Anavatan &Türki-diller


Anavatanımız Neresi?
Tarihimiz hakkında bize yanlış bir bilgi verilmekte: Ana-vatanımız Orta-Asya değil Atlantis Ovasıdır:
Bu makalenin iyi anlaşılabilinmesi için şu adresteki
“Atlantis neden gerçektir” başlıklı makalenin okunması şarttır.
Türklerin ana vatanı, Orta-Asya değil, Atlantis-Ovasıdır. Çünkü:
1-Türkçe ile Sümerce aglütine dil grubundandır. Aglütine dilde «kurtaramadıklarımızdansınız» sözcüğü indogerman bir dilde «Sie sind eine von denen, die wir nicht retten konnten» şeklinde 10 sözcükle ifade edilir.
2-Türkçe ile Sümercenin aglütine dil grubundan olması ve kagaraşa = kargaşa, kabkagak = kap kacak, kuş eb = 'kuş evi, haşgaga: kahkaha gibi son derece benzer ortak sözcüklere sahip olmaları tarihsel geçmişlerinde bir yerde birlikte yaşamış olmalarını gerektirir. Sümerologlar bu nedenle Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler. 
Halbuki durum tam tersinedir; Türkler ve Sümerlerin ana vatanı Atlantis ovası olmalıdır. 
Jeolojik-arkeolojik bakış açısıyla yorumlamaya devam edersek:
i- Türkler Orta Asya’da zamanla kuruyan bir “iç denizin” kaybolması nedeniyle çeşitli yönlere doğru göçe mecbur kalan bir kavim olarak bilinmektedir;
ii- Söz konusu “iç denizin” oluşması ve kuruması, buzulların ergimeye başlaması ve ergimenin sona ermesi dönemine (yani 14 bin yıl ile 4 -5 bin yıl önceleri arasına) denk gelmektedir.
Tüm bu olayları birbirleriyle ilişki içine sokacak bir yorum ise ancak şöyle olasıdır:
“Denizden iki ırmak ülkesine” gelmek ve “kuruyan bir iç-denizin kenarında” yaşayan bir kavim olma olguları nasıl karşılıklı bir uyumla, ortak bir çıkış noktasında buluşturula bilinir?
Bu sorunun çözümü buzul devri sonrasının coğrafik görüntülerinin tasarımıyla mümkündür.
Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar devam eder.
Bundan sonra ise söz konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergimesi, dolayısıyla göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonya’lılar 5-6 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini oluştururlar.
Öyleyse Orta-Asya “iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 12-13 bin ile 3-4 bin yıl önceleri arasında oluşan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13 bin yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük, deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumadır.
Sümerlerin ve bizlerin atalarının bu eski Mezopotamya ovasında ortak bir yaşam sürdürdükleri ve bu nedenle ortak bir dil konuştuklarını kabul edecek olursak, 12-13 bin yıl önceleri buzulların ergimeye ve deniz seviyesinin tekrar yükselmeye başlaması sonucu bu ovalarda yaşayan insanların ovalardan çekilmek ve yüksek tepelere veya dağlara doğru kaçmaktan başka çareleri yoktur. Türk kavimlerinin atalarını kuzeydeki dağlara doğru göçmeye başlayan bir topluluk olarak düşünürsek, birçok sorun çözüme kavuşur.
Birincisi: Bu durumda Azerilerin kökeni konusu aydınlatılmış ve İran’ın batısında Azerilerin neden yaygın olduğu anlaşılır Azerilerin kökeni şimdiye dek açıklanamamıştır. En kolay göç yolunun, ırmak vadileri boyunca olacağı düşünülürse, Dicle - Fırat vadisi boyunca göçler başlamış olmalı, Azeriler İran’ın batı kesimi ve Azerbaycan’da yerleşen bir kavim olmalılar. Ayrıca İran’ın güneyinde Kaşkayca, orta bölgesinde Halaçça gibi türki diller, binlerce yıllık sindirme politikalarına rağmen hala günümüzde konuşulmaktadır.
İkincisi şudur: Orta Asya’da yeni oluşmaya başlayan bir “iç-deniz” (göl) çevresine yerleşmiş olan Türk boyları, göçmeye devam eden bir topluluk olmalıdır. Bu durumda, Sümerler’le olan dil akrabalığı da anlamlı bir yoruma kavuşur. 
Üçüncüsü, Sümerler ile Atlantis’liler arası bağlantı sağlanır. Atlantis’liler Atlantis-gölü üzerindeki batan adalarda yaşayan ilk kültürlü insanlar ise, onların devamı ancak, yazı, takvim, vs. gibi birçok kültürel gelişime imza atan Sümerler olmalıdır. Çünkü Sümerler çivi yazılı tabletlerinde, “denizden iki-ırmak vadisine geldiklerini” belirtmektedirler. Atlantis’liler ise, denize gömülen bir adada yaşayan bir toplumdur.
Dördüncüsü, Anadolu’daki, 10-12 bin yıl önceleri oluşmaya başlayan uygarlıkların (Göbekli-Tepe, Çay-önü, Çatalhöyük, vb.) açıklanmasının sağlanmasıdır. Hatırlarsak, buzul devri süresince, Anadolu, Kafkaslar, vs. çok soğuk olduğundan, oralarda insan yoğunluğu çok-çok azdır; sadece mağara gibi ortamlarda yaşanabilinmektedir. Buzul devri sona erince, bu bölgeler yaşama elverişli olmaya başlarlar ve Atlantis-Ovasından kaçan insanlar da buralarda yerleşerek ilk kasabaları oluşturmaya başlarlar.
115 000 ile 15 000 yılları arasında, Atlantis-Ovası olarak tanımlanan Basra-Hürmüz arası ortam çok yoğun bir insan nüfusu içermektedir. Ova ılıman iklimli ve her türlü bitki ve hayvan yetişmesine uygun olduğundan, bu alandaki insan nüfusu gittikçe artmış olmalıdır. Çanak-çömlek yapmaktan aciz olan insanlar, Nüfus arttıkça, ovadan akan Dicle ve Fırat ırmağının sularını, kanallar yaparak, ovanın her tarafına yayarak, artan nüfuslarını barındıracak yeni alanlar oluşturmuş olmalılar. Bu şekilde Atlantis-Ovası, yaklaşık yüzbin yıl gibi çok uzun olan buzul devrinde, çok yoğun bir insan nüfusu içeren bir cennet ülkeye dönüşür. 
Beşincisi, İspanya ile Fransa arasında, Pirene Dağlarının kuzey-batı tarafında, Biskay-körfezi çevresinde yaşayan Bask kültürünün açıklanabilmesidir. Şöyle ki: Bask toplumu “Vasconic languages” olarak tanımlanan ve başka hiçbir dil grubu ile akrabalığı olmadığı belirtilen bir dil konuşmaktadırlar. Bu dil aynen Sümerce (ve Türkçe) gibi aglütine bir dildir. Yine Sümerce (ve Türkçe) gibi sözcüklerde cinsiyet ayrımı yoktur. Çevredeki tüm diğer toplumların dili ise indo-german dil grubundandır. Bu nedenle Bask toplumunun, buzul devrinin sona ermesiyle 10-11 bin yıl önceleri Avrupa’ya gelen ilk modern insan oldukları düşünülmektedir.  (Vennemann, T (2003)  Prehistoric Europe north of the Alps http://www.scribd.com/doc/8670/Languages-in-prehistoric-Europe-north-of-the-Alps.)
Avrupa’nın buzul devri süresince sadece mağaralarda yaşanabilen bir ortam olduğu dikkate alınırsa, bu kıtaya buzul devri sonunda gelecek kavimlerin “kuzey” konumlu bir bölgeden olamayacağı anlaşılır, çünkü kuzeyde yoğun bir insan nüfusu oluşması olanaksızdır. Buzul devrinde yoğun insan nüfusu barındıran ve buzul devri sonrasında göçe mecbur kalınan 3 bölge vardır: 1) Basra-Hürmüz arasındaki Atlantis Ovası, 2) İndus Vadisi, 3) Endonezya ve kuzeyi.
Bunlardan İndus vadisinden göç edenler Orta-Asya-Kuzey-Avrupa güzergahı boyunca indogerman dilli kavimleri oluşturmuşlardır. Endonezya ve Kuzeyinden göçenler Doğu-Asya toplumlarını, Atlantis ovasından göçenler de Anadolu ve Akdeniz ülkeleri kültürlerini oluştururlar.
Dolayısıyla Bask toplumu 10-12 bin yıl önceleri Atlantis ovasını ilk terk eden bir kavim olmalıdır ve bu nedenle Atlantisliler (yani Sümerler) ile aynı kökenli bir dil konuşmaktadırlar.
Ancak bu cennet ülke, buzul devrinin sona ermesiyle cehenneme dönüşür, çünkü dünyanın bir kısmını kaplayan buzulların ergimeleriyle oluşan sular tekrar denizlere dolmaya ve deniz düzeyi tekrar yükselmeye başlar. Bu nedenle Atlantis-Ovası tekrar su altında kalmaya başlar. Atlantis-Ovasının insanları da, bulundukları yerleri terk ederek, şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya ve kendilerine yeni yaşam ortamları bulmaya çalışırlar. 
Atlantis-Ovası gibi bir yerde sıkışık bir alanda binlerce yıl iç-içe, yan-yana yaşamış, hatta ova üzerindeki tümseklerde hapis kalarak, karşılıklı toplumsal ortaklık ilişkileri geliştirmiş aglütine bir dil (Türkçe) konuşan insanlar ise, ülkeleri denizle kaplanınca, göç etmeye mecbur kalmışlardır. Göç edilecek en uygun bölge ise Anadolu topraklarıdır; çünkü üzerinde sadece bir su kaynağı yakınındaki mağaralarda yaşayan insanlar bulunmaktadır, ki bu da yok denecek kadar azdır. 
Dünyanın diğer noktalarında ilk uygarlık tohumları da, yine agglütine dil konuşan kavimlerce (Batı Avrupa’da Bask kültürü, Etrüskler ve Roma Uygarlığı, Giritlilier ve Minos Uygarlığı) oluşturulmuşlardır. Çünkü önceleri orada yaşayanlar toplumsal davranış için gerekli «zorda kalma» durumu ile karşılaşmamışlardır. Anadolu’daki Truva, Lidya, Hatti, Hurriler, vs gibi diğer devletleri oluşturan kavimlerin de aglütine dil konuşan kavimlerden oluşması aynı nedene dayanır. 
Uygarlık Aglütine dil konuşan Atlantis-Ovalılar tarafından keşfedilmiştir. Atlantis-ovası deniz yükselmesi nedeniyle 12-13 bin yıl önceleri tekrar denizle kaplandıkça, ovada yaşayanlar şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya başlarlar. En sona olarak da Sümerler adlı kavim 6-7 bin yıl önceleri UR-Uruk denilen arkeolojik noktalara çıkar ve ilk kent devletlerini kurarlar. Ama daha önce ovayı terke eden topluluklar, Anadolu uygarlıklarının çekirdek noktaları olan Göbekli Tepe, Çatalhöyük gibi 10-11 bin yıl öncelerine dayanan toplu yerleşim noktaları oluşturmuşlardır. 
Şimdi aglütine dil konuşan Atlantis- Ovalıların yerleştiği bir Anadolu düşünün; daha önceleri sadece mağaralarda yaşam olanağı olduğu için çok az sayıda insanın mevcut olduğu bir ortama gelmiş ve sivilizasyon bilgisine sahip olan insanlar mutlaka her elverişli ortamda tarım ve hayvancılık yapmaya başlayacaktır ve yabani yaşayan az sayıda yerel halkı etkileyecektir. Bunlar bize Anadolu’nun yerel halkının aglütüne (yani günümüz Türkçesine benzer) bir dil konuşan kavimlerden olduğunun gerekçeleridir. 
Bu geniş Anadolu topraklarında birçok yerel devlet oluşturulmuştur ve bu devletler tarih boyunca sık sık farklı yörelerden gelen kavimlerce istilaya uğramış, hanedanlıklar değişmiştir. İstilalarda genellikle erkekler öldürülür, ama kadın ve çocuklar bırakılır. Bu nedenle Anadolu’nun yerli halkının temel yapısı genelde korunmuş olur, çünkü çocukların dili ve gelenekleri temelde analar tarafından aktarılmaya devam etmiştir.
Anadolu’da Alevilik denilen ve Türk diline dayanan bir kültür gelişmiştir. Bu kültür Bizanslıların Hristiyanlık, Osmanlıların Sünni inancına ters olduğundan, tarih boyunca sürekli baskı altında tutulmuşlardır. Peki bu aleviler Anadolu’ya yeni gelen Selçuklulardan bağımsız olarak eskiden beri Anadolu’da yerleşik kavim değil de başka ne olabilir? 
Atlantis-Ovası üzerindeki adalarda zorlaşan doğa-koşulları nedeniyle toplumsallaşmaya, yani farklı iş-ve-mesleklerde uzmanlaşarak, karşılıklı ortaklık sistemi içinde yaşamaya başlayan insanların yaşam standardı gittikçe gelişir. Çünkü yalnız bir insan toplu iğne bile yapamaz, üstelik elde ettiklerini sürekli korumak zorundadır, çünkü insanlar birbirlerini düşman-rakipler olarak görmektedirler. Ama çok zor durumda kalan insanlar birbirlerini düşman değil, hizmet-ortağı olarak görmenin yararlarına olacağını farkına varırlar. Bu tamamen yeni bir görüş, yeni bir “bilgi” oluşturma işlemidir. Karşılıklı ortaklıkta her birey bir işte uzmanlaşır, birçok işlem aynı anda yapılır ve hizmetler karşılıklı takas edildiğinden, insanlar birbirleriyle ilişki ve bağımlılık içine girerler ve artık komşularını düşman olarak görmediklerinden, geceleri rahat uyurlar. İşte bu yeni bir “bilgi”, yeni bir görüş oluşturulması dünyada ilk-önce Atlantis-ovalılar tarafından 10-12 bin yıl önceleri oluşturulmuş ve dünyanın diğer bölgelerine aktarılmaya başlanmıştır. 
Sümercenin aglütine bir dil olması ve günümüzde Türkçe Macarca, Fince gibi dillerden başka aglütine dil olmaması, tüm bu aglütine dillerin doğduğu yerin Atlantis Ovası olması gerekliğini ortaya koymaz mı? Buna ek olarak Anadolu'daki en eski "Hatti, lidya, likya, urartu vs gibi yerel kültürlerin dillerinin de aglütine olması, dünya genelinde uygarlaşmanın bizlerin ataları tarafından başlatıldığını göstermez mi? Böyle bir geçmişe sahip bir ulusun bu günkü acınacak durumda olması, Osmanlı Hanedanlığının Türkleri aşağılayıcı bir siyaset uygulayıp, halkı zır-cahilleştirici bir politika takip etmesi değil mi? Düşündükçe çıldırmamak elde değil.
Peki böylesine muhteşem bir geçmişi olan Türk dilli toplum neden günümüzde geri kalmış bir ülke durumunda?
 Bu sorunun cevabını yine geçmişimizi araştırarak bulabiliriz.
Tarihimiz boyunca Türkçe ve Türklük neden hor görüldü?
Türklerin Anadolu’ya 1048 Pasinler, özellikle de 1071 Malazgirt savaşından sonra geldikleri söylenir. 
Bundan sonra hemen Anadolu’da şu Türk beyliklerinin kurulduğu belirtilir:

Zara-Suşehri arasındaki Kösedağ’da  1243’te yapılan Savaşta; Moğolların, Anadolu Selçuklu Devleti’ni savaşta yakıp yıkması ve Anadolu’yu ateşe vermesiyle İkinci Türk Beylikleri kurulmuştur, bu beyliklerin egemen oldukları yöreler aşağıdaki haritada gösterilmiştir.

Karesioğulları
Aydınoğulları
Eşrefoğulları
Candaroğulları
Germiyanoğulları
Eretna Beyliği
Osmanoğulları
Karamanoğulları
Hamitoğulları
10.Dulkadiroğulları
11.Menteşeoğulları
12.Ramazanoğulları
13.Saruhanoğulları

Karamanoğullarından Mehmet Bey Anadolu’daki Türk beylikleri içinde Türkçe’nin resmi dil olmasını sağlayan ilk Türk yöneticidir. “Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahı her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye.= Bugünden sonra divanda, dergâhta ve bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.”” 13 Mayıs 1277.
Daha önceleri devlet işlerinde Arapça, edebi dil olarak ise Farsça kullanılırdı. Tüm bu beyliklerin birleştirilmesiyle ortaya çıkan Osmanlı devleti ise Osmanlıca adı verilen Arapça-Farsça karışımı olan yapay bir dil oluştururmuştur. Üstelik Osmanlı kendi öz halkı olan Türklere, “Etrak-ı bi-idrak= anlama yeteneği olmayan türkler” gibi çok aşağılayıcı bir gözle bakmıştır. Buna karşın Arapları “ “kavm-i necip” gibi çok onurlandırıcı şekilde değerlendirmiştir.
Bu kısa tarihsel bilgilerden sonra şu konularda bir görüş oluşturmaya çalışalım:
İlk soru:  1071 yılında Bizans’lılardan alınan bir ülkede hemen 1072den başlanarak, 10-15 yılda, Erzurum’dan (Saltuklular 1072)  İzmir’e (Çaka Beyliği, 1082) gibi 10 beylik nasıl kurulur? Bu yöredeki yerel halk nasıl ikna edilir?
Bu sorunun cevabı yine tarihsel bilgilerde vardır: Anadolu’da eskiden, yani buzul devrinde, sadece mağaralarda yaşayan Neandertal insanları vardı. Buzul devrinin sona ermesi ve Atlantis ovasının tekrar deniz sularıyla kaplanması sonucu, Atlantis ovalılar (türki kavimler) göçe mecbur kalır ve bu tenha Anadolu topraklarına türki kavimler yerleşirler. Dolayısıyla Anadolu’nun ilk yerli halkı türki kavimlerdir. Eskiden devletler tepedeki kutsal soylu krallar tarafından yönetildiklerinden, tüm savaşlar bu tepedeki asil-soylular arasında gerçekleşir, yerel halk da, kazanın tebaası olurdu. Anadolu üzerinde binlerce yıldır bu tür hakimiyet savaşları olmuştur. Yerli halk kah Büyük İskender tebaası olmuş, kah pers imparatoru, vs.  Bizanslılar yaklaşık 2 bin yıl önce Anadolu’ya gelmişlerdir. Ve yerel halk da onların tebaası olmuştur.
İşte 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu’ya tekrar Türk dilli beyler (asil soylular) gelince, halk bu yeni efendilerin tebaalığını kabul etmiştir.
Tarihimiz boyunca Türkçe ve Türklük neden hor görüldü? Neden eski Türk devletlerinin resmi dili olarak kullanılmamış, Arapça – farsça kullanılmıştır? Neden? Ve tekrar NEDEN?
Ama işte sorun bu noktada orta çıkmıştır: Neden sorun ortaya çıkar?
Çünkü halk tepedeki beylerin de kendileriyle aynı dili konuştuklarını görünce, halk arasında “tepede yer kapma” mücadeleleri başlamıştır. Bunu fark eden tepedekiler bu nedenle halkın konuştuğu dilde değil de, arapça, farsça gibi başka dilleri devlet dili olarak kabul etmişlerdir.
Osmanlı hanedanlarının, Türkler için “etrak-ı bi-idrak = aptal türkler” gibi aşağılayıcı davranması bu nedenledir.
Yani “türkün dostu türklerdir” hiç de doğru bir görüş değildir.
Osmanlı devleti türk dili konuşan insanlara en büyük kötülüğü yapan devlet olmuştur. Neden mi?
Osmanlıca adını verdikleri ve halkın anlayamadığı, arapça-farsça karışımı yapay bir dil kullanmışlardır. Halk kafası çalışmayan, aptal-türk terimiyle hor görülmüştür. Üstelik halka hiç eğitim verilmeyerek, bilgi üretme yeteneği tamamen köreltilmiştir. Türkçe hiçbir bilimsel araştırma vs. yapılmamış olması, türk dilinin asırlar boyu gelişimini engellemiştir. Halbuki aynı zaman aralığında batı dünyası matbaayı keşfedip, bilgi aktarımını çok kolaylaştırmış; efendi-asil soyluluk gibi bir ayrımın olmadığını halkına aşılamıştır. Bilinçlenen ve eğitilen halkın artması sonucu devletler gittikçe güçlenmiştir, Çünkü bir toplumun gücü, tepedeki bir hanedan sınıfının güçlü olmasıyla değil, halkının bilgiyle üretimi artırıp, tüm toplum genelinde refah düzeyinin yükseltilmesiyle olmaktadır. Batı dünyası binlerce bilimsel araştırma yaparak hem dillerini, hem refah düzeyini geliştirmiştir. Batı dünyasının bu gelişimi halka yansıtıldığından, toplumsal düzeyde kalkınma ve bilinçlenme olmuş, fetih politikasıyla geçinen Osmanlı sultanlarının fetih yaparak geçinme, yani ganimetçilik politikasını iflas ettirmiştir. Osmanlı devleti bu yanlış politikası sonucu, artık ganimet elde edemediğinden, mali sıkıntı içine girmiş, devlet işlerini yürütebilmek için sürekli borç almaya başlamıştır. Ama hala eski geleneksel düşünce sisteminde ısrar etmiş, aldığı borçlarla halkını eğiterek üretken bir toplum oluşturma yolunu seçecek yerde, tüm bu süreç boyunca sadece hanedanlığını düşünmüştür.  
Atatürk tüm bu tarihsel gelişimleri çok iyi biliyor olmalı ki, Cumhuriyet dönemiyle birlikte “Türk, öğün, çalış, güven”; “Ne mutlu Türküm diyene” gibi Türklüğü övücü cümleler yerleştirmeye çalışmıştır. Ve “Türklük” kavramını da, bu coğrafyada yaşayan ve kendini bu ülkenin bir vatandaşı kabul eden herkes olarak tanımlamıştır, yani türk-ana-babadan olan değil, türklüğü kabul eden.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder