DOM'a Giriş-2


DOM’a Giriş-2

8.       Bilgi Faktörü ve Bilgiye dayalı oluşumlar

İnsanlık doğadaki yaratıcılığı (Tanrı?) anlamak istemektedir. Yaratılan şeylerin kimler tarafından yapıldığına bakmak sorunu çözer. Bilgisayar, araba, köprü, vs insanlar tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla onların tasarımcısı da, yapımcısı da insandır.
Eski insanlar da, “mademki ben bir heykel, bir mızrak, bir iğne, bir resim yapıp, bir şey yaratıyorum, o zaman beni ve diğer canlı-cansız varlıkları da yaratan bir varlık olmalı” şeklinde düşünerek, “tanrı” dedikleri bir yaratıcı tasarlamışlardır. Bunu insanlığın yaptığı ilk ve en eski tapınaklardan öğreniyoruz.


Bu nedenle doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlamışlardır.

8.1.         KUTSAL EVLILIK KAVRAMI

Doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan T-şekilli sütunlar erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak tasarlanmışlardır.
Atalarımızın tanrıları, doğayı yaratan erkek-dişi varlıklar olarak algıladıklarını, yine çivi yazılı eski Sümer belgelerinden anlıyoruz.
Şöyle ki:
Doğada canlılık mevsimsel döngü gösterir. Baharda doğa canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın çürüme ve ayrışma başlar. Dolayısıyla insanların tasarladıkları tanrıların bu döngüyü yansıtmaları gerekir.
 “Tanrıça İnanna ile bazı tanrılar evlenmek ister. Bunların arasında Çoban tanrısı Dumuzi ve Çiftçi Tanrısı Enkimdu en ateşlileridir. İnanna’nın’nın Çiftçi Tanrısı’na gönlü daha yatkındır, fakat kardeşi Güneş Tanrısı Utu’nun önerisi ile Çoban Tanrısı Dumuzi’yi seçer ve onunla evlenir.
Bir süre sonra İnanna yer altı dünyasının hakimesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider. Ereşkigal, İnanna’nın yer altı hakimiyetini de alacağından korkmaktadır ve yer-altı kuralı olarak onu cesede çevirir. Onun geri dönmediğini gören veziresi Ninşubur tanrılar meclisine giderek onu kurtarmalarını rica eder. Bu ricaya yalnız Bilgelik Tanrısı Enki kulak verip kurtarmak için yol gösterir.
Tanrıça dirilip tam yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini bırakmam gerek’ derler.

İnanna yerine bırakacağını birini düşünürken, kocasının bulunduğu yere gelir. Bir de ne görsün! Dumuzi karısının yokluğunda hiç üzüntü duymadan en güzel giysileriyle tahtında kurulmuş oturuyor. Büyük bir kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’ der.
Böylece cinler Dumuzi’yi yaka paça yeraltına götürür. Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. Onun yardımıyla bir ara yeraltından kurtulsa da tekrar yakalanır.
En sonunda Dumuzi’nin kız kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl özgür bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir. Böylece ülkeye bereket gelir.”
Bu nedenle eski toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir baş rahibenin yer aldığı düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur.
Bu şenliklerin en yaygın olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz dönemine geçişe denk gelen nevruz şenlikleridir.

Dünyamızda hem karalar, hem denizler, hem iklim koşulları, vs. hepsi sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Canlılar da zorunlu olarak, doğadaki bu değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelebilmek için, yapısal durumlarını sürekli değiştirmek zorunda kalırlar. Bunun için de çevrelerinde nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun vadeli düşünerek, geleceğin hangi yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu nedenle “BİLGİ” denilen mucizevi bir faktörden yararlanılır ve doğada her şey “information & self-organisation = Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik-sistemler fiziğine göre işler.  

8.7.         İNSANLAR NEDEN DIĞER CANLILARDAN FARKLIDIR?

İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiştir. Dolayısıyla insanın diğer canlılar farkı genetik kodlamalarda mevcuttur.
Şekil: İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya alan bir hücresel tasarımdır. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.
"Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.
Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısına gittiklerini anlamak kolaylaşır.
 Şimdi bunu görelim.
İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiş ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir şekilde genetik kodlamalara yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik bilgiler içerdiği, günümüz gen teknolojisi ile ortaya konulabilmelidir.
Bu düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır.
Araştırma sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır. Bu bölgenin özellikle beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya konmuştur. Reelin ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada etkili olan bir proteindir.
Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır.
Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.
Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde, dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını çekmekteyiz.
İnsanlara, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum hayatına başlıyor.
Tepedekilerin  gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar  gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Halbuki doğa dinamik sistemlidir ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur
Günümüz dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da, doğada dinamik sistemli bir hayat görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta, hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.
Gelişmiş ülke halkları, geri kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”
Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca, sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız gerekir.
Yani BİLGİ faktörü doğadaki oluşum ve gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür. Ve bilgi üstel (yani eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim göstermektedir.


8.8.         HÜCRELER NE KADAR BILGILI?

Gelenek ve göreneklerimiz, bizlere, varlıkların bilinçsiz, cansız robotlar olduğunu ve doğa-üstü bir güç sistemin oluşturduğu DOĞA-YASALARINA birer robot gibi uyduklarını öğretmektedir.  Gelenek ve görenekler bilinç-altımıza çocukluk evresinde yerleştirilir. Bilinç-altı sistemi de bizlerin düşünce ce davranışını yönlendiren en önemi faktör olduğundan, bizler bu görüşe göre davranır ve yaşarız.
Canlılık veya cansızlık, hareket etme yeteneğine göre tanımlanmıştır. Bu nedenle de hareket eden her şeyin bir ruhu olduğu inancı, 2-3 asır öncelerine kadar insanlar tarafından kabul edilmiştir. Bu nedenle ruh ile tanrısallık arasında ilişki kurulmuş ve gökte hareket eden güneş, ay, gezegenler vs. tanrısal öğeler olarak kabul edilmişlerdir. Rüzgâr, yağmur, deniz dalgaları, vs. de hareketli olduklarından, rüzgâr tanrısı, deniz tanrısı gibi ilahi güç tasarımları olarak kabul görmüşlerdir. 
İnsanlar sadece gözleriyle gördükleri nesnelerde bir hareketlilik, bir canlılık olduğunu fark edebilirler. Mikroskobik gözleme geçildiğinde, hücrelerin de çok hareketli oldukları görülür. Hele atomik-mikroskoplar, veya başka türde sub-mikroskobik deneylerde, atomların da hareketli oldukları görülür.
Atom-çekirdekleri deneyleri, atomların çekirdeklerini oluşturan proton ve nötronlar arasında saniyenin trilyonlarda birlik kısa süreçlerde glüon denilen bir enerji değiş-tokuşu içinde olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla, hareketlilik, canlılık, en temel atom-altı-öğeler dünyasında da vardır. Ve doğadaki tüm canlılıkların ve hareketlerin başlangıç noktasını atom-altı-öğeler, yani kuantum alemi oluşturmaktadır.
Atom-altı-öğeler sabit varlıklar değil, tam tersine çok hareketli ve çok kısa ömürlü varlıklardır. Bu en temel canlılık-öğeleri, daha uzun-ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemler oluşturacak şekilde, bilgi oluşturma temeline dayalı (information & self-organisation) şekilde bir gelişme içindedirler. Zaman kavramı da bu evrimsel gelişimin gidişat güzergahıdır.
Bu nedenle ZAMAN kavramını anlayamayan, hayatı anlayamaz, çünkü hayat=ömür’dür; ömür ise, zamanın sadece ufak bir dilimidir.
Yani ruh kavramı, dünya genelinde bakıldığında, hareketlik-canlık belirtisi olarak kullanılmıştır. İnsanlar, hareket etme yeteneği yanında, düşünme, hayal kurma vs. gibi zihinsel yetenekler açısından, diğer canlılardan farklı olduklarını gördüklerinden, insan ruhunu, bilinç ile de ilişkili düşünmüşlerdir.
Şimdi hücrelerin davranışlarını inceleyerek, onların da bilgili ve bilinçli mi olduklarını görelim.
Tek başına yaşayan bir hücre için ölüm, sadece kendisini ilgilendirir; ama çok hücreli bir sistemde tüm diğer hücreleri de ilgilendirir. Bu nedenle insanlar gibi çok hücreli canlılarda, hücreler arası bir çok karşılıklı etkileşim kuralı oluşturulmuştur. Bunlar arasında apoptoz, otofaji (autophagy), nekroz (necrosis) en ön planda yer alır.
Apoptoz, vücutta ihtiyaç duyulmayan veya anormalleşmiş hücrelerden kurtulmanın kuralıdır. Uzayda bir uyduda gravite kuvveti çok az olduğundan, bacak kaslarına ihtiyaç duyulmaz. Bedende  hizmetlerine artık ihtiyaç duyulmayan hücrelerinin ölmeleri gerektiği ortaklık kuralı devreye sokulur ve apoptozla, fazla kas hücreleri yok edilir. Bu nedenle uzaya ilk gidip-dönen astronotlar “bir deri-bir kemik” olarak geri dönmüşlerdir.
‘Kendi kendini yemek’ anlamına gelen otofaji ise, hücre içi işlemlerde açığa çıkan “atık ürünlerden” kurtulmak ve onları tekrar kullanılabilir şekle dönüştürme işlemlerini kapsarlar. Yani bir nevi kalite kontrol işlemidir.
Nekroz, ise, hücrenin veya  dokunun-organın geri dönüşemez şekilde hasar görmesi sonucu görülen ölümdür. Örneğin bir yanık durumunda, zehirlenme ve enflamasyonda hücreler ölebilirler.
Bunların yanı-sıra, hücreler ortaklığı olan bedenlerde, tüm işlevler, hücrelerin çevre hakkında bilgi toplaması ve bu bilgilere göre ortaklık sistemleri olan bedeni ayakta tutabilmeleri için çaba göstermeleri sonucu gerçekleşmektedir.
Beyin bedendeki organlar arası eşgüdümü sağlayan bir “hücreler meclisi” işlevi görür. Bedendeki her noktaya sinir-hücreleri bağlantıları gönderilerek, onların durumları hakkında bilgi alınır ve hücreler-meclisinde alınan kararlar iletilir.  Beyindeki milyarlarca sinir hücresi arasında çeşitli uzmanlık alanları oluşturularak, doğada gerçekleşen ve de gerçekleşmesi olası olan değişim-dönüşümler verileri toplanır; bunlar değerlendirilir. Hatalı veya gereksiz olan yorumlar silinir, yeni yorumlara yol açılır. (Mongillo ve diğ. 2017, Hickman ve diğ. 2018, Song &  Colonna 2018, vd.)
Hücreler bilgi oluşturmanın doğadaki değişim-dönüşlere uyumlu olabilmek için gerekli olduğunun öylesine bilincindedirler ki, her bir sinir hücresini farklı bir veriyi algılamak üzere görevlendiriyorlar, sonra da milyarlarca farklı sinir hücresinden gelen bu verileri bir süzgeçten geçirip, bedenin nasıl davranması gerektiği konusunda bir karar vermeye çalışıyorlar. (Pandarinath ve diğ. 2018, Batista & DiCarlo 2018)
Bilgi oluşturmak öylesine önemli ki, insanlığın ürettiği çeşitli ürünler ve bunların çevrede etkilediği değişim-dönüşümler, doğadaki mikro-organizma çeşitliliğini çok değiştirmektedir. Yeni oluşan mikro-organizmalar insanlığa zararlı da, yaralı da olabilmektedir. Bu konuda bilgi edinmek ve ona göre davranmak gerekmektedir (Gilbert J.A. &  Stephens B. 2018,). Ama statik sistemli düşünceyle şartlandırılmış günümüz insanlığı maalesef bu bilinçle hareket etmeyip, geleceğini baltalamaktadır.
Doğada her şey karşılıklı etkileşimlerle olmaktadır. Çevremizde bizleri etkileyen en yaygın organizma türü ise bakterilerdir. Gerek derimizde, gerek ağız-burun vs de bol miktarda bakteri bulunmaktadır. Ama en yoğun olarak sindirim sistemimizde bakteriler bulunur. Bu bakterilerin bir kısmı bedenimizdeki hücrelerle ortaklık ve iş-birliği içindedirler, bir kısmı ise bedenimize zararlıdırlar. Bağırsaktaki yararlı-ortaklık bakterilerinin, bedenin bağışıklık sistemini güçlendirici ve zararlı bakterilerin yerleşmelerini engelleyecek tarzda reaksiyonlar geliştirmelerini sağlayıcı rol oynadıkları deneylerle anlaşılmıştır, (Jacobson ve diğ. 2018), yani iyi-bakteriler, yaşadıkları bedeni koruyucu yönde davranmaktadırlar.
Yine yapılan araştırmalar, beden sağlığında bağırsaktaki  mikro-organizma türlerinin çok önemli rol oynadıklarını, bazı kombinasyonların şişmanlatıcı (obezite), bazılarının ise zayıflatıcı (normal bedenli) etki yaptıklarını ortaya koymuştur (Johnson & Foster 2018, Cortizo 1999, Yadav ve diğ 2018,)
Bedenlerin doğal sisteme uyumları, yiyip-içtiklerinin beden için ne kadar yararlı veya zararlı oldukları konusunda da bilgi edinilmesine bağlıdır. Bu nedenle, besinlerin kana karıştırıldığı ortam olan bağırsaklarla beyin arasında vagus-siniri ile bir bağlantı oluşturulmuştur. Bu bağlantı ile besinlerle beyin davranışı arasında, teşvik edici veya etmeyici bir davranış oluşturma fonksiyonu gerçekleştiği saptanmıştır.  (Lewis S. 2018; Han, W. et al. 2018)
Değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğada, varlıkların çevreye uyumları, genetik kodlamalarda yapılan değişimlerle olmaktadır. Genetik kodlardaki değişimler, faklı kodlamalarda eş-zamanlı değişimlerle olmakta, bu değişimler canlının çevreye uyum derecesinde rol oynamaktadır. İnsanların doğadaki ekolojik sistemi bilinçsizce ve diğer bir çok organizmaya zarar verecek şekilde değiştirmesi, her canlının hücrelerinin karar mekanizmasını alt-üst etmektedir (Fragata ve diğ. 2018).
İnsanların çevre koşullarına uygun davranabilmesi, mantıklı kararlar verebilmesiyle mümkün olmaktadır. Alkol, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan maddeler kullanan insanların mantıksal değerlendirme sistemlerinin bozulduğu saptanmıştır, (Ostlund  &  Cui 2018, Burton ve diğ. 2018). Çünkü uyuşturucu etkisi altındaki insanlar, bedenin uzun vadeli çıkarlarını değil, kısa vadedeki o anlık çıkarına göre karar verirler ve geleceklerini bu şekilde zora sokarlar.
Hücreler ve organizmalar, beden içindeki uyumu bozabilecek dış ve iç koşullarla karşılaşırlar. Aşırı sıcaklık, toksinler, oksijen yetmezliği gibi stres koşulları, hem hücreleri, hem de tüm bedeni tehlikeye sokar. Bu durumdan kurtulmak için hücreler acil bir önleme başvurur. Hücreler içindeki öğelerde,  stresi algılayan ve bunu çekirdek ve hücre geneline duyuran, stres-türüne has, özel bir haberleşme yöntemi vardır. Bu sayede yeni oluşturulacak proteinlerin düzeltilmiş şekilde yapılmaları sağlanır ve sorun aşılır ( Vihervaara ve diğ. 2018).
Bizlerin bir haritada enlem-boylam belirleyerek yönlenmemiz gibi, hücreler de beyinde bu amaç için “grid cells = ızgara hücreleri”; hangi yönde gidildiğini belirleyen “head direction cells = kafa-yönünü gösteren hücreler”; belli bir sınırı tanımlayan “border cells”; hangi hızla gidildiğini saptayan “speed cells” gibi farklı hücre grupları oluşturmuştur. Bu hücre gruplarından alınan veriler hesaplanarak, bedenin konumu saptanabilinmektedir (Campbell ve diğ. 2108).
İnsanlar, sembollerle sayısal değeri temsil etme yeteneğini geliştiren bir canlı türüdür. İnsan beyinlerinin “medial temporal lobunda” nümerik sayıları veya sayıları temsil edici sembolleri ayırt edici nöron türleri olup olmadığı araştırıldığında, insan beyninde nümerik sayıları fark edip ayıran özel sinir hücreleri bulunduğunu saptamışlardır. (Kutter ve diğ. 2108,  Whalley K., 2018). YANİ İNSANLARI OLUŞTURAN HÜCRELER, BİZLERİ HESAP-kitap YAPABİLECEK BİR YETENEKLE DONATMIŞLARDIR.
İnsanları oluşturan hücreler, bizleri hesap-kitap yapabilecek bir yetenekle donatmışlardır. Bizler bu yeteneği kullanıyor muyuz? Yoksa tepedekilerden gelen yönlendirmelere göre mi davranıyoruz.

8.10.              BILGI VE BILINÇ ARASINDAKI İLIŞKI VE FARK

Bilgi, fizikteki “boson” kavramıyla ilişkilidir; yani varlıklar (maddeler) arası etkileşimleri etkileyip, yönlendiren faktördür, kütlesi yoktur, ama enerjisi (momenti) vardır. Ve bu enerji (kuvvet alanı) varlıkların kimyasal ve fiziksel yapılarının değişmesiyle, sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Bilinç ise, varlıkların fiziksel-kimyasal yapılarında (farklı atomlar, farklı moleküller) oluşturulmasıyla kayıt edilen davranış usulleridir. Yani bu iki faktör, karşılıklı bir etkileşim içindedir. Bilgi, varlıkların kimyasal bileşim değiştirmelerine göre çevreye yayılan sinyallerdir. Bilinç ise, sürekli değişen bu sinyaller sistemini algılayarak, yeni varlık oluşumları oluşturma yeteneğidir. YANİ YARATICILIK SİSTEMİDİR.
Yani bilgi ve bilinç faktörleri doğadaki oluşum ve gelişimlerin kilit noktalarıdırlar.
Şimdi bu iki faktörün zaman içindeki gelişimine bakarak, doğayı ve hayatı anlamaya çalışalım.
Bitkiler milyarlarca polen veya spor üreterek, bunların rüzgar, vs. gibi olaylarla doğada dağıtılıp, uygun ortamlar bulup, oralarda çoğalmalarına dayalı bir stratejiye bel bağlamışlardır. Tohum rüzgarla bir kayaç çatlağına düşmüşse, oradaki ÇEVRE KOŞULLARINI algılamaya başlar: Nem oranı, sıcaklık, ışık durumu, mineral içeriği (beslenme-olanağı), vs. gibi onlarca faktörü dikkate alır. Hangi faktörleri dikkate alacağı, tohumun genetik bilgi deposunda kayıtlıdır, yani TOHUMUN BİLİNCİ, kimyasal bileşiminde kayıt altına alınmıştır. Çevre koşulları ise “BİLGİ-DEPOSU”  işlevi görürler.
Enerjinin farklı yerlerde depolanması, doğadaki kuvvet türlerini muazzam artırmıştır. Çünkü enerji yoğun olduğu yerden daha az yoğun olduğu yerlere akarak, kuvvet dediğimiz sürükleyici faktörü oluşturur. Yani Bilgi faktörü, doğadaki farklı kuvvet türlerinin ortaya çıkışında an rolü oynar.  
Doğadaki enerji alanı spektrumu bu şekilde sürekli değişip-çoğalınca, “BİLGİ” öz-değer sistemi sürekli olarak “çevrede değişiklikler oldu, onları algıla ve yeniden örgütlen” dürtüsüyle sürekli olarak değişim-dönüşümlere uygun yeni üst-sistemler oluşturma eylemleri içinde ilerlemektedir. Yani doğada oluşan yeni üst-sistemler hakkındaki veriler-bilgiler sürekli olarak alt-sistemlere (dolayısıyla en tabandaki kuantsal sisteme) aktarılmaktadır. Bu nedenle doğa her gün yeniden doğmakta, ve sürekli  gelişmektedir.
Bu nedenle CERN gibi araştırma merkezlerinde atom-altı-öğelerle yapılan deneylerin hiçbiri, bir önceki gün ile aynı sonucu vermemektedir.
Tavuk-yumurta (veya doğum-ölüm) döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan dinamizmin bir sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren ise, “kuant” dediğimiz en temel “hareketlilik-dinamiklik” öğeleridirler. Doğadaki bu dinamik sistemin nasıl işlediği, son 15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya başlanmış ve “Information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani kuant dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri, bilgi oluşturarak kendilerini yönlendirmektedirler.   
Doğadaki varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden oluşurlar. “Zaman” dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin kombinasyon farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir görüntüsü ve farklı bir etkileşim sinyali  vardır.
Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını yönlendirir.  Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.
Doğadaki her canlı, organları tarafından algılanan sinyallere göre davranır.
Doğada her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu değişimleri algılayacak şekilde reseptörler oluştururlar ve onların verilerine göre davranırlar. İnsanlar ise yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden geldiği inancına göre beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal sisteme uygun davranamamaktadırlar.

9.       Ve Hücreler “Bilgi oluşturup- yaratan”  İnsanı Oluşturur!

Şimdi “insan” cinsinin ortaya çıkış yeri ve zamanı hakkında gerekli bilgileri görelim.
Dinamik sistemlerde yeni bir ekolojik sistemin ve canlı türlerinin ortaya çıkması şöyle gerçekleşir: Doğal sistemde belli bir ortamda özel sınırlayıcı koşullar ortaya çıkınca, bu sınırlayıcı ortamdaki öğeler arası etkileşimlerin karşılıklı olarak birbirleriyle sürekli etki-tepki yapmalarına bağlı olarak, “düzen oluşturma = order parameter)” denilen düzenlenme sistemi oluşur ve bu yeni düzen ölçütlerine uygun yeni yapısal unsurlar ortaya çıkar. Yeni oluşan bir göl veya adadaki ekolojik koşullar bu şekilde değişirler. Galapagos adalarındaki veya Hazar Denizi, Karadeniz, Tanganika, vs. göllerindeki yeni ekolojik sistemler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. 
Doğu Afrika'nın yukarıda gösterilen bu yöresi, iç dinamik kuvvetlerin etkisiyle, bir taraftan yükselirken, diğer taraftan da yarılmaya başlar. Bu durum karşısında, elbette bölgenin hem iklimi değişir, hem de bu iklim değişikliğine paralel olarak bitki örtüsü değişmeye başlar. Bitki örtüsünün değişmesi, yöredeki hayvanların, daha doğrusu, hayvanları oluşturan hücre kolonilerinin de, yeni kombinasyonlar oluşturarak, bu değişen koşullara uyumlu "yeni kılıflar= yeni hayvan türleri" oluşturmalarına neden olur.
Yaklaşık 5 milyon yıl önceleri, dört ayaklı memeli yaratıklardan iki ayaklı insansı (hominid) yaratıkların oluşması olayı, bir ortam değişikliği sonucu oluşmuştur. Doğu Afrika, ~10-12 milyon yıl öncelerine kadar, tropik ormanlarla kaplı bir bölge iken, ~10 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika Rifti denilen yerkabuğu yükselmesine dayalı yırtılma olayı sonucu, hem binlerce metreye varan bir yükselmeye uğramış, hem de yırtılma sonucu, sarp yamaçlarla çevrili derin bir vadi sistemi oluşturmuştur. Bu jeolojik olay sonucu, özel sınırlanmış bir ortam ortaya çıkmıştır. Bölgenin yükselmesi zorunlu olarak bitki örtüsünde değişikliğe yol açmış, tropik orman örtüsünün yerini savana ortamı almıştır. Ormanlarda ve ağaçlar üzerinde yaşamaya alışık 4 ayaklı bir memeli yaratık grubunun, yaşam ortamlarının savana ortamına dönüşmesi ve bu değişik ortamda izole (hapis) kalmaları sonucu, beslenme-savunma sistemlerinde değişiklikler oluşmaya başlamış, ve bu değişikliklerin çok uzun yıllar sürmesi sonucu, ağaçlarda-dört-ayaklı-yaşama sisteminden, savanlar-arasında-iki-ayak-üzerinde-yaşam tarzına geçiş zorunlu olmuş ve hominid (insansı) denilen iki ayaklı yeni bir cins (Australaopitechus) ortaya çıkmıştır.
Australopitechus diye adlandırılan cins yeryüzünün ilk iki ayaklı yaratığıdır. Belden altı "insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü bu iki-ayaklı yaratık, yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir bebeğinki kadar bir büyüklüktedir. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el" denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını, bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının (modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu ilk iki-ayaklı yaratığın da değişik ortamlara uyumlu değişik türleri oluşmuştur: Kimi daha çok bitkisel ağırlıklı bir beslenmeye yönelirken, kimi etçil ağırlıklı beslenmeye yönelmiş, kimi her ikisini dengeli şekilde kullanmıştır. Bu farklı yaşam şekillerine uygun olarak da farklı kemik ve kas yapıları tipleri oluşturmuşlardır.
Daha sonraları başka birçok değişiklikler olması karşısında, bu çok farklı türdeki değişimleri daha iyi değerlendirebilecek, gelişmiş bir veri-yorumlama sistemi oluşturma yöntemine geçilmiş ve gittikçe büyüyen bir beyin sistemi oluşturulmuş ve Homo habilis'le başlayıp, Homo erectus'la devam edip, Homo sapiens'le sürmekte olan farklı insan türleri hayata geçmişlerdir. 
 Şekil: İki ayaklıların (Hominidlerin) son 5 milyon yıllık zaman içerisindeki çeşitli türleri (Gedik 1998’den).
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. Diğer canlılar daha iyi koku-alma, daha iyi-görme, daha hızlı koşabilme gibi yeteneklerini geliştirmeye ağırlık vermişler ve bu yönleriyle doğaya uyumlu olmaya çalışmışlardır. İnsanı oluşturan hücreler ise, tüm bu alanlardaki yeteneklerinden feragat ederek, doğada neler nasıl oluyor, bunları nasıl takip edip, onlardan yararlanabilirim gibi “yorumlama” yeteneğine yatırım yapmışlardır. Hücreler, zaman içinde çevrelerinde birçok şeyin değişebileceğinin farkında olduklarından, beyin-denilen yönlendirici sistemin hücrelerini sabit-değişmez olarak değil, sürekli değişip, çevre faktörlerine uyum sağlayacak bir yetenekle donatmışlardır. Bu yeteneğe, beyin hücrelerinin değişen çevre koşullarına uyum sağlayabilmeleri anlamına gelen  “Neuroplasticity” denir.
Beyin konusundaki araştırmalar, sık-sık tekrarlanan olayların, beyindeki bağlantıların oluşturulmasında temel rol oynadığını göstermiştir. Hafıza kaydının yapıldığı sinir hücrelerinin her biri, 10.000den fazla farklı türde faktörü dikkate alıp- değerlendirecek şekilde bir yapıya sahiptirler (Lisman ve diğ.2018).
Hücreler değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de! 

9.1.         İNSANLIĞIN TOPLUMSALLAŞMA SÜRECI VE BU SÜREÇ IÇINDE DÜŞÜNCE VE DAVRANIŞ SISTEMINI ETKILEYEN ÖNEMLI DOĞA OLAYLARI.

İnsan beyni, doğadaki mucizevi faktör (yaratıcılık faktörü) bilgiyi işleyen ve böylelikle doğa ve dünyayı değiştirebilen bir düzeyde oluşturulmuştur. Yani bedenlerimizin içlerindeki öğelerde olan yaratıcılık sistemi, insanlara aktarılmıştır. Tasavvufçuların “bir ben vardır, bende benden içeri” veyahut “Enel Hak” terimleri bu anlamda kullanılmış olarak düşünülürlerse, anlamlı olurlar.

9.2.         BEREKETLI HILAL (FERTILE CRESCENT) TERIMI NEDEN OLUŞTURULMUŞTUR?


İnsanlığın toplumsal kültür gelişiminin başlatıldığı yer arkeolojik verilere göre, Güney-Batı-Asya’dadır ve toplumsallaşmanın beşiği anlamında Bereketli Hilal olarak adlandırılmıştır.
Braidwood (1995)den alınan şekilde, arkeolojik bulgulara göre insanlığın toplumsal yaşamı nerde ve ne zaman başlattığı gösterilmektedir. Yer Güney-Batı-Asya’dır ve zaman 11 600 yıl öncelerini göstermektedir.
Neden acaba bu bölge ve bu zaman?
Bu sorunun yanıtını bulmam şöyle gerçekleşti.
Hayat sisteminin nasıl geliştiği, insanlığın bu sistem içindeki yeri ve nasıl geliştiği konularını araştıran biri olarak, 1980li yılların sonunda, arkeolojik-antropolojik araştırmaları incelerken BRENTJES’in, (1981), “Völker am Euphrat und Tigris = Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırma sonucu Basra-Körfezi’nin geçmişiyle ilgili şu şekildeki durumu gördüm:
Bunu görür görmez beynimde bir şimşek çaktı; çünkü “Atlantis” denilen batık bir eski kültür merkezi kavramı vardı. Ve bu haritada böyle bir denize gömülme olayı gösteriliyordu.
Hemen Atlantis konusunu araştırmaya başlayıp, zor da olsa Eflatun’un ilgili eserlerine ulaşmayı başardım. (O yıllarda internet olanakları olmadığından, Trabzon gibi zengin kütüphane kaynakları olmayan bir yerde bu yayınlara ulamanın ne kadar zor olduğunu bir düşünün.)
İnsanlığın ne zaman toplumsallaşmaya başladığı konusunda yazılı tek belge Eflatun’a aittir. Ve Eflatun Kritias ve Timaios adlı iki eserinde, insanlığın ilk toplumsal birliğe 11600 yıl önceleri ulaşıldığı yönünde Mısırlı rahiplerden kaynaklanan bilgiler vermektedir.
Eflatun’un verdiği bilgiler şu açıdan çok önemlidir ve ciddi olarak üzerinde durulmasını ve dikkate alınmasını gerektirir:
1-  Eflatun söz konusu ortamın bir göl (veya deniz) içindeki bir adada gerçekleştiğini;
2-  Bu gölün her yıl süren sürekli taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;
3-  Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;
4-  Ve bir gece aniden sulara gömüldüğünü;
5-  Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini vurgular.
Bu olaylar çok tipik bir dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir dönemin anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın. Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle bir taşkın olması çok olasıdır.
Eflatun bunun yanı-sıra ortamın şu özelliklere sahip olduğunu vurgular.
6-  Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut Cennet-ülke olarak adlandırdığım, deniz sularının çekilmiş olduğu Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır)
7-  Gölün yakınlarında bir “Herakles-sütünları” terimiyle ifade edin bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.
8-  Eflatun, söz konusu ortamda Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi bir sürü özel meyveden söz etmektedir.

Bu kadar tesadüfi çakışma olamazdı.
Bunun üzerine 1992 yılında GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.  adlı makale yayınlandı. Bu konuyu destekleyecek arkeolojik bir araştırma (petrol sahası olması nedeniyle), yapılmamış- yapılamamıştır.

Atlantis adası arkeolojik kazılarla saptanamamıştır, ama arkeolojik kazılarda tarım, hayvancılık, çanak-çömlek, tekerlek gibi bir çok gelişmiş bir kültürle, 7 300 yıl önceleri Basra yakınlarında Ur, Uruk gibi ilk kent devletlerini oluşturan bir kavmin ortaya çıktığı saptanmıştır. Sümerler olarak bilinen bu kavim, “denizden iki ırmak vadisine (yani Mezopotamya’ya)” geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972).

Atlantis konulu makale oldukça uzun olduğundan burada ayrıntılara girilmeyecektir. Merak edenler, şu adresten takip edebilirler: 

Şimdi bu iki uygarlığın aynı bir uygarlık mı, yoksa farklı uygarlıklar mı olduğuna bakalım.

9.3.         İNSANLIĞIN UYGARLIK DÜZEYI HANGI AŞAMALARDAN GEÇTI?

Jeolojik verilerle dünyanın gelişim tarihi açıklandığında, 4. Devir anlamına gelen ve son 2.6 milyon yıllık dönemi kapsayan kuvaterner ikiye ayrılır: son 11 700 yıllık dönem (Holosen) ve ondan önceki uzun dönem: Pleystosen.
Bu ayrımın temelinde iklim değişikliği ve insanlığın bilgi-düzeyi artışı yatar; son 11 700 yıllık dönem dünyamızın son-buzul devrinden kurtulduğu ve insanlığın kültürel gelişim içine girdiği dönemdir. Daha önceleri ise bir çok buzul ve buzul-arası dönem geçirilmiştir, ama insanlığın yaşam tarzında önemli bir değişim olmamıştır.
Şimdi insanlığın kültürel gelişim aşamalarını gösteren şekle tekrar bakalım ve son buzul devri ile bir ilişkisi olup olmadığını görelim.


Zaman logaritmik ölçekte gösterildiğinde, insanlığın bilgi düzeyi gelişim grafiğinde bir çok ayrıntı ortaya çıkar. Bu ayrıntılar insanlığın bilgi düzeyi gelişiminin 4 evreye bölündüğünü gösterir. (Sağdaki şekil)
1.   evre, insanlığın bilgi düzeyinde üstel gelişim yükselmesine girdiği zamanın yaklaşık 40-45 bin yıl öncelerine denk geldiğini gösterir. Yani o zamandan sonra hızlı bir yükseliş gelişimi içine girilmiştir. Ama bu gelişim yaklaşık 12 bin yıl öncesine kadar devam eder ve ondan sonra daha da büyük bir hızda bir gelişim gözlenir.(Acaba bu normal gelişim neden daha çok hızlandı?)
2.   Evre, 12 bin ile 3 500 yılları arasını kapsar ve en hızlı bilgi oluşturma dönemini oluşturur.
3.   Evre 3 500 ile matbaanın keşfi ve bilgilerin çok yaygın olarak paylaşılması döneminin başlaması (1430)  arası dönemi kapsar.
4.   Evre ondan sonraki yeni ve yakın çağı kapsar.

Şimdi bu evreleri tek tek ele alalım ve ne tür olayların bilgi oluşturma hızının artırılması ve azaltılmasına neden olduğu konusunu araştıralım.

9.3.1.            Birinci Evre

İnsanlığın hızlı bir bilgi oluşturma dönemine girmesi bir buzul devri döneminde başlar, çünkü 15 bin yıl ile 115 bin yıl önceleri arasında dünyamız son buzul çağı içindedir. Bu buzul devri coğrafyasını görelim.
Şekil: Son buzul devri coğrafik görüntüsü sağ-üst’te (Roberts 1984’den). Ve o dönemde Basra Körfezinin durumu sol-alt.  Son buzul devri süresince Basra Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline dönüşmüştür. Hürmüz boğazına yakın yerinde ise şekilde görülen büyüklükte bir göl kalmıştır.   

ROBERTS, N., (1984)den alınan şekilde son buzul devrinin coğrafik görüntüsü görülmektedir. Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m.lik bir deniz seviyesi alçalması demektir!
Şekle dikkatle bakıldığında, günümüzde denizlerle kaplı olan bir çok bölgenin, buzul-devrinde kara halinde olduğu fark edilir. Örneğin Avusturalya ile Güney-doğu Asya birleşmiş gibidir,  Basra körfezi yoktur, kara haline geçmiştir, vs.  Buna karşın İngiltere, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Kanada gibi bir çok ülke ise tamamen buzullarla kaplıdırlar.
Dünyamızın çok soğuk bir buzul çağından geçtiği bu süreçte, doğal sistem gereği olan bilginin üstel gelişimi devreye girmiş ve insanlık, mağara duvarlarına resim yapma, yaratıcılık simgesi olarak doğurgan kadın heykelcikleri, ölülerini gömme, mızrak, ok, kemikten iğne, havyan derilerinden giysiler vs. gibi bir çok yeniliği keşfedecek bir bilgi düzeyine ulaşmıştır.
Bu tür yenilikler (bilgiler) dünyanın bir çok yerindeki toplumlarda görülmektedir.  Yani bilgi oluşumu tek bir yerde değil, bir çok yerde gerçekleşmiştir: Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da.

9.3.2.            İkinci Evredeki bilgi oluşturma hızının artma nedeni

İkinci evre ise dünyanın sadece bir noktasında geçekleşmiş, ve oradan diğer bölgelere yayılmıştır.
2. Evre neden dünyanın diğer yörelerinden farklı bir şekilde gerçekleşti ve bereketli hilal gibi bir bölge oluşumunu başlattı?
15 – 115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok çok soğuktur; insan yaşamına uygun bölgeler çok sınırlıdır. Buzul devrinde dünyamız o kadar soğuktur ki, yaşam ancak bir-kaç yüz metre yüksekliği geçmeyen bölgelerde mümkündür, çünkü daha yüksek yerler soğuk ve karlıdırlar. İnsan nüfusunun yoğun olabileceği yerler Nil, Dicle-Fırat, İndus, Ganj, Mekong vadileri gibi, suyun bulunduğu, ekvator bölgesine ve deniz seviyesine yakın bölgeler olmak zorundadır. “Suyun bol bulunduğu”  dememizin nedeni, o zamanlarda insanların kültür düzeyi su taşımak için gerekli çanak-çömlek gibi ürünleri yapacak düzeyde olmamasından dolayıdır. 
Bu seçenekler arasında en ideali - Arkeolojik bulguların gerektirdiği Güneybatı Asya konumlu tek bölge olan -  Dicle-Fırat vadisi ve Basra-Hürmüz-Ovası’dır, çünkü deniz seviyesinin bile altındadır ve kuzey rüzgarlarından korunmuştur ve üstelik üzerinde çok sığ ama çok büyük bir tatlı su gölü (içinde de bir sürü adası) bulunmaktadır. Zagros, Himalaya gibi dağ kuşakları üzerinde ise yoğun bir kar ve buz örtüsü bulunmaktadır.
Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu vadi, buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence vadisine dönüşmüştür. Çünkü yüksek dağların tepelerinde ve yamaçlarında bulunan kar-buz örtüleri, iklimin gittikçe ısınması nedeniyle ergimeye başlamışlar; kar ve buzların ergimesiyle oluşan sulara, buzlar altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Solifluksiyon olayı!).

9.3.2.1.                 “Cennet-Ülke” nasıl “Cehenneme” dönüştü? 

Deutsche Forschungs Gesellschaft’ın Meteor deniz-dibi araştırma gemisi tarafından yapılan araştırma sonuçları, Basra-Körfezinin Buzul devri süresince (yani 15 bin yıl öncelerine kadar) kara halinde olduğunu göstermektedir.
Buzulların kaybolması sonucu, hem dünya iklimi daha sıcak olmaya, hem de insanların yaşam ortamları gittikçe artmaya başlamıştır; ama bir istisna ile: Buzul devirlerinin Basra-Hürmüz ovası  üzerindeki göldeki adalarda ve deniz seviyesinin tekrar yükselmesiyle bağımsız adalara dönüşen diğer Basra ovası tümseklerinde!
Çünkü buzulların ergimesiyle oluşan suların denizlere dolmasıyla, deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1.5 cm kadar yükselmekte, dolayısıyla denizlere komşu olan tüm ovalar ve vadiler yavaş yavaş tekrar deniz suları ile kaplanmaktadır. Bu adalarda yaşayan insanlar, hem her yıl tekrarlanan sel felaketleriyle, hem de yaşadıkları ortamın her sene biraz daha deniz suları altında kalmasıyla boğuşmak zorunda kalmışlardır. 
O zamana kadar herkes birbirlerini rakip veya düşman olarak görürken ve birbirlerinden bağımsız olarak avcılık ve yabani meyve toplayıcılığı ile geçinirken, doğanın karşılarına çıkardığı bu her yıl tekrarlanan sel felaketleri ve gittikçe yükselen deniz seviyesi karşısında, gidecek başka yerleri olmadığı için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşime girmek zorunda kalmışlardır.
Adanın çevresine set şeklinde duvarlar örmek, taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir. Duvar örme ve sürekli olarak bu duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli insanların görevlendirilmesi gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak besin maddelerini de başkalarının temin etmesi gerekmiş, bu şekilde çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler ortaya çıkmış  insanlar arası karşılıklı bağımlılık sistemi, yani toplumsallaşma başlatılmıştır!
Bunun sonucu insanlar arası karşılıklı etkileşim kritik değere ulaşmış ve 2. Evredeki çok hızlanan bilgi düzeyi gelişiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur
Tavukları yabanda avlamak yerine, onları “kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla” gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde “tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp, işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.
İnsanlar arası bu yoğun etkileşim, o zamanın tek aleti olan obsidiyen kesicilerine ihtiyacı çok artırmış olmalıdır. Çünkü, duvar örme, tarla işleme vs. gibi tüm faaliyetler ancak obsidiyenle mümkündür. Bu volkanik kayacın sağlanabilineceği en uygun bölge ise, Güney-Doğu Anadolu’dur. Bu nedenle “cennet-ülke- tümseklerinde” yaşayan insanlarla Güney-Doğu-Anadolu’da yaşayanlar arasında çok yoğun bir ticaret ve bilgi aktarım trafiği oluşmuş olmalıdır.
Güney-Doğu-Anadolu ve Basra arası bölgede Bereketli Hilal  denilen bir bölgede ilk toplumsal hayat sistemlerinin oluşması, bu bilgi akışları sayesinde gerçekleşmiş olmalıdır.  
İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km-karelik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.
Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler oluşturulmasıyla mümkündür.
Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve yazılı belge oluşturulmasına götürmüştür.
 Arkeolojik-antropolojik bulguların gösterdiği üzere, ilk anlaşma öğeleri resimlerden oluşur.  Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.
Özetle:
—Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası = Atlantis-Ovası“ diye adlandırdığımız bu 20-30 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilincindedirler. Ve Batı Asya ve Avrupa’daki insanların BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU bu cennet ülke’de yaşamaktadır. Diğer bölgelerde yaşam sadece mağaralardadır. Bu nedenle günümüzde Avrupa ve Batı-ve-Orta-Asya’da yaşayanlar, bu cennet ülkeden kaçmak zorunda kalan   insanların torunlarıdırlar.
—Buzul devrinin sona ermesiyle, hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki yaşam, adanın yüksekliğine göre, bir kaç bin yıl sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar. 
—Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Zaman geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama deniz seviyesi yükselmesi, ~14 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1.5 cm kadar).
—Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.
—Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.

9.3.2.2.                İnsanların doğa ve hayat konusunda oluşturdukları ilk bilgiler

Bilgi faktörü doğadaki oluşum ve gelişimleri yönlendiren tek faktördür ve insan, bilgi faktörünü en ön plana alacak şekilde oluşturulan tek canlıdır. Doğa ve dünyanın oluşumu insanların en merak ettiği konu olmuştur ve bu nedenle, doğuran kadınların heykelcikleri yapılmıştır.
Gerek Sümerler, gerek platon gibi felsefe oluşturucular, ilk insanın nasıl oluştuğu konusunu yorumlamaya çalışmışlar ve şu tür yorumlar yapmışlardır.

9.3.2.3.                Sümerlerde yaratılış

Sümerler’e göre, doğa ve dünyanın sahibi Tanrılardır.  Nammu adlı tanrı, ilksel su sisteminden yer (Ki) ve göğü (An) doğurur. Bu iki tanrının birleşmelerinden Enlil adlı tanrı oluşur. Enlil yeri gökten ayırır ve yer’i sahiplanir. An ve Nammu’nun birleşmesinden Enki doğar.  
Gök tanrılara tahsis edilmiştir. Doğadaki varlıklar ölümlerinden sonra Kur adı verilen ve Ereshkigal adlı tanrıça ve onun kocası olan Nergal’in  hüküm sürdüğü yer-altı-dünyasına göçerler.
Tanrılar insanı, kendilerine hizmet etmesi için, kendilerine benzer şekilde çamurdan yaratır. Tanrılar insan kızları ile evlenirler ve onlardan doğanlar yarı tanrı olurlar. Yarı-tanrıların insan kızlarıyla evlenmeleri sonucu, kutsal töz gittikçe bozulur. Bunun üzerine büyük tanrılar toplanırlar; Tanrılar Meclisinde insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve ahlaklarının bozulduğuna bu nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden kaldırılmasına karar verilir. Büyük bir tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular altında bırakılarak insanlık yok edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı pek beğenmez ve Ziusudra adlı inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen iyi bir kralı bu karardan haberdar eder ve bir gemi yaparak yakınlarını ve her canlıdan bir çifti içine yükleyerek bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Ziusudra öğütleneni yapar ve yedi gün süren büyük bir tufandan sonra gemisinin tekrar karaya oturmasıyla tufandan kurtulur.
Tufan olayı tüm toplumların tarihsel değerlendirmelerinde temel bir dönüm noktası oluşturur ve her toplumda “tufandan önce- tufandan sonra” ayrımı yapılmaya başlanır. Sümer tarihi kayıtlarında “Sümer Kralları Listesi” diye bilinen kil tabletlerde tufandan önceki dönemde 10 adet kutsal soylu kral adı bulunur ve bunların krallıkların binlerce yıl ömürlü olduğu yazılıdır.
Tufan öncesine ait 10 adet kutsal soylu kral (veya peygamber) adları ve bunların ömürleri de toplumdan topluma değiştirilir ama sayı hep 10 olarak kalır.
Özetleyecek olursak, Sümerler yaratıcılığın, Üstün-insan (tanrı) olarak tanımlanabilinecek varlıklar tarafından geçekleştirildiğine inanmışlardır. Tanrılar, her topluma kendi dillerinde bir peygamberle mesaj gönderirler. İnsanlar da bu mesajlara uygun yaşarlarsa, tanrılar onların başına felaket göndermez.

9.3.2.4.                Platon’a göre yaratılış

Hayatla ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı amaçlayan felsefe dediğimiz bilim dalının babası kabul edilen Platon (Eflatun MÖ 429 - MÖ 347) zamanının tüm bilgilerini derleyerek,  Timaios ve Kritias adlı iki eserinde, insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya çalışmıştır.
Platon bu bilgileri, MÖ. 640-558 arasında yaşamış olan Solon adlı yunan bilgininden alındığını; Solon bu bilgilerin Mısır’daki bir rahipten edindiğini; Rahip ise bu bilgilerin bir tapınak duvarındaki bir yazıtta bulunduğunu belirtir.
Bu bilgilere göre, Mısır kültürü bilgileri 8 bin yıl önce bir kadın-tanrı tarafından aktarılmıştır. Aynı bilgiler iklimi çok ılımlı ve toprakları çok verimli başka bir ülkede, bin yıl daha önce (yani o zamana göre 9 bin yıl önce, günümüze göre 11600 yıl önce) başka bir kültürü oluşturmuştur. Sümer uygarlığının Mısır kültüründen daha önce oluşturulduğu düşünülürse, bu ülkenin Basra - Umman arasında bir yerde olması gerekliliği ortaya çıkar.)
Bu kadın-tanrının geldiği ülke Atlantis ülkesidir. Atlantis ülkesi bir boğazla büyük bir okyanusa açılan bir deniz (göl) (Atlas denizi) içinde bulunan bir (yarım?)-adadır. 11600 yıl önce büyük bir tufan olur ve Atlantis sulara gömülerek yok olur.
Atlantis hakkında Platon şunları yazar:
““Vaktiyle tanrılar bütün dünyayı, yer yer, kendi aralarında paylaşmışlardı. ….  Bu adaletli paylaşmada her biri hoşuna giden payı aldıktan sonra, hepsi kendilerine düşen yerlere yerleştiler. Yerleştikten sonra da, kendi malları, kendi yetiştirmeleri olan bizleri, çobanların sürülerini besledikleri gibi beslediler.”
 “Deniz tanrısı Poseidon’un payına Atlantis düşer. Poseidon Atlantis’in yerli halkından Cleito adlı bir kızla evlenir ve 5 ikiz oğulları olur. Ülkesini bu 10 yarı-tanrı oğulları arasında bölüştürür ve en yaşlısı Atlas’ın başkanlığında birlikte yaşamalarını sağlar.
 “O zamanlar bu ülkenin kuvveti, erkesi çok büyüktü, Tanrı bu büyük erkeyi, anlattıklarına göre, şu yüzden bize karşı çevirmiş:
Birçok nesiller boyunca, tanrıca yaradılış yönleri üstün geldikçe, yasalara boyun eğdiler, kanlarına karışan Tanrıca öze bağlı kaldılar. …. Birçok ölümlülerle sık sık birleşmeleri yüzünden, kendilerindeki tanrıca öz gitgide azalıp insanlık özü üstün gelmeğe başlayınca, o zaman, içinde yaşadıkları refahı hazmedemeyerek, soysuzlaşmaya başladılar; görmesini bilenlere çirkin göründüler, çünkü en değerli şeylerin en güzellerini kaybetmişlerdi. … Yasalara göre hükmeden, böyle şeyleri çok iyi görebilen tanrıların Tanrısı Zeus, işte o zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsızlığını fark ederek, onların aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi. Bütün tanrıları, evren'in ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki:”
Eflatun’un anlatımları aniden kesilir ve hikâyenin sonu bilinmez; çünkü yaşanılan toprakların aniden denize gömüldüğü ve Atlantis uygarlığının kayıp olduğu, bu nedenle de bilgilerin burada kesildiği ima edilir.

9.3.2.5.                Kutsal Kitaplarda yaratılış:

Kutsal Kitapların Yaratılış bölümünde de, “Doğuda bir yerdeki Eden Bahçesinden = Cennet’ten” ve o bahçede akan Dicle, Fırat, Pişon ve Gihon adlı, günümüzde ikisi mevcut olmayan ırmaktan söz edilmektedir. Allah insanı bu bahçede yaratır, ama onlar orada günah işledikleri için o bahçeden kovulurlar ve yeni dünyalarına sürgün edilirler!
Kutsal kitaplar dünyada yaratılan ilk insanın Adem olduğunu belirtir ve  Ademden Nuh peygambere kadar 10 adet çok uzun ömürlü kutsal insan yaşadığı belirtildikten sonra, 6. Bölümde şu ayetlere yer verilir:

1 Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu.
2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. ("İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
3 RAB, "Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür" dedi, "İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak."
4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.
5 RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.
6 İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.
7 "Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri*, kuşları yeryüzünden silip atacağım" dedi, "Çünkü onları yarattığıma pişman oldum."
8 Ama Nuh RAB'bin gözünde lütuf buldu
(Ancak Nuh Peygamber, O’na inanmış biridir ve Tanrı’nın ona bir şans vermesine sebep olur. Tanrı, Nuh’a bir gemi yapmasını, yaşayan bütün hayvanlardan birer çift almasını emreder. Ve Tufan başlatılır.)
Görüldüğü üzere, 10 tanrı-soylu kral ve namus-ahlak bozulmasına bağlanan bir tufan hikâyesi kutsal kitaplarda da aynen var.
Dolayısıyla, tüm bu olaylar ve oluşumlar aynı bir olayı ve aynı bölgeyi çağrıştırıyor. Arkeolojik kazılar Sümer denilen bir toplumun varlığın kesin olarak ortaya çıkardığına göre, Atlantislileri Sümerlerle aynı kabul etmek gerekiyor.

9.3.2.6.                Ve sonuç olarak şu geçek ortaya çıkar:

İnsanlık çok zor bir durumda kaldığında, karşılıklı bir etkileşim içine girerek, sorunlarını çözecek bilgiler üretmiş ve 2. Evrede görülen çok hızlı bir kültürel gelişim oluşturmasını başarmıştır.
Ama doğadaki oluşumları ve doğal olayları statik sistemli bir görüşle, tepedeki hayali bir güç sistemine bağlaması çok hatalı olmuştur. Çünkü doğa dinamik sistemde, yani tabana dayalı ve karşılıklı etkileşimlerle oluşmaktadır. Tepede bir güç sistemi varsayımı, ilk bölümde anlatılan Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) sistemi gerektirir ve TBÖ ise tüm toplumsal sorunların kaynağını oluşturmaktadır. İşte bu nedenle, 2. Evrenin sonunda insanlık bir gerileme dönemine girmiş ve normal bir güzergahta ilerlemesi gereken toplumsal gelişim hızı yavaşlamaya başlamıştır.
Doğal olayları, doğanın kendi içsel dinamikleriyle değil de, varlıkların dışında varsaydıkları bir ilahi güç sistemine bağlamaları kutsal kitaplı bir yaratıcılık kavramı anlayışına yol açmıştır. Bu ise insanlığın günümüzde karşılaştığı en büyük toplumsal sorundur.

9.3.3.              Üçüncü Evre gerileme dönemidir. Peki neden gerileme bu evreyle başlar?

Üçüncü evre yaklaşık 3 500 yıl öncelerine denk gelir. Peki 3 500 yıl önceleri dünyamızda ne olmuştu da, insanlık bu olaydan etkilenip, geri kalmaya başlamıştı?
Günümüz dünyasının et yaygın dinsel görüşü olan kutsal kitap anlayışının ilk temeli 2. Evre sonunda Sümerler tarafından atılmıştır. Bu inanç, doğadaki oluşumların statik sistemli, yani tepedeki kutsal insanlar (tanrılar) tarafından gerçekleştirildiği ve tepeden gelecek kararlara uyularak yaşanması halinde insanların başına felaket gelmeyeceği şeklindedir.
Sümerlerin ilk zamanlarında toplumlar kent devletleri şeklindedir, ve her kentin bir tanrısı vardır. Zamanla toplumların çapı artar ve bölgesel devletler ortaya çıkar.
Bölgesel devlet oluşumları 3-4 bin yıl öncelerinde çok yaygınlaşır, Lidya, Hatti,  Hitit, Akad, Mısır vs. gibi bir çok bölgesel devlet ortaya çıkar. Dolayısıyla her kentin bir tanrısı olması da değişmeye başlar.
Semavi dinler, yani Kutsal Kitaplı dinsel görüşün temeli ise yaklaşık 3500 yıl önceleri atılır. Neden 3 500 yıl önce sorusuna gelince: Yaklaşık 3500 yıl önceleri tüm Akdeniz kıyısı insanlarını etkileyen büyük bir doğal felaket olur.

M.Ö. 1475-1470'lerde Ege denizindeki Girit adasının kuzey-doğusundaki Santorini adasında çok büyük bir volkan patlaması olduğu, jeolojik ve arkeolojik kayıtlardan, anlaşılmaktadır (Keller ve diğ., 1978; Sullivan, 1988; Ercan, 1990).
Deniz yüzeyine çok yakın bir yerde gerçekleşen bu volkan patlaması, tüm Ege ve Akdeniz’de muazzam bir tsunami oluşturur. Bunu kesinlikle söyleyebiliyoruz, çünkü Santorini’de püsküren volkanizmada oluşan süngerimsi özellikli ponza taşlarının bu tsunami dalgaları ile Suriye sahillerine kadar taşındığı jeolojik olarak saptanmıştır. Girit adasının kuzeyinde patlayan bu Santorini volkanı, Ege Denizindeki bir çok adadaki yerleşim yerlerinin yerle bir edilmesine neden olmuştur. Minos uygarlığı denilen bir kültürün yok oluşu, bu volkanik faaliyetin bir sonucudur.
Tevrat'a göre, Israil-oğullarının Mısır'dan göçü, (ay yılı ile) M.Ö.1510 olarak bilinir. Volkan patlamasının olduğu 1470-1475 yıllar arası, ay-yılı takvimine göre MÖ. 1510-1515 yıllarına denk gelir. Yani Santorini volkanının patlama yılı, tamı tamına İsrail-oğullarının Mısırdan göçtükleri yıla denk gelmektedir. Dolayısıyla, 20-30 metre yükseklikli bu dalgaların Mısır’ın sahil ovalarında kilometrelerce ilerleyip, oradaki insanların ölümlerine yol açmış olması kesindir. Nil Deltasında ziraatla uğraşan ve yaşayan Firavun adamlarının bu felaketten büyük ölçüde nasibini almalarından da daha doğal bir şey olamaz. Ovalardan biraz daha yüksek konumlu yamaçlarda hayvancılık ve çobanlıkla uğraşan İsrail oğullarının, bu dalgalardan daha az etkilenmiş olmalarından daha doğal bir şey de olamaz. Her zaman görülmeyen böylesine muazzam bir felaketin, insanlar tarafından unutulması, veya göz ardı edil­mesi de düşünülemez. Yani insanlar bu olayı mutlaka yıllar boyu hatırlamışlardır, ve nesilden nesile de aktarmışlardır. Peki olay nasıl aktarılmıştır?
Musa asasıyla denize vurur, deniz ikiye yarılır; denizin çekildiği aralıktan İsrail-oğulları kaçıp-kurtulurlar; onları takip etmeye çalışan firavun adamları, geri gelen deniz sularında boğulurlar!
Kutsal kitaplarda böyle anlatılan olayı bir de mantık açısından değerlendirelim:
İsrail oğullarının Mısır’da yerleştikleri bölge Goşen olarak belirtilmiştir. Goşen ile İsrail oğullarının Mısır’dan ilk kaçtığı yer olan Sina bölgesi arasında, eskiden deniz yoktu ki, Musa Peygamber asasıyla denizi ikiye ayırıp da, Sina'ya kaçsın; Süveyş kanalı yaklaşık 1 asır önce açılmıştır. Dolayısıyla, Mısır'dan Sina'ya geçmek için, denizin ikiye yarılmasına gerek yoktur, ki, bu da olayın bir başka yönünü vurgular.
Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Toplumları yönlendirenler (krallar, rahipler, aristokratlar (zenginler) vs. doğal olayları hep tepedeki bir kutsal varlığın insanları cezalandırması şeklinde yorumlamışlardır.
Burada cezalandırılan Mısır halkıdır, korunan ise İsrail-oğullarıdır. Yani kutsal kitaplardaki yaratıcı, belli bir ırkı seçer ve onu korur. Sümerlerin tanrılarına benzeyen bir davranış, bir kenti (bir ırkı) koruyan tanrı anlayışı, aynen devam etmektedir.
Bu görüşü destekleyen birkaç kutsal kitap alıntısı:
Kutsal kitapların bir çok yerinde, kutsal kitapların tanrısının İsrail-oğullarını seçtiği ve onları koruyup-kollayacağı vurgulanır.
İbrahim peygamberin tanrısı (Rabbi=efendisi) ona şöyle der:
Eski-Ahit, Bab 17:
“Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım.
Tanrı İbrahim'e, "Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız" dedi,
"Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak”
Bu kutsal kitap hükmü nedeniyle, İbrahim peygamber soyundan gelenler ( İshak ve İsmail’in soyu, yani Yahudiler ve  Müslümanlar) sünnet olurlar.

İshak’ın oğullarından biri olan Yakup’un tanrısı ona şöyle der: 
Bab 35,
1.   10-"Sana Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak" diyerek onun adını İsrail koydu.
2.   11-"Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım" dedi, "Verimli ol, çoğal. Senden bir ulus ve uluslar topluluğu doğacak. Kralların atası olacaksın.
3.   12-İbrahim'e, İshak'a verdiğim toprakları sana verecek, senden sonra da soyuna bağışlayacağım."

Kutsal kitapların, tepedeki  EFENDİ’ler kesimini meşrulaştırma öğretileri olduğu, tepedeki efendiler zümresinin amacına göre ve onların talimatlarıyla düzenlenerek törelerimize işlendiklerihttp://tanriyianlamak.blogspot.com/2018/10/naslzombilestik-1.html adresli makalede ayrıntılarıyla gösterilmiştir.
  

9.4.         DÖRDÜNCÜ EVREDE KÜLTÜREL GELIŞIM HIZI BIRAZ ARTMAYA BAŞLAR ÇÜNKÜ,

Önce matbaanın keşfiyle “Bilgi” aktarma hızı çok, dolayısıyla, insanların bilgi edinme olasılıkları artmış; sonra da Rönesans ve reformla, kutsal kitapların dogmatik baskılarından kurtulma olanağı ortaya çıkmıştır.
Peygamberli (kutsal kitaplı) sistem etkisi altındaki toplumlar tepeye bağımlılığa alıştırılmıştır. Bu ise insanların pasif kalıp, her şeyi tepedeki birilerinden bekleyen bir toplum oluşturulmasına dönüştürmüştür. Bu durum batı-aleminde Rönesans ve reform sistemiyle kısmen düzeltilmiş ve batı aleminin bilim ve teknolojide ilerlemesinin yolunu açmıştır. Ama diğer katı dogmatik ve otoriter sistemler içinde yaşayan toplumlarda bir reform yapılmadığından, onlar batı-dünyasının sömürüsü altında yaşamaya devam etmektedirler.
Batı dünyasının ortaçağdan sonra Rönesans ve reformla kutsal kitap etkilerinden kurtulması sonucu insanlarının yaratıcılık gücü artıp, toplumsal kalkınmaları gelişirken, Osmanlı devletinin  sım-sıkı kutsal kitap inancına sarılıp devam etmesi, geri kalmışlığımızın temel nedenidir. Çünkü doğada yaratılış, doğum-ölüm, yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden üst-sistemlere  geçişler şeklindeki  bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.

10.Bilgi ve yaratıcılık ilişkisi


Her canlı hücrelerden oluşur, ve hücreler canlının gereksinimlerine uygun şekilde organ veya organeller oluşturarak canlının doğal koşullara uyumlu davranmasını sağlarlar.
İnsanı oluşturan hücreler bu temel ilkeden biraz saparak, insan beynini, çok farklı senaryolar üretecek, çok geniş çerçeveli düşünüp- davranacak bir yetenekle donatmışlardır.

Bir katılımcı, “insan yaratıcı ise neden bir hücre oluşturamıyor?” şeklinde insanın yaratıcılığına itiraz etmişti. Yanıtım şu idi:
Doğada yaratıcılık alt-sistemlere aittir, onlar doğadaki değişim-dönüşümlere uyabilmek için çeşitli üst-sistemler oluştururlar. Hücreler alt-sistemdir, insanlar (bedenler) üst-sistemdir. İnsan hücre oluşturamaz, hücreler insan oluşturur. Önceki bölümlerde açıklandığı gibi, insan da doğadaki değişimlere uygun bir beden oluşturma amacıyla hücrelerce oluşturulmuşlardır. İnsanın yaratıcılığı ise, insanlığın karşı-karşıya olduğu sorunları çözecek şekilde bir üst-sistem (yani toplum) oluşturmaktır. İnsanlığın oluşturduğu (yarattığı) ürünlere bakılırsa, hepsi toplumsal yaşamın gereksinimleri olan şeylerdir. Bu ürünler, hücrelerin beden oluşturmak için oluşturdukları kalp, böbrek, beyin, el, ayak, vs. gibi organlara denk gelirler. O organlarla da farklı bedenler oluşturulmuştur. Yani insanlık eninde-sonunda doğal-sisteme uygun bir gerçek ekolojik toplum oluşturacaktır. Bu girişimi engelleyenler, statik sistemli düşünüp-davranan bilim-insanları, din-adamları, para-babaları, siyasetçiler vs.dir.
   Canlılar çevresinde kendisini etkileyecek faktörleri algılayacak organlar-organeller, proteinler, vs oluşturulur. Bu sayede doğadaki farklı koşullara uyum sağlayarak yaşamını sürdürür. Biz insanlar onlar kadar bu konuda başarılı değiliz.
Bir örnek verelim:
Jeoloji öğrencileriyle saha çalışmaları yaptığımız bir yaz gününde, hava güllük-güneşlik iken, birden bire ani bir fırtına kopar ve ceviz büyüklüğünde dolu taneleri başımıza yağmaya başlar. Kafamızda şişliklerle, bir süre sonra öğrenci yurduna döneriz ama ıslanmayan, zarar görmeyen kimse yoktur.
Aklıma şu soru gelir: Arılar bu güzel günde mutlaka kırlarda çiçeklerden nektar topluyor olmalılar. Böyle yok edici bir felakette hepsinin ölmesi gerekir. Acaba onlara ne oldu?
Ertesi gün, saha çalışması yaptığımız yere yakın bir yerde arı-kovanları bulunan birine gidip, bu soruyu sordum. Verdiği cevap ilginçti: Dolu yağmurunun başlamasından kısa bir süre önce, sürüler halinde tüm arılar kovanlarına dönmüşlerdi!
Sadece fırtına değil, deprem, volkan patlaması gibi felaketlerden etkilenecek hayvanlar da, bu felaketleri önceden algılayıp, önlem almaktalar.
Peki insanı oluşturan hücreler neden bu konuyu dikkate almayıp, bizleri bu tür yeteneklerden mahrum bıraktılar?
Çünkü insanı oluşturan hücreler çok daha geniş bir bakış açısıyla   hayatı ve doğayı algılamaya ve ona uygun çözümler üretecek çok geniş spektrumlu bir beden ortaya koymaya kalktılar. 
İnsan hariç hiçbir canlı, dünyamız nasıl oluştu, evren nasıl oluştu gibi sorularla uğraşmaz, ama biz uğraşırız. Bu nedenle, bir insan nasıl doğuyor, il insan nasıl oluştu? Dünyamız nasıl oluştu? gibi binlerce soruyu kendine sormaya başlar.
İnsanlığı kültür gelişimi grafiğinden anlaşıldığı kadarıyla, bu soruları sormak yaklaşık 300 bin yıl başlamış, çünkü o zamandan beri ölülerini gömmeye;  45 bin yıl önce duvarlara, taşlara resimler yapmaya; 27-28 bin yıl önceleri, insan nasıl oluşmakta sorusunu sorup,  doğurganlığı temsil eden hamile kadın heykelcikleri yapmaya; 15-20 bin yıl önceleri ölümden sonra tekrar dirilmeyi tasarlamışlar ki, ölenleri en değerli eşyalarıyla birlikte gömmeye; 12 bin yıl önceleri ay-güneş ve yıldızların hayatı nasıl etkilediğini sorgulamışlar ki, gök-yüzündeki bu öğeleri gösteren şekiller çizmeye başlamışlardır.
Zaman olgusunun önceki bölümlerde açıklanan gelişim aşamaları, doğal sistemin sürekli bir gelişme içinde olduğunu ve bu gelişmelerin de bilgi oluşturularak yapıldığını göstermektedir. Doğadaki değişim-dönüşümler olarak karşımıza çıkan zaman olgusu, atom-altı-öğelerin çevrelerini algılayarak, oluşan yeniliklere göre, yeni üst-sistemler oluşturduklarını göstermektedir.
Yaratıcılık hep alt-sistemlerle başlar, atom-altı-öğeler atomları; atomlar molekülleri; moleküller hücreleri hücreler bedenleri oluştururlar ve sahiplenirler; ömürlerini belirlerler. O ömür sonunda üst-sistem tekrar alt-sistemlerine ayrışır; ve doğadaki değişim-dönüşümlere göre yeni üst-sistem oluşumları tekrar başlatılır. Yani doğal sistemin yaratıcılığı, dinamiktir, sürekli-değişim-dönüşüme göre çalışmaktadır. Bu nedenle evrensel ölçekte bir gelişme, bir evrim vardır.


Zamanın dünyamızdaki gelişim aşamaları, canlılığın kuantsal sistemle başladığını göstermektedir. Dolayısıyla hayat sistemi gittikçe evrimleşmektedir. Bu evrimleşme bilgi faktörü ile olmaktadır. Yani yaratıcılık, dinsel öğretilerin öngördüğü gibi “olsun” denildiğinde oluşan bir sistem değil, enerjinin gittikçe daha yoğun bir şekilde kullanılmasına yönelik arayışlar, olasılık hesapları ve en olası sistem arayışı şeklinde olmaktadır. 
Yani her şeyi önceden bilen ve ona göre doğa ve dünyayı yaratan bir yaratıcı değil, olasılık hesapları yaparak, en iyi yapıların gelişmesini, kötülerin elenmesini sağlayan bir yaratıcılık söz konudur. Bu nedenle farklı düzeylerde yaratıcılık ortaya çıkmış, önceleri hücresel düzeydeki yaratıcılık egemen olmuştur. 5 milyon yıl önceleri ise, sadece bu dünya üzerindeki koşullara dikkate alarak yeni bedenler oluşturan bir beden değil, evrensel ölçekte düşünerek yaşamayı ön-plana alan bir cins oluşturmaya geçiş başlamıştır.
Hayatın-doğum-ölüm döngülü ve de atom-altı-öğelerle başlatıldığının  bilinmediği zamanlarda, yaratma-erki  tepedeki bir güç-sisteminde düşünülmüştür.
İnsanların ateş yakmasını, cam, tekerlek, at-arabası vs. gibi bir sürü yenilik ortaya koyduğunu, diğer hiçbir hayvanın böyle bir yapma-yaratma yeteneği olmadığını da fark edebilirlerdi. Yani insanların belli bir yaratıcılık yeteneğine sahip olduklarını fark edebilirlerdi.
Ama onlar yaratıcılığı, varlıkların içsel bileşenlerinde değil de, kendilerinden daha büyük ve güçlü süper-insanlarda olduğu yönünde görüşler oluşturmuşlar ve bu görüşlerini de töreler olarak insanlara belletmişlerdir.   
Bu nedenle doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlamışlardır.
Doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan T-şekilli sütunlar erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak düşünülebilinir.
Göbekli Tepe’deki en eski yuvarlak şekilli yapılarda ortada iki büyük T- sütununun çevresinde 12 adet küçük boyutlu T-kolonlarının yılın 12 ayını temsil eden ve doğadaki periyodik canlılığı, mevsimleri vs. etkileyip yönlendirdikleri sanılan gök cismi tasarımları olarak düşünülebilinir. Daha sonraki zamanda yani MÖ. 8 binli yıllarda yapılan tapınakların değişik ( 12 değil de 10 T-sütunlu) tasarlanması, Sümer tarihinde 10 kutsal kral olmasıyla ilişkili olabilir.


11.”Yaratıcılık Allah’a mahsustur” tam bir zır-cahillik ifadesidir.

Şimdi bu zihinsel zehirlemenin nasıl işlediğini gösterelim.
“Yaratıcılık Allah’a mahsustur” ifadesi toplumumuzda çok yaygın kullanılır. Ve bu ifade özellikle islam aleminde yaygındır, çünkü tüm bilgilerin kutsal kitapta yazıldığı, o kitabın iyi okunması ve anlaşılmasıyla, her şeyin yapılabileceği, tüm icat ve keşiflerin bu yöntemle gerçekleştirilebileceği egemen görüştür.
Şekilde gösterildiği üzere, yaratıcılık kuantsal sisteme mahsustur. Ve kuantsal sistem, bedenimizin dışındaki bir efendide değil, bedenlerimiz içindeki hücrelerimizde ve de onların içlerindeki atomik sistemdedir.
Hücreler kendilerine gösterilen hedefe ulaşacak şekilde işlemler yaparlar. Hedef yüksek dallardaki yapraklara ulaşmak ise, uzun boyunlu bir yaratık, hedef yerlerdeki çimleri yemek ise, ona uygun bir yaratık oluşturulur.
Balina, yunus, fok gibi memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse, hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar, yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar değildirler. Onlar denizde yaşamaya başlayan balıkların, kara yaşamına uyum sağlayacak şekilde evrimleşmiş temsilcileridirler. Solungaç yerine akciğerleri vardır. Ama dünyamızda yaşam koşulları değişince, yani 65 milyon yıl önceleri dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan  dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
350 milyon yıl önceleri deniz hayatından kara hayatına geçişi gerçekleştiren hücreler, 60 milyon önceleri de,  bu defa kara hayatından tekrar deniz hayatına dönüşe uygun tasarımlar yapmışlar, deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde, suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek yapılmıştır.
Bir toplumdaki insanlara, “yaratıcılık  Allaha mahsustur” denildiğinde, o insanın beynindeki hücreler dumura uğratılmış olur, çünkü hücrelerin kendilerine yapıcı bir hedef gösterilmemiş, tersine, “tepedeki birilerinin yaratacağı şeyi bekleyin, ona göre davranın”, şeklinde bir hedef gösterilmiştir. O beyinler artık yaratıcı bir işleve girişmezler.
Halbuki doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve canlının bağımlı olduğu enerji kaynakları sürekli değişmektedir. İnsan da bu değişimlere uyumlu olmak ve geleceğini güvence altına alabilmek için bu değişim-dönüşümleri en ayrıntılı şekilde takip etmek zorundadır. Geleceğinin nasıl olacağını aktif şekilde takip etmeyen, bu takip işlemlerini bir başkasına (bir efendiye) bırakan insanlar  sömürülme ve uşaklığa mahkumdurlar. 
Bizlerin yapacağı işler, beyinlerimizdeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hücrelerin neyi nasıl yapacakları ise, onların öğrenmelerine-eğitilmelerine bağlıdır. Doğadaki yaratıcılığın, varlıkların dışında bir merkezden gerçekleştiği şeklinde bir veriyle doldurulan beyinlerin, aktif-yaratıcı bedenler oluşturması olanaksızdır. Batı-dünyasının son 500 yıl içinde binlerce keşif yapması ve yüzlerce Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmesi karşısında, islam aleminin tek bir Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmemesinin nedeni  beyinlerimizin bu şekilde şartlandırılmış olmasındandır.
Beyinlerimizdeki nöronlar, çok geniş bir veri-ağı kullanarak işlerini görürler; topluluk düzeyinde bir etkileşim sistemi ve ortak noktalarda uzlaşma söz konusudur.  (Golub et al.2018, s.607)
Beyinler gelecekteki davranışlarının en iyi şekilde olmasını sağlamak için, önemli olayları öngörücü veriler toplamaya çalışırlar.  . (Groessl et al 2018, s.952.)
Beyinler sürekli öngörülerde bulunmaya ve bu öngörülerin oluşan olaylarla örtüşüp-örtüşmediğine bakarlar. Öngörüler olasılık hesapları yapılarak oluşturulur. Bir canlının hayatta başarılı olabilmesi, doğadaki olayların ilişkileri arasındaki kurabileceği olasılıklar hesaplarının güvenirliliğine  bağlıdır.  (Fiorillo et al. 2003, s.1898)
Böylesine bir belirsizlik içinde yaşadığını bilen bedenimiz hücrelerine, “siz pasif kalın, efendi sizin yaşamınız için gerekli kararları verir” zihniyetine bel bağlamış insanların ve toplumları geleceği nasıl olacaktır?
Çünkü doğada yaratılış, doğum-ölüm, yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden üst-sistemlere  geçişler şeklindeki  bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.
Doğadaki tüm işlevler enerji ile yapılmaktadır Çalışan, iş yapanlar ise, hep varlıkların içsel bileşenleridir. Bu cehalet cümlesi etkisi altında kalan tüm toplumlar, geri-kalmışlığa mahkumdurlar, çünkü, insanların içlerindeki kendine güven duygusunu, bir şeyler yapabilme isteğini körleştirip, kısırlaşmış, pasif bir kişilik oluşumuna yol açılmaktadır,

12. Statik Sistemin yönlendiricisi para olmuştur.

İnsanlara asırlardır, doğadaki yağmur, fırtına, deprem, volkan patlaması, kuraklık, mikrobik salgınlar, çekirge-vs. istilaları gibi doğal olayların, doğa-üstü bir güç sisteminin insanları cezalandırması olduğu şeklinde yanlış bir bilgi verilerek mantıkları çarpıtılmaktadır. 
Bu yanlış bilgiler 5-6 bin yıldan beri sürekli aynı nakaratlarla aktarıla geldiğinden, artık toplumların gelenek-göreneklerine işlenmişlerdir. Dolayısıyla insanlar bilinç-altlarına otomatik olarak yerleştirilen bu yanlış bilgilerle hayata başlamaktadırlar.
Peki bu yanlış bilgilerin aktarılması kimlerin işine yaramaktadır, kimler bu yanlışlığın devamını istemektedir?
Bunun tek bir cevabı vardır: Efendiler sınıfı.
İnsanlık tarihinde yaklaşık 5 bin yıldan beri tepedeki bir “efendiler” sınıfının sahiplenip-yönettiği toplumsal hayat sistemi vardır. Bu Efendiler kesiminin kendilerinde bir doğal güç-veya-enerji olmadığından, tabandaki halk kesiminin ürettikleri ürün ve hizmetlere el koyarak oluşturdukları bir “para havuzu = kapital= toplum-hayatının-kanı” ile, halkı istedikleri gibi yönetebilmektedirler. Halkın pasif davranması, tepedekilerden gelecek yönlendirmelere uyacak şekilde davranmalarını sağlamak için, peygamberlik gibi bir yaratıcı-ağzı sistemi hayata geçirilmiş, ve doğal olayları-felaketleri önceden haber verebildikleri öne sürülen kişiler ayarlanarak veya tasarlanarak, halk korku ve baskı altına alınmıştır. “Her millete kendi dilinde bir peygamber gönderildiği” anlayışı ile insanlar arasında kutuplaşma-ayrımlaşma başlatılmıştır.
Bu yetmemiş, peygamberler sürekli cilalanıp-parlatılarak, olağan üstü doğum ve yaşam övgüleriyle tanıtılmaya, insanların gözünde hayranlık uyandırmaya çalışılmıştır. Bu yüceltme işlemleri öyle yaygınlaştırılmıştır ki, insanlar artık doğada yaratıcılık olaylarının nasıl gerçekleştiğiyle değil, peygamberlerin hayatları ile ilgilenir olmuşlardır. Hedef dağıtma ve ana konudan sapma bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu gün insanlar artık, doğadaki yaratıcılık nasıl oluyor konusunda değil, çeşitli dinsel görüşler veya peygamberlik konularıyla ilgilenir olmuşlar, her ay peygamberi anıcı-yüceltici bir ibadet veya tören düzenler durumdadırlar. İnsanlar peygamberleri simgeleyen yelere yönelerek dua ederler. Bu durum, yaratıcının değil, peygamberlerin ön plana alındığının bir başka göstergesidir. Yaratıcı orada mıdır ki, dua eden oraya yönelir?
Dünyamız bu gün bile tepedeki bir Efendiler ve para-babaları örgütü tarafından parsellenip, yönlendirilmektedir.
Bilinç-altımız statik-sistemli hayat görüşüne göre programlanmıştır. Bu görüş uyarıca, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilir. Doğa tepedekilerce parsellenip sahiplenilir ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze edilir. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu efendiler alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Toplumlarının dinamizmi para ile denetlenir ve paranın kontrolü "tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “efendiler” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir kukla sınıfı gelişir. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir. Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkar.
Sahiplenme devlet düzeyinde başlar, fabrika, çiftlik, konak, vs gibi yerlerle devam eder, çalışanlar boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilir. Tüm emek ve ürünler çalışanlara ait olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları baskı altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin köleleştirme etkisi).

•         Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı kesilirse:
● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. 
Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.

12.1.1.                 Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır.

Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz.
Öylesine körü-körüne inandırılmışız ki,
•          halk geleceğini, çocuklarının geleceği olan bu dünyanın efendiler sınıfınca parsellenip-sahiplenilmesine,
•          doğadaki dengenin sağlanmasında gerekli olan milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün yok olmasına,
•          hak-hukuk sisteminin, para ile yer-değiştirmesine,
•          özgür yaşam ile kul yaşamı arasındaki farkı unutup, Osmanlı padişahlığı dönemini geri getirmek isteyen yöneticilik anlayışına oy verip, onların yönetimi altına giriyor.
Ve tüm bunlar bir kutsal kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan kendisine sormuyor: Statik sistemli hayat görüşüne dayanan  Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak için değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?

13. Peki kutsal kitaplar neden gönderildi?


 Öyle bir gönderilme yok, çünkü efendiler masasında, insanları itaatkâr kullara dönüştürmek için efendiler sınıfınca tasarlandı.   
Tevrat ve incil’in tepedeki efendiler (devlet yöneticileri) tarafından oluşturuldukları http://tanriyianlamak.blogspot.com/2018/10/naslzombilestik-1.html   adresli makalede ayrıntılarıyla açıklanmış, yukarılarda verilen örneklerle de özet olarak gösterilimişti.
İslamın kutsal kitabı Kuran da aynı şekilde, islam devletleri yöneticilerince, halkı tepedekilere uşak-kul yapma öğretileri olarak hazırlandığı şu web-sayfasında delilleriyle gösterilmektedir: http://www.dinvemitoloji.com/2017/12/islam-peygamberi-muhammed-gercekten.html
Aşağıda bu makale kısaca özetlenecek ve Kuran diye bir vahiy kitabının hiç gelmediği gösterilecektir.

13.1.    "İSLAM PEYGAMBERI MUHAMMED GERÇEKTEN YAŞADI MI?"


Bilimsel veriler ışığında Muhammed isminde bir Peygamberin yaşadığına dair herhangi bir tarihi bilgi-bulgu-kaynak bulunmamaktadır. Hakkında ne biliyorsak rivayete dayalı muğlak kaynaklar vasıtası ile haberdar olabiliyoruz.
Kendisine isnat edilen doğum tarihi 570 ölüm tarihi ise 632 ve bu tarihten 750-760 yıllarına kadar geçen süre zarfında Muhammed ve İslamiyet hakkında ne Bizans kaynaklarında ne Acem kaynaklarında ne Süryani kaynaklarında ne de çevre medeniyetlerin kaynaklarında bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Tüm hayatı ve sözleri 750 yılından sonra rivayete dayalı bilgilere dayanılarak kayıt altına alınmaya başlanmıştır. Neden bu tarihten sonra sorusuna gelince, Orta-doğuda o tarihlerde arap devletleri güç kazanmaya başlamışlardır. Bu arap devletleri de, daha önceki Bizans gibi devletlerdeki “hırıstiyanlık temelline dayalı uysallaştırılma” prensibini devreye sokarak, araplara özgü yeni bir dinsel öğreti oluşturmuşlardır. 
Bu yeni din görüşünün öğrenildiği kaynak ise tarihçi Taberî'nin 903 -916 yılları arasında yazdığı "Tarih er-Rusül ve'l Muluk ve'l Hulefa" adlı eseridir. Taberî, rivayetler zinciri ile kendisine ulaşan bu muğlak bilgileri kendi erken İslam tarihine aktarmış ve tüm islam dünyası da bu kaynaktan alıntılar yapmış ve İbn Mace Tırmizi Buhari gibi hadis yazıcıları bu bilgilere dayanarak İslamiyet’in temellerini oluşturmuşlardır.
Yani bu kaynakların hiçbirinin yazılı belgesi ve mesnedi yoktur ve hepsi rivayetlere dayandırılmıştır. Bu rivayetler arasında neler yoktur ki? Bölge halkı yakınlarında gerçekleşen tüm olaylardan etkilenmiş ve bu etkiler hafızalarda yer etmiştir: Nuh tufanı, Musanın asası ile denizi ikiye ayırması, namus-ahlak bozulması nedeniyle cennetten kovulma, Ademin çamurdan yaratılışı, Sodom-gomorra olayı, vs. Ve tüm bu rivayetler yeni oluşturulan dinsel görüşe dahil edilmiştir.
Oysa Kur'an kendisinden satır-satır yazılı kitap olarak bahsediyor Tur suresinde. Halbuki ortada ne bitmiş vahiyler toplamı var ne de satır-satır yazılmış bir kitap. Kendi içinde bile çelişkili bir durum var ortada.

Emevilerin 5. Halifesi Abdülmelik tarafından yazdırılan Kaya Kubbesi yazıtlarında şunlar yazılıdır:
·                     Lütufkar ve merhametli Tanrının adıyla Tanrıdan başka Tanrı yoktur onun ortağı yoktur.
·                     O verir yaşamı ve o öldürür o her şeye gücü yetendir.
·                     Övülmesi gereken Tanrının hizmetçisi ve onun elçisidir.
·                     Tanrı ve melekleri Peygambere rahmet diliyorlar.
·                     Yazı sahipleri kararınızda yanlış olmayın ve Tanrı hakkında sadece doğruyu söyleyin çünkü İsa Mesih Meryem'in oğlu Tanrının elçisidir onun Meryem'e yerleştirdiği sözdürTanrıya ve elçisine inanın ve üç demeyin (teslis inancının reddi) bunu bırakın çünkü Tanrı birdir övgüler ona nasıl çocuk sahibi olsun ki gökte ki ve yerde ki her şey onundur.
·                     Mesih Tanrı hizmetçisi olmaktan gocunmayacaktır Tanrıya yakın olan meleklerdir.
·                     Rab elçini Meryem oğlu İsa'yı kutsa doğduğu günde öldüğü günde yeniden dirileceği günde sağlık refah ona.

Dikkat ederseniz yazıtta İsa için sık sık Meryem'in oğlu olduğu vurgulanıyor, bu İznik Konseyi öncesi yani 325 yılı öncesi Hristiyanlık ögesidir.
Görüldüğü üzere, bir arap devleti olan Emevilerin 5. Halifesi Abdülmelik zamanında (yani 700lü yıllarda) hırıstiyanlık temeline dayanan bir inanç egemendir. Dolaysıyla, İslamiyet bu hırıstiyanlık bilgilerinden esinlenerek, sonraki dönemlerde kitap haline getirilmiştir.
Kısacası 8. yy ortalarına kadar İslamiyet adında bir din ve bu dinin uygulamaları ile Peygamberi olduğu iddia edilen Muhammed'e ait hiç bir bilgi yoktur.
Özetle tüm bu bulgu ve belgelerden İslam Peygamberi Muhammad denilen mitolojik şahsiyetin sahte Mesih Mamet'in hikayesinden devşirilmiş olduğunu ve bugün İslamiyet dediğimiz öğretinin ise vahiy yoluyla bildirilmiş bir din olmadığını, aksine bölgede hakim olan Monofizit öğretinin İsmaili Yahudi öğreti ile harmanlanmış ve yaklaşık 200 yıllık bir süreçte özellikle Abbasilerin devletleşme sürecinde yeni bir din şeklini aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yani Arap Peygamberi Muhammed hiçbir zaman yaşamadıMuhammed Hristolojik bir sıfattır. İsa için kullanılan seçilmiş övülmüş anlamalarına gelen bir sıfat iken Arapların devletleşme sürecinde 8. yy. ortaları ve 9. yy. başlarında yüklenilen anlamla birlikte var olmuş bir literatür figürüdür.

13.2.    PEYGAMBERLER “TANRI’NIN SÖZCÜSÜ” OLAMAZLAR

Kutsal kitaplar, kesin, dogmatik, değiştirilemeyen yasalar olarak kabul edilmişlerdir.
Böyle bir inanç doğadaki dinamik sistemli işleyişle taban tabana zıtlık içindedir.
Çünkü:
1-Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları onlar için de geçerlidir.
3- Kutsal kitaplar Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) gerektirir. TBÖ’nün ise, tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adreslinde kesin olarak ıspatlanmıştır. Yaratıcı böyle zararlı bir işlem yapmış olabilir mi?
4- Yaratıcı insanlara bir mesaj göndermek isteseydi, bunu yanlış anlaşılmayacak, farklı yorumlanamayacak şekilde gönderemez miydi? 

14.Türk toplumunun tarihsel geçmişinin çok kısa bir özeti

Toplumların konuştukları diller geçmişlerinin tasarımında en önemli kriterdirler.
Tarih kitaplarında Orta-Asya kökenli olduğumuz vurgulanır. Arkeolojik bulgular yaklaşık 6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya çıktığını ve ilk toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya konduğunu gösterince, dünya kamu oyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin kullandıkları dil, ne günümüz dünyasının gelişmiş ülkeleri olan batılı devletlerin sahip oldukları indo-german kökenli bir dil, ne de kutsal kitapların yazıldığı semitik bir dildir. Aglütine dil grubu denilen çok farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde yaşayan temsilcileri ise, Türkçe, macarca, fince, ve diğer orta asya ülkelerinde konuşulun kırgız, türkmen vs. toplumların dilleridir.
Bu durum, dil-bilimciler arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak adlandırılan Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende birleştirilebileceği tartışmaları ortaya çıkar. Bu konu hakkında bilimsel verilere dayalı ayrıntılı bir makale şu adreste sunulmuştur:  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/01/atlantis-gercektir.html
Bu makalenin okunması ve bilinmesi çok önemlidir, çünkü sadece türklerin değil, tüm insanlığın geçmişinin aydınlatılmasını sağlayan jeolojik ve arkeolojik verilere göre hazırlanmıştır.
Türkçe ile Sümerce aglütüne (eklemeli, bitişken)  dil gurubuna ait dillerdir.
Bu dil grubun diğer tüm dil gruplarından çok farklı bir özelliği vardır. O da şudur: “Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.
Ayrıca uzmanlar çok ortak sözcükler içerdiklerini belirtirler. Birkaç örnek vermek gerekirse: kagaraşa = kargaşa, kabkagak = kap  kacak, haşgaga: kahkaha, vs. gibi sözcükler çok yakın bir akrabalık göstergeleridir.
Bu nedenle tarihsel geçmişlerinde bir yerde birlikte yaşamış olmaları gerekir. Sümerologlar bu nedenle Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler. Halbuki durum tam tersinedir; “Atlantis” konulu makalede ıspatlandığı üzere, Atlantisliler Sümerlerdir ve sümerler o makaledeki “Atlantis ovası veya Cennet Ülke” olarak adlandırılan denize gömülmüş bir bölgeden Basra yöresine (Mezopotamyaya) çıkmış olmak zorundadırlar.
O önemli makaleden çıkarılacak en önemli sonuçlardan biri de, insanlığın 12 bin yıl önceleri en yoğun olarak bu “cennet-ülkede” yaşamış olması ve buzul devrinin sona ermesiyle, batan bu “cennet ülkeden” kaçarak, Anadolu, Kafkasya, iran gibi komşu bölgelere dağılıp, oralarda uygarlaşmaları devam ettirmiş olmaları gerekliliğidir. Bu görüşü destekleyen arkeolojik ve antropolojik deliller vardır ve şunlardır:
Anadolu’da en eski kültür oluşturuculara bakıldığında, onların (sümerce-türkçe) aglütine dil konuştukları görülür (Kaynak: Diker 2000, Tuna 1990): 
         1- Orta-Anadolu Çorum-yöresinde  Hititlerden önce orada yaşayan “Hatti”ler adlı kavmin dili aglütinedir; o bölgeye sonra gelen Hititler’in dili ise indo-germandır;
         2- Batı Anadolu’da yaşayan Lidya’lıların dili aglütinedir;
         3- Doğu anadoluda yaşamış olan Urartu’ların dili aglütinedir;
         4- Etrüskçe aglütine bir dildir;
         5- iskitçe aglütine bir dildir; vs. 
Yani dünya genelinde oluşturulan ilk uygarlıklar aglütine bir dil konuşan kavimlerce oluşturulmuşlardır. Günümüzde aglütine dil Türki dillerle devam etmektedir. Dolayısıyla önerilen makalede gösterildiği gibi Türklerin ana vatanı Orta-Asya değil, Atlantis ovasıdır. Ve bizler denize gömülen o cennet-ülkeden göç ederek, önce Anadolu’ya, sonra ikinci ana-vatanımız olan Orta-Asya’ya göçmüş, oradaki “iç-denizin” kurumasıyla tekrar ilk vatanımız Anadolu’ya dönmüşüz.    
Şimdi toplumumuzun son bin küsur yıllık dönemindeki yaşamına bakalım.

14.1.    BIN YIL ÖNCELERINDEKI DURUMUMUZ

Tarihsel belgelerde bin yıl öncelerindeki geçmişimiz hakkında şu bilgiler vardır:
“Orta Asya’da (Maveraünnehir), en ileri uygarlıklardan birini kuran Karahanlılar (840-1211), dönemlerinde, meta ekonomisini son derece geliştirmiş ve yüksek bir gönenç düzeyine ulaşmışlardı. Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de (1069), üretilen ve ithal edilen malların listesini yazmış, ticari ilişkilerin geliştirilmesi üzerine görüşler ileri sürmüştü. Burada yazılanlardan, Karahanlıların tarım ve hayvancılığın yanı sıra; demircilik, ayakkabıcılık, dericilik, cilacılık, boyacılık, döşemecilik, ok ve yay imalatçılığı gibi sanayi dallarında seri üretim yaptıklarını öğreniyoruz. Kitapta, ücret ve ücretli çalışma konularının ele alınması, toplu çalışmaya bağlı manifaktür üretimin, Türklerde 11. Yüzyıl’da gelişkin bir dönem yaşadığını göstermektedir. Karahanlılar ücrete ‘ter’, ücretle adam çalıştırana ise ‘terci’ diyordu. Devletin en önemli görevi, üretim ve ticaret için istikrarlı bir pazar düzeni sağlamaktı. ‘Budunun’ (halkın) ‘iliğden’ (hakandan) ekonomi için beklediği üç temel istek; “gümüşün ayarını düşürmemek, doğru yasalar çıkarmak ve kervan yollarını güven altına almaktı”… Doğu Türkistan’da önemli bir il olan Tarancılar’da tarım, Batı Türkistan’daki Sartlar’da ticaret çok gelişmişti. Tarancılar’ın sözcük anlamı çiftçiler, Sartlar’ın sözcük anlamı ise tüccarlar’dı. Kankılılar, Ağaçeriler, Tahtacılar, Mandallar, Menteşeler, Sürgücüler v.b., adını o yörede gelişmiş olan üretim dallarından alan yerleşim merkezleriydi…Buhara; yumuşak kumaşlar, seccadeler, duvar halıları, perdeler üretiyor ve satıyordu. Semerkant; gümüşlü kumaşlar, büyük bakır kaplar, , estetik vazolar ve kağıtçılığıyla ünlüydü. Nişapur’da tekstil, metal eşya, demir, çini, firuze taşçılığı; Merv’de ipekli dokuma, ağaç işleri, cilalı tabak seramik; Harizm’de yoğun bir transit ticaretin yanında, deri, kılıç, kilit, zırh ve gemi üretimi gelişmişti… İngiliz yazar ve tarihçisi Herbert George Wells, Çin kaynaklarına dayanarak M.S.45’de bir Budist gezginin izlenimlerini aktarır. Gezginin saptamaları şöyledir; “buralardaki kentler çok bakımlıdır; Semerkant büyük bir refah içinde bir kenttir; halkı çok uygardır”. H.G. Wells bu bilgileri aktardıktan sonra şu yorumu yapar: “Şunu anımsatmalıyım ki, o dönemde böylesi uygarlaşmış kentlere, Anglo-Sakson İngilteresinde rastlamak mümkün değildi” …” (Aydoğan 2004)

14.2.    TÜRKLERIN ISLAMI KABULLERIYLE BIN YILLIK BIR KANDIRILMA DÖNEMINE GIRIŞ:

Anadolu’ya Türklerin gelmesi 11. Asır başlarında Müslümanlığı kabul eden Selçuklularla başlar. Anadolu’ya dağılarak yerleşen Türkler, birçok beylikler şeklinde farklı devletler oluştururlar ve 1299’da Osmanlı devletinin kurulmasıyla, tek bir devlet içinde bir araya gelmeye başlarlar. 
İnsanlığın gelişme aşamaları başlangıçta, toplumsal sorunlarına çözüm bulma amaçlı olarak başlamıştır. Ancak toplum değil de devlet oluşumları şeklinde bir gelişim içine girilmiştir. Toplumla devlet arasında çok önemli bir fark vardır:
Devlet tepedeki birilerince kurulur ve sahiplenilir; toplum halk tarafından oluşturulup- sahiplenilirse oluşur ki şimdiye dek hiç düşünülmemiştir. Nedeni ise doğadaki yaratıcılığın, tepedeki bir sistemde olduğu inancı insanlık gelenek göreneklerine işlenmiştir.
İnsanların birlikteliği tepeye bağlanan tüm sistemlerde yasalar ve yönetmelikler devleti, yani tepedekileri koruyup-kollayacak şekilde oluşturulurlar.   Bu durumda da elbette "halk" denilen taban kesiminin çıkarına işleyen bir sistem oluşturulamaz. Devlet sisteminde, sahip tepedeki olduğundan halk ürettiklerini, efendi olarak gördüğü tepedekilere teslim ederek, tepedekileri güç - kuvvet merkezi haline getirmişlerdir. Tepedekiler de toplum oluşumunu hep engellemişlerdir.
Osmanlı Devleti, o zamana kadar kurulmuş tüm diğer devletler gibi, fetih üzerine kurulmuş bir devletti.
Fetih için güçlü olmak gerekir. 13üncü asırdan 17inci- 18inci asırlara kadar, ele geçirilen ülkelerden alınan vergiler vs. ile gerekli güç kaynağı elde edilmişti. Ama, matbaanın icadıyla bilgi aktarımın kolaylaşması ve buna dayalı Rönesans ve reform hareketleriyle, özellikle batı dünyası birçok sanayi keşifleri ve soyut bilimsel fikirler geliştirerek, verimliklerini dolayısıyla güçlerini artırmışlardır.
Halbuki Osmanlı, her türlü bilginin Kuran’da mevcut olduğu görüşüne sıkıca bağlanmış ve “yaratıcılık Allaha mahsustur” dinsel görüşü etkisi altında davranmaya devam etmiştir. Böyle olunca halka kuran okuyarak bilgilenmeleri önerilmiş olmaktadır. Kuran ise Arapça olduğundan Türkçe konuşan halk bir şey anlayamıyordur. Üstelik araplar bile kuranı tam anlayıp, yorumlayamamaktadır, çünkü kuran Abbasiler zamanın saraylar diliyle yazılmıştır.
Yani Osmanlı devletinin temelin oluşturan Türk halkı tamamen cahil bırakılmıştır ve Arap halkı, kuran nedeniyle, “üstün ırk = kavm-i necip” olarak kabul edilirken, Türkler, "etrak-ı bi idrak =akılsız Türkler” olarak görülmüşlerdir.
Güçlü olmak üretici olmakla mümkündür. Devletin tabanını oluşturan halk hor görülüp, cahil bırakılmıştır. Diğer devletler bilgiye dayalı icatlarla verimliklerini ve güçlerini artırırken, Osmanlı gittikçe fakirleşip, güçsüz kalmıştır. Gelir kaynağı kuruyan Osmanlı 19uncu yüzyıldan sonra borçlanarak hanedanlığını sürdürmeye başlar.
“Osmanlı İmparatorluğu, ilk dış borcu 1854 yılında aldı ve sonra sürekli borçlandı. 1874 yılına dek 15 ayrı borçlanma yaptı. 20 yılda 239 milyon lira borçlandı ama faizler kaynakta kesildiği için eline 127 milyon lira geçti. 1863'te Osmanlı Bankası’na 'Devlet Bankası' statüsü verildi ve aynı yıl bir devlet bütçesi yapıldı. Ancak bu bütçe, kendine yararı olmayan bir borç ödeme bütçesiydi. 1875’de, 17 milyon gelire karşılık 13 milyon lira dış borç ödemesi vardı. Bugünkü gibi, geliri borç ödemelerine yetmiyordu. 6 Ekim 1875’de yayımlanan bir kararnameyle borçların ödenemeyeceği açıklandı. Alacaklılar durumu protesto etti ve sorunu siyasi baskı yoluyla çözmeye çalıştılar.”
“1881 yılında İstanbul’da yapılan toplantıda, Osmanlı Devleti, borçların, alacaklılar tarafından seçilen bir kurul tarafından yönetilmesini kabul etti. Bu anlaşmaya 'Muharrem Kararnamesi' adı verildi. Düyun-u Umumiye İdaresi bu kararnameyle kuruldu...Batılılar, Osmanlı Devleti'nden alacaklarını tahsil etmek için, ekonomik ve siyasi her türlü aracı kullandı. En önemli dayanakları, yetiştirdikleri işbirlikçilerdi. Bunları, devlet örgütünün her kesiminde etkin duruma getirmişler; alacaklarını, vergileri arttırarak onlara toplatıyorlardı.”
“Fransa Maliye Bakanlığı Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel Ducoste, bu durumu açık biçimde ortaya koyuyor, 1889'da şunları söylüyordu; "Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletinin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır" (Aydoğan 2004)

14.3.    OSMANLIDAN ÖNCESI ILE OSMANLIDAN SONRASI ARASI ÇOK BÜYÜK BIR FARK VARDIR:

Görüldüğü üzere toplumumuzda “Osmanlıdan önce ve Osmanlıdan sonrası arasında” böyle kökten bir toplum anlayışı farkı vardır. Osmanlıdan önce üretici-yaratıcı bir toplum idik; Osmanlı’larla yağmacı-ganimetçi bir topluma dönüştük, “yaratcılık Allaha mahsustur” sloganıyla  yaratıcı bireyler yetiştirici eğitim yerine, “Her türlü bilgi kurandadır” anlayışıyla, yaratıcı fikirler üretemeyen, ve sürekli yabancı devletlerin yarattıkları yenilikleri hayranlıkla, imrenerek izleyen, kendine güveni olmayan, her şeyi tepedekilerden bekleyen bir “hasta topuma” dönüştük.

14.4.    PADIŞAHLIĞIN “KUL, KULLUK” SISTEMINDEN, CUMHURIYET’IN “ÖZGÜR BIREY” SISTEMINE GEÇIŞ

  Atatürk bu geleneksel yanlışlığı fark ettiği için, Osmanlının etrak-I biidrak (aptal türkler) olarak aşağılayıp, yeteneksizleştirdiği bir ulustan, kendine güven duyan ve bir şeyler üretip-yaratan bir nesil yetiştirmeye çalışmıştır.
“Yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş dönemde ise bir kişinin devleti idi, kişilerin devleti idi” sözleri Atatürk’ün dinamik sistemli hayat görüşünü benimsediğinin en güzel kanıtıdır.
Günümüz siyasetçileri ise maalesef tekrar “kulluk” sistemine dönüş için çalışmaktadırlar.

14.4.1.        Osmanlı’dan bize ne kalmıştı?

Bir sürü borç kalmıştı, ve TC uzun yıllar bu borçları kapatmak için çalışmıştır. Başka neler kaldığını merak ediyorsanız, kısa bir döküm:
1923'te Padişahlık sona erdirilip, Cumhuriyet rejimine geçildiğinde 13 milyon insanın  11 milyonu köylerde yaşıyordu: 40 bin köyün, 38 bininde okul yoktu. Memlekette sadece 337 doktor ve 60 eczacı vardı. Diş hekimi yoktu.
Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu ama kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Kadın, insan değildi. Tiyatro, müzik, resim, heykel yoktu. Dirhem, okka, çeki, arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlık, ne uzunluk birimiz dünyaya ayak uydurabiliyordu.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye'nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilimden çoook uzaktı. İbrahim Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı sadece 417'ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. 600 sene boyunca Türkçe'nin ırzına geçilmiş, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler karışımından oluşturulmuş Osmanlıca denilen  bir dil kullanılıyor, sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça'yla Türkçe yazılmaya çalışılırdı.

14.5.    CUMHURIYET NASIL ILAN EDILDI

Statik sistemli hayat görüşünde sahiplenme tepedekilere aittir. Yani Devlet’in dolayısıyla tüm vatan topraklarının sahibi padişahtır, aynı zamanda halifedir ve tüm İslam alemini temsil etmektedir.
Kurtuluş savaşı sonrası (1923 Nisan ayında), savaşı yönlendiren 4 komutan arasındaki bir konuşmada Rauf paşa şöyle der:
“Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik. Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı geldi.”
“Peki Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Rauf Bey: “Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir islam halifesi, ben de müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”.
Gazi’nin yüz hatları gerilmişti. Ev sahibi Refet Paşa’ya döndü;
“Sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu.
“Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!...” deyip kestirip attı Refet Paşa.
Gazi, masadaki Fuat Paşa’ya,“ Senin görüşün Fuat?” diye sordu.
Fuat; “Paşam”, dedi, “biliyorsunuz uzun süredir Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..” Yani o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!...” diyemedi.
Anadolu’ya çıkan ilk 5 komutandan 4ü masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.
O Meclisten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı.
1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidilecekti.
Komutanlar yeniden endişeye düştüler: “Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!”
Bunun üzerine yeni bir plan kurdular.Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler. Erzurum Milletvekili Necati Bey,Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar:
Buna göre;
1. Bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri,Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!.. Atatürk Selanik dışında kalmıştı.
2. Mlletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!.
Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü, değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki..!!
Hedef belliydi...Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından. Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: “Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunan’a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne'de savaşıyordum…Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru.Otursaydım, o zaman Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım. Çanakkale’de, Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım.. Ama ben oralarda olamasaydım,bu efendilerin de doğum yerleri,Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı"
Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum...Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor?!.
Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu...Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bala ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis'e girdi… Cumhuriyeti de kurdu.

14.5.1.        Peki “Cumhuriyet Neydi?”

Osmanlının hayat görüşü tamamen statik sistemlidir, Statik sistemde yapma-yaratma erki tepedeki bir sistemdedir. “Hakimiyet Allah’ındır, padişahlar, sultanlar Allah’ın temsilcileridir. Allah kutsal kitabı ile her türlü bilgiyi göndermiştir. Halk şeriat kurallarına uyarak yaşamak zorundadır.”
Ve bu görüş yüzlerce yıllık hakimiyet sürecinde gelenek-göreneklere işlenerek biz Anadolu halkının bilinç-altına yerleştirilmiştir ve etkileri hala da sürmektedir.
Cumhuriyet ise, statik sistemli hayat görüşünden dinamik sistemli hayat görüşüne geçişin ilk adımıdır: Yani “hakimiyet milletindir”, Halkın efendisi yoktur, insanlar özgür ve hürdür.
Yani Cumhuriyete karşı çıkanlar, halkın özgür bireyler değil, tepedekilerin kulu-kölesi olarak yaşamasına devem etmesinden yana olan, zombileşmiş “paşalar- aydınlardı”
Günümüzde statik sistem bilgileriyle zombileşme hala sürmektedir. Günümüzde bazı insanların Osmanlı hayranlıkları ve halifelik sistemini geri getirme çabalarının kökeninde, 1923 yılında Cumhuriyeti savunan Atatürk ile, Halifeliği savunan diğer Paşalar arasındaki bu çekişmeler yatmaktadır.

Şimdi bu tarihsel gerçekten çıkartılacak bazı önemli noktaları görelim:
• İnsanların ortak bir hedefi varsa, birlik ve beraberlik sürüyor. Ortak hedefe ulaşıldıktan sonra, yeni bir ortak hedef oluşturulmuyorsa, dağılma- ayrımlaşma başlıyor.
• Gelenek-görenekler öyle etkilidir ki, insanlar
• İngiliz gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, İngiliz kralını (kraliçesini)
• Japon gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa Japon kralını,
• Osmanlı gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, Osmanlı padişahını (halifesini) efendileri ve onun kulu olarak yaşamayı kabul ediyorlar. Hatta bu efendileri, yabancı bir devletten aldıkları borç paraları, halkın yaşam standardını geliştirecek fabrikalara harcayacak yerde, kendilerine ihtişamlı saraylar (örn. Dolmabahçe-sarayı) yaptırmak için kullanıp, halkını hiç düşünmeyen kişiler olsalar bile.
Yani gelenek-görenekler insanları zombileştirebiliyorlar ve zombileşen insanlar da, artık yararlarına değil de, zararlarına olan bir şekilde davranabiliyorlar.
“ŞİMDİ VATAN KURTULDU. BİZE GÖRE ‘EMANETİ SAHİBİNE’ İADE ETMENİN ZAMANI GELDİ.”
“PADİŞAH BİR İSLAM HALİFESİ, BEN DE MÜSLÜMANIM. O MAKAMLAR UHREVİ MAKAMLAR. SENİN, BENİM GİBİ KİŞİLERİN ULAŞABİLECEĞİ MAKAMLAR DEĞİL.” gibi, halkını kul, efendilerini kutsal kişi kabul eden kişilerin davranışları, zombileşmişlik değil de nedir?
“Kutsal-kişi”nin diğer insanlardan farkı nedir? Toplum yaşamı için, vatanı kurtarmak uğruna canlarını ortaya koyarak düşmana karşı savaşan insanlar mı, yoksa devlet adına alınan borç paralarla, kendilerine görkemli saraylar yaptıranlar, yabancılarla iş-birliği yaparak, vatanı kurtarmaya çalışanları “hain” olarak damgalayanlar mı daha yararlıdır?
Özetle: CUMHURİYET, EFENDİLERE KUL OLMAKTAN, ÖZGÜR İNSAN OLMAYA; pasif-tüketici olmaktan, aktif-üretici olmaya GEÇİŞİN İLK ADIMIDIR.
Biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır, ürettiklerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul edilmektedir.
Kurtuluş savaşından sonra padişahlığın kaldırılmasına ve Cumhuriyet rejimi oluşturulmasına karşı çıkan zihniyet, maalesef yok olmamıştır. Yabancı devletler bu zihniyetin gelişip yeşermesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Osmanlı devletini “Boğazdaki Hasta Adam” durumuna düşüren bu “hastalığının” yeni kurulan TC devletinde de sürmesi elbette yabancı devletlerin çıkarınadır. Ülkemiz içindeki “Osmanlılık hayranlarının”, Osmanlı-hastalığı denilen bu statik sistemli hayat görüşü (tepeye bağımlı, şeriat) sistemine geri dönüş girişimleri günümüzde tam hızıyla devam etmektedir.
Bir sonraki yazı bu konuyla ilgilidir.

15.Ülkemiz basınıyla ve yöneticileriyle dış-güçlerin etkileri altındadırlar

31.Mart 2018 tarihinde Yılmaz Özdil, Ülkemizin, medyasından tutun yönetenlerine kadar Amerika tarafından yönlendirildiğini ve toplumu korumanın kadınlarımız ve bilinçli gençlerimiz tarafından nasıl yapıldığını anlatan güzel bir yazı yazar. İşte o yazı:
Hatırlarsınız… Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ilahiyat fakültesi öğretim üyesi Abdullah Akın diye bir herif üniversitenin televizyon kanalına çıkarak hiç utanmadan “1924 yılında camiler kapatıldı Çanakkale ve Bursa'da genelev olarak kullanılan camiler var” demişti.
Bunun üzerine ben de köşemden sormuştum… “Çanakkale veya Bursa'da bu genelevlerin adresini bilen var mı? Herhangi bir devlet büyüğümüz kerhane yapılan camiyi gösterebilir mi?”
CHP Bursa milletvekili Ceyhun İrgil bu soruları resmiyete döktü bilgi edinme kanunu çerçevesinde Bursa Valiliği'ne yazılı olarak başvurdu “Bursa'da geneleve çevrilen cami var mıdır? Varsa hangi cami nerede ne zaman geneleve çevrilmiştir” diye sordu.
CHP Çanakkale İl Başkanlığı da “Çanakkale'de hangi cami nerede ne zaman genelev yapılmış?” diye sorarak suç duyurusunda bulundu.
Ve dün… Bu sorulara Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nden “resmi imzalı” yanıt geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Vakıflar Müdürlüğü “camilerin genelev olarak kullanıldığına dair herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanılmamıştır” dedi.
Böylece… İlahiyatçı Abdullah Akın denilen herifin resmen yalan söylediği resmen iftira attığı “devletin resmi yazısı”yla belgelendi.
E dolayısıyla şimdi “genelev” konusunda “gerçek”leri yazmanın tam vaktidir…
İkinci dünya savaşı sona ermişti. Amerikan yönetimi kuklalarını hazırlamıştı Türkiye'yi uydu haline getirmek için fırsat kolluyordu.
Tam o sırada Washington büyükelçimiz Münir Ertegün kalp krizi geçirdi vefat etti.
Propaganda şaheseri Beyaz Saray bu diplomatik fırsatı kaçırmadı.
Münir Ertegün'ün cenazesini Missouri zırhlısına yükledi ABD'nin dostluk mesajı olarak Türkiye'ye gönderdi.
Missouri zırhlısı ABD'nin en büyük savaş gemisiydi. 270 metre boyundaydı. 1600 mürettebatı vardı. Pasifik'te savaşmıştı. Japon imparatorluğunun ABD'ye kayıtsız şartsız teslimiyet belgesi Missouri'nin güvertesinde yapılan törende imzalanmıştı.
Bu kadar önemli bir savaş gemisinin adeta cenaze arabası gibi gönderilmesi ABD'nin Türkiye'ye verdiği değeri gösteriyordu.
Hatta Missouri tek başına yeterli görülmemiş yanına refakatçi olarak Providence kruvazörüyle Power destroyeri ilave edilmişti.
Tabutu taşımak için “filo” göndermişlerdi yani!
Kelimenin tam manasıyla gövde gösterisiydi.
Missouri'nin gelişi yalaka basınımız tarafından anbean takip ediliyor vatandaşa sevinçle duyuruluyordu. “Missouri Cebelitarık'tan geçti Missouri İtalya açıklarında Missouri Ege sularında” filan diye manşetler atılıyordu. Fotoğralar yayınlanıyordu gemilerden röportajlar yayınlanıyordu.
Peki yalaka basınımızın o dönemin ilkel şartlarında Akdeniz'in ortasından fotoğraf çekebilme röportaj yapabilme imkanı var mıydı?
Elbette yoktu.
Amerikalılar çekiyor bunlara veriyor bunlar da yayınlıyordu.
Yalaka basınımız bugün olduğu gibi o gün de “sahibinin sesi”ydi.
Neticede Boğaz'a demirlediler.
“Mübarek Cuma” gününe denk getirmişlerdi. Hayırlara vesileydi!
Bir zamanlar elalemin zırhlıları Boğaz'a demirledi diye kurtuluş savaşı başlatan millet… Elalemin zırhlılarını “kurtarıcı” gibi karşıladı.
Sayın ahalimiz Beylerbeyi'nden Üsküdar'a Beşiktaş'tan Sarayburnu'na kadar bütün sahillere yığıldı davul zurna çalındı el sallandı.
Missouri toplumsal histeriye dönüşmüştü.
Yalaka basınımız tarihimizde ilk kez İngilizce manşet attı sekiz sütuna “Welcome Missouri” dedi.
Kız Kulesi'ne “Welcome Missouri” afişi asıldı.
Hereke'de özel halı dokundu üzerinde İstanbul haritası vardı Missouri'nin komutanı oramiral Henry Hewitt'e hediye edildi.
Dolarlarını Türk parasına çevirsinler diye Dolmabahçe'de döviz bürosu açıldı. Taksim meydanına dev boyutlu Missouri fotoğrafı yerleştirildi. Tekel Missouri markasıyla sigara üretti. PTT Missouri anısına pul çıkardı. Vitali Hakko'nun Şen Şapka'sı “Hoşgeldin Missouri” yazılı eşarplar bastı. Amerikan bayraklı uçurtmalar uçuruldu.
İstanbul belediyesi Beşiktaş'tan Karaköy'e kadar tüm binaları pırıl pırıl boyadı asfaltı yeniledi. Sadece Amerikalılara hizmet vermesi için Dolmabahçe'yle Taksim arasında çalışan 12 adet belediye otobüsü tahsis edildi. Otobüsler ücretsizdi.
Sinemalarda tiyatrolarda 80'er adet koltuk Amerikalılara ayrıldı bilet parası alınmayacaktı.
Ankara'da Missouri adıyla lokanta açıldı.
Başkentin en iyi lokantalarından biri adını Washington olarak değiştirdi.
“Rus salatası” aniden “Amerikan salatası” oluverdi!
Niko ve Aleko iki kardeş Rum vatandaşlarımızdı. İstiklal caddesinde Atlantik ve Pasifik adıyla iki büfe işletiyorlardı tost sahanda yumurta sosis falan bugünkü tabirle fastfood satıyorlardı. Uyanık Niko efendi cafcaflı bir tabela hazırladı üstüne “Amerikan salatası 35 kuruş” yazdı büfesinin camına yerleştirdi… İstanbul kuyruğa girdi!
Memlekette ne kadar büfe birahane lokanta varsa hepsi üstüne atladı kırk yıllık Rus salatası şak diye Amerikan salatasına çevrildi.
Karaköy kerhanesi bembeyaz badana yapıldı. Duvarlarına “hoşgeldiniz denizciler” yazıldı. Amerikalı bahriyelilere hastalık bulaşmasın diye doktorlar gönderildi kerhane komple muayeneden geçirildi.
Türk-İslam geleneğinde bir ilk yaşandı…
Dolmabahçe Sarayı'nın hemen yanındaki Bezmialem Valide Sultan Camisi'nin minareleri arasına “Welcome” mahyası asıldı.
Camiye asılan “welcome” mahyası Türkiye'nin Demokrat Parti'yle birlikte hangi şekle bürüneceğini gösteriyordu Amerikalıların takunyalıları nasıl kullanacağını gösteriyordu işaret fişeğiydi.
Aradan 23 sene geçti.
NATO üyeliği Kore savaşı memleket topraklarına monte edilen Amerikan üsleri Demokrat Parti iktidarında yaşanan rezaletler… Türkiye'nin kısmen de olsa uyanmasını sağlamıştı.
1968…  Amerikan 6. Filosu Türkiye'ye geldi.  Missouri gibi karşılanacaklarını sanıyorlardı ama yanılmışlardı. Atatürkçü antiemperyalist gençler tarafından karşılandılar!
İstanbul'u gezmek üzere karaya ayak basan Amerikan bahriyelileri tam bağımsız Türkiye sloganları atan üniversite öğrencileri tarafından Dolmabahçe'den denize döküldü.
Bitmedi… Üniversiteli kız öğrenciler tarafından “kızlar yürüyüşü” düzenlendi. “Türkiye 6. Filonun genelevi değildir Türk kadını onurunu koruyacaktır yankee go home” sloganları atıldı.
Böylesine büyük protestolara rağmen 6. Filo hâlâ Kabataş açıklarında duruyordu.
Üniversite öğrencileri “Emperyalizme karşı Mustafa Kemal yürüyüşü” yapmak üzere valilikten izin aldı. Beyazıt'tan başlayıp Dolmabahçe üzerinden Taksim'e gireceklerdi.
Aniden…  Sihirli el değdi.  Dinci basın devreye sokuldu.
“Müslüman Türkiye komünistlere ölüm” manşetleri atılmaya başlandı. Köşe yazarı kisvesi altındaki tetikçiler “memlekete ihanet eden bu hainleri toprağa gömme vakti gelmiştir” diye makaleler döşeniyordu. “Eyy müslümanlar kızıl kafirlerle topyekün savaş kaçınılmaz olmuştur sağ kalan gazi olur canını veren şehitlik şerefini kazanır” diyen bile vardı. Camilerin önünde megafonlarla anonslar yapıldı cuma namazı çıkışında ahali kışkırtıldı “cihada hazır olun din elden gidiyor” deniyordu.
Gayet netti. Amerikan çıkarlarına karşı çıkınca “din elden gidiyor”du!
Güya “bayrağa saygı” mitingi organize ettiler.
Dolmabahçe'deki Bezmialem Valide Sultan Camisi'nde toplandılar.
Amerikalıları bile şoke ederek 6. Filoyu “kıble” yaparcasına namaz kıldılar!
Sonra da tekbirler getirerek Taksim'e yürüdüler tarihe “kanlı pazar” olarak geçen katliamı gerçekleştirdiler. Polis-asker seyirci kaldı taşlarla sopalarla bıçaklarla saldırdılar iki üniversiteli öldürüldü 200'den fazla üniversiteli yaralandı.
(6. Filonun bayrak gemisi Shangri-La uçak gemisiydi. Seneler seneler sonra Amerikalı bahriyelilerin Dolmabahçe'den denize döküldüğü noktaya aynı isimle Shangri-La oteli açıldı! Ne tatlı tesadüf değil mi… Akp iktidarında yapıldı asrın liderimiz tarafından açıldı!)
Diyeceksiniz ki hepsini anladık ama “genelev” konusundaki “gerçek”ler nedir?
Dolmabahçe'den denize dökülen 6. Filonun İstanbul'a gelmeden önce Türkiye'de uğradığı ilk liman İzmir'di. Amerikan bahriyelileri karaya ayak basar basmaz genelevin bulunduğu Tepecik'e yönelmişlerdi.
Fakat eşekten düşmüş karpuza dönmüşlerdi.
Çünkü… Tepecik genelevinin kadınları ellerinde terlikle süpürgeyle sokağa dökülmüştü “defolun” diye haykırıyorlardı “bunlar içeri girerse evleri yakarız” diye bağırıyorlardı Amerikalıları taşlayarak kovaladılar!
Türkiye'deki 6. Filo protestolarının fitilini işte bu genelev kadınları ateşlemişti. 1968-69 yıllarındaki antiemperyalist eylemlerin öncüsü genelev kadınlarıydı.
Velhasılıkelam… Atatürk döneminde veya bir başka dönemde herhangi bir camimizin genelev yapıldığı iddiası resmi belgeli yalandır resmi belgeli iftiradır.


16.Dinlerin amacı, toplum hayatına düzen getirmek olmalıdır. Çünkü ahiret hayatı diye bir ikinci hayat yoktur.

İnsanların ölümden sonra öteki dünya diye bir yerde ebedi olarak yaşadıklarını düşünelim. İnsan (Homo sapiens türü) yaklaşık 2 milyon yıldan beri vardır. İn­sanların yaklaşık 20-25 yılda bir evlenerek nüfuslarının yeni doğum­larla arttığını ve yaklaşık 50 yıllık bir ömürden sonra da öldüğünü ve öteki dünya gibi bir yerde ebedi hayatlarına devam ettiklerini (yiyip-içtiklerini, sevişip-çoğaldıklarını, vs.) düşü­nüp, şimdiye dek kaç kişinin orada birikmiş olduğunu hesaplarsak, 10 üzeri 100 den büyük devasa bir sayı ile karşılaşırız. (10 üzeri 100 = 10 sayısının sonuna 100 tane sıfır daha eklenince oluşan sayı)
Evrende belli sayıda atom-altı-ögesi vardır ve bunların sayısı yak­laşık 10 üzeri 80 olarak hesaplanmıştır. Yani deri, kemik, taş, toprak gibi maddeleri oluşturan proton + nötron + elektron ögelerinin top­lam sayısı 10 üzeri 80 kadardır. Bir hücrede milyarlarca proton + nöt­ron + elektron bulunduğuna göre, evrenin herhangi bir yerinde 10 üzeri 100 gibi devasa sayıda insan toplanması hiçbir fizik-kimya bilgisine uymamaktadır, çünkü onları oluşturacak kadar proton + nötron + elektron evrende mevcut değildir.

Bu nedenle doğada ebediyet diye bir şey yoktur. Her şey çok kısa ömürlü ve çok hareketli olan atom-altı ögelerinin, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, bedenler) içinde birleşmeleri şeklinde olmaktadır. Oluşturulan hiçbir sistem ebedi olamamakta, belli bir ömür-döngüsünden sonra tekrar alt-bileşenlerine ayrışmakta ve doğa bu şekilde sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi içinde gelişmektedir. Zaman kavramının gelişimi durumun böyle olduğunu göstermektedir, bak http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Yani doğada belli sayı­da (yaklaşık 10 üzeri 80, yani öteki dünyada birikmiş olabilecek in­san sayısından çok-çok az!) atom-altı-ögesi vardır ve bu ögeler canlı olup, değişik kombinasyonlara girerek, sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğayı oluşturmaktadırlar.
Ebedi bir öteki dünya hayatını savunanlar öteki dünyada sadece ruhların var olacaklarını savunarak, yukarıda öne sürülen olanaksızlığa karşı koymaya çalışırlar. Ama bu karşı-çıkışları tamamen dayanaksızdır, çünkü öteki dünyadaki cezalandırmalar arasında şu tip hükümler bulunmaktadır.
“Başlarından da kaynar sular dökülür. Bu kaynar su ile karınlarında olanlar ve derileri eritilir.” (Hacc 19, 20)
“Derileri yanıp eridikçe, acıyı tatsınlar diye derilerini yenileyeceğiz.” (Nisa 56)
Bu ayetler bedenlere uygulanacak cezalardır. Dolayısıyla kutsal kitapların öteki dünya hayatı canlı bedenler için tasarlanmışlardır.
Cennet hayatındaki seks olaylarında çocuk olmayacağını, sadece sevişme olacağını savunanlar ise, seks olayının neslin devamı için gerekli genetik bilgilerin değiş-tokuşu olgusunu bilmediklerini gösterir. Çünkü balıklar gibi bir çok canlı grubunda, bedenler birbirine değmeden seks yaşanır: dişi yumurtalarını bırakır ve erkek hemen o yumurtaların üzerine spermleri bırakır ve iki genetik bilgi birleşir. Bedensel bir temas yoktur. Dolayısıyla seks, neslin devamı dürtüsüdür. Kutsal kitabın tanrısı bunu bilmiyorsa, bu “özürü kabahatinden büyük” durumunu oluşturur.
 Hayatın doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu bilmeyen insanlar, ölüp-yok olacaklarını kabul edemeyip, bir ahiret hayatı tasarlamışlar. Buzul devri sonrası deniz sularının yükselmesiyle yaşadıkları bir ortamın sulara gömülmesinin anlatıldığı Atlantis makalesindeki “kaybolan bir dünya” olayına atfen, öldükten sonra bu batan eski-cennet ülkesinde yaşamlarının devam edeceği şeklinde bir ebedi hayat sistemi tasarlamışlardır. Halbuki ölümden sonra yok olmak söz konusu değildir, doğal sistemle kalibrasyona dönmek ve yeniden doğal sistemin yapılanmasında tekrar görev almak söz konusudur.

Peygamberlerin “Tanrı’nın sözcüsü” olarak, kesin, dogmatik, değiştirilemeyen yasalar getirdikleri inancı, Kutsal Kitapların doğada dinamik sistemli bir işleyiş olduğu gerçeğiyle taban tabana zıtlık içindedir. Çünkü:
1-Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları onlar için de geçerlidir.
3-Devleti sahiplenenlerce, çocuklarımızın yaşayacağı ovalar, denizler, ormanlar, dağlar, vs. kamusal alanların parsellenip satılması, veya kiralanması geleceğimizi karartmaktadır. Ve tüm bunlar statik-sistemli, tepeye bağımlılık sistemiyle yapılmaktadır; bunlara karşı çıkanlar ise, “din-elden gidiyor” yaygarası ile düşman ilan edilmektedir. Elden giden “Din, namus, ahlak” değildir, çünkü onlar “kafamızın içindeki programlamalardadır; ama bir şey elden gitmektedir: Çocuklarımıza bırakacağımız doğa. Doğa talan edilmektedir.   
4-Kutsal Kitaplar tepedeki efendiler kitlesi tarafından düzenlendiklerinden, “hak-hukuk-adalet-namus-ahlak” gibi kavramlar, sadece tepedekilerin isteklerine uygunsa vardır; “Yoksa, şu bölgeyi senin soyuna tahsis ettim; Allah istediğini, istediğine verir; Senin soyunla antlaşmamı yapıyorum, vs.” gibi görüşlerin, evrensel “hak-hukuk-namus-ahlak” ile ilişkisi olabilir mi?
5-Bu tür bir yaratıcı veya tanrı anlayışı, doğadaki dinamik sistemde geçerli olan “karşılıklı etkileşim” ve tabana (yani alt-sistemlere) bağımlılık ilkesine tamamen terstir. Bu nedenle bizlerin gelenek ve görenekleri kökten hatalıdır. Bilinç-altı sistemimiz tamamen yanlış olarak programlanmaktadır. Bu nedenle para-din-siyaset kıskacından kurtulmamız mümkün olmamaktadır.


16.1.    ÖYLESINE KÖRÜ-KÖRÜNE INANDIRILMIŞIZ KI,


Tüm devletler tepedeki efendilerce sahiplenirler. Efendiler, geçimlerini halkın sırtından ve kamu mallarından sağlarlar. Ellerinde toplanan güçle (para) halkı baskı altında tutacak sistemler oluştururlar ve halkı pasifleştirip, kendilerine uşak yaparlar. Doğada ise böyle bir tepeden yönetim sistemi yoktur, Üst-sistemler hep tabandakilerce oluşturulurlar. BEDENLERİMİZİN SAHİBİ HÜCRELERİMİZDİR, BİZ HÜCRELERİMİZİN EFENDİSİ DEĞİLİZ. Bu durum tipik bir zır-cahilleşme sonucudur. Zır-cahilleştirici faktörün başında dinsel öğretiler (efendiler tarafından tezgahlanmış kutsal kitaplar) yer alırlar
Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Huzurlu bir toplum, her insanın toplumu karşılıklı bir hizmet alış-verişi ortaklığı olarak görmesiyle mümkün olacaktır. Bu ise tamamen bir eğitim sorunudur. Çözümü ise çok basittir: Statik (Tepeye Bağımlı Örgütlenme = TBÖ) sisteminin zararlarını görüp, bu zararları yok edici dinamik sisteme geçmek! Bak: Tepeye Bağlı Örgütlenmenin zararları: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html
Acaba halk neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır, mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik ve EFENDİ tanrısının onunla gönderdiğine inanılan bir kutsal kitap efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. Halk tamamen gerçek durumdan habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Kutsal Kitapların oluşturuluş amacı tepedeki yöneticilerin yaptıkları işlerin doğadaki yaratıcı sistemle uyum içinde olduğuna insanları inandırmaktır
Kutsal Kitaplardaki Tanrı, tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır. Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ anlamındadır.
Kutsal Kitapların Tanrısı, doğa olaylarını kendi tuttuğu kavimlerin çıkarlarına göre yorumlar. Birkaç yılda bir tekrarlanan çekirge istilaları, bulaşıcı mikroplarla gerçekleşen toplu ölüm olayları vs. hep, tanrının insanları cezalandırmaları şeklinde yorumlanır.
1-2 asır öncesine kadar tüm toplumlar bir kral veya sultan gibi tepedeki bir efendi tarafından yönetilirlerdi. Halkın pasif kılıp, efendilerinin istekleri doğrultusunda davranmaları için, doğadaki yaratıcı gücün, peygamber denilen kişilerce insanlara kutsal kitaplarla mesajlar gönderdikleri ve bu mesajlara uyarak yaşarlarsa, öteki dünya gibi yerde ölümden sonra ebedi ve mutlu şekilde yaşayacakları bilgisi aşılanarak, birer robot gibi pasif davranmaları sağlanıyordu.
Günümüzde de bu mekanizma aynı şekilde işletilmektedir. Halk pasif kalmakta, yasa ve yönetmeliklerin tepedekiler-saraylardakiler tarafından oluşturulmasını kabul etmektedir. Tepedekiler de, halkın ürünleri ve-emekleriyle oluşan gücü kullanarak, insanları istedikleri şekilde yönetmektedirler. Ve bu sömürü düzenin temeli, doğadaki yaratıcılık-yönlendiricilik gücünün, doğal içgüdü sistemiyle, varlıkların kendi içlerinde olduğunun bilinmemesidir.
Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur.
Öyleyse, kutsal kitaplar insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir inanç sistemi değil mi?
“Allah” kutsal kitapları tezgahlayanların RABBİdir, EFENDİsidir. Doğal sistemin yaratıcısı ise, varlıkların içlerindeki kuantsal yaratıcılardır, onlara tapınılmaz, kurban kesilmez.

Öylesine körü-körüne inandırılmışız ki,
halk geleceğini, çocuklarının geleceği olan bu dünyanın efendiler sınıfınca parsellenip-sahiplenilmesine,
doğadaki dengenin sağlanmasında gerekli olan milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün yok olmasına,
hak-hukuk sisteminin, para ile yer-değiştirmesine,
özgür yaşam ile kul yaşamı arasındaki farkı unutup, Osmanlı padişahlığı dönemini geri getirmek isteyen yöneticilik anlayışına oy verip, onların yönetimi altına giriyor.
Ve tüm bunlar bir kutsal kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan kendisine sormuyor: Statik sistemli hayat görüşüne dayanan  Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak için değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?
 Toplum hayatında bir düzen oluşturmak içinse, tam tersi durum oluyor, çünkü tüm toplumsal hastalıklarımız, tepeye bağımlılıktan kaynaklanıyor, zira kutsal kitaplar statik sistemli hayat ise dinamik sistemli.
Öteki bir dünya hayatında cennet diye bir yerde ebedi hayat yaşamaksa, doğada ebedi olan yani değişip-dönüşmeden sürekli aynı kalan hiçbir varlık yok, çünkü zaman değişim-dönüşümlü dinamik sistemde var. Her şeyin donduğunu ve hiçbir değişim-dönüşüm olmadığını düşünün:
Güneş dönmüyor ve donmuş (dolayısıyla içinde nükleer tepkime olmadığından, radyasyon yaymıyor ve dünyamız kap-karanlık);
Dünya kendi ekseni ve de güneş etrafında dönmüyor (dolayısıyla yıl ve gün oluşmuyor);
Bedenlerdeki hücreler donmuşlar (dolayısıyla buz gibi soğuk bir beden söz konusu);
Hücrelerdeki atomlar donmuşlar, dolayısıyla çevrelerine hiç sinyal vermiyorlar, doğadaki tüm enerji alış-verişi sona ermiş.
İşte böyle bir durumda ne yıl, ne ay, ne gün, ne saniye oluşur. Daha da vahimi her türlü canlılık, enerji alış-verişi son bulur. Yani doğa ölmüş olur. Dolayısıyla doğanın canlılığı ve hayat, kuantsal sistemle, atom-altı-öğelerle başlar ve onların bilgi ile yeni üst-sistemler oluşturma çabaları şeklinde devam eder. Yani YARATICILIK kuantsal sisteme özgüdür, sürekli bir değişim-dönüşüm olması şart ve gereklidir. Ebedi hiçbir şey olmaz.

16.2.    KUTSAL KITAPLAR TEPEYE BAĞIMLILIĞI HAKLI GÖSTERME KANDIRMACASIDIR.

Kutsal kitaplar hep devlet saraylarında, insanları itaatkâr kullara dönüştürmek için efendiler sınıfınca tasarlanmışlardır.
Düşünsenize, her şeyi yapmaya kadir olan bir güç sistemi, tüm insanlığa hitap edecek bir mesaj oluştursaydı, bu mesajını herkes tarafından görülüp-anlaşılan bir şekilde gönderemez miydi? Elbette böyle bir mesaj gönderebilirdi, ama doğadaki yaratıcı kuantsal kökenli ve sürekli değişim-dönüşüm içinde bir doğal sistem tasarladığından, sabit-değişmeyen bir kitap göndermez!!!!!!!!!!!!!
Doğadaki yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim
Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
 Davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Doğada Dinamik Oluşum Mekanizmasının (=DOM) geçerli olduğu ve dinamik sistemlerde güç sisteminin en tabandaki kuantsal canlılık öğelerinde bulunduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adresli makalede net bir şekilde doğa-bilimsel verileriyle ortaya konulmuştur. O makalede insanların zaman kavramını tamamen yanlış yorumladığı, dolayısıyla zamanın bir dilimi olan ömür = hayat olgusunu da anlayamamış olduğu da net bir şekilde gösterilmiştir. Yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı olan doğal sistemin yaratılış öyküsü (ki buna zaman denir), doğadaki yaratıcılığın kuantsal sistemle başladığını göstermektedir. Ama insanlık zaman kavramını bilmediğinden, yaratıcılığı da anlayamamıştır. Yani doğamızdaki güç sistemi içimizdeki atomlarda bulunmaktadır ve kuantsal canlılık öğelerindedir, Bu sisteme “DİNAMİK SİSTEM” denir. Yaratıcı güç sisteminin sürekli değişip-dönüşen ve evrimleşen bir güç sistemi olduğu anlamındadır.
Halbuki insanlarımızın çoğunluğu “La İlahe illallah = Allahtan başka allah yoktur » Yani Allahtan başka tapınılacak efendi, başka kanun kural koyucu yoktur” temel felsefesine dayanan bir inanç sistemine sahiptir. Bu inanç sisteminde yaratıcı, varlıkların dışında, sabit, değişmez, ebedi bir EFENDİ (kanun koyucu) olarak kabul edilir. Böyle bir sisteme de, yaratıcının değişmez-sabit olmasından dolayı STATİK SİSTEM denir.
“Zır-cahilleşme” kavramı önceki bir bölümde açıklanmıştı. Zır-cahilleşenler mantıklı çözümlere karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Dinamik sistem insanlığın tüm toplumsal sorularını çözerken, insanlara özgürlük, kendine güven duygusu verirken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahilleşmeden başka bir şeyle açıklanamaz. İnsanları zır-cahilleştiren faktör, yaratıcıyı yanlış olarak insanlara belleten efendiler sınıfınca düzenlenmiş kutsal kitaplı veya doğal-seçilimli hayat görüşleridir. Çünkü ikisi de statik sistemli bir doğada yaşanıldığına inanırlar. Bir kutsal kitaba inandığına yemin eden kişi, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olan bir görüşün egemenliğini kabul ettiği için toplumuna ihanet eden, çocuklarının geleceğini karartan kişidir. Zır-cahilleşme doğadaki kuantsal yaratıcılığa ihanet olduğundan bedensel ve toplumsal hastalıklara davetiyedirler.
Aynı şekilde bilgi ve bilincin insan ve insan-üstü bir sisteme ait olduğuna inan biri (evrimci veya başka biri) de aynı suçu işlemiş olur.
Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur. Öyleyse, statik sistemli hayat görüşü, insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren en zararlı, en günahkar bir görüştür.
Tek başına yaşaya bir insan, yabani hayattan ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku uyuyamaz. Onun için 10-11 bin yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı toplum hayatına geçilmiştir. Ama 3-4 bin yıl önceleri yasalar tepedeki birileri tarafından oluşturulmaya başlanınca, huzurlu-mutlu toplum hayatı tekrar cehennem hayatına dönmüş ve gün geçtikçe de daha kötüye gidilmektedir.
Güç sistemini tepeye koyarsanız, tepedekilerin kölesi olursunuz. Güç sistemini tabana koyarsanız, toplumunuzu yönetme hakkı size ait olur.

16.3.    DÜNYA EFENDİLER KULÜBÜNCE YÖNETILMEKTEDIR.

 Ülkemiz Cumhuriyet dönemine geçip, modern bir ülke olma yönünde ilerlerken, petrol-bölgelerini denetimleri altında tutmak isteyen EFENDİLER KULÜBÜ, Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir devlet olmasını engellemek için ellerinden gelenin hepsini, uzun vadeli bir plan çerçevesinde yapmaya çalışmışlar ve de görüldüğü üzere, başarmışlardır.
Önce halkın bilgili ve bilinçli bir düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY  ENSTİTÜLERİ projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmamış topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma demokrasiye geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir; çocuğun kendisi karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur. Halk “din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların efendiler sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş senaryolar olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede olduğunu fark edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün oynadığı bu oyun devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa geçiş olan bir sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine girecek bir duruma getirilir. 
Biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir.
Acaba halk neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır, mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. 
Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, bilinçli ve kötü-niyetle kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu, yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir.

Doğadaki yaratıcılık sistemi, kuantsaldır ve olasılık hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı etkileşimlerine dayanılarak oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir emir-yönlendirme yoktur. Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı inanç-sistemleri devlet-yöneticileri tarafından insanları itaatkar yapmak için tasarlanmışlardır. Yani Dinsel inançlar, tepedeki efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.
Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir.
Statik sistemli hayat görüşü yanlış bir hayat görüşüdür, çünkü doğadaki yaratıcılık ve yönetimin varlıkların içlerindeki kuantsal sistemle değil, varlıkların dışında -üstünde olduğuna inanılan bir efendi (rab) tarafından gerçekleştirildiği bilgileri söz konusudur.
Ülkemizde ise tam bu görüş benimsenmiş ve nesilden nesile geleneklerle aktarılarak insanlar zır-cahilleştirilmiştir. Doğan çocukların kulaklarına bir kutsal kitaba inanç yemini üflenerek başlatılan zır-cahilleştirme eylemi, EFENDİLER camiası tarafından desteklenen dinsel çevrelerce ve okullarda sürekli vurgulanarak, bir kutsal kitaba yemin ettirilmesi aşamasıyla zirveye ulaştırılmıştır. Bir kutsal kitaba yemin etmek demek, toplum hayatında bir efendi zümresinin egemenliğini kabul ettiğine dair yemin etmektir. Efendilik sisteminin ise, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olduğu, önceki bölümlerde çok net bir şekilde ıspat edilmiştir.
Halk zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür ve tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.


16.4.    KÖTÜ INSAN YETIŞTIRMEYE YÖNELIK BIR SISTEM

Bizlerin toplumsal sistemi tam anlamıyla kötü insan yetiştirmeye yönelik işlemektedir. İyi insanlardan bile kötü insanlara aktarma yapılmaktadır. Bu gelenek- göreneklerimizin ne kadar bozuk ve yozlaşmış olduğunun göstergesidir. 10 kere seçim yapıldı ve Türk halkına sorulan soru hep aynıydı, faziletlerden yana mısınız, yoksa siyasi İslam adına söylenmiş her lafı kabul edecek misiniz?
Konu tamamıyla cumhuriyet ve karşı devrim arasında ne tarafta saf tutacaksınız sorusuydu.
Halkın önemli bir bölümü faziletleri değil, siyasi İslam adına söylenmiş her lafı, yalanı, dolanı, hileyi, desisesi, entrikayı, iftirayı, pusuyu, sinsiliği tercih etmiştir.
Bir başka değişle, halk diğerlenin canı, malı, ırzı helaldir, diğerlerine yalan söylemek, iftira etmek, hile yapmak, sözünden caymak helaldir diyenleri tercih etmiştir. Bu halkın elbette bu kesimini de ahlaksız yapar.

Dünya EFENDİLER KULÜBÜNCE yönetilmektedir. Ülkemiz Cumhuriyet dönemine geçip, modern bir ülke olma yönünde ilerlerken, petrol-bölgelerini denetimleri altında tutmak isteyen EFENDİLER KULÜBÜ, Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir devlet olmasını engellemek için ellerinden gelenin hepsini, uzun vadeli bir plan çerçevesinde yapmaya çalışmışlar ve de görüldüğü üzere, başarmışlardır.
Önce halkın bilgili ve bilinçli bir düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY  ENSTİTÜLERİ projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmamış topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma demokrasiye geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir; çocuğun kendisi karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur. Halk “din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların efendiler sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş senaryolar olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede olduğunu fark edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün oynadığı bu oyun devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa geçiş olan bir sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine girecek bir duruma getirilir. 
Biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir.
Acaba halk neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır, mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. 
Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, bilinçli ve kötü-niyetle kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu, yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir.
Doğadaki yaratıcılık sistemi, kuantsaldır ve olasılık hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı etkileşimlerine dayanılarak oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir emir-yönlendirme yoktur. Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı inanç-sistemlerinin, devlet-yöneticileri tarafından ne zaman oluşturulup, gelenek-göreneklere aktarıldığı
Yani Dinsel inançlar, tepedeki efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.
Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz
 Halk zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
 Davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Bu konuyla ilgili olarak şu makalenin okunması çok yararlı olur:

Bir efendinin (padişahın) kulu olarak değil, bir cumhuriyetin kendine güvenen özgür bireyler olarak yaşama hakkı kazanmalarını sağlama girişimi olan KÖY-ENSTİTÜLERİ projesinin baltalanması eylemini başlatan EFENDİLER-Kulübü (BATI-DÜNYASI) bu eylemlerini gittikçe daha çeşitli alanlara kaydırarak, amaçlarına tam ulaşmak üzeredirler. Ve bu eylemler hep halkın hala bir efendi, bir lider peşinde koşmasıyla sürdürülmektedir. Zavallı zır-cahilleştirilmiş halkım, dostlarım, yeğenlerim, arkadaşlarım, … Sizleri uyandırmak için acaba daha ne yapsam?

16.5.    İYI- KÖTÜ, NAMUS-AHLAK, TOPLUM-RUHU KAVRAMLARI VE ILIŞKILERI

 Toplumlarda her zaman iyi ve kötü niyetli insanlar olacaktır. Ancak bunlardan hangisinin toplum hayatında egemen olacağı önemlidir. Şimdiye dek kötü-niyetlilerin egemen olduğu bir süreç içinde yaşanmıştır.
Acaba toplumlarda kötü niyetli insanlar mı daha çoktur, yoksa iyi niyetli insanlar mı?
Bu soru Yale Üniversitesinde araştırılmıştır.

16.5.1.        İyi veya kötü insan oranı nasıldır?

Yale Üniversitesinde bir grup araştırmacı, insanlarda ahlak, iyilik, kötülük, uzlaşma gibi konuların, doğuştan mı yoksa sonradan verilen eğitimle mi olduğunu araştırmak için  bebeklerin davranışlarını incelemeye karar verirler ve bir  “Bebek laboratuarı”  kurarak, 3 aylık ve daha yaşlı bebeklerle deneyler yapıp, bu konuda bir rapor hazırlarlar:  Hamlin, J.K, Wynn, K. Bloom, P. 2007: Social evaluation by preverbal infants.  Nature 450, 557-559.   https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1711506018861042/

Bu araştırmada yapılan deneylerin sonucu aşağıdaki gibidir:
Bir kukla oyunu oynanır; üç kukla vardır, biri bir kutuyu açmaya çalışır
•  İlk versiyonda, yeşil önlüklü kukla, kutuyu açmaya çalışan kuklaya yardım eder, kutu açılır.
•  İkinci versiyonda, sarı önlüklü kukla kutunun açılmasına engel olur.
Oyun sonunda kuklalar bebeğin önüne konularak birini seçmesi beklenir. Bebeklerin %80 yeşil kuklayı beğenir; hatta 3 aylık bebeklerin %87si yeşil kuklayı beğenir.
•  Diğer bir deneyde, bebeğe iki farklı krakerden birini seçmesi istenir ve sonra aynı krakerleri kuklaların seçmesi gösterilir. Deney sonunda, bebeğe hangi kuklayı beğendiği sorulduğunda, bebekler %87 oranında, kendileriyle aynı tercihi yapan kuklayı seçerler. Yani ön-yargılı davranma, taraf-tutmak, kendisi gibi olandan yana olmak, başka düşünenleri cezalandırmak doğuştandır.
Eğitimle çocukların davranışlarında değişimler oluşmaya başlar
•  6-7 yaşlarındaki çocuklarda paylaşma veya eşit-hak konusu deneyleri yapılır, çocukların çoğunluğu, kendilerinin daha çok kazanacağı, ama karşıdakinin hiç kazanamayacağı şıkları tercih ederler.
•  8 yaşlarındaki çocuklar bu deneylerde “eşitlikçi” davranış sergilerler.
•  9-10 yaşlarındaki çocuklarda ise, fedakarlık duygusu gelişir: çocuk kendisi değil, karşısındakinin daha çok alması yönünde tercih yapar,
Çıkartılacak sonuç şu olur:
•       İyilik, yardımlaşma, uzlaşma insanların genlerinde mevcuttur, sonradan verilen eğitimle bu oran sadece artırılabilinir veya eksiltilebilinir.
•       Kötülük de temelde genetiktir. Bebeklerin %13ünün kötülük temsilcisi kuklayı seçmesi bu nedenledir.
•       Önyargılı davranmak, eğitimle düzeltilebilinir. Irkçılık vs. eğitimle aşılabilir.
Bu konuyla ilgili bir başka araştırma ise Robert Hare adlı Kanadalı bir profesörün 1960lı yıllarda başlatılan kötü-ruhlu insanlar üzerine yaptığı bir araştırmadır. R.Hare, hapishanelerde bulunan psikopatik davranışlı insanların ortak özelliklerinin bulunup-bulunmadığı konusunu araştırmaya başlar ve ilginç ortak özellikler bulunduğunu fark ederek, “Psychopathy Checklist” = psikopatlık-testi adını koyduğu bir tanı-listesi hazırlar. Bu listede bulunan özellikleri olan insanların, doğuştan, yani genetik olarak “kötülüğe” meyilli oldukları, suç işleyen insanlar üzerinde testler yapılarak genel hatlarıyla doğrulanır.
Ancak istisna durumlar da görülür. Örneğin, James Fallon adlı bir akademisyen, bizzat psikiyatri uzmanıdır ve bu listedeki özelliklerin kendisinde de olduğunu belirtir. Ama kendisi topluma zararlı değil, yararlı bir kişi olarak yer almıştır. Bunun nedenleri araştırıldığında, James Fallon’un çok iyi bir aile ortamında yetiştiği gözlenerek, ortamsal faktörlerin, genetik hataların örtülmesinde etkili olduğu sonucuna varılır.


Bu araştırmalar, kötülük genli çocukların, James Fallon örneğinde ıspatlandığı üzere, çok iyi aile ve çevre ortamlarında yetiştiklerinde, normal insanlar olarak davrandıklarını ortaya koymuştur. 
Çıkarılacak ders:
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
Çok iyi bir toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler   

16.5.2.        Bir toplumda İyi veya kötü niyetli insan sayısı değiştirilebilir mi?

Bilmemiz gereken gerçek budur: Evet, değiştirilebilirler.
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
1-Çok iyi bir toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler.
 2-Yale üniversitesinde yapılan çalışmada orta çıkarılan “kötü niyetli” insan sayısı oranı, o zaman ve oradaki toplumsal bileşimi yansıtır. Dünyanın her yerinde aynı oranda olması beklenemez.
3-Epigenetik adlı bilim dalı, insanların (canlıların) genetik yapılarının çevresiyle etkileşimlerine göre değiştirilebileceğini göstermektedir. Nitekim, evrim dediğimiz olay da ancak bu sayede mümkün olmaktadır. Balina, yunus, deniz-aslanı vs. gibi denizlerde yaşamaya geçmiş eski karasal ortam hayvanları, Epigenetik olmasaydı, asla tekrar deniz hayatına dönemezlerdi. Bu nedenle, insanların iyi-niyetli insan sayısını artırması, kötü-niyetli insan sayısını azaltması mümkündür. Ve bu tamamen toplum hayatında uygulanacak düzenlemelere bağlıdır. İyi bir toplumsal sistemde, kötü genler değiştirilip, iyi genlere dönüştürülebilirler. Epigenetik bunun mümkün olduğunu göstermektedir.

Memeli hayvanlarda 2 ön 2 arka bacak, bir kafa ve bir gövde gibi temel bir şablon bulunur. Bir memeli hayvan karadan deniz hayatına dönerse, bu temel şablon korunur, ama ön ve arka bacaklar farklı görevler üstlenecek şekilde değişime uğrarlar. Bu işlemlerin gerçekleştirilmesi epigenetik denilen bilim dalının keşfiyle anlaşılır olmuştur. Genetik milyarlarca yıl önceleri temelleri atılan hücresel temel etkileşim bilgileri olup, enerjisini nereden, nasıl sağlayacağı gibi temel davranış özelliklerini belirleyen bir şablon görevi görürler.  Ama bir canlının çevresindeki faktörlerin değişmesiyle bu faktörlere uyum sağlaması epigenetik olarak bilinir. Epigenetik faktörler, genleri aktif veya pasifleştirerek, canlının çevreye uyumuna yarayacak şekilde farklı protein üretmelerini sağlarlar.
Yine şekilde görüleceği gibi, yediklerimiz, içtiklerimiz, çevremizdeki diğer varlıklardan etkilenme tarzımız, stres durumumuz gibi bir çok faktör epigenetik kararlar alınmasında etkili olmaktadır. Bir annenin bu günkü yaşam durumu, hem onun, hem çocuklarının, hem de torunlarının durumlarını etkileyici temel izler bırakmaktadır.


Şekilde gösterildiği üzere, bizler hücrelerimize neyi hedef gösteriyorsak, hücrelerimiz o işlevi yerine getirecek şekilde DNA- RNA kodlarında düzenlemeler yapabilmekte ve o işlevi yerine getirecek şekilde bedenlerimizi şekillendirebilmektedirler. 

16.5.3.        Toplum genelinde ortak bir görüşe sahip olmak neden çok önemli?

Neden her varlık bir diğer varlığa bağımlıdır, hem onu etkiler hem ondan etkilenir?
Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef  temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Ama ortada “su-hafızası” diye bir şey değil, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları söz konusudur.
Bilim insanlarının günahı başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları atom-molekül gibi küçük öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve çevrelerini algılayarak, ona uygun bir davranışta bulunduklarını kabul edemediklerinden, yukarıdaki gibi kavgalar ve anlaşmazlıklar hep süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.

Bu örnekten gidilerek, hayat konusunda neden ortak bir görüşte uzlaşılmanın, insanların davranışlarının tayininde şart ve gerekli olduğu anlaşılabildi mi? Bedenlerimizdeki atomların-moleküllerin davranışları, çevrede etkili ve geçerli kuvvet-alanına göre belirleniyor. Hücrelerin davranışları bu moleküllerin davranışlarına göre ayarlandığına göre, ortak bir hayat görüşünde uzlaşmanın önemini anlayabildik mi?
Neden farklı din, ırk, felsefe, vs. değil, ortak bir uzlaşma ortamı şart ve gerekli, anlaşılabildi mi?
​ Bir toplumun kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü toplum hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır, ve hizmeti üretenler insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar kaliteli olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun refah seviyesi bu şekilde yükselmiş olur. Becerikli insan yetiştirmek, hücreleri iyi yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, dayak atma, cehennem azabı gibi konularla korkutmakla değil, teşvikle olur.
Bedenlerin becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci, okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Doğadaki düzen ve denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri ile oluşturula bilinmektedir. Toplumsal hayattaki düzen ve denge de tüm insanların çevreleri ve kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri ile mümkün olacaktır. Etkileşimler ise karşılıklı anlaşma-ve uzlaşmalar (mutabakatlar) şeklinde olmaktadır. Hepimiz aynı dünya gemisindeyiz ve doğadaki denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mümkün oluyor. Dolayısıyla global (küresel) toplum hayatı da ancak tüm toplumların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmalarına dayandırılmak zorundadır. 

16.6.    DINLERIN AMACI, TOPLUM HAYATINA DÜZEN GETIRMEK OLMALIDIR.

Peki Bu nasıl olacak?
Toplum insanların, ortaklıklar yaparak birlikte yaşadığı sistemdir.
İnsanlar neden birlikte yaşamak isterler?
Çünkü, tek başlarına yaşadıklarında her şeyi kendileri yapmak zorundadırlar: tavuk yetiştirecek, buğday ekip-biçecek, buğdaydan un yapacak, sebze – meyve yetiştirecek;  çanak çömlek, kap-kacak, kazan, tabak, kaşık, bıçak yapacak; bıçak yapmak için madencilik yapacak, bakır, demir gibi madenler üretecek, vs.
Tüm bu işlevler asla bir-iki kişi ile yapılacak işler değildir. Bu nedenle insanlar zaman geçtikçe, nüfus artıkça, taş-devri, cilalı-taş-devri = çamur-aletler-devri (çanak-çömlek), tunç-devri, demir-devri gibi gelişim evrelerinden geçerek günümüz kültür düzeyine ulaşabilmiştir.
İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 12-13 bin yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama 12-13 bin yıldan beri, önce kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?

16.6.1.        Nedeni basit: Rahatlama dürtüsü.

Tek başına yaşayıp, yukarıdaki işleri yapmaya çalışan bir insanı- aileyi düşünün, yaban hayatından ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerekir, çünkü normal doğa hayatında tüm canlılar arasında rekabet-kavga vardır. Dolayısıyla bireysel düzeyde yaşayan insanların kafalarını kaşıyacak, rahat uyku uyuyacak zamanları yoktur. Bu nedenle önce kabile, sonra kasaba-kent gibi ortak yaşam ortamlarında birlikte yaşamaya çalışılmıştır.
Çalışılmıştır ama, ortaklığın kurallarının oluşturulmasında şimdiye dek pek başarılı olunamamıştır. Bu başarısızlığın tek nedeni ise, doğadaki oluşum-gelişimleri tetikleyen, yönlendiren faktörün ne olduğu konusundaki bilgisizlik gelmektedir.
 İç-güdü diye bir terim vardır, ama dış-güdü diye bir terim üretilmemiştir, çünkü her varlık kimyasal bileşimine uygun olarak, çevresindeki olaylardan etkilenir ve otomatik tepki verir. Bu tepki, bir enerji-alış-verişi sonucu oluşan bir olaydır. Dışarıdaki bir olayın yaydığı bir enerji, beden içindeki hücrelerde (moleküllerde, vs) normal durumdan farklı bir değerde algılanırsa, o hücre (molekül, vs) hemen tepki verir.
Geçmiş bölümlerde belirtildiği üzere, doğa atom-altı-öğeleri denilen ve doğadaki tüm enerji sistemlerini oluşturan, kuantsal canlılardan oluşur. Kuantsal canlılar çok kısa ömürlü ve çok devingen varlıklardır. Bu nedenle tek bir amaç doğrultusunda davranırlar: daha-rahat ve daha uzun-ömürlü üst-sistemler içinde birleşerek daha rahat bir duruma, yapıya kavuşmak. Bunun için gerekli her şey onların ellerindedir: Enerji ve madde oluşturucu öğeler onların alemine aittir. İstedikleri maddeyi, istedikleri şekilde enerji aktarımı yaparak gerçekleştirebilirler. Yani yaratıcılık ve yönlendiricilik tamamen ve kelimenin her anlamıyla, onlara aittir.
Enerji dediğimiz kuvvet oluşturucu gücün bir sistemden diğerine aktarılması, rezonans oluşumlarıyla gerçekleşir. Tesla’nın dahiyane buluşları bu rezonans devrelerini fark etmesi ve yapması sayesindedir. 
Doğadaki kuantsal canlılık öğelerinin başlattıkları bu gelişme, hep birleşmeler şeklinde olmaktadır.
Atom-altı-öğeler birleşerek atomları;
Atomlar birleşerek molekülleri;
Molekülleri birleşerek hücreleri;
Hücreler birleşerek bedenleri;
Bedenler birleşerek de toplumları oluştururlar.

Doğadaki bu büyüyerek gelişmenin nasıl gerçekleştiği “Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği Haken (2000) ile aydınlatılmıştır: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
En önemli özellikler arasında şunlar vardır: .
1-Doğadaki her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde gerçekleşir.
2-Üst-sistemde geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle (rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
3-Güç (enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.

Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarında şunu vurgular:
1-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
2-karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

Görüldüğü üzere, insanların sağlam bir toplumsal sistem oluşturması  için, kurallarını bizzat kendileri, karşılıklı etkileşimlerle (tartışmalar sonucu bir uzlaşmaya = rezonansa) varabilmeleri şart ve gereklidir.
Ama geçmiş bölümlerde görüldüğü üzere, bu koşul yerine getirilmemekte, kurallar tepedeki bir efendiler masasında oluşturulmaktadır.
Yukarıdaki teorik verilerden anlaşılacağı gibi, tepedeki hiçbir sistemde, güç veya enerji yoktur. Dolayısıyla tepedekilerde  toplum denilen bir sistemi yürütecek besleyecek hiçbir enerji, besleyici özellik bulunmamaktadır.
Peki öyleyse günümüz dünyasında devletler, toplumlar neden hala tepedeki bir efendiler kulübünce yönetiliyor? Neden  bir çok devlet hala otoriter sistemlerle idare ediliyor?


Geçmiş bölümlerde açıklandığı üzere, dünyada iyi niyetli insanlar da vardır, kötü niyetli insanlar da. Kötü niyetliler başkalarının sırtında geçinmeye yatkın olduklarından, çoğu siyasetçi bu kötü niyetliler arasından çıkmaktadır. Oransal olarak sayıları %15 kadar da olsa, toplumsal sistemin başına geçtiklerinde, halkı uyuşuk-pasif durumda tutmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Doğal felaketlerin, kendi uydurdukları bir efendi-tanrının emirlerine uyulmadığı için tanrının cezası formülü bu yöntemlerin başında gelmektedir. Sonra, tanrının gönderdiğine inanılan kutsal kitap-emirlerine uyulmazsa öteki dünyada cehennem ateşinde yanma korkusu, vs. yeterli baskı unsuru olmaktadır.
Üstelik, insanlar asırlardır kutsal-kitap adlı bir kandırmaca ile doğa ve dünyanın sahipliğinin tepedeki bu efendiler kesimine ait olduğuna inandırılmışlardır. Onların kulları-köleleri olarak çalıştırılmaya alıştırılmışlar ve kazandıklarını onlara teslim ederek, tepedekileri mal-mülk, para-pul zengini yapmışlardır. Tepedekiler de bu güçlerini kullanarak, toplumları köleleri olarak kullanmaya devam etmektedirler.
İçine düşmüş olduğumuz bu bataklıktan kurtulmak için, naçizane bir önerim var: Kötü niyetli insanların sizi yönetecek pozisyonlara gelmesini önlemek için şöyle bir maddenin anayasa metnine konması yeterli olacaktır:
Kötü niyetli insanların saptanması, yukarıda açıklanan psikopati testi ile mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, millet-vekilliği, belediye başkanlığı vs gibi toplum hayatını derinden etkileyecek makamlara aday olacak kişilerin psikopati testinden geçmeleri şart ve gereklidir.  !!!

Önemli Bir SON NOT:
Yukarıda özetlenen Benveniste etkisi, “water-memory” konulu birçok deney yapılmasına neden olmuştur. Bu deneyler çevremizdeki moleküllerin bizlerin onlara bakış açılarına göre farklı tepkiler verdiklerini göstermektedir. İnsanlık günümüzde doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır. Bu nedenle her toplum deniz ve gölleri, atmosferi, taşı-toprağı ve onların içlerindeki molekülleri etkileyerek, bu sistemlerin davranışlarını ve gelişimlerini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle toplum olarak ortak bir görüş, ortak bir TOPLUM RUHU, ortak bir İNSANLIK RUHU oluşturmak ve doğal sisteme zarar vermeyecek şekilde bir yaşam sürdürmek zorundayız. Bu çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras olacaktır.


Toplumumuzun gün geçtikçe daha kötü yöne kaydığını göremiyor muyuz?
Toplumsal düzenimizi oluşturmak için “başka” devletleri mi örnek alacağız?
Bu “başka” devletler dünyadaki diğer devletleri sömürerek kalkınmış durumda değiller mi?
Biz de başkalarını sömürerek mi kalkınmış bir ülke olmayı hedefliyoruz?
Neden sağlam bir toplum oluşturamıyoruz?
Neden hala sağcı-solcu, dindar-ateist, Marksist-kapitalist, milliyetçi, İslamcı, vs. gibi bir çok gruba bölünmüş olarak davranıyoruz?
Amacımız tek, yani bir toplumsal birlik oluşturmak değil mi?
Toplumsal birlik, bireysel yaşamın bir üst-sistemi değil mi?
Doğada bir üst-sistem oluşturulmasının   teorik ve bilimsel temelleri ortaya konmuş değil mi?

DOM-sistemi toplumsal sorunlarımızın nedenini kesin delillerle ortaya koymuş değil mi?
DOM’da önerilen çözüm formülünde bir veri veya mantık hatası bulunuyor mu?

Toplum bir ortak yaşam sistemi olduğuna göre, ortaklıkta nasıl uzlaşılma sağlanacak?

17.İnsanların uzlaşamamasının temel nedeni şu değil mi?: 

Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda insanlar arasında anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma adabı gelişmemiştir. Tersine, insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada düğümlenir.

Bu kısır-döngüden kurtulmak için şunların yapılması gerekmez mi?:
1- Ayrıntılarla değil, konunun ana hattı üzerinde tartışmaya başlayacaksın. Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapılabilinir. Karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşma, karşımızdakinin fikirlerini en ayrıntısına kadar incelemek ve sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup, kabul edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması gereken konuları ayırmakla başlamalıdır.
 2- Bir fikri tümüyle reddetmek, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye tümüyle karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.
3- Bir önerinin herhangi bir yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri sahibine “sizin yazdıklarınızdan şunu mu anlamam gerekir?” gibi, önerinin konuya dair ana fikrini doğru anlayıp-anlamadığınızı kontrol etmeniz gerekir. Bu daha sonraki birçok yanlış anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma indirgemek için gereklidir.  Tartışılan konulardaki temel kavramların tanımında karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir insan bir şey anlatırken "muz" tarif etmek istiyorken, karşısındaki "salatalık" anlıyorsa, kullanılan bazı terimlerin anlamlarında karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz konusudur. Onun için, hangi terimin tanımında uzlaşma sağlanması gerektiğini saptayıp, o terimin tanımında anlaşmalısınız.
Bir görüşe karşı çıkıldığında, sunulan fikrin beğenilmeyen yönünü belirttikten sonra mutlaka bir düzeltme önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu noktaya karşıyım” demek ve bir alternatif öneri sunmamak, o konu hakkında yeterli bilgi ve birikime sahip olmamak anlamına gelir.

İnsanlık şimdiye dek doğanın kendisini cansız varsayıp, canlılığı varlıkların dışında varsaydıkları hayali bir güç sistemine atfetmişledir. Bu düşünce sistemine statik düşünce sistemi denir. Bir asır önceleri kuantum fiziği ortaya çıkınca ve kuant denilen en temel enerji öğeleriyle yapılan deneyler, bu en temel enerji-öğelerinin bilgili ve bilinçli davrandıklarını gösterince, insanlar statik sistemli düşünce ile şartlanmış olduklarından, kuantum fiziği deneylerini anlayamamışlardır. Bu yanlışlık hala günümüzde de devam etmektedir.
Bu nedenle insanlık hala büyük bir aymazlık ve şartlandırılmışlık içindedir.
• Zaman, canlı ve ebedi bir varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk; doğal sistem ise cansız- ölü kabul ediliyor; değişim-dönüşümlü bir sistemde yaşanıldığının farkında değiller;
• Yapıcılık-yıkıcılık, yaratma-oluşturma yeteneğinin varlıkların içsel bileşenlerinde değil, dışlarında, üstlerinde, tepelerinde olan bir güç sisteminde olduğuna inanılıyor. Böyle olunca, toplumların yönetimi kral, sultan, lider, vs. gibi otoriter yetkilerle donatılmış kişilere bırakılıyor. Halbuki doğada otorite, kral, sultan, peygamber vs. gibi bir şey yok ve her şey varlıklar arası etkileşimlere dayalı olarak gelişiyor. Yani hayat, Kervran’ın (1982) tanımladığı gibi “life is nothing but chemistry = hayat sadece kimya(sal değişimler)dır.”
• “bilgi” diye bir faktörün doğal sistem oluşumlarında bir rolü olduğunun farkında değiller;

Varlıklar, kimyasal bileşimlerine göre davranırlar, çünkü kimyasal bileşimler, milyarlarca yıllık süreçlerde gerçekleşen “information & self-organisation = Bilgilen ve örgütlen” temel ilkesi uyarınca varlığın yapısına işlenmiş “iç-güdüsel” yönlendirmelerdir.
Kimyasal bileşimde yapılan bir değişikliğin bir varlığın davranışını nasıl etkilediğini bir örnek üzerinde gösterelim.

Bir eşek-arısı-türü, bir örümceğin hem ağzına belli bir zehir akıtır hem de o anda gövdesine yumurtalarını aktarır. Zehirin etkisiyle bir sure baygınlaşan örümcek kendine geldiğinde artık zombileşmiş olur. Önceleri bildiğimiz şekilde bir ağ ören örümcek, zombileştikten sonra, arının larvalarının korunmasını sağlayacak koza şeklinde bir ağ örer.

Canlı normal davranışından sapmıştır. Yani zombileşme, canlının kimyasal bileşimindeki değişikliklere uygun olarak normal davranışından saptırılması olayıdır.

Her varlık (her canlı) kimyasal bileşimine uygun davranış gösterir. Bedenlerin kimyasal bileşimleri ise iki farklı yoldan değiştirilebilir:
►1- Bedene zerk edilen kimyasal bir madde ile, örn.: bedeninize kuduz virüsü girdiyse, bu virüs çoğalarak bedeninizin kimyasal bileşimini değiştirmeye başlar, kimyasal bileşimi değişen insan saldırganlaşır,  çünkü zombileşmiştir.
►2- Verilen bilgilere göre kimyasal-bileşimlerin değiştirilmesi: Beyinlerimiz, çevreye uyumlu olacak şekilde davranacak şekilde işlev görürler. Biz insanlar çocuklarımıza, “doğada her şey tepeye bağımlı olacak şekildedir. Sizler de tepeden (liderlerde, padişahlardan, vs. ) gelecek yönlendirmelere göre davranacaksınız” şeklinde bir bilgi vermekteyiz. Beyinler bu bilgilere uygun sinaps yapısı ve o bilgileri simgeleyen kimyasal moleküller oluştururlar, yani bedenlerimiz o bilgilere uygun davranacak şekilde bir kimyasal bileşime ulaşırlar. Şartlandırma denilen bu olay, aslında tam bir zombileştirmedir.

Dinamik sistemli davranışın, insanlığın tüm sorunlarını çözdüğü; statik sistemli TBÖ’nün ise insanlığın tüm sorunlarının kaynağı olduğu net bir şekilde yukarıda gösterilmişken, insanlarımızın bu olgu karşısında duyarsız-tepkisiz  kalması tamamen zombileşme faktöründen kaynaklanır. Doğar-doğma çocuklarımıza aşıladığımız statik sistemli doğa görüşü çocuklarımızı zombi yapmakta ve tüm sorunlarını çözen bir formül karşısında hala “celladına aşık insanlar” olarak davranmalarına neden olmaktadır. “Celladına aşık olma” durumunu, şu makaleyi okuyunca daha iyi anlayacaksınız.
Toplumumuzun aymazlığının nedeni, statik sistemli doğa görüşüyle zombileşmiş olmasındandır. Bu gerçeği herkese defalarca anlatıp, uyanmalarını sağlamaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Bilgi davranışlarımızı değiştirecek tek faktördür, çünkü bilgi kimyasal yapımızı değiştirir, bizim de düşünce ve davranışımız ancak bu şekilde değişebilir. Kavgayla, sürtüşmeyle vs. ile değil, sabırla, inatla bu doğal sistem bilgilerini yaygınlaştırmaktan başka çıkar yol olmadığını anlayıp, bu bilgileri yaygınlaştıracak bir “ORTAKLIK” oluşturduğumuzda sorunlarımızın üstesinden geleceğiz.

Doğa ve dünyamız dinamik bir sistemdir. Tüm bu dinamizmi başlatan-sürdüren ise kuantsal sistemdir. Bedenlerimiz, hücrelerden, moleküllerden, atomlardan ve kuantsal sistem  dediğimiz atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bedenimizin her bir hücresinde saniyede 100.000 kimyasal işlem yapılmaktadır (McTaggart 2008). Bu işlemlerde C, H, O, gibi kimyasal elementler, çevrelerindeki değişen-değiştirilen enerji durumlarına göre, değişim-dönüşümlere uğrayarak, değişen ortam koşullarına uygun yeni madde kombinasyonları oluştururlar. Tüm bu değişim-dönüşümlere neden olan dürtü ise, “rahatlama dürtüsü”  olarak açıklanan durumdur, ve  “enerji-akışı-yoğunluğunun” (Chaisson 2001, 2011) artırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Enerji-yoğunluğunun nasıl artırılacağı ise, “bilgi” oluşturularak yapılmak zorundadır, nitekim de, şekilde gösterildiği üzere,  bilginin gelişiminin eksponansiyel olmasıyla net bir şekilde görülmektedir. Bilgi ise, Kandel’in (2001) ıspatladığı üzere, varlıkların kimyasal bileşimlerine entegre edilerek depolanıp-aktarılmaktadır.
Bilgi davranışlarımızı değiştiren tek faktördür, çünkü bilgi kimyasal yapımızı değiştirir, biz de o kimyasal değişimlerle farklı düşünce ve davranışa geçeriz. Herkesin kafasındaki bilgileri tekrar bir gözden geçirmesi gerekmez mi? Hepimiz, az veya çok bir oranda zombileşmiş olduğumuzu neden kabul etmiyoruz? 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder