Neden “Atlantis gerçektir”
gibi iddialı bir makale yazdım?
ÖNSÖZ:
Atlantis konusunda binlerce makale ve kitap yazılmıştır. Ancak
bunların hiçbiri Eflatun’un vurguladığı şu noktaları dikkate almamışlardır:
1) Eflatun
Atlantis adasının bulunduğu gölün çevresinde 540 km uzunluğunda 190 km eninde
ve içinden ırmak akan bir ovanın varlığını vurgular. Bu Ova'nın kuzeyinde
yüksek bir dağ kuşağı bulunur. Ve buranın yakınındaki bir boğazdan büyük bir
okyanusa geçilir.
2) Eflatun
Atlantislilerin her yıl tekrarlan sel felaketlerine uğradıklarını, bu sel
felaketleri nedeniyle kuzeydeki dağların yamaçlarının çırıl-çıplak bırakıldığını,
3) Dağlardan gelen
bu çamurlarla Atlas gölünün dolarak deniz taşıtlarının hareketlerine mani
olduğunu ve geçilmez bir bataklığa dönüştüğünü ve en sonunda bir gece tüm
adanın suya gömüldüğünü yazar.
Hangi Atlantis makalesinde veya kitabında yukarıda belirtilen
özellikler bulunmaktadır?
Diğer önemli bir soru da şu:
Böylesine binlerce yıl süren bir doğa felaketler zinciri
insanlığın hafızasına kazınıp, nesilden nesile aktarılmaz mı? Eflatun’un
böylesine yaşanmış bir bilgiyi aktarması uydurma olabilir mi? İnsan nasıl böyle
bir şey uydurabilir?
Benim yazdığım makalede Eflatun’un belirttiği tüm noktalar
yerine getirilmektedir: Eflatun’un yazdıkları, Basra-Hürmüz arası ortamda 11-12
bin yıl önceleri gerçekleşmiş olmalıdır.
Söz konusu ortam şu an 30-40 metre deniz seviyesi altında olduğundan,
arkeolojik kazılar yapılması olası değildir. Ancak MÜON tomografisi denilen yeni yöntemlerle, derinlerdeki
arkeolojik yapıların görüntülenmesi mümkün olabilmektedir.
Şimdi Atlantis konusuna dönelim ve bizler için neden çok önemli olduğunu görelim.
Tarih kitaplarında Orta-Asya
kökenli olduğumuz vurgulanır. Arkeolojik bulgular yaklaşık 6 bin yıl önceleri
Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya çıktığını ve ilk toplumsal
kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya konduğunu gösterince, dünya kamu
oyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin kullandıkları dil, günümüz
dünyasının en gelişmiş ülkeleri olan batılı devletlerin sahip oldukları
indo-german kökenli bir dil değildir. Aglütine dil grubu denilen çok farklı bir
dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde yaşayan temsilcileri ise,
Türkçe, Macarca, Fince, ve diğer orta Asya ülkelerinde konuşulun Kırgız, Türkmen
vs. toplumların dilleridir.
Bu durum, dil-bilimciler
arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak adlandırılan
Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende birleştirilebileceği
tartışmaları ortaya çıkar. Bu nedenle, Sümerlerin Mezopotamya’ya Orta-Asya’dan
göç etmiş olmaları yönünde bir görüş yaygınlaşır.
Dünyamızın nasıl
oluşup-geliştiği, bu dünya üzerindeki hayat sisteminin nasıl geliştiği,
insanlığın bu sistem içindeki yeri ve nasıl geliştiği konularıyla haşır-neşir
olmuş biri olarak, 1980li yılların sonunda, arkeolojik-antropolojik
araştırmaları incelerken BRENTJES’in, (1981), “Völker am Euphrat und Tigris =
Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin
yaptığı araştırma sonucu Basra-Körfezi’nin geçmişiyle ilgili şu şekildeki
durumu gördüm:
Bunu görür görmez beynimde
bir şimşek çaktı: Atlantis: Kayıp Ülke!
Hemen Atlantis konusunu
araştırmaya başlayıp, zor da olsa Eflatun’un ilgili eserlerine ulaşmayı
başardım. (O yıllarda internet olanakları olmadığından, Trabzon gibi zengin
kütüphane kaynakları olmayan bir yerde ne kadar zor bu yayınlara ulaştığımı
tasarlayın)
İnsanlığın ne zaman
toplumsallaşmaya başladığı konusunda yazılı tek belge Eflatun’a aittir. Eflatun Kritias ve Timaios adlı iki eserinde,
insanlığın ilk toplumsal birliğe 11600 yıl önceleri ulaşıldığı yönünde Mısırlı
rahiplerden kaynaklanan bilgiler vermektedir.
Eflatun’un Atlantis
konusunda verdiği bilgiler şu açıdan çok önemlidir ve ciddi olarak üzerinde
durulmasını ve dikkate alınmasını gerektirir:
1-
Eflatun söz konusu ortamın bir göl (veya deniz) içindeki bir adada
gerçekleştiğini;
2-
Bu gölün her yıl süren sürekli taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle
gittikçe bataklığa dönüştüğünü;
3-
Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak
kaldığını;
4-
Ve bir gece aniden sulara gömüldüğünü;
5-
Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini vurgular. (11600 yıl
öncelerinde sıcaklığın aniden yükselmeye başladığı ve buzul devrinin sona
erdiği jeolojik verilerle sabittir.)
Bu olaylar çok tipik bir
dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak
bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış
olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir dönemin
anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın.
Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde
böyle bir taşkın olması çok olasıdır.
Eflatun bunun yanı-sıra
ortamın şu özelliklere sahip olduğunu vurgular.
6-
Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova
bulunduğunu (bu boyut Cennet-ülke olarak adlandırdığım, deniz sularının
çekilmiş olduğu Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır)
7-
Bu ovanın su kanalları ile döşenerek, her tarafında yaşama uygun
koşulların oluşturulduğunu; (Bu koşul şu nedenle gerekli: Henüz çanak-çömlek
gibi su taşıyıcı eşyaların bulunmadığı bir zamanda, insanlar ılıman iklimli bu
ovanın her tarafının yaşama açılmasına çabalamış olmalılar. Dicle-Fırat
ırmakları sularının, kanallar kazılarak ovanın her yerine
dağıtılıp-yaygınlaştırılması yaşam ortamının genişletilmesi için tek çaredir.
Böyle bir kanalizasyon neden gerekti? Çünkü Buzul devri yaklaşık 100 bin yıl
sürmüştür; bu uzun sürede, o ılıman iklimde yaşamak için insanlar her türlü
çareye başvurur. En basit çare ise, obsidiyen baltaları ile, yumuşak zemin
üzerinde kanallar kazarak, yaşanılacak ortamı genişletmektir.
8-
Gölün yakınlarında bir “Herakles-sütünları” terimiyle ifade edin bir
boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu)
açıldığını vurgular.
9-
Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi bir sürü özel meyvenin bulunması
Bu kadar tesadüfi çakışma olamazdı.
Bunun üzerine 1992 yılında GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle
ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul. adlı makale yayınlandı.
Zaman içindeki gelişmelere
uygun olarak, o ilk makale geliştirilerek bu yeni versiyon yayınlandı.
,Şu noktayı kesin bir şekilde vurgulamak istiyorum:
Atlantis olayı bir hikaye veya Efsane değildir, kesinlikle yaşanmış bir
durumdur. Bunun ıspatı için şu birkaç verinin sıralanması yeterli olmalıdır.
İnsanların durup-dururken
1- "Ülkenin kuzeyindeki dağların yamaçlarında her
yıl toprak kaymaları oluyordu ve bu nedenle dağ yamaçları çırıl-çıplak
kalmıştı.
2-Bu toprak kaymaları bir taşkınla birlikte oluyordu
ve o taşkın sonucu Atlas- denizi gittikçe çamurla doluyordu.
3- Önceleri deniz taşıtlarının rahatça dolaştığı bu
deniz (aslında bir göl) bu nedenle çamurlarla doldu ve artık üzerinde taşıtlar
geçemez oldu.
4- En sonunda öyle büyük bir felaket oldu ki, göl
üzerindeki üzerinde yaşadığımız adamız batıverdi.
5- Tüm bu olaylar da 11600 yıl önceleri oldu.
şeklinde bir hikayenin yaşanılmadan uydurulması mümkün
müdür?
Ve tüm bu anlatılan olayların gerçekten dünyamızın bir
bölgesinde yaşanmış olmuş olması gerekliliği jeolojik ve arkeolojik verilere
göre saptanmış ise, böyle bir yazı nasıl efsane, masal, hayal-ürünü vs olarak
görülür?
Lütfen bundan sonraki bölümlerde bu noktayı dikkate
alarak değerlendirme yapmanızı rica edeceğim.
Bu durum ve bilgiler
ışığında, insanlığın toplumsallaşması konusunda bu verilerin ne kadar önemli
olduğunu sizlerin takdirine bırakıyorum.
Toplumsallaşma Tarihimiz ve Atlantis - Sümer – Türk
Bağlantıları
İnsanlık yaklaşık 2.5 milyon
yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıkmış ve Homo habilis, Homo erectus, Homo
sapiens gibi türler oluşturarak günümüz insanlığının oluşumuna kadar
gelişmiştir.
Bu çalışmada Homo sapiens
sapiens adıyla tanımlanan son insan türünün dünyanın neresinde, nasıl ve ne
zaman toplumsal bir yaşam tarzına geçtiği açıklanacaktır.
Jeolojik-Arkeolojik bulgulara göre insanlığın
kültürel gelişimi
Herhangi bir alet yapabilen
ilk “insan” » 2.5 milyon yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan dünyanın
diğer bölgelerine yayılmıştır. » 1.5 milyon yıl önce Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının her tarafına
ulaşabilen insan, Amerika’ya ancak » 20 bin yıl önce geçebilmiştir.
•
İnsanın zihinsel gelişimi: » 2.5 milyon yıl önceleri sert taşlardan kesici parçalar elde etmekle
başlamış;
•
» 500.000 yıl önceleri ateşi kontrol etmeyi başarmış;
•
» 300.000 yıl önceleri ölülerini gömmeye;
•
» 30.000 yıl önce aile toplulukları halinde ve zıpkın, vs. yaparak
çadırlarda yaşamaya başlamış;
•
» 10-11 bin yıl önce, tarım ve hayvancılığı keşfederek köyler şeklinde
ilk yerleşik toplumsallaşmayı başlatmış;
•
» 6.000 yıl önce, sanatsal yaşamın da dahil olduğu ilk kentsel hayat
tarzına geçmiş;
•
» 3.000 yıl önce ilk bölgesel devletlerin oluşumu gerçekleşmiş; ve
günümüzde, sanayi ve teknolojinin aşırı gelişmesi sonucu, devletler arası
sınırlar anlamını yitirmeye başlamış, globalleşme zorunluluk olmuş,
dil-din-ırk, vs. ayrımının gözetilmediği, dünya ölçeğinde ortak bir toplumsal
yaşam sistemi oluşturulmasının çabaları yürütülmektedir.
•
“Atalarımız ilk defa sıcak bir çorbayı ne zaman içti?” şeklinde bir
soruya verilecek yanıt ise: “yaklaşık 8.000 yıl önce!” olur, çünkü, daha
önceleri çanak-çömlek yapmasını bilmiyordu! Şekilde görüldüğü üzere, insanlığın
zeka düzeyi zamanla gelişmektedir; »30.000 yıl öncesine kadar insan zekası çok az bir gelişim gösterirken,
ondan sonra çok hızlı bir yükselişe geçmiş ve bunun sonucu yarattığı ürünlerin
sayısı hızla artmaya başlamıştır.
Şekil 1: Arkeolojik veriler
toplumsallaşmanın başlangıcının yaklaşık 12-13 bin yıl önceleri Güney-Batı
Asya'da gerçekleştiğini göstermektedir.
Zekasının gelişmesi doğal
sorunlarını çözmesine yaramış, bunun sonucu, bireysel-bağımsız-göçebe
hayatından sıyrılarak, karşılıklı-bağımlılığa dayanan toplumsal hayatı başlatmış,
zeka ve mantığının daha da gelişmesiyle, toplumsal birimlerin çapını köylerden
kentlere, bölgesel devlet oluşumuna ve nihayet dünya ölçeğinde bir
toplumsallaşmaya ulaştırmıştır. Bağımsız-bireysel yaşayan bir insan "toplu
iğne" bile yapamazken, karşılıklı-bağımlılığa ve iş-birliğine dayalı yaşam
tarzıyla (daha geniş çapta insanlığın katılımıyla), daha büyük ve daha komplike
kültür ürünleri oluşturulabilmekte (motor, uydu, bilgisayar, vs.) ve insanlığın
yaşam standardı biraz daha yükseltilmektedir.
Arkeolojik veriler,
toplumsal hayata geçişin yaklaşık 10-12 bin yıl önceleri olması yanında, bu
geçişin ilk defa dünyanın neresinde gerçekleşmiş olduğu hakkında da gerekli
ip-ucunu vermektedir: Güneybatı Asya!
Dolayısıyla Atlantis denilen ilk sivilizasyon merkezi, Güney-Batı-Asya
konumlu olmak zorundadır.
Şekilde ayrıca, bilgi,
dolayısıyla kültür düzeyinin, eski zamanlarda dünyanın bir yerinden diğerine ne
kadar uzun bir sürede aktarıldığını görmekteyiz. Örneğin Mezopotamya'da 9-10
bin yıl önceleri başlatılan kasaba-kültürü Kuzeybatı Avrupa'ya yaklaşık 4 bin
yıl sonra ulaşabilmiştir!
Ayrıca, toplumsallaşma,
sanat, yazılı-belgeler, mimari-eserler gibi kültürel gelişimlerin, Mısırdan
bin-yıl kadar önce, Basra çevresi olarak kabul edilebilecek “Güney-Batı-Asya”da
ortaya çıktığı, Braidwood’un çalışmasında görülmektedir. Bu saptama,
Atlantis’in konumunun saptanmasında kullanılacak delillerden birini oluşturması
bakımından çok önemlidir.
Sadece Braidwood slaytında
verilen bilgiler, Atlantis uygarlığının nerede aranması gerektiği konusunda en
temel delilleri sunmaktadır. Diğer jeolojik vs deliller ise devam edecek
sayfalarda sunulacaktır.
Buzul
devrinin "Cennet-ülkesi" = Platonun “Atlantis” ülkesi
Şimdi
önce 15 bin yıl ile 115 bin yıl önceleri dünyamızda egemen olan buzul devri
coğrafyasını görelim.
Şekilde
ROBERTS,
N., (1984)den alınan son
buzul devrinin coğrafik görüntüsü görülmektedir. Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar
ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su
seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da
yaklaşık 130 m.lik bir deniz seviyesi alçalması demektir!
Şekle
dikkatle bakıldığında, günümüzde denizlerle kaplı olan birçok bölgenin,
buzul-devrinde kara halinde olduğu fark edilir. Örneğin Avusturalya ile
Güney-doğu Asya birleşmiş gibidir, Basra
körfezi yoktur, kara haline geçmiştir, vs.
Buna karşın İngiltere, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Kanada gibi
birçok ülke ise tamamen buzullarla kaplıdırlar. Nereler buzullar altında,
Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?
Şekil 2: Son buzul devri coğrafik
görüntüsü (Roberts 1984’den). Ve o dönemde Basra Körfezinin durumu. Son
buzul devri süresince Basra Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline
dönüşmüştür. Hürmüz boğazına yakın yerinde ise şekilde görülen büyüklükte bir
göl kalmıştır.
15
– 115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok çok soğuktur; insan yaşamına uygun
bölgeler çok sınırlıdır. Buzul devrinde dünyamız o kadar soğuktur ki, yaşam
ancak bir-kaç yüz metre yüksekliği geçmeyen bölgelerde mümkündür, çünkü daha
yüksek yerler soğuk ve karlıdırlar. İnsan nüfusunun yoğun olabileceği yerler
Nil, Dicle-Fırat, İndus, Ganj, Mekong vadileri gibi, suyun bulunduğu, ekvator
bölgesine ve deniz seviyesine yakın bölgeler olmak zorundadır. “Suyun bol bulunduğu”
dememizin nedeni, o zamanlarda insanların kültür düzeyi su taşımak için gerekli
çanak-çömlek gibi ürünleri yapacak düzeyde olmamasından dolayıdır.
Bu
seçenekler arasında en ideali - Arkeolojik bulguların gerektirdiği Güneybatı
Asya konumlu tek bölge olan - Dicle-Fırat vadisi ve
Basra-Hürmüz-Ovası’dır, çünkü deniz seviyesinin bile altındadır ve kuzey
rüzgarlarından korunmuştur ve üstelik üzerinde çok sığ ama çok büyük bir tatlı
su gölü (içinde de bir sürü adası) bulunmaktadır. Zagros, Himalaya gibi dağ
kuşakları üzerinde ise yoğun bir kar ve buz örtüsü bulunmaktadır.
Buzul
devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu vadi, buzul sonrası dönemdeki
insanlık için tam bir işkence vadisine dönüşmüştür. Çünkü yüksek dağların
tepelerinde ve yamaçlarında bulunan kar-buz örtüleri, iklimin gittikçe ısınması
nedeniyle ergimeye başlamışlar; kar ve buzların ergimesiyle oluşan sulara,
buzlar altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan
bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan
büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Solifluksiyon olayı!).
(Nil vadisi hariç, zira besleme havzası ekvatorda olduğu için buzul örtüsünden
yoksundur ve solifluksiyona dayalı sel felaketleri oluşmamaktadır. Nil
ırmağını diğer ırmaklardan ayıran bu farkın eski Mısır’lı bilginlerce bilindiği
Eflatun’un Timaos ve Kritias adlı eserlerinde vurgulanır!).
Eflatun’un
Atlantis anlatımının bir uydurma- bir hayal ürünü olamayacağı ve dünyanın bir
yerinde mutlaka gerçekleşmiş olacağı konusunda şu anlatımların da dikkate
alınması gerekir.
i-Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova
bulunduğunu (bu boyut Cennet-ülke olarak adlandırdığım, deniz sularının
çekilmiş olduğu Basra-Hürmüz arası bölgeye tam uymaktadır)
ii-Bu ovanın su kanalları
ile döşenerek, her tarafında yaşama uygun koşulların oluşturulduğunu; (Bu koşul
şu nedenle gerekli: Henüz çanak-çömlek gibi su taşıyıcı eşyaların bulunmadığı
bir zamanda, insanlar ılıman iklimli bu ovanın her tarafının yaşama açılmasına
çabalamış olmalılar. Dicle-Fırat ırmakları sularının, kanallar kazılarak ovanın
her yerine dağıtılıp-yaygınlaştırılması yaşam ortamının genişletilmesi için tek
çaredir. Böyle bir kanalizasyon neden gerekti? Çünkü Buzul devri yaklaşık 100
bin yıl sürmüştür; bu uzun sürede, o ılıman iklimde yaşamak için insanlar her
türlü çareye başvurur. En basit çare ise, obsidiyen baltaları ile, yumuşak
zemin üzerinde kanallar kazarak, yaşanılacak ortamı genişletmektir.
Atlantis
konusunda yüzlerce kitap ve makale yazılmıştır. Ama hiçbirinde bu konu dikkate
alınmamıştır. Bu nedenle Eflatun’un anlatımlarındaki tüm kriterleri yerine
getiren tek makale burada sunulan bu yazı olmaktadır. Umarım
insanlar objektif olarak davranıp, böyle bir yazıya gereken değeri verirler.
“Cennet-Ülke” nasıl “Cehenneme”
dönüştü?
Şekilde, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırmalara göre Basra
Körfezinin buzul dönemi sonu tekrar dolması aşamaları gösterilmektedir.
Buzulların kaybolması sonucu, hem dünya iklimi daha sıcak olmaya, hem de
insanların yaşam ortamları gittikçe artmaya başlamıştır; ama bir istisna ile:
Buzul devirlerinin Basra-Hürmüz ovası
üzerindeki göldeki adalarda ve deniz seviyesinin tekrar yükselmesiyle
bağımsız adalara dönüşen diğer Basra ovası tümseklerinde!
Şekil 3: Deutsche Forschungs
Gesellschaft- Meteor denizdibi araştırma gemisi tarafından yapılan araştırma
sonuçları, Basra-Körfezinin Buzul devri süresince (yani 15 bin yıl öncelerine
kadar) kara halinde olduğunu göstermektedir.
Çünkü buzulların ergimesiyle oluşan suların
denizlere dolmasıyla, deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1 cm kadar
yükselmekte, dolayısıyla denizlere komşu olan tüm ovalar ve vadiler yavaş yavaş
tekrar deniz suları ile kaplanmaktadır. Bu adalarda yaşayan insanlar, hem her
yıl tekrarlanan sel felaketleriyle, hem de yaşadıkları ortamın her sene biraz
daha deniz suları altında kalmasıyla boğuşmak zorunda kalmışlardır.
Çareyi ise, bağımsız aileler halindeki göçebe
hayattan vazgeçerek, “karşılıklı bağımlılık sistemi oluşturmada” bulmuşlardır. Bu
sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle
meşgulken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla bitkisel
ve hayvansal besin maddesi elde etme çabası içine girmiş ve bu sayede, çeşitli
el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler ortaya çıkmış ve TOPLUMSALLAŞMANIN İLK ADIMI atılmıştır!
Yani zor durumda kalan insanlar,
birbirleriyle anlaşıp uzlaşmak zorunda kalmışlardır ki, bu dinamik sistemler
teorisinin öngördüğü bir sonuçtur.
Günümüz toplumları da çok zor durumdadırlar
ve sürekli kavga ve savaşlarla birbirlerine zarar vermekteler, ama dinamik
sistemli (kendi aralarındaki etkileşimlere dayalı) değil de statik sistemli
düşünce ve davranış (tepedeki birilerinin etkisi) içinde olduklarından,
anlaşıp-uzlaşmaları olası değildir, çünkü statik sistem gereği, tepeden bir
yerlerden gelen emirlere göre davranmaktadırlar. Halbuki animist veya paganist
inançlı ataları gibi dinamik sistemli düşünüp, tepeden birileri tarafından yönlendirilmeden
- emir almadan, kendi kaderlerini kendileri belirleyecek şekilde davransalar,
kesinlikle anlaşıp-uzlaşacaklardır.
İnsanların bir araya gelip toplumsal hayat
sistemini oluşturmasına yol açan zorlayıcı ortam koşulları, işte bu durumdur!
Bunun sonucu insanlar arası karşılıklı etkileşim kritik değere ulaşmış ve
insanlar, toplum hayatı denilen yeni bir üst sistem oluşturmuşlardır. Ama
sistemin sahipliği konusunda çok büyük bir hata yapmışlardır. Kuvvet dediğimiz
yaptırımcı faktörün varlıkların dışında olduğunu varsaydıkları, tanrısal
güçleri temsil ettiklerine inandıkları bir ‘tepedekiler’ anlayışı
bırakmışlardır.
Her şey bir ihtiyaçtan doğar ve ihtiyaçlar
bilgi oluşturularak giderilirler. Her darda kalan, sıkışan öğe, sorunu aşmak
için arayışlara girer ve bunun sonucu bilgiler üretilmeye başlanır. İnsanların
insanlaşması, yani vahşi davranışlı hayat tarzından, uygar ve birbirlerine
karşılıklı saygı duyan bireylere dönüşmesi de bir ihtiyaçtan doğmuştur. Gittikçe
sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan bir adada
mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.
O zamana kadar herkes birbirlerini rakip veya
düşman olarak görürken ve birbirlerinden bağımsız olarak avcılık ve yabani
meyve toplayıcılığı ile geçinirken, doğanın karşılarına çıkardığı bu her yıl
tekrarlanan sel felaketleri ve gittikçe yükselen deniz seviyesi karşısında,
gidecek başka yerleri olmadığı için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşime
girmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar (ve çevre faktörleri) arası etkileşimler
doruk noktasına ulaştığında, karşılıklı uzlaşma sağlanacak bir “order
parameter= düzen ölçütü” oluşturulmuş ve insanlar bu düzen ölçütüne uyarak
toplumsallaşmayı başlatmışlardır.
Adanın çevresine set şeklinde duvarlar örmek,
taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir. Duvar örme ve sürekli olarak bu
duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli insanların görevlendirilmesi
gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak besin maddelerini de başkalarının
temin etmesi gerekmiş, bu şekilde insanlar arası karşılıklı bağımlılık sistemi,
yani toplumsallaşma başlatılmıştır!
Bir insanın normal olarak toplayacağı yabani
meyve veya avlayacağı canlı sadece kendi ihtiyacını karşılayacak kadardır;
halbuki duvar yapımı ile uğraşan insanların besinlerini karşılamak da onlara
düşünce, çözüm arayışına girmişlerdir.
Tavukları yabanda avlamak yerine, onları
“kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla”
gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar
bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde
“tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp,
işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin
üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği
ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı
alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan
toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin
oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.
Görüldüğü üzere dinamik sistemde sürekli yeni
kavramlar, yeni özellikler çıkar. Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken,
ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıktı. Öyleyse, başka meslekler de
oluşturulmak zorunda, çünkü, duvarcının ihtiyaçlarının karşılanması gerek!
Eskiden herkesin bağımsız olarak yaşadığını ve her türlü ihtiyacını kendisinin
karşıladığını düşünürsek, şimdi karşılıklı bağımlılık içinde bir hayat sistemi
oluşturulması söz konusudur. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve
toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla
meyve toplaması gerekiyor.
Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine
karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların
yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine
girmişlerdir. Böylelikle toplumsallaşmanın ilk adımı atılmıştır!
İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu
zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler
insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık
yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın
birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır.
Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100
km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını
karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda
binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar.
Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi
toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.
Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma,
ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle
sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler,
bu konularda özel bilgiler oluşturulmasıyla mümkündür.
Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma
sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir sorunla karşı-karşıya
getirmiştir. Arkeolojik-paleoantropolojik bulguların gösterdiği üzere, ilk
yazılı anlaşma öğeleri resimlerden oluşur. Zamanla resimler gittikçe
basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5 bin yıl önceleri ilk çivi
yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin
düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni
yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya
çıkmaya başlamıştır.
Böyle bir ortamda toplumsallaşmayı başlatan
Sümerlerin, tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak
adlandırılmasının nedeni budur.
Özetle:
—Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri
soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası = Atlantis-Ovası“ diye
adlandırdığımız bu 20-30 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları
diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu
ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun
bilincindedirler. Ve Batı Asya ve Avrupa’daki insanların büyük çoğunluğu
bu cennet ülkede yaşamaktadır. Diğer bölgelerde yaşam sadece mağaralardadır.
—Buzul devrinin sona ermesiyle, hem sel
felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki
yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir
adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki yaşam, adanın
yüksekliğine göre, birkaç bin yıl sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi
sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul
edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan
habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.
—Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan
ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine
duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Zaman
geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama deniz seviyesi yükselmesi, ~14 bin yıl
öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder
(yılda 1.5-2 cm kadar).
—Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya
gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının
tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.
—Gelecek bahardaki taşkınla birlikte
adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi
vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu
şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski
dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer parçasının eski
yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden”
günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.
Sümerlerin, “denizden iki ırmak ülkesine
geldik” şeklindeki yazılı belgelerinin arkasındaki gizem bu noktadan
kaynaklanır.
Olaylar bu şekilde yorumlanırlarsa, her şey
anlamlı bir duruma gelir. Görüldüğü üzere, kutsal kitaplardaki cennet ve
yaratılış hakkındaki sayfalar, jeolojik ve arkeolojik bulgulara göre ortaya
konulan çağdaş bilimsel görüşlere genelde ters düşmemektedir; sadece,
atalarımızın neleri nasıl yorumlamış oldukları konusunda gerçeklere uygun
çağdaş bir yorumlama gerekmektedir.
Atlantis
hikayesini kim ortaya atmıştır?
Atlantis adını
duymayan yoktur sanırım. MÖ 429 - MÖ 347 tarihleri arasında yaşamış olan Platon (Eflatun) Timaeus ve Critias adlı eserlerinde doğayı ve insanlığın gelişimini açıklamaya
çalışır. O zamana kadar insanlık tarihi hakkında pek yazılı bilgiler yoktur.
Yunanlılar da kendi tarihlerini 1-2 bin yıl kadar daha eskilere ancak
götürebilmektedirler. Sokrates’in öğrencisi olan Platon, Sokrates’in
öğrencileri arasındaki bir sohbet sırasında, Kritias adlı bir öğrencinin, MÖ.
640-558 arasında yaşamış olan Solon adlı Yunan bilgininin, dedesine, Mısır’a
yaptığı bir seyahatte, Mısırlı bir rahibin kendi tarihlerini MÖ 9 bin yıl
öncesine kadar uzatabildiklerini öğrenir.
Felsefe dediğimiz, hayatla ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı
amaçlayan bilim dalının babası kabul edilen Platon, zamanının tüm bilgilerini derleyerek,
Timaios ve Kritias adlı iki eserinde, insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya
çalışmıştır.
Solon adlı yunan bilgini
Mısır ziyareti sırasında, Mısırlı rahiplerden bu gerçeği öğrenmiş ve Kritias’ın
dedesine, o da bu bilgileri torununa aktarmış, Platon da bunları ilk defa
yazılı hale getirmiştir. Platon’un bu yazdıklarına dayanılarak, insanlığın ilk
defa nerede uygarlık oluşturmaya başladığı, Atlantis denilen efsanevi batık
kentin nerede olduğu konusunda yüzlerce yayın yapılmıştır. Bunlardan biri de
benim tarafımdan yapılmış olan şu yayındır: GEDİK, İ., 1992:
Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet
Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.
Bu makalemin yazılması,
DOM-sistemi bilgilerini olgunlaştırmaya başladığım yılların başlangıç evresine
denk gelmektedir. Bu nedenle DOM-bilgileri içinde önemli bir yer tutmaktadır,
çünkü Cennet ve öteki-dünya, Nuh-Tufanı gibi birçok konu ile yakından bağlantı
söz konusudur.
Bu nedenle, hem insanların
kafasındaki Atlantis konusu ile ilgili bulanıklığı gidermek, hem de
toplumsallaşmanın jeolojik-arkeolojik olaylarla bağlantısını göstermek
açısından, Atlantis konusu bir-kaç bölümlük kısa yazılar olarak
arkadaşlarımızla paylaşılacaktır.
Platon Atlantis konusunda neler anlatıyor?
Eflatun tarafından
hazırlanan insanlık tarihi bilgileri
Hayatla
ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı amaçlayan felsefe dediğimiz bilim
dalının babası kabul edilen Eflatun, zamanının tüm bilgilerini derleyerek,
Timaios ve Kritias adlı iki eserinde, insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya
çalışmıştır.
Şekil 4: Atlantis hikayesi, 11600
yıl önceleri gerçekleştiği söylenen ve Mısır tapınaklarından birinde bulunduğu
belirtilen bir belgeye dayandırılır. Şekilde Atlantis hikayesinin aktarım
aşamaları gösterilmektedir.
Timaios ve Kritias’da neler anlatılıyor?
•
11 600 yıl önceleri Atlantis’liler kuzeylerindeki bir ülkeye
göç-saldırı yaparlar.
•
10 600 yıl önceleri batıdaki Mısır ülkesine göç- saldırı yaparlar.
•
Bu saldırıyla kutsal bir kraliçe Mısır’a uygarlık tohumları getirir ve
bu bilgiler bir tapınağın duvarına kaydedilir.
•
Bu bilgiler Mısırlı bir rahip tarafından Solon’a söylenir.
•
Solon bu bilgileri Kritiasın dedesine aktarır.
•
Dede bu bilgileri torunu Kritias’a anlatır.
•
Kritias bu bilgileri Platon’a aktarır ve Platon Timaos ve Kritias adlı eserlerde
bu bilgileri işler.
Eflatun (Platon) insanlığın
ne zaman toplumsallaşmaya başladığı hakkında eski kaynaklara dayanarak yazılı
bilgiler veren temel iki eser bırakmıştır.
Solon
adlı yunan bilgini Mısır ziyareti sırasında, Mısırlı bir bilginden insanlığın
geçmişi hakkındaki gerçeği öğrenmiş ve Kritias’ın dedesine aktarmış; o da bu
bilgileri torununa aktarmış; Eflatun da bunları ilk defa yazılı hale
getirmiştir.
Mısırlı
bir ihtiyar rahip Solon’a insanlığın geçmişi hakkında en eski bilgilerin
Mısır’daki tapınaklarda muhafaza edildiğini anlatır. Çünkü dünyanın diğer
yerlerinde eskiden çok yaygın olarak oluşmuş olan sel felaketleri, oralardaki
tüm insanlığı ve bilgiyi yok ederken, Nil vadisi boyunca böyle felaketler
olmamış, dolayısıyla, bilgiler korunmuştur!
Bu
bilgilere göre, Mısır kültürü 8 bin yıl önce bir kadın-tanrı tarafından
oluşturulmuştur. Aynı kadın-tanrı, iklimi çok ılımlı ve toprakları çok verimli
başka bir ülkede, bin yıl daha önce (yani o zamana göre 9 bin yıl önce,
günümüze göre 11600 yıl önce) bu kültürü oluşturmuştur. (Bu başka ülkeyi Solon
(Eflatun) Helen olarak kabul ediyor. Ancak Mısır’daki belgede bu ülkenin adı
belirtilmiyor, sadece Mısırdan önce uygarlığın başlatıldığı bir yer olduğu
vurgulanıyor. Sümer uygarlığının Mısır kültüründen daha önce oluşturulduğu
düşünülürse, bu ülkenin Basra - Umman arasında bir yerde olması gerekliliği
ortaya çıkar.)
Bu
kadın-tanrının geldiği ülke Atlantis ülkesidir. Atlantis ülkesi bir boğazla
büyük bir okyanusa açılan bir deniz (göl) (Atlas denizi) içinde bulunan bir
(yarım?)-adadır. Bu boğazın iç-tarafında yaşayanlarla dış-tarafında yaşayanlar
arasında 11600 yıl önce çok büyük bir savaş olur. Boğazın iç-tarafında
yaşayanlar, kendilerine saldıran dış-taraf güçlerini mağlup edeler. Bu arada
büyük bir tufan olur ve Atlantis sulara gömülerek yok olur.
“Vaktiyle
tanrılar bütün dünyayı, yer yer, kendi aralarında paylaşmışlardı. …. Bu
adaletli paylaşmada her biri hoşuna giden payı aldıktan sonra, hepsi
kendilerine düşen yerlere yerleştiler. Yerleştikten sonra da, kendi malları,
kendi yetiştirmeleri olan bizleri, çobanların sürülerini besledikleri gibi
beslediler.”
Deniz
tanrısı Poseidon’un payına Atlantis düşer. Poseidon Atlantis’in yerli halkından
Cleito adlı bir kızla evlenir ve 5 ikiz oğulları olur. Ülkesini bu 10
yarı-tanrı oğulları arasında bölüştürür ve en yaşlısı Atlas’ın başkanlığında
birlikte yaşamalarını sağlar.
“On
kraldan her biri, kendi payına düşen topraklarda, kendi şehrinde halka
hükmediyor, yasaların çoğunu kendisi koyuyor, dilediği kimseyi cezalandırıyor,
dilediğini öldürtüyordu. Ama kralların birbirleri üzerindeki nüfuzu ile
aralarındaki karşılıklı bağlar Posedion'un emirlerine göre düzenleniyordu. …
Posedion tapınağına diktikleri oreikhalkon'dan sütun üzerine kazılmış yazılara
uyarak, böyle davranıyorlardı.”
…
“İşte
o zamanlar bu ülkenin kuvveti, erkesi çok büyüktü, Tanrı bu büyük erkeyi,
anlattıklarına göre, şu yüzden bize karşı çevirmiş:
Birçok
nesiller boyunca, tanrıca yaradılış yönleri üstün geldikçe, yasalara boyun
eğdiler, kanlarına karışan Tanrıca öze bağlı kaldılar. …. Birçok ölümlülerle
sık sık birleşmeleri yüzünden, kendilerindeki tanrıca öz gitgide azalıp
insanlık özü üstün gelmeğe başlayınca, o zaman, içinde yaşadıkları refahı
hazmedemeyerek, soysuzlaşmaya başladılar; görmesini bilenlere çirkin
göründüler, çünkü en değerli şeylerin en güzellerini kaybetmişlerdi. … Yasalara
göre hükmeden, böyle şeyleri çok iyi görebilen tanrıların Tanrısı Zeus, işte o
zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsızlığını fark ederek, onların
aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi.
Bütün tanrıları, evren'in ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi
gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki:”
Eflatun’un anlatımları
aniden kesilir ve hikâyenin sonu bilinmez; çünkü yaşanılan toprakların aniden
denize gömüldüğü ve Atlantis uygarlığının kayıp olduğu, bu nedenle de
bilgilerin burada kesildiği ima edilir.
Görüldüğü
üzere, 10 tanrı-soylu kral ve namus-ahlak bozulmasına bağlanan bir tufan
hikâyesi karşımıza çıkıyor.
Atlantis’in
diğer önemli özellikleri arasında Timaios ve Kritias’da neler anlatılıyor?
Bir ön
bilgi: Bu hikayedeki özel isimler
iki defa değiştirilmişler ve ilgili halkın diline çevrilmişlerdir; önce
Mısırlılar, sonra da Solon tarafından!
Şekil 5: Atlantis’in bulunduğu
bölge, kuzeyi yüksek dağlarla çevrili, bir boğazla büyük bir okyanusa açılan
bir deniz içinde bir (yarım-ada) ada ve içinden ırmaklar akan ve 540 x 360 km boyutlarında
çok verimli bir ovaya sahip bir ülkedir.
1. MÖ. 9600’lerden
önceleri, Atlas denilen ve gemilerle geçilebilen bir deniz vardır; bu Atlas
denizi, çok büyük bir okyanusa açılan bir boğazın iç tarafında bulunmaktadır.
2. Bu Atlas denizinin boğaza
yakın tarafında, Atlantis adında BİR ADA VARDIR Kİ, ASYA VE AFRİKA’DAN
BÜYÜKTÜR. Bu adadan diğer adalara ve
gölü çevreleyen karaya geçilebilmektedir.
3. Gölü çevreleyen kara
gerçekten büyüktür ve çok yüksek dağlarla kaplıdır. Bu dağlar adaları ve göl çevresindeki
ovayı kuzey rüzgarlarından korumaktadır. Bu yüksek kara, (boğazın olduğu yerde)
bir dil gibi denize uzanmaktadır ve yanından bir ırmak akmaktadır.
4. Eskiden çok sayıda sel
felaketi olmuştur ve bu sellerle öyle toprak kaymaları olmuştur ki, çevredeki
dağların yamaçları çırıl-çıplak kalmışlardır.
5- Gölün çevresinde
dikdörtgenimsi bir ova vardır; boyutu » 540 x 190 km'dir, Tüm bu ova derin ve geniş bir su kanalıyla
çevrelenmiştir. Ayrıca tüm ovayı enine ve boyuna kesen çok sayıda başka su kanalları
vardır.
6- Ülkede (ovada
ve adalarda) dünyanın en verimli toprakları bulunmaktadır, öylesine ki her
türlü bitki ve sebze yetişebilmektedir; hem de öylesine bol miktarda ki, fil
gibi hayvanlar bile beslenebilmektedir. İklim öylesine uygundur ki, her türlü
baharat ve meyve (nar, narenciye, hindistan cevizi, vs) yetişmektedir.
7- Bu Atlantis ülkesinde,
bir ucu okyanus kenarındaki boğaza, diğer tarafta Mısır ve Adriyatik’e kadar
etkili olan bir imparatorluk kurulmuştur. Günün birinde (11600 yıl önce) bu
devlet tüm kuvvetlerini toplayarak önce (kuzeydeki? devletine, sonra Mısır’a
saldırır.
Şekil 6: Dağ tepelerindeki
buzulların ergimesi her yıl tekrarlanan sellenmelerle vadileri çamurlarla kaplarlar.
En sona kalan buzul parçası ise, "Glacial Outburst flood" adı verilen
muazzam bir tufan oluşturur.
Bu arada korkunç sarsıntılar
ve sel felaketleri olur ve her şey ve herkes çamurlara gömülür. Atlantis adası
da bu arada gömülerek yok olur. Her şeyin çamurlara gömülmesi nedeniyle,
eskiden gemilerin geçebildiği bu deniz, bir bataklığa dönüşür ve geçilmez olur!
(Solifluksiyon olayı sonucu gölün çamurla dolması olayı)
Şekil 7:Buzul devirlerinde yüksek
dağların tepeleri ve yamaçları buzullarla kaplıdır ve deniz seviyesi yaklaşık
130 m daha düşüktür. Bu durumda, Basra Körfezi kurumuştur ve ucunda yaklaşık 20
m. derinliğinde bir göl bulunmaktadır
Şekilde
buzul devri süresinde Basra Körfezi ve çevresinin coğrafik tasarımı
verilmiştir. Görüldüğü üzere, Basra körfezi suları çekilmiş ve Hürmüz Boğazı
(Bahreyn) yakınlarında kalan küçük bir göl artığı kalmıştır. Eflatun’un
anlatımında sözü edilen deniz bu olmak zorundadır, çünkü “eskiden gemilerin
geçebildiği bu deniz, bir bataklığa dönüşür ve geçilmez olur” ifadesi ancak
böyle bir ortam için geçerli olabilir.
Yaklaşık
15 bin yıl önce buzul devrinin sona ermesiyle, deniz suları tekrar yükselmeye
başlar. Hint okyanusu kıyılarında yaşayan insanlar yükselen deniz sularından
kurtulmak için göç edecek yerler aramaya başlamak zorunda kalırlar. Boğazın
dış-tarafındakilerle, iç-tarafındakiler arasında olduğu söylenen savaş, göçe
zorlanan bu kavimlerden kaynaklanmış olmalıdır.
Atlantis neden bir hayal
ürünü olamaz ve kesinlikle gerçeklere dayalıdır?
Neden Platon’un Atlantis
aktarımı bir hayal ürünü olamaz ve mutlaka gerçeklere dayalıdır?
1- Hikaye, jeologların
SOLİFLUKSİYON dedikleri bir olayla başlamaktadır: Eskiden çok sık sel
felaketleri ve toprak kaymaları olduğu ve bunlarla dağ yamaçlarının tamamen
çırıl-çıplak kaldığı, ama bu tür sel felaketlerinin Nil vadisinde hiç olmadığı,
vs..
Böyle bir olay jeolojik verilerle tamamen uyum
içindedir ve yaşanılmadan uydurulması mümkün değildir.
2- İlk kentleri 6000 yıl
önceleri Basra çevresinde ortaya koyan Sümerler “denizden iki ırmak ülkesine”
geldiklerini belirtmektedirler (Ceram 1972). Bu durumda, Sümerler Basra
Körfezinde denize gömülen bir yerden kaçıp, Basra yöresine ulaşmış olmak
zorundadırlar. (O ada da, daha önceleri batan adalardan gelenlerin bir ara
istasyonu olabilir).
3- Mısır’daki tapınaklarda eski belgelere rastlanılmıştır. Bunlar arasında Hermetisgust adlı bir bilge
veya kahinin MÖ 10000lerde Mısır kültürünün temelini attığına dair
hiyoroglifler vardır .
4- Kutsal Kitapların
Yaratılış bölümünde, “Doğuda bir yerdeki Eden Bahçesinden = Cennet’ten” ve o
bahçede akan Dicle, Fırat, Pişon ve Gihon adlı, günümüzde ikisi mevcut olmayan
ırmaktan söz edilmektedir. Allah insanı bu bahçede yaratır, ama onlar orada
günah işledikleri için o bahçeden kovulurlar ve yeni dünyalarına sürgün
edilirler! Atlantis anlatımında da, benzer bir ortam tanıtılmakta ve: “ Asil
soylu Efendilerin zamanla ahlakları bozulduğu için, Tanrılar onları
cezalandırmaya karar verirler ve ....” şeklinde bitmeyen bir cümleyle olay
sonlandırılmaktadır.
5- Atlantis adasının
bulunduğu denizin, önceleri gemilerin dolaşabildiği bir ortam iken, sel
felaketleri sonunda bir bataklığa dönüşmesi ve taşıtların dolaşmasına mani
olması olayı solifluksiyon olayının doğal bir sonucudur ve buzul dönemi sonu
Basra-Hürmüz ovası üzerindeki gölde mutlaka gerçekleşmiştir.
6- 560 km uzunluğunda ve 190
km genişliğinde bir ova, Basra-Hürmüz arasına tam uymaktadır.
7- "Herkül Sütunları'nın ötesinde" büyük bir okyanusa açılmaktadır. (Herkül sütünları
Hürmüz boğazı olarak kabul edildiğine, hemen Hint Okyanusu’na geçilir. vs.
Daha bunlar gibi birçok
gerekçe, Eflatun’un aktardıklarının kesinlikle gerçeklere dayalı olduğunu
göstermektedir.
Ancak Platon’un olayı yazılı
hale getirmesinden önceki binlerce yıllık sözlü aktarımlarda, çok büyük
boyutlara ulaşan çarpıtılmaların olaya karışmış olması kaçınılmazdır. Örneğin:
Asya ve Afrika’dan daha büyük olan bir ADA! Vs..
Burada çok büyük abartmalar
söz konusu olmak zorundadır. Çünkü:
1-
Atlantis gölü çevresindeki ovanın boyutu 560 X 190 km olarak
belirtilmiş. Göl bu ova içinde olduğuna göre, çok daha küçük boyutlu olmalıdır.
2-
Hikayede anlatılan “deniz” bir DENİZ olamaz, çünkü sel felaketleriyle
çamurla dolup, “gemilerle gezilemeyen” bir bataklığa dönüştüğü yazılıdır.
Dolayısıyla bir göl söz konusudur.
3-
Asya ve Afrika’dan daha büyük bir ada ifadesi de yine aynı nedenle çok
büyük bir abartıdır.
4-
Burada yapılan abartma o adada gelişmiş uygarlığın, tüm çevre
kıtalardaki kültürel gelişimlerden daha üstün olduğunu ima etmek için yapılmış
olabilir.
Bir genel müdürden
yardımcısına şu şekilde bir sözlü talimat verilir: "Önümüzdeki Cuma günü
takriben saat 17.00 civarında 76 yılda bir kez gerçekleşen bir olay meydana
gelecek ve Halley Kuyruklu Yıldızı'nı bölgemizde görmek mümkün olacaktır.
Lütfen memurları bahçede toplayınız, kendilerine bu ender görülen olayı
açıklayacağım. Havanın yağmurlu olması halinde gözlem yapmak mümkün
olmayacağından, memurları kantinde toplayınız, kendilerine bu konuda bir film
gösterilecektir.“
Bir-iki ara aktarmadan
sonra, en son olarak personele şu talimat verilir: "Cuma günü saat 17.00de
yağmur yağdığı takdirde ender olarak görülen 76 yaşındaki Mr. Halley ve yıldızlan
Genel Müdür ile birlikte, binanın dışından kantine doğru gireceklerdir."
Onun için, Platon’un
aktardıklarını bilimsel verilerin süzgecinden geçirerek değerlendirmek gerekir.
Örneğin: 15-20 bin yıl önceleri insanlar henüz çanak-çömlek yapmasını
bilmiyorlardı, bu nedenle de su kaynaklarından uzaklarda yaşamaları
olanaksızdı. Basra-Hürmüz Ovası adını taktığımız o zamanın verimli düzlüğünün
su olmayan yerlerinde yaşayabilmek için, buzul devirleri süresince toprağı
kazarak yer altı suyuna ulaşmış olmaları, veyahut Dicle-Fırat ırmağı sularını
kanallar kazarak, yaymış olmaları; buzul devrinin sona ermesiyle başlayan
sürekli sel felaketleri karşısında ise, kazdıkları bu su kaynaklarını
birbirleriyle birleştirerek, sel sularının kendilerine en az zarar verecek
şekilde kanalize etmiş olmaları çok büyük bir olasılıktır. Dolayısıyla, tüm
ovayı kapsayan devasa su kanalları sistemi bu şekilde yorumlanabilir. Aynı şekilde, Atlantis adasını çevreleyen iç
içe üç duvar, sel felaketleri ve sürekli yükselen deniz seviyesi karşısında
başvurulması zorunlu olan korunma yöntemleridir. Vs.
Platon’un anlatımında geçen
tüm verileri bir haritaya yerleştirmeye çalışırsak, bu konumların kesişim
noktası bize Atlantis’in konumunu verecektir:
1- Fil sadece Asya ve
Afrika’ya özgü bir hayvandır; öyleyse tüm diğer kıtalar devre dışı bırakılmak
zorundadır.
2- Hindistan cevizi, nar,
narenciye vs. sadece tropik kuşakta yetişirler; tüm diğer bölgeler devre dışı
bırakılmalıdır.
3- İçinden büyük bir ırmağın geçtiği, 560 x
190 km boyutlarında bir ovanın bir ucunda “geçilebilir bir deniz” ve bu denizde
adalar olacak ve buradan bir boğazla büyük bir okyanusa ulaşılacak!
4- Adanın hemen kuzeyinde
çok yüksek bir sıra-dağ kuşağı bulunacaktır.
5- Arkeolojik veriler
sivilizasyon başlangıcının Güney-Batı-Asya konumlu olduğunu gösterdiğinden
(Braidwwod 1885), bu coğrafik ortamda bulunması gerekir.
Bunlara uygun tek bir nokta
vardır: 15-20 bin yıl öncelerinin dünya coğrafyasındaki Basra-Hürmüz-Ovası ve
uç kısmındaki göldeki bir ada!
Bu gerekçeler ışığında,
artık Atlantis konusunda tartışılacak bir nokta olmamalı ve asırlardır aranan
efsanevi ortamın bu günkü Basra Körfezinin Hürmüz Boğazına yakın bir yerinde, Dubai
– Bender-e-Lengeh eşiği’nin hemen batısında olması kabul edilmelidir. Bu
iddiayı destekleyen diğer önemli bir veri ise, Basra-Hürmüz arası bölgenin bir
petrol-ve zift sızıntıları bölgesi olmasıdır. Şöyle ki,
Atlantis-adasındakilerin diğer dünya ile etkileşim ve ticaret içinde olması
gerekir, çünkü o zamanlar kesici alet olarak çakmaktaşından (obsidiyen) başka
bir şey bilinmiyordu ve insanların tek aleti bu kesicilerdi. Bu taş ise
Cennet-Ülke olarak tanımladığımız bölgede yoktur ve mutlaka başka yerlerden
getirilmesi gerekir. Su taşımacılığından
kullanılacak kayık gibi nesnelerin su geçirilmez yapılması gerekir. Bunu
sağlayacak yegane madde ise zifttir. Zift ise Cennet-Ülkede en sık rastlanılan
maddedir. Henüz metalik ürünlerden yoksun insanlar, ancak sazlardan, dallardan
bir kayık gibi taşıyıcı yapabilir ve bunun su geçirmezliği zift ile
sağlanabilinir.
Atlantis’in
Sümer belgeleri ve Kutsal-kitap-bilgileriyle bağlantıları
Atlantis - Cennet Ülke –Adn (Eden Bahçesi) –Nuh
tufanı ilişkileri
Hayatın başlangıcı
konusundaki dinsel bilgiler
Kutsal kitaplar, atalarımızın dünya
görüşlerinin, bizlere aktarıldıkları kaynaklardır; dolayısıyla, önemli tarihsel
belgelerdir. Bu belgeleri, önyargısız ve objektif bir bakış açısı ile okuyup
değerlendirirsek, birçok soruya yanıt bulabiliriz.
Kutsal kitaplara göre,
— Allah önce ışığı (geceyi
gündüzü) yaratır (1. gün);
— sonra gök kubbeyi
yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2.
gün);
— sonra yeryüzünde karaları
denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
— sonra güneşi, ayı ve diğer
ışık kaynaklarını (4. gün);
— sonra denizlerdeki
hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün);
— ve en son olarak da,
dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).
Görüldüğü üzere kutsal
kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu
açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu
belirtilmektedir. Dolayısıyla Adem'le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda
bir yerdir.
Dünyamızdaki bu ilk
yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir
yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Adem'le Havva bir "günah"
işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi
terk edip, nereden nereye geldiler?
Bu soruya verilebilecek mantıklı bir yanıt
geçmişimizi doğru yorumlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu sorunun yanıtı ise 15-20
bin yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:
—Buzul devri süresince
dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası“ diye
adlandırdığımız bu 15-20 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları
diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu
ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun
bilicindedirler.
—Buzul devrinin sona ermesiyle
hem sel felaketleri başlar, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi yükseldikçe
insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin
deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki
yaşam 3–4 bin yıl kadar sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan
bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü
binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak
bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.
—Buzul devrinin sona ermesi
sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı
adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya
başlarlar. Zaman geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama deniz seviyesi
yükselmesi, ~12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1cm kadar).
—Yaşadıkları bu dünyanın
(adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri
için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği”
inancındadırlar.
—Gelecek bahardaki taşkınla
birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs.
gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar
tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya
çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini
sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer
parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet
dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın
sonucudur.
Sümerlerin,
“denizden iki ırmak ülkesine geldik” şeklindeki yazılı belgelerinin arkasındaki
gizem bu noktadan kaynaklanır.
Olaylar
bu şekilde yorumlanırlarsa, her şey anlamlı bir duruma gelir. Görüldüğü üzere,
kutsal kitaplardaki cennet ve yaratılış hakkındaki sayfalar, jeolojik ve
arkeolojik bulgulara göre ortaya konulan çağdaş bilimsel görüşlere genelde ters
düşmemektedir; sadece atalarımızın neleri nasıl yorumlamış oldukları konusunda
gerçeklere uygun çağdaş bir yorumlama gerekmektedir.
Tufan olayı konusunda Sümerler’in
görüşü ve Sümer kültürünün Atlantis kültürü ile bağlantısı
Sümerlerin
tufan olayı hakkındaki görüşleri bıraktıkları çivi-yazılı kil tabletlerde şöyle
ifade edilmektedir (Kramer 1956, 1961, 1963):
Tanrılar
Meclisinde insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve ahlaklarının
bozulduğuna bu nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden kaldırılmasına karar
verilir. Büyük bir tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular altında bırakılarak
insanlık yok edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı pek beğenmez ve
Ziusudra adlı inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen iyi bir kralı bu
karardan haberdar eder ve bir gemi yaparak yakınlarını ve her canlıdan bir
çifti içine yükleyerek bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Ziusudra
öğütleneni yapar ve yedi gün süren büyük bir tufandan sonra gemisinin tekrar
karaya oturmasıyla tufandan kurtulur.
Tufan
olayı tüm toplumların tarihsel değerlendirmelerinde temel bir dönüm noktası
oluşturur ve her toplumda “tufandan önce- tufandan sonra” ayrımı yapılmaya
başlanır. Sümer tarihi kayıtlarında “Sümer Kralları Listesi” diye bilinen kil
tabletlerde tufandan önceki dönemde 10 ADET KUTSAL SOYLU KRAL ADI BULUNUR VE
BUNLARIN KRALLIKLARIN BİNLERCE YIL ÖMÜRLÜ OLDUĞU YAZILIDIR. Bu tufan
hikâyesi ve krallar listesi, Sümerlerden sonraki Mezopotamya kökenli
kültürlerin hepsine girer ve ufak-tefek değişiklikler yapılarak, çeşitli adlar
altında her toplumun kendisine has bir şekle dönüştürülür. Örneğin Sümerlerden
sonraki Asur-Babil kültüründe, Gılgamış destanı oluşturulur ve Ziusudra adlı
kralın yerini Utnapiştim alır. Tufan öncesine ait 10 adet kutsal soylu kral
(veya peygamber) adları ve bunların ömürleri de toplumdan topluma değiştirilir
ama sayı hep 10 olarak kalır.
Hayatla
ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı amaçlayan felsefe dediğimiz bilim
dalının babası kabul edilen Eflatun, zamanının tüm bilgilerini derleyerek,
Timaios ve Kritias adlı iki eserinde, insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya
çalışmıştır.
Platon’un
aktardığı bilgilere göre, Mısır kültürü 8 bin (günümüzden 10600) yıl önce bir
kadın-tanrı tarafından oluşturulmuştur. Aynı kadın-tanrı, iklimi çok ılımlı ve
toprakları çok verimli başka bir ülkede, bin yıl daha önce (yani o zamana göre
9 bin (günümüze göre 11600) yıl önce) bu kültürü oluşturmuştur. (Bu başka
ülkeyi Solon (Platon) Yunan = Helen olarak kabul ediyorlar. Ancak Mısır’daki
belgede bu ülkenin adı belirtilmiyor, sadece Mısırdan önce uygarlığın
başlatıldığı bir yer olduğu vurgulanıyor. Sümer uygarlığının Mısır kültüründen
daha önce oluşturulduğu düşünülürse, bu ülkenin Ur-Eridu gibi Mezopotamya’da
bir yerler olması gerekliliği ortaya çıkar) Bu kadın-tanrının geldiği ülke
Atlantis ülkesidir. Atlantis ülkesi bir boğazla büyük bir okyanusa açılan bir
deniz (göl) (Atlas denizi) içinde bulunan bir (yarım?)-adadır. Bu boğazın
iç-tarafında yaşayanlarla dış-tarafında yaşayanlar arasında 9 bin (11600) yıl
önce çok büyük bir savaş olur. Boğazın iç-tarafında yaşayanlar, kendilerine
saldıran dış-taraf güçlerini mağlup edeler. Bu arada büyük bir tufan olur ve
Atlantis sulara gömülerek yok olur.
“Bütün
tanrıları, evren'in ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören
en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki:”
Platon’un
anlatımları aniden kesilir ve hikâyenin sonu bilinmez; çünkü yaşanılan
toprakların aniden denize gömüldüğü ve Atlantis uygarlığının kayıp olduğu, bu
nedenle de bilgilerin burada kesildiği ima edilir. Görüldüğü üzere, 10
tanrı-soylu kral ve namus-ahlak bozulmasına bağlanan bir tufan hikâyesi yine
karşımıza çıkıyor.
Yaklaşık 15 bin yıl önce buzul devrinin sona
ermesiyle, deniz suları tekrar yükselmeye başlar. Hint okyanusu kıyılarında
yaşayan insanlar yükselen deniz sularından kurtulmak için göç edecek yerler
aramaya başlamak zorunda kalırlar. Boğazın dış-tarafındakilerle,
iç-tarafındakiler arasında olduğu söylenen savaş, göçe zorlanan bu kavimlerden
kaynaklanmış olmalıdır.
Kutsal
Kitapların Yaratılış bölümünde, “Doğuda bir yerdeki Eden Bahçesinden =
Cennet’ten” ve o bahçede akan Dicle, Fırat, Pişon ve Gihon adlı, günümüzde
ikisi mevcut olmayan ırmaktan söz edilmektedir. Allah insanı bu bahçede
yaratır, ama onlar orada günah işledikleri için o bahçeden kovulurlar ve yeni
dünyalarına sürgün edilirler! Atlantis anlatımında da, benzer bir ortam tanıtılmakta
ve: “ Asil soylu Efendilerin zamanla ahlakları bozulduğu için, Tanrılar onları
cezalandırmaya karar verirler ve ....” şeklinde bitmeyen bir cümleyle olay
sonlandırılmaktadır.
Atlantis
adasının bulunduğu denizin, önceleri gemilerin dolaşabildiği bir ortam iken,
sel felaketleri sonunda bir bataklığa dönüşmesi ve taşıtların dolaşmasına mani
olması olayı solifluksiyon olayının doğal bir sonucudur ve buzul dönemi sonu
Basra-Hürmüz ovası ucundaki gölde mutlaka gerçekleşmiştir.
Arkeolojik
bulgular, insanların geçmişte nasıl yaşadıkları hakkında çok önemli bilgiler
içermektedirler. Bu veriler arasında, toplumsal hayata geçişin yaklaşık 12 bin
yıl önceleri olması yanında, bu geçişin ilk defa dünyanın neresinde
gerçekleşmiş olduğu hakkında da gerekli ipuçları verilmektedir. Bu bölge
Mezopotamya adı verilen, Dicle-Fırat ırmaklarının Basra Körfezine döküldüğü
yöreler ve o bölgeye komşu çevrelerdir (Irak merkez olacak şekilde, Türkiye’nin
Güneyi ve Güneydoğusu, İran’ın Güney-Batısı, Suriye-Mısır arası). Arkeolojik
verilerden ayrıca, kültür düzeyinin eski zamanlarda dünyanın bir yerinden
diğerine ne kadar uzun bir sürede aktarıldığını da görmekteyiz. Örneğin
Mezopotamya'da 9-10 bin yıl önceleri başlatılan kasaba-kültürü, Kuzeybatı
Avrupa'ya yaklaşık 4 bin yıl sonra ulaşabilmiştir! Tüm eski toplumsal yaşam
noktalarının bu hilal (yarım-ay) şekilli bölgede bulunması, yöreye “Fertile
Crescent” (bereketli hilal) yakıştırması yapılmasının nedenidir.
Yine
arkeolojik bulgular, yöredeki bu muazzam gelişmenin Sümerler denilen bir kavmin
buraya gelmesiyle başladığını ortaya koymaktadır. Sümer ismi, yörede yaşayan
semitik (Arap-İsrail) ırka mensup Akad’ların dilinde "land of the
civilised lords = kültürlü efendilerin ülkesi" anlamında “Sumeru”
sözcüğünden gelmektedir. Sümerler ise kendilerini "the black-headed people
= kara başlı toplum" olarak tanımlamışlar ve denizden iki-ırmak ülkesine
geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972). Sümerler insanlık tarihinde yazı
yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak
büyük önem taşır.
Sümerler
yazılarını çivi yazısı şeklinde, kurutulmuş kil tabletler üzerine yazmışlardır.
Bu çivi yazısı tabletler 1920’lerde başlayan arkeolojik kazılarda bulunmaya
başlanmış ve o tarihten sonra da, insanlığın kültürel gelişim tarihi, Klasik
Yunan kaynaklı eserlerin etkisinden biraz kurtularak daha gerçekçi şekilde
değerlendirilmektedir.
Arkeolojik
kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak
iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve
yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği, insanlığın o dönemde çok
mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin
doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.
İlk
insanın yaratılışı da Dilmun’da olur. Bir örneği Louvre Müzesinde, diğeri
Philadelphia Üniversite Müzesinde bulunan iki ayrı Sümer belgesinde,
"İnsanın yaratılışı" işlenmektedir. Bu tablette, 'insanın çamurdan
yaratılışı olayı ve yaratılış gerekçesi (tanrıların yiyeceklerini sağlamak,
vs.)" olarak işlenmiştir (Kramer 1961):
Görüldüğü
üzere, Sümerler insanın oluşumunu atomik-hücresel bir sistemde
tasarlayamamışlardır, çünkü kuvvet dediğimiz gücü, güneş, ay, rüzgâr, deniz gibi büyük
sistemlerde görmüşlerdir. Bu nedenle gökte hareket eden her varlığı bir tanrı
olarak kabul etmişler ve saptayabildikleri hareketli varlık (gezegen) sayısı 7
olduğundan, her birine bir gün atfederek 7 günden oluşan haftalık zaman
birimini oluşturmuşlardır. Güneşe atfen Sun-day, aya atfen Mond-day, Marsa
atfen Mardi (veya Tues-day), Merküre atfen Mercredi (veya Wednes-day), Jüpitere
atfen Jeudi (veya Thurs-day), Venüse atfen Vendredi (veya Fri-day), Satürne
atfen Samedi (veya Satur-day)!!! Bazı kültürlerde ise bu gök cisimleri, görünür
büyüklüklerine göre sıraya konularak; en büyüğü Güneş’e atfen 1. gün, ikinci
büyüğe (Ay) göre 2. gün, .. 4. gün (car-ü-şembeh=çarşamba), 5. gün
(penç-ü-şembeh = Perşembe), vs. şeklinde isimlendirmeler yapılmıştır. Bu
nedenle yedi günlük, hafta denilen bir zaman birimi oluşturulmuştur. Diğer 3
gezegen – Uranüs, Neptun, Pluto– gravite kuvvetinin keşfi ve Dünya’mızın Güneş
etrafında dönen bir gezegen olduğunun saptanmasından sonra bulunmuşlardır;
yoksa, bir hafta 10 günden oluşturulmuş olacaktı!!).
Kuvvet
sahibi olarak sadece gözle görülen büyük varlıklar kabul edilince, doğadaki her
şeyin de bu büyük güçler tarafından oluşturulmuş olması gerekeceği
varsayımıyla, insanların oluşumu da yukarıda sunulduğu şekilde tasarlanmıştır.
Doğada önce büyük tanrılar bulunduğuna göre, o tanrılara hizmet etmek, onların
ihtiyaçlarını gidermek için de insanlar oluşturulur. Oluşturulan bu
insanlarda tanrı-özlü (asil soylu) olanlar uzun ömürlü olurlar ve ilahi
güçlerin toplumlardaki temsilcileridirler. Onlara “me” adını taşıyan toplumsal
hayata ait kutsal bilgiler verilir. (Sümerlerde bilgiler kil tabletlere yazılı
olduğundan, bu “me” tabletlerinin bir sandık içinde saklandığı belirtilir. Bu
sandığı ele geçirme savaşları olduğu bilinmektedir.)
Tanrıların
gökten inerek yeryüzünde ilk insan uygarlığını (Dilmun’da) başlatmasından
sonra; Tanrılar Meclisinde, insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve
ahlaklarının bozulduğuna, bu nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden
kaldırılmasına karar verilir. Büyük bir tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular
altında bırakılarak insanlık yok edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı
pek beğenmez ve Ziusudra adlı, inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen
iyi bir kralı bu karardan haberdar eder, bir gemi yaparak yakınlarını ve her
canlıdan bir çifti içine yükleyip bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Bu
şekilde ilk insan uygarlığı yeryüzünden yok olurken, Ziusudra ve soyu gemiyle
kurtulur.
Bu
şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir
(Dilmun, Eden (Adn), Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz
dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Zaman içinde de, eskiden
yaşadıkları o ortam, öteki dünya olarak başka bir kavrama dönüşür.
İnsanlığın
Doğa Hakkında Bilgi Oluşturmaya Başlamasının Aşamaları
Geçmiş
bölümlerde aktarılan tüm bu olaylar ve gelişimler yeryuvarı tarihi
yıllıklarında kayıtlıyken ve biz insanlar bu bilgilere ancak son asır içinde
ulaşabilmişken; beyinleri henüz yeni yeni gelişen ve doğa ve dünyamız hakkında
ilk fikirleri oluşturmaya başlayan insanların ne tür aşamalardan geçtiklerini,
yine yeryuvarı yıllıklarından takip edelim.
İnsanlar,
doğa ve dünya hakkında fikir üretimine, yaklaşık 30 bin yıl önceleri,
kadınların çocuk doğurarak yeni bir canlı dünyaya getirmesini “yaratıcılık”
sayıp, hamile kadın heykelcikleri yaparak başlamışlardır. Yaklaşık 15 bin yıl
önceleri, “hayat” sorusunu irdelemiş olmalılar ki, ölümden sonra insanların
tekrar canlanacakları inancıyla, ihtiyaç duyacakları tüm değerli eşyalarıyla
birlikte ölülerini gömmeye başlamışlardır.
Toplumsallaşmayı
ilk defa başlatan ve insanlığa ilk yazılı belgeleri miras bırakan Sümerlere
göreyse ( Kramer 1956, 1961, 1963; Çığ 1995, Gılgamış destanı):
• -Tanrılar
doğa ve dünyanın sahibi ve yaratıcısıdırlar; doğadaki her şeyin bir tanrısı
(sahibi) vardır. Tanrı(lar) insanları kendilerine hizmet etsin diye çamurdan
yaratmışlardır. Tanrılar insanlarla evlenirler ve onlardan doğanlar yarı-tanrı
olurlar (binlerce yıl yaşayabilirler).
• -Tüm
bilgiler Tanrı(lar) tarafından insanlığa verilmiştir; özel insanlara görünüp,
onlar vasıtasıyla insanlığa gerekli bilgileri ve uymaları gereken kuralları
bildirirler. Her topluma kendi diliyle bir temsilci (peygamber) gönderilir.
“Me” adıyla bilinen ilahi mesajlar (kitabı) vardır ve kim buna sahipse, onun
toplumunda işlerin iyi gideceğine inanılır. Doğadaki tüm değişim-dönüşümler
tanrılar tarafından insanlara ceza veya ödül olarak oluşturulurlar.
Dolayısıyla toplumsal yaşamda işlerin yolunda gitmesi, toplumun başına
gelenlerin tanrılarla ilişkilerinin iyi olmalarına bağlanır.
• -Buharlaşma
denilen bir olaydan habersizdirler ve yağmur denilen olayın, denizlerdeki suyun
buharlaşmasıyla yükselen su buharının atmosferde yoğunlaşıp, tekrar yeryüzüne
düşmesi olduğunu bilmemektedirler. Sümerlere göre yağmur, gök kubbede
kapılar-pencereler açılarak, gök okyanusundaki tatlı suyun yeryüzüne
bırakılması olayıdır, dolayısıyla Tanrı, dünya okyanuslarındaki acı-tuzlu
suyla, gökteki tatlı suyu birbirinden ayırmıştır. Bu nedenle gökyüzünde fanus
şeklinde bir kubbe ve onun dışında bir tatlı su okyanusu ve cennet dünyası
tasarlamışlardır. Tanrılar bu gök kubbede kapılar açarak, dünyaya yağmur
gönderirler!
• -Hücre
denilen minicik canlıların var olduklarından da habersizdirler ve bu nedenle
de:
• i-
Toprağa gömülen bir bedenin neden ve nasıl yok olduğunu anlayamayıp, bu
bedenlerin Tanrılar tarafından alındığına inanıyorlar veyahut Tanrılara
sundukları kurban etlerinin uzun süre yenmeden kalması ve en sonunda
mikro-organizmalarca ortadan kaldırılması olayını, “Tanrıların kokuşmuş yiyecek
yedikleri” şeklinde yorumluyorlar!
• ii-
Beden içindeki oluşan hücreler arası metabolik değişim dönüşüm olaylarının
insanlarda oluşturdukları duygu-düşünce vs. gibi etkileri bilmiyorlar ve bu
nedenle “ruh” dedikleri, bedene girip-çıkan ve kalpte yerleşik olduğuna
inanılan bir kavramla açıklıyorlar.
• İşte
bu hata, yani canlılığımızın beden içindeki hücrelerimize değil de, beden dışı
hayali bir “ruh” kavramına bağlanması, insanlığın geleceğini karartan en büyük
yanlışlık olmuştur. Hücreler oluşturdukları bedenin hangi faktörlere bağımlı
olduğunu, nelerden nasıl etkileneceğini, vs. çok ayrıntılı şekilde
bilmektedirler, çünkü bu bilgiler onların genetik bilgi depolarında
bulunmaktadır. Bu genetik bilgiler arasında “ruh” diye bir etkileyici kuvvet
sistemi bulunmadığından, böyle bir hayali kavramın onlara belletilmesi, onların
işletim sistemini allak-bullak etmiştir. (Ruh kavramının atalarımız tarafından
nasıl algılandığı “Atalarımızın Doğa Anlayışı” adlı bölümde aydınlanılacaktır.)
• - Gravite
(yer-çekimi) denilen kuvvetten habersiz olduklarından, dünyayı yuvarlak olarak
düşünemiyorlar! Onlar için sadece aşağı ve yukarı olarak iki yön var. İnsanlar
ayaklar aşağı, başlar yukarı olacak şekilde dururlar ve bu nedenle dünya tabak
şeklinde düz olmalıdır. ‘Elma gibi bir şey üzerinde düşmeden nasıl durulabilir’
düşüncesinden hareketle; dünyayı yuvarlak değil, tabak şeklinde tasarlıyorlar.
Bu nedenle dünyayı ve evreni "sandviç-yapılı" gibi düşünüyorlar: En
altta "“yer altı-dünyası = cehennem”; en üstte, tatlı suyun geldiği ve
(iyi?) tanrıların yaşadığı “gök-dünyası = cennet”; Bu ikisi arasında da
"insanların geçici bir süre için yaşadığı Yer". Çok basit bir
şekilde özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz: Cennet – cehennem gibi
kavramlar, insanların yaşadıkları dünyayı yuvarlak düşünemeyip, sandviç dilimleri
gibi tasarladıkları, öldükten sonra ya aşağıdaki veya yukarıdaki bir ebedi
dünyaya göç edeceklerini sandıkları bir doğa görüşü ürünüdürler! Günümüzdeki
bilgiler ise, değişim-dönüşüm içindeki, yani 4 boyutlu, bir evrende
yaşadığımızı ortaya koymaktadır.
• Hayatı
oluşturucu güç sistemini bedenlerin içindeki sistemlerde (hücrelerde) değil de,
bedenlerin dışındaki harici bir varlıkta aramaları, insanların doğum ve ölüm
olayının nedenini, dolayısıyla hayatın anlamını kavrayamamalarına neden
olmuştur.
• İnsanlığın
geçmişi hakkında en eski yazılı belgeleri Sümerler denilen bir kavmin bıraktığı
çivi yazılı kil tabletler oluşturmaktadır. Bilgiler bir toplumdan diğerine
aktarılırken ufak-tefek değişikliklere uğrarlar. Bu değişiklikler insan
kültürünün oluşumunda izlenebilmektedir. Şöyle ki: Dünyamızda hemen hemen her
toplumda “tufan” denilen tarihi bir olayın izleri bulunmaktadır. Tufan olayı,
yukarıdaki paragraflarda açıklanan buzul devri sonrasının çok doğal olan
jeolojik olaylarıdır. Ancak bilgi denilen olgu zamanla geliştiğinden ve o
zamanın insanları doğa ve dünya hakkında henüz yeterli bilgiye sahip
olmadığından, doğa olaylarını yorumlamakta hatalar yapmışlardır.
Bunu arkeolojik verilerle açıklamak için
atalarımızın dünya hakkındaki görüşlerini yansıtan harita tasarımlarına bakmak
yeterlidir.
Irak’da bulunan ve
günümüzde British Museum’da sergilenmekte olan bu kil tablette dünya
hakkında yapılmış ilk harita görülmektedir.
Tablette “dünya” sarı renkteki alanda
gösterilmekte ve çevresi mavi halka şeklindeki bir çemberle = denizle gösterilmektedir.
Çember “Bitter river= Acı ırmak = tuzlu su”
olarak işaretlenmiştir. Bu “tuzlu-su”nun
dışında yıldız şeklindeki oklarla “bilinmeyen sistemler = adalar”
tasarlanmıştır. Çember içinde “bilinen
dünya” yerleştirilmiştir.
Peki neler bilinmektedir?
1- numarayla kuzeyde dağlık bölge (Zagroslar
ve Toroslar)
), 2- bir
kent?, 3- Urartu, 4-Asur, 6-bilinmiyor, 7-Bataklık, 8-Elam, 9- Kanal,
(denize bağlantı), 10-Bit-Yakin?, 11- bir kent?, 12-Habban, 13-“dikdörtgen” Fırat
nehriyle ikiye bölünmüş Babilonya, 14-17 Acı-su = Okyanus?Deniz.
Evet, o zamanın insanlarının tüm dünyası bu
kadar!
İnsanların dünya
hakkındaki görüşleri böyle olan bir geçmişimiz var.
Yaşadıkları dünya hakkında
böylesine çok az bir bilgiye sahip olan insanların, başka bir ahiret dünyası
(cennet-cehennem) tasarlamaları acaba nasıl oldu? Daha yaşadıkları dünyayı
doğru-dürüst tasarlayamayan insanlar, başka bir dünyayı nasıl tasarlar? Cennet, veya öteki ahiret dünyası nasıl
düşünülmüş?
Önce
cennet denilen en güzel yaşam ortamı kavramının neden ortaya atıldığını
görelim.
Neden cennet?
Homo
sapiens denilen modern insan yaklaşık 200 bin yıl önce Afrika’nın
kuzey-doğusunda ortaya çıkar ve oradan Asya ve Avrupa’ya dağılır. İnsanlığın
yaşam dönemi dünyamızın buzul devri ve buzul-arası dönemler geçirdiği çok
çalkantılı zamana rastlar. Buzul dönemleri çok uzun (yaklaşık yüzbin) yıl
sürerken, buzul arası dönemler çok kısa (yaklaşık onbin yıl) sürer.
Buzul
dönemlerinde deniz seviyesi yaklaşık 100 metre düşer. Bu nedenle sığ denizler
kara haline geçerler. Son buzul devrinde yani 115 bin ile 15 bin yılları
arasında Basra körfezinin kara haline geçmesi bu nedenledir.
115
bin ile 15 bin yıl önceleri arası Dünya-Coğrafyası yandaki haritadaki gibidir.
Resim yazısı ekle |
Kanada,
ABDlerinin kuzey eyaletleri, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya,
Litvanya gibi ülkeler yoktur, çünkü üzerlerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul
örtüsü vardır. Bu kadar büyük bir buzul örtüsünün oluşması için deniz düzeyinin
130 m. kadar düşmesi gerekmiştir ve bu nedenle haritada yeşil olarak gösterilen
bölgelerden deniz çekilmiş ve o alanlar kara haline geçmişlerdir. Kara haline
geçen bu bölgelerden biri de Basra-Hürmüz boğazı arasıdır. Arkeolojik verilerin
(Braidwood 1995) toplumsal hayatın başlatıldığı yer olarak önerdikleri
Güney-Batı Asya’daki bir yer işte bu ovadır.
—Buzul devri süresince
dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası“ diye
adlandırdığımız bu 15-115 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları
diğer bölgelere göre çok daha iyidir.
Çünkü:
Hem kuzey rüzgarlarından
Zagros Dağlarıyla korunmaktadır;
Hem ekvatora yakındır;
Hem normal deniz düzeyinin
bile altındadır;
Hem henüz çanak çömlek
yapmayı bile henüz keşfetmemiş insanların ihtiyaçları olan su, ova boyunca akan
iki ırmakla sağlanmaktadır;
Hem de ırmak alüvyonlu bu
alan her türlü bitki ve hayvan için ideal bir ortam durumundadır, bu da
avcılık-toplayıcılıkla yaşayan o zaman insanları için büyük bir nimettir.
Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu ılıman
ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun
bilicindedirler. (Çünkü çakmaktaşı ticareti yapanlar, dünyanın diğer
bölgelerinin (örn. Anadolu, İran) çok soğuk ve kar-buz örtüsü altında olduğu bilgisini
vermektedirler.)
—Buzul devrinin sona
ermesiyle hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi
yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu
yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar
üzerindeki yaşam 3–4 bin yıl kadar sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi
sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul
edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan
habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.
— Ovanın kuzeyindeki
Zagros dağları kar ve buz örtüsü altındadır ve iklimin ısınması nedeniyle her
yıl bahar aylarında yamaçlardaki kar-ve buzların ergimesi sonucu muazzam sel
taşkınları olmaktadır. Kar örtüsü altındaki toprağın gözeneklerindeki donmuş
suların da ergimesiyle, toprak örtüsü bir çamur yığınına dönüşür ve ergiyen kar
sularıyla birlikte muazzam bir çamur seli oluşur. Her yıl sürekli tekrarlanan
sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık
taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar.
—Adalarda sıkışıp kalan
insanlar bir de bu her yıl tekrarlanan çamur seliyle uğraşmak zorundadırlar.
Hapis konumuna düşene kadar insanlar
birbirlerini rakip olarak görürken, zor durum karşısında karşılıklı
olarak birbirleriyle ortaklık kurmak zorunda kalırlar. Toplumsallaşmanın ilk
adımı bu zorda kalma sonucu atılır. 2-3 metre yüksekliğindeki taşkınlara karşı
ada çevresine duvar örmek tek çaredir. Bir kısım insan duvar örmek ve duvarları
onarmakla meşgulken, bir kısım insan daha fazla tohum toplamak, bir kısım insan
tavukları bir kümeste yetiştirmeye çalışarak daha fazla besin elde etmek gibi
farklı işlere soyunurlar. Böylelikle daha önceleri birbirlerini rakip olarak
görüp, hiçbir konuda ortak davranışta bulunmayan insanlar bağımlılık içine
girmek zorunda kalırlar. Komşularını
düşman olarak görmediklerinden, hem geceleri rahat uyurlar, hem de farklı
alanlarda uzmanlaştıklarından daha fazla üretim ortaya çıkar.
—Deniz seviyesi
yükselmesi, ~15
bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7
bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1.5 cm kadar). Gelecek
bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden
insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe
kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar
tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya
çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini
sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer
parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet
dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın
sonucudur.
Şimdi
neden böyle bir uyutulmaya gidildiğini görelim.
İnsanların
birlikte, toplumsal ortaklık içinde yaşamaya başlamasının, “zor-durumda”
kalmaları sonucu, yani dinamik sistemler fiziği gereği oluştuğunu gördük.
Doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin bu dinamik sistemler fiziği kurallarına
uyularak gerçekleştiği ise “Dinamik Sistemler Fiziği- Sinerjetik” adlı videoda
gösterilmiştir. Bu ve ondan önce oluşturulan şu videolar, doğayı ve hayatı
anlayabilmenin ön-koşullarıdır:
5- Dinamik sistemler
fiziği- Sinerjetik: https://www.facebook.com/ismet.gedik40/videos/10217124145508806/
Görüleceği
üzere doğa alt-sistem – üst-sistem yapılarından oluşmaktadır. Örneğin bedenler,
hücrelerin oluşturduğu üst-sistemlerdir. Hücreler oluşturdukları bedenin sahibi
olduğunun bilincindedirler ve bu nedenle parmağımız kesildiğinde, hemen o
yarayı tamir etmeye koyulurlar. Bunu yapmaları için kimse onlara emir vermez.
Bu dürtü onların fiziko-kimyasal bileşimlerine kaydedilmiştir. Yani doğada bir
şeyi yapma, yönlendirme yetkisi alt-sistemlere aittir. Üst-sistemler sadece
hedef gösterirler. Yani özetleyecek olursak, doğadaki yapıcılık-yönlendiricilik
gücü hep alt-sistemlerdedir. Halbuki tüm geleneksel sistemler doğada bu
yetkinin doğa-üstü bir güç sisteminde olduğu şeklinde bir bilgiyi insanlara
doğar-doğmaz aşılamakta ve insanlar da otomatik olarak bu görüşe göre
şartlandırılmaktadırlar.
Bu
şartlandırmanın ne zamandan beri devam ettiğini arkeolojik belgeler ve dinsel
öğretilerden çıkartmak mümkündür.
Irak’ta bulunan 3050 yıl öncelerine ait bu
kabartma eski insanların görüşlerini anlayabilmemizi sağlar.
Kul ve Efendi ilişkili
Sistem: “Sahip tepede”
Eserde hayatın doğa-üstü bir güç sistemince
sahiplenilip-yönlendirildiği, asil (kutsal) soyluların da bu doğa-üstü gücün
temsilcisi olduğu vurgulanmaktadır. Doğa-üstü güç «GÜNEŞ» simgesiyle, hem kutsal-asil-soylu
efendinin üzerinde, hem de MAKAM koltuğunun üzerinde tasvir edilmiştir. Makam
koltuğunun arkası 2 parçalıdır: hem yöneticiyi hem de doğa-üstü gücü
simgeleyecek şekildedir. Sıradan insan çökerek dua eder, ama asil soylu
ayaktadır ve kuluna nasıl davranacağı bilgisini vermektedir.
Görüldüğü üzere doğayı yönlendirici güç
doğa-üstü bir sistemde tasarlanmış ve o tarihten beri de gelenek-göreneklere
işlenerek aynı şekilde devam ettirilmiştir.
İşte insanlığın doğal sistemden saptırılması
bu şekilde olmuştur. İnsan-toplumu diye bir birliktelik değil, tepedeki bir
Efendi, Rab, Lord vs. gibi kişilerin sahiplendiği onlara ait bir mülk düşünülmüştür.
Onun için adına DEVLET denilmiştir. “Devletlu” denilen bir sözcük vardır,
anlamı “güç sahibi”dir. Toplum terimi kullanılmamıştır.
Bu nokta çok önemlidir, çünkü toplum bir
ortak yaşam sistemi olarak düşünülmemiştir. Tepedeki birilerinin sahiplenmesi
gereken bir şey, bir mülk olarak düşünülmüştür.
Bu durum günümüzde hala devam etmektedir.
Çünkü yaratıcı tüm varlıkların sahibi olan bir canlı olarak kabul edilmiştir.
Halbuki yaratıcılık-yönlendiricilik varlıkların içlerindeki öğelerdedir,
kuantsal sistemdedir.
Görüldüğü üzere, atalarımız doğadaki
yapıcı-yönlendirici güç sistemini varlıkların içsel bileşenlerinde değil,
dışlarında tasarladıkları hayali bir sisteme atfetmişlerdir. Bu güç sistemi de
doğa ve dünyadaki herşeyin sahibi, efendisi olarak tasarlanmıştır. Bu nedenle
de Alevilik-bektaşilik-sufilik gibi içsel öğelere atıflı görüşlere karşı
acımasızca davranmışlardır.
İnsanları anlamakta zorluk çektikleri
kavramların biri de “RUH” kavramıdır. Ruh hem canlılık veren, hem de bilinç
sahipliği anlamında kullanılmıştır. Kuantum aleminin canlı ve bilinçli olduğu
bilinmediğinden, insanlar ruhların doğa-üstü bir yerden kaynaklandığını
düşünmüşlerdir. Halbuki, kuantsal sistem canlı ve bilinçlidir. Dolayısıyla ruh
kuantsal kökenlidir.
Önceki
sayfalarda açıklandığı üzere, Atlantis Ovasının tekrar denizle kaplanması
nedeniyle oralardaki adalar (yükseltiler) üzerinde yaşayan insanlar sal veya
teknelere binerek kurtulurlar. Ama yüzbin yıldan fazla süren geçmişlerini,
dünyanın diğer yerlerine oranla çok verimli ve ılıman bir ortamda geçirmiş
olduklarının bilincindirler.
Binlerce
yıl süreyle mutlu olarak yaşadıkları adalarının neden denize gömüldüğünü
anlayamayan ve bunu yaratıcının kendilerini cezalandırması olarak kabul eden
insanlık, hayatın “doğum-ölüm” döngüsü üzerine oturtulduğunu da bilmediğinden,
tepedeki hanedanlar sınıfının da işine gelen bir öteki dünya hayatı kavramıyla
uyutulmaya başlatılmıştır.
Şimdi
bu konuyu açıklamaya çalışalım.
İnsanın
diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçektir.
İnsan beyni,
"bilgi" faktörünü en ön sıraya alan bir hücresel tasarımdır. Fare,
kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına
ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte
gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda
ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği
sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar
üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.
"Yaklaşık
2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın
önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren
bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar
birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu
bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en
temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler
konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı,
amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma
göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık
hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.
Bu durum
insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik
nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve
yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak
bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir.
Yani insanı
oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden
tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Dünyamızda
gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da
bunun başında gelmektedir. Yukarıdaki “Kul ve Efendi ilişkili Sistem” başlığı
altında atalarımızın toplum-hayatını nasıl anladıkları gösterilmiş ve
insanların toplum diye bir ortak yaşam sistemi değil, tepedeki bir efendiler
zümresince sahiplenilen bir mülk olarak kabul edildiği vurgulanmıştı. Bu
insanlığın yaptığı en büyük hata olmuştur, çünkü doğadaki sahiplenme tepedeki
bir doğa-üstü güç sisteminde değil, tabandaki doğa-altı bir güç sistemindedir.
Biz hücrelerimizin sahibi veya efendisi değiliz, hücreler bizim bedenimizin
sahibidirler.
Şimdi
atalarımızın yaptığı diğer çok önemli bir hatayı görelim.
Gılgamış
destanı veya Enuma Eliş gibi eski arkeolojik belgelerde, kendilerini asıl-soylu
kutsal varlıklar olarak gören kral, vs. gibi devlet sahiplerinin, ebedi ömürlü
olmak için uğraşma çabaları anlatılmaktadır. Yani atalarımız doğada tanrı
dedikleri ama göremedikleri varlıkların ebedi ömürlü olduğuna inanmaktadırlar
ve onların soyundan geldikleri için kendilerinin de ebedi ömürlü olmalarını
istemektedirler. Bu durum atalarımızın doğa ve dünyanın dinamik bir sistemde
oluşup-geliştiği şeklindeki gerçek durumu anlayamamış olmalarından kaynaklanır.
Bu tür mantıksal çarpıklıkların temelinde, (1) zaman kavramının yanlış
yorumlanması, (2) kuantum fiziğinin bilinmemesi, (3) Dinamik Sistemler
Fiziğinin bilinmemesi başta gelir. Bu bilinmezlikler günümüzde de hala devam
etmekte ve insanların büyük çoğunluğu, ölümden sonra ebedi bir “ahiret
hayatının” kendilerini beklediklerine inanmaktadırlar. Yukarıda sözü edilen
videoların mutlaka izlenmesi bu nedenle gereklidir.
Öteki dünya
veya “ahiret” gibi bir kavramın oluşmasına neden olan ilk faktör, yukarıdaki
bölümlerde “Atlantis ovası üzerindeki adalarda yaşayanların adalarının batması
ve insanların da bir günah işledikleri için yaratıcı tarafından
cezalandırıldıkları” şeklinde açıklanmıştı.
Bu olguya
dayanılarak, kutsal kitaplar oluşturulmuş ve kutsal kitap emirlerine uyularak
yaşanılırsa, ölümden sonra cennet denilen bir mekanda ebedi bir yaşama
kavuşulacağı vaat edilmiştir.
Cennet
tanrıların ebedi olarak yaşadığı ortam olarak kabul edildiğinden ve tanrıların
da gökte (gök-kubbe üzerinde) bir yerde yaşadıkları düşünüldüğünden, ölümden
sonra gidilecek cennet Göklerdeki Cennet olarak şekildeki gibi bir ortamda
tasarlanmıştır. (Cennet bahçesi Eden insanları kovulmadan önceki yaşadıkları
eski dünya ortamıdır. Göklerin cenneti başkadır.)
Gök-kubbe
sabit-camsı bir yapı olarak tasarlanmış, yıldızların bu sabit camsı kubbede
yerleşik oldukları sanılmıştır. Bu gök-kubbenin üzerinde bir gök-okyanusu (tatlı-su)
olduğu ve gökkubbede açılan kapılardan yeryüzüne yağmur yağdırıldığı
düşünülmüştür.
Cehennem
ise, tabak şeklindeki dünyanın derinlerindeki volkanların yükseldikleri bir
yerde tasarlanmıştır.
Görüldüğü
üzere atalarımızın dünya ve uzay bilgisi çok sınırlıdır. Kutsal kitaplarda iki
suyun birbirinden ayrılmış olduğu yazılı olması, şekilde gösterilen türde bir
dünya tasarlanmış olmasındandır.
Günümüzde
fizik, jeoloji, astronomi gibi bilimler öyle ilerledi ki, dünyamızın Güneş
çevresinde dönen bir gezegen olduğu, uzayda Güneş gibi daha milyarlarca yıldız
bulunduğu gibi çok daha fazla bilgilere sahibiz. Dünyamızın dışında bir gök-cenneti olmadığı
kesin bir şekilde bilinmektedir. Uzayın oldukça ayrıntılı haritalanması
yapılmış ve ne cennet ne cehennem gibi ahiret ortamları olmadığı kesinlikle
saptanmıştır.
Ölümden
sonra bir cennet hayatına inanan insanlarımız acaba bu cennetin olmadığını,
ebedi ömür gibi bir durumun olamayacağını, çünkü her şeyin sürekli bir
değişim-dönüşüm döngüsü içinde olması gerektiğini acaba ne zaman anlayacaklar?
Din adamları, ilahiyat profesörleri bu gerçekleri acaba ne zaman kabul edip,
insanların kandırılmalarına bir son verecekler?
Verilerin
Değerlendirilmesi
Görüldüğü üzere,
Hem Sümerlerin çivi yazısı tabletlerinde,
Hem Platon’un Atlantis anlatımlarında,
Hem kutsal kitap verilerinde
10 tane uzun-ömürlü, kutsal-soylu kraldan söz edilmektedir.
Bunlara ek olarak
Sümerler Dilmun denilen bir
cennet ülkeden
Kutsal kitaplar Eden (Adn) bahçesinden,
Kutsal kitaplar bir Nuh
tufanından,
Sümerler bir Ziusudra – Utnapiştim tufanından,
Platon bir tufan sonrası Atlantis-adası gömülmesinden
Söz edilmektedir.
Sizce bunların hepsi birbirleriyle ilişkili değiller mi?
Atlantis hikayesinde verilen
bilgilerle, Sümer tabletlerindeki benzerlikler dikkate alındığında bu ikisinin
tam çakıştıkları görülür. Bu ortak noktalar, Sümerlerin, Atlantis adasından
kurtulanlardan oluşmuş olmasını gerektirir. Yani Atlantislilerle Sümerler aynı
toplum olmalılar.
Sümerlerin Mezopotamya’ya
gelişleri ve ilk kent devletlerini oluşturmaları yaklaşık 7300 yıl öncelerine
dayanır. Halbuki Atlantis adasının suya gömülmesi 11600 yıl önceleri olmuştur.
Dolayısıyla, Sümerler, ilk yaşam ortamları olan adadan, (veya Dilmun’dan) ayrıldıktan
sonra, (11600 – 7300 = 4300) yani yaklaşık 4 bin yıl kadar bir süre daha, Basra-Körfezi
dibindeki yükseltilerde konaklamış
olmalılar. Bir başka deyişle, Dubai – Bender-e-lengeh sırtı yakınındaki bir
adadan, Ur – Uruk gibi noktalara gelene kadar 4 bin yıl boyunca, denizdeki bir
veya daha fazla ada üzerinde yaşamış olmalılar.
Sümercenin
Türkçe gibi aglütine bir dil olması aralarında bir tarihsel bağ gerektirir,
Türklerin ana vatanının, Orta-Asya değil, Atlantis-Ovası olması zorunludur.
“GEDİK, İ., 1992: Atlantis:
Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik,
sayı 285, s.8-10, İstanbul.” başlıklı makalede şu nokta vurgulanmıştı.
Türkçe ile Sümerce’nin
aglütüne dil gurubuna ait dillerdir.
Bu dil grubun diğer tüm dil
gruplarından çok farklı bir özelliği vardır. O da şudur:
“Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle
anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir
gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8
sözcük gerekir.
Ayrıca uzmanlar çok ortak
sözcükler içerdiklerini belirtirler. Birkaç örnek vermek gerekirse:
kagaraşa = kargaşa
kabkagak = kap kacak
kuş eb
= 'kuş evi
abba = yaşlı (abi),
adda = ata (yaşlı)
haşgaga: kahkaha
duri = durmak
iri: büyük (iri)
zirdum = zeytin
udun = odun
us = us, akıl (uslu ol)
egi = ece (prenses)
gadun = hatun
çibin = sinek, (cibinlik)
kaskadu = kaskatı
yu = yıkamak (yudum-yıkadım)
Bu nedenle tarihsel geçmişlerinde bir yerde
birlikte yaşamış olmaları gerekir.
Sümerologlar bu nedenle
Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler.
Halbuki durum tam
tersinedir; Türklerin ana vatanı Atlantis ovası olmalıdır.
Şimdi bu konuya ışık tutacak
bir başka araştırmadan söz edilmesi gerekiyor. O da şu:
Değerli arkadaşım Yakup
Ustabaş, Sümerce ile Türkçe arasındaki bağlantıları konu alan bir araştırmaya
dikkatimi çekerek, çok önemli bazı noktaların belirtilmesi gerektiğini
hatırlatmıştır.
1. Sümerlerle Türkler arasında dil bakımından
tarihi bir ilgi bulunduğu hususu bu
168 kelime ve gerekli
açıklamalarla ispatlanmış olduğu;
2. Türklerin en azından 5500
yıl önceleri Türkiye’nin Doğu bölgesinde
bulunduğunun tesbit edildiği (aslında çok daha eski);
3. Türk Dili'nin zamanımızdan 5500 yıl önce
müstakil ve iki kollu bir dil olarak varlığının ispatlandığı;
4. Eğer doğuştan, Sümerlerle temasa geldikleri zamana kadarki çözülme hızı
sabit ise, İlk Türkçe veya Ana Türkçe'nin muazzam bir zaman önce yaşamış olması
gerektiği;
5. Bu zamanın, Türk
Dili'nin, archeology ve glottochronology araştırmalarından hareketle
ileri sürülen 8500 yıl yaşına denk
geldiği;
6. Ana Türkçe'den Ana Doğu ve
Batı Türkçe 'sine kadar geçen zaman da hesaba katılırsa, bu devreden zamanımıza
kadar geçen 5500 yılın
ikiye katlanmasının mümkün olduğu; yani Sümerlerle Türklerin
ayrılma zamanının 10-11 bin yıl öncelerine denk gelmesi gerektiği;
7. Bugün, yaşayan Dünya dilleri arasında, en
eski yazılı belgelere sahip olan dilin, Türk Dili' olduğu gibi çok önemli
sonuçlar ortaya koymuştur.
Türkçe ile Sümerce arasında
linguistik (dil-bilim) araştırmasına dayanılarak yapılan bu saptamalar neden
çok önemlidir?
Çünkü jeolojik ve arkeolojik
araştırmalara göre önceki bölümlerde ortaya konulan, 11600 yıl önceki bir tufan
olayı ve onu takip eden toplumsal göç olayları ile tamı-tamına uyuşmaktadır.
Jeolojik-arkeolojik bakış
açısıyla yorumlamaya devam edersek:
i- Türkler Orta Asya’da zamanla kuruyan bir
“iç denizin” kaybolması nedeniyle çeşitli yönlere doğru göçe mecbur kalan bir
kavim olarak bilinmektedir;
ii- Sümerlerle aynı kökenli bir dil
konuşması aynı yörede birlikte yaşamayı gerektirir;
iii- Söz konusu “iç denizin” oluşması ve
kuruması, buzulların ergimeye başlaması ve ergimenin sona ermesi dönemine (yani
14 bin yıl ile 4 -5 bin yıl önceleri arasına) denk gelmektedir.
Tüm bu olayları birbirleriyle ilişki içine
sokacak bir yorum ise ancak şöyle olasıdır.
“Denizden iki ırmak
ülkesine” gelmek ve “kuruyan bir iç-denizin kenarında” yaşayan bir kavim olma
olguları nasıl karşılıklı bir uyumla, ortak bir çıkış noktasında buluşturula
bilinir?
Bu sorunun çözümü buzul
devri sonrasının coğrafik görüntülerinin tasarımıyla mümkündür.
Son buzul devri 115 ile 15
bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk
olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük
konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o
zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı,
buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir
tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları
tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası
gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya
başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve
buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 6-7 bin
yıl öncelerine kadar devam eder.
Bundan sonra ise söz konusu
iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergimesi,
dolayısıyla göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli bir şekilde
sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl
kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere
başlarlar. Finler, Estonya’lılar 4-5 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2
bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri
güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini
oluştururlar.
Öyleyse Orta-Asya
“iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 12-13 bin ile 3-4 bin yıl önceleri
arasında oluşan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13 bin
yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak
uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda
hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan
yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük,
deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin
soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir
konumadır.
Sümerlerin ve bizlerin
atalarının bu eski Mezopotamya ovasında ortak bir yaşam sürdürdükleri ve bu
nedenle ortak bir dil konuştuklarını kabul edecek olursak, 12-13 bin yıl
önceleri buzulların ergimeye ve deniz seviyesinin tekrar yükselmeye başlaması
sonucu bu ovalarda yaşayan insanların ovalardan çekilmek ve yüksek tepelere
veya dağlara doğru kaçmaktan başka çareleri yoktur. Türk kavimlerinin atalarını
kuzeydeki dağlara doğru göçmeye başlayan bir topluluk olarak düşünürsek, birçok
sorun çözüme kavuşur.
Birincisi, Azerilerin kökeni
konusunun aydınlatılmasıdır: İran, pers ve Azeri karışımı bir toplumdur.
Azerilerin kökeni şimdiye dek açıklanamamıştır. En kolay göç yolunun, ırmak
vadileri boyunca olacağı düşünülürse, Dicle - Fırat vadisi boyunca göçler
başlamış olmalı, Azeriler İran’ın batı kesimi ve Azerbaycan’da yerleşen bir
kavim olmalılar.
İkincisi şudur: Orta Asya’da
yeni oluşmaya başlayan bir “iç-deniz” (göl) çevresine yerleşmiş olan Türk boyları,
göçmeye devam eden bir topluluk olmalıdır. Bu durumda, Sümerler’le olan dil
akrabalığı da anlamlı bir yoruma kavuşur.
Üçüncüsü, Sümerler ile
Atlantis’liler arası bağlantı sağlanır. Atlantis’liler Atlantis-gölü üzerindeki
batan adalarda yaşayan ilk kültürlü insanlar ise, onların devamı ancak, yazı,
takvim, vs. gibi bir çok kültürel gelişime imza atan Sümerler olmalıdır. Çünkü
Sümerler çivi yazılı tabletlerinde, “denizden iki-ırmak vadisine geldiklerini”
belirtmektedirler. Atlantis’liler ise, denize gömülen bir adada yaşayan bir
toplumdur.
Dördüncüsü, Anadolu’daki,
10-12 bin yıl önceleri oluşmaya başlayan uygarlıkların (Göbekli-Tepe, Çay-önü,
Çatalhöyük, vb.) açıklanmasının sağlanmasıdır. Hatırlarsak, buzul devri
süresince, Anadolu, Kafkaslar, vs. çok soğuk olduğundan, oralarda insan
yoğunluğu çok-çok azdır; sadece mağara gibi ortamlarda yaşanabilinmektedir.
Buzul devri sona erince, bu bölgeler yaşama elverişli olmaya başlarlar ve
Atlantis-Ovasından kaçan insanlar da buralarda yerleşerek ilk kasabaları oluşturmaya
başlarlar.
Dünyanın
diğer yerlerinde de Büyük-Tufan (Nuh-tufanı) olayının izler bırakmış olması
gerektiği ve Mu- (veya Lemuria) kültürü
Yukarıda açıklanan buzul
devri ve sonrası etkilerinin, sadece Basra-Hürmüz ovasında değil, dünyanın her
yerinde benzer türde yaşam gelişimlerine neden olacağı kesindir.
Sivilizasyon =
uygarlaşma, insanların zor bir durumda kalmaları durumunda, bu zorlukla nasıl
başa çıkacağı konusundaki arayışlarının sonucudur ve dinamik sistemler fiziği
ilkeleri uyarınca, karşılıklı uzlaşmalarla bir üst-sistem oluşturularak
çözülür. Yaşadıkları ortamın gittikçe denize gömülmesi nedeniyle, daha dar bir
alanda yaşamaya zorlanan insanlar da, uzlaşarak ilk toplumsallaşmayı = sivilizasyonu
başlatmışlardır. Deniz seviyesi yükselmesi sadece Basra-Hürmüz arasında değil,
diğer tüm dünyada da olmuştur. Örneğin Avusturalya ile Asya arasının büyük
kısmı, buzul devrinde karaya dönüşmüş ve bu iki kıta neredeyse birbirleriyle
birleşmiştir. Buzul devri sona erince, deniz çekilmesi sonucu karaya dönüşen bu
yöreler, tekrar denizle kaplanmaya başlar. Derinliklerine göre binlerce yıl
süren bir süreçte tekrar denizle kaplanırlar.
O ortamlarda
yaşayan insanlar da, aynı Atlantis'liler gibi çok zorluklar yaşamışlar, ve
elbette Atlantisliler kadar değilse de, belli düzeyde ortaklıklar kurarak,
sorunlarının üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Mu veya Lemurya uygarlıkları bu ortamlarda (Asya-Avusturalya
arasındaki bölgede) oluşmuş olmalılar. (Amerika’ya o zamanlarda insanlık henüz
ulaşamamış olduğundan, oralarda bu olaylar gelişmemiştir.)
Nitekim Hindistan ve
Güney-Doğu Asya ülkelerindeki eski efsanelerde de, Atlantis olayına benzer türde
toplumsal hayat başlangıcı oluşumlarının yaşandığı anlatılmaktadır. “Lost
continent Mu or Lemuria” olarak bilinen yazılarda, gittikçe denize gömülen bir
adada insanların toplumsallaşmayı başlatıcı bilgileri oluşturması ve bu adadan
kurtulan insanların (Mu’nun çocuklarının) bu toplumsallaşma bilgilerini
gittikleri yerlerde yaymaya başladıkları konusu anlatılmaktadır.
İnsan beyninin yorumlama
yeteneğinin kötüye kullanımı
Günümüz dünyasındaki
insanları oluşturan atom ve moleküller, on milyon yıl önceleri daha başka
varlıkların yapıtaşları olarak görev yapıyorlardı. 5 milyar yıl öncesindeki
doğada mineral, hücre gibi öğeler yoktu ve bu öğeleri oluşturan varlıklar H, He
gibi daha basit yapıtaşları olarak bulunuyorlardı. Dolayısıyla doğada var olan
kuvvet alanları (bilgi sinyalleri) varlıkların kombinasyon düzeyleri ve
dereceleri ile sürekli değişmekte ve çeşitlenmektedir. Bu değişim-dönüşümler
maksimum enformasyon düzeyi oluşturacak şekilde gerçekleşmektedir. Zaman
denilen olgu da bu değişim-dönüşümler ve enformasyon düzeyi artışlarının bir
sonucudur.
Şekil 10: İnsan bilgi oluşturmaya en
fazla ağırlık veren canlı türüdür.
Yani özetlersek, doğada
bilgiye dayalı bir düzen oluşturma eğilimi vardır ve bu yönlenme
Chaisson-diyagramı ile kesinlik kazanmıştır. Bu konuda gerekli
açıklamaları http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html ve devam dosyalarında
bulabilirsiniz.
Bilgi oluşturma, doğaya
uyumun “olmazsa olmazıdır.” Bir örümcek, ağını yapacağı ipliğin çelikten daha
dayanıklı ve her iplikten daha esnek olacak şekilde oluşturacak bilgiye; bir
midye, kavkısını en sert dalgalarda bile kırılmayacak derecede sağlam yapacak
bilgiye sahiptir.
Bu arada dünyamız
coğrafyasında oluşan değişimler, dünyamız ikliminde de büyük çalkantılara yol
açar ve dünyamız, çok soğuk buzul devirleri ve bu buzul devirleri arasında
ılıman devirlerden geçmeye başlar.
Homo= İnsan cinsini oluşturan hücre kolonilerinin, beynin yorumlayıcı
hücre sayısını artırıcı denemeleri devam eder. Gittikçe daha iyi bilgi işleyen
ve bilgi biriktiren bir beyin yapısına doğru ilerlenir. Önce ateşi kendisi
yakabilen, sonra el ve beyin organlarını oluşturan hücreleri birbirleriyle çok
iyi bir karşılıklı etkileşim içine sokmayı beceren bir program geliştirerek,
taştan baltalar, kemik uçlu mızraklar, vs. den başlayan ve günümüzün en
gelişmiş aletlerine kadar uzanan teknolojiyi geliştirmeyi başarırlar. Homo
sapiens sapiens denilen bu canlı türünün, diğer canlılara oranla dünya
üzerindeki bu başarısının temel nedeni, beynindeki hücreler arasında
gerçekleştirilen yeni görev dağıtımı sistemi olmuştur. Diğer tüm omurgalı
hayvanlarda, beyindeki veri yorumlayıcı (asosiyasyon) hücre sayısı, veri
toplayıcı hücre sayısına oranla az iken, "insan" dediğimiz Homo
sapiens sapiens'de bu oran tam tersine ayarlanmıştır. Beyindeki bu yorumlama
yeteneği, özel bir "bilinç sistemi devresi" oluşturulmasına götürmüş
ve "bilinç ve bilgi" sistemi oluşumuna paralel olarak da
"kültür" denilen insana özgü oluşumun doğmasına yol açmıştır.
Bilgi oluşturma yeteneği
insanların binde-birinden daha az oranında kişide görülür, yani 1000 kişinin,
sadece 1’i yaratıcı olabilir ve bir şeyler keşfeder, diğer 999u mevcut
bilgileri uygulayıcıdır, yapılanları taklit eder. Bu durumu, ilk zeki insanlar
da fark etmiş olmalılar ki, kendilerindeki yeni bir şey yapma yeteneğini
“efendilik-yaratıcılık” unsuru olarak öne çıkarıp, diğer insanların kendilerine
hizmet için yaratılmış oldukları görüşünü onların bilinç-altına yerleştirerek,
asil = tanrı-soylu, adi-soylu insanlar gibi sınıf ayrımcılığı ortaya atmış
olmalılar.
İnsanların, zihinsel
yeteneklerini kötüye kullanması, insanoğlunu doğal sisteme en zararlı bir canlı
haline getirmiş ve günümüzdeki savaş ve ekolojik felaketlerin temel sorumlusu
olmasına yol açmıştır.
Göbekli tepe ile Atlantis (veya)Sümer Uygarlığının ortak
noktası
Göbekli
Tepe yaklaşık 11 600 yıl önceleri yapılmaya başlanılan bir dinsel tapınak
yeridir. Atlantis hikayesi ise, yine 11 600 yıl önceleri sulara gömülen ilk
toplumsallaşma yapısıdır.
Peki
11 600 yıl önceleri ne tür bir olağan-üstü olay olmuş olmalı ki, böylesine
farklı iki olayın başlangıcı oldu?
Şekil 11: 11600 yıl önceleri dünyamızda 10 dereceye
ulaşan ani ve hızlı bir sıcaklık yükselmesi gerçekleşmiştir.
11600 yıl önceleri ne
olduğunu anlamak için yine dünyamızın geçmiş tarihini, yani jeolojik bilgilere
bakmak gerek. Jeolojik bilgiler dünyamızın ikliminin sürekli değiştiğini
göstermektedir. Dünyamızdaki sıcaklık değişimlerinin nasıl olduğu, buzul
içlerindeki hava kabarcıklarının analizlerinden saptanabilinmektedir. Grönland
buzullarında yapılan sondajlarla ulaşılan sonuçlar aşağıdaki şekilde
sunulmuştur. Şekilde görüldüğü üzere, dünyamız 11600 yıl önceleri muazzam bir
sıcaklık değişimine uğramıştır. Daha önceleri
çok soğuk olan dünyamız (buzul devri koşulları) 11600 yıl önceleri aniden ve
çok hızlı bir şekilde ısınmaya başlamıştır.
Cennet-Ülkeden başlayan Göçler
Şekil 12: Cennet-Ülke'yi terk etmek
zorunda olan insanların Göç-güzergahları
11600’lü
yıllarda başlayan sıcaklık yükselmesi nedeniyle, yaşamaya elverişli bölgeler
gittikçe büyümeye başlar. Cennet-Ülkenin gittikçe deniz sularınca kaplanması
nedeniyle, oraları terk etmek zorunda kalan insanlar da, Bereketli-Hilal
denilen bölgelere doğru yayılmaya başlarlar.
İnsanlık
tarihinin ilk göç dalgasının başlamasının iki çok önemli nedeni vardır:
Birincisi,
deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle “Cennet-Ülkenin” gittikçe denizle
kaplanması ve yaşadıkları ortamın sular altında kalan insanların göç mecbur
olmaları;
İkincisi,
sıcaklığın artması nedeniyle kuzeydeki yüksek platoların yaşama uygun ortamlara
dönüşmeleri.
Göbekli
Tepe gibi tapınma merkezlerini yapan ve Çayönü, Çatalhöyük gibi eski yerleşim
yerlerini oluşturan insanların buralara gelmeleri bu göçler sonucu olmuştur.
Göç
ederek buralara gelen insanlarla, Sümerler gibi 4-5 bin yıldan fazla bir süre
Basra-körfezi üzerindeki tümseklerde yaşamlarına devam eden insanlar arasında
sürekli bir ticaret sistemi olmak zorundadır, Nedeni ise 8-10 bin yıl önceleri
henüz madencilik keşfedilmemiş olduğundan, insanlar kesici alet olarak
obsidiyen (çakmak-taşı) denilen taşları kullanmaya mecbur olmalarıdır.
Basra-körfezi üzerindeki hiçbir adada veya yükseltide obsidiyen yoktur.
Obsidiyen olmayan yörelerde yaşayan insanlarla, obsidiyen kayaçları bulunan
yöre insanları arasında sürekli bir ticaret olması kaçınılmazdır.
Obsidiyen
volkanik bir kayaçtır, Anadolu’da Niğde, Adıyaman, Van, Kars gibi bölgelerdeki
volkanik kayaçlarda bol bulunurlar. Suriye’deki Yabroud II mağarasında bulunan
obsidiyenlerin Niğde yöresindeki Göllü Dağ’dan; Kuzey Irak’taki Shanidar
mağarasında bulunan obsidiyenlerin, Nemrut Dağından geldiği kimyasal incelemelerle saptanmıştır.
Yani buzul devrinin zor koşullarında bile beş-altı yüz kilometre uzaklıktaki
yerlerde yaşayan insanlar arasında ticaret yapılmıştır.
Şekil 13: Toplumsal hayata geçmeden
önce de insanlar arasında ticaret ilişkileri vardır.
Basra-Körfezi
üzerindeki adlarda hala yükselen deniz seviyesi nedeniyle sürekli sıkıntılı
yaşamakta olan Sümerler, tarım ve hayvancılığı keşfetmiş, tekerlek, cam,
çanak-çömlek gibi gittikçe artan bir kültür düzeyine yükselmişlerdir.
Ticaret
yapan insanlar arasında bilgi alış-verişleri de olduğundan, ada toplumu olan
Sümerler ile hem ticaret yapanlarla, hem de göçlerle çevreye yayılan insanlar kanalıyla
bilgi aktarımları olmuştur. Bu nedenle 12-13 bin yıl öncelerine kadar
avcı-toplayıcı olarak yaşayan insanlar, yaklaşık 10-11 bin yıl önceleri
yerleşik hayata geçmeye başlamıştır.
Tarım
ürünlerinin ekim ve biçim zamanlarının bilinmesi bu ürünlerin elde edilmesinde
çok önemli olduğundan, sıcaklık, yağış, vs gibi faktörlerin nelere göre
değiştiği bilgilerinin bilinmesi gerekmektedir. Bu nedenle mevsimlerin nasıl
oluşup değiştiğini saptamaya yönelik takvim bilgileri oluşturulmuştur.
Takvim,
güneş, ay, yıldızlar gibi gök cisimlerinin incelenmesiyle oluşturulabildiğinden,
astronomik gözlemler yapılmaya başlanmıştır.
Doğada
bir oluşumun, bir erkekle bir dişinin birleşmesi sonucu gerçekleştiğini gören
insanlar, doğal sistemi oluşturanların da, bir erkek (Güneş) ve bir dişi (Ay)
gibi göksel güç sisteminin oluşturdukları Tanrılar olarak tasarlamış olmalılar
ki, Ay ve Güneş’in üst-üste çakıştığı Güneş-tutulması olayını, kutsal bir imge
olarak tüm tanrısal figürlerde kullanmışlardır. Kutsal bir kişinin doğacağı
mesajını veren Orion takım yıldızı 3-kral olarak simgelenmiştir.
Yontma
Taş devrinin henüz düşünme ve doğal olayları anlama yeteneği gelişmemiş
insanlarının torunları olan Sümerler, bedenlerimizin içlerinde canlı varlıklar
olduğundan habersizdirler.
Bedenlerimizin
bu minik yaratıklar tarafından, değişen doğa koşullarına uyum sağlayacak
şekilde belli bir süreliğine oluşturulduğunu, dolayısıyla, bir süre sonra
ölmesi ve tekrar moleküllerine ayrılarak, değişen dünya koşullarına göre
yeniden organize edilmeleri gerekliğini de bilmemektedirler. Hayatın doğum-ölüm
döngüsü üzerine oturtulmuş bir evrimsel gelişim olduğunu bilmeyen Sümerler, ebedi
bir hayat özlemine uygun hikayeler tasarlamışlar, Gılgamış destanı gibi eserler
bırakmışlardır.
İnsanlık
doğadaki yaratıcılığı (Tanrı?) anlamak istemektedir. Yaratılan şeylerin kimler
tarafından yapıldığına bakmak sorunu çözer. Bilgisayar, araba, köprü, vs
insanlar tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla onların tasarımcısı da,
yapımcısı da insandır.
Eski insanlar da,
“mademki ben bir heykel, bir mızrak, bir iğne, bir resim yapıp, bir şey
yaratıyorum, o zaman beni ve diğer canlı-cansız varlıkları da yaratan bir
varlık olmalı” şeklinde düşünerek, “tanrı” dedikleri bir yaratıcı
tasarlamışlardır. Bunu insanlığın yaptığı ilk ve en eski tapınaklardan (Göbekli
Tepe) öğreniyoruz.
Bu nedenle doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı,
erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlamışlardır.
Doğal sistemin
oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü
varlıklar olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu
inancı simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde
bulunan T-şekilli sütunlar erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak
tasarlanmışlardır.
Atalarımızın
tanrıları, doğayı yaratan erkek-dişi varlıklar olarak algıladıklarını, yine
çivi yazılı eski Sümer belgelerinden anlıyoruz.
Şöyle ki:
Doğada canlılık
mevsimsel döngü gösterir. Baharda doğa canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler
olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın çürüme ve ayrışma başlar. Dolayısıyla
insanların tasarladıkları tanrıların bu döngüyü yansıtmaları gerekir.
“Tanrıça İnanna ile bazı tanrılar evlenmek
ister. Bunların arasında Çoban tanrısı Dumuzi ve Çiftçi Tanrısı Enkimdu en
ateşlileridir.
İnanna’nın’nın
Çiftçi Tanrısı’na gönlü daha yatkındır, fakat kardeşi Güneş Tanrısı Utu’nun
önerisi ile Çoban Tanrısı Dumuzi’yi seçer ve onunla evlenir.
Bir süre sonra
İnanna yer altı dünyasının hakimesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider.
Ereşkigal, İnanna’nın yer altı hakimiyetini de alacağından korkmaktadır ve
yer-altı kuralı olarak onu cesede çevirir. Onun geri dönmediğini gören veziresi
Ninşubur tanrılar meclisine giderek onu kurtarmalarını rica eder. Bu ricaya
yalnız Bilgelik Tanrısı Enki kulak verip kurtarmak için yol gösterir.
Tanrıça dirilip tam
yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini bırakmam
gerek’ derler.
İnanna yerine
bırakacağını birini düşünürken, kocasının bulunduğu yere gelir. Bir de ne
görsün! Dumuzi karısının yokluğunda hiç üzüntü duymadan en güzel giysileriyle
tahtında kurulmuş oturuyor. Büyük bir kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’
der.
Böylece cinler
Dumuzi’yi yaka paça yeraltına götürür. Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş
Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. Onun yardımıyla bir ara
yeraltından kurtulsa da tekrar yakalanır.
En sonunda Dumuzi’nin
kız kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin
yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl özgür
bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla
yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir.
Böylece ülkeye bereket gelir.”
Bu nedenle eski
toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir baş rahibenin yer aldığı
düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur.
Bu şenliklerin en
yaygın olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz dönemine geçişe
denk gelen nevruz şenlikleridir.
Dünyamızda hem
karalar, hem denizler, hem iklim koşulları, vs. hepsi sürekli bir
değişim-dönüşüm içindedir. Canlılar da zorunlu olarak, doğadaki bu değişim-dönüşümlere
uyumlu hale gelebilmek için, yapısal durumlarını sürekli değiştirmek zorunda
kalırlar. Bunun için de çevrelerinde nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun
vadeli düşünerek, geleceğin hangi yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu
nedenle “BİLGİ” denilen mucizevi bir faktörden yararlanılır ve doğada her şey
“information & self-organisation = Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak
özetlenen dinamik-sistemler fiziğine göre işler.
Geçmişimiz hakkında bilinmesi
gereken temel bilgiler
Biz Anadolu halkı
olarak geçmişimiz hakkında göz önünde bulundurmamız gereken önemli noktalar
şunlardır:
1- Yaklaşık
100 bin yıl süreyle, yani 115 bin yıldan 15 bin yıl öncesine kadar dünyamızda
buzul devri vardı. Buzul devri süresince 400 veya 500 metreden yüksek yerler
sürekli kar veya buz örtüsü halindeydi.
2- Anadolu’da
400 metreden alçak yerler çok sınırlı bir sahil şerididir; dolayısıyla
Anadolu’nun tümü sürekli kar (Yüksek dağlar ise buzul) örtüsü altındadır.
3- Bu
nedenle yaşam koşulları Anadolu genelinde çok kötüdür. 4- İnsanlık
henüz çanak-çömlek yapmaktan aciz olduğundan, sadece su kaynakları yakınında
yaşamaya mecburdurlar.
5- İnsanlık
ev-gibi bir sığınak yapamadıklarından, sadece mağara gibi sığınaklarda
yaşayabilirler.
Tüm bu faktörlerin
hepsini dikkate alırsak, Anadolu’da 15 bin yıldan daha eski devirlerde, sadece
mağaralarda yaşayan insanlık mevcut olabilir, onlar da genelde sahil boyunca
bulunacak, bir su kaynağına yakın mağaralarda yaşayan insanlardır. Dolayısıyla
Anadolu boş sayılacak bir ülkedir.
Halbuki söz konusu bu
115000 ile 15000 yılları arasında, Atlantis-Ovası olarak tanımlanan ortam çok
yoğun bir insan nüfusu içermektedir. Ova ılıman iklimli ve her türlü bitki ve
hayvan yetişmesine uygun olduğundan, bu alandaki insan nüfusu gittikçe artmış
olmalıdır. Çanak-çömlek yapmaktan aciz olan insanlar, Nüfus arttıkça, ovadan
akan Dicle ve Fırat ırmağının sularını, kanallar yaparak, ovanın her tarafına
yayarak, artan nüfuslarını barındıracak yeni alanlar oluşturmuş olmalılar. Bu
şekilde Atlantis-Ovası, yaklaşık yüzbin yıl gibi çok uzun olan buzul devrinde,
çok yoğun bir insan nüfusu içeren bir cennet ülkeye dönüşür.
Ancak bu cennet ülke,
buzul devrinin sona ermesiyle cehenneme dönüşür, çünkü dünyanın bir kısmını
kaplayan buzulların ergimeleriyle oluşan sular tekrar denizlere dolmaya ve
deniz düzeyi tekrar yükselmeye başlar. Bu nedenle Atlantis-Ovası tekrar su
altında kalmaya başlar. Atlantis-Ovasının insanları da, bulundukları yerleri
terk ederek, şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya ve kendilerine yeni yaşam ortamları
bulmaya çalışırlar.
Atlantis-Ovası gibi
bir yerde sıkışık bir alanda binlerce yıl iç-içe, yan-yana yaşamış, hatta ova
üzerindeki tümseklerde hapis kalarak, karşılıklı toplumsal ortaklık ilişkileri
geliştirmiş aglütine bir dil (Türkçe) konuşan insanlar ise, ülkeleri denizle
kaplanınca, göç etmeye mecbur kalmışlardır. Göç edilecek en uygun bölge ise
Anadolu topraklarıdır; çünkü üzerinde sadece bir su kaynağı yakınındaki
mağaralarda yaşayan insanlar bulunmaktadır, ki bu da yok denecek kadar azdır.
Atlantis Ovasından göç-edenler yeni
yurtlarında nasıl bir yaşam sürdüler
Önce
Atlantis-Ovasında toplumsallaşma kültürü oluşturarak, dünyanın diğer yerlerine
bu toplumsal yaşam sistemini aktarmaya başlayan insanların yaşamlarına bakalım.
Toplumsal yaşam tarım
ve hayvancılık temeline dayanır. Buzul devri sonrası yaşama açılan Anadolu,
Kafkaslar, İran gibi Kuzey bölgeleri için tam yerleşik ve yarım-yerleşik
(göçebe) şeklinde iki farklı toplumsal yaşam türü ortaya çıkar. Çünkü bu
bölgelerin coğrafyası çok engebelidir. Bazı bölgeler bin metreden az
yükseklikte düz-ovalık iken diğer bölgeler 2-3 bin metrelik “yayla” denilen
yüksekliklerdedir. Böyle bir coğrafyada tarım hayatı yerleşik düzen
gerektirirken, hayvancılık göçebe hayatı gerektirir.
Neden göçebelik
gerektirdiğine gelince: Yayla denilen 2-3 bin metre yüksekliğindeki yerler kış
mevsiminde karla kaplanırken, bahar ve yaz aylarında hayvan otlatmaya çok
elverişli olurlar. Dolayısıyla hayvancılıkla geçinenler, yazın bu yaylalara göç
ederler, son kış yaklaştığında ise, “cenik” denilen kışlık yaşam ortamlarına
dönerler.
Göçebe hayatı
yaşayanlar sürekli taşınma içinde olduklarından, at gibi hayvanları daha çok
kullanırlar. Atlar ise, kavimler arası savaşlarda en etkili araçtırlar. Bu
nedenle göçebe toplumlar, yerleşik toplumları sık sık istila etmişlerdir. Bu
durum, belli bir coğrafik alanda kurulan devletlerin yıkılıp, yerlerine yeni
devletler oluşturulmaların en önemli nedenidir. Sümerler gibi tam yerleşik
toplumların, göçebe yaşamlı kavimlerce ele geçirilmesi bu nedene dayalıdır.
Kent devletleri
şeklinde başlayan ve daha sonraları bölgesel devletlere dönüşen tüm
sivilizasyonlarda, toplum sadece tepedeki bir hanedan sınıfı tarafından
sahiplenilmiştir. Halk tepedeki bu hanedan zümresinin kuludur, ona hizmet için
vardır. Bu nedenle, devletlerin ele geçirilmesi, sadece hanedanlık merkezinin
ele geçirilmesiyle gerçekleşir. Halk
yeni hanedanın uşağı-kulu olur. Büyük İskender’in Makedonya’dan başlayıp, tüm
Anadolu’yu, Orta-doğu devletlerini Hindistan’a
kadar 4 yılda fethetmesi sırf bu nedenle mümkün olmuştur.
Aglütine dil konuşan
Atlantis- Ovalıların yerleştiği bir Anadolu düşünün; daha önceleri sadece
mağaralarda yaşam olanağı olduğu için çok az sayıda insanın mevcut olduğu bir
ortama gelmiş ve sivilizasyon bilgisine sahip olan insanlar mutlaka her
elverişli ortamda tarım ve hayvancılık yapmaya başlayacaktır. Toplumsal hayat
kavramına sahip olan bu yeni gelenler, oralardaki az sayıdaki yabani insanları
mutlaka etkileyip, kendi yaşamlarına uyduracaklarıdır.
Acaba Anadolu’ya gelerek orayı yurt
edinen ilk yerel kavimler nasıl bir dil konuşuyorlardı?
Uygarlık Aglütine dil
konuşan Atlantis-Ovalılar tarafından keşfedilmiştir. Şimdi önce aglütine
dillerin temel iki özelliğini vurgulayalım:
1-
Sözcüklerin arkasına eklentiler yapılarak farklı
anlamlar elde edilir. Örn. Masa, masanın, masada, masaya, masadan, masanınki,
halbuki indo-german dillerde “masa = table” “table” sabit kalır, ve onun önüne
“on the table, at the table, to the table” gibi ön ekler getirilerek faklı
anlamlar oluşturulur.
2-
Dilde cinsiyet ayrımı yoktur; halbuki diğer
yaygın dillerde erkek-dişi ayrımı vardır, örn. ben-sen-o derken, İngilizcede
3.şahıs “o” erkek ise “he”, dişi ise “she” olarak tanımlanır. Halbuki Türkçe
gibi aglütine dillerde erkek veya dişi fark etmez: “o”dur.
Şimdi bu iki temel
farkı dikkate alarak, Anadolu’da yaşamış eski kavimlerin hangi dilde
konuştuklarını, dolayısıyla, Atlantis-ovalıların aglütine dilini mi yoksa kuzey
komşularında konuşulan bir indo-german dil mi konuştuklarını görelim. (Güney
komşuların dilleri semitik -Arapça, vs.- olduğundan, Anadolu gibi kuzey konumlu
coğrafyada etkileri görülmez.)
Şimdi arkeolojik
belgelere bakarak, Anadolu’da yaşayanların hangi dili konuşan toplumlar
olduklarını görelim.
Anadolu’da en eski tarihli yazılı belgeler MÖ
2. bine ait olan Boğazköy kaynaklarında bulunur. Hitit devletine ait olan o
belgelere göre, Hitit devletini kuran hanedanlar, orayı istila edip,
yerleştiklerinde, o bölgede Hatti denilen bir kavim varmış ve bu kavmin dili
aglütine imiş. Hattice’nin kaçıncı bin yıla kadar geriye gittiği hakkında bir
bilgi bulunmamaktadır.
Hatti’lerden sonra M.Ö. 1900lü yıllarda Hitit
hanedanlığına dayalı bir devlet oluşturulur.
Dil-bilimciler,
Hititçe’yi proto-indogerman olarak tanımlarlar. Buradaki “proto” öneki, bu
dilin tipik bir indogerman dil olmadığını belirtmek için kullanılmıştır. Hitit hanedanlığı (Eti devletinin) konuşma
dilinin aglütine özellikler taşıdığını Hititoloji uzmanı Mustafa Selçuk Ar’dan
aktarılan şu örnekler göstermektedir: (http://eskianadoludilleri.blogspot.com/2010/11/civi-yazili-kaynaklara-gore-turkce.html)
1)- Labarna-an—Labarna-(n)ın,
UDUhi.a-an ,= Koyunlar-ın,
DlNGlRmeş-an==Tanrılar-ın; (Dingir sözcüğünün Orta-Asya
Türkleri dillerinde de tanrı anlamında kullanıldığını hatırlayın)
ERlNmeş-an=Piyadeler-in,
DUMUmes-an=Oğullar-ın.
Bu birkaç misalden açık olarak anlaşılacağı gibi Etilerin yazı dilinde yazılmış yazıtlannda geçen isimlerin “-in„ hallerini teşkil etmek için kullanılmış olan “-an„ eki ile Türkçemizin öz malı olan “-in„ eki
arasında hiçbir fark yoktur.
Bu birkaç misalden açık olarak anlaşılacağı gibi Etilerin yazı dilinde yazılmış yazıtlannda geçen isimlerin “-in„ hallerini teşkil etmek için kullanılmış olan “-an„ eki ile Türkçemizin öz malı olan “-in„ eki
arasında hiçbir fark yoktur.
2)- İsimlerden sıfat yapmağa yarayan, aynı
zamanda aidiyet eki vazifesini gören “-li„ eki de Türkçe ile hititce arasındaki
benzerliği gösterir:
Tıpkı Türkçemizide kullandığımız Ankara-lı,
Parti-li, Lonca-lı, Halkev-li ifadelerinde olduğu gibi.
Taşkuriya-li = Taşkuriya-lı
Alişa-li = Alişa-Iı
Miyanti-Ii = meyve-li
Alişa-li = Alişa-Iı
Miyanti-Ii = meyve-li
3)- Diğer taraftan bu “-li„ ekinin
kullanıldığı kaynaklar yalnız Eti sahasına kapanıp kalmamaktadır. Etrüsk
dilinde, Trova şehrine mensup bir adamdan bahsedilmek istenildiği zaman
Trova-lı demek olan 'Truial, denilmektedir ki bu da diğer misallerde olduğu
gibi aynı birliği göstermektedir. Etrüsk dilinde buna benzer daha birçok
misalleri bulmak kabildir.
4)- Diğer taraftan aynı özelliğin Lidya dilinde de mevcut olduğunu gösteren örnekler vardır: Bu dilde Baki şehrinde oturan bir rahipten bahsedileceği zaman 'kavis bakillis' denir. Buradaki 'Bakillis' in Türkçedeki' Baki-li'den farkı yoktur. 'Manelis = Mane-li' kelimesi başka bir örnektir. Bergama'daki hanedan krallarından 'atalis' “ata-lı” anlamındadır.
5)- Hurri dilindeki “-he” veya “-hi” ekleri de
türkçedeki “-li” ekine karşılık gelir.
Kizvatna-hi = Kizvatna-lı
Arinna-hi = Arinna-lı
6)- Anadolu’da yerleşmiş ilk insanların
konuştukları dillerde cinsiyet ayrımı olmaması, bu dillerin Türkçe ile yakın akrabalığının
diğer önemli bir delilini oluşturur.
Görüldüğü üzere,
Anadolu’da kurulmuş farklı devletlerin dilleri, aglütine dil özellikleri
göstermektedir. İndogerman kökenli bir dilden kökenlenmiş olsalardı, “Alişa-li”
yerine “from Alişa” derlerdi.
Atlantis-Ovasından göç edenler
nerelere göç etmişlerdir?
Atlantis-ovası deniz
yükselmesi nedeniyle 12 bin yıl önceleri tekrar denizle kaplandıkça, ovada
yaşayanlar şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya başlarlar. En sona olarak da
Sümerler adlı kavim 6-7 bin yıl önceleri UR-Uruk denilen arkeolojik noktalara
çıkar ve ilk kent devletlerini kurarlar. Ama daha önce ovayı terke eden
topluluklar, Anadolu uygarlıklarının çekirdek noktaları olan Göbekli Tepe,
Çatalhöyük gibi 10-11 bin yıl öncelerine dayanan toplu yerleşim noktaları
oluşturmuşlardır.
Dünyanın diğer
noktalarında ilk uygarlık tohumları da, yine agglütine dil konuşan kavimlerce
(Etrüskler ve Roma Uygarlığı, Giritlilier ve Minos Uygarlığı)
oluşturulmuşlardır. Anadolu’daki Truva,
Lidya, Hatti vs gibi diğer devletleri oluşturan kavimlerin de aglütine
dil konuşan kavimlerden oluşması aynı nedene dayanır.
Azeriler de Atlantis-Ovasından
göçmüşlerdir.
Neden Azeriler
İran’ın batısında ve Azerbaycan’da yaygındır? Onlar oraya ne zaman
gelmişlerdir?
Gerek İran’ın batısı,
gerek Kafkasya bölgesi, 115 bin ile 15 bin yıllar arası süren son buzul devri
süresince, yaşanılacak ortam değillerdir, çünkü çok yüksek dağ ve platolardan
oluşurlar, dolayısıyla sürekli bir kar ve buz örtüsü altındadırlar. Kar ve buz
örtülü ortamlarda hayat, sadece su kenarlarındaki mağaralarda mümkündür, tabii
çevrelerinde avlanacak hayvanlar varsa. Dolayısıyla, günümüzde o bölgelerde yaşayan
halk. Sonradan o bölgelere göçmüş-gelmiş olmalılar. Kuzey ülkeler zaten
karlı-buzlu olduklarından, göç edecek insanların geldikleri yerler, göç
verebilecek bölgelerden olmak zorundadır. Göç verebilecek ülke ise
Atlantis-ovalılardır.
Anadolu’ya yerleşen
Atlantis-Ovalılar: Aleviler (Türkmenler vs.)
Anadolu’da Alevilik
denilen Türk diline dayanan bir kültür gelişmiştir. Bu kültür Alevilerin
Anadolu’ya yerleşmiş ilk uygarlık olduğunu gösterir, çünkü 12-13 bin yıl
önceleri Anadolu kar ve buzlarla kaplı bir bölge idi. Henüz çanak çömlekten
yoksun olan insanlık, ancak ve ancak bir su kaynağına yakın bir mağarada
yaşayabiliyordu. Bu nedenle 12-13 bin yıldan önceleri Anadolu boştu
denilebilir.
Bu boş Anadolu, 12-
bin yıl önceleri Atlantis-Ovasından başlayan göçlerle insanlarla dolmaya
başlar. Göç yapan insanlar ise, Türkçe yani aglütine dil konuşan
Atlantis-ovalılar (Türklerdir).
Azerilerin binlerce
yıldır İran ve Kafkasya’da yaşadıkları gibi, daha batıda bulunan Anadolu’ya da
ilk gelen topluluklar Aleviler olmalıdır. Aleviler Anadolu’ya göç eden ilk Türk
kavmi olmak zorundadır. Çünkü Göktürk’lerin Orta-Asya’dan göçleri 9. Asırdan
sonra başlar. Halbuki Aleviler’in Anadoluda çok daha eski çağlarda, örn. 4.
Asırda yaşadıklarına ait kayıtlar bulunmaktadır (Çınar 2012).
Erdoğan Çınar’ın “Aleviliğin Kökleri” adlı kitabında şu
bilgiler yer alır:
“325 yılında, yani
1700 yıl evvel.. Bizans İmparatoru 1.
Konstantin İznik’te bir konsey toplar.
Konseyin gündemi İmparatorluğun dinini kararlaştırmaktır. İmparatorun
dediği olur ve Devletin dini Ortodoks Hristiyanlık kararı alınır. Çıkan bu
karar İmparatorluğun tüm tebaasına duyurulur, Ardından tüm tebaanın
Hristiyanlığı kabul etmeleri emredilir.
O tarihlerde Anadolu’da Aleviler
de yaşamaktadırlar. Aleviler, inanışlarını terk edip, Hristiyanlığı kabul etmek
istemezler. Hristiyanlığı kabul etmeleri için zorlanırlar, zorlamalar giderek
baskıya dönüşür. 600 lü yıllarda
baskılar şiddete dönüşür. Tüm Alevi Tapınakları basılıp dağıtılır. Mabetleri
ateşe verilir Alevilerin el yazmaları yasaklanır. Yani Alevi inanışının tüm
belgeleri yasaklanır. Hatta Alevi inanışının kutsal kitabı olan ‘’KUDRET’’ de yasaklanır. Kudret ve diğer el
yazmalarını bulunduranlar, mutlak ölümle cezalandırılır.
Bakınız, Ortodoks
Kilisesi kaynaklı bir Bizans belgesi ne diyor. “Bu adamların öğretilerine ve İncil’e muhalefet eden, KUDRET denilen
kitabı kabul edip şereflendirenlere lanet olsun.”
Bu belgeden
anlaşıldığı gibi, Alevilerin o tarihlerde KUDRET adında Kutsal bir kitapları
vardır. Maalesef o kitap tamamen yok edilmiştir. Ancak KUDRET kitabının sadece
cismini yok ettiler, Ruhunu yok edemediler.
Aşık-ı sadıklar, Kudretin içindekileri nefeslere, değişlere yazdılar,
yani dile yazdılar. Şimdi Kudret Aşık-ı Sadıkların nefeslerine yaşamaya devam
etmektedir.
Alevi nefeslerinde
KUDRET vurgulamasına yer yer rastlanır.
Ortodoks Kiliselerinin arşivlerinde, Alevi kıyımı ile ilgili, çok sayıda
belge vardır küfür doludur ve lanetle sonlanırlar. O tarihlerde, bir topluluğu
veya bir kişiyi lanetlemek. ‘’Öldürülmeleri gerekir’’
Alevi toplumu, bu
baskılar karşısında sinmek zorunda kalırlar. Görünüşte, biz de Hiristyanız
derler Ama Kiliseye gitmezler. Hristiyanların kutsal saydıklarını kutsamazlar,
Ayin-i Cem’lerini yürütmeye devam ederler. Yani takiyye yaparlar. Bununla ilgili Bizans belgelerinden bir
tanesi aynen şöyledir: ‘’Papazlarımızı ve hiyerarşinin diğer özellerini
reddediyorlar. Kendi Papazlarına Pir veya Rehber diyorlar. Ve onların papazları
kıyafet ve diyetleriyle, yaşam biçimleri ile, topluluklarından ayırt
edilmiyorlar’’ Yani, Alevi önderlerinin kıyafetleri, beslenmeleri yaşam
biçimleri topluluklarından farklı değilmiş. Geçimlerini temin etmek için de
çalışırlarmış.
Bakınız bir başka
belge ne diyor: ‘’Sıradan bir insan için, en iyisi onların farkına varmak.
Ancak onlarla herhangi bir şekilde konuşmamaktır. Çünkü deneyimsiz olanlarla
sohbet ederek kendilerini tehlikeye atarlar. Kendilerini kaptırırlar bazı
kişiler onların fikir istilalarından kaçınmaları çok zordur.
Küfür ve iftira dolu
belgeler var bunlardan bir tanesi aynen şöyle.
‘’Kız kardeşleri, kayınvalideleri veya görümceleriyle kirlenmiş
olanlara, ziyafet için toplanıp içki içtikten sonra, ışıkları söndüren ve alem
yapanlara lanet olsun’’ Her lanet fetvası, ardından yeni baskılar getirir.
Bunlara rağmen, Alevi Toplumunu bir türlü kiliseye çekemezler.”
Alevi kültürüne karşı
düşmanca tavırların, diğer bir kutsal-kitaba inanan Osmanlı devleti zamanında
da devam etmiştir. Yani bir alevi vatandaşın deyişiyle: “Aleviler, binlerce
yıldan beri kendilerine ağır düşmanlık besleyen, varlıklarına tahammül
göstermeyen ve canlarına kasteden dinlerin ve mezheplerin hüküm sürdüğü
coğrafyalarda, çaresizlikten doğan en doğal haklarını kullandılar, kimliklerini
ve asıl inanışlarını sakladılar. Zamana, zemine ve etrafını çevreleyen
koşullara göre, değişik dış görünüşlere büründüler. Sürekli isim değiştirdiler.
Alevi inanışı, Alevilerin kendileri için çağlar boyunca en
dayanılmaz koşullarda bile vazgeçilmez bir tutku ve sonsuz vefa ile
bağlandıkları bir yol oldu. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Alevileri sarsılmaz
bağlarla kavrayan bu inanışa asla tahammül gösteremediler. Aleviliği mutlaka
yok edilmesi gereken, kendi inanışlarının en büyük tehdidi saydılar.
Ortodokslarla başlayan, Katoliklerle devam eden, Aleviliğe karşı işlenmiş
insanlık suçlarının ve sonu gelmez Alevi düşmanlığının sebebini, Alevilerin,
semavi dinlerin kabullerinin çok dışındaki inanç sisteminde aramak gerekir.”
Peki kutsal-kitaplı inanç sahipleri neden Alevi
kültürüne düşmanlık besledi?
Kutsal-kitaplar doğadaki yaratıcılığı, varlıkların içsel
sistemlerinde değil, dışsal bir sistemde tasarlamışlardır. Alevilik ise, “bir
ben vardır, bende benden içeri” deyişinde görüldüğü üzere, doğal sisteme uygun
olarak içsel bir sistemde bir yaratıcılık tasarlamışlardır.
Alevilerin aşağıda sunulan görüşünün, Dinamik Oluşum
Mekanizması (DOM) görüşüne ne kadar yakın olduğunu fark edebiliyor musunuz?
“Alevi inancını semavi dinlerden
ayıran ve sonu gelmez düşmanlıklara altyapı oluşturan bir diğer önemli
farklılık da, Alevilikte ölümden sonra öteki dünya inanışının olmayışıdır.
Kendisine inananların bağlılığını ve kendi kurdukları dünya düzeninin
emniyetini, ölümden sonra bir başka dünyada vaat edilen ödül ve ceza sistemi
üzerine inşa eden semavi dinler, Alevilikte öbür dünya inancının olmayışını hiç
kabullenemediler. Alevi inanışına göre insan, sürekli beden-biçim değiştiren
ilahi ruhun parçasıdır. Vücut bulmuş enerjidir. Işık’tır. Asla ölmez.”
İşte Aleviler bu
nedenle Anadolu’ya gelen ilk kavim olarak kabul edilme zorundadır. Geniş Anadolu topraklarında birçok yerel
devlet oluşturulmuştur ve bu devletler tarih boyunca sık sık farklı yörelerden
gelen kavimlerce istilaya uğramış, hanedanlıklar değişmiştir. İstilalarda
genellikle erkekler öldürülür, ama kadın ve çocuklar bırakılır. Bu nedenle
Anadolu’nun yerli halkının temel yapısı genelde korunmuş olur, çünkü çocukların
dili ve gelenekleri temelde analar tarafından aktarılmaya devam etmiştir.
"Alevî" teriminin eski
bir Anadolu uygarlığı olan Luvilerden geldigini, ve Luvi
sözcüğünün Hitit dilinde "Işık
İnsanları" anlamına geldiğini öne sürülmektedir.
Uygarlık
Aglütine dil konuşan Atlantis-Ovalılar tarafından keşfedilmiştir.
Atlantis-ovası deniz yükselmesi nedeniyle 12 bin yıl önceleri tekrar denizle
kaplandıkça, ovada yaşayanlar şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya başlarlar. En
sona olarak da Sümerler adlı kavim 6-7 bin yıl önceleri UR-Uruk denilen
arkeolojik noktalara çıkar ve ilk kent devletlerini kurarlar. Ama daha önce
ovayı terke eden topluluklar, Anadolu uygarlıklarının çekirdek noktaları olan
Göbekli Tepe, Çatalhöyük gibi 10-11 bin yıl öncelerine dayanan toplu yerleşim
noktaları oluşturmuşlardır.
Şimdi
aglütine dil konuşan Atlantis- Ovalıların yerleştiği bir Anadolu düşünün; daha
önceleri sadece mağaralarda yaşam olanağı olduğu için çok az sayıda insanın
mevcut olduğu bir ortama gelmiş ve sivilizasyon bilgisine sahip olan insanlar
mutlaka her elverişli ortamda tarım ve hayvancılık yapmaya başlayacaktır ve
yabani yaşayan az sayıda yerel halkı etkileyecektir. Bunlar bize Anadolu’nun
yerel halkının aglütüne (yani günümüz Türkçesine benzer) bir dil konuşan
kavimlerden olduğunun gerekçeleridir.
Bu geniş
Anadolu topraklarında birçok yerel devlet oluşturulmuştur ve bu devletler tarih
boyunca sık sık farklı yörelerden gelen kavimlerce istilaya uğramış,
hanedanlıklar değişmiştir. İstilalarda genellikle erkekler öldürülür, ama kadın
ve çocuklar bırakılır. Bu nedenle Anadolu’nun yerli halkının temel yapısı
genelde korunmuş olur, çünkü çocukların dili ve gelenekleri temelde analar
tarafından aktarılmaya devam etmiştir.
Böyle
bir paragrafı neden yazdığıma gelince: Anadolu’da Alevilik denilen ve Türk
diline dayanan bir kültür gelişmiştir. Bu kültür Osmanlıların Sünni inancına
ters olduğundan, aleviler Osmanlılarca sürekli baskı altında tutulmuşlardır.
Peki bu aleviler Anadolu’ya yeni gelen Selçuklulardan bağımsız olarak eskiden
beri Anadolu’da yerleşik kavim değil de başka ne olabilir?
Kesin
olan şudur:
1- Göbekli Tepeliler (ve Çayönü,
Çatalhöyük, vs. toplulukları) Cennet-Ülkeden göç ederek oraya yerleşmişlerdir
ve Sümer toplumları ile karşılıklı bir etkileşim içinde olmuşlardır.
2- Göç dalgası böyle dar çaplı noktalarla sınırlı kalmamış, Sümerler gibi
aglütine bir dil konuşan Türki ırkının da, Cennet-Ülkeyi terk ederek,
Batı-İran, Azerbaycan, Türkmenistan vs Orta-Asya-bölgelerine göçmelerine yol
açmıştır. Günümüz İran’ında Halaçça, Kaşkayca, Afşarca gibi Türkçe benzeri dil
konuşan kavimlerin bulunması, bu toplumların aglütine dil konuşan
Atlantis-ovalıların kalıntıları olduğunun başka bir delilidir.
3-
Orta-Asya’daki ‘iç-denizin’ kuruması
nedeniyle Türki toplumlar tekrar göçe mecbur kalmışlar ve kimi kuzeye, kimi
batıya, kimi Güney-Batıya göç etmişlerdir.
4- Aleviler Anadolu’ya göç eden Atlantis-Ovalıları temsil etmektedirler.
5- Dolayısıyla biz Türkler aşağıdaki şekildeki gibi bir göç döngüsü
yaşamızdır.
6- Sonuç olarak da şunu vurgulamak gerekir: Bizler geçmişimiz itibariyle
birbirleriyle çok yakın ilişkisi olan insanlarız.
Şekil 14: Anadolu Türk toplumunun Göç
Döngüsü
Şekilde
Anadolu Türk toplumunun Göç Döngüsü gösterilmiştir. 15 bin yıl öncelerinde
dünyamız buzul devri içinde olduğundan, Anadolu, Orta- Asya gibi yüksek
platolarda yaşam sadece mağara içlerinde mümkündür ve oralarda çok ama çok az
sayıda insan yaşamaktadır. Halbuki Cennet-Ülke olarak tanımladığımız bölge,
Dünyada yaşanılacak en ideal ortamdır ve çok yoğun bir yaşam ortamı
oluşturmaktadır. Hem hayvan ve bitkiler açısından hem de onlara bağımlı yaşayan
insanlık açısından.
Buzul
devrinin sona ermesi sonucu, Cennet-Ülkenin tekrar sularla kaplanması nedeniyle
oradaki yoğun insan nüfusu göçmeye başlar. Güneyde deniz vardır, kuzey-doğuda
yüksek bir dağ kuşağı, Güney-batıda susuz kurak bir çöl ortamı olduğundan, göç
Kuzey-Batı yönünde gerçekleşir. Bereketli Hilal denilen bölge bu şekilde
oluşturulur.
Dünya
genelinde iklimin gittikçe ılımanlaşması nedeniyle, Anadolu, Orta-Asya gibi
bölgeler yaşama uygun ortamlar oluştururlar. Hele Orta Asya çok elverişli bir
yaşam ortamına dönüşür, çünkü Altay, Himalayalar gibi yüksek dağ kuşakları
üzerindeki buzulların ergimesi sonucu oluşan sular, Orta-Asya^daki
Tarım-havzası gibi çukur ortamlarda depolanarak büyük bir göl oluştururlar. Göç
eden insanlar için en ideal bir ortam söz konusudur. Ve Türkçe konuşan bir grup
insan oralara yerleşir.
Dağ
kuşakları üzerindeki buzulların ergiyip yok olmaları sonucu, göle gelen su
kaynakları azalmaya ve göl gittikçe kurumaya başlar.
Türk
dilli toplumlar tekrar göçe başlarlar ve sonrası tarih kitaplarında anlatılan,
Hun, Selçuk vs. ile bilinir.
Anadolu
genelinde aglütine dil konuşan insanların 5-10 bin yıl öncelerinden beri yaygın
olduğuna dair görüşümü belirtmek isterim. O da şudur:
Yani
biz Anadolu Türkleri tekrar ilk ana-vatanımız olan ve şimdi deniz suları
altında kalmış olan Cennet-Ülkeye yakın konumlu eski göç güzergahımıza geri
dönmüş oluruz.
Yani
biz Türkler, kuzenlerimizle tekrar buluşup, birlikte yaşamaya başlayan bir
nesli temsil ediyoruz.
DEVAMI için TIKLA
DEVAMI için TIKLA
KAYNAKÇA:
Bibel- Martin Luther’s
Übersetzung. Württembergische Bibelanstalt- Stuttgart.+
BRAIDWOOD, R.J. 1995: Prehistoric
Man – Tarih Öncesi İnsan. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 290 s.
BRENTJES, B., 1981: Völker am
Euphrat und Tigris. Koehler & Amelang, Leipzig, 263 s.
CERAM, C.W., 1972: Götter,
Graeber and Gelehrte. Rowohlt, 447 s.
Çınar, Erdoğan – 2012: Aleviliğin
Kökleri. Kalkedon Yayınları 54, 265 s. İstanbul.
Diker, Selahi. 2000: Anadolu’da On bin Yıl, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı.
Oral Matbbası, İzmir.562 s.
EFLATUN, Timaios (Çevirenler:
Erol Güney ve Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 1133, Ankara,1989.
EFLATUN, Kritias (Çevirenler:
Erol Güney ve Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 905, Ankara,1989.
HAKEN, H. 2000: Information and
Self-Organization. A Macroscopic Approach to Complex Systems. Springer Verlag,
222 pp. 62 figs.
HAYS, J.D., IMBRIE, J. ve
SCHACKLETON, N.J., 1976: Variations in the earth’s orbit: pacemaker of the ice
ages. Science, 194, s. 1121-1132.
IMBRIE J., HAYS J.D., MARTINSON
D.G., McINTYRE A., MIX A.C., MORLEY J.J., PISIAS N.G., PRELL W.L., ve
SCHACKLETON N.J., 1984: The orbital theory of Pleistocene climate: Support from
a revised chronology of the marine delta 18O record. In BERGER A.L. ve diğ.,
eds.. Milankovitch and climate: understanding the response to astronomical
forcing, Part I, 169-305, Boston, Reidel.
KRAMER, S.N. 1956: History begins
at Sumer. Newyork 1956. (Tarih Sümer'de başlar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul)
ROBERTS, N., 1984: Pleistocene
environments in time and space. In R. Foley, ed. Hominid evolution and
community ecology. s. 25-53, London, Academic Press.
Meteor-Forschungsergebnisse. -
Borntraeger 1971. Reihe C. Geologie und Geophysik / Red.: E. Seibold u. H.
Closs
No. 4. Oberflächensedimente im
Persischen Golf und Golf von Oman. 1. Geologisch-hydrologischer Rahmen und
erste sedimentologische Ergebnisse. Von M. Hartmann [u.a.] 76 S., mit Ktn. :
Mit 47 Abb. u. 12 Tab. im Text
Swift, S. A. and Bower, A. S.-
2003: Formation and circulation of dense water in the Persian/Arabian Gulf.
JOURNAL OF GEOPHYSICAL RESEARCH, VOL. 108, NO. C1, 3004, doi:10.1029/2002JC001360
Tuna O.N.- 1990: Sümer ve Türk
Dillerinin Tarihi ilgisi ile Türk Dili’nin Yaşı Meselesi. Atatürk kültür, dil
ve tarih yüksek kurumu, Türk dil kurumu yayınları 561. ISBN 975-16-0249-1
Yao, Fengchao, 2008: "Water
Mass Formation and Circulation in the Persian Gulf and Water Exchange with the
Indian Ocean" . Open Access Dissertations. Paper 183.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder