber verebildikleri öne sürülen kişiler ayarlanarak veya tasarlanarak,
halk korku ve baskı altına alınmıştır. “Her millete kendi dilinde bir peygamber
gönderildiği” anlayışı ile insanlar arasında kutuplaşma-ayrımlaşma başlatılmıştır.
Bu yetmemiş, peygamberler
sürekli cilalanıp-parlatılarak, olağan üstü doğum ve yaşam övgüleriyle
tanıtılmaya, insanların gözünde hayranlık uyandırmaya çalışılmıştır. Bu
yüceltme işlemleri öyle yaygınlaştırılmıştır ki, insanlar artık doğada yaratıcılık
olaylarının nasıl gerçekleştiğiyle değil, peygamberlerin hayatları ile
ilgilenir olmuşlardır. Hedef dağıtma ve ana konudan sapma bu şekilde
gerçekleşmiştir. Bu gün insanlar artık, doğadaki yaratıcılık nasıl oluyor
konusunda değil, çeşitli dinsel görüşler veya peygamberlik konularıyla
ilgilenir olmuşlar, her ay peygamberi anıcı-yüceltici bir ibadet veya tören
düzenler durumdadırlar. İnsanlar peygamberleri simgeleyen yelere yönelerek dua
ederler. Bu durum, yaratıcının değil, peygamberlerin ön plana alındığının bir
başka göstergesidir. Yaratıcı orada mıdır ki, dua eden oraya yönelir?
Dünyamız bu gün bile
tepedeki bir Efendiler ve para-babaları örgütü tarafından parsellenip,
yönlendirilmektedir.
Bilinç-altımız
statik-sistemli hayat görüşüne göre programlanmıştır. Bu görüş uyarıca, doğa ve
dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilir.
Doğa tepedekilerce parsellenip sahiplenilir ve sahiplenilen yerlerdeki tüm
varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze edilir. Halk efendilere
ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin
çoğunu efendiler alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist
sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü
tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır.
Toplumlarının dinamizmi para ile denetlenir ve paranın kontrolü
"tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran
tepedekilerin oluşturduğu bir “efendiler” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir
kukla sınıfı gelişir. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her
millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir
ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkar.
Sahiplenme devlet
düzeyinde başlar, fabrika, çiftlik, konak, vs gibi yerlerle devam eder,
çalışanlar boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilir. Tüm emek ve ürünler
çalışanlara ait olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum”
diyerek onları baskı altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri,
para denilen tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik
sistemin köleleştirme etkisi).
• Doğadaki
etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı kesilirse:
● borç taksitlerini
ödeyemeyeceği;
● ailesinin masraflarını
karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam
etmektedir.
Toplum hayatında
insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi
“para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para
peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise
insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.
12.1.1. Tüm
geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir
hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında
olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip
çıkmaktadır.
Eğitilmemiş kişi en
azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin
yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış
ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış
insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı
çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm
toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala
kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir
şeyle açıklanamaz.
Öylesine körü-körüne
inandırılmışız ki,
• halk
geleceğini, çocuklarının geleceği olan bu dünyanın efendiler sınıfınca
parsellenip-sahiplenilmesine,
• doğadaki
dengenin sağlanmasında gerekli olan milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün
yok olmasına,
• hak-hukuk
sisteminin, para ile yer-değiştirmesine,
• özgür
yaşam ile kul yaşamı arasındaki farkı unutup, Osmanlı padişahlığı dönemini geri
getirmek isteyen yöneticilik anlayışına oy verip, onların yönetimi altına giriyor.
Ve tüm bunlar bir kutsal
kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan kendisine sormuyor: Statik sistemli
hayat görüşüne dayanan Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak için
değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?
13. Peki kutsal kitaplar neden gönderildi?
Öyle bir gönderilme yok, çünkü efendiler masasında, insanları
itaatkâr kullara dönüştürmek için efendiler sınıfınca tasarlandı.
Tevrat ve incil’in
tepedeki efendiler (devlet yöneticileri) tarafından oluşturuldukları http://tanriyianlamak.blogspot.com/2018/10/naslzombilestik-1.html adresli
makalede ayrıntılarıyla açıklanmış, yukarılarda verilen örneklerle de özet
olarak gösterilimişti.
İslamın kutsal kitabı
Kuran da aynı şekilde, islam devletleri yöneticilerince, halkı tepedekilere
uşak-kul yapma öğretileri olarak hazırlandığı şu web-sayfasında delilleriyle
gösterilmektedir: http://www.dinvemitoloji.com/2017/12/islam-peygamberi-muhammed-gercekten.html
Aşağıda bu makale kısaca
özetlenecek ve Kuran diye bir vahiy kitabının hiç gelmediği gösterilecektir.
13.1. "İSLAM PEYGAMBERI MUHAMMED
GERÇEKTEN YAŞADI MI?"
Bilimsel veriler ışığında
Muhammed isminde bir Peygamberin yaşadığına dair herhangi bir tarihi bilgi-bulgu-kaynak
bulunmamaktadır. Hakkında ne biliyorsak rivayete dayalı muğlak kaynaklar
vasıtası ile haberdar olabiliyoruz.
Kendisine isnat edilen
doğum tarihi 570 ölüm tarihi ise 632 ve bu
tarihten 750-760 yıllarına kadar geçen süre zarfında Muhammed
ve İslamiyet hakkında ne Bizans kaynaklarında ne Acem kaynaklarında ne Süryani
kaynaklarında ne de çevre medeniyetlerin kaynaklarında bir bilgiye
rastlanılmamaktadır. Tüm hayatı ve sözleri 750 yılından sonra
rivayete dayalı bilgilere dayanılarak kayıt altına alınmaya başlanmıştır. Neden
bu tarihten sonra sorusuna gelince, Orta-doğuda o tarihlerde arap devletleri
güç kazanmaya başlamışlardır. Bu arap devletleri de, daha önceki Bizans gibi
devletlerdeki “hırıstiyanlık temelline dayalı uysallaştırılma” prensibini devreye
sokarak, araplara özgü yeni bir dinsel öğreti oluşturmuşlardır.
Bu yeni din görüşünün
öğrenildiği kaynak ise tarihçi Taberî'nin 903 -916 yılları arasında
yazdığı "Tarih er-Rusül ve'l Muluk
ve'l Hulefa" adlı eseridir. Taberî, rivayetler zinciri ile kendisine
ulaşan bu muğlak bilgileri kendi erken İslam tarihine aktarmış ve tüm islam
dünyası da bu kaynaktan alıntılar yapmış ve İbn Mace Tırmizi Buhari gibi hadis
yazıcıları bu bilgilere dayanarak İslamiyet’in temellerini oluşturmuşlardır.
Yani bu kaynakların
hiçbirinin yazılı belgesi ve mesnedi yoktur ve hepsi rivayetlere
dayandırılmıştır. Bu rivayetler arasında neler yoktur ki? Bölge halkı
yakınlarında gerçekleşen tüm olaylardan etkilenmiş ve bu etkiler hafızalarda
yer etmiştir: Nuh tufanı, Musanın asası ile denizi ikiye ayırması, namus-ahlak
bozulması nedeniyle cennetten kovulma, Ademin çamurdan yaratılışı,
Sodom-gomorra olayı, vs. Ve tüm bu rivayetler yeni oluşturulan dinsel görüşe
dahil edilmiştir.
Oysa Kur'an kendisinden
satır-satır yazılı kitap olarak bahsediyor Tur suresinde. Halbuki ortada ne
bitmiş vahiyler toplamı var ne de satır-satır yazılmış bir kitap. Kendi içinde
bile çelişkili bir durum var ortada.
Emevilerin 5. Halifesi
Abdülmelik tarafından yazdırılan Kaya Kubbesi yazıtlarında şunlar yazılıdır:
·
Lütufkar ve merhametli Tanrının adıyla Tanrıdan başka Tanrı
yoktur onun ortağı yoktur.
·
O verir yaşamı ve o öldürür o her şeye gücü yetendir.
·
Övülmesi gereken Tanrının hizmetçisi ve onun elçisidir.
·
Tanrı ve melekleri Peygambere rahmet diliyorlar.
·
Yazı sahipleri kararınızda yanlış olmayın ve Tanrı hakkında
sadece doğruyu söyleyin çünkü İsa Mesih Meryem'in oğlu Tanrının elçisidir onun
Meryem'e yerleştirdiği sözdür. Tanrıya ve elçisine inanın ve üç
demeyin (teslis inancının reddi) bunu bırakın çünkü Tanrı birdir övgüler ona
nasıl çocuk sahibi olsun ki gökte ki ve yerde ki her şey onundur.
·
Mesih Tanrı hizmetçisi olmaktan gocunmayacaktır Tanrıya yakın
olan meleklerdir.
·
Rab elçini Meryem oğlu İsa'yı kutsa doğduğu günde öldüğü günde
yeniden dirileceği günde sağlık refah ona.
Dikkat ederseniz yazıtta
İsa için sık sık Meryem'in oğlu olduğu vurgulanıyor, bu İznik Konseyi öncesi
yani 325 yılı öncesi Hristiyanlık ögesidir.
Görüldüğü üzere, bir arap
devleti olan Emevilerin 5. Halifesi Abdülmelik zamanında (yani 700lü yıllarda)
hırıstiyanlık temeline dayanan bir inanç egemendir. Dolaysıyla, İslamiyet bu
hırıstiyanlık bilgilerinden esinlenerek, sonraki dönemlerde kitap haline
getirilmiştir.
Kısacası 8.
yy ortalarına kadar İslamiyet adında bir din ve bu dinin uygulamaları
ile Peygamberi olduğu iddia edilen Muhammed'e ait hiç bir bilgi yoktur.
Özetle tüm bu bulgu ve
belgelerden İslam Peygamberi Muhammad denilen mitolojik şahsiyetin sahte Mesih
Mamet'in hikayesinden devşirilmiş olduğunu ve bugün İslamiyet dediğimiz öğretinin
ise vahiy yoluyla bildirilmiş bir din olmadığını, aksine bölgede hakim olan
Monofizit öğretinin İsmaili Yahudi öğreti ile harmanlanmış ve yaklaşık 200
yıllık bir süreçte özellikle Abbasilerin devletleşme sürecinde yeni
bir din şeklini aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yani Arap Peygamberi
Muhammed hiçbir zaman yaşamadı. Muhammed Hristolojik bir sıfattır.
İsa için kullanılan seçilmiş övülmüş anlamalarına gelen bir sıfat iken
Arapların devletleşme sürecinde 8. yy. ortaları ve 9.
yy. başlarında yüklenilen anlamla birlikte var olmuş bir literatür
figürüdür.
13.2. PEYGAMBERLER “TANRI’NIN SÖZCÜSÜ” OLAMAZLAR
Kutsal kitaplar, kesin,
dogmatik, değiştirilemeyen yasalar olarak kabul edilmişlerdir.
Böyle bir inanç doğadaki
dinamik sistemli işleyişle taban tabana zıtlık içindedir.
Çünkü:
1-Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına
uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası
ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre
kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları
onlar için de geçerlidir.
3- Kutsal kitaplar Tepeye
Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) gerektirir. TBÖ’nün ise, tüm toplumsal sorunların
kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adreslinde
kesin olarak ıspatlanmıştır. Yaratıcı böyle zararlı bir işlem yapmış olabilir
mi?
4- Yaratıcı insanlara bir
mesaj göndermek isteseydi, bunu yanlış anlaşılmayacak, farklı yorumlanamayacak
şekilde gönderemez miydi?
14.Türk toplumunun tarihsel geçmişinin çok kısa bir özeti
Toplumların konuştukları
diller geçmişlerinin tasarımında en önemli kriterdirler.
Tarih kitaplarında
Orta-Asya kökenli olduğumuz vurgulanır. Arkeolojik bulgular yaklaşık 6 bin yıl
önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya çıktığını ve ilk
toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya konduğunu gösterince,
dünya kamu oyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin kullandıkları dil, ne
günümüz dünyasının gelişmiş ülkeleri olan batılı devletlerin sahip oldukları
indo-german kökenli bir dil, ne de kutsal kitapların yazıldığı semitik bir
dildir. Aglütine dil grubu denilen çok farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine
dil grubunun günümüzde yaşayan temsilcileri ise, Türkçe, macarca, fince, ve
diğer orta asya ülkelerinde konuşulun kırgız, türkmen vs. toplumların
dilleridir.
Bu durum, dil-bilimciler
arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak adlandırılan
Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende birleştirilebileceği
tartışmaları ortaya çıkar. Bu konu hakkında bilimsel verilere dayalı ayrıntılı
bir makale şu adreste sunulmuştur: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/01/atlantis-gercektir.html
Bu makalenin okunması ve
bilinmesi çok önemlidir, çünkü sadece türklerin değil, tüm insanlığın
geçmişinin aydınlatılmasını sağlayan jeolojik ve arkeolojik verilere göre
hazırlanmıştır.
Türkçe ile Sümerce aglütüne
(eklemeli, bitişken) dil gurubuna ait dillerdir.
Bu dil grubun diğer tüm
dil gruplarından çok farklı bir özelliği vardır. O da şudur:
“Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle
anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine
von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.
Ayrıca uzmanlar çok ortak
sözcükler içerdiklerini belirtirler. Birkaç örnek vermek gerekirse: kagaraşa =
kargaşa, kabkagak = kap kacak, haşgaga: kahkaha, vs. gibi sözcükler
çok yakın bir akrabalık göstergeleridir.
Bu nedenle tarihsel
geçmişlerinde bir yerde birlikte yaşamış olmaları gerekir. Sümerologlar bu
nedenle Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler.
Halbuki durum tam tersinedir; “Atlantis” konulu makalede ıspatlandığı üzere,
Atlantisliler Sümerlerdir ve sümerler o makaledeki “Atlantis ovası veya Cennet
Ülke” olarak adlandırılan denize gömülmüş bir bölgeden Basra yöresine
(Mezopotamyaya) çıkmış olmak zorundadırlar.
O önemli makaleden
çıkarılacak en önemli sonuçlardan biri de, insanlığın 12 bin yıl önceleri en
yoğun olarak bu “cennet-ülkede” yaşamış olması ve buzul devrinin sona
ermesiyle, batan bu “cennet ülkeden” kaçarak, Anadolu, Kafkasya, iran gibi
komşu bölgelere dağılıp, oralarda uygarlaşmaları devam ettirmiş olmaları
gerekliliğidir. Bu görüşü destekleyen arkeolojik ve antropolojik deliller
vardır ve şunlardır:
Anadolu’da en eski kültür
oluşturuculara bakıldığında, onların (sümerce-türkçe) aglütine dil konuştukları
görülür (Kaynak: Diker 2000, Tuna 1990):
• 1- Orta-Anadolu
Çorum-yöresinde Hititlerden önce orada yaşayan “Hatti”ler adlı
kavmin dili aglütinedir; o bölgeye sonra gelen Hititler’in dili ise
indo-germandır;
• 2- Batı Anadolu’da yaşayan
Lidya’lıların dili aglütinedir;
• 3- Doğu anadoluda yaşamış olan
Urartu’ların dili aglütinedir;
• 4- Etrüskçe aglütine bir
dildir;
• 5- iskitçe aglütine bir
dildir; vs.
Yani dünya genelinde
oluşturulan ilk uygarlıklar aglütine bir dil konuşan kavimlerce
oluşturulmuşlardır. Günümüzde aglütine dil Türki dillerle devam etmektedir.
Dolayısıyla önerilen makalede gösterildiği gibi Türklerin ana vatanı Orta-Asya
değil, Atlantis ovasıdır. Ve bizler denize gömülen o cennet-ülkeden göç ederek,
önce Anadolu’ya, sonra ikinci ana-vatanımız olan Orta-Asya’ya göçmüş, oradaki
“iç-denizin” kurumasıyla tekrar ilk vatanımız Anadolu’ya
dönmüşüz.
Şimdi
toplumumuzun son bin küsur yıllık dönemindeki yaşamına bakalım.
14.1. BIN YIL ÖNCELERINDEKI DURUMUMUZ
Tarihsel belgelerde bin
yıl öncelerindeki geçmişimiz hakkında şu bilgiler vardır:
“Orta Asya’da
(Maveraünnehir), en ileri uygarlıklardan birini kuran Karahanlılar (840-1211),
dönemlerinde, meta ekonomisini son derece geliştirmiş ve yüksek bir gönenç
düzeyine ulaşmışlardı. Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de (1069), üretilen ve
ithal edilen malların listesini yazmış, ticari ilişkilerin geliştirilmesi
üzerine görüşler ileri sürmüştü. Burada yazılanlardan, Karahanlıların tarım ve
hayvancılığın yanı sıra; demircilik, ayakkabıcılık, dericilik, cilacılık,
boyacılık, döşemecilik, ok ve yay imalatçılığı gibi sanayi dallarında seri
üretim yaptıklarını öğreniyoruz. Kitapta, ücret ve ücretli çalışma konularının
ele alınması, toplu çalışmaya bağlı manifaktür üretimin, Türklerde 11.
Yüzyıl’da gelişkin bir dönem yaşadığını göstermektedir. Karahanlılar ücrete
‘ter’, ücretle adam çalıştırana ise ‘terci’ diyordu. Devletin en önemli görevi,
üretim ve ticaret için istikrarlı bir pazar düzeni sağlamaktı. ‘Budunun’
(halkın) ‘iliğden’ (hakandan) ekonomi için beklediği üç temel istek; “gümüşün
ayarını düşürmemek, doğru yasalar çıkarmak ve kervan yollarını güven altına
almaktı”… Doğu Türkistan’da önemli bir il olan Tarancılar’da tarım, Batı
Türkistan’daki Sartlar’da ticaret çok gelişmişti. Tarancılar’ın sözcük anlamı
çiftçiler, Sartlar’ın sözcük anlamı ise tüccarlar’dı. Kankılılar, Ağaçeriler,
Tahtacılar, Mandallar, Menteşeler, Sürgücüler v.b., adını o yörede gelişmiş
olan üretim dallarından alan yerleşim merkezleriydi…Buhara; yumuşak kumaşlar,
seccadeler, duvar halıları, perdeler üretiyor ve satıyordu. Semerkant; gümüşlü
kumaşlar, büyük bakır kaplar, , estetik vazolar ve kağıtçılığıyla ünlüydü.
Nişapur’da tekstil, metal eşya, demir, çini, firuze taşçılığı; Merv’de ipekli
dokuma, ağaç işleri, cilalı tabak seramik; Harizm’de yoğun bir transit
ticaretin yanında, deri, kılıç, kilit, zırh ve gemi üretimi gelişmişti… İngiliz
yazar ve tarihçisi Herbert George Wells, Çin kaynaklarına dayanarak M.S.45’de
bir Budist gezginin izlenimlerini aktarır. Gezginin saptamaları şöyledir;
“buralardaki kentler çok bakımlıdır; Semerkant büyük bir refah içinde bir
kenttir; halkı çok uygardır”. H.G. Wells bu bilgileri aktardıktan sonra şu
yorumu yapar: “Şunu anımsatmalıyım ki, o dönemde böylesi uygarlaşmış kentlere,
Anglo-Sakson İngilteresinde rastlamak mümkün değildi” …” (Aydoğan 2004)
14.2. TÜRKLERIN ISLAMI KABULLERIYLE BIN YILLIK BIR
KANDIRILMA DÖNEMINE GIRIŞ:
Anadolu’ya Türklerin
gelmesi 11. Asır başlarında Müslümanlığı kabul eden Selçuklularla başlar.
Anadolu’ya dağılarak yerleşen Türkler, birçok beylikler şeklinde farklı
devletler oluştururlar ve 1299’da Osmanlı devletinin kurulmasıyla, tek bir
devlet içinde bir araya gelmeye başlarlar.
İnsanlığın gelişme
aşamaları başlangıçta, toplumsal sorunlarına çözüm bulma amaçlı olarak
başlamıştır. Ancak toplum değil de devlet oluşumları şeklinde bir gelişim içine
girilmiştir. Toplumla devlet arasında çok önemli bir fark vardır:
Devlet tepedeki birilerince
kurulur ve sahiplenilir; toplum halk tarafından oluşturulup- sahiplenilirse
oluşur ki şimdiye dek hiç düşünülmemiştir. Nedeni ise doğadaki yaratıcılığın,
tepedeki bir sistemde olduğu inancı insanlık gelenek göreneklerine işlenmiştir.
İnsanların birlikteliği
tepeye bağlanan tüm sistemlerde yasalar ve yönetmelikler devleti, yani
tepedekileri koruyup-kollayacak şekilde oluşturulurlar. Bu
durumda da elbette "halk" denilen taban kesiminin çıkarına işleyen
bir sistem oluşturulamaz. Devlet sisteminde, sahip tepedeki olduğundan halk
ürettiklerini, efendi olarak gördüğü tepedekilere teslim ederek, tepedekileri
güç - kuvvet merkezi haline getirmişlerdir. Tepedekiler de toplum oluşumunu hep
engellemişlerdir.
Osmanlı Devleti, o zamana
kadar kurulmuş tüm diğer devletler gibi, fetih üzerine kurulmuş bir devletti.
Fetih için güçlü olmak
gerekir. 13üncü asırdan 17inci- 18inci asırlara kadar, ele geçirilen ülkelerden
alınan vergiler vs. ile gerekli güç kaynağı elde edilmişti. Ama, matbaanın
icadıyla bilgi aktarımın kolaylaşması ve buna dayalı Rönesans ve reform
hareketleriyle, özellikle batı dünyası birçok sanayi keşifleri ve soyut
bilimsel fikirler geliştirerek, verimliklerini dolayısıyla güçlerini
artırmışlardır.
Halbuki Osmanlı, her türlü
bilginin Kuran’da mevcut olduğu görüşüne sıkıca bağlanmış ve “yaratıcılık
Allaha mahsustur” dinsel görüşü etkisi altında davranmaya devam etmiştir. Böyle
olunca halka kuran okuyarak bilgilenmeleri önerilmiş olmaktadır. Kuran ise
Arapça olduğundan Türkçe konuşan halk bir şey anlayamıyordur. Üstelik araplar
bile kuranı tam anlayıp, yorumlayamamaktadır, çünkü kuran Abbasiler zamanın
saraylar diliyle yazılmıştır.
Yani Osmanlı devletinin
temelin oluşturan Türk halkı tamamen cahil bırakılmıştır ve Arap halkı, kuran
nedeniyle, “üstün ırk = kavm-i necip” olarak kabul edilirken, Türkler,
"etrak-ı bi idrak =akılsız Türkler” olarak görülmüşlerdir.
Güçlü olmak üretici olmakla
mümkündür. Devletin tabanını oluşturan halk hor görülüp, cahil bırakılmıştır.
Diğer devletler bilgiye dayalı icatlarla verimliklerini ve güçlerini
artırırken, Osmanlı gittikçe fakirleşip, güçsüz kalmıştır. Gelir kaynağı
kuruyan Osmanlı 19uncu yüzyıldan sonra borçlanarak hanedanlığını sürdürmeye
başlar.
“Osmanlı İmparatorluğu,
ilk dış borcu 1854 yılında aldı ve sonra sürekli borçlandı. 1874 yılına dek 15
ayrı borçlanma yaptı. 20 yılda 239 milyon lira borçlandı ama faizler kaynakta
kesildiği için eline 127 milyon lira geçti. 1863'te Osmanlı Bankası’na 'Devlet
Bankası' statüsü verildi ve aynı yıl bir devlet bütçesi yapıldı. Ancak bu
bütçe, kendine yararı olmayan bir borç ödeme bütçesiydi. 1875’de, 17 milyon
gelire karşılık 13 milyon lira dış borç ödemesi vardı. Bugünkü gibi, geliri
borç ödemelerine yetmiyordu. 6 Ekim 1875’de yayımlanan bir kararnameyle
borçların ödenemeyeceği açıklandı. Alacaklılar durumu protesto etti ve sorunu
siyasi baskı yoluyla çözmeye çalıştılar.”
“1881 yılında İstanbul’da
yapılan toplantıda, Osmanlı Devleti, borçların, alacaklılar tarafından seçilen
bir kurul tarafından yönetilmesini kabul etti. Bu anlaşmaya 'Muharrem
Kararnamesi' adı verildi. Düyun-u Umumiye İdaresi bu kararnameyle
kuruldu...Batılılar, Osmanlı Devleti'nden alacaklarını tahsil etmek için,
ekonomik ve siyasi her türlü aracı kullandı. En önemli dayanakları,
yetiştirdikleri işbirlikçilerdi. Bunları, devlet örgütünün her kesiminde etkin
duruma getirmişler; alacaklarını, vergileri arttırarak onlara toplatıyorlardı.”
“Fransa Maliye Bakanlığı
Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu
Başkanı Daniel Ducoste, bu durumu açık biçimde ortaya koyuyor, 1889'da şunları
söylüyordu; "Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl
sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır.
İşte o zaman gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye
düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletinin maliyesi, ekonomisi ve servetleri
üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır.
Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok
daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi
ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’
alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının en önemlilerinden
biri olacaktır" (Aydoğan 2004)
14.3. OSMANLIDAN ÖNCESI ILE OSMANLIDAN SONRASI ARASI ÇOK
BÜYÜK BIR FARK VARDIR:
Görüldüğü üzere
toplumumuzda “Osmanlıdan önce ve Osmanlıdan sonrası arasında” böyle kökten bir
toplum anlayışı farkı vardır. Osmanlıdan önce üretici-yaratıcı bir toplum idik;
Osmanlı’larla yağmacı-ganimetçi bir topluma dönüştük, “yaratcılık Allaha
mahsustur” sloganıyla yaratıcı bireyler yetiştirici eğitim yerine,
“Her türlü bilgi kurandadır” anlayışıyla, yaratıcı fikirler üretemeyen, ve
sürekli yabancı devletlerin yarattıkları yenilikleri hayranlıkla, imrenerek
izleyen, kendine güveni olmayan, her şeyi tepedekilerden bekleyen bir “hasta
topuma” dönüştük.
14.4. PADIŞAHLIĞIN “KUL, KULLUK” SISTEMINDEN, CUMHURIYET’IN
“ÖZGÜR BIREY” SISTEMINE GEÇIŞ
Atatürk bu
geleneksel yanlışlığı fark ettiği için, Osmanlının etrak-I biidrak (aptal
türkler) olarak aşağılayıp, yeteneksizleştirdiği bir ulustan, kendine güven duyan
ve bir şeyler üretip-yaratan bir nesil yetiştirmeye çalışmıştır.
“Yeni Türkiye devleti, bir
halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş dönemde ise bir kişinin
devleti idi, kişilerin devleti idi” sözleri Atatürk’ün dinamik sistemli
hayat görüşünü benimsediğinin en güzel kanıtıdır.
Günümüz siyasetçileri ise
maalesef tekrar “kulluk” sistemine dönüş için çalışmaktadırlar.
14.4.1. Osmanlı’dan bize ne
kalmıştı?
Bir sürü borç kalmıştı, ve
TC uzun yıllar bu borçları kapatmak için çalışmıştır. Başka neler kaldığını
merak ediyorsanız, kısa bir döküm:
1923'te Padişahlık sona
erdirilip, Cumhuriyet rejimine geçildiğinde 13 milyon insanın 11 milyonu
köylerde yaşıyordu: 40 bin köyün, 38 bininde okul yoktu. Memlekette sadece 337
doktor ve 60 eczacı vardı. Diş hekimi yoktu.
Ülkeyi yeniden inşa etmek
gerekiyordu ama kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları
yabancıya aitti. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan sadece dört fabrika
vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece
İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Kadın, insan değildi.
Tiyatro, müzik, resim, heykel yoktu. Dirhem, okka, çeki, arşın, kulaç, fersah
vardı. Ne ağırlık, ne uzunluk birimiz dünyaya ayak uydurabiliyordu.
Erkeklerin sadece yüzde
yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar
erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan
üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise
vardı. Türkiye'nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı,
darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilimden çoook uzaktı. İbrahim
Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı sadece 417'ydi.
Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. 600 sene boyunca
Türkçe'nin ırzına geçilmiş, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler
karışımından oluşturulmuş Osmanlıca denilen bir dil kullanılıyor,
sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça'yla Türkçe yazılmaya çalışılırdı.
14.5. CUMHURIYET NASIL ILAN EDILDI
Statik sistemli hayat
görüşünde sahiplenme tepedekilere aittir. Yani Devlet’in dolayısıyla tüm vatan
topraklarının sahibi padişahtır, aynı zamanda halifedir ve tüm İslam alemini
temsil etmektedir.
Kurtuluş savaşı sonrası
(1923 Nisan ayında), savaşı yönlendiren 4 komutan arasındaki bir konuşmada Rauf
paşa şöyle der:
“Kemal! Bu vatan tehlikeye
düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım
ettik. Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı
geldi.”
“Peki Rauf, Sultan
Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Rauf Bey: “Kemal, benim
babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Madem
sordun, söyleyeyim. Padişah bir islam halifesi, ben de müslümanım. Dinî
terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim
gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce
yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”.
Gazi’nin yüz hatları
gerilmişti. Ev sahibi Refet Paşa’ya döndü;
“Sen ne düşünüyorsun
Refet?” diye sordu.
“Aynen Rauf Bey gibi
düşünüyorum, Paşam!...” deyip kestirip attı Refet Paşa.
Gazi, masadaki Fuat
Paşa’ya,“ Senin görüşün Fuat?” diye sordu.
Fuat; “Paşam”, dedi,
“biliyorsunuz uzun süredir Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin
birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..” Yani o bile, “Kemal, ben senin
arkandayım!...” diyemedi.
Anadolu’ya çıkan ilk 5
komutandan 4ü masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar
paylaşılıyordu.
O Meclisten padişah
aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı.
1921 Anayasasına göre
Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de
açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da
seçimlere gidilecekti.
Komutanlar yeniden
endişeye düştüler: “Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!”
Bunun üzerine yeni bir
plan kurdular.Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim
Yasasını değiştirmeye karar verdiler. Erzurum Milletvekili Necati Bey,Samsun
Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey,
bir önerge hazırladılar:
Buna göre;
1. Bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri,Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!.. Atatürk Selanik dışında kalmıştı.
2. Mlletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!.
1. Bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri,Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!.. Atatürk Selanik dışında kalmıştı.
2. Mlletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!.
Mustafa Kemal o cephe, bu
cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü, değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş
ay oturamamıştı ki..!!
Hedef belliydi...Bu yasa
özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları
tarafından. Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: “Doğum yerim
Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun
atmadan Yunan’a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi
Derne'de savaşıyordum…Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru.Otursaydım, o
zaman Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım. Çanakkale’de,
Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım.. Ama ben oralarda olamasaydım,bu efendilerin
de doğum yerleri,Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı"
Şimdi millete soruyor ve
yanıtını milletten bekliyorum...Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen
millet onlar gibi mi düşünüyor?!.
Hayır, millet onlar gibi
düşünmüyordu...Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri
çekildi ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bala ilçesinden milletvekili seçilerek
Meclis'e girdi… Cumhuriyeti de kurdu.
14.5.1. Peki “Cumhuriyet Neydi?”
Osmanlının hayat görüşü
tamamen statik sistemlidir, Statik sistemde yapma-yaratma erki tepedeki bir
sistemdedir. “Hakimiyet Allah’ındır, padişahlar, sultanlar Allah’ın
temsilcileridir. Allah kutsal kitabı ile her türlü bilgiyi göndermiştir. Halk
şeriat kurallarına uyarak yaşamak zorundadır.”
Ve bu görüş yüzlerce
yıllık hakimiyet sürecinde gelenek-göreneklere işlenerek biz Anadolu halkının
bilinç-altına yerleştirilmiştir ve etkileri hala da sürmektedir.
Cumhuriyet ise, statik
sistemli hayat görüşünden dinamik sistemli hayat görüşüne geçişin ilk adımıdır:
Yani “hakimiyet milletindir”, Halkın efendisi yoktur, insanlar özgür ve hürdür.
Yani Cumhuriyete karşı
çıkanlar, halkın özgür bireyler değil, tepedekilerin kulu-kölesi olarak
yaşamasına devem etmesinden yana olan, zombileşmiş “paşalar- aydınlardı”
Günümüzde statik sistem
bilgileriyle zombileşme hala sürmektedir. Günümüzde bazı insanların Osmanlı
hayranlıkları ve halifelik sistemini geri getirme çabalarının kökeninde, 1923
yılında Cumhuriyeti savunan Atatürk ile, Halifeliği savunan diğer Paşalar
arasındaki bu çekişmeler yatmaktadır.
Şimdi bu tarihsel
gerçekten çıkartılacak bazı önemli noktaları görelim:
• İnsanların ortak bir hedefi varsa, birlik ve beraberlik sürüyor. Ortak hedefe ulaşıldıktan sonra, yeni bir ortak hedef oluşturulmuyorsa, dağılma- ayrımlaşma başlıyor.
• İnsanların ortak bir hedefi varsa, birlik ve beraberlik sürüyor. Ortak hedefe ulaşıldıktan sonra, yeni bir ortak hedef oluşturulmuyorsa, dağılma- ayrımlaşma başlıyor.
• Gelenek-görenekler öyle etkilidir ki, insanlar
• İngiliz gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, İngiliz kralını (kraliçesini)
• Japon gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa Japon kralını,
• Osmanlı gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, Osmanlı padişahını (halifesini) efendileri ve onun kulu olarak yaşamayı kabul ediyorlar. Hatta bu efendileri, yabancı bir devletten aldıkları borç paraları, halkın yaşam standardını geliştirecek fabrikalara harcayacak yerde, kendilerine ihtişamlı saraylar (örn. Dolmabahçe-sarayı) yaptırmak için kullanıp, halkını hiç düşünmeyen kişiler olsalar bile.
• İngiliz gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, İngiliz kralını (kraliçesini)
• Japon gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa Japon kralını,
• Osmanlı gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, Osmanlı padişahını (halifesini) efendileri ve onun kulu olarak yaşamayı kabul ediyorlar. Hatta bu efendileri, yabancı bir devletten aldıkları borç paraları, halkın yaşam standardını geliştirecek fabrikalara harcayacak yerde, kendilerine ihtişamlı saraylar (örn. Dolmabahçe-sarayı) yaptırmak için kullanıp, halkını hiç düşünmeyen kişiler olsalar bile.
Yani gelenek-görenekler
insanları zombileştirebiliyorlar ve zombileşen insanlar da, artık yararlarına
değil de, zararlarına olan bir şekilde davranabiliyorlar.
“ŞİMDİ VATAN KURTULDU.
BİZE GÖRE ‘EMANETİ SAHİBİNE’ İADE ETMENİN ZAMANI GELDİ.”
“PADİŞAH BİR İSLAM HALİFESİ, BEN DE MÜSLÜMANIM. O MAKAMLAR UHREVİ MAKAMLAR. SENİN, BENİM GİBİ KİŞİLERİN ULAŞABİLECEĞİ MAKAMLAR DEĞİL.” gibi, halkını kul, efendilerini kutsal kişi kabul eden kişilerin davranışları, zombileşmişlik değil de nedir?
“PADİŞAH BİR İSLAM HALİFESİ, BEN DE MÜSLÜMANIM. O MAKAMLAR UHREVİ MAKAMLAR. SENİN, BENİM GİBİ KİŞİLERİN ULAŞABİLECEĞİ MAKAMLAR DEĞİL.” gibi, halkını kul, efendilerini kutsal kişi kabul eden kişilerin davranışları, zombileşmişlik değil de nedir?
“Kutsal-kişi”nin diğer
insanlardan farkı nedir? Toplum yaşamı için, vatanı kurtarmak uğruna canlarını
ortaya koyarak düşmana karşı savaşan insanlar mı, yoksa devlet adına alınan
borç paralarla, kendilerine görkemli saraylar yaptıranlar, yabancılarla
iş-birliği yaparak, vatanı kurtarmaya çalışanları “hain” olarak damgalayanlar
mı daha yararlıdır?
Özetle: CUMHURİYET,
EFENDİLERE KUL OLMAKTAN, ÖZGÜR İNSAN OLMAYA; pasif-tüketici olmaktan,
aktif-üretici olmaya GEÇİŞİN İLK ADIMIDIR.
Biz TC vatandaşları,
daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü
idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu
topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu
topraklarda çalışır, ürettiklerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da,
kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına
dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek
istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir.
Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul edilmektedir.
Kurtuluş savaşından sonra
padişahlığın kaldırılmasına ve Cumhuriyet rejimi oluşturulmasına karşı çıkan
zihniyet, maalesef yok olmamıştır. Yabancı devletler bu zihniyetin gelişip
yeşermesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Osmanlı devletini “Boğazdaki
Hasta Adam” durumuna düşüren bu “hastalığının” yeni kurulan TC devletinde de
sürmesi elbette yabancı devletlerin çıkarınadır. Ülkemiz içindeki “Osmanlılık
hayranlarının”, Osmanlı-hastalığı denilen bu statik sistemli hayat görüşü
(tepeye bağımlı, şeriat) sistemine geri dönüş girişimleri günümüzde tam hızıyla
devam etmektedir.
Bir sonraki yazı bu
konuyla ilgilidir.
15.Ülkemiz basınıyla ve yöneticileriyle dış-güçlerin etkileri
altındadırlar
31.Mart 2018 tarihinde
Yılmaz Özdil, Ülkemizin, medyasından tutun yönetenlerine kadar Amerika
tarafından yönlendirildiğini ve toplumu korumanın kadınlarımız ve bilinçli
gençlerimiz tarafından nasıl yapıldığını anlatan güzel bir yazı yazar. İşte o
yazı:
Hatırlarsınız… Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi ilahiyat fakültesi öğretim üyesi Abdullah Akın diye
bir herif üniversitenin televizyon kanalına çıkarak hiç utanmadan “1924 yılında
camiler kapatıldı Çanakkale ve Bursa'da genelev olarak kullanılan camiler var”
demişti.
Bunun üzerine ben de
köşemden sormuştum… “Çanakkale veya Bursa'da bu genelevlerin adresini bilen var
mı? Herhangi bir devlet büyüğümüz kerhane yapılan camiyi gösterebilir mi?”
CHP Bursa milletvekili
Ceyhun İrgil bu soruları resmiyete döktü bilgi edinme kanunu çerçevesinde Bursa
Valiliği'ne yazılı olarak başvurdu “Bursa'da geneleve çevrilen cami var mıdır?
Varsa hangi cami nerede ne zaman geneleve çevrilmiştir” diye sordu.
CHP Çanakkale İl
Başkanlığı da “Çanakkale'de hangi cami nerede ne zaman genelev yapılmış?” diye
sorarak suç duyurusunda bulundu.
Ve dün… Bu sorulara
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nden “resmi imzalı” yanıt geldi. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin Vakıflar Müdürlüğü “camilerin genelev olarak kullanıldığına dair
herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanılmamıştır” dedi.
Böylece… İlahiyatçı
Abdullah Akın denilen herifin resmen yalan söylediği resmen iftira attığı
“devletin resmi yazısı”yla belgelendi.
E dolayısıyla şimdi
“genelev” konusunda “gerçek”leri yazmanın tam vaktidir…
İkinci dünya savaşı sona
ermişti. Amerikan yönetimi kuklalarını hazırlamıştı Türkiye'yi uydu haline
getirmek için fırsat kolluyordu.
Tam o sırada Washington
büyükelçimiz Münir Ertegün kalp krizi geçirdi vefat etti.
Propaganda şaheseri Beyaz
Saray bu diplomatik fırsatı kaçırmadı.
Münir Ertegün'ün
cenazesini Missouri zırhlısına yükledi ABD'nin dostluk mesajı olarak Türkiye'ye
gönderdi.
Missouri zırhlısı ABD'nin
en büyük savaş gemisiydi. 270 metre boyundaydı. 1600 mürettebatı vardı.
Pasifik'te savaşmıştı. Japon imparatorluğunun ABD'ye kayıtsız şartsız
teslimiyet belgesi Missouri'nin güvertesinde yapılan törende imzalanmıştı.
Bu kadar önemli bir
savaş gemisinin adeta cenaze arabası gibi gönderilmesi ABD'nin Türkiye'ye
verdiği değeri gösteriyordu.
Hatta Missouri tek başına
yeterli görülmemiş yanına refakatçi olarak Providence kruvazörüyle Power
destroyeri ilave edilmişti.
Tabutu taşımak için
“filo” göndermişlerdi yani!
Kelimenin tam manasıyla
gövde gösterisiydi.
Missouri'nin gelişi
yalaka basınımız tarafından anbean takip ediliyor vatandaşa sevinçle
duyuruluyordu. “Missouri Cebelitarık'tan geçti Missouri İtalya açıklarında
Missouri Ege sularında” filan diye manşetler atılıyordu. Fotoğralar
yayınlanıyordu gemilerden röportajlar yayınlanıyordu.
Peki yalaka basınımızın o dönemin
ilkel şartlarında Akdeniz'in ortasından fotoğraf çekebilme röportaj yapabilme
imkanı var mıydı?
Elbette yoktu.
Amerikalılar çekiyor
bunlara veriyor bunlar da yayınlıyordu.
Yalaka basınımız bugün olduğu
gibi o gün de “sahibinin sesi”ydi.
Neticede Boğaz'a
demirlediler.
“Mübarek Cuma” gününe denk
getirmişlerdi. Hayırlara vesileydi!
Bir zamanlar elalemin
zırhlıları Boğaz'a demirledi diye kurtuluş savaşı başlatan millet…
Elalemin zırhlılarını “kurtarıcı” gibi karşıladı.
Sayın ahalimiz Beylerbeyi'nden
Üsküdar'a Beşiktaş'tan Sarayburnu'na kadar bütün sahillere yığıldı davul
zurna çalındı el sallandı.
Missouri toplumsal
histeriye dönüşmüştü.
Yalaka basınımız
tarihimizde ilk kez İngilizce manşet attı sekiz sütuna “Welcome Missouri”
dedi.
Kız Kulesi'ne “Welcome
Missouri” afişi asıldı.
Hereke'de özel halı
dokundu üzerinde İstanbul haritası vardı Missouri'nin komutanı oramiral Henry
Hewitt'e hediye edildi.
Dolarlarını Türk parasına
çevirsinler diye Dolmabahçe'de döviz bürosu açıldı. Taksim meydanına dev
boyutlu Missouri fotoğrafı yerleştirildi. Tekel Missouri markasıyla sigara
üretti. PTT Missouri anısına pul çıkardı. Vitali Hakko'nun Şen Şapka'sı
“Hoşgeldin Missouri” yazılı eşarplar bastı. Amerikan bayraklı uçurtmalar
uçuruldu.
İstanbul belediyesi
Beşiktaş'tan Karaköy'e kadar tüm binaları pırıl pırıl boyadı asfaltı
yeniledi. Sadece Amerikalılara hizmet vermesi için Dolmabahçe'yle Taksim
arasında çalışan 12 adet belediye otobüsü tahsis edildi. Otobüsler ücretsizdi.
Sinemalarda tiyatrolarda
80'er adet koltuk Amerikalılara ayrıldı bilet parası alınmayacaktı.
Ankara'da Missouri adıyla
lokanta açıldı.
Başkentin en iyi
lokantalarından biri adını Washington olarak değiştirdi.
“Rus salatası” aniden
“Amerikan salatası” oluverdi!
Niko ve Aleko iki
kardeş Rum vatandaşlarımızdı. İstiklal caddesinde Atlantik ve Pasifik
adıyla iki büfe işletiyorlardı tost sahanda yumurta sosis falan bugünkü
tabirle fastfood satıyorlardı. Uyanık Niko efendi cafcaflı bir tabela hazırladı
üstüne “Amerikan salatası 35 kuruş” yazdı büfesinin camına yerleştirdi…
İstanbul kuyruğa girdi!
Memlekette ne kadar büfe
birahane lokanta varsa hepsi üstüne atladı kırk yıllık Rus salatası şak diye
Amerikan salatasına çevrildi.
Karaköy kerhanesi bembeyaz
badana yapıldı. Duvarlarına “hoşgeldiniz denizciler” yazıldı. Amerikalı
bahriyelilere hastalık bulaşmasın diye doktorlar gönderildi kerhane komple
muayeneden geçirildi.
Türk-İslam geleneğinde bir
ilk yaşandı…
Dolmabahçe Sarayı'nın
hemen yanındaki Bezmialem Valide Sultan Camisi'nin minareleri arasına “Welcome”
mahyası asıldı.
Camiye asılan “welcome”
mahyası Türkiye'nin Demokrat Parti'yle birlikte hangi şekle bürüneceğini
gösteriyordu Amerikalıların takunyalıları nasıl kullanacağını gösteriyordu
işaret fişeğiydi.
Aradan 23 sene geçti.
NATO üyeliği Kore savaşı
memleket topraklarına monte edilen Amerikan üsleri Demokrat Parti iktidarında
yaşanan rezaletler… Türkiye'nin kısmen de olsa uyanmasını sağlamıştı.
1968… Amerikan
6. Filosu Türkiye'ye geldi. Missouri gibi karşılanacaklarını sanıyorlardı
ama yanılmışlardı. Atatürkçü antiemperyalist gençler tarafından karşılandılar!
İstanbul'u gezmek üzere
karaya ayak basan Amerikan bahriyelileri tam bağımsız Türkiye sloganları atan
üniversite öğrencileri tarafından Dolmabahçe'den denize döküldü.
Bitmedi… Üniversiteli kız
öğrenciler tarafından “kızlar yürüyüşü” düzenlendi. “Türkiye 6. Filonun
genelevi değildir Türk kadını onurunu koruyacaktır yankee go home” sloganları
atıldı.
Böylesine büyük protestolara
rağmen 6. Filo hâlâ Kabataş açıklarında duruyordu.
Üniversite öğrencileri
“Emperyalizme karşı Mustafa Kemal yürüyüşü” yapmak üzere valilikten izin aldı.
Beyazıt'tan başlayıp Dolmabahçe üzerinden Taksim'e gireceklerdi.
Aniden… Sihirli
el değdi. Dinci basın devreye sokuldu.
“Müslüman Türkiye komünistlere
ölüm” manşetleri atılmaya başlandı. Köşe yazarı kisvesi altındaki tetikçiler
“memlekete ihanet eden bu hainleri toprağa gömme vakti gelmiştir” diye
makaleler döşeniyordu. “Eyy müslümanlar kızıl kafirlerle topyekün savaş
kaçınılmaz olmuştur sağ kalan gazi olur canını veren şehitlik şerefini kazanır”
diyen bile vardı. Camilerin önünde megafonlarla anonslar yapıldı cuma namazı
çıkışında ahali kışkırtıldı “cihada hazır olun din elden gidiyor” deniyordu.
Gayet netti. Amerikan
çıkarlarına karşı çıkınca “din elden gidiyor”du!
Güya “bayrağa saygı”
mitingi organize ettiler.
Dolmabahçe'deki Bezmialem
Valide Sultan Camisi'nde toplandılar.
Amerikalıları bile şoke
ederek 6. Filoyu “kıble” yaparcasına namaz kıldılar!
Sonra da tekbirler
getirerek Taksim'e yürüdüler tarihe “kanlı pazar” olarak geçen katliamı
gerçekleştirdiler. Polis-asker seyirci kaldı taşlarla sopalarla bıçaklarla
saldırdılar iki üniversiteli öldürüldü 200'den fazla üniversiteli yaralandı.
(6. Filonun bayrak gemisi
Shangri-La uçak gemisiydi. Seneler seneler sonra Amerikalı bahriyelilerin
Dolmabahçe'den denize döküldüğü noktaya aynı isimle Shangri-La oteli açıldı! Ne
tatlı tesadüf değil mi… Akp iktidarında yapıldı asrın liderimiz tarafından
açıldı!)
Diyeceksiniz ki hepsini
anladık ama “genelev” konusundaki “gerçek”ler nedir?
Dolmabahçe'den denize
dökülen 6. Filonun İstanbul'a gelmeden önce Türkiye'de uğradığı ilk liman
İzmir'di. Amerikan bahriyelileri karaya ayak basar basmaz genelevin bulunduğu
Tepecik'e yönelmişlerdi.
Fakat eşekten düşmüş
karpuza dönmüşlerdi.
Çünkü… Tepecik genelevinin
kadınları ellerinde terlikle süpürgeyle sokağa dökülmüştü “defolun” diye
haykırıyorlardı “bunlar içeri girerse evleri yakarız” diye bağırıyorlardı
Amerikalıları taşlayarak kovaladılar!
Türkiye'deki 6. Filo
protestolarının fitilini işte bu genelev kadınları ateşlemişti. 1968-69
yıllarındaki antiemperyalist eylemlerin öncüsü genelev kadınlarıydı.
Velhasılıkelam… Atatürk
döneminde veya bir başka dönemde herhangi bir camimizin genelev yapıldığı
iddiası resmi belgeli yalandır resmi belgeli iftiradır.
16.Dinlerin amacı, toplum hayatına düzen getirmek olmalıdır.
Çünkü ahiret hayatı diye bir ikinci hayat yoktur.
İnsanların ölümden sonra
öteki dünya diye bir yerde ebedi olarak yaşadıklarını düşünelim. İnsan (Homo
sapiens türü) yaklaşık 2 milyon yıldan beri vardır. İnsanların yaklaşık 20-25
yılda bir evlenerek nüfuslarının yeni doğumlarla arttığını ve yaklaşık 50
yıllık bir ömürden sonra da öldüğünü ve öteki dünya gibi bir yerde ebedi
hayatlarına devam ettiklerini (yiyip-içtiklerini, sevişip-çoğaldıklarını, vs.)
düşünüp, şimdiye dek kaç kişinin orada birikmiş olduğunu hesaplarsak, 10 üzeri
100 den büyük devasa bir sayı ile karşılaşırız. (10 üzeri 100 = 10 sayısının
sonuna 100 tane sıfır daha eklenince oluşan sayı)
Evrende belli sayıda
atom-altı-ögesi vardır ve bunların sayısı yaklaşık 10 üzeri 80 olarak
hesaplanmıştır. Yani deri, kemik, taş, toprak gibi maddeleri oluşturan proton +
nötron + elektron ögelerinin toplam sayısı 10 üzeri 80 kadardır. Bir hücrede
milyarlarca proton + nötron + elektron bulunduğuna göre, evrenin herhangi bir
yerinde 10 üzeri 100 gibi devasa sayıda insan toplanması hiçbir fizik-kimya
bilgisine uymamaktadır, çünkü onları oluşturacak kadar proton + nötron +
elektron evrende mevcut değildir.

Yani doğada belli sayıda
(yaklaşık 10 üzeri 80, yani öteki dünyada birikmiş olabilecek insan sayısından
çok-çok az!) atom-altı-ögesi vardır ve bu ögeler canlı olup, değişik
kombinasyonlara girerek, sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğayı
oluşturmaktadırlar.
Ebedi bir öteki dünya
hayatını savunanlar öteki dünyada sadece ruhların var olacaklarını savunarak,
yukarıda öne sürülen olanaksızlığa karşı koymaya çalışırlar. Ama bu
karşı-çıkışları tamamen dayanaksızdır, çünkü öteki dünyadaki cezalandırmalar
arasında şu tip hükümler bulunmaktadır.
“Başlarından da kaynar
sular dökülür. Bu kaynar su ile karınlarında olanlar ve derileri eritilir.”
(Hacc 19, 20)
“Derileri yanıp eridikçe,
acıyı tatsınlar diye derilerini yenileyeceğiz.” (Nisa 56)
Bu ayetler bedenlere
uygulanacak cezalardır. Dolayısıyla kutsal kitapların öteki dünya hayatı canlı
bedenler için tasarlanmışlardır.
Cennet hayatındaki seks
olaylarında çocuk olmayacağını, sadece sevişme olacağını savunanlar ise, seks
olayının neslin devamı için gerekli genetik bilgilerin değiş-tokuşu olgusunu
bilmediklerini gösterir. Çünkü balıklar gibi bir çok canlı grubunda, bedenler
birbirine değmeden seks yaşanır: dişi yumurtalarını bırakır ve erkek hemen o
yumurtaların üzerine spermleri bırakır ve iki genetik bilgi birleşir. Bedensel
bir temas yoktur. Dolayısıyla seks, neslin devamı dürtüsüdür. Kutsal kitabın
tanrısı bunu bilmiyorsa, bu “özürü kabahatinden büyük” durumunu oluşturur.
Hayatın doğum-ölüm
döngüsü üzerine oturtulduğunu bilmeyen insanlar, ölüp-yok olacaklarını kabul
edemeyip, bir ahiret hayatı tasarlamışlar. Buzul devri sonrası deniz sularının
yükselmesiyle yaşadıkları bir ortamın sulara gömülmesinin anlatıldığı Atlantis
makalesindeki “kaybolan bir dünya” olayına atfen, öldükten sonra bu batan eski-cennet
ülkesinde yaşamlarının devam edeceği şeklinde bir ebedi hayat sistemi
tasarlamışlardır. Halbuki ölümden sonra yok olmak söz konusu değildir, doğal
sistemle kalibrasyona dönmek ve yeniden doğal sistemin yapılanmasında tekrar
görev almak söz konusudur.
Peygamberlerin “Tanrı’nın
sözcüsü” olarak, kesin, dogmatik, değiştirilemeyen yasalar getirdikleri inancı,
Kutsal Kitapların doğada dinamik sistemli bir işleyiş olduğu gerçeğiyle taban
tabana zıtlık içindedir. Çünkü:
1-Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına
uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası
ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre
kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları
onlar için de geçerlidir.
3-Devleti sahiplenenlerce,
çocuklarımızın yaşayacağı ovalar, denizler, ormanlar, dağlar, vs. kamusal
alanların parsellenip satılması, veya kiralanması geleceğimizi karartmaktadır.
Ve tüm bunlar statik-sistemli, tepeye bağımlılık sistemiyle yapılmaktadır;
bunlara karşı çıkanlar ise, “din-elden gidiyor” yaygarası ile düşman ilan
edilmektedir. Elden giden “Din, namus, ahlak” değildir, çünkü onlar “kafamızın
içindeki programlamalardadır; ama bir şey elden gitmektedir: Çocuklarımıza
bırakacağımız doğa. Doğa talan edilmektedir.
4-Kutsal Kitaplar tepedeki
efendiler kitlesi tarafından düzenlendiklerinden,
“hak-hukuk-adalet-namus-ahlak” gibi kavramlar, sadece tepedekilerin isteklerine
uygunsa vardır; “Yoksa, şu bölgeyi senin soyuna tahsis ettim; Allah istediğini,
istediğine verir; Senin soyunla antlaşmamı yapıyorum, vs.” gibi görüşlerin,
evrensel “hak-hukuk-namus-ahlak” ile ilişkisi olabilir mi?
5-Bu tür bir yaratıcı veya
tanrı anlayışı, doğadaki dinamik sistemde geçerli olan “karşılıklı etkileşim”
ve tabana (yani alt-sistemlere) bağımlılık ilkesine tamamen terstir. Bu nedenle
bizlerin gelenek ve görenekleri kökten hatalıdır. Bilinç-altı sistemimiz
tamamen yanlış olarak programlanmaktadır. Bu nedenle para-din-siyaset
kıskacından kurtulmamız mümkün olmamaktadır.
16.1. ÖYLESINE KÖRÜ-KÖRÜNE INANDIRILMIŞIZ KI,
Tüm devletler tepedeki
efendilerce sahiplenirler. Efendiler, geçimlerini halkın sırtından ve kamu
mallarından sağlarlar. Ellerinde toplanan güçle (para) halkı baskı altında
tutacak sistemler oluştururlar ve halkı pasifleştirip, kendilerine uşak
yaparlar. Doğada ise böyle bir tepeden yönetim sistemi yoktur, Üst-sistemler
hep tabandakilerce oluşturulurlar. BEDENLERİMİZİN SAHİBİ HÜCRELERİMİZDİR, BİZ
HÜCRELERİMİZİN EFENDİSİ DEĞİLİZ. Bu durum tipik bir zır-cahilleşme sonucudur.
Zır-cahilleştirici faktörün başında dinsel öğretiler (efendiler tarafından
tezgahlanmış kutsal kitaplar) yer alırlar
Tüm geleneksel sistemlerde
her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi
sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar
veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Huzurlu bir toplum, her
insanın toplumu karşılıklı bir hizmet alış-verişi ortaklığı olarak görmesiyle
mümkün olacaktır. Bu ise tamamen bir eğitim sorunudur. Çözümü ise çok basittir:
Statik (Tepeye Bağımlı Örgütlenme = TBÖ) sisteminin zararlarını görüp, bu
zararları yok edici dinamik sisteme geçmek! Bak: Tepeye Bağlı Örgütlenmenin
zararları: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html
Acaba halk neden bu kadar
bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır,
mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde
süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik ve EFENDİ tanrısının onunla
gönderdiğine inanılan bir kutsal kitap efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane,
tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış
senaryolardan oluşmuştur. Halk tamamen gerçek durumdan habersizdir ve bir sürü
gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk,
“namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk
dönemine geri götürülmek üzeredir.
Kutsal Kitapların
oluşturuluş amacı tepedeki yöneticilerin yaptıkları işlerin doğadaki yaratıcı
sistemle uyum içinde olduğuna insanları inandırmaktır
Kutsal Kitaplardaki Tanrı,
tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara
göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer
tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır.
Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda
böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum
anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme
ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda
TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ
anlamındadır.
Kutsal Kitapların Tanrısı,
doğa olaylarını kendi tuttuğu kavimlerin çıkarlarına göre yorumlar. Birkaç
yılda bir tekrarlanan çekirge istilaları, bulaşıcı mikroplarla gerçekleşen
toplu ölüm olayları vs. hep, tanrının insanları cezalandırmaları şeklinde
yorumlanır.
1-2 asır öncesine kadar
tüm toplumlar bir kral veya sultan gibi tepedeki bir efendi tarafından
yönetilirlerdi. Halkın pasif kılıp, efendilerinin istekleri doğrultusunda
davranmaları için, doğadaki yaratıcı gücün, peygamber denilen kişilerce
insanlara kutsal kitaplarla mesajlar gönderdikleri ve bu mesajlara uyarak
yaşarlarsa, öteki dünya gibi yerde ölümden sonra ebedi ve mutlu şekilde yaşayacakları
bilgisi aşılanarak, birer robot gibi pasif davranmaları sağlanıyordu.
Günümüzde de bu mekanizma
aynı şekilde işletilmektedir. Halk pasif kalmakta, yasa ve yönetmeliklerin
tepedekiler-saraylardakiler tarafından oluşturulmasını kabul etmektedir. Tepedekiler
de, halkın ürünleri ve-emekleriyle oluşan gücü kullanarak, insanları
istedikleri şekilde yönetmektedirler. Ve bu sömürü düzenin temeli, doğadaki
yaratıcılık-yönlendiricilik gücünün, doğal içgüdü sistemiyle, varlıkların kendi
içlerinde olduğunun bilinmemesidir.
Yani zır-cahilleşme,
yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş
insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur.
Öyleyse, kutsal kitaplar
insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir inanç
sistemi değil mi?
“Allah” kutsal kitapları
tezgahlayanların RABBİdir, EFENDİsidir. Doğal sistemin yaratıcısı ise,
varlıkların içlerindeki kuantsal yaratıcılardır, onlara tapınılmaz, kurban
kesilmez.
Öylesine körü-körüne inandırılmışız
ki,
halk geleceğini,
çocuklarının geleceği olan bu dünyanın efendiler sınıfınca
parsellenip-sahiplenilmesine,
doğadaki dengenin
sağlanmasında gerekli olan milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün yok
olmasına,
hak-hukuk sisteminin, para
ile yer-değiştirmesine,
özgür yaşam ile kul yaşamı
arasındaki farkı unutup, Osmanlı padişahlığı dönemini geri getirmek isteyen
yöneticilik anlayışına oy verip, onların yönetimi altına giriyor.
Ve tüm bunlar bir kutsal
kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan kendisine sormuyor: Statik sistemli
hayat görüşüne dayanan Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak
için değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?
Toplum hayatında bir
düzen oluşturmak içinse, tam tersi durum oluyor, çünkü tüm toplumsal hastalıklarımız,
tepeye bağımlılıktan kaynaklanıyor, zira kutsal kitaplar statik sistemli hayat
ise dinamik sistemli.
Öteki bir dünya hayatında
cennet diye bir yerde ebedi hayat yaşamaksa, doğada ebedi olan yani
değişip-dönüşmeden sürekli aynı kalan hiçbir varlık yok, çünkü zaman
değişim-dönüşümlü dinamik sistemde var. Her şeyin donduğunu ve hiçbir
değişim-dönüşüm olmadığını düşünün:
Güneş dönmüyor ve donmuş
(dolayısıyla içinde nükleer tepkime olmadığından, radyasyon yaymıyor ve
dünyamız kap-karanlık);
Dünya kendi ekseni ve de
güneş etrafında dönmüyor (dolayısıyla yıl ve gün oluşmuyor);
Bedenlerdeki hücreler
donmuşlar (dolayısıyla buz gibi soğuk bir beden söz konusu);
Hücrelerdeki atomlar
donmuşlar, dolayısıyla çevrelerine hiç sinyal vermiyorlar, doğadaki tüm enerji
alış-verişi sona ermiş.
İşte böyle bir durumda ne
yıl, ne ay, ne gün, ne saniye oluşur. Daha da vahimi her türlü canlılık, enerji
alış-verişi son bulur. Yani doğa ölmüş olur. Dolayısıyla doğanın canlılığı ve
hayat, kuantsal sistemle, atom-altı-öğelerle başlar ve onların bilgi ile yeni
üst-sistemler oluşturma çabaları şeklinde devam eder. Yani YARATICILIK kuantsal
sisteme özgüdür, sürekli bir değişim-dönüşüm olması şart ve gereklidir. Ebedi
hiçbir şey olmaz.
16.2. KUTSAL KITAPLAR TEPEYE BAĞIMLILIĞI HAKLI GÖSTERME
KANDIRMACASIDIR.
Kutsal kitaplar hep devlet
saraylarında, insanları itaatkâr kullara dönüştürmek için efendiler sınıfınca
tasarlanmışlardır.
Düşünsenize, her şeyi
yapmaya kadir olan bir güç sistemi, tüm insanlığa hitap edecek bir mesaj
oluştursaydı, bu mesajını herkes tarafından görülüp-anlaşılan bir şekilde
gönderemez miydi? Elbette böyle bir mesaj gönderebilirdi, ama doğadaki yaratıcı
kuantsal kökenli ve sürekli değişim-dönüşüm içinde bir doğal sistem
tasarladığından, sabit-değişmeyen bir kitap göndermez!!!!!!!!!!!!!
Doğadaki yaratıcılığın,
insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu görüşü insanlara
doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır gelenek
göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim
Namus, ahlak toplum
hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli
davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının
temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer
alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar
olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat
anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda
kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel
gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Davranışlar
zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken
ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin
bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder.
İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak
yaşarlar.
Doğada Dinamik Oluşum
Mekanizmasının (=DOM) geçerli olduğu ve dinamik sistemlerde güç sisteminin en
tabandaki kuantsal canlılık öğelerinde bulunduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adresli
makalede net bir şekilde doğa-bilimsel verileriyle ortaya konulmuştur. O
makalede insanların zaman kavramını tamamen yanlış yorumladığı, dolayısıyla
zamanın bir dilimi olan ömür = hayat olgusunu da anlayamamış olduğu da net bir
şekilde gösterilmiştir. Yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı olan doğal sistemin
yaratılış öyküsü (ki buna zaman denir), doğadaki yaratıcılığın kuantsal
sistemle başladığını göstermektedir. Ama insanlık zaman kavramını
bilmediğinden, yaratıcılığı da anlayamamıştır. Yani doğamızdaki güç sistemi
içimizdeki atomlarda bulunmaktadır ve kuantsal canlılık öğelerindedir, Bu
sisteme “DİNAMİK SİSTEM” denir. Yaratıcı güç sisteminin sürekli değişip-dönüşen
ve evrimleşen bir güç sistemi olduğu anlamındadır.
Halbuki insanlarımızın
çoğunluğu “La İlahe illallah = Allahtan başka allah yoktur » Yani Allahtan başka
tapınılacak efendi, başka kanun kural koyucu yoktur” temel felsefesine dayanan
bir inanç sistemine sahiptir. Bu inanç sisteminde yaratıcı, varlıkların
dışında, sabit, değişmez, ebedi bir EFENDİ (kanun koyucu) olarak kabul edilir.
Böyle bir sisteme de, yaratıcının değişmez-sabit olmasından dolayı STATİK
SİSTEM denir.
“Zır-cahilleşme” kavramı
önceki bir bölümde açıklanmıştı. Zır-cahilleşenler mantıklı çözümlere karşı
çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Dinamik sistem
insanlığın tüm toplumsal sorularını çözerken, insanlara özgürlük, kendine güven
duygusu verirken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek,
zır-cahilleşmeden başka bir şeyle açıklanamaz. İnsanları zır-cahilleştiren
faktör, yaratıcıyı yanlış olarak insanlara belleten efendiler sınıfınca
düzenlenmiş kutsal kitaplı veya doğal-seçilimli hayat görüşleridir. Çünkü ikisi
de statik sistemli bir doğada yaşanıldığına inanırlar. Bir kutsal kitaba inandığına
yemin eden kişi, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olan bir görüşün
egemenliğini kabul ettiği için toplumuna ihanet eden, çocuklarının geleceğini
karartan kişidir. Zır-cahilleşme doğadaki kuantsal yaratıcılığa ihanet
olduğundan bedensel ve toplumsal hastalıklara davetiyedirler.
Aynı şekilde bilgi ve
bilincin insan ve insan-üstü bir sisteme ait olduğuna inan biri (evrimci veya
başka biri) de aynı suçu işlemiş olur.
Yani zır-cahilleşme,
yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş
insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur.
Öyleyse, statik sistemli hayat görüşü, insanları zihinsel olarak zehirleyen,
zombileştiren en zararlı, en günahkar bir görüştür.
Tek başına yaşaya bir
insan, yabani hayattan ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan
kendisini ve ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku uyuyamaz. Onun
için 10-11 bin yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı toplum
hayatına geçilmiştir. Ama 3-4 bin yıl önceleri yasalar tepedeki birileri
tarafından oluşturulmaya başlanınca, huzurlu-mutlu toplum hayatı tekrar
cehennem hayatına dönmüş ve gün geçtikçe de daha kötüye gidilmektedir.
Güç sistemini tepeye
koyarsanız, tepedekilerin kölesi olursunuz. Güç sistemini tabana koyarsanız,
toplumunuzu yönetme hakkı size ait olur.
16.3. DÜNYA EFENDİLER KULÜBÜNCE YÖNETILMEKTEDIR.
Ülkemiz Cumhuriyet
dönemine geçip, modern bir ülke olma yönünde ilerlerken, petrol-bölgelerini
denetimleri altında tutmak isteyen EFENDİLER KULÜBÜ, Türkiye’nin bu bölgede
güçlü bir devlet olmasını engellemek için ellerinden gelenin hepsini, uzun
vadeli bir plan çerçevesinde yapmaya çalışmışlar ve de görüldüğü üzere,
başarmışlardır.
Önce halkın bilgili ve
bilinçli bir düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY ENSTİTÜLERİ
projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmamış
topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma
demokrasiye geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir; çocuğun
kendisi karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur.
Halk “din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin
doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların efendiler
sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş senaryolar
olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede olduğunu fark
edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün
oynadığı bu oyun devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa
geçiş olan bir sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine
girecek bir duruma getirilir.
Biz TC vatandaşları,
daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü
idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu
topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu
topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye
kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı
padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri
getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat
sistemidir.
Acaba halk neden bu kadar
bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır,
mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde
süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu
efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı
tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur.
Tepedekilerde güç-enerji
bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir
zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca
kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde
gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte
ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe
edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde
yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki
birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, bilinçli ve kötü-niyetle
kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu, yukarıdaki bölümlerde
gösterilmiştir.
Doğadaki yaratıcılık
sistemi, kuantsaldır ve olasılık hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı
etkileşimlerine dayanılarak oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir
emir-yönlendirme yoktur. Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı
inanç-sistemleri devlet-yöneticileri tarafından insanları itaatkar yapmak için
tasarlanmışlardır. Yani Dinsel inançlar, tepedeki efendiler zümresinin amacına
göre düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza
yerleştirilmişlerdir.
Eğitilmemiş kişi en
azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin
yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir.
Statik sistemli hayat
görüşü yanlış bir hayat görüşüdür, çünkü doğadaki yaratıcılık ve yönetimin
varlıkların içlerindeki kuantsal sistemle değil, varlıkların dışında -üstünde
olduğuna inanılan bir efendi (rab) tarafından gerçekleştirildiği bilgileri söz
konusudur.
Ülkemizde ise tam bu görüş
benimsenmiş ve nesilden nesile geleneklerle aktarılarak insanlar zır-cahilleştirilmiştir.
Doğan çocukların kulaklarına bir kutsal kitaba inanç yemini üflenerek
başlatılan zır-cahilleştirme eylemi, EFENDİLER camiası tarafından desteklenen
dinsel çevrelerce ve okullarda sürekli vurgulanarak, bir kutsal kitaba yemin
ettirilmesi aşamasıyla zirveye ulaştırılmıştır. Bir kutsal kitaba yemin etmek
demek, toplum hayatında bir efendi zümresinin egemenliğini kabul ettiğine dair
yemin etmektir. Efendilik sisteminin ise, tüm toplumsal hastalıkların temel
kaynağı olduğu, önceki bölümlerde çok net bir şekilde ıspat edilmiştir.
Halk
zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön
yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara
ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum
hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli
davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının
temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer
alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar
olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat
anlayışının bir yan ürünüdür ve tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü
erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli
bir bilgi-aktarımı sistemidir.
16.4. KÖTÜ INSAN YETIŞTIRMEYE YÖNELIK BIR SISTEM
Bizlerin toplumsal sistemi
tam anlamıyla kötü insan yetiştirmeye yönelik işlemektedir.
İyi insanlardan bile kötü insanlara aktarma yapılmaktadır. Bu gelenek-
göreneklerimizin ne kadar bozuk ve yozlaşmış olduğunun göstergesidir. 10 kere
seçim yapıldı ve Türk halkına sorulan soru hep aynıydı, faziletlerden yana
mısınız, yoksa siyasi İslam adına söylenmiş her lafı kabul edecek misiniz?
Konu tamamıyla cumhuriyet
ve karşı devrim arasında ne tarafta saf tutacaksınız sorusuydu.
Halkın önemli bir bölümü
faziletleri değil, siyasi İslam adına söylenmiş her lafı, yalanı, dolanı,
hileyi, desisesi, entrikayı, iftirayı, pusuyu, sinsiliği tercih etmiştir.
Bir başka değişle, halk
diğerlenin canı, malı, ırzı helaldir, diğerlerine yalan söylemek, iftira etmek,
hile yapmak, sözünden caymak helaldir diyenleri tercih etmiştir. Bu halkın
elbette bu kesimini de ahlaksız yapar.
Dünya EFENDİLER KULÜBÜNCE
yönetilmektedir. Ülkemiz Cumhuriyet dönemine geçip, modern bir ülke olma
yönünde ilerlerken, petrol-bölgelerini denetimleri altında tutmak isteyen
EFENDİLER KULÜBÜ, Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir devlet olmasını engellemek
için ellerinden gelenin hepsini, uzun vadeli bir plan çerçevesinde yapmaya
çalışmışlar ve de görüldüğü üzere, başarmışlardır.
Önce halkın bilgili ve
bilinçli bir düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY ENSTİTÜLERİ
projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmamış
topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma
demokrasiye geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir;
çocuğun kendisi karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur.
Halk “din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin
doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların
efendiler sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş
senaryolar olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede
olduğunu fark edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün
oynadığı bu oyun devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa
geçiş olan bir sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine
girecek bir duruma getirilir.
Biz TC vatandaşları,
daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü
idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu
topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu
topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye
kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı
padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri
getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat
sistemidir.
Acaba halk neden bu kadar
bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır,
mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde
süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu
efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı
tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur.
Tepedekilerde güç-enerji
bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir
zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca
kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde
gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte
ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe
edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde
yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki
birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, bilinçli ve kötü-niyetle
kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu, yukarıdaki bölümlerde
gösterilmiştir.
Doğadaki yaratıcılık
sistemi, kuantsaldır ve olasılık hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı
etkileşimlerine dayanılarak oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir
emir-yönlendirme yoktur. Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı
inanç-sistemlerinin, devlet-yöneticileri tarafından ne zaman oluşturulup,
gelenek-göreneklere aktarıldığı
Yani Dinsel inançlar,
tepedeki efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve
gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.
Eğitilmemiş
kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan
bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış
bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği
ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü
mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar
ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir
yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek,
zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz
Halk
zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön
yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara
ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak
toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için
gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak
kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön
planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik
günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik
sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda
kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel
gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Davranışlar
zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken
ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin
bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder.
İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak
yaşarlar.
Bu konuyla
ilgili olarak şu makalenin okunması çok yararlı olur:
Bir efendinin
(padişahın) kulu olarak değil, bir cumhuriyetin kendine güvenen özgür bireyler
olarak yaşama hakkı kazanmalarını sağlama girişimi olan KÖY-ENSTİTÜLERİ
projesinin baltalanması eylemini başlatan EFENDİLER-Kulübü (BATI-DÜNYASI) bu
eylemlerini gittikçe daha çeşitli alanlara kaydırarak, amaçlarına tam ulaşmak
üzeredirler. Ve bu eylemler hep halkın hala bir efendi, bir lider peşinde
koşmasıyla sürdürülmektedir. Zavallı zır-cahilleştirilmiş halkım, dostlarım,
yeğenlerim, arkadaşlarım, … Sizleri uyandırmak için acaba daha ne yapsam?
16.5. İYI- KÖTÜ, NAMUS-AHLAK, TOPLUM-RUHU KAVRAMLARI VE
ILIŞKILERI
Toplumlarda her zaman iyi ve kötü niyetli insanlar olacaktır.
Ancak bunlardan hangisinin toplum hayatında egemen olacağı önemlidir. Şimdiye
dek kötü-niyetlilerin egemen olduğu bir süreç içinde yaşanmıştır.
Acaba
toplumlarda kötü niyetli insanlar mı daha çoktur, yoksa iyi niyetli insanlar mı?
Bu soru Yale
Üniversitesinde araştırılmıştır.
16.5.1. İyi veya kötü insan oranı
nasıldır?
Yale Üniversitesinde
bir grup araştırmacı, insanlarda ahlak, iyilik, kötülük, uzlaşma gibi
konuların, doğuştan mı yoksa sonradan verilen eğitimle mi olduğunu araştırmak
için bebeklerin davranışlarını incelemeye karar verirler ve bir
“Bebek laboratuarı” kurarak, 3 aylık ve daha yaşlı bebeklerle deneyler
yapıp, bu konuda bir rapor hazırlarlar: Hamlin, J.K, Wynn, K. Bloom, P.
2007: Social evaluation by preverbal infants. Nature 450,
557-559. https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1711506018861042/
Bu
araştırmada yapılan deneylerin sonucu aşağıdaki gibidir:
Bir kukla
oyunu oynanır; üç kukla vardır, biri bir kutuyu açmaya çalışır
• İlk
versiyonda, yeşil önlüklü kukla, kutuyu açmaya çalışan kuklaya yardım eder,
kutu açılır.
• İkinci
versiyonda, sarı önlüklü kukla kutunun açılmasına engel olur.
Oyun sonunda
kuklalar bebeğin önüne konularak birini seçmesi beklenir. Bebeklerin %80 yeşil
kuklayı beğenir; hatta 3 aylık bebeklerin %87si yeşil kuklayı beğenir.
• Diğer
bir deneyde, bebeğe iki farklı krakerden birini seçmesi istenir ve sonra aynı
krakerleri kuklaların seçmesi gösterilir. Deney sonunda, bebeğe hangi kuklayı
beğendiği sorulduğunda, bebekler %87 oranında, kendileriyle aynı tercihi yapan
kuklayı seçerler. Yani ön-yargılı davranma, taraf-tutmak, kendisi gibi olandan
yana olmak, başka düşünenleri cezalandırmak doğuştandır.
Eğitimle
çocukların davranışlarında değişimler oluşmaya başlar
• 6-7
yaşlarındaki çocuklarda paylaşma veya eşit-hak konusu deneyleri yapılır,
çocukların çoğunluğu, kendilerinin daha çok kazanacağı, ama karşıdakinin hiç kazanamayacağı
şıkları tercih ederler.
• 8
yaşlarındaki çocuklar bu deneylerde “eşitlikçi” davranış sergilerler.
• 9-10
yaşlarındaki çocuklarda ise, fedakarlık duygusu gelişir: çocuk kendisi değil,
karşısındakinin daha çok alması yönünde tercih yapar,
Çıkartılacak
sonuç şu olur:
• İyilik,
yardımlaşma, uzlaşma insanların genlerinde mevcuttur, sonradan verilen eğitimle
bu oran sadece artırılabilinir veya eksiltilebilinir.
• Kötülük
de temelde genetiktir. Bebeklerin %13ünün kötülük temsilcisi kuklayı seçmesi bu
nedenledir.
• Önyargılı
davranmak, eğitimle düzeltilebilinir. Irkçılık vs. eğitimle aşılabilir.
Bu konuyla
ilgili bir başka araştırma ise Robert Hare adlı Kanadalı bir profesörün 1960lı
yıllarda başlatılan kötü-ruhlu insanlar üzerine yaptığı bir araştırmadır.
R.Hare, hapishanelerde bulunan psikopatik davranışlı insanların ortak
özelliklerinin bulunup-bulunmadığı konusunu araştırmaya başlar ve ilginç ortak
özellikler bulunduğunu fark ederek, “Psychopathy Checklist” = psikopatlık-testi
adını koyduğu bir tanı-listesi hazırlar. Bu listede bulunan özellikleri olan
insanların, doğuştan, yani genetik olarak “kötülüğe” meyilli oldukları, suç
işleyen insanlar üzerinde testler yapılarak genel hatlarıyla doğrulanır.
Ancak istisna
durumlar da görülür. Örneğin, James Fallon adlı bir akademisyen, bizzat
psikiyatri uzmanıdır ve bu listedeki özelliklerin kendisinde de olduğunu
belirtir. Ama kendisi topluma zararlı değil, yararlı bir kişi olarak yer
almıştır. Bunun nedenleri araştırıldığında, James Fallon’un çok iyi bir aile
ortamında yetiştiği gözlenerek, ortamsal faktörlerin, genetik hataların
örtülmesinde etkili olduğu sonucuna varılır.
Bu araştırmalar,
kötülük genli çocukların, James Fallon örneğinde ıspatlandığı üzere, çok iyi
aile ve çevre ortamlarında yetiştiklerinde, normal insanlar olarak
davrandıklarını ortaya koymuştur.
Çıkarılacak
ders:
Çevrenizdeki
insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
Çok iyi bir
toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı
olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar
bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler
16.5.2. Bir toplumda İyi veya kötü
niyetli insan sayısı değiştirilebilir mi?
Bilmemiz
gereken gerçek budur: Evet, değiştirilebilirler.
Çevrenizdeki
insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
1-Çok iyi bir
toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı
olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar
bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler.
2-Yale
üniversitesinde yapılan çalışmada orta çıkarılan “kötü niyetli” insan sayısı
oranı, o zaman ve oradaki toplumsal bileşimi yansıtır. Dünyanın her yerinde
aynı oranda olması beklenemez.
3-Epigenetik
adlı bilim dalı, insanların (canlıların) genetik yapılarının çevresiyle
etkileşimlerine göre değiştirilebileceğini göstermektedir. Nitekim, evrim
dediğimiz olay da ancak bu sayede mümkün olmaktadır. Balina, yunus,
deniz-aslanı vs. gibi denizlerde yaşamaya geçmiş eski karasal ortam hayvanları,
Epigenetik olmasaydı, asla tekrar deniz hayatına dönemezlerdi. Bu nedenle,
insanların iyi-niyetli insan sayısını artırması, kötü-niyetli insan sayısını
azaltması mümkündür. Ve bu tamamen toplum hayatında uygulanacak düzenlemelere
bağlıdır. İyi bir toplumsal sistemde, kötü genler değiştirilip, iyi genlere
dönüştürülebilirler. Epigenetik bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
Memeli
hayvanlarda 2 ön 2 arka bacak, bir kafa ve bir gövde gibi temel bir şablon
bulunur. Bir memeli hayvan karadan deniz hayatına dönerse, bu temel şablon
korunur, ama ön ve arka bacaklar farklı görevler üstlenecek şekilde değişime
uğrarlar. Bu işlemlerin gerçekleştirilmesi epigenetik denilen bilim dalının
keşfiyle anlaşılır olmuştur. Genetik milyarlarca yıl önceleri temelleri atılan
hücresel temel etkileşim bilgileri olup, enerjisini nereden, nasıl sağlayacağı
gibi temel davranış özelliklerini belirleyen bir şablon görevi
görürler. Ama bir canlının çevresindeki faktörlerin değişmesiyle bu
faktörlere uyum sağlaması epigenetik olarak bilinir. Epigenetik faktörler,
genleri aktif veya pasifleştirerek, canlının çevreye uyumuna yarayacak şekilde
farklı protein üretmelerini sağlarlar.
Yine şekilde
görüleceği gibi, yediklerimiz, içtiklerimiz, çevremizdeki diğer varlıklardan
etkilenme tarzımız, stres durumumuz gibi bir çok faktör epigenetik kararlar alınmasında
etkili olmaktadır. Bir annenin bu günkü yaşam durumu, hem onun, hem
çocuklarının, hem de torunlarının durumlarını etkileyici temel izler
bırakmaktadır.
Şekilde
gösterildiği üzere, bizler hücrelerimize neyi hedef gösteriyorsak, hücrelerimiz
o işlevi yerine getirecek şekilde DNA- RNA kodlarında düzenlemeler yapabilmekte
ve o işlevi yerine getirecek şekilde bedenlerimizi şekillendirebilmektedirler.
16.5.3. Toplum genelinde ortak bir
görüşe sahip olmak neden çok önemli?
Neden her
varlık bir diğer varlığa bağımlıdır, hem onu etkiler hem ondan etkilenir?
Önce bir
araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki
önemini göstermek istiyorum.
Bir beden,
belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş
hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı
amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar.
Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı”
şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji =
bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara”
ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu
“antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil”
denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye
gönderilirler.
Nature
dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı
ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve
ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler
yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu
araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır”
olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil
hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok
tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste
ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken,
Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif
olur.
Yani
insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su
moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de,
olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Bundan yola
çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala
da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer
birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini
ortaya koymaktadır.
Ama ortada
“su-hafızası” diye bir şey değil, su moleküllerinin çevre faktörlerinden
etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları söz konusudur.
Bilim
insanlarının günahı başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları
atom-molekül gibi küçük öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve
çevrelerini algılayarak, ona uygun bir davranışta bulunduklarını kabul
edemediklerinden, yukarıdaki gibi kavgalar ve anlaşmazlıklar hep
süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.
Bu örnekten
gidilerek, hayat konusunda neden ortak bir görüşte uzlaşılmanın, insanların
davranışlarının tayininde şart ve gerekli olduğu anlaşılabildi mi?
Bedenlerimizdeki atomların-moleküllerin davranışları, çevrede etkili ve geçerli
kuvvet-alanına göre belirleniyor. Hücrelerin davranışları bu moleküllerin
davranışlarına göre ayarlandığına göre, ortak bir hayat görüşünde uzlaşmanın
önemini anlayabildik mi?
Neden farklı
din, ırk, felsefe, vs. değil, ortak bir uzlaşma ortamı şart ve gerekli,
anlaşılabildi mi?
Bir
toplumun kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü
toplum hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır, ve hizmeti
üretenler insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar
kaliteli olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun
refah seviyesi bu şekilde yükselmiş olur. Becerikli insan yetiştirmek,
hücreleri iyi yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, dayak atma, cehennem
azabı gibi konularla korkutmakla değil, teşvikle olur.
Bedenlerin
becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o
konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci,
okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası
koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir
hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması
gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak
davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Doğadaki
düzen ve denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri ile
oluşturula bilinmektedir. Toplumsal hayattaki düzen ve denge de tüm insanların
çevreleri ve kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri ile mümkün olacaktır.
Etkileşimler ise karşılıklı anlaşma-ve uzlaşmalar (mutabakatlar) şeklinde
olmaktadır. Hepimiz aynı dünya gemisindeyiz ve doğadaki denge ancak ve ancak
tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mümkün oluyor. Dolayısıyla global
(küresel) toplum hayatı da ancak tüm toplumların karşılıklı olarak
anlaşıp-uzlaşmalarına dayandırılmak zorundadır.
16.6. DINLERIN AMACI, TOPLUM HAYATINA DÜZEN GETIRMEK
OLMALIDIR.
Peki Bu nasıl
olacak?
Toplum
insanların, ortaklıklar yaparak birlikte yaşadığı sistemdir.
İnsanlar
neden birlikte yaşamak isterler?
Çünkü, tek
başlarına yaşadıklarında her şeyi kendileri yapmak zorundadırlar: tavuk
yetiştirecek, buğday ekip-biçecek, buğdaydan un yapacak, sebze – meyve
yetiştirecek; çanak çömlek, kap-kacak, kazan, tabak, kaşık, bıçak
yapacak; bıçak yapmak için madencilik yapacak, bakır, demir gibi madenler
üretecek, vs.
Tüm bu
işlevler asla bir-iki kişi ile yapılacak işler değildir. Bu nedenle insanlar
zaman geçtikçe, nüfus artıkça, taş-devri, cilalı-taş-devri =
çamur-aletler-devri (çanak-çömlek), tunç-devri, demir-devri gibi gelişim
evrelerinden geçerek günümüz kültür düzeyine ulaşabilmiştir.
İnsanlık
yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 12-13 bin yıl öncesine
kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama 12-13 bin yıldan beri, önce
kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen
üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen
üst-sistemler oluşturulur?
16.6.1. Nedeni basit: Rahatlama
dürtüsü.
Tek başına
yaşayıp, yukarıdaki işleri yapmaya çalışan bir insanı- aileyi düşünün, yaban
hayatından ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve
ürettiklerini koruması gerekir, çünkü normal doğa hayatında tüm canlılar arasında
rekabet-kavga vardır. Dolayısıyla bireysel düzeyde yaşayan insanların
kafalarını kaşıyacak, rahat uyku uyuyacak zamanları yoktur. Bu nedenle önce
kabile, sonra kasaba-kent gibi ortak yaşam ortamlarında birlikte yaşamaya
çalışılmıştır.
Çalışılmıştır
ama, ortaklığın kurallarının oluşturulmasında şimdiye dek pek başarılı
olunamamıştır. Bu başarısızlığın tek nedeni ise, doğadaki oluşum-gelişimleri
tetikleyen, yönlendiren faktörün ne olduğu konusundaki bilgisizlik gelmektedir.
İç-güdü
diye bir terim vardır, ama dış-güdü diye bir terim üretilmemiştir, çünkü her
varlık kimyasal bileşimine uygun olarak, çevresindeki olaylardan etkilenir ve
otomatik tepki verir. Bu tepki, bir enerji-alış-verişi sonucu oluşan bir
olaydır. Dışarıdaki bir olayın yaydığı bir enerji, beden içindeki hücrelerde
(moleküllerde, vs) normal durumdan farklı bir değerde algılanırsa, o hücre
(molekül, vs) hemen tepki verir.
Geçmiş
bölümlerde belirtildiği üzere, doğa atom-altı-öğeleri denilen ve doğadaki tüm
enerji sistemlerini oluşturan, kuantsal canlılardan oluşur. Kuantsal canlılar
çok kısa ömürlü ve çok devingen varlıklardır. Bu nedenle tek bir amaç
doğrultusunda davranırlar: daha-rahat ve daha uzun-ömürlü üst-sistemler içinde
birleşerek daha rahat bir duruma, yapıya kavuşmak. Bunun için gerekli her şey
onların ellerindedir: Enerji ve madde oluşturucu öğeler onların alemine aittir.
İstedikleri maddeyi, istedikleri şekilde enerji aktarımı yaparak
gerçekleştirebilirler. Yani yaratıcılık ve yönlendiricilik tamamen ve kelimenin
her anlamıyla, onlara aittir.
Enerji
dediğimiz kuvvet oluşturucu gücün bir sistemden diğerine aktarılması, rezonans
oluşumlarıyla gerçekleşir. Tesla’nın dahiyane buluşları bu rezonans devrelerini
fark etmesi ve yapması sayesindedir.
Doğadaki
kuantsal canlılık öğelerinin başlattıkları bu gelişme, hep birleşmeler şeklinde
olmaktadır.
Atom-altı-öğeler
birleşerek atomları;
Atomlar
birleşerek molekülleri;
Molekülleri
birleşerek hücreleri;
Hücreler
birleşerek bedenleri;
Bedenler
birleşerek de toplumları oluştururlar.
Doğadaki bu
büyüyerek gelişmenin nasıl gerçekleştiği “Information & self-organisation”
olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği Haken (2000) ile
aydınlatılmıştır: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
En önemli
özellikler arasında şunlar vardır: .
1-Doğadaki
her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde gerçekleşir.
2-Üst-sistemde
geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle
(rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
3-Güç
(enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.
Felsefi
açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı
eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarında şunu vurgular:
1-Her sistemde,
üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
2-karar erki
alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Görüldüğü
üzere, insanların sağlam bir toplumsal sistem oluşturması için,
kurallarını bizzat kendileri, karşılıklı etkileşimlerle (tartışmalar sonucu bir
uzlaşmaya = rezonansa) varabilmeleri şart ve gereklidir.
Ama geçmiş
bölümlerde görüldüğü üzere, bu koşul yerine getirilmemekte, kurallar tepedeki
bir efendiler masasında oluşturulmaktadır.
Yukarıdaki
teorik verilerden anlaşılacağı gibi, tepedeki hiçbir sistemde, güç veya enerji
yoktur. Dolayısıyla tepedekilerde toplum denilen bir sistemi yürütecek
besleyecek hiçbir enerji, besleyici özellik bulunmamaktadır.
Peki öyleyse
günümüz dünyasında devletler, toplumlar neden hala tepedeki bir efendiler
kulübünce yönetiliyor? Neden bir çok devlet hala otoriter sistemlerle
idare ediliyor?
Geçmiş
bölümlerde açıklandığı üzere, dünyada iyi niyetli insanlar da vardır, kötü
niyetli insanlar da. Kötü niyetliler başkalarının sırtında geçinmeye yatkın
olduklarından, çoğu siyasetçi bu kötü niyetliler arasından çıkmaktadır. Oransal
olarak sayıları %15 kadar da olsa, toplumsal sistemin başına geçtiklerinde,
halkı uyuşuk-pasif durumda tutmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır.
Doğal felaketlerin, kendi uydurdukları bir efendi-tanrının emirlerine
uyulmadığı için tanrının cezası formülü bu yöntemlerin başında gelmektedir.
Sonra, tanrının gönderdiğine inanılan kutsal kitap-emirlerine uyulmazsa öteki
dünyada cehennem ateşinde yanma korkusu, vs. yeterli baskı unsuru olmaktadır.
Üstelik,
insanlar asırlardır kutsal-kitap adlı bir kandırmaca ile doğa ve dünyanın
sahipliğinin tepedeki bu efendiler kesimine ait olduğuna inandırılmışlardır.
Onların kulları-köleleri olarak çalıştırılmaya alıştırılmışlar ve
kazandıklarını onlara teslim ederek, tepedekileri mal-mülk, para-pul zengini
yapmışlardır. Tepedekiler de bu güçlerini kullanarak, toplumları köleleri
olarak kullanmaya devam etmektedirler.
İçine düşmüş
olduğumuz bu bataklıktan kurtulmak için, naçizane bir önerim var: Kötü niyetli
insanların sizi yönetecek pozisyonlara gelmesini önlemek için şöyle bir
maddenin anayasa metnine konması yeterli olacaktır:
Kötü niyetli
insanların saptanması, yukarıda açıklanan psikopati testi ile mümkün
olmaktadır. Dolayısıyla, millet-vekilliği, belediye başkanlığı vs gibi toplum
hayatını derinden etkileyecek makamlara aday olacak kişilerin psikopati
testinden geçmeleri şart ve gereklidir. !!!
Önemli Bir SON NOT:
Yukarıda
özetlenen Benveniste etkisi, “water-memory” konulu birçok deney yapılmasına
neden olmuştur. Bu deneyler çevremizdeki moleküllerin bizlerin onlara bakış
açılarına göre farklı tepkiler verdiklerini göstermektedir. İnsanlık günümüzde
doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır. Bu nedenle her toplum
deniz ve gölleri, atmosferi, taşı-toprağı ve onların içlerindeki molekülleri
etkileyerek, bu sistemlerin davranışlarını ve gelişimlerini doğrudan
etkilemektedir. Bu nedenle toplum olarak ortak bir görüş, ortak bir TOPLUM
RUHU, ortak bir İNSANLIK RUHU oluşturmak ve doğal sisteme zarar vermeyecek
şekilde bir yaşam sürdürmek zorundayız. Bu çocuklarımıza bırakacağımız en güzel
miras olacaktır.
Toplumumuzun
gün geçtikçe daha kötü yöne kaydığını göremiyor muyuz?
Toplumsal
düzenimizi oluşturmak için “başka” devletleri mi örnek alacağız?
Bu “başka”
devletler dünyadaki diğer devletleri sömürerek kalkınmış durumda değiller mi?
Biz de
başkalarını sömürerek mi kalkınmış bir ülke olmayı hedefliyoruz?
Neden sağlam
bir toplum oluşturamıyoruz?
Neden hala
sağcı-solcu, dindar-ateist, Marksist-kapitalist, milliyetçi, İslamcı, vs. gibi
bir çok gruba bölünmüş olarak davranıyoruz?
Amacımız tek,
yani bir toplumsal birlik oluşturmak değil mi?
Toplumsal
birlik, bireysel yaşamın bir üst-sistemi değil mi?
Doğada bir
üst-sistem oluşturulmasının teorik ve bilimsel temelleri
ortaya konmuş değil mi?
DOM-sistemi
toplumsal sorunlarımızın nedenini kesin delillerle ortaya koymuş değil mi?
DOM’da
önerilen çözüm formülünde bir veri veya mantık hatası bulunuyor mu?
Toplum bir
ortak yaşam sistemi olduğuna göre, ortaklıkta nasıl uzlaşılma sağlanacak?
17.İnsanların uzlaşamamasının temel nedeni şu değil mi?:
Organizasyonu
tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal
sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine
alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda insanlar arasında
anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma adabı gelişmemiştir. Tersine, insanlar, ya
kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma
amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar
genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak
bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme
yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada
düğümlenir.
Bu
kısır-döngüden kurtulmak için şunların yapılması gerekmez mi?:
1-
Ayrıntılarla değil, konunun ana hattı üzerinde tartışmaya başlayacaksın.
Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapılabilinir. Karşılıklı
olarak anlaşıp-uzlaşma, karşımızdakinin fikirlerini en ayrıntısına kadar
incelemek ve sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup, kabul
edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması gereken konuları
ayırmakla başlamalıdır.
2- Bir
fikri tümüyle reddetmek, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi
olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir
öneriye tümüyle karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.
3- Bir
önerinin herhangi bir yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri sahibine
“sizin yazdıklarınızdan şunu mu anlamam gerekir?” gibi, önerinin konuya dair
ana fikrini doğru anlayıp-anlamadığınızı kontrol etmeniz gerekir. Bu daha
sonraki birçok yanlış anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma indirgemek için
gereklidir. Tartışılan konulardaki temel kavramların tanımında
karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir insan bir şey anlatırken "muz"
tarif etmek istiyorken, karşısındaki "salatalık" anlıyorsa,
kullanılan bazı terimlerin anlamlarında karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz
konusudur. Onun için, hangi terimin tanımında uzlaşma sağlanması
gerektiğini saptayıp, o terimin tanımında anlaşmalısınız.
Bir görüşe
karşı çıkıldığında, sunulan fikrin beğenilmeyen yönünü belirttikten sonra
mutlaka bir düzeltme önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu noktaya karşıyım”
demek ve bir alternatif öneri sunmamak, o konu hakkında yeterli bilgi ve
birikime sahip olmamak anlamına gelir.
İnsanlık
şimdiye dek doğanın kendisini cansız varsayıp, canlılığı varlıkların dışında
varsaydıkları hayali bir güç sistemine atfetmişledir. Bu düşünce sistemine
statik düşünce sistemi denir. Bir asır önceleri kuantum fiziği ortaya çıkınca
ve kuant denilen en temel enerji öğeleriyle yapılan deneyler, bu en temel
enerji-öğelerinin bilgili ve bilinçli davrandıklarını gösterince, insanlar
statik sistemli düşünce ile şartlanmış olduklarından, kuantum fiziği
deneylerini anlayamamışlardır. Bu yanlışlık hala günümüzde de devam etmektedir.
Bu nedenle
insanlık hala büyük bir aymazlık ve şartlandırılmışlık içindedir.
• Zaman,
canlı ve ebedi bir varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk; doğal sistem ise
cansız- ölü kabul ediliyor; değişim-dönüşümlü bir sistemde yaşanıldığının
farkında değiller;
•
Yapıcılık-yıkıcılık, yaratma-oluşturma yeteneğinin varlıkların içsel
bileşenlerinde değil, dışlarında, üstlerinde, tepelerinde olan bir güç
sisteminde olduğuna inanılıyor. Böyle olunca, toplumların yönetimi kral,
sultan, lider, vs. gibi otoriter yetkilerle donatılmış kişilere bırakılıyor.
Halbuki doğada otorite, kral, sultan, peygamber vs. gibi bir şey yok ve her şey
varlıklar arası etkileşimlere dayalı olarak gelişiyor. Yani hayat, Kervran’ın
(1982) tanımladığı gibi “life is nothing but chemistry = hayat sadece kimya(sal
değişimler)dır.”
• “bilgi”
diye bir faktörün doğal sistem oluşumlarında bir rolü olduğunun farkında
değiller;
Varlıklar, kimyasal bileşimlerine göre davranırlar, çünkü kimyasal bileşimler, milyarlarca yıllık süreçlerde gerçekleşen “information & self-organisation = Bilgilen ve örgütlen” temel ilkesi uyarınca varlığın yapısına işlenmiş “iç-güdüsel” yönlendirmelerdir.
Kimyasal
bileşimde yapılan bir değişikliğin bir varlığın davranışını nasıl etkilediğini
bir örnek üzerinde gösterelim.
Bir eşek-arısı-türü, bir örümceğin hem ağzına belli bir zehir akıtır hem de o anda gövdesine yumurtalarını aktarır. Zehirin etkisiyle bir sure baygınlaşan örümcek kendine geldiğinde artık zombileşmiş olur. Önceleri bildiğimiz şekilde bir ağ ören örümcek, zombileştikten sonra, arının larvalarının korunmasını sağlayacak koza şeklinde bir ağ örer.
Canlı normal davranışından sapmıştır. Yani zombileşme, canlının kimyasal bileşimindeki değişikliklere uygun olarak normal davranışından saptırılması olayıdır.
Her varlık
(her canlı) kimyasal bileşimine uygun davranış gösterir. Bedenlerin kimyasal
bileşimleri ise iki farklı yoldan değiştirilebilir:
►1- Bedene
zerk edilen kimyasal bir madde ile, örn.: bedeninize kuduz
virüsü girdiyse, bu virüs çoğalarak bedeninizin kimyasal bileşimini
değiştirmeye başlar, kimyasal bileşimi değişen insan
saldırganlaşır, çünkü zombileşmiştir.
►2- Verilen
bilgilere göre kimyasal-bileşimlerin değiştirilmesi: Beyinlerimiz, çevreye
uyumlu olacak şekilde davranacak şekilde işlev görürler. Biz insanlar
çocuklarımıza, “doğada her şey tepeye bağımlı olacak şekildedir. Sizler de
tepeden (liderlerde, padişahlardan, vs. ) gelecek yönlendirmelere göre
davranacaksınız” şeklinde bir bilgi vermekteyiz. Beyinler bu bilgilere uygun
sinaps yapısı ve o bilgileri simgeleyen kimyasal moleküller oluştururlar, yani bedenlerimiz
o bilgilere uygun davranacak şekilde bir kimyasal bileşime ulaşırlar.
Şartlandırma denilen bu olay, aslında tam bir zombileştirmedir.
Dinamik
sistemli davranışın, insanlığın tüm sorunlarını çözdüğü; statik sistemli
TBÖ’nün ise insanlığın tüm sorunlarının kaynağı olduğu net bir şekilde yukarıda
gösterilmişken, insanlarımızın bu olgu karşısında duyarsız-tepkisiz
kalması tamamen zombileşme faktöründen kaynaklanır. Doğar-doğma çocuklarımıza
aşıladığımız statik sistemli doğa görüşü çocuklarımızı zombi yapmakta ve tüm
sorunlarını çözen bir formül karşısında hala “celladına aşık insanlar” olarak
davranmalarına neden olmaktadır. “Celladına aşık olma” durumunu, şu makaleyi
okuyunca daha iyi anlayacaksınız.
Toplumumuzun
aymazlığının nedeni, statik sistemli doğa görüşüyle zombileşmiş olmasındandır.
Bu gerçeği herkese defalarca anlatıp, uyanmalarını sağlamaktan başka kurtuluş
yolu yoktur. Bilgi davranışlarımızı değiştirecek tek faktördür, çünkü bilgi
kimyasal yapımızı değiştirir, bizim de düşünce ve davranışımız ancak bu şekilde
değişebilir. Kavgayla, sürtüşmeyle vs. ile değil, sabırla, inatla bu doğal
sistem bilgilerini yaygınlaştırmaktan başka çıkar yol olmadığını anlayıp, bu
bilgileri yaygınlaştıracak bir “ORTAKLIK” oluşturduğumuzda sorunlarımızın
üstesinden geleceğiz.
Doğa ve
dünyamız dinamik bir sistemdir. Tüm bu dinamizmi başlatan-sürdüren ise kuantsal
sistemdir. Bedenlerimiz, hücrelerden, moleküllerden, atomlardan ve kuantsal
sistem dediğimiz atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bedenimizin her bir
hücresinde saniyede 100.000 kimyasal işlem yapılmaktadır (McTaggart 2008).
Bu işlemlerde C, H, O, gibi kimyasal elementler, çevrelerindeki
değişen-değiştirilen enerji durumlarına göre, değişim-dönüşümlere uğrayarak,
değişen ortam koşullarına uygun yeni madde kombinasyonları oluştururlar. Tüm bu
değişim-dönüşümlere neden olan dürtü ise, “rahatlama dürtüsü” olarak
açıklanan durumdur, ve “enerji-akışı-yoğunluğunun” (Chaisson 2001, 2011)
artırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Enerji-yoğunluğunun nasıl
artırılacağı ise, “bilgi” oluşturularak yapılmak zorundadır, nitekim
de, şekilde gösterildiği üzere, bilginin gelişiminin eksponansiyel
olmasıyla net bir şekilde görülmektedir. Bilgi ise, Kandel’in (2001)
ıspatladığı üzere, varlıkların kimyasal bileşimlerine entegre edilerek
depolanıp-aktarılmaktadır.
Bilgi
davranışlarımızı değiştiren tek faktördür, çünkü bilgi kimyasal yapımızı
değiştirir, biz de o kimyasal değişimlerle farklı düşünce ve davranışa geçeriz.
Herkesin kafasındaki bilgileri tekrar bir gözden geçirmesi gerekmez mi?
Hepimiz, az veya çok bir oranda zombileşmiş olduğumuzu neden kabul
etmiyoruz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder