DOM-16-İnsalık Tarihi-3

 

DOM-15s:

İnsanlık neden doğayla uyumlu bir yaşam sisteminden saptırıldı?

Doğada kurallar varlıkların kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri sonucu oluşturulan uzlaşmalara (rezonanslara) dayanılarak oluşturulur. Bu dinamik sistemler fiziğinin ortaya koyduğu bir gerçektir. İnsanlık da bu kurala uyarak (K) noktasına kadar hızlı bir uygarlık gelişimi sergilemiştir. Yani 4-5 bin yıl öncelerine kadar insanlar doğayla iç-içe ve kendi aralarında da karşılıklı hizmet-alışverişi içinde yaşamıştır. Yani demirci kazmayı-küreği en iyi nasıl yapacağı, ziraatçı en iyi meyveleri nasıl aşılamalar yaparak elde edeceği gibi bilgiler edinmeye çalışarak ve her biri kendi ürününü diğer komşularıyla takas ederek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Hayat böyle kabul edilince, her insan ve her varlık o ortamdaki kaynakları en ergonomik şekilde kullanacak şekilde karşılıklı etkileşimli bilgi oluşturmaya çalışır. Bunun sonucu çeşitli meslek grupları oluşur. Ve her meslek grubu kendisini ilgilendiren konularda maksimum bilgi edinerek, toplum denilen ortak-yaşam sistemini ayakta tutmaya çalışır. Böyle bir toplumsal sistemde cahil-bilge ayrımı olur mu?

 Bilgi mesleğe göre değişim gösterir, bir demirci orak-bıçak yapma, bir madenci demir madeninin nasıl elde edilebileceği, bir ziraatçı hangi bitkilerin ne zaman ekileceği, hangi toprakta hangi tür bitkilerin yetişebileceği gibi bilgilere sahiptir. Dolayısıyla bir toplumda (eskiden yüzlerce) günümüzde binlerce farklı meslek vardır. Peki toplum bu mesleklerden hangisinin bilgisine sahip bir insan tarağından yönetilir?

İnsanların yaşamlarını bu şekilde sürdürdükleri Anadolu’daki höyük kültüründen anlaşılmaktadır. Yine Anadolu’daki höyük kültüründen bu yaşam şeklinin ne zaman değiştiği ve karşılıklı etkileşim yerine, tepedeki birilerinden (yani tepeden) gelen yönlendirmelere göre oluşan bir yaşam sistemine geçildiği Kültepe arkeolojik kazılarında görülmüştür.

Kültepe’de iki farklı yerleşim vardır. Biri yerel halkın yaşadığı eski tarihli höyük kesimidir; diğeri MÖ 2000’li yıllardan sonra kurulan Karum adlı yeni yerleşimdir. Eski yerleşimde tüm evler birbirlerinin benzeridir. Yeni yerleşimde ise insanlar arasında zenginlik düzeyine bağlı farklı yapılar, saraylar vs. vardır. Dolayısıyla doğal sistemin tapulanması ve sahiplenilmesinin başlatıldığı, zenginlerin “Efendiler” olarak farklı muamele gördükleri anlaşılmaktadır.

Kültepe’de görülen bu toplumsal yaşam değişiminin nedeni, yaklaşık 5 bin yıl önceleri Sümerler adı verilen bir kavmin, Basra yöresinde ilk kent-devletlerini kurmalarıyla başlar. Dikkat edin “devlet” denilen bir kavram ilk defa Sümerlerce oluşturulan kentsel yerleşimlerle başlar.

Sümerler insanlığa bir kötü bir de iyi miras bırakmıştır. Önce iyi mirası görelim:

Sümerlerin iyi mirası yazıyı keşfetmiş olmalarıdır.

İnsanlık binlerce yıldır bilgi üretmektedir, ancak bu bilgiler kulaktan kulağa şeklinde nesilden nesile aktarılabilmektedir. Bu nedenle bugün bizlere çok anlamsız gelen bir sürü efsane veya mitoloji bilgisi mevcuttur. Halbuki o mitolojik bilgileri oluşturan beyinler onları şaka olsun diye değil, doğa ve dünyayı öyle tasarladıkları için oluşturmuşlardır. Efsaneler yanında, çeşitli resimler, heykeller, kabartmalar, simgeler şeklinde de ne düşündüklerini ortaya koymuşlardır. Çanak çömleklere, halı-kilim gibi nesnelere işlenen resimler başka örnektirler.

Bu resim, heykel veya kabartmalara bakarak o insanların neler düşündüklerini tam anlayamıyoruz. Örneğin Göbekli-Tepe’yi yapanlar bir çok kabartma ve heykel yapmışlardır. Ama o insanların hayat görüşü “kesin olarak şöyleydi” diyemiyoruz. Sümerler’in 5 500 yıl önceleri düşüncelerini yazılı olarak ifade edebilecek yazı sistemini keşfetmişlerinden sonra durum tamamen değişmiştir. Bu nedenle o zamandan sonra “Tarih” denilen bir bilim dalı ortaya çıkar. Ancak şimdiye dek yazılan tarih kitapları hep devlet denilen tepedeki efendilerin sahiplendikleri toplulukların tarihlerini yazmışlardır ve de genellikle tepedeki efendinin görüşüne uygun olacak şekilde, yani tarafgirce.

Yazı sisteminin keşfinin, bilgi aktarımını ve insanlığın gelişimini çok hızlandırıcı bir etki yapması beklenirdi, ama kültürel gelişim grafiği bunun tam tersini göstermektedir. Acaba neden?

Nedeni, yazılı belgelerin Sümerler’in kötü mirasına alet edilmesidir. Şöyle ki: Sümerler doğadaki güç ve enerji sistemini varlıkların dışında-üstünde olduğunu sandıkları bir semavi güçte kabul etmişledir. Bu semavi gücün de ilahi mesajlarla insanlara nasıl davranmaları gerektiği bilgilerini gönderdikleri inancı ortaya çıkmıştır. Yazının kullanılması, bu mesajların dağıtımını kolaylaştırmıştır. Ama bu mesajlar insanları pasif olmaya yöneltmiştir. İnsanlar pasif kalınca da üretim, yenilik keşfi vs. de elbette yavaşlamıştır.

Şimdi de kötü mirası görelim:

Sümerlerin kötü mirası, güç ve enerji sistemini yanlış yorumlayıp, yönlendirici güç sistemini varlıkların dışında-üstünde varsaymalarıdır. Bu nedenle her kentin asil soylu olduğuna inanılan bir efendisi, yani sahibi vardır.

Yukarıda sunulan insanlığın kültürel gelişim grafiği insanlar tarafından bilinmemektedir, çünkü jeolojik, antropolojik ve arkeolojik verilere dayanılarak hazırlanmıştır ve bu bilgilere ise son asır içinde ulaşılmıştır. Bu bilgilerden yoksun olan insanlar da, kendilerine aktarılan son birkaç bin yıllık bilgilere göre davranarak, sanki insanlığın toplumsal yaşamının hep devlet denilen ve tepeden sahiplenilip-yönetilen bir sistem içinde geçtiğini düşünmüşlerdir. Halbuki insanlık 4.500 yıl öncesine kadar çok uygar ve ekolojik bir yaşam görüşü içinde bereketli-hilal (özellikle de Anadolu’da) uygar yaşamın temellerini atmışlardır. Alevilik kültürü bu nedenle çok eski kökleri olan, ama son birkaç bin yıl içinde gördükleri muazzam baskılar nedeniyle o eski özelliklerinden kısmen de olsa uzaklaştırılmış bir hayat felsefesi olarak kabul edilmelidir. (Bunu yazan ben alevi olmadığımı belirtmek isterim.)    

İşte sorunlar bir toplumun yönetiminin tepeye bağlanmasıyla başlar. Nedeni de şudur: Bir insan ancak yaklaşık 150 kişilik bir kitleyle etkileşim sağlar ve onları yönlendirip- etkileyebilir. Halbuki toplum denilen karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayanan birliktelikler on binlerce kişiden oluşmaktadır. Bu nedenle on binlerce kişilik kalabalıkları yönlendirmek için başka bir yöntem bulmak gerekir.

 

Bulunan yöntem şu olmuştur:

Efendi – Uşak, veya Asil-soylu – adi-soylu ayrımına dayalı yönetimler

Doğal sistemde üstünlük, aşağılık, krallık, efendilik, ağalık, uşaklık vs. yoktur. Örn. Bedenimiz 60 trilyon hücreden oluşur. Bu hücrelerin bir kısmı kalp, bir kısmı, böbrek, bir kısmı bağırsak gibi farklı organlarda görev almışlardır. Bu organlardaki hücrelerden biri, diğer organlardaki hücreleri kendinden üstün veya aşağı olarak algılar mı? Kesinlikle “hayır”, çünkü hepsi bir beden ortaklığı içinde bir araya geldiklerini bilirler ve birbirleriyle sürekli bir haberleşme ve yardımlaşma içindedirler.

İşte doğal sistemden sapma böyle bir olgudur ve yaklaşık 4 500 yıl önceleri devlet denilen sistemlerin kutsal veya asil soylu olduğu varsayılan tepedeki birileri tarafından yönetilmeleriyle başlatılmıştır.

Neden insanların bazıları kendilerini diğerlerinden üstün görüp, onların kendi emir veya yönlendirmelerine uyarak yaşamalarını istemiştir?

Her insanın kendine has bir yeteneği vardır ve bu özelliği ile diğerlerinden farklıdır. Kiminin sesi güzeldir, şarkı söyler, kiminin resim yapma yeteneği vardır, kimi her tür müzik aletini konuşturur, kimi en zor matematik problemlerini çözer, kimi marangozluğu sever, kiminin hayal gücü çok fazladır, kah roman yazar, kah bir bilimsel teori önerir, kimi çok iyi yüzer, kimi çok iyi koşar, vs.

Bu farklı yetenekler toplum hayatı için mutlaka olması gereken farklılıklardır. İnsanlar bu yetenek farklılarına göre kendilerine bir meslek edinirler, ve onların karşılıklı hizmet alış-verişlerine göre de toplumsal bir ortaklık ortaya çıkar. Hiçbir meslek diğerine üstün sayılmaz.

Bu tür bir doğal gelişimin yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar Anadolu’da gerçekleştiği görülür, çünkü değirmencisi, demircisi, çobanı, duvarcısı, sanatçısı, vs hep birlikte yan yana ve birbirlerine benzer evlerde yaşamışlardır. Höyük tipi eski yerleşim yerleri bunun kanıtıdır.

Ama Sümerlerle birlikte asil- veya tanrı soylu insanlar kavramı ortaya çıkar. Kendilerinin daha zeki ve daha güçlü olduklarını fark eden bazıları, kendilerindeki bu yeteneklerin tanrı-soylu oldukları için kendilerine bahşedilmiş bir özellik olduğunu öne sürerek, tanrı-soylu, adi-soylu insan ayrımı sistemini ortaya atarlar. Asaletlık kavramı bu şekilde ortaya çıkar. Tanrının kendilerini toplumları sevk ve idare etmek için yarattığı, diğer adi soyluların tanrılara (dolayısıyla tanrıların dünya temsilcisi olan kendilerine) hizmet etmek için çamurdan yaratıldıkları gibi Sümer tableti yazıtları bu görüşleri doğrularlar.

Asil soylu olduğunu iddia eden bu efendiler Zümresi bir enerji kaynakları olmadığını bilirler. Bu zorluğu aşmak için olsa gerek, doğadaki her şeyin yaratıcısının varlıkların dışında (gökte) bulunan bir doğa-dışı (veya üstü) -güç (DÜG) sistemi olduğu, dolayısıyla dünyadaki her şeyin sahipliğinin de bu yaratıcıya ait olduğu şeklinde bir yaratılış görüşü ortaya atarlar. Yaratıcının dünyadaki temsilcileri olarak da, sahip oldukları ülkedeki her şeyin sahipliği tepedeki bu efendilere ait olmuş olur. Bu nedenle yaşam ortamları paylaşılıp-sahiplenmeye başlanır ve dünyadaki sömürücülüğün tohumları 5 bin yıl önceleri atılmış olur.

İnsanlık yaklaşık 2 bin yıl öncelerine kadar asil-soylu efendi sınıfı efsanesi yönlendirmesiyle uyutulmuş şekilde devam eder. Bu yönlendirme o kadar etkili olmuştur ki, insanlar kendilerini efendilerinin birer kulu-kölesi olarak görerek binlerce yıl sessiz-sedasız yaşamışlardır. Bunun en güzel delilini, Büyük İskender lakaplı Makedonya kralının MÖ 334’de Trakya’dan sefere çıkması, bir yıl sonra Anadolu, 2 yıl sonra Suriye ve Mısır, 3 yıl sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl sonra Türkmenistan ve Afganistan’ı ele geçirmesi olayında görülür. Bir insan sadece at sırtında giderek, nasıl 5 yılda tüm orta-doğu ülkelerini ele-geçirir ve büyük bir imparatorluk kurar?

Bir kralın 5 yılda Balkanlardan Afganistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır? Bunun olması devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması, halkın kendilerini tepedeki efendinin kulu-kölesi kabul etmesi gerçeğinden kaynaklanır.

Zamanla insan nüfusu arttıkça ve insanların bilgi-bilinç düzeyi geliştikçe, insanlar uyanmaya ve kölelik-efendilik kavramını sorgulamaya başlar. Spartakus isyanı gibi başkaldırmalar devlet yöneticilerini yeni arayışlara yönlendirir, çünkü artık insanlar tepedekilerin özel – asil soylu olduğuna inanmamaya başlamışlardır.

 

DOM-15t:

Uyanan insanları uyutacak  yeni yol arayışı 

Yöneticilerin istedikleri tek şey, insanların kendi söylediklerine uygun davranmalarıdır. İnsanların davranışları nasıl kontrol altına alına bilinir?

Hayvanların davranışları nasıl kontrol altına alınıp- evcilleştirme işlemi yapılıyorsa, insanlarda da aynı yöntem uygulanabilinir. Bir hayvan yavrusu doğumdan hemen sonra yakınında gördüğü canlıyı kendine en yakın varlık olarak görür ve kendini ona yakın hisseder. İnsan bebekleri de öyledir.

Doğumdan hemen sonra bebeklerin kulağına “inanç sisteminin temelini oluşturan sözcükler” okunarak başlatılan dinsel görüş aktarımı, sonraki yıllarda devam ettirilir. Bu amaç için maaşla din-görevlileri tutulur. Bu görevliler sürekli olarak “ilahi bilgilere göre” nasıl davranılacağını halka aktarırlar. Bu şekilde insanların bilinç-altı sistemi oluşturulur ve gelenekselleştirilmiş olur. 

Bu inanç sistemi de, asil-soyluluk gibi, tepedeki hanedan sınıfının rahat yaşamalarının sağlanmasına odaklanmıştır. Bunun için halkın çalışıp-üretmesi ve efendilerinin tüm işlerini yapacak şekilde davranmaları gerekir. Halk çalışıp-üretmeli ki, efendiler rahat yaşasınlar.

      Halkın böylesine fedakârlık içinde davranmaları, ve her türlü cefaya katlanabilmeleri için,

      Bu dünya hayatının fani olduğu, gerçek ve ebedi bir yaşamın öteki-dünya denilen bir yerde olacağı,

      Bu dünya hayatının bir deneme olduğu, bu denemeyi başaranların öteki dünyada mükâfatlandırılacakları,

      Bu ilahi görüşü yaygınlaştırma uğrunda savaşanların öteki dünyada doğrudan cennete gidecekleri,

gibi ödüllenmeler içeren kutsal kitap bilgilerinin yaratıcı tarafından insanlara iletildiği insanların bilinç altına işlenir. Böyle bir bilinç-altı etkisindeki insanlar da tepedeki efendiler tarafından güdülen bir sürüye dönüşmüş olurlar. Bu nedenle “Kutsal Kitaplar, insanlara takılan “At gözlükleridir”. Burada “At gözlüğü” terimi hakkında bir bilgi vermek gerekecek. Atlar bir köprü üzerinden geçmek istemezler, çünkü köprünün sağında ve solunda dere olduğunu görürler ve korkarlar. Ama atın sahibi atın üzerindeki yükü karşıya taşımak için onun köprüden geçmesini ister. Bunu sağlamak için de atın gözüne “at gözlüğü” denilen, görme alanını daraltıcı bir düzenek hazırlar ve atın kafasına takar. At artık sadece köprü üzerindeki yolu görebilmekte, sağ veya sol tarafı görememektedir. Bu şekilde atın sahibi atın kafasını sadece önüne bakacak tarzda tutarak çeker ve at da köprüden geçer.

İşte kutsal kitaplar, devlet yöneticilerinin, halkı istedikleri yönde davranmaları için tepedeki hanedanlarca yazdırılmış yönlendirme kitaplarıdır. Çünkü doğada varlıkların dışında-üstünde yönlendirici – yol gösterici bir güç veya kuvvet sistemi yoktur. Sorgulamadan bir şeye inanan insan kesinlikle bir at-gözlüğü takmış olur.

Kutsal kitaplar gerçekten kutsal mı?

Mukaddes Kitap olarak bilinen kitap Eski Ahit ve Yeni Ahit olarak birbirini takip eden iki bölüm içerir. Eski Ahit içinde Musa peygamberin yazdığı beş bölümlük Torah ve ondan sonra gelen peygamber ve kralların bıraktıkları diğer bölümler bulunur. Yeni Ahit ise, İbrahim peygamberin 14. Kuşak torunu olarak MÖ. 3te doğan İsa peygamberle başlar. Kutsal kitaba göre, İsa’nın annesi Meryem, ilahi olarak hamile kalmıştır dolayısıyla Allah’ın oğlu kabul edilir. Olağan üstü güçleriyle tüm hastaları iyileştirmesiyle ünlüdür. Hayatı havarileri tarafından kaleme alınmıştır ve yeni Ahit içinde 4 ayrı kitap olarak bulunur.

Yahudiler kendilerine ilk kutsal kitap gelen kavim olarak bilinir. Eski Ahit (veya Tevrat) olarak bilinen bu kitap verilerine göre, Mısır’da Firavunlar egemenliğinde yaşayan Musa Peygamber’e ilahi mesajlar gelir ve Musa o mesajlara göre davranarak, Mısırda esaret altındaki İsrail-oğulları kavmini kurtarıp, kendilerine vaat edilmiş olan Kenan ülkesine götürür.

Şlomo Sand (2011) adlı bir tarih profesörü “Yahudi halkı nasıl icat edildi” adlı eserinde Yahudi adı verilen toplumun nasıl ortaya çıktığını ayrıntılı olarak anlatır.  Şimdi bu eserde ulaşılan sonuçları özetlemek istiyorum.

1)- Musa’nın yaşadığı zaman MÖ 13. Yüzyıla denk gelmektedir. Musa Peygamber ile yazdıklarında şu dikkat şeker:

“Kenan, "Mısır'dan Çıkış"ın varsayıldığı dönem olan MÖ XIII. yüzyılda hala mutlak erk sahibi olan firavunların denetimi altındaydı. … Eğer Kitabı Mukaddes'e  bağlı  kalırsak,  kırk yıl boyunca çölde altı yüz bin savaşçıya, yani yaklaşık olarak üç mil­yon kişiye rehberlik etmişti. Bu kapsamda bir halkın kendi ikamet yerini terk edip bunca uzun süre çölde gezinmesinin bütünüyle imkânsız olması bir yana, böyle bir olayın yazıtsal ya da arkeolojik herhangi bir izi olmaması da imkansızdı. Mısır Krallığı'nda her olayı büyük bir kesinlikle kaydetmek adettendi; bizler imparatorluktaki politik ve askeri yaşam üzerine çok sayıda belgeye sahibiz.  Sorun, herhangi bir dönemde orada yaşamış, isyan etmiş ya da oradan çıkmış "İsrailoğulları"na hiçbir referansın ya da imanın bulunmamasıdır.  Kitabı Mukaddes anlatısının sözünü ettiği Pitom şehri erken dönemli bir dış kaynakta görülmektedir, fakat ancak MÖ VII. yüzyılın sonunda şehir önemli bir yer olmuştur. Varsayılan dönemde önemli bir nüfusun Sina Çölü'nden geçişine tanıklık eden kalıntı bugüne dek bulunmamıştır ve ünlü "Sina" Dağı'nın yeri henüz "keşfedilmemiştir." Göçebeliğin anlatısında adı geçen Etsion Gever ve Arad yerleşimleri o dönemde henüz gerçek anlamda yoktular; ancak çok sonraları daimi ve gelişen yerleşimler olarak ortaya çıkmışlardır.” (Sand 2011, s 151)

Yani her önemli olayın kaydının tutulduğu Firavunlar tarihinde, MÖ. 13. Yüzyıla ait böylesine önemli bir olay ve onun kahramanı hakkında hiçbir kayıt bulunmamasının dikkate alınması gerektiği vurgulanır.

2)- Kitabı Mukaddes’te Eriha, Hesbon gibi Kenan kentlerinin İsrailoğullarınca fethedildiği yazılıdır.

 

Kiabı Mukaddes’te şu yazılıdır: "İsrail halkı" kırk yıl dolaştıktan sonra Kenan Ülkesi'nin önüne geldi ve orayı yıldırım hızıyla fethetti. Tanrısal buyruk gereği yerli halkın büyük bölümünü yok etti, sağ kalanları ise oduncu ve kuyucu yaptı.”

“Kenan bölgesindeki yerleşim yerlerinin MÖ XIII. yüzyıl sonlarında yıkılmış ve yakılmış olmaları, o tarihlerde tüm bu bölgelerde, aralarında Filistinlilerin de yer aldığı "deniz halkları” akınının bir sonucudur. (Sand 2011, s 152)

Burada belirtilmek isten şudur: Tarih bilgileri ve Arkeolojik kazılar, MÖ. 13. Yüz yıl sonlarında tüm Ege bölgesi, Anadolu ve Kenan bölgesi gibi bölgelerde “Deniz halkları istilası” ve “Tunç-devri-çöküşü” olarak tarihe geçen dünya genelinde etkili bir sosyal patlama yaşandığını göstermektedir. Dolayısıyla, İsrailoğulları’nın bu kentleri fethetmeleri gibi bir durum yoktur.

 

3)- Kitabı Mukaddes’te Davud ve Süleyman dönemin tüm Orta-Doğu bölgesinde en güçlü devlet olduğu yazılıdır

 “Davud ile Süleyman'ın dönemi olarak varsayılan MÖ X. yüzyıla ait önemli bir krallığın varlığına dair herhangi bir kalıntıya çevrede yapılan kazıların hiçbirinde rastlanmadı: Anıtsal bir yapının, surun, muhteşem bir sarayın en ufak bir kanıtına rastlanmadı.”

“Kitabı Mukaddes'in, neredeyse Babil'in ya da Pers'in güçlü krallarının dengi yapacak şekilde zenginliğini tarif ettiği bu efsanevi kralın varlığına dair hiçbir kalıntı yoktur. (Sand 2011, s 154)

“Kral Süleyman'ın yedi yüz karısını ve üç yüz cariyesini yerleştirecek kadar büyük sarayı olmamıştı.”  (Sand 2011, s 156)

Sand (2011) Kitabı Mukaddes’deki bu abartılı yazıları şöyle açıklar: “Elbette ki tek Tanrı'nın lütfu sayesinde oluşmuş bu engin ortak krallık kimliğini daha geç dönem yazarları icat edip yüceltmişlerdir. Zengin ve orijinal bir hayal gücüyle birlikte, dünyanın yaratılışının ve korkunç tufanın, ilk peygamberlerin başlarından geçenlerin ve Yakub'un melekle kavgasının, “Mısır’dan Çıkış”ın ve  Kızıl  Deniz' in açılışının,  Kenan'ın  fethinin  ve  Gibeon'da  güneşin  mucizevi  bir şekilde durmasının  ünlü anlatılarını da yeniden oluşturdular. (Sand 2011, s 156)

 

Yukarıda özetlenen tarihsel ve arkeolojik verilerden sonra: Kutsal kitapların vahiyle gelmediği, ortak bir topluluk aidiyet duygusu oluşturmak için yöneticiler tarafından hazırlandığı sonucu çıkarılır.

"Kopenhag-Sheffield Okulu" araştırmacıları -Thomas Thompson,  Niels Lemche, Philip Davies ve diğerleri- şöyle yazmışlardır:

Aslında tek bir kitap yoktur, olağanüstü bir kütüphane toplamı vardır ve bunlar MÖ VI. yüzyıl sonundan II.  yüzyıl başına dek yazılmış,  üzerinde  çalışılmış  ve gözden  geçirilmiştir.  Kitabı Mukaddes felsefi -dini tartışmaların çok katmanlı bir sistemi olarak ya da esasen gelecek kuşaklara dönük (Tanrısal cezalandırma sistemi de gelecekle ilgilidir), kimi zaman pedagojik amaçlı az çok tarihsel tasvirler sağlamış teolojik bir tamamlayıcı olarak okunmalıdır.  (Sand 2011, s  160)

Kitabı Mukaddes'in yumuşacık kimlik kucağı, mucizevi efsane niteliğiyle ve belki de bu sayede, baskıcı ve boğucu şimdiki zamanın sağlamayı başaramadığı aidiyetin uzun sürmüş ve neredeyse ezeli-ebedi duygusunu onlara sağlamayı başardı.

Yahudiliğin aynı zamanda ender bir topluluk aidiyeti duygusu sağladığını da unutmamak gerekir; eski kimlik ve geleneklerin çözülmesinin bir faktörü olan genişlemekte olan imparatorluk dünyası bu duyguya fazlasıyla ihtiyaç duyuyordu. Yeni buyruk sistemine uyum sağlamak kolay olmamıştı, fakat seçilmiş ve kutsal halkın parçası olmak, farklılık yoluyla değer kazanma duygusunun kökenindeydi ve bunun yüksek bedeli razı olunan çabayı ödünlüyordu. Bu sürecin türsel boyutu özellikle önemlidir: Kadınlar bu yaygın din değiştirme hareketinin öncü gücüydü. (Sand 2011, s 212)

Tarihsel ve arkeolojik değerlendirmeler sonucu, Kitabı Mukaddes’in MÖ 6. Asır sonlarından başlanarak, MS. 2. Asır başlarına kadar olan uzun bir zaman aralığında yazılmış olduğu görülmektedir.

 

Kutsal kitaplar bir efendiye kul yapma projeleri olduğundan içlerimizdeki kuantsal yaratıcılığa ihanettirler. Bu nedenle bedensel ve toplumsal hastalıklara davetiye rolünü oynarlar. İnsanlar dua ederken neden kabeye yönelirler, tanrının rahmetine ulaşmak için mekkeye giderler? Çünkü dua ettikleri efendinin orada olduğuna inanırlar. Kutsal kitaplar bu nedenle zombi yapar, insanın mantığını devre dışı bırakır.  

DOM-15u: 

Devlet ve Toplum arası fark “şeffaflık” kavramıyla belirginleşir. Şöyle ki:

“Devlet sırrı” diye bir kavram vardır ve “devlet sırrını açıklamanın suç olduğu” yönünde kanun maddeleri vardır. Yani devlet yöneticilerinin aldıkları bazı kararları veya yaptıkları bazı işlemleri halkın bilmesi istenmez.

Bir şey halktan gizleniyorsa, o şey halkın zararına olmalı ki, “devlet sırrı olarak” halktan gizleniyor. Halkın yararına olmayan bir şey, tepedeki yöneticilerin kişisel ihtirasları doğrultusunda olmalı ki, kapalı kapılar ardında karara bağlanıyor ve yapılıyor. Dolayısıyla devlet denilen tepeden yönetimde şeffaflık yoktur, çoğu kararlar kapalı-kapılar ardında alınır ve halktan gizlenir. Halktan gizlenilen her şey halkın zararına olmalı, yoksa halktan neden gizlensin ki?

Bu nedenle toplum hayatında her şey şeffaf olmalıdır. Ama bu durum tepeye bağımlı örgütlenme sistemlerinde asla arzu edilmez. Devlet de böyle şeffaflığın mümkün olmadığı bir sistemdir.

 

Kutsallık, dinsel ve ırkçı anlayışa, dolayısıyla ayrımlaşmaya yol açar. ASİL SOYLU olduğuna inanılan bir EFENDİ zümresi oluşur. Tepeden otoriterce yönetilen Devlet sistemleri ortaya çıkarlar. Kendilerini halkından üstün gören bu efendilerin, kendi halkını sömürmeleri onların hırslarını yatıştırmaya yetmez, komşu halkları da kendi egemenlikleri almak için fetih siyasetleri oluşturulmaya başlanır.

Atalarımız “kul sıkışmayınca hızır yetişmez” diye bilinen bir özdeyiş oluşturmuşlardır. Bu özdeyiş doğadaki oluşum ve gelişimleri fiziksel ve matematiksel parametreleriyle açıklayan Dinamik Sistemler Fiziğinin ilkelerinin bir özetidir. 

Önceki bölümlerde insanlığın uygar davranışa geçişinin Buzul devrinin zor koşullarında yaşamaya mecbur kalan insanların, bu zor koşullarla başa çıkabilmek için dinamik sistemler fiziğinin kurallarına uygun olarak karşılıklı iş birliğine girerek insanlığı hızlı bir kültürel kalkınma içine soktukları gösterilmişti.

Bu hızlı kalkınma, yaklaşık 4.500 yıl önceleri duraksamaya başlar, çünkü Sümerler toplum hayatı yönetimini karşılıklı etkileşimden tepeden yönetilen sisteme, yani kuantsallıktan kutsallığa, dönüştürmüşlerdir. Tepeden yönetimli sistemlerin tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html  adresli makalede net bir şekilde gösterilmiştir.

Kutsallık sisteminin gereği olan kralların bir enerji kaynakları olmadığından, onlar varlıkların dışındaki bir doğa-dışı (veya üstü) -güç (DÜG) sisteminin tüm doğal sistemin yaratıcısı ve sahibi olduğu şeklinde bir bilgiyle halkı yanıltmaya başlarlar. Kendilerinin bu DÜG sisteminin toplumdaki temsilcileri olarak, tüm vatanın ve üzerindeki tüm varlıkların sahibi oldukları gerekçesiyle halkın tüm kazançlarına el koyarlar ve ancak ölmeyecekleri kadar bir şeyleri onlara bırakırlar. Halkın buna karşı duracak bir güçleri yoktur, çünkü tüm güç (para-mal-mülk) tepedeki efendidedir ve korumaları ve paralı askerleriyle halkı baskı altına almıştır.

Görüldüğü üzere asalet görüşüne dayalı tepeden yönetim tamamen bir sömürü sistemidir. Hem kendi halkını sömürür, hem de komşu devletler istila edilerek ganimetçilik yapılır. Bu sistemin 5.000 yıl önceleri Sümerlerce ortaya çıkarılmasından sonra hızla dünyaya yayılır, çünkü insanlık doğal olayların ve doğal felaketlerin nasıl oluştuğu konusunda bir şey bilmemektedir. Bu sistem ise DÜG sisteminin temsilcilerinin insanlara bu konuda yararlı olacaklarını vaat etmektedirler.

Kuantsal sistem tüm varlıklar arası karşılıklı etkileşimlere dayanır, yani toplum tüm insanların karşılıklı etkileşimleriyle oluşur. Asalet sisteminde ise tüm güç tepedeki bir efendide toplanmıştır. Tepedekinin gücünün ilahi bir kaynaktan kökenlendiğine inanıldığından, onun soyu asil soylu kabul edilir. Irkçılık bu şekilde ortaya çıkar.

Sümerlerde her kentin bir kralı olması, yaratıcının her topluma kendi diliyle bir elçi gönderdiği inancına dayanır. Bu inancın etkisiyle, ırkçılığın yanısıra, dinsel ayrımcılıklar da ortaya çıkar.

Sümerlerdeki gibi kent devletlerinin zamanla birçok kentin birleşmesiyle bölgesel devletlere dönüştürülmesiyle, dinsel anlayışta da değişimler olur ve yaratıcının belli ırkları seçip, onların soylarını desteklediği şeklinde inançlar gelişir. Vs.

At gibi çok hızlı ve güçlü bir hayvanı evcilleştiren Ukrayna-Kazakistan bozkırları toplukları (Yamnaya Göçebeleri) bu görüşe ulaşınca, sömürü ve talanla tüm dünyayı elde etmeye başlarlar. At gibi bir hayvana sahip olmayan Anadolu gibi Akdeniz ve Orta-Doğu toplumları kuzeyden gelen bu talancılar karşısında aciz kalırlar ve onların egemenlikleri altına girerler.

Yamna yöresi indo-german (Hint-Avrupa) dil grubunun doğum bölgesidir. Dolayısıyla, hangi kavimlerin dünyada bu talana katıldıkları, konuştukları dillerden anlaşılmaktadır.

Aryan dedikleri asil bir ırka mensup olduklarını iddia eden bu bozkır-göçebeleri, 5 bin yıl öncelerinden başlayarak Avrupa-Anadolu- İran gibi güney ülkelerini istilaya ve kendi kültürlerini istila ettikleri yöre halklarına aşılamaya başlarlar. Tüm Avrupa’da bu çok etkili olmuştur ve eskiden aglütine dil konuşan yerli halklar İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Rusca, Yunanca gibi indogerman (hint-Avrupa) kültürü altına girmişlerdir. Batı Avrupa’da buna direnebilen tek toplum Bask halkı olmuştur. Doğu Avrupa’da Macar’ların durumu karanlıktır, Hun imparatorluğundan sonra mı kaldılar, yoksa Bulgarlar, Anadolu Türkmenleri gibi Atlantis-Ovalı kökenli miydiler, henüz bilinmiyor. Ama Vinça kültürünün Atlantis kökenli olması gerekliliği düşünülünce, Orta-Avrupa’nın ilk yerel halklarının aglütine dilli olmaları beklenir. Nitekim Bulgarlar eskiden Türkçe gibi aglütine dil konuşurken, sonradan kuzeyden gelen Hint-Avrupa kültürünü kabul etmişlerdir. Bulgarlar gibi, diğer bir çok toplumun da aynı şekilde sonradan slavlaştırıldığı veya diğer indo-german diller etkisine girdikleri anlaşılmaktadır.

Günümüz teknolojisiyle insanların soy geçmişlerinin genetik haplogrub analizleriyle belirlenebilmesi, çok ilginç sonuçlar vermektedir. Örneğin Girit adasında günümüzde yunan kültürü egemendir. Ama Girit adasında 4-5 bin yıl önceleri oluşturulan Minos uygarlığı halkının kökeninin Anadolu halkı ile akraba olduğu ortaya çıkmıştır (Hughey, J.R., Paschou, P. et al. 2013). Yani Avrupa kıtasının ilk yerleşik toplumlarının Gedik 1992 yayını ile ortaya konulan Atlantis-Ovalılar olduğu genetik araştırmalarıyla tamamen desteklenmektedir.

Anadolu’da ve İran’da yaşayan farklı etnik kökeni gruplar için de aynı durum söz konusudur. Birçok genetik araştırma, Sahakyan et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al 2019, insanlığın kültürel gelişim merkezinin Anadolu olduğunu ve oradan hem batıya, hem doğuya yayıldığını göstermektedir.

Bunlardan özellikle Fars kimliğine odaklı Grugni, V., Battaglia, V. et al. 2012 araştırmasında şu yazılıdır:

“Fars kimliği, yaklaşık 4 bin yıl önce İran'a gelen Hint-Avrupa Aryanlarını ifade eder. Fars dili ve kültürünü İran platosunun yerel toplumlarına yaydılar.”

O yayında vurgulandığı üzere, Fars kültürü, kuzeydeki Yamnaya-göçebelerinden koparak güney bölgelerini istila edip, üstün-ırk özellikli olduğunu savundukları kendi kültürlerini yerel halklara empoze eden bir sömürgeci kavimdir. Doğu Anadolu’daki Kürt gibi etnik grupların dillerinin Hint-Avrupa dil grubundan olması, Bulgarların slav kültürü kabul etmelerine benzer. Çünkü tüm komşularında (Gürcü, Azeri, Türk, vs.) aglütine diller konuşulmaktadır.

Biz Anadolu insanları, en az 12 bin yıldan beri bu topraklarda yaşaya gelmiş binlerce farklı kavmin karışımından oluşan bir nesiller karışımıyız. Her bir-kaç asırda bir bu topraklardan farklı kavimler geçmişler ve yerli kavimlerle karışmışlar-kaynaşmışlardır. Makedonyalılar, Persler, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar, vs. Bu kavim etkileşimlerinde, savaş nedeniyle erkekler genellikle karşılıklı olarak öldürüldülerse de, çocuk ve kadınlar hep korunmuşlardır. Kadınlar genetik bilgi aktarımlarında aslan payına sahiptirler. Bu nedenle bizler soy olarak babalarımızın isimlerini taşıyarak onları aktarmış olsak dahi, kalıtsal olarak analarımızın soyunu baskın bir şekilde devralmış ve devam ettirmişizdir. Hele erkeklerin cariye vs. şeklinde yabancı kadınlarla ilişki kurmaları, soyumuza yüzlerce farklı kavmin kalıtsal değerlerini sokmuştur. Osmanlı hanedanlarının saraylarındaki cariyelerin ırklarındaki çeşitlilik bunun güzel bir örneğini oluşturur.

Genetik analiz sonuçlarını gösteren şekilde bu durum çok net olarak görülür.

Hindistan, Afrika gibi insanlık göçlerinden az etkilenen ülke insanlarının genetik profilleri oldukça basit ve sadedir.

Ama Anadolu ve çevre ülkelerinde durum tamamen farklıdır. Ve en fazla çeşitlilik te Anadolu halkında görülür.

 Günümüz Türkiye’sinde 40’a yakın farklı etnik kökenli insan bir arada yaşamaktadır. Bunların hepsinin kanlarında (yani gerçekte genomlarında) Anadolu’da tarih boyunca yaşamış binlerce farklı ırk ve dinsel görüş sahibinin kalıtsal verileri vardır. Yani bizler tam bir çorbayız.  Dolayısıyla bizler böylesine karmaşık bir ırksal ve dinsel görüş çeşitliliğinin tam göbeğindeyiz. Öyle bir toplumsal hayat modeli önermeliyiz ki, tüm bu farklı ırksal ve dinsel öğelerin hepsini kapsasın ve hiç-birine ters gelmesin. Hepsi kabul edebilsin ve ortak bir hayat görüşü çerçevesinde birleşerek, mutlu bir toplumsal birlik oluştursun ve dünyaya örnek bir model ortaya koysun.

 

DOM-15v:

 

İnsanlığın Bilgi Düzeyi Zamanla Gelişmiştir.

İnsanların bilgi düzeyinin zamanla geliştiğinin coğrafik örenekleri.

Geçmiş bölümlerde aktarılan tüm bu olaylar ve gelişimler yeryuvarı tarihi yıllıklarında kayıtlıyken ve biz insanlar bu bilgilere ancak son asır içinde ulaşabilmişken; beyinleri henüz yeni yeni gelişen ve doğa ve dünyamız hakkında ilk fikirleri oluşturmaya başlayan insanların ne tür aşamalardan geçtiklerini, yine yeryuvarı yıllıklarından takip edelim.

İnsanlar, doğa ve dünya hakkında fikir üretimine, yaklaşık 30 bin yıl önceleri, kadınların çocuk doğurarak yeni bir canlı dünyaya getirmesini “yaratıcılık” sayıp, hamile kadın heykelcikleri yaparak başlamışlardır. Yaklaşık 15 bin yıl önceleri, “hayat” sorusunu irdelemiş olmalılar ki, ölümden sonra insanların tekrar canlanacakları inancıyla, ihtiyaç duyacakları tüm değerli eşyalarıyla birlikte ölülerini gömmeye başlamışlardır.

İnsanların bilgi düzeyi zamanla gelişmektedir.

Bir toplumun hayat standardı, halkının bilgi ve bilinç düzeyine bağlıdır. Halkı “Bilgili ve bilinçli” olan bir toplum mutlaka iyi bir yaşam düzeyine sahiptir, çünkü hayat için gerekli ürünler sadece bilgiyle üretilebilinmektedir.

İnsanların Dünya Coğrafyası konusundaki bilgi düzeyi değişimleri

Bunu arkeolojik verilerle açıklamak için atalarımızın dünya hakkındaki görüşlerini yansıtan harita tasarımlarına bakmak yeterlidir.

Irak’da bulunan ve günümüzde British Museum’da sergilenmekte olan bu kil tablette dünya hakkında yapılmış ilk harita görülmektedir.

Tablette “dünya” sarı renkteki alanda gösterilmekte ve çevresi mavi halka şeklindeki bir çemberle = denizle gösterilmektedir. Çember “Bitter river= Acı ırmak = tuzlu su” olarak işaretlenmiştir.  Bu “tuzlu-su”nun dışında yıldız şeklindeki oklarla “bilinmeyen sistemler = adalar” tasarlanmıştır.

Çember içinde “bilinen dünya” yerleştirilmiştir.

Peki neler bilinmektedir?

1- numarayla kuzeyde dağlık bölge (Zagroslar ve Toroslar), 2- bir kent?, 3- Urartu, 4-Asur, 6-bilinmiyor, 7-Bataklık, 8-Elam, 9- Kanal (denize bağlantı), 10-Bit-Yakin?, 11- bir  kent?, 12-Habban, 13-“dikdörtgen” Fırat nehriyle ikiye bölünmüş Babilonya, 14-17 Acı-su = Okyanus?Deniz.

3-4 bin yıl öncelerinde insanlar dünya hakkında bu kadar bilgiye sahipti.  Evet, o zamanın insanlarının tüm dünyası bu kadar!

 

Bin yıl önceleri insanlığın coğrafik bilgisi biraz daha artmış ve dünyayı üstteki gibi tasarlamışlardır (Beatus Map):

Haritada Asya – Avrupa ve Afrika kıtaları görülüyor. Doğuda bir noktada “Cennet-bahçesi” var; İngiltere ve İskoçya Okyanusta ada olarak gösterilmişler. Kudüs  Babil’in kuzeyinde sanılmış, Fırat ve Nil ırmakları birbirleriyle bağlantılı sanılmış, vs.


Aradan bin yıl geçtikten sonra insanlığın bilgi düzeyi öylesine patlarcasına gelişmiş ki, günümüzde güneş sistemi çevresindeki Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptun gezegenlerine uydular gönderilmiş ve onlar haritalanır olmuşlardır. Halbuki bu gezegenler atalarımız tarafından birer tanrı olarak görülüyorlardı.

  Bu yazı dizinini beğenenlerin sayısı beğenmeyenlerden çok olsa da, uzlaşmaya yönelik genel bir duyuru şeklinde bir ara bölüm eklemek gerekti.

 

DOM-15y:

 

4-5 bin yıl önceki insanlar yaşadıkları dünyayı evrensel sistemin merkezinde düşünmüşlerdir.

İnsanlığın Evren ve Hayat hakkındaki bilgileri nasıl değişim gösterir?

 

Güneşin gökteki diğer milyarlarca yıldızdan biri gibi hidrojenleri birleştirerek helyum elementi yapan ve açığa çıkan enerjiyi radyasyon olarak Venüs, Dünya, Marsa, Jüpiter gibi gezegenlere göndererek hayatın gelişmesi için gereken enerjiyi sağlayan bir nükleer reaktör olduğunun bilinmediği çağlarda insanların doğa ve evren görüşü.

Coğrafik bilgileri çok sınırlı olan Sümerlerin doğa ve dünya görüşü günümüz bilgilerinden çok farklıdır. Onlara göre, dünya sabit ve değişmez olarak oluşturulmuş ve evrenin merkezinde ters dönmüş bir tabak şeklindedir. Üzerinde “gök” denilen camsı bir kubbe vardır. Bu camsı kubbenin üstünde tatlı su okyanusu bulunmakta ve kubbede kapılar açıldığında yağmur yağmaktadır. Tabak şeklindeki düz dünyanın altında ise yer-altı dünyası (cehennem) bulunmaktadır. Tüm bu oluşumları yapanlalar ise, bu sistemlerin sahibi olan ölümsüz Tanrılardır. Zaman ise tanrıların ebediliğine dayalı bir sonsuzluktur. 

 Böylesine ebedi bir sonsuzluk sistemi içinde, insanlar neden kendilerinin ölümlü olduklarını anlayamamışlar ve ebedi bir hayat sistemi tasarlamışlardır. Bu şekilde “ ahiret = öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır.

Sümerler doğa ve dünyayı, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde (yani doğum-ölüm döngülü) dinamik bir sistem olarak düşünememişlerdir. Bu nedenle de insanları da iki farklı kökenli olarak tasarlamışlardır. Biri tanrı-soylu, uzun ömürlü asil insanlar, diğeri ise bu asil soylulara hizmet etmek için çamurdan yaratılmış köle insanlar. (Sümerlerin krallar listesinin yazıldığı bir tablette yirmi-otuz bin yıl yaşayan krallardan söz edilir. Kutsal kitaplarda da, ilk on peygamberin dokuz yüz küsur yıla ulaşan ömürleri olduğu yazılıdır.)

Gılgamış destanı veya Enuma Eliş gibi eski arkeolojik belgelerde, kendilerini asıl-soylu kutsal varlıklar olarak gören kral, vs. gibi devlet sahiplerinin, ebedi ömürlü olmak için uğraşma çabaları anlatılmaktadır. Yani atalarımız doğada tanrı dedikleri ama göremedikleri varlıkların ebedi ömürlü olduğuna inanmaktadırlar ve onların soyundan geldikleri için kendilerinin de ebedi ömürlü olmalarını istemektedirler. Bu durum atalarımızın doğa ve dünyanın dinamik bir sistemde oluşup-geliştiği şeklindeki gerçek durumu anlayamamış olmalarından kaynaklanır.

 

Şekil: Sümerlerin Evren tasarımı

Bu tür mantıksal çarpıklıkların temelinde, (1) zaman kavramının yanlış yorumlanması, (2) kuantum fiziğinin bilinmemesi, (3) Dinamik Sistemler Fiziğinin bilinmemesi başta gelir. Bu bilinmezlikler günümüzde de hala devam etmekte ve insanların büyük çoğunluğu, ölümden sonra ebedi bir “ahiret hayatının” kendilerini beklediklerine inanmaktadırlar.

Öteki dünya veya “ahiret” gibi bir kavramın oluşmasına neden olan ilk faktör, yukarıdaki bölümlerde “Atlantis ovası üzerindeki adalarda yaşayanların adalarının batması ve insanların da bir günah işledikleri için yaratıcı tarafından cezalandırıldıkları” şeklinde açıklanmıştı.

Bu olguya dayanılarak, kutsal kitaplar oluşturulmuş ve kutsal kitap emirlerine uyularak yaşanılırsa, ölümden sonra cennet denilen bir mekanda ebedi bir yaşama kavuşulacağı vaat edilmiştir.

Şekil: Kutsal Kitapların Evren tasarımı

Cennet tanrıların ebedi olarak yaşadığı ortam olarak kabul edildiğinden ve tanrıların da gökte (gök-kubbe üzerinde) bir yerde yaşadıkları düşünüldüğünden, ölümden sonra gidilecek cennet Göklerdeki Cennet olarak şekildeki gibi bir ortamda tasarlanmıştır. (Cennet bahçesi Eden insanları kovulmadan önceki yaşadıkları eski dünya ortamıdır. Göklerin cenneti başkadır.)

Gök-kubbe sabit-camsı bir yapı olarak tasarlanmış, yıldızların bu sabit camsı kubbede yerleşik oldukları sanılmıştır. Bu gök-kubbenin üzerinde bir gök-okyanusu (tatlı-su) olduğu ve gök kubbede açılan kapılardan yeryüzüne yağmur yağdırıldığı düşünülmüştür.

Cehennem ise, tabak şeklindeki dünyanın derinlerindeki volkanların yükseldikleri bir yerde tasarlanmıştır.

Görüldüğü üzere atalarımızın dünya ve uzay bilgisi çok sınırlıdır. Kutsal kitaplarda iki suyun birbirinden ayrılmış olduğu yazılı olması, şekilde gösterilen türde bir dünya tasarlanmış olmasındandır.

Günümüzde fizik, jeoloji, astronomi gibi bilimler öyle ilerledi ki, dünyamızın Güneş çevresinde dönen bir gezegen olduğu, uzayda Güneş gibi daha milyarlarca yıldız bulunduğu gibi çok daha fazla bilgilere sahibiz.  Dünyamızın dışında bir gök-cenneti olmadığı kesin bir şekilde bilinmektedir. Uzayın oldukça ayrıntılı haritalanması yapılmış ve ne cennet ne cehennem gibi ahiret ortamları olmadığı kesinlikle saptanmıştır.

Ölümden sonra bir cennet hayatına inanan insanlarımız acaba bu cennetin olmadığını, ebedi ömür gibi bir durumun olamayacağını, çünkü herşeyin sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içinde olması gerektiğini acaba ne zaman anlayacaklar?

Din adamları, ilahiyat profesörleri bu gerçekleri acaba ne zaman kabul edip, insanların kandırılmalarına bir son verecekler?

 

DOM-15z:

 

Günümüzde dünyamızın Güneş etrafındaki dönme ekseninin 23 derecelik bir eğimde olduğu bilinmektedir. Bu nedenle 6 ay kuzey yarıküre 6 ay güney yarıküre daha çok güneş ışını alır. Bunu düşünerek biz mevsimlerin neden oluştuğunu anlayabiliyoruz. Peki bu bilgiye sahip olmayan atalarımız acaba mevsimleri nasıl açıklıyorlardı?

 Dünyadaki değişim-dönüşüm döngüleri 2-3 bin yıl öncesi insanlarınca nasıl yorumlanmıştır? 


Doğada canlılık mevsimsel döngü gösterir. Baharda doğa canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın çürüme ve ayrışma başlar.

Peki bu değişim-dönüşüm döngüsü tepeden yönetimli bir güç sistemi inancıyla nasıl açıklanmıştır?

Aşk ve bereketlilik Tanrıçası İnanna evlenmek istemektedir ve kardeşi Güneş Tanrısı Utu’nun önerisi ile Çoban Tanrısı Dumuzi ile evlenir. Evlendikten bir süre sonra İnanna yer altı dünyasının hakimesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider. Ereşkigal, İnanna’nın yer altı hakimiyetini de alacağından korkmaktadır ve yer-altı kuralı olarak onu cesede çevirir. Onun geri dönmediğini gören veziresi Ninşubur tanrılar meclisine giderek onu kurtarmalarını rica eder. Bu ricaya yalnız Bilgelik Tanrısı Enki kulak verip kurtarmak için yol gösterir.


Tanrıça dirilip tam yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini bırakmam gerek’ derler.

İnanna yerine bırakacağını birini düşünürken, kocasının bulunduğu yere gelir. Bir de ne görsün! Dumuzi karısının yokluğunda hiç üzüntü duymadan en güzel giysileriyle tahtında kurulmuş oturuyor. Büyük bir kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’ der.

Böylece cinler Dumuzi’yi yaka paça yeraltına götürür. Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. Onun yardımıyla bir ara yeraltından kurtulsa da tekrar yakalanır.

En sonunda Dumuzi’nin kız kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl özgür bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir. Böylece ülkeye bereket gelir.”

Sümerlerin bu inanç sistemi onlardan etkilenen diğer toplumlarda biraz değiştirilerek devam ettirilmiştir. Attis – Kibele, Demeter – Persephone, Adonis-Aphrodite, Osiris- İsis vs.    

Bu nedenle eski toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir baş rahibenin yer aldığı düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur. Bu şenliklerin en yaygın olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz dönemine geçişe denk gelen nevruz şenlikleridir.

Dünyamızda hem karalar hem denizler, hem iklim koşulları, vs. hepsi sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Canlılar da zorunlu olarak, doğadaki bu değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelebilmek için, yapısal durumlarını sürekli değiştirmek zorunda kalırlar. Bunun için de çevrelerinde nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun vadeli düşünerek, geleceğin hangi yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu nedenle “BİLGİ” denilen mucizevi bir faktörden yararlanılır ve doğada her şey “information & self-organisation = Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik-sistemler fiziğine göre işler.   

 

DOM-16: Beden davranışımızın hücrelerce ayarlanıp-yönlendirildiğini gösteren bir örnek

DOM-16a

Hücreler 2-3 asır önceleri keşfedilmiş olmasına rağmen insanlık bedenlerimizdeki canlılığın ve ruh dediğimiz canlılık belirtisinin hücresel bir olay olduğunu kabul edememiştir. Hala ruhun bedene harici bir kutsal sistemden üflendiği inancı insanlar arasında yaygındır.

Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, insanların düşünce ve davranışları, kalıtsal devreler yanı sıra ana-babalardan (ve çevreden) aktarılan görsel ve sözel bilgilerle (hikayeler, gelenek ve görenekler, vs.) şekillenmektedir. Aktarılan bu bilgilerin çoğunluğu sözlü olarak aktarılmaktaysa da, yaklaşık 5 bin yıldan beri yazılı aktarımlar gittikçe ağırlık kazanmaktadır.

    

Beynimizin üç temel bölümü vardır. Bu üç bölüm ayrı adlandırılmalarına rağmen, hepsi birbirleriyle bağlantı içindedirler.

 En içte en eski atalardan aktarılan bilgilere göre davranan kök beyin bulunur. Organların genel olarak hangi bilgilere göre işleyecekleri gibi çoğu hayvanla ortak olan solunum-sindirim-boşaltım sistemleri gibi organların işleri düzenlenir. Örneğin kan dolaşımı sisteminde kirli kanın akciğere taşınması ve oksijen yüklenerek tekrar kalbe dönmesi, kalpten tüm diğer organlara pompalanması birçok hayvan grubunda aynıdır.

Kök-beyin üzerinde limbik beyin denilen orta beyin kısmı bulunur. Daha çok bilinç-altı ve diğer duygusal konuların işlendiği kısımdır.

En üstte ise korteks bulunur. Bu kesim güncel olayların değerlendirilip karara bağlandığı bölgedir. Bir örnek vererek nasıl işlediğini gösterelim.


Beyinde beden hareketini kontrol eden korteks kesimi şekilde Motor-korteks olarak işaretlenen bölgedir. Bu bölgenin el-kol-ayak-yüz-dil gibi farklı organları kontrol eden kesimleri de şekilde gösterilmiştir. Örneğin, beyinde bir kanama olduğunda, kanama olan yerin altındaki beyin hücrelerinin kontrol ettikleri organlar felç olurlar. 

Beynimizin davranışımızı nasıl yönlendirdiğini bir oyun örneğinde açıklamak, hücrelerimizle ilişkimizi anlamamızı kolaylaştıracaktır. Elinize aldığınız bir taşla bir hedefi vurmaya çalıştığınız bir duruma bakalım. 

Taşı hedefe isabet ettirmek için sürekli çabalarsınız. Birinci atışta taç sağa gittiyse, ikincisinde sola kaydırmaya çalışırsınız.

Beyinde her farklı işlev için farklı hücreler görevlendirilmiştir. Konum hücreleri çevredeki eşyalara göre sizin (veya bir şeyin) konumunu belirler; grid hücreleri farklı şeylerin birbirlerine göre kaç derecelik açılarda ve ne kadar uzakta bulunduklarını saptarlar, vs.


Her atışta hedef konumu, hedefin uzaklığı, rüzgar yönü ve hızı, kolunuzun ne kadar gerilerek atış yaptığı gibi binlerce veriyi değerlendirip, atış için kaslara emir verilir ve atış yapılır. Çok sağa gittiyse, gelecek denemede, grid hücrelerinde sola kayacak şekilde değişiklik yapılır. İkinci deney daha başarılı ise, ilk denemedeki akson bağlantısı iptal edilir. Denemeler günlerce tekrarlanır ve elinizi-kolunuzu hareket ettiren hücrelerin sayıları ve diğer göz, kulak vs. gibi organ hücrelerinin kontrol eden beyin noktalarıyla ilişkileri hakkında gece-gündüz bir sürü işlem yapılır. Hedefe isabeti kolaylaştırmak için yeni kas hücreleri oluşturularak, hedefe yapılacak bağlantı için yeni dendrit noktaları oluşturulur, vs. İşe yaramayan bağlantılarda enerji kaybı olmaması için sürekli olarak sinaps budaması yapılarak, gereksizler kaldırılır. Gece uykunuzda, işe yaramayan veriler silinir, işe yarayan bağlantılar miyelinleşme gibi destekleyici işlemlerle geliştirilir. Bu şekilde her defasında daha başarılı olan akson bağlantılarının çevresi daha kalın bir miyelin tabakası ile kaplanarak, işlemlerin o hat üzerinden yapılması sağlanır. Böylelikle hedefe isabetli atış yapma yeteneği gittikçe geliştirilir.

Hücreler değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de!

Çocuklarımıza vereceğimiz bilgilere ve göstereceğimiz hedeflere göre, onların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları da değişik oranlarda oluşmaktadırlar. Çocukluk evresinde onlara hangi konu ile ilgili bilgiler aktarıyorsak ve onlara nasıl bir hedef gösteriyorsak, çocukların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları, o konularda daha fazla olacak şekilde ayarlanırlar ve çocuklarımız o konularda daha başarılı olurlar.(Elbette çocukların genetik olarak daha yetenekli oldukları alanlar vardır ve bizler çocuklarımızın o genetik yetenekli oldukları alanları keşfedip, onların o yönde kendilerini geliştirmelerini sağlarsak, o zaman çok daha yetenekli, hatta “dahi” denilecek elemanlar yetiştirebiliriz).

Ölüm diye bir kavram oluşturulması, atalarımızın hayatı tam anlayamamış olmalarının bir sonucudur. Ölüm bir “yok olma” anlamında kullanılmıştır. Halbuki doğada “yok olma” diye bir şey söz konusu değildir, değişim-dönüşüme uğrama olayı söz konusudur. Ölen bir beden atomlarına, moleküllerine ayrışır. Ama ölen bedenin ayrışmış olduğu atomların bilgi potansiyelleri diğer çevre atomlarınkinden farklıdır. Bu nedenle aralarında bir karışma-harmanlanma gerçekleşir. Yani bizler öldüğümüzde atomlara kadar aktarılmış bilgilerimiz yok olamaz, doğal sistemle harmanlanır ve ether okyanusunda değişimler olur. Atalarımız hayatın doğum-ölüm döngüsü (yani değişip-dönüşme) üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarından, hayatın başka bir dünyada devam edeceğine ve o dünyada ebedi olarak yaşanacağına yönelik bir tasarım yapmışlardır. Halbuki doğada ebedi olarak kalan, yani değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur. Ama hiçbir şey yoktur! Bu nedenle geleneksel inanç sistemleri kökten hatalıdırlar.

DOM-16b 

“Su Başlarını Devler Tutmuş”

Devlet denilen toplu yaşam sistemi doğadaki olağan koşullarda örgütlenmiş olsaydı asla tepedeki bir kişi veya zümreye teslim edilmezdi. Nitekim normal doğal koşullarla oluşturulan toplumsal örgütlenmelerde toplumun tepesine yerleşmiş bir efendi veya hanedanlık yoktur. Bunun böyle olduğu DOM ve OO-15 bölümünde gösterilmişti. Yaklaşık 4 bin yıl önceleri bu doğal gidişattan sapılarak doğadaki yaratma ve yönetme erkinin gökteki bir EFENDİde olduğu, dolayısıyla toplumların da tepedeki efendilerce yönetilmesi gerektiği gibi bir inanç sistemi halka empoze edilmeye başlanmış ve ondan sonra da günümüze kadar devam ettirilmiştir. Ve tepedeki efendiler de bu düzen bozulmasın, ağalar-efendiler hep rahat yaşayabilsinler diye halkı yanlış hayat görüşleriyle zombileştirmişlerdir.

Yukarıda sunulan 15 bölümde, evrenin oluşumundan, insanlığın gelişimine ve günümüze kadar gerçekleşmiş temel olaylar sunulmuştur. Bunlarda bir veri veya mantık hatası varsa, gerekli bilimsel argümanlarıyla ortaya koyulsun ki, yanlışlıklar düzeltilebilsin. Ama yok ise, o zaman kafalarınızdaki tüm eski bilgileri tekrar gözden geçirip, gerçek hayata dönmeniz gerekir.       

 

Şekil: Tepeden tabana yönetim sistemi

İnsanların dünya hakkındaki görüşleri böyle olan bir geçmişimiz var. Böyle bir bilgiye göre oluşturulan yaşam modeli ise şekildeki gibi olmuş ve tepedekilerce sahiplenilen ve yönetilen devletler olmuştur. Böyle bir sistemde, toplumun sahipliğinin bizzat halka ait olduğu bilgisi çeşitli yöntemlerle engellenmiştir.

 Hak-hukuk hep tepedekileri koruyacak şekilde düzenlenmiştir, çünkü yasalar hep tepedekilerce yapılır. Doğal sistem hayatı hiç dikkate alınmaz ve ekolojik sistem alt-üst olur. Kazanç artırmak uğruna zirai ilaçlar kullanımı nedeniyle topraktaki canlılar zehirlenir ve genetiği değiştirilmiş ürünler yetiştirilerek, hem insan sağlığı, hem diğer canlıların sağlığı bozulur, iklim değişikleri öngörülemez olur, vs. vs.

Son 50-60 yılda ortaya konulan bilimsel araştırmalar ve deneysel çalışmalar ise, doğa ve dünyanın kuant denilen alt-sistemlerden başlanarak, kuantizasyon denilen bitişimli artırımlarla gittikçe büyüyen üst-sistem oluşumları şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Bu oluşumları tetikleyip yönlendiren güç sisteminin ise, Doğa-Dışı kaynaklı değil Doğa-İçi kaynaklı olduğu ve bilgi denilen faktörün de, zamanla geliştirilerek, gittikçe daha ergonomik üst-sistemler oluşturucu bir tarzda evrimleştiği anlaşılmaktadır.

 

Böyle bir tabana dayalı ve tabandaki öğelerin bilgi oluşturarak doğa ve dünyayı gittikçe evrimleşen bir düzen içinde oluşturdukları görüşü ise günümüz insanlığına çok ama çok yabancıdır.

Yani sözün kısası, Devlet denilen sistemi başlatanlar, toplum hayatının sevk ve idaresini, asil-soylu olduklarına inanılan kişilere bırakmışlardır. Sıradan insanlar ise bu asil soylulara hizmet etmek üzere yaratılmış köleler olarak kabul edilmişler ve ticari mal gibi alınıp-satılmışlardır.

Bu şekilde başlayan Devlet yönetimi, orta çağa kadar ufak değişikliklerle sürmüştür. Nitekim bizde de 1-2 asır öncesine kadar padişahlık vardı. Ülke ve topraklar padişahın mülküydü ve padişah bu mülkünü ağalık- beylik gibi belli unvanlı kişilere bir fermanla veriyor ve o ağalar-beyler fermanda belirtilen tüm toprakların ve de üzerindeki tüm canlı-cansız varlıkların sahibi oluyorlardı. Dolayısıyla, o topraklarda yaşayan insanlar da o ağanın uşakları-hizmetçileri oluyorlardı. Böyle bir toplumsal hayat sisteminde bürokrasi çarkı tüm malların sahibi olan kişi (padişah, kral, sultan, vs.) için çalışıyorlar, tüm işlemleri onun çıkarları doğrultusunda yapıyorlardı. Bu nedenle devletlerin adları da bu sahip-ailelerin adlarını taşıyordu: Frank-Reich (Frank’ın egemenlik bölgesi), Osmanlı-İmparatorluğu, vs. gibi.

Yukarıda açıklandığı üzere, doğadaki bağımlılık yönünün hatalı yorumlanmış olması nedeniyle toplumsal hayat sisteminin temeli, tepedeki bir kişi veya zümreye bağımlılık içinde oluşturulacak şekilde atılmış olunur ve günümüze kadar hep bu şekliyle devam eder. Tepedekilerin biri gelir, diğeri gider; tepedekilerin görüşlerindeki değişikliklere göre, çeşitli toplumsal hayat modelleri ortaya atılır: çeşitli teokratik hayat görüşleri, çeşitli …izmler birbirini takip eder ve günümüze gelinir.

Hepsinin ortak noktası, doğa ve dünyanın harici bir sahibi olduğu yönündedir. Bu sahiplik, yaratılış görüşünde “Allah”, evrimci görüşte ise doğa olarak kabul edilmiştir

 Doğa ve dünyanın sahibi olarak harici bir varlık (harici bir güç sistemi) ve zaman da bu harici varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk kabul edilince, bireysel hayatların neden doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu çözülemez bir sorun olmuştur. Bu nedenle insanlık hayata bir anlam veremez duruma düşmüş ve başka dünyalarda ebedi yaşam senaryoları üretmeye başlamıştır.

Gerçek doğada varlıkların sahipleri ve oluşturucuları, onların bileşenleri iken, insanlığın geleneksel düşünce sisteminde bu sahiplik ve yönlendiricilik, varlıkların dışında-üstünde olduğu sanılan hayali bir şeye atfedilmiştir.

Böyle olunca, içlerimizdeki ve çevremizdeki hücrelere ve diğer küçük öğelere karşı duyarlı davranmak yerine, (hayali) harici bir seçici veya yaratıcı güç sistemi öğretilerine göre davranmaktadırlar. Bunun sonucu, doğadaki varlıklar arası ilişkilerde eskiden beri süregelen doğal denge bozulmakta ve bu bozukluklar iklimsel bozulmalardan tutun, toplum sağlığının ve kişisel sağlığımızın bozulmasına kadar tüm alanlarda kendini göstermektedir.

Bu durumun toplum hayatımızdaki negatif etkileri önceki bölümlerde özetlenmişti.

Bireysel sağlığımızdaki negatif etkileri ise şunlardır:

Hücrelerin genetik bilgi depolarında, değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadıklarının ve doğada her an her şey olabileceğinin kayıtları vardır ve bu nedenle tüm canlılar nelere bağlı olarak, ne zaman neler yapmaları gerektiği konusunda sürekli veri toplarlar. Hücreler bedenleri bu verilere göre tasarlayıp-oluşturuyorlar. Duyu organları bunun için oluşturuluyor.

Bir bedeni oluşturan hücreler, bedenin sahibinin kendileri olduğunu bilirler. Bunun kesin delilleri şunlardır:

i- yaralandığımızda hücreler kendi eserleri olan bedenleri hemen tamire koyulurlar;

ii- Ortam değiştirdiğimizde, ortamdaki değişimleri algılayıp, sahibi oldukları bedende gerekli değişiklikleri yaparlar, örneğin deniz kenarından kalkıp yüksek bir dağın tepesine çıktığımızda, hemen bedendeki alyuvar sayısını artırıp, bedende yeterli oksijen bulunmasını sağlarlar;

iii- Bedende bir yer hasar görmeye başladığında, hücreler bedeni “acı” duygusu ile uyarırlar ve acı duyulan noktada sorun olduğunu bildirirler. Acı duygusu gelişmeyen bedenler de olabilmektedir ve yaralanmalar olduğunda, bedenin acı duygusu olmadığından, kan kaybından beden ölmek zorunda kalmaktadır.

 iv- Bu olgulara ek olarak şu durum hücrelerimizin, oluşturdukları bedenlere ne denli sahip çıktıklarının bir başka delilidir: Tabana bağımlılık olgusu, yani bedenlerimizin sahipliğinin hücrelerimize ait olduğu gerçeği, kişisel sağlığımızın düzenlenmesinde bizlere çok önemli ip-uçları verir. Şöyle ki: Hücreler bedenlerimizi, yaşanılan doğa ortamına uyum sağlamak üzere oluştururlar. Bizlerin hayat görüşleri bu açıdan çok önemlidir. Bizler yaşadığımız toplumda ve çevrede işlerin iyiye doğru gideceği, doğa ve dünyamızın iyi ve güzel olduğu şeklinde düşünüp, öyle davranırsak, hücreler oluşturdukları bedenlerin amaçlarına uygun olduğu yönünde davranırlar ve bu bedenleri bu durumda tutmak için çabalarına devam ederler. Sonuç şu olur: Hücreler bedenlerin hep sağlıklı şekilde çalışmasına devam ederler, sağlıklı ve mutlu bir beden oluşumu ortaya çıkar. Tersi durumda, dünyanın çekilmez bir yer olduğu, toplumun hayatının berbat olduğu, yaşanılan ortamın çok kötü (sıcak, nemli, bunaltıcı, vs.) olduğu şeklinde bir hayat görüşü (yaşam felsefesi) ile yaşıyorsak, hücreler oluşturdukları bedenin başarısız bir deneme olduğu ve o ortama uygun olmadığı şeklinde bir değerlendirme yaparlar. Sonuç şu olur: bedenin sağlıklı şekilde işletilmesinde pek istekli ve aktif davranmazlar, her şeye boş-vermeye başlarlar, beden sık sık hastalanır vs.

Hücre-beden ilişkilerinin bu şekilde gerçekleştiği tıbbi araştırmalarla da saptanmıştır.  Sheldon ve diğ. 2003’nin gösterdikleri üzere, pozitif insanların soğuk algınlığı ve benzeri hastalıklara yol açan virüslere karşı daha dayanıklı oldukları, hastalık kapma olasılığının düşük olduğu, hastalığı kapanlarda da semptomların daha az şiddetli olduğu saptanmıştır. Bu nedenle, doğa ve dünyamızın sahipleri, onların bileşenleridir. Harici bir sahiplik söz konusu değildir.

Doğada hiçbir varlık yok olmaz, değişim-dönüşüme uğrar. Değişim-dönüşüm olmasaydı, bizler hala bakteriler olarak yaşamaya devam ederdik.

Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve her şey zaman içinde doğum-ölüm döngüsüne uğramak zorundadır. İnsanların ebedi bir hayat özlemi, doğal sistemin tamamen yanlış yorumlanmasından kaynaklanır. Nedir bu temel yanlışlık?

İnsanın ebediyet diye bir kavram oluşturmasının tek nedeni doğadaki bu tabana dayalı oluşumculuğu bilmeyip, bu oluşumculuğu varlıkların dışındaki Doğa-Dışı-bir-güç sisteminde varsaymalarıdır. Bilim insanları doğadaki oluşumların, varlıkların bilinçli davranışlarıyla değil, rastgele çarpışmalarla oluştuğu ve Doğa-Dışı bir güç sisteminin de en iyi olanları seçtiği yönündedir. Zaman kavramının başı-sonu olmayan bir sonsuzluk olarak algılana gelinmesinin de nedeni budur. Zaman olgusu Doğa-Dışı bu güç sisteminin ömrüne endekslenince, bu Doğa-Dışı gücün ebedi olması gerektiği kabul edilmiştir, yoksa doğada hiçbir şey oluşup-gelişemez.

Neden gelişemez? Çünkü oluşumların tepeden yönlendirildiği varsayılmıştır. Tepedeki ölecek olursa, oluşumları kim yönlendirecek?

İşte ebediyet kavramı bu nedenle oluşturulmuştur. Halbuki doğada ebedi olan hiçbir şey yoktur, çünkü oluşumlar tepeden değil, tabandan yönlendirilmektedir. Her şey enerjisini tabandaki (içlerindeki) öğelerden alır. En temeldeki atom-altı-öğeler (kuantsal sistem) hep en iyi bilgiye göre oluşturulan en verimli yapıları tercih edip, onlara "tünelleme" yaparak göçtüklerinden- bedenlerin sürekli yenilenmeleri gerekir. Bu nedenle bizlerin bedenlerindeki hücreler birkaç ayda bir hep yenilenirler ve yerlerine yenileri oluşur. Bu yenilenme moleküllerde daha kısa sürede, atomlarda daha da kısa sürede hep olmaktadır. Bu nedenle doğal sistemde ebediyet diye bir şey mümkün değildir.

Bedenlerimizi hücrelerimiz oluşturur ve yönlendirir. Biz hücrelerimize bağımlıyız, onlar bizim yaşamımızı düzenlemektedirler. Tüm öğrendiklerimiz ve düşündüklerimiz hücrelerimize aktarılır ve onlar tarafından işleme konur. Bizlerin çevremizle etkileşerek oluşturduğumuz tüm bilgiler hücrelerimize aktarılır ve onlar atalarından kendilerine miras kalan kalıtsal bilgilerle, bizim onlara aktardığımız verileri harmanlayarak hayatımızı yönlendirirler. Bedenler yaşlanıp hücrelere-atomlara ayrıştığında, onlarda depolanan bilgiler doğal sistemle harmanlanır, onlarla kalibre edilir ve aralarında karşılıklı bilgi aktarımları gerçekleşir. Bu yeni bilgi harmanlamasına dayanılarak varlıklar yeniden birbirleriyle etkileşerek, doğal sistemi yeniden inşa etmeye başlarlar. Ve bu döngü böylece devam eder. Doğa ve dünya zaman nedir konusunda açıklandığı şekilde evrimleşerek yaşamın devamı ve sürekliliği sağlanır. Yani doğada ölüm denilen bir şey yoktur, geri-dönüşüm = recycling vardır.

Bu “geri-dönüşüm = recycling” olayını sindirim sistemimizin işleyişinde net olarak görürüz. Şöyle ki: Tüm canlılar yedikleri besinleri sindirim sisteminde parçalarına ayırırlar ve amino-asit denilen temel moleküllere dönüştürürler. Amino-asitler hayat sisteminin en başlangıcındaki temel moleküllerdir. Yani geri-dönüşüm 3-4 milyar yıl önceki temel öğelere kadar geri gitmiştir. Her canlı bu temel amino-asit moleküllerini, kendi genetik bilgi kayıtlarına göre tekrar düzenlemeye başlarlar; bazı canlılar midye gibi sert kayalıklara tutunarak yaşayacak bedenler, bazıları bir örümcek gibi dayanıklı iplicikler, bazıları da kıl, kanat gibi organlar yaparlar. Ve tüm bu oluşumlar bir geri-dönüşüm ve tekrar düzenleme olayıdır.

Gerçekte durum böyledir ve hayat sürekli değişim-dönüşüm içinde devam eder. Bedenler yaşlanıp, değişen doğa koşullarına uymakta zorlanmaya başlayınca, geri-dönüşüm başlatılır ve beden tekrar hücrelerine ve moleküllerine ayrışır. Doğal sistemle kalibrasyon gerçekleşir ve dünya her gün yeniden oluşturulur.

Ölüm ve ölüm korkusu, tamamen yanlış bir hayat görüşünün gelenek-göreneklere aktarılması sonucu, bilinç-altımıza yerleştirilmiş hatalı bir programdır.

Tüm toplumsal sorunların nedeni şudur: Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisi halka verilmemiştir. Halk sürekli eğitimsiz bırakılmış ve tepedeki eğitilmiş kesim karşısında aciz ve ezik kalmıştır.

 

DOM-16c: Doğadaki atom-altı-öğelerden başlayıp moleküller-hücreler- bedenlere doğru evrimleşen hayat sistemi

Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, insanlara bu bilgiyi vermektir.

Bilgisiz bir şey yapamıyoruz ve bilgiye hasretlik çekiyoruz. Bilgiye hasretimiz ise tepedekilerce sömürülüyor.  Bu sömürme sistemi yaklaşık 4 bin yıldan beri uygulanmakta olduğu geçmiş bölümlerde açıklandı. Tepedekiler “Doğa-Dışı-bir-Güç” sisteminin nasıl davranılması gerektiği bilgisini doğa-yasaları olarak verdiğini ve bizlerin birer robot gibi bunlara uyarak yaşamamızı söylüyorlar. Bazıları ise başka bir yaklaşımla yaratıcının kutsal kitaplar şeklinde her tür bilgiyi insanlara gönderdiğini, bunlara uyarak yaşanırsa, bu dünyada her şeye ulaşamamış olsa da, öteki dünya hayatında ebedi ve mutlu olarak yaşayacağını söylüyorlar.

Yazı-dizinin ilk 13 bölümünde ise, doğadaki oluşumların “DOĞA-İÇİ-BİR GÜÇ” sistemince tabandan başlanarak gittikçe büyüyüp geliştirilen bir sitemde gerçekleştiği görülmektedir. Ama bu bilgiler insanlara verilmemektedir.

Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, insanlara bu bilgiyi vermektir.

Peki bu BİLGİ insanlara neden verilmiyor? Nedeni “su başlarını devlerin tutmuş” olmalarıdır.

 

Tarih dersinde sadece insanlık tarihi bilgileri verilmektedir. İnsanları hücreleri oluştururlar, dolayısıyla hücrelerden de etkilenmekteyiz.

Bu nedenle bedenimizdeki hücrelerin 3.5 milyar yıllık hayat tarihi verileri hakkında da bilgi sahibi olunması gerekir. Hücreler atom ve moleküllerden oluşurlar ve onlardan etkilenirler.

Bu nedenle atom ve moleküllerin oluşum ve gelişim tarihleri konusunda da bilgi sahibi olunması gerekir.

Dolayısıyla bizlerin düşünce ve davranışlarını belirleyen hücrelerle uyumlu olabilmemiz için sadece insanlık tarihini değil, doğa ve dünyamızın tarihsel geçmişi hakkındaki bilgileri de öğretmeliyiz.

Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem yapılaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem = alt-düzey – üst-düzey” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

IV- Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

“Hedef gösterme” konusunda bir açıklama gerekir.

Biz hücrelerimize nasıl hedef gösteririz? Hücrelerin anlayacağı dil ile. Hücreler nelerle anlaşırlar? Moleküllerle, proteinler, şekerler vs. Biz şekerli şeyleri seversek, hücreler onları ödüllendirme listesine alırlar ve hep isterler; alışkanlık denilen davranış böyle oluşur.

Hücreler atomlara nasıl hedef gösterebilir?

Atomların nasıl davrandıklarına bakarak.

Atomlar nasıl davranırlar?

Enerji gradyanlarına uyarak hareket ederler.

Öyleyse bir protein yapmak isteyen hücre, o protein oluşumunda yer alacak atomları oraya çekecek şekilde özel mikro-ortamlar hazırlarlar. O ortamdaki enerji koşullarına uygun proton-nötron kombinasyonlarına uygun olacak şekilde atom-altı-öğeler orada yığışırlar. Yani “kuvvet-alanı” dediğimiz bölgeler, çok büyük veya çok küçük boyutlu olabilirler.  

Yeryuvarı katmanlarında ve hücrelerimizin genetik kayıtlarındaki bilgiler bu 15 bölümlük yazı dizininde bilgilerinize sunulmuştur.  İnsanlık bilgiye hasrettir ve insanlara öğretilmesi şart ve gerekli olan bilgiler doğal sistem kayıtlarındaki bu bilgiler olmak zorundadır.

Bilgisiz bir şey yapamıyoruz. Hücreler de bilgisiz bir şey yapamıyor. Yani doğada her şey bilgi temeline dayanarak davranmak zorundadır. Doğa yasalarının en temel kuralı da “enerjinin korunması yasasıdır” Doğal sistemin bu yasasına uymayıp, doğa yasalarına ters işlemler yapmaya başladığınızda, içlerimizdeki kuantsal öğeler devreye girerler ve evrensel ölçekte etkileşerek (nötrino effect) sizi cezalandırırlar. 

Bu bilgilerle, gelenek ve göreneklerinize yerleştirilerek sizlere aktarılmış ve öğretilmiş bilgileri kıyaslayarak, bilgiye hasretliği sömürenlerin asırlardır bizleri nasıl sömürdüklerini anlayıp-değerlendirmek artık size kalmıştır.

İnsan Olmanın sorumluluğu vardır ve o da bilgi edinerek o bilgilere uygun davranmaktır

Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısına gittiklerini anlamak kolaylaşır.

 Şimdi bunu görelim.

Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.

Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.

Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde, dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını çekmekteyiz.

İnsanlara, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum hayatına başlıyor.

Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur. Yine Tepe’den yönetimli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.

Halbuki doğa tabandan yönetilen sistemde çalışmaktadır ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur

Günümüz dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da, doğada tabandan yönetimli bir hayat görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta, hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.

Gelişmiş ülke halkları, geri kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”

Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca, sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız gerekir.

Yani BİLGİ faktörü doğadaki oluşum ve gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür. Ve bilgi üstel (yani eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim göstermektedir.

Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen tabandan yönetilen sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını yönlendirir.  Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.

Doğadaki her canlı, organları tarafından algılanan sinyallere göre davranır.

Doğada her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu değişimleri algılayacak şekilde reseptörler oluştururlar ve onların verilerine göre davranırlar. İnsanlar ise yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden geldiği inancına göre beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal sisteme uygun davranamamaktadırlar. 

Mantığımızın çarpıtılmış olduğunu gösteren bir davranış örneği

       Her varlık nasıl davranacağını duyu organlarıyla alacağı verilere göre kendisi belirler. Dışarıdan veya başkasından gelen bir yönlendirme yoktur. İnsanlar bu kuralı çiğneyen tek yaratıktır. Acaba neden?

Yanıt ararken toplumdaki soygun analizini de hatırlayın:

Sıradan soygun (SS) ile Politik soygun (PS) arasındaki fark:

1. Sıradan Soyguncu sizin paranızı, çantanızı, kol saatinizi, altın kolyenizi vs. çalar...

Fakat, Politik Soyguncu sizin geleceğinizi, eğitiminizi, işinizi, meslekî kariyerinizi ve sağlığınızı çalar...

2. Burada dikkat edilecek nokta şudur: Sıradan soyguncu kimi soyacağını kendisi seçer... Fakat, sizi soyacak olan Politik soyguncuyu bizzat siz kendiniz seçersiniz...

3. Olayın en ironik yanı ise şudur: Polis sıradan soyguncuyu takip eder ve tutuklar...Fakat, polis Politik soyguncuyu korur ve sahip çıkar!


Şu anda dünyamızdaki en yaygın sömürü sistemi böyle işetilir. Dünyada sömürünün sürmesinin nedeni, toplumun sahipliğinin bizzat kendileri olduğu gerçeğinin halktan saklanmasıdır.

 

DOM-16d:

Anadolu-kültürü

Tüm insanlık 60-70 bin yıl önceleri doğu Afrika’da ortaya çıkan ve eklenmeli-yani aglütüne dil konuşan atalarımızdan kökenlenir. Bu devir 115 bin ile 15 bin yılları arası dünyada egemen olan buzul devrine denk gelir, Buzul devri günümüz dünyasının kara-kış koşulları gibidir. Karakış süresince yüz-ikiyüz metreden yüksek yerler kar ve buz örtüsü altındadır. Bu nedenle Anadolu, iran platosu, Avrupa gibi ortalama yüksekliği 7-8 yüz metreden yüksek yöreler sürekli bir kar ve buz örtüsü altında olduğundan Dünyanın çok büyük bir kesiminde insan yaşayamamakta, yaşayabilenler ise, sadece bir su kaynağı kenarındaki mağaralarda yaşayabilmektedir.

Bu nedenle atalarımız o zamanların yaşama en uygun ortamı olan Basra-Hürmüz Ovasında yaşamaya başlarlar. Önceleri orada bulunan neandertal insanları kısmen yok edilerek, kısmen onlarla birleşilerek, günümüz insanlarının ataları ortaya çıkar.

Daha zeki olmaları nedeniyle onlara kendi dillerini empoze ederek, Basra-Hürmüz ovasında eklenmeli (aglütine) dil denilen uygar davranışlı günümüz insanlığının temeli oluşturulmaya başlanır.

Bu çok mümbit ovanın içinden iki ırmak geçmesine rağmen, ovanın 200 kmlik geniş kesiminde su bulunmuyordu. O zamanın insanları henüz çanak-çömlek yapmasını bilmediklerinden, sadece su kenarlarında yaşayabiliyorlardı, bu su kenarları ise 10 kmlik bir alanla sınırlanıyordu, çünkü daha uzak kesimlere gidiş-gelişler mümkün değildi. Halbuki ova çok genişti. Tek yapılması gereken ırmak sularını kanallar kazarak o susuz bölgelere ulaştırmaktı. Böyle bir işlem bir kişiyle yapılacak iş değildi ve mutlaka işbirliğini-ortak eylemi gerektiriyordu. İşte Basra-Hürmüz Ovasında yaşayan insanların karşı-karşıya kaldıkları zor durum buydu.

Dinamik sistemler fiziği, atom dahil, tüm varlıkların zor durumda kalmaları halinde karşılıklı uzlaşmalar (rezonans) sayesinde bir birleşme davranışı içine gireceklerini öngörür. Bu bir yeni görüş, yeni bilgi (information) oluşturma ve o bilgiye göre örgütlenme işlevidir. Bu nedenle “information & self-organisation” olarak özetlenmiştir.

Bu zeki insan türü de doğadaki bu kurala uygun davranmıştır. Karşılıklı ortaklık ilişkisi oluşturarak, ovanın her tarafına uzanan kanallar döşeyerek ovanın her tarafını yaşanılır hale getirmişlerdir. Bu ilk zorda kalma ve uzlaşma çabaları pek kolay olmamış ve çok mücadelere sahne olmuş olmalı ki, efsaneler olarak nesilden nesile aktarılmıştır. Bu tür eski efsanelerden birinin de Mısır’daki bir tapınak yazıtında bulunduğu bir mısırlı rahip tarafından yunanlı bilgin Solon’a ve onun kanalıyla Eflatun’a ulaşır ve Eflatun da Atlantis hikayesini yazar. Buna Eflatun Atlantis kültürü demiştir. Bu nedenle de ben Basra-Hürmüz ovasının adını Atlantis Ovası koydum.

Bu ova 14 bin yıl öncelerinden itibaren tekrar denizle kaplanmaya başlar. Ovanın tamamen denizle kaplanması 6-7 bin yıl öncelerine kadar sürer. Ovadan ilk göçenler Göbekli-Tepe, Hallan-Çemi, Nevali Çori, Çatalhöyük gibi Anadolu’daki ilk yerleşim noktalarını oluşturan insanlar olur. En son olarak da 6 bin yıl önceleri Basra yöresine çıkarak oralarda beş-bin küsur yıl önceleri ilk kent devletlerini kuran Sümerler gelirler. Sümerler çivi-yazılı tabletlerinde “denizden iki ırmak yöresine” çıktıklarını yazmışlardır.

Dolayısıyla, Atlantis ovasından ilk göçenler 10-11bin yıl öncelerinden başlayan Bereketli Hilal kültürünü oluşturanlardır.

Bu ilk kültürü oluşturan kavimlerin konuştukları dilin aglütine (eklenmeli) olması dikkat edilmesi gereken nottadır.

Aglütine (eklenmeli) dilleri diğer dillerden ayıran özellik şudur:

Sözcüklerin arkasına veya önüne eklentiler yapılarak, farklı anlamlı ifadeler elde edilir. Örnek “Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.  Fincede “Juoksentelisinkohan” gibi tek bir sözcükle aktarılan kavram İngilizcede “I wonder if I should run around aimlessly” gibi 8 sözcükle ancak ifade edilir.

Bu özellik eklenmeler şeklinde yapılarak bütünleşmiş – birleşik bir yapı oluşturulduğundan “aglütine =  eklenmeli” terimiyle tanımlanmıştır. Diğer dil grubu ise indo-german veya Hint-Avrupa dil grubudur ve o dil grubu bütünleşmeli-eklenmeli değil, parçalanmalıdır. Yani eskiden kullanılan bir dil yapısı parçalara ayrılarak yeni bir dil grubu oluşturulmuştur. Bu dil grubunun Anadolu’da konuşulan eklenmeli=aglütine bir dil grubundan türetildiği Bouckaert et al. 2012 ve   GrayAtkinson  2003 araştırmalarında gösterilmiştir.

Görüleceği üzere, Atlantis-ovalı olan toplumların başında Türki dilli kavimler gelir. Ama bask, fin, macar, gürcü gibi toplumların dili de eklenmelidir. Dolayısıyla zaman içinde ve farklı coğrafik koşullar nedeniyle, başlangıçta aynı olan dil farklılaşmıştır. Ama genel eklenmeli yapısı korunmuştur. Sadece indo-german dilli toplumlar bundan ayrılmışlardır ve onlar tarihsel verilerin gösterdiği üzere, genelde istilacı kavimlerden oluşmaktadır. Osmanlı devleti de istilacı bir devlet olmuştur. Yani istilacı-sömürgeci toplumlar sadece indogerman dilli toplumlarda değil, başka toplumlarda da görülmektedir.

Peki sömürgeci-istilacı davranışlı toplumları, barışçıl davranışlılardan ayıran faktör ne olmuştur?

Bu faktörün ne olduğunu insanlığın kültürel gelişim grafiğine bakarak çıkarmak gerekir.

Grafiğe bakınca 4-5 bin yıl öncelerine denk gelen (K) noktasında insanlığın bilgi oluşturma ivmesinin yavaşladığı görülmektedir. Bu yavaşlamanı nedeninin tabana bağımlı, karşılıklı-etkileşimli sistemden, tepeye bağımlı otoriter sisteme geçiş olduğu anlaşılmaktadır.

Bu zıtlığı anlamak için toplumsal sorunların kaynağının Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) olduğu gerçeğinin bilinmesi gerekir (bak TBÖ’nün zararları: https://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html)

Yani insanlığın bataklığa sürüklenmesinin nedeni doğal sistemden sapması olmuştur. Doğal sistem kesinlikle tabana dayalıdır, çünkü enerji en tabandaki kuantsal sistemdedir.

Bir şey yapılması için enerji gerekiyor mu? Evet. Enerji nerde? Kuantsal sistemde. Kuantsal sistem bu enerjiyi nasıl dağıtıyor, kime veriyor? En iyi bilgiye göre oluşturulan sisteme. Öyleyse doğa nasıl oluşup-gelişiyor? Her şey açık ve net değil mi?

Bu bilgi ve bu mantık eskiden bilinmiyordu. Enerji sahibi dağıtıcısının Doğa-Üstü (dışı)-Güç (DÜG) sisteminde olduğu varsayılıyordu. DÜG sisteminin de bu enerjiyi istediği gibi dağıttığı, kimine az, kimine çok verebildiği kabul edilmişti. Bu tür bir varsayıma dayalı olarak oluşturulan fizik görüşleri ise, doğa ve dünyanın sonunun bir ultraviyole radyasyonu felaketiyle son bulacağını gösteriyordu.

Bu tür doğal sistem anlayışı, Max Planck adlı bir fizikçinin doğadaki enerji kaynağının, gelişi-güzel artırılıp-azaltılamayacağı, çok temel bir başlangıç değerinin var olduğu şeklindeki keşfinden sonra tamamen değişmeye başlar ve kuantum fiziği denilen yeni bir fizik dalı ortaya çıkar.

Kuantum fiziği, doğada her şeyin bu en temel etkileşim öğesi olan ve (h) simgesiyle gösterilen değerin birer birer eklenmesiyle gerçekleştiğini, dolayısıyla kuantizasyon denilen bir sistemle, birer- birer artırılıp-azaltılarak yapıldığını ortaya koyar. Bu nedenle doğayı oluşturan kimyasal elementler birer proton eklenmesi veya eksiltilesi şeklinde olmaktadır. 1.5 protonlu bir element asla olamaz.

Yani doğa tabandan başlanarak, kuantizasyon sistemiyle yeni eklemeler yapılarak gerçekleştirilir. Bu büyüme veya gelişmeler ise, yine asla tepedeki bir DÜG sistemi yönlendirmesiyle değil, varlıkların oluşturacakları bilgilere uyularak olmaktadır, çünkü kuantsal enerji bankası hep en ergonomik yapılara yatırım yapmaktadır. Bu nedenle doğadaki bu oluşum-gelişimlerin nasıl gerçekleştiğini açıklayan Dinamik Sistemler Fiziği “information & self-re-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani bir şey yapılmak isteniyorsa, önce “bilgi” oluşturulacak, sonra o bilgiye göre örgütlenilecektir.

İşte bütün sorun sürekli çevremizi algılayarak, yeni gelişmelere uygun bilgiler üretip, onlara uyarak yaşamak yerine, 2-3 bin yıl öncelerine ait bilgilere göre yaşamamızdan kaynaklanır. Üstelik o eski zamandan aktarılan bilgileri hiç sorgulama zahmetine girmeden “doğru” olarak kabul etmişiz. Kim onların kesin doğru olduğunu söylemiş? Tepedeki efendiler-hanedanlar. Nasıl bu kadar şartlandırıldığımızı ancak bu yazı dizininin tümünü okuyup-değerlendirirseniz anlarsınız.

 Şimdi tekrar Atlantis-Ovalıların dünyaya yayılmaları ve uygarlık gelişimini sürdürmeleri konusuna dönelim. Atlantis-ovalıların ilk yerleştikleri yer olan Göbekli-Tepe, Hallan-Çemi, Nevali Çori, Çayönü, Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerindeki insanların yaptıkları eserlere bakarak onların düşünce dünyası hakkında bilgiler edinmeye çalışalım.

Göbekli-Tepeliler tonlarca ağırlıkta T-şeklinde insanı simgeleyen sütunlar yapıp-dikmişler. Ama bu sütunlarda kafatasına yer vermemişlerdir. Her türlü hayvanı tipik özellikleriyle çizip-tanıtan kabartmalar, heykeller yapan bu sanatçı insanlar neden o insanı simgeleyen T-sütunlarını “başsız” yaptılar?

Bu sorunun yanıtı yine arkeolojik kazılarda verilmektedir. 10 bin yıl önceki insanların “bilgi” denilen bir faktöre değer verdikleri ve bilginin de “kafada” bulunduğunu varsaydıkları anlaşılmaktadır.

Höyük gibi eski yerleşim yerlerinde ölenlerin, hemen evin tabanında bir çukur kazılarak oraya konuldukları görülmektedir. Göbekli-tepelilerin ölülerini dışarıda bıraktıkları sanılmaktadır, çünkü hiç mezar bulunmamıştır.  Ölenin bedeni akbaba, kurtçuk, mikro-organizmalar vs. tarafından ayrıştırılıp, sadece kemikler kaldığında, kafatasının alınıp, özel olarak saklandığı- sergilendiği görülmektedir.

Buna kafa-tası-kültü denilmektedir. Kafatası kültü özellikle Çayönü höyüğünde belirginleşmiştir.

 

Kazı sorumlusu A.E. Özdoğan, “İçinde 400'den fazla bireye ait kemiklerin, kafataslarının depolandığı ‘Kafataslı Yapı’ adı verilen mezar evi … o dönemde yaşayan yöre halkı hakkında bilgi edinme açısından önemli bir kaynak oluşturuyor." demektedir.

Görüleceği üzere, Anadolu’ya yerleşen Atlantis ovalılar hem atalarını simgeleyen T-şeklinde sütunlar dikerek atalarını yüceltmişler (atalar kültü) hem de onların kafataslarını evlerine asarak, kafa-tası kültü gibi bir gelenek oluşturmuşlardır. Bu durum onların hayatta “bilgi” faktörüne verdikleri önemi göstermektedir.

 

 T-Sütunlarında ve heykellerdeki, yaşam-enerjisini simgeleyen yılan figürleri = KUNDALİNİ. Canlılık enerjisinin gövdenin alt-kesiminde başlayıp, beyin kesimine kadar geliştiği düşünülmüştür.

Göbekli Tepeliler ile günümüz Hindistan halkı arasında Kundalini denilen bir canlılık enerjisi simgesinin ortak olduğu görülür. Her iki toplumun kökenlendiği yerin Atalantis-Ovası olması bu ortak inanç sisteminin anlaşılır olmasını kolaylaştırır. Her ikisi de yaklaşık 11 500 yıl önce Atlantis-Ovasından göçe mecbur kalan kavimlerdirler. Biri kuzey-batıya (Anadolu’ya), diğeri Güney-doğuya göçmüştür. 

Bilgiye Övgü anlamına gelen (Rigveda)  İndus-Vadisi-kültürünün 3 500 yıl öncelerinden kalma hayat görüşlerini içerir. Bunlar arasında o zaman insanlarının kozmolojik bilgileri ve yaratılış görüşleri ön sırada yer alır. Bereketli-Hilal-kültürünün 11-12 bin yıl önceleri doğuya doğru İndus vadisi ve daha doğu yörelerine aktarıldığı genetik araştırmalarla ıspatlanmıştır Sahakyan et al 2017. Dolayısıyla Anadolu halkının da benzer bir görüşte oldukları anlaşılmaktadır. 

Gerek Göbekli Tepe, gerek diğer eski antik yerleşim yerleri kazıları, Anadolu’da yaşayan insanların karşılıklı etkileşimlerle toplumsal hayatlarını düzenlediklerini göstermektedir. Yani doğadaki dinamik oluşum sistemine uygun yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bir kral veya sultan gibi tepedeki birilerinin kulu-kölesi değildirler. Bu nedenle yapılan evler veya yerleşim bölgeleri sadece halkın kendileri içindir. Bu durum Anadolu’da yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar devam eder ve ondan sonra insanlar kendileri için değil, tepedeki bir efendi için yaşamaya başlarlar.

Tepeden yönetim, bireylerin kişisel genetik yeteneklerine göre gelişimleri önünde tam bir engel oluşturur ve toplumun geri kalması ve de insanlığın mutsuz olmasının temel nedenidir.

Şöyle ki: Güç ve kudret tepedekilerde olunca, insanlar tepedeki bu güç-kudret sahiplerine özenmeye başlar.

         Bunun en belirgin örneği, çocuklara verilen isimlerde görülür. Hem gerçek isimler hep meşhur kişilikler örnek alınarak verilir, hem sultan, prenses gibi asalet andıran yakıştırmalar yapılır.

         Çocuklar hep güç ve kudret göstergesi olan mesleklere yönelirler. Diğer meslekler hor-aşağı görüldüğünden, kimse o mesleklere yönelmek istemez.

         Toplum hayatı binlerce farklı meslek mensubunun oluşturacağı bir iş-ve-meslek mensubu arası ortaklık olduğundan, binlerce farklı yetenekli insan oluşumunu gerekli kılar. Bu nedenle hiçbir meslek sahibi diğerinden aşağı veya üstün görülemez.

         İnsanların ses-sanatçısı, bilgisayar-programcısı gibi saygın kabul edilen mesleklere yönelip, diğerlerinin hor görüldüğü bir durum düşünün: Sokakları kim temizleyecek, yolları kim yapıp-onaracak, sebzeleri-meyveleri kimler yetiştirecek? Bu gibi saygınlığı olmayan meslek sahipleri kendilerini nasıl iyi hissedip, severek hizmet sunacaklar?

         Her insan genetik yapısına uygun bir meslekte iş görürse, hem kendisini mutlu hisseder, hem verimli üretim yapılacağından, toplum zenginleşir.

         Bu nedenle okul eğitimi, zorla belli dersleri öğretmeye zorlamak yerine, çocukları özgür iradelerine göre davranmaları ve içsel bileşenlerinin yönlendirmelerine göre bir iş veya mesleği öğrenecek şekilde davranmalarını teşvikle olmalıdır. Finlandiya’da uygulanan yöntem budur ve bu nedenle finli öğrenciler çoğu konularda diğer toplumlardan çok daha başarılıdırlar. 

 

Bu nedenle toplumların uygar veya barbar davranışları ırk temeline değil, inanç temeli dikkate alınarak değerlendirildiğinde uygar mı barbar mı davrandığı daha iyi anlaşılmaktadır.

Ben Anadolu kültürü deyince, tarihsel olarak Anadolu’ya ilk yerleşen ve Türkçe gibi eklenmeli (aglütine) bir dil konuşan toplulukları kastediyorum. Onlar tepeden yönetimli değil, karşılıklı hizmet-alışverişine dayalı, kendi kendilerine üretip-yaşayan, sömürücü olmayan bir kültürü temsil ederler. Bu kültür Selçuklular- Osmanlılardan önce Anadolu’da ve Trakya’da yaşayan oraların yerli kavimleridir. Trakya adının kökenini hiç sorguladınız mı? “Rusya = Rus yurdu” olduğuna göre, “Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir ve eski tarih kitaplarında o bölge öyle tanımlanır. “Türk, turko” olarak tanınan eski kavimlerden başka “TRK” harfleri içeren hangi kavimler vardır? Bir düşünün bakalım.

Anadolu kültürü “Bilgi” faktörünü ön plana almıştır. Ahilik gibi karşılıklı hizmet alış-verişine dayanan bir kültür sahibidirler ve bu nedenle, doğal sistemin işleyişine uygun yaşamışlardır.

Yani:

         Tabana dayalılık

         Karşılıklı etkileşim,

         ve “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğine uygunluk gösterirler.

 

DOM-16e:

 Beyinler kendilerine gösterilen hedeflere yönelik işlem yaparlar. İnsanlık sorunlarını çözmek istiyorsa, ortak bir amaç ve hedefe odaklanmalıdır. Bu odak noktası da, toplumsal sorunlarının nedeni ve çözümü olmalıdır.

Benim bir grup içinde insanlarla bir araya gelip, fikir alış-verişlerinde bulunmaya çalışmamın tek bir amacı vardır: toplumsal sorunlarımızın nedenini bulmak ve bu nedeni ortadan kaldıracak bir formül oluşturmak. 

Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam senaryolar üretme yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine yol açmıştır. İnsan beyninin tüm bu senaryo üretme çabalarının temelinde, nasıl bu dünyada daha rahat yaşanabileceği, ne yaparsa daha rahat bir hayat sistemine ulaşabileceği temel dürtüsü vardır. Bu nedenle Toplumsal sorunların çözümüne yaramayan hiçbir senaryonun, hiçbir görüşün değeri yoktur, onlar beyinlerin oluşturdukları milyonlarca HAYALİ senaryodan sadece önemsiz ve hiçbir değeri olmayan birer hayaldirler.

Bedeni oluşturan hücrelerin her biri, on binlerce farklı faktörü değerlendirerek bir karara varırlar. Toplum oluşturacak biz insanlar da binlerce faktörü dikkate alarak bir toplumsal uzlaşma taslağı ortaya koymak zorundayız. Tek bir yönlü bakış açısıyla oluşturulan öneriler bağımlı olduğumuz ve etkilendiğimiz binlerce doğal faktörü dikkate almadan oluşturulduklarından, insanlığın tüm sorunlarını çözecek bir formül olamazlar.

Doğada her şey sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içindedir ve değişime uğramayan hiçbir şey yoktur. İnsan da bu değişim-dönüşüm döngüsünün bir öğesidir. Bu nedenle şu soruların yanıtını bilmek-öğrenmek insanın ilk görevidir:

İnsan ne zaman oluştu?

İlk insan tam günümüz insanı gibi mi görünüyordu?

İlk insanlar neler yapmayı biliyorlardı?

İnsanların yaptıkları şeyler zaman içinde nasıl değişti?

 

Bu soruların yanıtı bulmak için geçmiş zamanda neler olup-bittiğinin yanıtını bulmak zorundayız.

Geçmiş nasıl tasarlanır? 

Varlıkların hangi sırayla ortaya çıktıkları saptanarak!

Bu işlem nasıl yapılabilir?

Jeolojiden yararlanarak! 

 Doğada her şeyin kayıtlarının tutulduğu bir kitap vardır, bu yeryuvarının ARŞİV SAYFALARI kitabıdır.

Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu. Bu şekilde dünya tarihinin arşiv sayfaları oluşturulur. Denizlerdeki bu katmanlarda dünyadaki her olay kaydedilir.

         Nerede ne zaman bir deprem olduğu,

         Nerde ne zaman bir volkan patladığı,

         Hangi denizde hangi zamanda ne tür bir canlı yaşadığı, bu canlının ne zaman ortaya çıktığı ne zaman kaybolduğu;

         Deniz tabanının ne kadar derin olduğu,

         Deniz suyunun sıcaklığı

         Vs.

Geçmişe ait bu doğal kayıtlar sıraya konulup - incelenerek, doğa ve dünyamızın (ve de insanlığın) oluşum ve gelişimi gerçeklere uygun şekliyle ortaya koyulabilmektedir!

Yukarıdaki şekil üzerindeki tüm bilgileri dikkatlice okuyup-değerlendirin. Şimdi yeniden bu şekilde gösterilen gelişimleri bir başka açıdan değerlendirelim

(1)        5 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, insan ve insanın oluşturduğu her şey yok oluyor. Bu demek oluyor ki, insanın oluşturduğu tüm bilgiler (araba, bilgisayar yapma, vs. bilgileri) doğadan siliniyor; bunun yanısıra hücrelerdeki insan bedeni oluşturma bilgileri de siliniyor. Peki bunun sonucu ne oluyor? Bu varlıkları oluşturan maddeler atomlarına ayrışmış oluyorlar ve o atomlar da başka varlıkların (karıncasından kurduna, koyununa gibi) yapımında kullanıma giriyorlar.

(2)        70 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, at, inek, koyun, aslan, kurt gibi memeli hayvanlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar dinozor, vs. gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar.

(3)        300 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, dinozorlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar trilobit, balık, derisidikenliler vs. gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar.

(4)        700 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, trilobit, balık, derisidikenliler ve tüm diğer çok hücreli hayvanlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar amip, bakteri gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar. Yani 700 milyon yıl önceleri çok hücreli bir canlı oluşturma bilgisi dünyamızda henüz gelişmemişti.

(5)        2.5 milyar yıl öncelerine gidildiğinde, amip gibi çekirdekli tek hücreliler de yok oluyor, ve onları oluşturan atomlar ya bakteri gibi çekirdeksiz tek hücreli varlıkların yapımında kullanıma giriyorlar, veyahut inorganik madde yapımında kullanılıyorlar.

(6)        4 milyar yıl geri gidildiğinde, bakteriler de yok olup, atomlarına ayrışıyorlar ve atomları inorganik madde veya basit organik molekül yapımında kullanılıyorlar.

(7)        5 milyar yıl geri gidildiğinde dünyamız yok oluyor, ve dünyamızı oluşturan moleküller atomlarına ve-veya atom-altı-öğelerine ayrışmışlar ve yıldızlar içindeki ilksel durumlarına dönüşmüş oluyorlar.

(8)        12-13 milyar yıl geri gidildiğinde, yıldızlar ve galaksiler de yok oluyor, yani proton-nötron-elektron gibi en temel atom-altı-öğeler de yok oluyor ve her şey kuantum denilen en temel enerji ve etkileşim öğelerine dönüşmüş oluyor ve evrensel sistemin başlangıcına varmış oluyoruz.

(9)        Özet olarak vurgulamak gerekirse, doğa ve dünya, proton-nötron-elektron dediğimiz atom-altı-öğelerden, bu atom-altı-öğeler de, doğadaki en temel etkileşim ve enerji öğesi olan kuantlardan oluşuyor. Yani doğa bir hiçlikten değil, enerji yumaklarından oluşmaktadır.

 

Şimdi biz insanlara dönüp, insanlığın gelişimini görelim.

Görüldüğü üzere yeryuvarı arşiv-sayfaları insan denilen canlının 2.5 milyon yıl önce ortaya çıktığını, ama ondan önce “insansı” denilen, yani iki ayak üzerinde yürüyen, ama beyin hacmi insanlara göre çok daha küçük olan varlıkların 5 milyon yıl önceleri oluştuğunu göstermektedir.

Belden altı "insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü olan bu cins yeryüzünün ilk iki ayaklı memelisidir. Yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir bebeğinki kadardır. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el" denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını, bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının (modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu cins yaklaşık 5 milyon yıl önceleri ortaya çıkmış ve yaklaşık 1 milyon yıl önceleri yok olmuştur.

Not 1: insansı ve hominin diye iki farklı terim kullanılacaktır. Australopitechus gibi tam dik yürüyemeyen türler için “insansı”, günümüz insanı, neandertal, vs. eski insan türleri içinse “hominin” terimi kullanılmıştır.

Not 2: insan beyninin hangi kısımlarının daha eski, hangi kısımlarının daha yeni zamanlarda oluştuğunun saptanması, evrimsel gelişim aşamaları belirlenmesinde büyük önem taşır. Bu amaç için miyelinleşme (hücreler arası bağlantıların yalıtkanlığının artırılması) ve girufikasyon (kıvrımlaşma) oranları önemli kriterlerdir. Bu kriterler dikkate alınarak insansı ve hominin türleri arasında beyin gelişiminin farklılıkları ortaya konulmaktadır. Bu kriterler, arkeolojik verilerle de kıyaslanarak aşağıda görüşler oluşturulmuştur.

Not 3: Aşağıdaki paragrafların beyin-anatomik kısmı ana hatlarıyla Torrey’in Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk İnsanlar ve Dinlerin Kökeni . Paloma Yayınevi, 325 s. İstanbul 2017 adlı eserine dayanılarak hazırlanmışlardır.

 

Australopitechus cinsinin yaşadığı ortamda, yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri kafatası daha büyük olan ve de kambur olarak değil, tam dik yürüyen yeni bir cins daha ortaya çıkmıştır. Bu cins ilk insan türüdür ve Homo habilis olarak adlandırılmıştır. Yani atalarımızın Ademle Havva diye tasarladıkları ilk insan yaklaşık 650 cm3 beyin hacimli siyahi bir insandır.

Homo habilis’in beyninde frontal ve parietal bölgeler diğer insansı’lara oranla çok fazla büyümüştür. Bu nedenle ilk insan türü olan H. habilis çok daha zeki olmuştur. İnsanlığın daha zeki olması sadece beyindeki belli bölgelerin büyütülmesi nedeniyle değil, aynı zamanda farklı beyin bölgeleri arasında veri-akışını hızlandıran sinir-bağlantı-yol-ağlarının çok daha gelişmiş olmasıdır.

Homo habilis yaklaşık 2 milyon yıl öncelerine kadar yaşamış, sonra ondan evrimleşen yaklaşık 950 cm3 beyinli Homo erectus onun yerini almıştır.

Bu Homo erectus Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Homo erectus odundan iki ucu sivriltilmiş mızraklar ve büyük el-baltaları gibi daha gelişmiş aletler yapma becerileri yanında “Ateş yakması”nı da keşfeden insan olarak bilinir

Homo erectus kafataslarını inceleyen araştırmacıların Homo erectus’un beyni “modern insan beyniyle ilginç benzerlikler” gösterdiklerini, bu benzer özellikler arasında ön singulat, insula ve alt parietal alanların da bulunduğunu saptarlar. (Singulat ve insula korteksin daha derinlerdeki en son gelişen bölgelerdir.)

Söz konusu alanların bilinen çok sayıda fonksiyonu olsa da paylaştıkları tek işlev özfarkındalıktır. Buna benzer argümanlara dayanılarak Homo erectus “farkındalığı olan benlik -özfarkındalık” denilen bir beyinsel gelişime ulaştığı kabul edilmektedir. Homo erctus’un diğer insanlarla ortaklaşa avlanmaya gidişi gibi özellikleri onun bu “özfarkındalık” duygusuna sahip olduğunu gösterir. Bazı hayvanların da kendilerini aynada tanıyabildikleri gözlenmiştir. Ancak hayvanlarda bu özellik süreklilik arz etmez. (Torrey 2017).

Yaşları üç ay ile yirmi dört ay arasında değişen çocuklarla bir deney yapılır. 88 çocuk birer birer aynanın önüne konur ve kendisini tanıyıp-tanıyamadığına bakılır. “Bu kim?” diye sorulur. Kendisini tanımasını kolaylaştırmak için her çocuğun burnuna kırmızı bir işaret sürülmüştür. Çocuğun burnuna dokunması veya aynada burnunu incelemesi durumunda kendini tanıyacağı varsayılır. On sekiz aydan küçük çocukların hiçbiri kendisini tanımaz. On sekiz ila yirmi ay arasında çok az çocuk bunu yapabilmiştir. Yirmi ile yirmi dört ay arasındaki çocukların üçte ikisi kendini tanır. Bu, aynı zamanda çocukların “ben” ve “benim” gibi kişi amirlerini kullanmaya ve “Ben top atıyorum” gibi kendileri hakkında konuşmaya başladıkları gelişim aşamasıdır. Tüm bunlar oluşmaya başlayan özfarkındalığın göstergeleridir (Torrey 2017, s. 61)

Evrimsel gelişim devam etmiş yaklaşık 5-6 yüz bin yıl önceleri yaklaşık 1400 cm3 beyinli Homo sapiens türüne evrimleşme olmuştur. Homo sapiens’i yaşam evrelerine göre iki alt gruba ayırmak gerekir.

Arkaik Homo sapiens ve modern Homo sapiens.

Arkaik Homo sapiens yaklaşık 500 bin ile yaklaşık 20 bin yılları arası yaşamıştır.

Modern Homo sapiens ise yaklaşık 70 bin yıldan beri yaşamaktadır.

Arkaik Homo sapiens’in en yaygınları Homo sapiens neanderthalensis ve Homo sapiens denisova’dır. Neandertal insanı Avrupa’da, denisova insanı Asya’da yaklaşık 500 bin yıl önceleri ortaya çıkmışlar ve modern insan tarafından yaklaşık 20 bin yıl önceleri yok edilmişlerdir.

Arkaik Homo sapiens yaklaşık 100.000 yıl öncesinden başlayarak, kendi zihinlerinden geçenleri derinlemesine düşünebilmelerini sağlayan içe-bakışçı bir beceri geliştirdiler. Böylece, sadece başkalarının ne düşündükleri hakkında değil, başkalarının onlarla ilgili düşünceleri ve bu düşüncelere gösterdikleri tepkiler hakkında da düşünebilmekteydiler. Örneğin, dekoratif kolye yapmak için kullanıldığı anlaşılan kabuklar ilk kez yaklaşık 100.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu onların başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğünü anlamaya çalışma yeteneğidir.

Neandertal insanlarının “empati duygusu” geliştirmiş olduğu (Torrey 2017 s.77-78)den aktarılan şu paragraflardan anlaşılmaktadır:

“Yaşlı bir erkekte ölümünden yıllar önce oluştuğu düşünülen çok sayıda kırıkla birlikte ciddi yaralanmaların bulunduğu anlaşılmıştır. Yaralanmalar arasında sakat bırakması olası sağ kol ve sol bacak travması ile kafasında körlüğe yol açmış olması muhtemel bir darbe de bulunmaktaydı. Böyle bir hominin, kendi başına uzun bir süre hayatta kalamayacağı için, yanındaki diğer Neandertallerin yıllarca ona bakmış olduğu düşünülmektedir... Başka Neandertaller üzerinde yapılan araştırmalar bu bireylerin de “eklem iltihabı nedeniyle çok acı çektiklerini, bazılarının da kol ya da bacaklarını kaybettiğini” göstermiştir. Sakatlanmış olanların hayatta kalabilmeleri için “gruptaki diğer homininlerin yemeklerini bu kişilerle paylaşmaları ve bir kamptan başka bir kampa giderken onlara yardım etmiş olmaları gerekir. Tüm bunlar merhamet ve şefkatin kanıtlarıdır” … “Başka bir kişiye ilgi ve bakım göstermeniz, o kişinin duygusal bakış açısını paylaşabileceğinizi, diğer bir deyişle onunla empati kurabildiğinizi gösterir. Bu nedenle empati diğer insanların zihnine girebilme ve onla­rın ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini bilebilme becerisi gerektirir. Psikologlar bunu zihin okuması ya da bir zihin kuramına sahip olmak şeklinde ifade ederler. Zihin kuramı, başkalarının davranışlarının düşünceler, duygular ve inançlar gibi içsel durumlar tarafından motive edildiğinin anlaşılmasıdır.

Zihin kuramı kendinizi diğer kişinin yerine koymayı, onun zihnine girmeyi içerir. Başkalarının zihnini yalnızca söylediklerini dinlemekle değil, yüz ifadelerini, bakışlarını, duruşlarını ve hareketlerini gözlemleyerek de okuruz.

Çocuklarda zihin kuramının var olup olmadığını değerlendirmek için Sally-Anne testi olarak adlandırılan standart bir senaryo kullanılır. İçinde bir top, kapalı bir sepet ve kapalı bir kutu olan bir odada bir çocuğa resimler veya kuklalar kullanarak Sally ile Anne gösterilir. Sally topu sepete koyar ve odadan çıkar. Gittiğinde çocuk Anne’in topu üstü kapalı sepetten alıpüstü kapalı kutuya koyduğunu görür. Daha sonra Sally odaya geri gelir ve çocuğa şu soru sorulur: Sally topunu nerede arayacak? Bu soruyu doğru yanıtlamak için, topun kutuda olduğunu bilen çocuğun, Anne’in topu alıp kutuya koyduğunu görmediği için Sally nin topun hâlâ sepet içinde olduğu yönündeki yanlış düşüncesini anlaması gerekir. Buna birinci derece zihin kuramı denir; bir sonraki bölümde anlatılacağı gibi zihin kuramına yönelik senaryolar çok daha karmaşık hâle gelebilir.

Dört yaşına kadar neredeyse tüm çocuklar Sally’nin topu Anne’in koyduğu kutuda arayacağını söyler. O yaşlara kadar olan çocuklar, kendi bildiklerini diğerlerinin bildiklerinden ayırt edemezler. Dört yaşından itibaren, çocuklar başkalarının zihnine girme becerisine sahip olmaya başlarlar. Böylece Sally’nin topu en son bıraktığı yerde, sepetin içinde arayacağını söylerler. Çünkü Sally topun hâlâ orada olduğunu düşünmektedir. Kendilerinden büyük kardeşleri olan çocuklar zihin kuramını daha erken yaşta edinirler; ayrıca onlarla konuşurken bu bilişsel becerinin gelişmesine yardımcı olacak şekilde zihinsel durumlara atıfta bulunan ifadeleri daha sık kullanan ebeveynlerin çocuklarında da bu beceri daha erken ortaya çıkar.”

Empati duygusu ve zihin kuramı’nın beynin hangi bölgelerinde işlendiğini saptamak için yapılan beyin görüntüleme incelemeleri “ön singulat, insula ve orta prefrontal korteksin” çok aktif olduğunu göstermiştir. Ön singulat ve insula, özfarkındalık (insanın kendisi ile ilgili düşünmesinde) de aktif beyin bölgeleridir, bu yüzden başkaları hakkında düşünme sürecinde de önemli olmaları şaşırtıcı değildir.

Son olarak, modern Homo sapiens olarak, yaklaşık 40.000 yıl önce başlayan ve yaygın olarak kendimizi geçmişte ve gelecekte düşünebilme becerisini yani “otobiyografik bellek” diye adlandırılan içe-bakışcı bir özelliği geliştirilmiştir.

Süslenmenin temelinde, bir Homo sapiens'in başka bir Homo sapiens in kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünmesi yatar. İşte bu içe-bakışçı benliktir. Çocuklar iki yaş civarına geldiklerinde aynada kendilerini tanıyıp tanıyamamaları ile değerlendirilen bir özfarkındalık geliştirirler. Homininlerin de yaklaşık 1,8 milyon yıl önce buna benzer bir özfarkındalık kazanmış oldukları düşünülmektedir. Yaklaşık dört yaşına geldiklerinde çocuklar, Sally-Anne testinde gösterildiği gibi başkalarının düşüncelerine karşı da bir farkındalık geliştirmeye başlarlar; en azından bazı homininlerin bu yeteneği aşağı yukarı 200.000 yıl önce kazanmış olmaları muhtemeldir. Çocuklar bir sonraki önemli bilişsel beceriyi altı yaşından itibaren edinmeye başlarlar ve bu genellikle ikinci derece zihin kuramı olarak adlandırılır.

İkinci derece zihin kuramı ne demektir? Sally-Anne testinde Anne, Sally odadan ayrıldıktan sonra topu sepetten alıp kutuya koymuştu. Sally ise topun hâlâ sepetin içinde olduğuna inanmaktaydı, çünkü topun yer değiştirdiğini görmemişti. Anne de Sally nin topun sepet içinde olduğuna inandığını düşünmekteydi. Bu, birinci derece zihin kuramı olup, başkalarının düşüncelerine karşı farkındalık anlamına gelir.

İkinci derece zihin kuramının edinilmesi, kişinin kendi benliğini bir nesne olarak görmesini gerektirir. Bu sadece bir aynaya bakıldığında kendini tanımak değil, diğer insanlara nasıl göründüğünüzü, onların sizi nasıl gördüğünü ve onların sizi nasıl gördüklerine dair düşüncelerinizi de içerir. Bu durum sizin kendiniz hakkında düşündüklerinizi düşünmenizi de kapsar. Kısacası bu, içebakışçı benliktir. Erken dönem Homo sapiensin süslenmesi ve üste oturan giysiler giymesi kendisi ve başkalarına nasıl gö­ründüğü hakkında düşündüğünün bir göstergesidir. Dolayısıyla, homininlerin tarihinde ilk kez bir erkek ayı derisinin kendisine yakışmadığını veya bir kadın kabuktan yapılmış kolyesinin onu daha güzel gösterdiğini düşünmüş olabilir. Eğer durum buysa tüketim ekonomisinin doğuşu bu dönemlere rastlamış olmalıdır.

İçebakışçı bir benliğin evrimi, erken dönem Homo sapiens’e özellikle sosyal etkileşimlerde ve diğerlerinin davranışlarını öngörebilme konusunda diğer homininlere göre büyük bilişsel avantajlar sağlamıştır. Bu yetenek Homo sapiens’in grup avcılığı gibi grupla gerçekleştirdikleri eylemleri büyük ölçüde kolaylaştırmış ve bu bilişsel beceriye sahip olmayan diğer homininlere karşı çatışmalarda ona önemli bir üstünlük sağlamıştır.

İnsan diğer hayvanlardan farklı olarak sadece bilmekle kalma, bildiğin de bilir. Farkında oluşumunun farkındadır, bilince ‘sahip’ olduğunun, bilinçli olduğunun bilincindedir. Karşılıklı aynalar gibi, kendisini, hakkında düşünen diğer insanları ve kendisiyle ilgili düşünenleri düşünür.

Böylece geleceği öngörebilir ve daha ustalıkla planlayabilir. Bu sayede hominin tarihinde ilk defa, ölümün kişisel varlığın son bulması olduğunu anlayabilir.

Yaklaşık 27.000 yıl önce modern Homo sapiens tarafından ölülerle beraber gömülmüş olan yiyecek, alet, silah, mücevher ve diğer eşyaların bulunması, ölüm sonrası olası bir yaşam hakkında düşünme becerisini kazanmış olduklarını akla getirir.

Bir yerde yaşamak, ölülerin de yaşayanların yanına gömülmesine olanak tanıdı; sonuç olarak, atalara ibadet giderek önem kazandı ve daha karmaşık bir hâl aldı. Nüfus arttıkça, kaçınılmaz olarak ataların hiyerarşileri de ortaya çıktı.

 İnsan beynindeki gri maddenin şempanze beynindekine göre yalnızca yüzde 2 daha fazla olduğu, buna karşın beyaz maddenin ise yüzde 31 daha çok bulunduğu saptandı. Beyindeki bağlantılarının insan bebeklerinde şempanze bebeklerinde olduğundan çok daha hızlı geliştiği bildirildi. Bu tür çalışmalar insanların diğer primatlara kıyasla beynin farklı bölümleri arasında bilgiyi bütünleştirmek için gelişmiş bir yeteneğe sahip olabileceğini” ve bizleri benzersiz biçimde insan yapan şeyin gri maddedeki nöronlarımızdan ziyade beyaz maddede yer alan sinir bağlantı yollarımız olduğudur.

Primatlarda beyin geliştikçe, giderek daha fazla kıvrım oluşmuştur; bu kıvrım oluşumu, beynin boyutlarını büyütmek zorunda kalmadan yüzey alanının artırılmasını sağlamıştır. İnsanlardaki kıvrımlaşma rhesus maymunlarına göre yüzde 49, şempanzelere göre ise yüzde 17 daha fazladır. İnsan beyninde, farklı bölgeler farklı kıvrımlaşma derecesine sahiptir. Bu durum beyinlerin kıyaslanmasında girufikasyon endeksi olarak kullanılmıştır. En fazla kıvrıma sahip olan yani en son evrilen iki beyin bölgesi prefrontal korteks ile parietal lobdur. Bunların her ikisi de bizleri benzersiz biçimde insan yapan bilişsel beceriler için çok önemli olan alanları içerir.

Bu insan türlerin birbirleriyle eşleşip, genetik veri değiş-tokuşuna yol açtıkları genetik analizlerle ortaya konmuştur.

Gümümüz modern insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri yine Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır. 

İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya alan bir hücresel tasarımdır. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.

 İnsanlığın kafası geçmiş hayat bu konuda çok farklı bilgilerle dolu. Örneğin yukarıda açıklanan ilk insan (Homo habilis) ve ondan evrimleşen diğer insan türleri dünyamıza çok farklı görünüşlü ve farklı yetenekli insanların geldiklerini göstermektedir. Geçmişimizde çok farklı insan türleri ortaya çıkmış, bazıları diğerinin devamı olarak gelmiş, bazıları eş zamanlı olarak farklı coğrafik bölgelerde yaşamışlar. Yani karşılıklı bir etkileşim ve evrimleşme söz konusudur.

Halbuki insanlarımıza verilen inanç sisteminde, her yaratığın ilk oluştuğu şekilde yaşamaya devam ettiği görüşü egemendir, yani evrimleşme yoktur. Ve insanlarımızın çoğunluğu maalesef hala bu inanç sistemi içinde yaşıyor.

 Peki bizler 2 milyon yıl önceki atalarımızla aynı mıyız? Sadece kafatası büyüklüğüne bakmak muazzam bir evrim geçirdiğimizi göstermiyor mu? Öyleyse neden hala 2-3 bin yıl önceki insanlar gibi düşünüp-davranmaktayız?

Bu bölümde özellikle insanın iki-buçuk milyon yıldaki evrimsel gelişim aşamaları gösterilerek, yaratılış görüşü sahiplerinin “fosil bulgularda geçişleri gösteren ara formlar yoktur” iddialarının da ne kadar saçma ve geçersiz olduğu gösterilmiş oldu.  

DOM-16f:

Son 50 bin yıllık tarihsel geçmişimizden çıkartılacak ders:

Genetik haplogrup-analizlerine dayalı olarak insanlığın geçmişi epey eski tarihlere kadar tasarlana bilinmektedir. Bu yöntem arkeolojik ve jeolojik bilgilerle birlikte değerlendirildiğinde şöyle bir tarihsel geçmişimiz ortaya çıkar: Günümüz insanlarının atası olan Homo sapiens sapiens 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Dünyaya yayılır. Doğu Afrika’da ortaya çıkan bu atalarımızın konuştukları dilin aglütine bir dil olduğu anlaşılmaktadır, çünkü Afrika’nın o bölgesinde hala Swahili denilen aglütine bir dil konuşulmaktadır ve oradan dünyaya yayılmış olan toplumların çoğunda aglütine dil hala en yaygın dil grubudur. Atlantis ovalıların ve onların Avrupa ve Asya’ya yayılanlarının (Türkçe, Baskça, Fince, Macarca, vs) dilleri aglütinedir. Yaygınlığın derecesini anlamak için Amerika’nın tüm yerli kavimlerinin dillerinin aglütine olduğunu bilmek yeter. Amazon ormanlarının en ilkel toplumu olan Piraha’lar dahil tüm Kızılderililer aglütine dillidirler.

Yayılmanın ilk durağı o zamanlar kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz boğazı arasındaki Atlantis-Ovasıdır, çünkü buzul devrinde dünyanın yaşama en uygun yeri orasıdır. Dünyanın en yoğun ve en zengin petrol bölgesi olan bu ovanın birçok yerinden zift çıkmaktadır. Kamış gibi uzun bitkiler veya uzun ağaç gövdelerinden yapılan sal benzeri araçlar zift ile su geçirmez yapılarak su (ırmak) ve deniz taşımacılığında kullanılmaya başlanılması Atlantis-Ovasındaki ziftler sayesinde olur ve insan kültürünün ilerlemesinde önemli bir rol oynar.

Atlantis ovasının zamanla yetmemesi sonucu, insanlık deniz kenarı boyunca doğuya (Hindistan’a) doğru göçmüş ve 50 bin yıl önceleri de Kara haline geçmiş olan Endonezya bölgesinden Avusturalya’ya ulaşmıştır.

Amerika’ya göç ise yaklaşık 20 bin yıl önceleri Bering-boğazı üzerinden, daha doğrusu deniz kıyısı boyunca olduğu anlaşılmaktadır.

Asya’ya yayılma ise hem Endonezya üzerinden hem Kafkaslar ve İran üzerinden olmuştur. Avrupa’ya yayılma hem karadan Anadolu-Trakya üzerinden, hem de deniz yoluyla Kıbrıs, Girit, İtalya, İspanya, İngiltere üzerinden olmuştur. Haplogrub-analizleri sonuçları, İngiltere- İrlanda, İspanya, Fransa gibi batı Avrupa ülkeleri insanlarının Atlantis-Ovalı kökenli olduklarını kesin bir şekilde göstermektedir. Analizciler Atlantis Ovalılık kökeni hakkında bir şey bilmediklerinden, Batı-Avrupa’nın ilk halklarının Anadolu halkıyla akraba olduğunu söylerler. Anadolu halkının ise, Atlantis-Ovalı olduğu önceki bölümlerde gösterilmişti.

Şimdi akla şu soru gelir: Günümüzde Avrupa’daki toplumlar indo-german (veya hint-Avrupa) dil grubuna ait German, Romen, slav, vs. diller konuşmaktalar. Bu dil grubu nasıl, nerede ve ne zaman ortaya çıktı?

Sorunun yanıtını yine haplogrup analizleri ve arkeolojik veriler ortaya koymuştur. Bu veriler yaklaşık 5 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarda Yamnaya-göçebeleri – denilen özel bir kültürün geliştiğini ve kültür mensuplarının proto-indo-european yani ilk-hint-avrupa-dilini oluşturduğunu belirtirler. Tam bu yıllarda Yamnaya bozkırlarında At evcilleştirilmiş ve göçebe kavimlere muazzam bir hızlı hareket etme olanağı sağlamıştır.


Krallıkların ilahi sistemden kökenlendiğine inandırılan halk, kazandıklarının çoğunu onlara vererek onları mutlak bir güç sahibi yapmışlardır. Ellerindeki bu muazzam kaynakla paralı askerler ve korumalar tutan bu efendiler sınıfı, at gibi çok hızlı hareket saldırı ve savaş yeteneğine de kavuşunca, güçlerini daha da artırmak için istila savaşlarına başlarlar ve insanlığın kaderi normal güzergahından sapmış olur. Böyle bir olanağı olmayan çevre topluluklar istila edilmeye başlanır. 

Hititler denilen bir kavim Anadolu’ya saldırır, Hatti toplumunun arazisine yerleşir. Anglosaksonlar, germenler, slavlar, romenler (latinler) vs. Avrupa’yı istila ederler. Yunanlar Ege bölgesini istila eder, Persler İran’ı istila eder.

Bu istilaların trajik ve komik yönü şudur: Hint-Avrupa kültürlüler kendilerini “aryan” yani üstün ırk olarak görmüşler ve istila ettikleri ülke halklarını “barbar” olarak nitelemişlerdir. Bunun gerçekten böyle olduğunu Homer tarihi ve Strabon’un Coğrafya eserlerinde görebilirsiniz. Şimdi objektif olarak düşünün: Kim saldırgan, kim sömürüyor, kim köleleştiriliyor?

Avrupalıların bu sömürgeci davranışı, günümüzde hala tam gaz devam etmektedir. Sizler Atlantis-gerçektir makalesini bir türk vatandaşı yazdı diye önemsemeyip, bu makalenin bir Avrupalı-Amerikalı gibi “aryan” ırklı birinden gelmiş olması durumunda kabul edecek kadar kendine güveni olmayan birileri olduğunuz sürece, (Devamı yok)


Son-Bilanço

Dünyamızın ve hayatımızın geçmişinin kayıtlarının bulunduğu jeoloji- astrofizik-  arkeoloji- fizik – kimya- genetik gibi kaynaklardan elde edilen verilerin okunmasıyla ortaya konulan verilerin değerlendirilmesi şu sonuçları ortaya  koymuştur:

1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,

2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,

3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,

 ve Dinamik sistemlerde ise,

4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.

5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.

6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.

7) Varlıklar davranışlarını sürekli değiştirip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak belirlerler.

8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.

9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.

10)- Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.

11)- Bu araştırıcı insan yaklaşık 4500 yıl öncelerine kadar, “bilgi”nin kafası içinde oluştuğunu hissederek, kafatası-kültü (skull-cult) denilen geleneği ve doğadaki tüm varlıkların karşılıklı ilişki içinde olduğuna dayalı bir hayat görüşü içinde yaşamıştır. İnsanlığın bu doğal hayat görüşünden saptırılıp, yanlış bir hayat görüşü içine sürüklenmesi yaklaşık 4500 yıl önceleri olmuş olmalıdır.

12)- Bu araştırıcı insan ise doğadaki yapıcılık-yönlendiricilik erkini kendi içindeki bileşenlerinde (hücrelerinde-atomlarında) değil de dışında-üstünde bir makamda tasarlayınca, tepeden yönetilen ve tepedekilerce sahiplenilen devlet sistemli bir yaşam ortaya çıkmıştır.

13)- İnsanlık bilgiye hasrettir, ama 4-5 bin yıldan beri toplum genelinin çıkarlarını değil, tepedeki yönetici (efendiler) kesiminin çıkarlarını dikkate alacak şekilde bilgiler halka aşılanmaya çalışılmaktadır. Bu da insanları zombileştirmektedir.

14)- Kral gibi tepedeki bir otoritenin yönlendirdiği kalabalıklar at-gibi hızlı hareket ve savaş üstünlüğüyle 5 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arasında Yamnaya-göçebeleri olarak  ortaya çıkarlar. Böyle bir olanaktan yoksun olan komşu toplumları istila etmeye koyulurlar. Bu sömürgecilik anlayışı hala devam etmektedir.

15)- İnsanlığın uygar gelişimine öncülük ettiği iddia edilen Yunan ve Latin kültürleri, indo-german dilli Yamnaya-Göçebelerinden kökenlenirler ve tamamen sömürü ve istilacılığa dayanarak, barışçıl yerel halkaların oluşturduklarının üzerine konarak gelişmişlerdir.  

16)- Bilgi oluşturma ve yorumlamaya ağırlık verici insanın bilgiye hasretliği, tepedekiler tarafından yanlış hayat-görüşü bilgileri verilerek sürekli olarak sömürülmektedir. Çocukluk evresinde aşılanan bu yanlış bilgilerle zombileşen insanları uyandırmak için gerçek doğal sistemli hayat görüşü bilgilerinin ortaya konulup yaygınlaştırılması şart ve gereklidir.

17)- Tarih kitapları, Fizik kitapları, biyoloji kitaplarının hepsi yeniden yazılmak zorundadır.

Çünkü: 

 

         1)- Doğadaki oluşum ve gelişimler Alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru gelişiyor mu? Evet. Yani önce H ve O vardı, sonra H2O oluşmuş olmak zorunda. Jeoloji ve astrofizik bunu gösteriyor.

         2)-Öyleyse, doğada düzensizlikten düzene doğru bir ilerleme olmalı, yani entropi zaman içinde azalmalı. Halbuki Termodinamiğin 2 yasası bunun tersini söyler. Öyleyse fizikçilerin oluşturduğu bu görüş yanlış olmalı. Bu yanlışlığı görelim.

         3)- Bu alt-sistem (veya düzey) Üst-düzey ilişkilerinin temel özellikleri Feibleman 1954de tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

IV- Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

         4)- Bu durumu tavuk-yumurta ilişkisinde incelemeye irdelemeye devam edersek, „tavuk oluşturma yetkisi yuurtadadır“ yani dünyada önced hücreler (yumurtalar) oluşmuştur, sonra hücreler hayvanları  vs oluşturmuştur.

         5)- Bir şey oluşturmak için enerji gerekir. Enerji alt-sistemlerde midir, üst-sistemlerde midir?  Enerji alt-sistemlerdedir ve en alt-sistem de kuantum alemidir.

         6)- Enerji kuvvete dönüştürülmeden bir işe yaramaz. Enerji kuvvete nasıl dönüştürülür? Enerji-gradyanları oluşturularak.

         7)- Enerji gradyanı oluşturmak için çevreyi algılayıp, neyin nerede olduğunu ve nereye kaydırılırsa daha iyi bir yapılaşma ortaya çıkacağı gibi verilere ihtiyaç vardır. Bu tür yetenekler atom-altı-öğelerde var mı? Evete ve de anında algılayarak. (bak https://www.youtube.com/watch?v=u-I6GPB8NVw )

         8)- Bu yetenek bir bilinçli davranış değil mi?

         9)- Öyleyse doğada kuantsal sistemden başlanarak, bilgi ve bilince dayalı bir evrimleşme yok mu?

         10)- Bu durmda, fizik ve biyoloji kitapları yeniden yazılmak zorunda değiller mi?

          Bilgisiz bir şey yapılabiliyor mu? Hayır.

         Peki H ve O bilgisiz iseler H2O gibi mucizevi özellikler gösteren bir su molakülünü nasıl yaptılar?

 

Benim insanlarla bir araya gelip, fikir alış-verişlerinde bulunmaya çalışmamın tek bir amacı vardır: toplumsal sorunlarımızın nedenini bulmak ve bu nedeni ortadan kaldıracak bir formül oluşturmak. 

Doğada her şey değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam senaryolar üretme yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine yol açmıştır.

Araştırmalar toplumsal sorunlarımızın nedeninin Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler TBÖ) olduğunu ortaya koymuştur. (8ak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html )

Bu nedenle ben de doğadaki oluşum ve gelişimlerin tepeye değil de tersine, tabana dayalı olarak mı oluşup-geliştiğini araştırmaya başladım. Bunun ilk adımı, doğadaki varlıkların ne zaman ve hangi sırayla ortaya çıktıklarını saptamaktan geçer. Bu ise benim temel mesleğim olan jeoloji ve paleontolojinin konusuydu ve doğada önce molekül gibi temel yapı taşlarının, onların kombinasyonlarıyla bakteri gibi çekirdeksiz tek hücrelilerin; onların kombinasyonlarıyla amip gibi çekirdekli tek-hücrelilerin; onların kombinasyonlarıyla çok hücreli bitki ve hayvanların ortaya çıktığını gösteriyordu. Yani doğada alt-sistemlerden (düzeylerden) başlayıp, üst-sistemlere (düzeylere) doğru ilerleyip-evrimleşen bir gelişim vardı.

16 bölümden oluşan bu ‘Toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözümü’ paketinin tümünü okuyup değerlendirmeden bir yorum yapılması veya görüş bildirilmesi mantıksızlık olur, çünkü doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar karşılıklı bir etkileşim içindedir.

       1- Bizlerin temel amacı toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözüm formülü olmalıdır. Kafalarında bundan başka bir amaç taşıyanların hiçbir görüş bildirmeye hakları olamaz, çünkü amaç aynı değildir.

       2- Bir fikre karşı çıkmak, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.

       Evrimci veya fizikçi vs.nin toplumsal sorunların nedeni ve çözümü hakkında herhangi bir görüşleri var mıdır? Yoktur. Çünkü onlar “yapraklarla uğraşmaktan ormanı göremeyen” dar görüşlü, yani “at-gözlüğü” takmış insanlardır.


İnsanlık tarihi  konusunda bazı yeni araştırmalar yukarıdaki dosyalara eklenerek yeni bir versiyon yapılmıştır. Bu yeni versiyonu da okumak isteyenler tıklasınlar

 Daha önceki DOM-versiyonunu da okumak isteyenler buraya tıklasın

 Çok eski "Farklı DOM versiyonu" isteyenler buraya tıklasın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder