Anavatanımız Neresi?
Tarihimiz hakkında bize yanlış bir bilgi verilmekte: Ana-vatanımız
Orta-Asya değil Atlantis Ovasıdır:
Bu makalenin iyi anlaşılabilinmesi için şu adresteki
“Atlantis neden gerçektir” başlıklı makalenin okunması şarttır.
Türklerin ana vatanı, Orta-Asya değil, Atlantis-Ovasıdır. Çünkü:
1-Türkçe ile Sümerce aglütine dil grubundandır. Aglütine dilde
«kurtaramadıklarımızdansınız» sözcüğü indogerman bir dilde «Sie sind eine von
denen, die wir nicht retten konnten» şeklinde 10 sözcükle ifade edilir.
2-Türkçe ile Sümercenin aglütine dil grubundan olması ve
kagaraşa = kargaşa, kabkagak = kap kacak, kuş eb = 'kuş evi, haşgaga: kahkaha
gibi son derece benzer ortak sözcüklere sahip olmaları tarihsel geçmişlerinde
bir yerde birlikte yaşamış olmalarını gerektirir. Sümerologlar bu nedenle
Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler.
Halbuki durum tam tersinedir; Türkler ve Sümerlerin ana vatanı
Atlantis ovası olmalıdır.
Jeolojik-arkeolojik bakış açısıyla yorumlamaya devam edersek:
i- Türkler Orta Asya’da zamanla kuruyan bir “iç denizin”
kaybolması nedeniyle çeşitli yönlere doğru göçe mecbur kalan bir kavim olarak
bilinmektedir;
ii- Söz konusu “iç denizin” oluşması ve kuruması, buzulların
ergimeye başlaması ve ergimenin sona ermesi dönemine (yani 14 bin yıl ile 4 -5
bin yıl önceleri arasına) denk gelmektedir.
Tüm bu olayları birbirleriyle ilişki içine sokacak bir yorum ise
ancak şöyle olasıdır:
“Denizden iki ırmak ülkesine” gelmek ve “kuruyan bir iç-denizin kenarında” yaşayan bir kavim olma olguları nasıl karşılıklı bir uyumla, ortak bir çıkış noktasında buluşturula bilinir?
“Denizden iki ırmak ülkesine” gelmek ve “kuruyan bir iç-denizin kenarında” yaşayan bir kavim olma olguları nasıl karşılıklı bir uyumla, ortak bir çıkış noktasında buluşturula bilinir?
Bu sorunun çözümü buzul devri sonrasının coğrafik görüntülerinin
tasarımıyla mümkündür.
Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu
süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak
yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak
vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de
bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona
ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı
olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları tepelerinde bulunan
buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın
çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı
su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime
oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine
kadar devam eder.
Bundan sonra ise söz konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü
dağların tepelerindeki buzulların ergimesi, dolayısıyla göle su akışı sona
ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su
girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde
ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler,
Estonya’lılar 5-6 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri
batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs.
göçerler. Geriye kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini oluştururlar.
Öyleyse Orta-Asya “iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 12-13
bin ile 3-4 bin yıl önceleri arasında oluşan ve sonra tekrar yok olan bir
oluşumdur. Bu nedenle 13 bin yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun
bir insanlık barındıracak uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk
iklim koşullarında buralarda hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda
ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız
devasa düzlük, deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan
buzul devrinin soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne
olabilecek bir konumadır.
Sümerlerin ve bizlerin atalarının bu eski Mezopotamya ovasında
ortak bir yaşam sürdürdükleri ve bu nedenle ortak bir dil konuştuklarını kabul
edecek olursak, 12-13 bin yıl önceleri buzulların ergimeye ve deniz seviyesinin
tekrar yükselmeye başlaması sonucu bu ovalarda yaşayan insanların ovalardan
çekilmek ve yüksek tepelere veya dağlara doğru kaçmaktan başka çareleri yoktur.
Türk kavimlerinin atalarını kuzeydeki dağlara doğru göçmeye başlayan bir
topluluk olarak düşünürsek, birçok sorun çözüme kavuşur.
Birincisi: Bu durumda Azerilerin kökeni konusu aydınlatılmış ve
İran’ın batısında Azerilerin neden yaygın olduğu anlaşılır Azerilerin kökeni
şimdiye dek açıklanamamıştır. En kolay göç yolunun, ırmak vadileri boyunca
olacağı düşünülürse, Dicle - Fırat vadisi boyunca göçler başlamış olmalı,
Azeriler İran’ın batı kesimi ve Azerbaycan’da yerleşen bir kavim olmalılar.
Ayrıca İran’ın güneyinde Kaşkayca, orta bölgesinde Halaçça gibi türki diller,
binlerce yıllık sindirme politikalarına rağmen hala günümüzde konuşulmaktadır.
İkincisi şudur: Orta Asya’da yeni oluşmaya başlayan bir “iç-deniz”
(göl) çevresine yerleşmiş olan Türk boyları, göçmeye devam eden bir topluluk
olmalıdır. Bu durumda, Sümerler’le olan dil akrabalığı da anlamlı bir yoruma
kavuşur.
Üçüncüsü, Sümerler ile Atlantis’liler arası bağlantı sağlanır.
Atlantis’liler Atlantis-gölü üzerindeki batan adalarda yaşayan ilk kültürlü
insanlar ise, onların devamı ancak, yazı, takvim, vs. gibi birçok kültürel
gelişime imza atan Sümerler olmalıdır. Çünkü Sümerler çivi yazılı
tabletlerinde, “denizden iki-ırmak vadisine geldiklerini” belirtmektedirler.
Atlantis’liler ise, denize gömülen bir adada yaşayan bir toplumdur.
Dördüncüsü, Anadolu’daki, 10-12 bin yıl önceleri oluşmaya
başlayan uygarlıkların (Göbekli-Tepe, Çay-önü, Çatalhöyük, vb.) açıklanmasının
sağlanmasıdır. Hatırlarsak, buzul devri süresince, Anadolu, Kafkaslar, vs. çok
soğuk olduğundan, oralarda insan yoğunluğu çok-çok azdır; sadece mağara gibi
ortamlarda yaşanabilinmektedir. Buzul devri sona erince, bu bölgeler yaşama
elverişli olmaya başlarlar ve Atlantis-Ovasından kaçan insanlar da buralarda
yerleşerek ilk kasabaları oluşturmaya başlarlar.
115 000 ile 15 000 yılları arasında, Atlantis-Ovası olarak
tanımlanan Basra-Hürmüz arası ortam çok yoğun bir insan nüfusu içermektedir.
Ova ılıman iklimli ve her türlü bitki ve hayvan yetişmesine uygun olduğundan,
bu alandaki insan nüfusu gittikçe artmış olmalıdır. Çanak-çömlek yapmaktan aciz
olan insanlar, Nüfus arttıkça, ovadan akan Dicle ve Fırat ırmağının sularını,
kanallar yaparak, ovanın her tarafına yayarak, artan nüfuslarını barındıracak
yeni alanlar oluşturmuş olmalılar. Bu şekilde Atlantis-Ovası, yaklaşık yüzbin
yıl gibi çok uzun olan buzul devrinde, çok yoğun bir insan nüfusu içeren bir
cennet ülkeye dönüşür.
Beşincisi, İspanya ile Fransa arasında, Pirene Dağlarının
kuzey-batı tarafında, Biskay-körfezi çevresinde yaşayan Bask kültürünün
açıklanabilmesidir. Şöyle ki: Bask toplumu “Vasconic languages” olarak
tanımlanan ve başka hiçbir dil grubu ile akrabalığı olmadığı belirtilen bir dil
konuşmaktadırlar. Bu dil aynen Sümerce (ve Türkçe) gibi aglütine bir dildir.
Yine Sümerce (ve Türkçe) gibi sözcüklerde cinsiyet ayrımı yoktur. Çevredeki tüm
diğer toplumların dili ise indo-german dil grubundandır. Bu nedenle Bask toplumunun,
buzul devrinin sona ermesiyle 10-11 bin yıl önceleri Avrupa’ya gelen ilk modern
insan oldukları düşünülmektedir. (Vennemann, T (2003) Prehistoric Europe north of the Alps http://www.scribd.com/doc/8670/Languages-in-prehistoric-Europe-north-of-the-Alps.)
Avrupa’nın buzul devri süresince sadece mağaralarda yaşanabilen
bir ortam olduğu dikkate alınırsa, bu kıtaya buzul devri sonunda gelecek
kavimlerin “kuzey” konumlu bir bölgeden olamayacağı anlaşılır, çünkü kuzeyde
yoğun bir insan nüfusu oluşması olanaksızdır. Buzul devrinde yoğun insan nüfusu
barındıran ve buzul devri sonrasında göçe mecbur kalınan 3 bölge vardır: 1)
Basra-Hürmüz arasındaki Atlantis Ovası, 2) İndus Vadisi, 3) Endonezya ve
kuzeyi.
Bunlardan İndus vadisinden göç edenler Orta-Asya-Kuzey-Avrupa
güzergahı boyunca indogerman dilli kavimleri oluşturmuşlardır. Endonezya ve
Kuzeyinden göçenler Doğu-Asya toplumlarını, Atlantis ovasından göçenler de
Anadolu ve Akdeniz ülkeleri kültürlerini oluştururlar.
Dolayısıyla Bask toplumu 10-12 bin yıl önceleri Atlantis ovasını
ilk terk eden bir kavim olmalıdır ve bu nedenle Atlantisliler (yani Sümerler)
ile aynı kökenli bir dil konuşmaktadırlar.
Ancak bu cennet ülke, buzul devrinin sona ermesiyle cehenneme
dönüşür, çünkü dünyanın bir kısmını kaplayan buzulların ergimeleriyle oluşan
sular tekrar denizlere dolmaya ve deniz düzeyi tekrar yükselmeye başlar. Bu
nedenle Atlantis-Ovası tekrar su altında kalmaya başlar. Atlantis-Ovasının
insanları da, bulundukları yerleri terk ederek, şekilde gösterilen yönlerde
kaçmaya ve kendilerine yeni yaşam ortamları bulmaya çalışırlar.
Atlantis-Ovası gibi bir yerde sıkışık bir alanda binlerce yıl
iç-içe, yan-yana yaşamış, hatta ova üzerindeki tümseklerde hapis kalarak,
karşılıklı toplumsal ortaklık ilişkileri geliştirmiş aglütine bir dil (Türkçe)
konuşan insanlar ise, ülkeleri denizle kaplanınca, göç etmeye mecbur
kalmışlardır. Göç edilecek en uygun bölge ise Anadolu topraklarıdır; çünkü
üzerinde sadece bir su kaynağı yakınındaki mağaralarda yaşayan insanlar
bulunmaktadır, ki bu da yok denecek kadar azdır.
Dünyanın diğer noktalarında ilk uygarlık tohumları da, yine
agglütine dil konuşan kavimlerce (Batı Avrupa’da Bask kültürü, Etrüskler ve
Roma Uygarlığı, Giritlilier ve Minos Uygarlığı) oluşturulmuşlardır. Çünkü
önceleri orada yaşayanlar toplumsal davranış için gerekli «zorda kalma» durumu
ile karşılaşmamışlardır. Anadolu’daki Truva, Lidya, Hatti, Hurriler, vs gibi
diğer devletleri oluşturan kavimlerin de aglütine dil konuşan kavimlerden
oluşması aynı nedene dayanır.
Uygarlık Aglütine dil konuşan Atlantis-Ovalılar tarafından
keşfedilmiştir. Atlantis-ovası deniz yükselmesi nedeniyle 12-13 bin yıl önceleri
tekrar denizle kaplandıkça, ovada yaşayanlar şekilde gösterilen yönlerde
kaçmaya başlarlar. En sona olarak da Sümerler adlı kavim 6-7 bin yıl önceleri
UR-Uruk denilen arkeolojik noktalara çıkar ve ilk kent devletlerini kurarlar.
Ama daha önce ovayı terke eden topluluklar, Anadolu uygarlıklarının çekirdek
noktaları olan Göbekli Tepe, Çatalhöyük gibi 10-11 bin yıl öncelerine dayanan
toplu yerleşim noktaları oluşturmuşlardır.
Şimdi aglütine dil konuşan Atlantis- Ovalıların yerleştiği bir
Anadolu düşünün; daha önceleri sadece mağaralarda yaşam olanağı olduğu için çok
az sayıda insanın mevcut olduğu bir ortama gelmiş ve sivilizasyon bilgisine
sahip olan insanlar mutlaka her elverişli ortamda tarım ve hayvancılık yapmaya
başlayacaktır ve yabani yaşayan az sayıda yerel halkı etkileyecektir. Bunlar
bize Anadolu’nun yerel halkının aglütüne (yani günümüz Türkçesine benzer) bir
dil konuşan kavimlerden olduğunun gerekçeleridir.
Bu geniş Anadolu topraklarında birçok yerel devlet
oluşturulmuştur ve bu devletler tarih boyunca sık sık farklı yörelerden gelen
kavimlerce istilaya uğramış, hanedanlıklar değişmiştir. İstilalarda genellikle
erkekler öldürülür, ama kadın ve çocuklar bırakılır. Bu nedenle Anadolu’nun
yerli halkının temel yapısı genelde korunmuş olur, çünkü çocukların dili ve
gelenekleri temelde analar tarafından aktarılmaya devam etmiştir.
Anadolu’da Alevilik denilen ve Türk diline dayanan bir kültür
gelişmiştir. Bu kültür Bizanslıların Hristiyanlık, Osmanlıların Sünni inancına
ters olduğundan, tarih boyunca sürekli baskı altında tutulmuşlardır. Peki bu
aleviler Anadolu’ya yeni gelen Selçuklulardan bağımsız olarak eskiden beri
Anadolu’da yerleşik kavim değil de başka ne olabilir?
Atlantis-Ovası üzerindeki adalarda zorlaşan doğa-koşulları
nedeniyle toplumsallaşmaya, yani farklı iş-ve-mesleklerde uzmanlaşarak,
karşılıklı ortaklık sistemi içinde yaşamaya başlayan insanların yaşam standardı
gittikçe gelişir. Çünkü yalnız bir insan toplu iğne bile yapamaz, üstelik elde
ettiklerini sürekli korumak zorundadır, çünkü insanlar birbirlerini
düşman-rakipler olarak görmektedirler. Ama çok zor durumda kalan insanlar
birbirlerini düşman değil, hizmet-ortağı olarak görmenin yararlarına olacağını
farkına varırlar. Bu tamamen yeni bir görüş, yeni bir “bilgi” oluşturma
işlemidir. Karşılıklı ortaklıkta her birey bir işte uzmanlaşır, birçok işlem
aynı anda yapılır ve hizmetler karşılıklı takas edildiğinden, insanlar
birbirleriyle ilişki ve bağımlılık içine girerler ve artık komşularını düşman
olarak görmediklerinden, geceleri rahat uyurlar. İşte bu yeni bir “bilgi”, yeni
bir görüş oluşturulması dünyada ilk-önce Atlantis-ovalılar tarafından 10-12 bin
yıl önceleri oluşturulmuş ve dünyanın diğer bölgelerine aktarılmaya
başlanmıştır.
Sümercenin aglütine bir dil olması ve günümüzde Türkçe Macarca,
Fince gibi dillerden başka aglütine dil olmaması, tüm bu aglütine dillerin
doğduğu yerin Atlantis Ovası olması gerekliğini ortaya koymaz mı? Buna ek
olarak Anadolu'daki en eski "Hatti, lidya, likya, urartu vs gibi yerel
kültürlerin dillerinin de aglütine olması, dünya genelinde uygarlaşmanın
bizlerin ataları tarafından başlatıldığını göstermez mi? Böyle bir geçmişe
sahip bir ulusun bu günkü acınacak durumda olması, Osmanlı Hanedanlığının Türkleri
aşağılayıcı bir siyaset uygulayıp, halkı zır-cahilleştirici bir politika takip
etmesi değil mi? Düşündükçe çıldırmamak elde değil.
Peki böylesine muhteşem bir geçmişi olan Türk dilli toplum neden
günümüzde geri kalmış bir ülke durumunda?
Bu sorunun cevabını yine
geçmişimizi araştırarak bulabiliriz.
Tarihimiz boyunca Türkçe ve Türklük neden hor görüldü?
Türklerin Anadolu’ya 1048 Pasinler, özellikle de 1071 Malazgirt
savaşından sonra geldikleri söylenir.
Bundan sonra hemen Anadolu’da şu Türk beyliklerinin kurulduğu
belirtilir:
Zara-Suşehri arasındaki Kösedağ’da 1243’te yapılan Savaşta; Moğolların, Anadolu
Selçuklu Devleti’ni savaşta yakıp yıkması ve Anadolu’yu ateşe vermesiyle İkinci
Türk Beylikleri kurulmuştur, bu beyliklerin egemen oldukları yöreler aşağıdaki
haritada gösterilmiştir.
Karesioğulları
Aydınoğulları
Eşrefoğulları
Candaroğulları
Germiyanoğulları
Eretna Beyliği
Osmanoğulları
Karamanoğulları
Hamitoğulları
10.Dulkadiroğulları
11.Menteşeoğulları
12.Ramazanoğulları
13.Saruhanoğulları
Karamanoğullarından Mehmet Bey Anadolu’daki Türk beylikleri
içinde Türkçe’nin resmi dil olmasını sağlayan ilk Türk yöneticidir. “Şimden
gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahı her yerde Türk dilinden
özge söz söylemeye.= Bugünden sonra divanda, dergâhta ve bargâhta, mecliste ve
meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.”” 13 Mayıs 1277.
Daha önceleri devlet işlerinde Arapça, edebi dil olarak ise
Farsça kullanılırdı. Tüm bu beyliklerin birleştirilmesiyle ortaya çıkan Osmanlı
devleti ise Osmanlıca adı verilen Arapça-Farsça karışımı olan yapay bir dil
oluştururmuştur. Üstelik Osmanlı kendi öz halkı olan Türklere, “Etrak-ı
bi-idrak= anlama yeteneği olmayan türkler” gibi çok aşağılayıcı bir gözle
bakmıştır. Buna karşın Arapları “ “kavm-i necip” gibi çok onurlandırıcı şekilde
değerlendirmiştir.
Bu kısa tarihsel bilgilerden sonra şu konularda bir görüş
oluşturmaya çalışalım:
İlk soru: 1071 yılında
Bizans’lılardan alınan bir ülkede hemen 1072den başlanarak, 10-15 yılda,
Erzurum’dan (Saltuklular 1072) İzmir’e
(Çaka Beyliği, 1082) gibi 10 beylik nasıl kurulur? Bu yöredeki yerel halk nasıl
ikna edilir?
Bu sorunun cevabı yine tarihsel bilgilerde vardır: Anadolu’da
eskiden, yani buzul devrinde, sadece mağaralarda yaşayan Neandertal insanları
vardı. Buzul devrinin sona ermesi ve Atlantis ovasının tekrar deniz sularıyla
kaplanması sonucu, Atlantis ovalılar (türki kavimler) göçe mecbur kalır ve bu
tenha Anadolu topraklarına türki kavimler yerleşirler. Dolayısıyla Anadolu’nun ilk
yerli halkı türki kavimlerdir. Eskiden devletler tepedeki kutsal soylu krallar
tarafından yönetildiklerinden, tüm savaşlar bu tepedeki asil-soylular arasında gerçekleşir,
yerel halk da, kazanın tebaası olurdu. Anadolu üzerinde binlerce yıldır bu tür hakimiyet
savaşları olmuştur. Yerli halk kah Büyük İskender tebaası olmuş, kah pers
imparatoru, vs. Bizanslılar yaklaşık 2
bin yıl önce Anadolu’ya gelmişlerdir. Ve yerel halk da onların tebaası
olmuştur.
İşte 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu’ya tekrar Türk
dilli beyler (asil soylular) gelince, halk bu yeni efendilerin tebaalığını
kabul etmiştir.
Tarihimiz boyunca Türkçe ve Türklük neden hor görüldü? Neden eski
Türk devletlerinin resmi dili olarak kullanılmamış, Arapça – farsça
kullanılmıştır? Neden? Ve tekrar NEDEN?
Ama işte sorun bu noktada orta çıkmıştır: Neden sorun ortaya
çıkar?
Çünkü halk tepedeki beylerin de kendileriyle aynı dili
konuştuklarını görünce, halk arasında “tepede yer kapma” mücadeleleri başlamıştır.
Bunu fark eden tepedekiler bu nedenle halkın konuştuğu dilde değil de, arapça,
farsça gibi başka dilleri devlet dili olarak kabul etmişlerdir.
Osmanlı hanedanlarının, Türkler için “etrak-ı bi-idrak = aptal
türkler” gibi aşağılayıcı davranması bu nedenledir.
Yani “türkün dostu türklerdir” hiç de doğru bir görüş değildir.
Osmanlı devleti türk dili konuşan insanlara en büyük kötülüğü
yapan devlet olmuştur. Neden mi?
Osmanlıca adını verdikleri ve halkın anlayamadığı, arapça-farsça
karışımı yapay bir dil kullanmışlardır. Halk kafası çalışmayan, aptal-türk
terimiyle hor görülmüştür. Üstelik halka hiç eğitim verilmeyerek, bilgi üretme
yeteneği tamamen köreltilmiştir. Türkçe hiçbir bilimsel araştırma vs.
yapılmamış olması, türk dilinin asırlar boyu gelişimini engellemiştir. Halbuki
aynı zaman aralığında batı dünyası matbaayı keşfedip, bilgi aktarımını çok
kolaylaştırmış; efendi-asil soyluluk gibi bir ayrımın olmadığını halkına aşılamıştır.
Bilinçlenen ve eğitilen halkın artması sonucu devletler gittikçe güçlenmiştir,
Çünkü bir toplumun gücü, tepedeki bir hanedan sınıfının güçlü olmasıyla değil,
halkının bilgiyle üretimi artırıp, tüm toplum genelinde refah düzeyinin yükseltilmesiyle
olmaktadır. Batı dünyası binlerce bilimsel araştırma yaparak hem dillerini, hem
refah düzeyini geliştirmiştir. Batı dünyasının bu gelişimi halka
yansıtıldığından, toplumsal düzeyde kalkınma ve bilinçlenme olmuş, fetih
politikasıyla geçinen Osmanlı sultanlarının fetih yaparak geçinme, yani
ganimetçilik politikasını iflas ettirmiştir. Osmanlı devleti bu yanlış
politikası sonucu, artık ganimet elde edemediğinden, mali sıkıntı içine girmiş,
devlet işlerini yürütebilmek için sürekli borç almaya başlamıştır. Ama hala
eski geleneksel düşünce sisteminde ısrar etmiş, aldığı borçlarla halkını
eğiterek üretken bir toplum oluşturma yolunu seçecek yerde, tüm bu süreç
boyunca sadece hanedanlığını düşünmüştür.
Atatürk tüm bu tarihsel gelişimleri çok iyi biliyor olmalı ki, Cumhuriyet
dönemiyle birlikte “Türk, öğün, çalış, güven”; “Ne mutlu Türküm diyene” gibi
Türklüğü övücü cümleler yerleştirmeye çalışmıştır. Ve “Türklük” kavramını da,
bu coğrafyada yaşayan ve kendini bu ülkenin bir vatandaşı kabul eden herkes
olarak tanımlamıştır, yani türk-ana-babadan olan değil, türklüğü kabul eden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder