İnsanlık neden doğayla uyumlu bir yaşam sisteminden
saptırıldı?
Doğada kurallar
varlıkların kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri sonucu oluşturulan
uzlaşmalara (rezonanslara) dayanılarak oluşturulur. Bu dinamik sistemler
fiziğinin ortaya koyduğu bir gerçektir. İnsanlık da bu kurala uyarak (K)
noktasına kadar hızlı bir uygarlık gelişimi sergilemiştir. Yani 4-5 bin yıl
öncelerine kadar insanlar doğayla iç-içe ve kendi aralarında da karşılıklı
hizmet-alışverişi içinde yaşamıştır. Yani demirci kazmayı-küreği en iyi nasıl
yapacağı, ziraatçı en iyi meyveleri nasıl aşılamalar yaparak elde edeceği gibi
bilgiler edinmeye çalışarak ve her biri kendi ürününü diğer komşularıyla takas
ederek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Hayat böyle kabul
edilince, her insan ve her varlık o ortamdaki kaynakları en ergonomik şekilde
kullanacak şekilde karşılıklı etkileşimli bilgi oluşturmaya çalışır. Bunun
sonucu çeşitli meslek grupları oluşur. Ve her meslek grubu kendisini
ilgilendiren konularda maksimum bilgi edinerek, toplum denilen ortak-yaşam
sistemini ayakta tutmaya çalışır. Böyle bir toplumsal sistemde cahil-bilge
ayrımı olur mu?
Bilgi mesleğe göre değişim gösterir, bir
demirci orak-bıçak yapma, bir madenci demir madeninin nasıl elde edilebileceği,
bir ziraatçı hangi bitkilerin ne zaman ekileceği, hangi toprakta hangi tür
bitkilerin yetişebileceği gibi bilgilere sahiptir. Dolayısıyla bir toplumda
(eskiden yüzlerce) günümüzde binlerce farklı meslek vardır. Peki toplum bu
mesleklerden hangisinin bilgisine sahip bir insan tarağından yönetilir?
İnsanların
yaşamlarını bu şekilde sürdürdükleri Anadolu’daki höyük kültüründen
anlaşılmaktadır. Yine Anadolu’daki höyük kültüründen bu yaşam şeklinin ne zaman
değiştiği ve karşılıklı etkileşim yerine, tepedeki birilerinden (yani tepeden)
gelen yönlendirmelere göre oluşan bir yaşam sistemine geçildiği Kültepe
arkeolojik kazılarında görülmüştür.
Kültepe’de iki
farklı yerleşim vardır. Biri yerel halkın yaşadığı eski tarihli höyük
kesimidir; diğeri MÖ 2000’li yıllardan sonra kurulan Karum adlı yeni
yerleşimdir. Eski yerleşimde tüm evler birbirlerinin benzeridir. Yeni
yerleşimde ise insanlar arasında zenginlik düzeyine bağlı farklı yapılar,
saraylar vs. vardır. Dolayısıyla doğal sistemin tapulanması ve
sahiplenilmesinin başlatıldığı, zenginlerin “Efendiler” olarak farklı muamele
gördükleri anlaşılmaktadır.
Kültepe’de görülen
bu toplumsal yaşam değişiminin nedeni, yaklaşık 5 bin yıl önceleri Sümerler adı
verilen bir kavmin, Basra yöresinde ilk kent-devletlerini kurmalarıyla başlar.
Dikkat edin “devlet” denilen bir kavram ilk defa Sümerlerce oluşturulan kentsel
yerleşimlerle başlar.
Sümerler insanlığa bir kötü bir de
iyi miras bırakmıştır. Önce iyi mirası görelim:
Sümerlerin iyi mirası yazıyı
keşfetmiş olmalarıdır.
İnsanlık binlerce
yıldır bilgi üretmektedir, ancak bu bilgiler kulaktan kulağa şeklinde nesilden nesile
aktarılabilmektedir. Bu nedenle bugün bizlere çok anlamsız gelen bir sürü
efsane veya mitoloji bilgisi mevcuttur. Halbuki o mitolojik bilgileri oluşturan
beyinler onları şaka olsun diye değil, doğa ve dünyayı öyle tasarladıkları için
oluşturmuşlardır. Efsaneler yanında, çeşitli resimler, heykeller, kabartmalar,
simgeler şeklinde de ne düşündüklerini ortaya koymuşlardır. Çanak çömleklere,
halı-kilim gibi nesnelere işlenen resimler başka örnektirler.
Bu resim, heykel
veya kabartmalara bakarak o insanların neler düşündüklerini tam anlayamıyoruz.
Örneğin Göbekli-Tepe’yi yapanlar bir çok kabartma ve heykel yapmışlardır. Ama o
insanların hayat görüşü “kesin olarak şöyleydi” diyemiyoruz. Sümerler’in 5 500
yıl önceleri düşüncelerini yazılı olarak ifade edebilecek yazı sistemini
keşfetmişlerinden sonra durum tamamen değişmiştir. Bu nedenle o zamandan sonra
“Tarih” denilen bir bilim dalı ortaya çıkar. Ancak şimdiye dek yazılan tarih
kitapları hep devlet denilen tepedeki efendilerin sahiplendikleri toplulukların
tarihlerini yazmışlardır ve de genellikle tepedeki efendinin görüşüne uygun
olacak şekilde, yani tarafgirce.
Yazı sisteminin
keşfinin, bilgi aktarımını ve insanlığın gelişimini çok hızlandırıcı bir etki
yapması beklenirdi, ama kültürel gelişim grafiği bunun tam tersini
göstermektedir. Acaba neden?
Nedeni, yazılı
belgelerin Sümerler’in kötü mirasına alet edilmesidir. Şöyle ki: Sümerler
doğadaki güç ve enerji sistemini varlıkların dışında-üstünde olduğunu
sandıkları bir semavi güçte kabul etmişledir. Bu semavi gücün de ilahi
mesajlarla insanlara nasıl davranmaları gerektiği bilgilerini gönderdikleri
inancı ortaya çıkmıştır. Yazının kullanılması, bu mesajların dağıtımını
kolaylaştırmıştır. Ama bu mesajlar insanları pasif olmaya yöneltmiştir.
İnsanlar pasif kalınca da üretim, yenilik keşfi vs. de elbette yavaşlamıştır.
Şimdi de kötü mirası görelim:
Sümerlerin kötü mirası, güç ve enerji sistemini
yanlış yorumlayıp, yönlendirici güç sistemini varlıkların dışında-üstünde
varsaymalarıdır. Bu nedenle her kentin asil soylu olduğuna inanılan bir
efendisi, yani sahibi vardır.
Yukarıda sunulan insanlığın kültürel gelişim
grafiği insanlar tarafından bilinmemektedir, çünkü jeolojik, antropolojik ve
arkeolojik verilere dayanılarak hazırlanmıştır ve bu bilgilere ise son asır
içinde ulaşılmıştır. Bu bilgilerden yoksun olan insanlar da, kendilerine
aktarılan son birkaç bin yıllık bilgilere göre davranarak, sanki insanlığın
toplumsal yaşamının hep devlet denilen ve tepeden sahiplenilip-yönetilen bir
sistem içinde geçtiğini düşünmüşlerdir. Halbuki insanlık 4.500 yıl öncesine
kadar çok uygar ve ekolojik bir yaşam görüşü içinde bereketli-hilal (özellikle
de Anadolu’da) uygar yaşamın temellerini atmışlardır. Alevilik kültürü bu
nedenle çok eski kökleri olan, ama son birkaç bin yıl içinde gördükleri muazzam
baskılar nedeniyle o eski özelliklerinden kısmen de olsa uzaklaştırılmış bir
hayat felsefesi olarak kabul edilmelidir. (Bunu yazan ben alevi olmadığımı
belirtmek isterim.)
İşte sorunlar bir toplumun yönetiminin tepeye
bağlanmasıyla başlar. Nedeni de şudur: Bir insan ancak yaklaşık 150 kişilik bir
kitleyle etkileşim sağlar ve onları yönlendirip- etkileyebilir. Halbuki toplum
denilen karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayanan birliktelikler on binlerce
kişiden oluşmaktadır. Bu nedenle on binlerce kişilik kalabalıkları yönlendirmek
için başka bir yöntem bulmak gerekir.
Bulunan yöntem şu olmuştur:
Efendi –
Uşak, veya Asil-soylu – adi-soylu ayrımına dayalı yönetimler
Doğal sistemde
üstünlük, aşağılık, krallık, efendilik, ağalık, uşaklık vs. yoktur. Örn.
Bedenimiz 60 trilyon hücreden oluşur. Bu hücrelerin bir kısmı kalp, bir kısmı,
böbrek, bir kısmı bağırsak gibi farklı organlarda görev almışlardır. Bu
organlardaki hücrelerden biri, diğer organlardaki hücreleri kendinden üstün veya
aşağı olarak algılar mı? Kesinlikle “hayır”, çünkü hepsi bir beden ortaklığı
içinde bir araya geldiklerini bilirler ve birbirleriyle sürekli bir haberleşme
ve yardımlaşma içindedirler.
İşte doğal sistemden
sapma böyle bir olgudur ve yaklaşık 4 500 yıl önceleri devlet denilen
sistemlerin kutsal veya asil soylu olduğu varsayılan tepedeki birileri
tarafından yönetilmeleriyle başlatılmıştır.
Neden insanların
bazıları kendilerini diğerlerinden üstün görüp, onların kendi emir veya
yönlendirmelerine uyarak yaşamalarını istemiştir?
Her insanın kendine
has bir yeteneği vardır ve bu özelliği ile diğerlerinden farklıdır. Kiminin
sesi güzeldir, şarkı söyler, kiminin resim yapma yeteneği vardır, kimi her tür
müzik aletini konuşturur, kimi en zor matematik problemlerini çözer, kimi marangozluğu
sever, kiminin hayal gücü çok fazladır, kah roman yazar, kah bir bilimsel teori
önerir, kimi çok iyi yüzer, kimi çok iyi koşar, vs.
Bu farklı yetenekler
toplum hayatı için mutlaka olması gereken farklılıklardır. İnsanlar bu yetenek
farklılarına göre kendilerine bir meslek edinirler, ve onların karşılıklı
hizmet alış-verişlerine göre de toplumsal bir ortaklık ortaya çıkar. Hiçbir
meslek diğerine üstün sayılmaz.
Bu tür bir doğal
gelişimin yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar Anadolu’da gerçekleştiği görülür,
çünkü değirmencisi, demircisi, çobanı, duvarcısı, sanatçısı, vs hep birlikte
yan yana ve birbirlerine benzer evlerde yaşamışlardır. Höyük tipi eski yerleşim
yerleri bunun kanıtıdır.
Ama Sümerlerle
birlikte asil- veya tanrı soylu insanlar kavramı ortaya çıkar. Kendilerinin
daha zeki ve daha güçlü olduklarını fark eden bazıları, kendilerindeki bu
yeteneklerin tanrı-soylu oldukları için kendilerine bahşedilmiş bir özellik
olduğunu öne sürerek, tanrı-soylu, adi-soylu insan ayrımı sistemini ortaya
atarlar. Asaletlık kavramı bu şekilde ortaya çıkar. Tanrının kendilerini
toplumları sevk ve idare etmek için yarattığı, diğer adi soyluların tanrılara
(dolayısıyla tanrıların dünya temsilcisi olan kendilerine) hizmet etmek için
çamurdan yaratıldıkları gibi Sümer tableti yazıtları bu görüşleri doğrularlar.
Asil soylu olduğunu
iddia eden bu efendiler Zümresi bir enerji kaynakları olmadığını bilirler. Bu
zorluğu aşmak için olsa gerek, doğadaki her şeyin yaratıcısının varlıkların
dışında (gökte) bulunan bir doğa-dışı (veya üstü) -güç (DÜG) sistemi olduğu,
dolayısıyla dünyadaki her şeyin sahipliğinin de bu yaratıcıya ait olduğu
şeklinde bir yaratılış görüşü ortaya atarlar. Yaratıcının dünyadaki
temsilcileri olarak da, sahip oldukları ülkedeki her şeyin sahipliği tepedeki
bu efendilere ait olmuş olur. Bu nedenle yaşam ortamları
paylaşılıp-sahiplenmeye başlanır ve dünyadaki sömürücülüğün tohumları 5 bin yıl
önceleri atılmış olur.
İnsanlık yaklaşık 2
bin yıl öncelerine kadar asil-soylu efendi sınıfı efsanesi yönlendirmesiyle
uyutulmuş şekilde devam eder. Bu yönlendirme o kadar etkili olmuştur ki,
insanlar kendilerini efendilerinin birer kulu-kölesi olarak görerek binlerce
yıl sessiz-sedasız yaşamışlardır. Bunun en güzel delilini, Büyük İskender
lakaplı Makedonya kralının MÖ 334’de Trakya’dan sefere çıkması, bir yıl sonra
Anadolu, 2 yıl sonra Suriye ve Mısır, 3 yıl sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl
sonra Türkmenistan ve Afganistan’ı ele geçirmesi olayında görülür. Bir insan
sadece at sırtında giderek, nasıl 5 yılda tüm orta-doğu ülkelerini ele-geçirir
ve büyük bir imparatorluk kurar?
Bir kralın 5 yılda
Balkanlardan Afganistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır?
Bunun olması devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması,
halkın kendilerini tepedeki efendinin kulu-kölesi kabul etmesi gerçeğinden
kaynaklanır.
Zamanla insan nüfusu
arttıkça ve insanların bilgi-bilinç düzeyi geliştikçe, insanlar uyanmaya ve
kölelik-efendilik kavramını sorgulamaya başlar. Spartakus isyanı gibi
başkaldırmalar devlet yöneticilerini yeni arayışlara yönlendirir, çünkü artık
insanlar tepedekilerin özel – asil soylu olduğuna inanmamaya başlamışlardır.
DOM-15t:
Uyanan insanları uyutacak yeni yol arayışı
Yöneticilerin
istedikleri tek şey, insanların kendi söylediklerine uygun davranmalarıdır. İnsanların davranışları nasıl kontrol
altına alına bilinir?
Hayvanların
davranışları nasıl kontrol altına alınıp- evcilleştirme işlemi yapılıyorsa,
insanlarda da aynı yöntem uygulanabilinir. Bir hayvan yavrusu doğumdan hemen
sonra yakınında gördüğü canlıyı kendine en yakın varlık olarak görür ve kendini
ona yakın hisseder. İnsan bebekleri de öyledir.
Doğumdan hemen sonra
bebeklerin kulağına “inanç sisteminin temelini oluşturan sözcükler” okunarak
başlatılan dinsel görüş aktarımı, sonraki yıllarda devam ettirilir. Bu amaç
için maaşla din-görevlileri tutulur. Bu görevliler sürekli olarak “ilahi
bilgilere göre” nasıl davranılacağını halka aktarırlar. Bu şekilde insanların
bilinç-altı sistemi oluşturulur ve gelenekselleştirilmiş olur.
Bu inanç sistemi de,
asil-soyluluk gibi, tepedeki hanedan sınıfının rahat yaşamalarının sağlanmasına
odaklanmıştır. Bunun için halkın çalışıp-üretmesi ve efendilerinin tüm işlerini
yapacak şekilde davranmaları gerekir. Halk çalışıp-üretmeli ki, efendiler rahat
yaşasınlar.
• Halkın
böylesine fedakârlık içinde davranmaları, ve her türlü cefaya katlanabilmeleri
için,
• Bu dünya
hayatının fani olduğu, gerçek ve ebedi bir yaşamın öteki-dünya denilen bir
yerde olacağı,
• Bu dünya
hayatının bir deneme olduğu, bu denemeyi başaranların öteki dünyada
mükâfatlandırılacakları,
• Bu ilahi
görüşü yaygınlaştırma uğrunda savaşanların öteki dünyada doğrudan cennete
gidecekleri,
gibi ödüllenmeler
içeren kutsal kitap bilgilerinin yaratıcı tarafından insanlara iletildiği
insanların bilinç altına işlenir. Böyle bir bilinç-altı etkisindeki insanlar da
tepedeki efendiler tarafından güdülen bir sürüye dönüşmüş olurlar. Bu nedenle
“Kutsal Kitaplar, insanlara takılan “At gözlükleridir”. Burada “At gözlüğü”
terimi hakkında bir bilgi vermek gerekecek. Atlar bir köprü üzerinden geçmek
istemezler, çünkü köprünün sağında ve solunda dere olduğunu görürler ve
korkarlar. Ama atın sahibi atın üzerindeki yükü karşıya taşımak için onun
köprüden geçmesini ister. Bunu sağlamak için de atın gözüne “at gözlüğü”
denilen, görme alanını daraltıcı bir düzenek hazırlar ve atın kafasına takar.
At artık sadece köprü üzerindeki yolu görebilmekte, sağ veya sol tarafı
görememektedir. Bu şekilde atın sahibi atın kafasını sadece önüne bakacak
tarzda tutarak çeker ve at da köprüden geçer.
İşte kutsal
kitaplar, devlet yöneticilerinin, halkı istedikleri yönde davranmaları için
tepedeki hanedanlarca yazdırılmış yönlendirme kitaplarıdır. Çünkü doğada
varlıkların dışında-üstünde yönlendirici – yol gösterici bir güç veya kuvvet
sistemi yoktur. Sorgulamadan bir şeye inanan insan kesinlikle bir at-gözlüğü
takmış olur.
Kutsal kitaplar gerçekten kutsal mı?
Mukaddes Kitap olarak bilinen kitap Eski Ahit ve Yeni Ahit
olarak birbirini takip eden iki bölüm içerir. Eski Ahit içinde Musa peygamberin
yazdığı beş bölümlük Torah ve ondan sonra gelen peygamber ve kralların
bıraktıkları diğer bölümler bulunur. Yeni Ahit ise, İbrahim peygamberin 14.
Kuşak torunu olarak MÖ. 3te doğan İsa peygamberle başlar. Kutsal kitaba göre,
İsa’nın annesi Meryem, ilahi olarak hamile kalmıştır dolayısıyla Allah’ın oğlu
kabul edilir. Olağan üstü güçleriyle tüm hastaları iyileştirmesiyle ünlüdür.
Hayatı havarileri tarafından kaleme alınmıştır ve yeni Ahit içinde 4 ayrı kitap
olarak bulunur.
Yahudiler kendilerine ilk kutsal kitap gelen kavim olarak
bilinir. Eski Ahit (veya Tevrat) olarak bilinen bu kitap verilerine göre,
Mısır’da Firavunlar egemenliğinde yaşayan Musa Peygamber’e ilahi mesajlar gelir
ve Musa o mesajlara göre davranarak, Mısırda esaret altındaki İsrail-oğulları
kavmini kurtarıp, kendilerine vaat edilmiş olan Kenan ülkesine götürür.
Şlomo Sand (2011) adlı bir tarih profesörü “Yahudi halkı
nasıl icat edildi” adlı eserinde Yahudi adı verilen toplumun nasıl ortaya
çıktığını ayrıntılı olarak anlatır.
Şimdi bu eserde ulaşılan sonuçları özetlemek istiyorum.
1)- Musa’nın yaşadığı
zaman MÖ 13. Yüzyıla denk gelmektedir. Musa Peygamber ile yazdıklarında şu
dikkat şeker:
“Kenan, "Mısır'dan Çıkış"ın varsayıldığı dönem
olan MÖ XIII. yüzyılda hala mutlak erk sahibi olan firavunların denetimi
altındaydı. … Eğer Kitabı Mukaddes'e
bağlı kalırsak, kırk yıl boyunca çölde altı yüz bin
savaşçıya, yani yaklaşık olarak üç milyon kişiye rehberlik etmişti. Bu
kapsamda bir halkın kendi ikamet yerini terk edip bunca uzun süre çölde
gezinmesinin bütünüyle imkânsız olması bir yana, böyle bir olayın yazıtsal ya
da arkeolojik herhangi bir izi olmaması da imkansızdı. Mısır Krallığı'nda her
olayı büyük bir kesinlikle kaydetmek adettendi; bizler imparatorluktaki politik
ve askeri yaşam üzerine çok sayıda belgeye sahibiz. Sorun, herhangi bir dönemde orada yaşamış,
isyan etmiş ya da oradan çıkmış "İsrailoğulları"na hiçbir referansın
ya da imanın bulunmamasıdır. Kitabı
Mukaddes anlatısının sözünü ettiği Pitom şehri erken dönemli bir dış kaynakta
görülmektedir, fakat ancak MÖ VII. yüzyılın sonunda şehir önemli bir yer olmuştur.
Varsayılan dönemde önemli bir nüfusun Sina Çölü'nden geçişine tanıklık eden
kalıntı bugüne dek bulunmamıştır ve ünlü "Sina" Dağı'nın yeri henüz
"keşfedilmemiştir." Göçebeliğin anlatısında adı geçen Etsion Gever ve
Arad yerleşimleri o dönemde henüz gerçek anlamda yoktular; ancak çok sonraları
daimi ve gelişen yerleşimler olarak ortaya çıkmışlardır.” (Sand 2011, s 151)
Yani her önemli olayın kaydının tutulduğu Firavunlar
tarihinde, MÖ. 13. Yüzyıla ait böylesine önemli bir olay ve onun kahramanı
hakkında hiçbir kayıt bulunmamasının dikkate alınması gerektiği vurgulanır.
2)- Kitabı Mukaddes’te
Eriha, Hesbon gibi Kenan kentlerinin İsrailoğullarınca fethedildiği yazılıdır.
Kiabı Mukaddes’te şu yazılıdır: "İsrail halkı"
kırk yıl dolaştıktan sonra Kenan Ülkesi'nin önüne geldi ve orayı yıldırım hızıyla
fethetti. Tanrısal buyruk gereği yerli halkın büyük bölümünü yok etti, sağ
kalanları ise oduncu ve kuyucu yaptı.”
“Kenan bölgesindeki yerleşim yerlerinin MÖ XIII. yüzyıl
sonlarında yıkılmış ve yakılmış olmaları, o tarihlerde tüm bu bölgelerde,
aralarında Filistinlilerin de yer aldığı "deniz halkları” akınının bir
sonucudur. (Sand 2011, s 152)
Burada belirtilmek isten şudur: Tarih bilgileri ve
Arkeolojik kazılar, MÖ. 13. Yüz yıl sonlarında tüm Ege bölgesi, Anadolu ve
Kenan bölgesi gibi bölgelerde “Deniz halkları istilası” ve “Tunç-devri-çöküşü”
olarak tarihe geçen dünya genelinde etkili bir sosyal patlama yaşandığını
göstermektedir. Dolayısıyla, İsrailoğulları’nın bu kentleri fethetmeleri gibi
bir durum yoktur.
3)- Kitabı Mukaddes’te Davud ve Süleyman dönemin tüm
Orta-Doğu bölgesinde en güçlü devlet olduğu yazılıdır
“Davud ile
Süleyman'ın dönemi olarak varsayılan MÖ X. yüzyıla ait önemli bir krallığın
varlığına dair herhangi bir kalıntıya çevrede yapılan kazıların hiçbirinde
rastlanmadı: Anıtsal bir yapının, surun, muhteşem bir sarayın en ufak bir
kanıtına rastlanmadı.”
“Kitabı Mukaddes'in, neredeyse Babil'in ya da Pers'in güçlü
krallarının dengi yapacak şekilde zenginliğini tarif ettiği bu efsanevi kralın
varlığına dair hiçbir kalıntı yoktur. (Sand 2011, s 154)
“Kral Süleyman'ın yedi yüz karısını ve üç yüz cariyesini
yerleştirecek kadar büyük sarayı olmamıştı.”
(Sand 2011, s 156)
Sand (2011) Kitabı Mukaddes’deki bu abartılı yazıları şöyle
açıklar: “Elbette ki tek Tanrı'nın lütfu sayesinde oluşmuş bu engin ortak
krallık kimliğini daha geç dönem yazarları icat edip yüceltmişlerdir. Zengin ve
orijinal bir hayal gücüyle birlikte, dünyanın yaratılışının ve korkunç tufanın,
ilk peygamberlerin başlarından geçenlerin ve Yakub'un melekle kavgasının,
“Mısır’dan Çıkış”ın ve Kızıl Deniz' in açılışının, Kenan'ın
fethinin ve Gibeon'da
güneşin mucizevi bir şekilde durmasının ünlü anlatılarını da yeniden oluşturdular. (Sand
2011, s 156)
Yukarıda özetlenen tarihsel ve arkeolojik verilerden
sonra: Kutsal kitapların vahiyle gelmediği, ortak bir topluluk aidiyet duygusu
oluşturmak için yöneticiler tarafından hazırlandığı sonucu çıkarılır.
"Kopenhag-Sheffield
Okulu" araştırmacıları -Thomas Thompson,
Niels Lemche, Philip Davies ve diğerleri- şöyle yazmışlardır:
Aslında tek bir kitap yoktur,
olağanüstü bir kütüphane toplamı vardır ve bunlar MÖ VI. yüzyıl sonundan
II. yüzyıl başına dek yazılmış, üzerinde
çalışılmış ve gözden geçirilmiştir. Kitabı Mukaddes felsefi -dini tartışmaların
çok katmanlı bir sistemi olarak ya da esasen gelecek kuşaklara dönük (Tanrısal
cezalandırma sistemi de gelecekle ilgilidir), kimi zaman pedagojik amaçlı az
çok tarihsel tasvirler sağlamış teolojik bir tamamlayıcı olarak
okunmalıdır. (Sand 2011, s 160)
Kitabı Mukaddes'in yumuşacık kimlik
kucağı, mucizevi efsane niteliğiyle ve belki de bu sayede, baskıcı ve boğucu
şimdiki zamanın sağlamayı başaramadığı aidiyetin uzun sürmüş ve neredeyse
ezeli-ebedi duygusunu onlara sağlamayı başardı.
Yahudiliğin aynı zamanda ender
bir topluluk aidiyeti duygusu sağladığını da unutmamak gerekir; eski kimlik ve
geleneklerin çözülmesinin bir faktörü olan genişlemekte olan imparatorluk
dünyası bu duyguya fazlasıyla ihtiyaç duyuyordu. Yeni buyruk sistemine uyum
sağlamak kolay olmamıştı, fakat seçilmiş ve kutsal halkın parçası olmak,
farklılık yoluyla değer kazanma duygusunun kökenindeydi ve bunun yüksek bedeli
razı olunan çabayı ödünlüyordu. Bu sürecin türsel boyutu özellikle önemlidir:
Kadınlar bu yaygın din değiştirme hareketinin öncü gücüydü. (Sand 2011, s
212)
Tarihsel ve arkeolojik değerlendirmeler sonucu, Kitabı Mukaddes’in MÖ 6.
Asır sonlarından başlanarak, MS. 2. Asır başlarına kadar olan uzun bir zaman
aralığında yazılmış olduğu görülmektedir.
Kutsal
kitaplar bir efendiye kul yapma projeleri olduğundan içlerimizdeki kuantsal
yaratıcılığa ihanettirler. Bu nedenle bedensel ve toplumsal hastalıklara
davetiye rolünü oynarlar. İnsanlar dua ederken neden kabeye yönelirler,
tanrının rahmetine ulaşmak için mekkeye giderler? Çünkü dua ettikleri efendinin
orada olduğuna inanırlar. Kutsal kitaplar bu nedenle zombi yapar, insanın mantığını
devre dışı bırakır.
DOM-15u:
Devlet ve Toplum arası
fark “şeffaflık” kavramıyla belirginleşir. Şöyle ki:
“Devlet sırrı” diye
bir kavram vardır ve “devlet sırrını açıklamanın suç olduğu” yönünde kanun
maddeleri vardır. Yani devlet yöneticilerinin aldıkları bazı kararları veya
yaptıkları bazı işlemleri halkın bilmesi istenmez.
Bir şey halktan
gizleniyorsa, o şey halkın zararına olmalı ki, “devlet sırrı olarak” halktan
gizleniyor. Halkın yararına olmayan bir şey, tepedeki yöneticilerin kişisel
ihtirasları doğrultusunda olmalı ki, kapalı kapılar ardında karara bağlanıyor
ve yapılıyor. Dolayısıyla devlet denilen tepeden yönetimde şeffaflık yoktur,
çoğu kararlar kapalı-kapılar ardında alınır ve halktan gizlenir. Halktan
gizlenilen her şey halkın zararına olmalı, yoksa halktan neden gizlensin ki?
Bu nedenle toplum
hayatında her şey şeffaf olmalıdır. Ama bu durum tepeye bağımlı örgütlenme
sistemlerinde asla arzu edilmez. Devlet de böyle şeffaflığın mümkün olmadığı
bir sistemdir.
Kutsallık, dinsel ve
ırkçı anlayışa, dolayısıyla ayrımlaşmaya yol açar. ASİL SOYLU olduğuna inanılan
bir EFENDİ zümresi oluşur. Tepeden otoriterce yönetilen Devlet sistemleri
ortaya çıkarlar. Kendilerini halkından üstün gören bu efendilerin, kendi
halkını sömürmeleri onların hırslarını yatıştırmaya yetmez, komşu halkları da
kendi egemenlikleri almak için fetih siyasetleri oluşturulmaya başlanır.
Atalarımız “kul
sıkışmayınca hızır yetişmez” diye bilinen bir özdeyiş oluşturmuşlardır. Bu
özdeyiş doğadaki oluşum ve gelişimleri fiziksel ve matematiksel
parametreleriyle açıklayan Dinamik Sistemler Fiziğinin ilkelerinin bir
özetidir.
Önceki bölümlerde
insanlığın uygar davranışa geçişinin Buzul devrinin zor koşullarında yaşamaya
mecbur kalan insanların, bu zor koşullarla başa çıkabilmek için dinamik
sistemler fiziğinin kurallarına uygun olarak karşılıklı iş birliğine girerek
insanlığı hızlı bir kültürel kalkınma içine soktukları gösterilmişti.
Bu hızlı kalkınma,
yaklaşık 4.500 yıl önceleri duraksamaya başlar, çünkü Sümerler toplum hayatı
yönetimini karşılıklı etkileşimden tepeden yönetilen sisteme, yani
kuantsallıktan kutsallığa, dönüştürmüşlerdir. Tepeden yönetimli sistemlerin tüm
toplumsal sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html
adresli makalede net bir şekilde gösterilmiştir.
Görüldüğü üzere
asalet görüşüne dayalı tepeden yönetim tamamen bir sömürü sistemidir. Hem kendi
halkını sömürür, hem de komşu devletler istila edilerek ganimetçilik yapılır.
Bu sistemin 5.000 yıl önceleri Sümerlerce ortaya çıkarılmasından sonra hızla
dünyaya yayılır, çünkü insanlık doğal olayların ve doğal felaketlerin nasıl
oluştuğu konusunda bir şey bilmemektedir. Bu sistem ise DÜG sisteminin
temsilcilerinin insanlara bu konuda yararlı olacaklarını vaat etmektedirler.
Sümerlerde her
kentin bir kralı olması, yaratıcının her topluma kendi diliyle bir elçi
gönderdiği inancına dayanır. Bu inancın etkisiyle, ırkçılığın yanısıra, dinsel
ayrımcılıklar da ortaya çıkar.
Sümerlerdeki gibi
kent devletlerinin zamanla birçok kentin birleşmesiyle bölgesel devletlere
dönüştürülmesiyle, dinsel anlayışta da değişimler olur ve yaratıcının belli
ırkları seçip, onların soylarını desteklediği şeklinde inançlar gelişir. Vs.
At gibi çok hızlı ve
güçlü bir hayvanı evcilleştiren Ukrayna-Kazakistan bozkırları toplukları (Yamnaya
Göçebeleri) bu görüşe ulaşınca, sömürü ve talanla tüm dünyayı elde etmeye
başlarlar. At gibi bir hayvana sahip olmayan Anadolu gibi Akdeniz ve Orta-Doğu
toplumları kuzeyden gelen bu talancılar karşısında aciz kalırlar ve onların
egemenlikleri altına girerler.
Yamna yöresi
indo-german (Hint-Avrupa) dil grubunun doğum bölgesidir. Dolayısıyla, hangi
kavimlerin dünyada bu talana katıldıkları, konuştukları dillerden
anlaşılmaktadır.
Aryan dedikleri asil
bir ırka mensup olduklarını iddia eden bu bozkır-göçebeleri, 5 bin yıl
öncelerinden başlayarak Avrupa-Anadolu- İran gibi güney ülkelerini istilaya ve
kendi kültürlerini istila ettikleri yöre halklarına aşılamaya başlarlar. Tüm
Avrupa’da bu çok etkili olmuştur ve eskiden aglütine dil konuşan yerli halklar
İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Rusca, Yunanca gibi indogerman
(hint-Avrupa) kültürü altına girmişlerdir. Batı Avrupa’da buna direnebilen tek
toplum Bask halkı olmuştur. Doğu Avrupa’da Macar’ların durumu karanlıktır, Hun
imparatorluğundan sonra mı kaldılar, yoksa Bulgarlar, Anadolu Türkmenleri gibi
Atlantis-Ovalı kökenli miydiler, henüz bilinmiyor. Ama Vinça kültürünün
Atlantis kökenli olması gerekliliği düşünülünce, Orta-Avrupa’nın ilk yerel
halklarının aglütine dilli olmaları beklenir. Nitekim Bulgarlar eskiden Türkçe
gibi aglütine dil konuşurken, sonradan kuzeyden gelen Hint-Avrupa kültürünü
kabul etmişlerdir. Bulgarlar gibi, diğer bir çok toplumun da aynı şekilde
sonradan slavlaştırıldığı veya diğer indo-german diller etkisine girdikleri
anlaşılmaktadır.
Günümüz
teknolojisiyle insanların soy geçmişlerinin genetik haplogrub analizleriyle
belirlenebilmesi, çok ilginç sonuçlar vermektedir. Örneğin Girit adasında
günümüzde yunan kültürü egemendir. Ama Girit adasında 4-5 bin yıl önceleri
oluşturulan Minos uygarlığı halkının kökeninin Anadolu halkı ile akraba olduğu
ortaya çıkmıştır (Hughey, J.R., Paschou, P. et al. 2013). Yani Avrupa kıtasının
ilk yerleşik toplumlarının Gedik 1992 yayını ile ortaya konulan
Atlantis-Ovalılar olduğu genetik araştırmalarıyla tamamen desteklenmektedir.
Anadolu’da ve
İran’da yaşayan farklı etnik kökeni gruplar için de aynı durum söz konusudur.
Birçok genetik araştırma, Sahakyan et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et
al 2019, insanlığın kültürel gelişim merkezinin Anadolu olduğunu ve oradan
hem batıya, hem doğuya yayıldığını göstermektedir.
Bunlardan özellikle
Fars kimliğine odaklı Grugni, V., Battaglia, V. et al. 2012 araştırmasında şu
yazılıdır:
“Fars kimliği,
yaklaşık 4 bin yıl önce İran'a gelen Hint-Avrupa Aryanlarını ifade eder. Fars
dili ve kültürünü İran platosunun yerel toplumlarına yaydılar.”
O yayında
vurgulandığı üzere, Fars kültürü, kuzeydeki Yamnaya-göçebelerinden koparak
güney bölgelerini istila edip, üstün-ırk özellikli olduğunu savundukları kendi
kültürlerini yerel halklara empoze eden bir sömürgeci kavimdir. Doğu
Anadolu’daki Kürt gibi etnik grupların dillerinin Hint-Avrupa dil grubundan
olması, Bulgarların slav kültürü kabul etmelerine benzer. Çünkü tüm
komşularında (Gürcü, Azeri, Türk, vs.) aglütine diller konuşulmaktadır.
Biz Anadolu
insanları, en az 12 bin yıldan beri bu topraklarda yaşaya gelmiş binlerce
farklı kavmin karışımından oluşan bir nesiller karışımıyız. Her bir-kaç asırda
bir bu topraklardan farklı kavimler geçmişler ve yerli kavimlerle
karışmışlar-kaynaşmışlardır. Makedonyalılar, Persler, Bizanslılar, Selçuklular,
Osmanlılar, vs. Bu kavim etkileşimlerinde, savaş nedeniyle erkekler genellikle
karşılıklı olarak öldürüldülerse de, çocuk ve kadınlar hep korunmuşlardır.
Kadınlar genetik bilgi aktarımlarında aslan payına sahiptirler. Bu nedenle
bizler soy olarak babalarımızın isimlerini taşıyarak onları aktarmış olsak
dahi, kalıtsal olarak analarımızın soyunu baskın bir şekilde devralmış ve devam
ettirmişizdir. Hele erkeklerin cariye vs. şeklinde yabancı kadınlarla ilişki
kurmaları, soyumuza yüzlerce farklı kavmin kalıtsal değerlerini sokmuştur.
Osmanlı hanedanlarının saraylarındaki cariyelerin ırklarındaki çeşitlilik bunun
güzel bir örneğini oluşturur.
Genetik analiz
sonuçlarını gösteren şekilde bu durum çok net olarak görülür.
Hindistan, Afrika
gibi insanlık göçlerinden az etkilenen ülke insanlarının genetik profilleri
oldukça basit ve sadedir.
Ama Anadolu ve çevre
ülkelerinde durum tamamen farklıdır. Ve en fazla çeşitlilik te Anadolu halkında
görülür.
DOM-15v:
İnsanlığın Bilgi Düzeyi
Zamanla Gelişmiştir.
İnsanların bilgi düzeyinin zamanla geliştiğinin
coğrafik örenekleri.
Geçmiş bölümlerde aktarılan tüm bu olaylar ve gelişimler
yeryuvarı tarihi yıllıklarında kayıtlıyken ve biz insanlar bu bilgilere ancak
son asır içinde ulaşabilmişken; beyinleri henüz yeni yeni gelişen ve doğa ve
dünyamız hakkında ilk fikirleri oluşturmaya başlayan insanların ne tür
aşamalardan geçtiklerini, yine yeryuvarı yıllıklarından takip edelim.
İnsanlar, doğa ve dünya hakkında fikir üretimine, yaklaşık
30 bin yıl önceleri, kadınların çocuk doğurarak yeni bir canlı dünyaya
getirmesini “yaratıcılık” sayıp, hamile kadın heykelcikleri yaparak
başlamışlardır. Yaklaşık 15 bin yıl önceleri, “hayat” sorusunu irdelemiş
olmalılar ki, ölümden sonra insanların tekrar canlanacakları inancıyla, ihtiyaç
duyacakları tüm değerli eşyalarıyla birlikte ölülerini gömmeye başlamışlardır.
İnsanların
bilgi düzeyi zamanla gelişmektedir.
Bir toplumun hayat standardı, halkının bilgi ve bilinç
düzeyine bağlıdır. Halkı “Bilgili ve bilinçli” olan bir toplum mutlaka iyi bir
yaşam düzeyine sahiptir, çünkü hayat için gerekli ürünler sadece bilgiyle
üretilebilinmektedir.
İnsanların
Dünya Coğrafyası konusundaki bilgi düzeyi değişimleri
Bunu arkeolojik verilerle açıklamak için atalarımızın dünya
hakkındaki görüşlerini yansıtan harita tasarımlarına bakmak yeterlidir.
Irak’da bulunan ve günümüzde British Museum’da sergilenmekte
olan bu kil tablette dünya hakkında yapılmış ilk harita görülmektedir.
Tablette “dünya” sarı renkteki alanda gösterilmekte ve
çevresi mavi halka şeklindeki bir çemberle = denizle gösterilmektedir. Çember
“Bitter river= Acı ırmak = tuzlu su” olarak işaretlenmiştir. Bu
“tuzlu-su”nun dışında yıldız şeklindeki oklarla “bilinmeyen sistemler = adalar”
tasarlanmıştır.
Çember içinde “bilinen dünya” yerleştirilmiştir.
Peki neler bilinmektedir?
1- numarayla kuzeyde dağlık bölge (Zagroslar ve Toroslar),
2- bir kent?, 3- Urartu, 4-Asur, 6-bilinmiyor, 7-Bataklık, 8-Elam, 9- Kanal
(denize bağlantı), 10-Bit-Yakin?, 11- bir kent?, 12-Habban,
13-“dikdörtgen” Fırat nehriyle ikiye bölünmüş Babilonya, 14-17 Acı-su =
Okyanus?Deniz.
3-4 bin yıl öncelerinde insanlar dünya hakkında bu kadar
bilgiye sahipti. Evet, o zamanın insanlarının tüm dünyası bu kadar!
Bin
yıl önceleri insanlığın coğrafik bilgisi biraz daha artmış ve dünyayı üstteki
gibi tasarlamışlardır (Beatus Map):
Haritada Asya – Avrupa ve Afrika kıtaları görülüyor. Doğuda
bir noktada “Cennet-bahçesi” var; İngiltere ve İskoçya Okyanusta ada olarak
gösterilmişler. Kudüs Babil’in kuzeyinde sanılmış, Fırat ve Nil ırmakları
birbirleriyle bağlantılı sanılmış, vs.
Aradan bin yıl geçtikten sonra insanlığın bilgi düzeyi
öylesine patlarcasına gelişmiş ki, günümüzde güneş sistemi çevresindeki Merkür,
Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptun gezegenlerine uydular gönderilmiş
ve onlar haritalanır olmuşlardır. Halbuki bu gezegenler atalarımız tarafından
birer tanrı olarak görülüyorlardı.
Bu yazı dizinini beğenenlerin sayısı
beğenmeyenlerden çok olsa da, uzlaşmaya yönelik genel bir duyuru şeklinde bir
ara bölüm eklemek gerekti.
DOM-15y:
4-5 bin yıl önceki insanlar yaşadıkları dünyayı
evrensel sistemin merkezinde düşünmüşlerdir.
İnsanlığın Evren ve Hayat
hakkındaki bilgileri nasıl değişim gösterir?
Güneşin gökteki diğer milyarlarca yıldızdan
biri gibi hidrojenleri birleştirerek helyum elementi yapan ve açığa çıkan enerjiyi
radyasyon olarak Venüs, Dünya, Marsa, Jüpiter gibi gezegenlere göndererek
hayatın gelişmesi için gereken enerjiyi sağlayan bir nükleer reaktör olduğunun
bilinmediği çağlarda insanların doğa ve evren görüşü.
Coğrafik bilgileri
çok sınırlı olan Sümerlerin doğa ve dünya görüşü günümüz bilgilerinden çok
farklıdır. Onlara göre, dünya sabit ve değişmez olarak oluşturulmuş ve evrenin
merkezinde ters dönmüş bir tabak şeklindedir. Üzerinde “gök” denilen camsı bir
kubbe vardır. Bu camsı kubbenin üstünde tatlı su okyanusu bulunmakta ve kubbede
kapılar açıldığında yağmur yağmaktadır. Tabak şeklindeki düz dünyanın altında
ise yer-altı dünyası (cehennem) bulunmaktadır. Tüm bu oluşumları yapanlalar
ise, bu sistemlerin sahibi olan ölümsüz Tanrılardır. Zaman ise tanrıların
ebediliğine dayalı bir sonsuzluktur.
Böylesine
ebedi bir sonsuzluk sistemi içinde, insanlar neden kendilerinin ölümlü
olduklarını anlayamamışlar ve ebedi bir hayat sistemi tasarlamışlardır. Bu
şekilde “ ahiret = öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır.
Şekil: Sümerlerin
Evren tasarımı
Bu tür mantıksal
çarpıklıkların temelinde, (1) zaman kavramının yanlış yorumlanması, (2) kuantum
fiziğinin bilinmemesi, (3) Dinamik Sistemler Fiziğinin bilinmemesi başta gelir.
Bu bilinmezlikler günümüzde de hala devam etmekte ve insanların büyük
çoğunluğu, ölümden sonra ebedi bir “ahiret hayatının” kendilerini
beklediklerine inanmaktadırlar.
Öteki dünya veya
“ahiret” gibi bir kavramın oluşmasına neden olan ilk faktör, yukarıdaki
bölümlerde “Atlantis ovası üzerindeki adalarda yaşayanların adalarının batması
ve insanların da bir günah işledikleri için yaratıcı tarafından
cezalandırıldıkları” şeklinde açıklanmıştı.
Bu olguya
dayanılarak, kutsal kitaplar oluşturulmuş ve kutsal kitap emirlerine uyularak
yaşanılırsa, ölümden sonra cennet denilen bir mekanda ebedi bir yaşama
kavuşulacağı vaat edilmiştir.
Şekil: Kutsal
Kitapların Evren tasarımı
Cennet tanrıların
ebedi olarak yaşadığı ortam olarak kabul edildiğinden ve tanrıların da gökte
(gök-kubbe üzerinde) bir yerde yaşadıkları düşünüldüğünden, ölümden sonra
gidilecek cennet Göklerdeki Cennet olarak şekildeki gibi bir ortamda
tasarlanmıştır. (Cennet bahçesi Eden insanları kovulmadan önceki yaşadıkları eski
dünya ortamıdır. Göklerin cenneti başkadır.)
Gök-kubbe
sabit-camsı bir yapı olarak tasarlanmış, yıldızların bu sabit camsı kubbede
yerleşik oldukları sanılmıştır. Bu gök-kubbenin üzerinde bir gök-okyanusu
(tatlı-su) olduğu ve gök kubbede açılan kapılardan yeryüzüne yağmur
yağdırıldığı düşünülmüştür.
Cehennem ise, tabak
şeklindeki dünyanın derinlerindeki volkanların yükseldikleri bir yerde
tasarlanmıştır.
Görüldüğü üzere
atalarımızın dünya ve uzay bilgisi çok sınırlıdır. Kutsal kitaplarda iki suyun
birbirinden ayrılmış olduğu yazılı olması, şekilde gösterilen türde bir dünya
tasarlanmış olmasındandır.
Günümüzde fizik,
jeoloji, astronomi gibi bilimler öyle ilerledi ki, dünyamızın Güneş çevresinde
dönen bir gezegen olduğu, uzayda Güneş gibi daha milyarlarca yıldız bulunduğu
gibi çok daha fazla bilgilere sahibiz. Dünyamızın dışında bir gök-cenneti
olmadığı kesin bir şekilde bilinmektedir. Uzayın oldukça ayrıntılı
haritalanması yapılmış ve ne cennet ne cehennem gibi ahiret ortamları olmadığı
kesinlikle saptanmıştır.
Ölümden sonra bir
cennet hayatına inanan insanlarımız acaba bu cennetin olmadığını, ebedi ömür
gibi bir durumun olamayacağını, çünkü herşeyin sürekli bir değişim-dönüşüm
döngüsü içinde olması gerektiğini acaba ne zaman anlayacaklar?
Din adamları,
ilahiyat profesörleri bu gerçekleri acaba ne zaman kabul edip, insanların
kandırılmalarına bir son verecekler?
DOM-15z:
Günümüzde
dünyamızın Güneş etrafındaki dönme ekseninin 23 derecelik bir eğimde olduğu
bilinmektedir. Bu nedenle 6 ay kuzey yarıküre 6 ay güney yarıküre daha çok
güneş ışını alır. Bunu düşünerek biz mevsimlerin neden oluştuğunu
anlayabiliyoruz. Peki bu bilgiye sahip olmayan atalarımız acaba mevsimleri
nasıl açıklıyorlardı?
Dünyadaki
değişim-dönüşüm döngüleri 2-3 bin yıl öncesi insanlarınca nasıl yorumlanmıştır?
Doğada canlılık mevsimsel döngü gösterir. Baharda doğa
canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın
çürüme ve ayrışma başlar.
Peki bu değişim-dönüşüm döngüsü tepeden yönetimli bir güç
sistemi inancıyla nasıl açıklanmıştır?
Aşk ve bereketlilik Tanrıçası
İnanna evlenmek istemektedir ve kardeşi Güneş Tanrısı Utu’nun önerisi
ile Çoban Tanrısı Dumuzi ile evlenir. Evlendikten bir süre sonra İnanna yer
altı dünyasının hakimesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider. Ereşkigal,
İnanna’nın yer altı hakimiyetini de alacağından korkmaktadır ve yer-altı kuralı
olarak onu cesede çevirir. Onun geri dönmediğini gören veziresi Ninşubur
tanrılar meclisine giderek onu kurtarmalarını rica eder. Bu ricaya yalnız
Bilgelik Tanrısı Enki kulak verip kurtarmak için yol gösterir.
Tanrıça dirilip tam yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına
giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini bırakmam gerek’ derler.
İnanna yerine bırakacağını birini düşünürken, kocasının
bulunduğu yere gelir. Bir de ne görsün! Dumuzi karısının yokluğunda hiç üzüntü
duymadan en güzel giysileriyle tahtında kurulmuş oturuyor. Büyük bir
kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’ der.
Böylece cinler Dumuzi’yi yaka paça yeraltına götürür.
Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için
yakarır. Onun yardımıyla bir ara yeraltından kurtulsa da tekrar yakalanır.
En sonunda Dumuzi’nin kız kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna
tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı
kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl özgür bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi
karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla yeni bir yıl başlar. Ortalık
yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir. Böylece ülkeye bereket gelir.”
Sümerlerin bu inanç sistemi onlardan etkilenen diğer
toplumlarda biraz değiştirilerek devam ettirilmiştir. Attis – Kibele, Demeter –
Persephone, Adonis-Aphrodite, Osiris- İsis vs.
Bu nedenle eski toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça
yerine bir baş rahibenin yer aldığı düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur.
Bu şenliklerin en yaygın olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz
dönemine geçişe denk gelen nevruz şenlikleridir.
Dünyamızda hem karalar hem denizler, hem iklim koşulları,
vs. hepsi sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Canlılar da zorunlu olarak,
doğadaki bu değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelebilmek için, yapısal
durumlarını sürekli değiştirmek zorunda kalırlar. Bunun için de çevrelerinde
nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun vadeli düşünerek, geleceğin hangi
yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu nedenle “BİLGİ” denilen mucizevi bir
faktörden yararlanılır ve doğada her şey “information & self-organisation =
Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik-sistemler fiziğine göre
işler.
DOM-16: Beden davranışımızın hücrelerce
ayarlanıp-yönlendirildiğini gösteren bir örnek
DOM-16a
Hücreler 2-3 asır önceleri keşfedilmiş olmasına rağmen
insanlık bedenlerimizdeki canlılığın ve ruh dediğimiz canlılık belirtisinin
hücresel bir olay olduğunu kabul edememiştir. Hala ruhun bedene harici bir
kutsal sistemden üflendiği inancı insanlar arasında yaygındır.
Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, insanların düşünce ve
davranışları, kalıtsal devreler yanı sıra ana-babalardan (ve çevreden)
aktarılan görsel ve sözel bilgilerle (hikayeler, gelenek ve görenekler, vs.)
şekillenmektedir. Aktarılan bu bilgilerin çoğunluğu sözlü olarak
aktarılmaktaysa da, yaklaşık 5 bin yıldan beri yazılı aktarımlar gittikçe
ağırlık kazanmaktadır.
Beynimizin üç temel bölümü vardır. Bu üç bölüm ayrı
adlandırılmalarına rağmen, hepsi birbirleriyle bağlantı içindedirler.
En içte en eski
atalardan aktarılan bilgilere göre davranan kök beyin bulunur. Organların genel
olarak hangi bilgilere göre işleyecekleri gibi çoğu hayvanla ortak olan
solunum-sindirim-boşaltım sistemleri gibi organların işleri düzenlenir. Örneğin
kan dolaşımı sisteminde kirli kanın akciğere taşınması ve oksijen yüklenerek
tekrar kalbe dönmesi, kalpten tüm diğer organlara pompalanması birçok hayvan
grubunda aynıdır.
Kök-beyin üzerinde limbik beyin denilen orta beyin kısmı
bulunur. Daha çok bilinç-altı ve diğer duygusal konuların işlendiği kısımdır.
En üstte ise korteks bulunur. Bu kesim güncel olayların
değerlendirilip karara bağlandığı bölgedir. Bir örnek vererek nasıl işlediğini
gösterelim.
Beyinde beden hareketini kontrol eden korteks kesimi şekilde
Motor-korteks olarak işaretlenen bölgedir. Bu bölgenin el-kol-ayak-yüz-dil gibi
farklı organları kontrol eden kesimleri de şekilde gösterilmiştir. Örneğin,
beyinde bir kanama olduğunda, kanama olan yerin altındaki beyin hücrelerinin
kontrol ettikleri organlar felç olurlar.
Beynimizin davranışımızı nasıl yönlendirdiğini bir oyun örneğinde açıklamak, hücrelerimizle ilişkimizi anlamamızı kolaylaştıracaktır. Elinize aldığınız bir taşla bir hedefi vurmaya çalıştığınız bir duruma bakalım.
Taşı hedefe isabet ettirmek için sürekli çabalarsınız.
Birinci atışta taç sağa gittiyse, ikincisinde sola kaydırmaya çalışırsınız.
Beyinde her farklı işlev için farklı hücreler
görevlendirilmiştir. Konum hücreleri çevredeki eşyalara göre sizin (veya bir
şeyin) konumunu belirler; grid hücreleri farklı şeylerin birbirlerine göre kaç
derecelik açılarda ve ne kadar uzakta bulunduklarını saptarlar, vs.
Her atışta hedef konumu, hedefin uzaklığı, rüzgar yönü ve
hızı, kolunuzun ne kadar gerilerek atış yaptığı gibi binlerce veriyi değerlendirip,
atış için kaslara emir verilir ve atış yapılır. Çok sağa gittiyse, gelecek
denemede, grid hücrelerinde sola kayacak şekilde değişiklik yapılır. İkinci
deney daha başarılı ise, ilk denemedeki akson bağlantısı iptal edilir.
Denemeler günlerce tekrarlanır ve elinizi-kolunuzu hareket ettiren hücrelerin
sayıları ve diğer göz, kulak vs. gibi organ hücrelerinin kontrol eden beyin
noktalarıyla ilişkileri hakkında gece-gündüz bir sürü işlem yapılır. Hedefe
isabeti kolaylaştırmak için yeni kas hücreleri oluşturularak, hedefe yapılacak
bağlantı için yeni dendrit noktaları oluşturulur, vs. İşe yaramayan
bağlantılarda enerji kaybı olmaması için sürekli olarak sinaps budaması
yapılarak, gereksizler kaldırılır. Gece uykunuzda, işe yaramayan veriler
silinir, işe yarayan bağlantılar miyelinleşme gibi destekleyici işlemlerle
geliştirilir. Bu şekilde her defasında daha başarılı olan akson bağlantılarının
çevresi daha kalın bir miyelin tabakası ile kaplanarak, işlemlerin o hat
üzerinden yapılması sağlanır. Böylelikle hedefe isabetli atış yapma yeteneği
gittikçe geliştirilir.
Hücreler değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de!
Çocuklarımıza vereceğimiz bilgilere ve göstereceğimiz
hedeflere göre, onların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları da
değişik oranlarda oluşmaktadırlar. Çocukluk evresinde onlara hangi konu ile
ilgili bilgiler aktarıyorsak ve onlara nasıl bir hedef gösteriyorsak,
çocukların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları, o konularda daha
fazla olacak şekilde ayarlanırlar ve çocuklarımız o konularda daha başarılı
olurlar.(Elbette çocukların genetik olarak daha yetenekli oldukları alanlar
vardır ve bizler çocuklarımızın o genetik yetenekli oldukları alanları
keşfedip, onların o yönde kendilerini geliştirmelerini sağlarsak, o zaman çok
daha yetenekli, hatta “dahi” denilecek elemanlar yetiştirebiliriz).
Ölüm diye bir kavram oluşturulması, atalarımızın hayatı tam
anlayamamış olmalarının bir sonucudur. Ölüm bir “yok olma” anlamında
kullanılmıştır. Halbuki doğada “yok olma” diye bir şey söz konusu değildir,
değişim-dönüşüme uğrama olayı söz konusudur. Ölen bir beden atomlarına,
moleküllerine ayrışır. Ama ölen bedenin ayrışmış olduğu atomların bilgi
potansiyelleri diğer çevre atomlarınkinden farklıdır. Bu nedenle aralarında bir
karışma-harmanlanma gerçekleşir. Yani bizler öldüğümüzde atomlara kadar
aktarılmış bilgilerimiz yok olamaz, doğal sistemle harmanlanır ve ether okyanusunda
değişimler olur. Atalarımız hayatın doğum-ölüm döngüsü (yani değişip-dönüşme)
üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarından, hayatın başka bir dünyada devam
edeceğine ve o dünyada ebedi olarak yaşanacağına yönelik bir tasarım
yapmışlardır. Halbuki doğada ebedi olarak kalan, yani
değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur. Ama hiçbir şey yoktur! Bu nedenle geleneksel inanç
sistemleri kökten hatalıdırlar.
DOM-16b
“Su
Başlarını Devler Tutmuş”
Devlet denilen toplu yaşam sistemi doğadaki
olağan koşullarda örgütlenmiş olsaydı asla tepedeki bir kişi veya zümreye
teslim edilmezdi. Nitekim normal doğal koşullarla oluşturulan toplumsal
örgütlenmelerde toplumun tepesine yerleşmiş bir efendi veya hanedanlık yoktur.
Bunun böyle olduğu DOM ve OO-15 bölümünde gösterilmişti. Yaklaşık 4 bin yıl
önceleri bu doğal gidişattan sapılarak doğadaki yaratma ve yönetme erkinin
gökteki bir EFENDİde olduğu, dolayısıyla toplumların da tepedeki efendilerce
yönetilmesi gerektiği gibi bir inanç sistemi halka empoze edilmeye başlanmış ve
ondan sonra da günümüze kadar devam ettirilmiştir. Ve tepedeki efendiler de bu
düzen bozulmasın, ağalar-efendiler hep rahat yaşayabilsinler diye halkı yanlış
hayat görüşleriyle zombileştirmişlerdir.
Yukarıda sunulan 15 bölümde, evrenin
oluşumundan, insanlığın gelişimine ve günümüze kadar gerçekleşmiş temel olaylar
sunulmuştur. Bunlarda bir veri veya mantık hatası varsa, gerekli bilimsel
argümanlarıyla ortaya koyulsun ki, yanlışlıklar düzeltilebilsin. Ama yok ise, o
zaman kafalarınızdaki tüm eski bilgileri tekrar gözden geçirip, gerçek hayata
dönmeniz gerekir.
Şekil: Tepeden tabana yönetim sistemi
İnsanların dünya hakkındaki görüşleri böyle
olan bir geçmişimiz var. Böyle bir bilgiye göre oluşturulan yaşam modeli ise
şekildeki gibi olmuş ve tepedekilerce sahiplenilen ve yönetilen devletler
olmuştur. Böyle bir sistemde, toplumun sahipliğinin bizzat halka ait olduğu
bilgisi çeşitli yöntemlerle engellenmiştir.
Hak-hukuk hep tepedekileri koruyacak şekilde
düzenlenmiştir, çünkü yasalar hep tepedekilerce yapılır. Doğal sistem hayatı
hiç dikkate alınmaz ve ekolojik sistem alt-üst olur. Kazanç artırmak uğruna
zirai ilaçlar kullanımı nedeniyle topraktaki canlılar zehirlenir ve genetiği
değiştirilmiş ürünler yetiştirilerek, hem insan sağlığı, hem diğer canlıların
sağlığı bozulur, iklim değişikleri öngörülemez olur, vs. vs.
Son 50-60 yılda
ortaya konulan bilimsel araştırmalar ve deneysel çalışmalar ise, doğa ve
dünyanın kuant denilen alt-sistemlerden başlanarak, kuantizasyon denilen bitişimli
artırımlarla gittikçe büyüyen üst-sistem oluşumları şeklinde ortaya çıktığını
göstermektedir. Bu oluşumları tetikleyip yönlendiren güç sisteminin ise,
Doğa-Dışı kaynaklı değil Doğa-İçi kaynaklı olduğu ve bilgi denilen faktörün de,
zamanla geliştirilerek, gittikçe daha ergonomik üst-sistemler oluşturucu bir
tarzda evrimleştiği anlaşılmaktadır.
Böyle bir tabana
dayalı ve tabandaki öğelerin bilgi oluşturarak doğa ve dünyayı gittikçe
evrimleşen bir düzen içinde oluşturdukları görüşü ise günümüz insanlığına çok
ama çok yabancıdır.
Bu şekilde başlayan Devlet yönetimi, orta
çağa kadar ufak değişikliklerle sürmüştür. Nitekim bizde de 1-2 asır öncesine
kadar padişahlık vardı. Ülke ve topraklar padişahın mülküydü ve padişah bu
mülkünü ağalık- beylik gibi belli unvanlı kişilere bir fermanla veriyor ve o
ağalar-beyler fermanda belirtilen tüm toprakların ve de üzerindeki tüm
canlı-cansız varlıkların sahibi oluyorlardı. Dolayısıyla, o topraklarda yaşayan
insanlar da o ağanın uşakları-hizmetçileri oluyorlardı. Böyle bir toplumsal
hayat sisteminde bürokrasi çarkı tüm malların sahibi olan kişi (padişah, kral,
sultan, vs.) için çalışıyorlar, tüm işlemleri onun çıkarları doğrultusunda
yapıyorlardı. Bu nedenle devletlerin adları da bu sahip-ailelerin adlarını
taşıyordu: Frank-Reich (Frank’ın egemenlik bölgesi), Osmanlı-İmparatorluğu, vs.
gibi.
Yukarıda açıklandığı üzere, doğadaki
bağımlılık yönünün hatalı yorumlanmış olması nedeniyle toplumsal hayat
sisteminin temeli, tepedeki bir kişi veya zümreye bağımlılık içinde
oluşturulacak şekilde atılmış olunur ve günümüze kadar hep bu şekliyle devam
eder. Tepedekilerin biri gelir, diğeri gider; tepedekilerin görüşlerindeki
değişikliklere göre, çeşitli toplumsal hayat modelleri ortaya atılır: çeşitli
teokratik hayat görüşleri, çeşitli …izmler birbirini takip eder ve günümüze
gelinir.
Hepsinin ortak
noktası, doğa ve dünyanın harici bir sahibi olduğu yönündedir. Bu sahiplik,
yaratılış görüşünde “Allah”, evrimci görüşte ise doğa olarak kabul edilmiştir
Doğa ve dünyanın
sahibi olarak harici bir varlık (harici bir güç sistemi) ve zaman da bu harici
varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk kabul edilince, bireysel hayatların
neden doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu çözülemez bir sorun olmuştur. Bu
nedenle insanlık hayata bir anlam veremez duruma düşmüş ve başka dünyalarda
ebedi yaşam senaryoları üretmeye başlamıştır.
Gerçek doğada
varlıkların sahipleri ve oluşturucuları, onların bileşenleri iken, insanlığın
geleneksel düşünce sisteminde bu sahiplik ve yönlendiricilik, varlıkların
dışında-üstünde olduğu sanılan hayali bir şeye atfedilmiştir.
Böyle olunca,
içlerimizdeki ve çevremizdeki hücrelere ve diğer küçük öğelere karşı duyarlı
davranmak yerine, (hayali) harici bir seçici veya yaratıcı güç sistemi
öğretilerine göre davranmaktadırlar. Bunun sonucu, doğadaki varlıklar arası
ilişkilerde eskiden beri süregelen doğal denge bozulmakta ve bu bozukluklar
iklimsel bozulmalardan tutun, toplum sağlığının ve kişisel sağlığımızın
bozulmasına kadar tüm alanlarda kendini göstermektedir.
Bu durumun toplum
hayatımızdaki negatif etkileri önceki bölümlerde özetlenmişti.
Bireysel
sağlığımızdaki negatif etkileri ise şunlardır:
Hücrelerin genetik
bilgi depolarında, değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadıklarının ve doğada
her an her şey olabileceğinin kayıtları vardır ve bu nedenle tüm canlılar
nelere bağlı olarak, ne zaman neler yapmaları gerektiği konusunda sürekli veri
toplarlar. Hücreler bedenleri bu verilere göre tasarlayıp-oluşturuyorlar. Duyu
organları bunun için oluşturuluyor.
Bir bedeni oluşturan
hücreler, bedenin sahibinin kendileri olduğunu bilirler. Bunun kesin delilleri
şunlardır:
i- yaralandığımızda
hücreler kendi eserleri olan bedenleri hemen tamire koyulurlar;
ii- Ortam
değiştirdiğimizde, ortamdaki değişimleri algılayıp, sahibi oldukları bedende
gerekli değişiklikleri yaparlar, örneğin deniz kenarından kalkıp yüksek bir
dağın tepesine çıktığımızda, hemen bedendeki alyuvar sayısını artırıp, bedende
yeterli oksijen bulunmasını sağlarlar;
iii- Bedende bir yer
hasar görmeye başladığında, hücreler bedeni “acı” duygusu ile uyarırlar ve acı
duyulan noktada sorun olduğunu bildirirler. Acı duygusu gelişmeyen bedenler de
olabilmektedir ve yaralanmalar olduğunda, bedenin acı duygusu olmadığından, kan
kaybından beden ölmek zorunda kalmaktadır.
iv- Bu
olgulara ek olarak şu durum hücrelerimizin, oluşturdukları bedenlere ne denli
sahip çıktıklarının bir başka delilidir: Tabana bağımlılık olgusu, yani
bedenlerimizin sahipliğinin hücrelerimize ait olduğu gerçeği, kişisel
sağlığımızın düzenlenmesinde bizlere çok önemli ip-uçları verir. Şöyle ki:
Hücreler bedenlerimizi, yaşanılan doğa ortamına uyum sağlamak üzere
oluştururlar. Bizlerin hayat görüşleri bu açıdan çok önemlidir. Bizler
yaşadığımız toplumda ve çevrede işlerin iyiye doğru gideceği, doğa ve
dünyamızın iyi ve güzel olduğu şeklinde düşünüp, öyle davranırsak, hücreler
oluşturdukları bedenlerin amaçlarına uygun olduğu yönünde davranırlar ve bu
bedenleri bu durumda tutmak için çabalarına devam ederler. Sonuç şu olur:
Hücreler bedenlerin hep sağlıklı şekilde çalışmasına devam ederler, sağlıklı ve
mutlu bir beden oluşumu ortaya çıkar. Tersi durumda, dünyanın çekilmez bir yer
olduğu, toplumun hayatının berbat olduğu, yaşanılan ortamın çok kötü (sıcak,
nemli, bunaltıcı, vs.) olduğu şeklinde bir hayat görüşü (yaşam felsefesi) ile
yaşıyorsak, hücreler oluşturdukları bedenin başarısız bir deneme olduğu ve o
ortama uygun olmadığı şeklinde bir değerlendirme yaparlar. Sonuç şu olur:
bedenin sağlıklı şekilde işletilmesinde pek istekli ve aktif davranmazlar, her
şeye boş-vermeye başlarlar, beden sık sık hastalanır vs.
Hücre-beden
ilişkilerinin bu şekilde gerçekleştiği tıbbi araştırmalarla da
saptanmıştır. Sheldon ve diğ. 2003’nin gösterdikleri üzere, pozitif
insanların soğuk algınlığı ve benzeri hastalıklara yol açan virüslere karşı
daha dayanıklı oldukları, hastalık kapma olasılığının düşük
olduğu, hastalığı kapanlarda da semptomların daha az şiddetli olduğu
saptanmıştır. Bu nedenle, doğa ve dünyamızın sahipleri, onların bileşenleridir.
Harici bir sahiplik söz konusu değildir.
Doğada hiçbir varlık
yok olmaz, değişim-dönüşüme uğrar. Değişim-dönüşüm olmasaydı, bizler hala
bakteriler olarak yaşamaya devam ederdik.
Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve her şey zaman içinde doğum-ölüm
döngüsüne uğramak zorundadır. İnsanların ebedi bir hayat özlemi, doğal sistemin
tamamen yanlış yorumlanmasından kaynaklanır. Nedir bu temel yanlışlık?
İnsanın ebediyet
diye bir kavram oluşturmasının tek nedeni doğadaki bu tabana dayalı
oluşumculuğu bilmeyip, bu oluşumculuğu varlıkların dışındaki Doğa-Dışı-bir-güç
sisteminde varsaymalarıdır. Bilim insanları doğadaki oluşumların, varlıkların
bilinçli davranışlarıyla değil, rastgele çarpışmalarla oluştuğu ve Doğa-Dışı
bir güç sisteminin de en iyi olanları seçtiği yönündedir. Zaman kavramının
başı-sonu olmayan bir sonsuzluk olarak algılana gelinmesinin de nedeni budur.
Zaman olgusu Doğa-Dışı bu güç sisteminin ömrüne endekslenince, bu Doğa-Dışı
gücün ebedi olması gerektiği kabul edilmiştir, yoksa doğada hiçbir şey
oluşup-gelişemez.
Neden gelişemez?
Çünkü oluşumların tepeden yönlendirildiği varsayılmıştır. Tepedeki ölecek
olursa, oluşumları kim yönlendirecek?
İşte ebediyet
kavramı bu nedenle oluşturulmuştur. Halbuki doğada ebedi olan hiçbir şey
yoktur, çünkü oluşumlar tepeden değil, tabandan yönlendirilmektedir. Her şey
enerjisini tabandaki (içlerindeki) öğelerden alır. En temeldeki
atom-altı-öğeler (kuantsal sistem) hep en iyi bilgiye göre oluşturulan en
verimli yapıları tercih edip, onlara "tünelleme" yaparak göçtüklerinden-
bedenlerin sürekli yenilenmeleri gerekir. Bu nedenle bizlerin bedenlerindeki
hücreler birkaç ayda bir hep yenilenirler ve yerlerine yenileri oluşur. Bu
yenilenme moleküllerde daha kısa sürede, atomlarda daha da kısa sürede hep
olmaktadır. Bu nedenle doğal sistemde ebediyet diye bir şey mümkün değildir.
Bedenlerimizi
hücrelerimiz oluşturur ve yönlendirir. Biz hücrelerimize bağımlıyız, onlar
bizim yaşamımızı düzenlemektedirler. Tüm öğrendiklerimiz ve düşündüklerimiz
hücrelerimize aktarılır ve onlar tarafından işleme konur. Bizlerin çevremizle
etkileşerek oluşturduğumuz tüm bilgiler hücrelerimize aktarılır ve onlar
atalarından kendilerine miras kalan kalıtsal bilgilerle, bizim onlara
aktardığımız verileri harmanlayarak hayatımızı yönlendirirler. Bedenler
yaşlanıp hücrelere-atomlara ayrıştığında, onlarda depolanan bilgiler doğal
sistemle harmanlanır, onlarla kalibre edilir ve aralarında karşılıklı bilgi
aktarımları gerçekleşir. Bu yeni bilgi harmanlamasına dayanılarak varlıklar
yeniden birbirleriyle etkileşerek, doğal sistemi yeniden inşa etmeye başlarlar.
Ve bu döngü böylece devam eder. Doğa ve dünya zaman nedir konusunda açıklandığı
şekilde evrimleşerek yaşamın devamı ve sürekliliği sağlanır. Yani doğada ölüm
denilen bir şey yoktur, geri-dönüşüm = recycling vardır.
Bu “geri-dönüşüm =
recycling” olayını sindirim sistemimizin işleyişinde net olarak görürüz. Şöyle
ki: Tüm canlılar yedikleri besinleri sindirim sisteminde parçalarına ayırırlar
ve amino-asit denilen temel moleküllere dönüştürürler. Amino-asitler hayat sisteminin
en başlangıcındaki temel moleküllerdir. Yani geri-dönüşüm 3-4 milyar yıl önceki
temel öğelere kadar geri gitmiştir. Her canlı bu temel amino-asit
moleküllerini, kendi genetik bilgi kayıtlarına göre tekrar düzenlemeye
başlarlar; bazı canlılar midye gibi sert kayalıklara tutunarak yaşayacak
bedenler, bazıları bir örümcek gibi dayanıklı iplicikler, bazıları da kıl,
kanat gibi organlar yaparlar. Ve tüm bu oluşumlar bir geri-dönüşüm ve tekrar
düzenleme olayıdır.
Gerçekte durum
böyledir ve hayat sürekli değişim-dönüşüm içinde devam eder. Bedenler yaşlanıp,
değişen doğa koşullarına uymakta zorlanmaya başlayınca, geri-dönüşüm başlatılır
ve beden tekrar hücrelerine ve moleküllerine ayrışır. Doğal sistemle
kalibrasyon gerçekleşir ve dünya her gün yeniden oluşturulur.
Ölüm ve ölüm
korkusu, tamamen yanlış bir hayat görüşünün gelenek-göreneklere aktarılması
sonucu, bilinç-altımıza yerleştirilmiş hatalı bir programdır.
Tüm toplumsal
sorunların nedeni şudur: Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisi
halka verilmemiştir. Halk sürekli eğitimsiz bırakılmış ve tepedeki eğitilmiş
kesim karşısında aciz ve ezik kalmıştır.
DOM-16c: Doğadaki atom-altı-öğelerden başlayıp
moleküller-hücreler- bedenlere doğru evrimleşen hayat sistemi
Bilgisiz bir şey yapamıyoruz ve bilgiye
hasretlik çekiyoruz. Bilgiye hasretimiz ise tepedekilerce sömürülüyor. Bu sömürme sistemi yaklaşık 4 bin yıldan beri
uygulanmakta olduğu geçmiş bölümlerde açıklandı. Tepedekiler
“Doğa-Dışı-bir-Güç” sisteminin nasıl davranılması gerektiği bilgisini
doğa-yasaları olarak verdiğini ve bizlerin birer robot gibi bunlara uyarak
yaşamamızı söylüyorlar. Bazıları ise başka bir yaklaşımla yaratıcının kutsal
kitaplar şeklinde her tür bilgiyi insanlara gönderdiğini, bunlara uyarak
yaşanırsa, bu dünyada her şeye ulaşamamış olsa da, öteki dünya hayatında ebedi
ve mutlu olarak yaşayacağını söylüyorlar.
Yazı-dizinin ilk 13 bölümünde ise, doğadaki
oluşumların “DOĞA-İÇİ-BİR GÜÇ” sistemince tabandan başlanarak gittikçe büyüyüp
geliştirilen bir sitemde gerçekleştiği görülmektedir. Ama bu bilgiler insanlara
verilmemektedir.
Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu
bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar vermezler. Öyleyse toplumsal
sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, insanlara bu bilgiyi vermektir.
Peki bu BİLGİ insanlara neden verilmiyor?
Nedeni “su başlarını devlerin tutmuş” olmalarıdır.
Tarih dersinde sadece insanlık tarihi
bilgileri verilmektedir. İnsanları hücreleri oluştururlar, dolayısıyla
hücrelerden de etkilenmekteyiz.
Bu nedenle bedenimizdeki hücrelerin 3.5
milyar yıllık hayat tarihi verileri hakkında da bilgi sahibi olunması gerekir.
Hücreler atom ve moleküllerden oluşurlar ve onlardan etkilenirler.
Bu nedenle atom ve moleküllerin oluşum ve
gelişim tarihleri konusunda da bilgi sahibi olunması gerekir.
Dolayısıyla bizlerin düşünce ve davranışlarını
belirleyen hücrelerle uyumlu olabilmemiz için sadece insanlık tarihini değil,
doğa ve dünyamızın tarihsel geçmişi hakkındaki bilgileri de öğretmeliyiz.
Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem
yapılaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir
sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954)
tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi”
başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem = alt-düzey – üst-düzey”
ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri
şunlardır:
I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek,
yeni bir özellik taşır.
II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi
artar.
III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir
bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
IV- Her sistemde, üst düzey alt düzeye
bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle
yükümlüdür.
“Hedef gösterme” konusunda bir açıklama
gerekir.
Biz hücrelerimize nasıl hedef gösteririz?
Hücrelerin anlayacağı dil ile. Hücreler nelerle anlaşırlar? Moleküllerle,
proteinler, şekerler vs. Biz şekerli şeyleri seversek, hücreler onları
ödüllendirme listesine alırlar ve hep isterler; alışkanlık denilen davranış
böyle oluşur.
Hücreler atomlara nasıl hedef gösterebilir?
Atomların nasıl davrandıklarına bakarak.
Atomlar nasıl davranırlar?
Enerji gradyanlarına uyarak hareket ederler.
Öyleyse bir protein yapmak isteyen hücre, o
protein oluşumunda yer alacak atomları oraya çekecek şekilde özel mikro-ortamlar
hazırlarlar. O ortamdaki enerji koşullarına uygun proton-nötron
kombinasyonlarına uygun olacak şekilde atom-altı-öğeler orada yığışırlar. Yani
“kuvvet-alanı” dediğimiz bölgeler, çok büyük veya çok küçük boyutlu
olabilirler.
Yeryuvarı katmanlarında ve hücrelerimizin
genetik kayıtlarındaki bilgiler bu 15 bölümlük yazı dizininde bilgilerinize
sunulmuştur. İnsanlık bilgiye hasrettir
ve insanlara öğretilmesi şart ve gerekli olan bilgiler doğal sistem
kayıtlarındaki bu bilgiler olmak zorundadır.
Bilgisiz bir şey yapamıyoruz. Hücreler de
bilgisiz bir şey yapamıyor. Yani doğada her şey bilgi temeline dayanarak
davranmak zorundadır. Doğa yasalarının en temel kuralı da “enerjinin korunması
yasasıdır” Doğal sistemin bu yasasına uymayıp, doğa yasalarına ters işlemler
yapmaya başladığınızda, içlerimizdeki kuantsal öğeler devreye girerler ve
evrensel ölçekte etkileşerek (nötrino effect) sizi cezalandırırlar.
Bu bilgilerle, gelenek ve göreneklerinize
yerleştirilerek sizlere aktarılmış ve öğretilmiş bilgileri kıyaslayarak,
bilgiye hasretliği sömürenlerin asırlardır bizleri nasıl sömürdüklerini
anlayıp-değerlendirmek artık size kalmıştır.
İnsan Olmanın sorumluluğu vardır ve o da bilgi
edinerek o bilgilere uygun davranmaktır
Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan
hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden
yapısına gittiklerini anlamak kolaylaşır.
Şimdi bunu görelim.
Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli
olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir
hücreler topluluğudur.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam
senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola
çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir
olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız
gereken en önemli nokta budur.
Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir
sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir.
İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük devletler, devlet toplulukları
aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler,
dünyadaki tüm insanlığı "aynı gemide" yaşayan bir kalabalığı
dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan
insan bir arada yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak
zorundadır. Günümüzde, dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin
sancılarını çekmekteyiz.
İnsanlara, doğa ve dünyanın sahipliğinin
hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce
parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin
mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda
efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral
alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle
toplum hayatına başlıyor.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın
ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı
köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk
fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran
tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir
işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur. Yine Tepe’den yönetimli hayat görüşüne uygun
olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal
mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart
olduğu öğretilir.
Halbuki doğa tabandan yönetilen sistemde
çalışmaktadır ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana
dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep tabandadır, tepede
bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için
etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise, sundukları hizmete
endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının belirlenmesinde (yani
takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir toplumsal ortaklık
oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden,
adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin
farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip
çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu
gibi bir ayrım yoktur
Günümüz dünyasında egemen olan durum kısaca
yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı
davranarak, halkına özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da, doğada
tabandan yönetimli bir hayat görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm insanların,
ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini
hiçbir devlet savunmamakta, hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri
kalmış toplumların da kendi başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir
davranış içindedirler.
Gelişmiş ülke halkları, geri kalmış
toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek
zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”
Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü
bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir
kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya
Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu
şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin
sağlık durumunu etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir
ve düşman bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı
yaptırarak yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca,
sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız
gerekir.
Yani BİLGİ faktörü doğadaki oluşum ve
gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür. Ve bilgi üstel (yani
eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim göstermektedir.
Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun
değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun
olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde
olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve
yeniden-örgütlen) olarak özetlenen tabandan yönetilen sistem oluşumu sonucudur.
Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların
yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk,
artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını
yönlendirir. Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir,
görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi +
kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle
iç-içe kavramlardır.
Doğadaki her canlı, organları tarafından
algılanan sinyallere göre davranır.
Doğada her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu değişimleri algılayacak şekilde reseptörler oluştururlar ve onların verilerine göre davranırlar. İnsanlar ise yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden geldiği inancına göre beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal sisteme uygun davranamamaktadırlar.
Mantığımızın çarpıtılmış olduğunu gösteren bir
davranış örneği
Her varlık nasıl davranacağını duyu organlarıyla alacağı verilere göre kendisi belirler. Dışarıdan veya başkasından gelen bir yönlendirme yoktur. İnsanlar bu kuralı çiğneyen tek yaratıktır. Acaba neden?
Yanıt ararken toplumdaki soygun analizini de
hatırlayın:
Sıradan soygun (SS) ile Politik soygun (PS)
arasındaki fark:
1. Sıradan Soyguncu sizin paranızı,
çantanızı, kol saatinizi, altın kolyenizi vs. çalar...
Fakat, Politik Soyguncu sizin geleceğinizi,
eğitiminizi, işinizi, meslekî kariyerinizi ve sağlığınızı çalar...
2. Burada dikkat edilecek nokta şudur:
Sıradan soyguncu kimi soyacağını kendisi seçer... Fakat, sizi soyacak olan
Politik soyguncuyu bizzat siz kendiniz seçersiniz...
3. Olayın en ironik yanı ise şudur: Polis
sıradan soyguncuyu takip eder ve tutuklar...Fakat, polis Politik soyguncuyu
korur ve sahip çıkar!
Şu anda dünyamızdaki en yaygın sömürü sistemi böyle işetilir. Dünyada sömürünün
sürmesinin nedeni, toplumun sahipliğinin bizzat kendileri olduğu gerçeğinin
halktan saklanmasıdır.
DOM-16d:
Anadolu-kültürü
Tüm insanlık
60-70 bin yıl önceleri doğu Afrika’da ortaya çıkan ve eklenmeli-yani aglütüne
dil konuşan atalarımızdan kökenlenir. Bu devir 115 bin ile 15 bin yılları arası
dünyada egemen olan buzul devrine denk gelir, Buzul devri günümüz dünyasının
kara-kış koşulları gibidir. Karakış süresince yüz-ikiyüz metreden yüksek yerler
kar ve buz örtüsü altındadır. Bu nedenle Anadolu, iran platosu, Avrupa gibi
ortalama yüksekliği 7-8 yüz metreden yüksek yöreler sürekli bir kar ve buz
örtüsü altında olduğundan Dünyanın çok büyük bir kesiminde insan yaşayamamakta,
yaşayabilenler ise, sadece bir su kaynağı kenarındaki mağaralarda
yaşayabilmektedir.
Bu nedenle atalarımız
o zamanların yaşama en uygun ortamı olan Basra-Hürmüz Ovasında yaşamaya
başlarlar. Önceleri orada bulunan neandertal insanları kısmen yok edilerek,
kısmen onlarla birleşilerek, günümüz insanlarının ataları ortaya çıkar.
Daha zeki
olmaları nedeniyle onlara kendi dillerini empoze ederek, Basra-Hürmüz ovasında
eklenmeli (aglütine) dil denilen uygar davranışlı günümüz insanlığının temeli
oluşturulmaya başlanır.
Bu çok mümbit
ovanın içinden iki ırmak geçmesine rağmen, ovanın 200 kmlik geniş kesiminde su
bulunmuyordu. O zamanın insanları henüz çanak-çömlek yapmasını
bilmediklerinden, sadece su kenarlarında yaşayabiliyorlardı, bu su kenarları
ise 10 kmlik bir alanla sınırlanıyordu, çünkü daha uzak kesimlere
gidiş-gelişler mümkün değildi. Halbuki ova çok genişti. Tek yapılması gereken
ırmak sularını kanallar kazarak o susuz bölgelere ulaştırmaktı. Böyle bir işlem
bir kişiyle yapılacak iş değildi ve mutlaka işbirliğini-ortak eylemi
gerektiriyordu. İşte Basra-Hürmüz Ovasında yaşayan insanların karşı-karşıya
kaldıkları zor durum buydu.
Dinamik
sistemler fiziği, atom dahil, tüm varlıkların zor durumda kalmaları halinde
karşılıklı uzlaşmalar (rezonans) sayesinde bir birleşme davranışı içine
gireceklerini öngörür. Bu bir yeni görüş, yeni bilgi (information) oluşturma ve
o bilgiye göre örgütlenme işlevidir. Bu nedenle “information &
self-organisation” olarak özetlenmiştir.
Bu zeki insan
türü de doğadaki bu kurala uygun davranmıştır. Karşılıklı ortaklık ilişkisi
oluşturarak, ovanın her tarafına uzanan kanallar döşeyerek ovanın her tarafını
yaşanılır hale getirmişlerdir. Bu ilk zorda kalma ve uzlaşma çabaları pek kolay
olmamış ve çok mücadelere sahne olmuş olmalı ki, efsaneler olarak nesilden
nesile aktarılmıştır. Bu tür eski efsanelerden birinin de Mısır’daki bir
tapınak yazıtında bulunduğu bir mısırlı rahip tarafından yunanlı bilgin Solon’a
ve onun kanalıyla Eflatun’a ulaşır ve Eflatun da Atlantis hikayesini yazar.
Buna Eflatun Atlantis kültürü demiştir. Bu nedenle de ben Basra-Hürmüz ovasının
adını Atlantis Ovası koydum.
Bu ova 14 bin
yıl öncelerinden itibaren tekrar denizle kaplanmaya başlar. Ovanın tamamen
denizle kaplanması 6-7 bin yıl öncelerine kadar sürer. Ovadan ilk göçenler
Göbekli-Tepe, Hallan-Çemi, Nevali Çori, Çatalhöyük gibi Anadolu’daki ilk
yerleşim noktalarını oluşturan insanlar olur. En son olarak da 6 bin yıl
önceleri Basra yöresine çıkarak oralarda beş-bin küsur yıl önceleri ilk kent
devletlerini kuran Sümerler gelirler. Sümerler çivi-yazılı tabletlerinde
“denizden iki ırmak yöresine” çıktıklarını yazmışlardır.
Dolayısıyla,
Atlantis ovasından ilk göçenler 10-11bin yıl öncelerinden başlayan Bereketli
Hilal kültürünü oluşturanlardır.
Bu ilk kültürü
oluşturan kavimlerin konuştukları dilin aglütine (eklenmeli) olması dikkat
edilmesi gereken nottadır.
Aglütine
(eklenmeli) dilleri diğer dillerden ayıran özellik şudur:
Sözcüklerin
arkasına veya önüne eklentiler yapılarak, farklı anlamlı ifadeler elde edilir.
Örnek “Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle
anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine
von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük
gerekir. Fincede “Juoksentelisinkohan” gibi tek bir sözcükle
aktarılan kavram İngilizcede “I wonder if I should run around aimlessly” gibi 8
sözcükle ancak ifade edilir.
Bu özellik
eklenmeler şeklinde yapılarak bütünleşmiş – birleşik bir yapı oluşturulduğundan
“aglütine = eklenmeli” terimiyle
tanımlanmıştır. Diğer dil grubu ise indo-german veya Hint-Avrupa dil grubudur
ve o dil grubu bütünleşmeli-eklenmeli değil, parçalanmalıdır. Yani eskiden
kullanılan bir dil yapısı parçalara ayrılarak yeni bir dil grubu
oluşturulmuştur. Bu dil grubunun Anadolu’da konuşulan eklenmeli=aglütine bir
dil grubundan türetildiği Bouckaert et al. 2012 ve Gray & Atkinson 2003 araştırmalarında gösterilmiştir.
Görüleceği
üzere, Atlantis-ovalı olan toplumların başında Türki dilli kavimler gelir. Ama
bask, fin, macar, gürcü gibi toplumların dili de eklenmelidir. Dolayısıyla
zaman içinde ve farklı coğrafik koşullar nedeniyle, başlangıçta aynı olan dil
farklılaşmıştır. Ama genel eklenmeli yapısı korunmuştur. Sadece indo-german
dilli toplumlar bundan ayrılmışlardır ve onlar tarihsel verilerin gösterdiği
üzere, genelde istilacı kavimlerden oluşmaktadır. Osmanlı devleti de istilacı
bir devlet olmuştur. Yani istilacı-sömürgeci toplumlar sadece indogerman dilli
toplumlarda değil, başka toplumlarda da görülmektedir.
Peki
sömürgeci-istilacı davranışlı toplumları, barışçıl davranışlılardan ayıran
faktör ne olmuştur?
Bu faktörün ne
olduğunu insanlığın kültürel gelişim grafiğine bakarak çıkarmak gerekir.
Grafiğe
bakınca 4-5 bin yıl öncelerine denk gelen (K) noktasında insanlığın bilgi
oluşturma ivmesinin yavaşladığı görülmektedir. Bu yavaşlamanı nedeninin tabana
bağımlı, karşılıklı-etkileşimli sistemden, tepeye bağımlı otoriter sisteme
geçiş olduğu anlaşılmaktadır.
Bu zıtlığı
anlamak için toplumsal sorunların kaynağının Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ)
olduğu gerçeğinin bilinmesi gerekir (bak TBÖ’nün zararları: https://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html)
Yani
insanlığın bataklığa sürüklenmesinin nedeni doğal sistemden sapması olmuştur.
Doğal sistem kesinlikle tabana dayalıdır, çünkü enerji en tabandaki kuantsal
sistemdedir.
Bir şey
yapılması için enerji gerekiyor mu? Evet. Enerji nerde? Kuantsal sistemde.
Kuantsal sistem bu enerjiyi nasıl dağıtıyor, kime veriyor? En iyi bilgiye göre
oluşturulan sisteme. Öyleyse doğa nasıl oluşup-gelişiyor? Her şey açık ve net
değil mi?
Bu bilgi ve bu
mantık eskiden bilinmiyordu. Enerji sahibi dağıtıcısının Doğa-Üstü (dışı)-Güç
(DÜG) sisteminde olduğu varsayılıyordu. DÜG sisteminin de bu enerjiyi istediği
gibi dağıttığı, kimine az, kimine çok verebildiği kabul edilmişti. Bu tür bir
varsayıma dayalı olarak oluşturulan fizik görüşleri ise, doğa ve dünyanın
sonunun bir ultraviyole radyasyonu felaketiyle son bulacağını gösteriyordu.
Bu tür doğal
sistem anlayışı, Max Planck adlı bir fizikçinin doğadaki enerji kaynağının,
gelişi-güzel artırılıp-azaltılamayacağı, çok temel bir başlangıç değerinin var
olduğu şeklindeki keşfinden sonra tamamen değişmeye başlar ve kuantum fiziği
denilen yeni bir fizik dalı ortaya çıkar.
Kuantum
fiziği, doğada her şeyin bu en temel etkileşim öğesi olan ve (h) simgesiyle
gösterilen değerin birer birer eklenmesiyle gerçekleştiğini, dolayısıyla
kuantizasyon denilen bir sistemle, birer- birer artırılıp-azaltılarak
yapıldığını ortaya koyar. Bu nedenle doğayı oluşturan kimyasal elementler birer
proton eklenmesi veya eksiltilesi şeklinde olmaktadır. 1.5 protonlu bir element
asla olamaz.
Yani doğa
tabandan başlanarak, kuantizasyon sistemiyle yeni eklemeler yapılarak
gerçekleştirilir. Bu büyüme veya gelişmeler ise, yine asla tepedeki bir DÜG
sistemi yönlendirmesiyle değil, varlıkların oluşturacakları bilgilere uyularak
olmaktadır, çünkü kuantsal enerji bankası hep en ergonomik yapılara yatırım
yapmaktadır. Bu nedenle doğadaki bu oluşum-gelişimlerin nasıl gerçekleştiğini
açıklayan Dinamik Sistemler Fiziği “information & self-re-organisation”
olarak özetlenmiştir. Yani bir şey yapılmak isteniyorsa, önce “bilgi”
oluşturulacak, sonra o bilgiye göre örgütlenilecektir.
İşte bütün
sorun sürekli çevremizi algılayarak, yeni gelişmelere uygun bilgiler üretip,
onlara uyarak yaşamak yerine, 2-3 bin yıl öncelerine ait bilgilere göre
yaşamamızdan kaynaklanır. Üstelik o eski zamandan aktarılan bilgileri hiç
sorgulama zahmetine girmeden “doğru” olarak kabul etmişiz. Kim onların kesin
doğru olduğunu söylemiş? Tepedeki efendiler-hanedanlar. Nasıl bu kadar
şartlandırıldığımızı ancak bu yazı dizininin tümünü okuyup-değerlendirirseniz
anlarsınız.
Şimdi tekrar Atlantis-Ovalıların dünyaya yayılmaları ve uygarlık gelişimini sürdürmeleri konusuna dönelim. Atlantis-ovalıların ilk yerleştikleri yer olan Göbekli-Tepe, Hallan-Çemi, Nevali Çori, Çayönü, Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerindeki insanların yaptıkları eserlere bakarak onların düşünce dünyası hakkında bilgiler edinmeye çalışalım.
Göbekli-Tepeliler
tonlarca ağırlıkta T-şeklinde insanı simgeleyen sütunlar yapıp-dikmişler. Ama
bu sütunlarda kafatasına yer vermemişlerdir. Her türlü hayvanı tipik
özellikleriyle çizip-tanıtan kabartmalar, heykeller yapan bu sanatçı insanlar
neden o insanı simgeleyen T-sütunlarını “başsız” yaptılar?
Bu sorunun
yanıtı yine arkeolojik kazılarda verilmektedir. 10 bin yıl önceki insanların
“bilgi” denilen bir faktöre değer verdikleri ve bilginin de “kafada”
bulunduğunu varsaydıkları anlaşılmaktadır.
Höyük gibi
eski yerleşim yerlerinde ölenlerin, hemen evin tabanında bir çukur kazılarak
oraya konuldukları görülmektedir. Göbekli-tepelilerin ölülerini dışarıda
bıraktıkları sanılmaktadır, çünkü hiç mezar bulunmamıştır. Ölenin bedeni akbaba, kurtçuk, mikro-organizmalar
vs. tarafından ayrıştırılıp, sadece kemikler kaldığında, kafatasının alınıp,
özel olarak saklandığı- sergilendiği görülmektedir.
Buna
kafa-tası-kültü denilmektedir. Kafatası kültü özellikle Çayönü höyüğünde
belirginleşmiştir.
Kazı sorumlusu A.E. Özdoğan, “İçinde 400'den fazla bireye ait kemiklerin, kafataslarının depolandığı ‘Kafataslı Yapı’ adı verilen mezar evi … o dönemde yaşayan yöre halkı hakkında bilgi edinme açısından önemli bir kaynak oluşturuyor." demektedir.
Görüleceği
üzere, Anadolu’ya yerleşen Atlantis ovalılar hem atalarını simgeleyen
T-şeklinde sütunlar dikerek atalarını yüceltmişler (atalar kültü) hem de
onların kafataslarını evlerine asarak, kafa-tası kültü gibi bir gelenek
oluşturmuşlardır. Bu durum onların hayatta “bilgi” faktörüne verdikleri önemi
göstermektedir.
T-Sütunlarında ve heykellerdeki,
yaşam-enerjisini simgeleyen yılan figürleri = KUNDALİNİ. Canlılık enerjisinin gövdenin
alt-kesiminde başlayıp, beyin kesimine kadar geliştiği düşünülmüştür.
Göbekli
Tepeliler ile günümüz Hindistan halkı arasında Kundalini denilen bir canlılık
enerjisi simgesinin ortak olduğu görülür. Her iki toplumun kökenlendiği yerin
Atalantis-Ovası olması bu ortak inanç sisteminin anlaşılır olmasını
kolaylaştırır. Her ikisi de yaklaşık 11 500 yıl önce Atlantis-Ovasından göçe
mecbur kalan kavimlerdirler. Biri kuzey-batıya (Anadolu’ya), diğeri
Güney-doğuya göçmüştür.
Bilgiye Övgü
anlamına gelen (Rigveda)
İndus-Vadisi-kültürünün 3 500 yıl öncelerinden kalma hayat görüşlerini
içerir. Bunlar arasında o zaman insanlarının kozmolojik bilgileri ve yaratılış
görüşleri ön sırada yer alır. Bereketli-Hilal-kültürünün 11-12 bin yıl önceleri
doğuya doğru İndus vadisi ve daha doğu yörelerine aktarıldığı genetik
araştırmalarla ıspatlanmıştır Sahakyan et al 2017. Dolayısıyla Anadolu halkının
da benzer bir görüşte oldukları anlaşılmaktadır.
Gerek Göbekli
Tepe, gerek diğer eski antik yerleşim yerleri kazıları, Anadolu’da yaşayan
insanların karşılıklı etkileşimlerle toplumsal hayatlarını düzenlediklerini
göstermektedir. Yani doğadaki dinamik oluşum sistemine uygun yaşadıkları
anlaşılmaktadır. Bir kral veya sultan gibi tepedeki birilerinin kulu-kölesi
değildirler. Bu nedenle yapılan evler veya yerleşim bölgeleri sadece halkın
kendileri içindir. Bu durum Anadolu’da yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar
devam eder ve ondan sonra insanlar kendileri için değil, tepedeki bir efendi
için yaşamaya başlarlar.
Tepeden
yönetim, bireylerin kişisel genetik yeteneklerine göre gelişimleri önünde tam
bir engel oluşturur ve toplumun geri kalması ve de insanlığın mutsuz olmasının
temel nedenidir.
Şöyle ki: Güç
ve kudret tepedekilerde olunca, insanlar tepedeki bu güç-kudret sahiplerine
özenmeye başlar.
•
Bunun en
belirgin örneği, çocuklara verilen isimlerde görülür. Hem gerçek isimler hep
meşhur kişilikler örnek alınarak verilir, hem sultan, prenses gibi asalet
andıran yakıştırmalar yapılır.
•
Çocuklar hep
güç ve kudret göstergesi olan mesleklere yönelirler. Diğer meslekler hor-aşağı
görüldüğünden, kimse o mesleklere yönelmek istemez.
•
Toplum hayatı
binlerce farklı meslek mensubunun oluşturacağı bir iş-ve-meslek mensubu arası
ortaklık olduğundan, binlerce farklı yetenekli insan oluşumunu gerekli kılar.
Bu nedenle hiçbir meslek sahibi diğerinden aşağı veya üstün görülemez.
•
İnsanların
ses-sanatçısı, bilgisayar-programcısı gibi saygın kabul edilen mesleklere
yönelip, diğerlerinin hor görüldüğü bir durum düşünün: Sokakları kim
temizleyecek, yolları kim yapıp-onaracak, sebzeleri-meyveleri kimler
yetiştirecek? Bu gibi saygınlığı olmayan meslek sahipleri kendilerini nasıl iyi
hissedip, severek hizmet sunacaklar?
•
Her insan
genetik yapısına uygun bir meslekte iş görürse, hem kendisini mutlu hisseder,
hem verimli üretim yapılacağından, toplum zenginleşir.
•
Bu nedenle okul
eğitimi, zorla belli dersleri öğretmeye zorlamak yerine, çocukları özgür
iradelerine göre davranmaları ve içsel bileşenlerinin yönlendirmelerine göre
bir iş veya mesleği öğrenecek şekilde davranmalarını teşvikle olmalıdır.
Finlandiya’da uygulanan yöntem budur ve bu nedenle finli öğrenciler çoğu
konularda diğer toplumlardan çok daha başarılıdırlar.
Bu nedenle
toplumların uygar veya barbar davranışları ırk temeline değil, inanç temeli
dikkate alınarak değerlendirildiğinde uygar mı barbar mı davrandığı daha iyi
anlaşılmaktadır.
Ben Anadolu
kültürü deyince, tarihsel olarak Anadolu’ya ilk yerleşen ve Türkçe gibi
eklenmeli (aglütine) bir dil konuşan toplulukları kastediyorum. Onlar tepeden
yönetimli değil, karşılıklı hizmet-alışverişine dayalı, kendi kendilerine
üretip-yaşayan, sömürücü olmayan bir kültürü temsil ederler. Bu kültür
Selçuklular- Osmanlılardan önce Anadolu’da ve Trakya’da yaşayan oraların yerli
kavimleridir. Trakya adının kökenini hiç sorguladınız mı? “Rusya = Rus yurdu”
olduğuna göre, “Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir ve eski tarih kitaplarında
o bölge öyle tanımlanır. “Türk, turko” olarak tanınan eski kavimlerden başka
“TRK” harfleri içeren hangi kavimler vardır? Bir düşünün bakalım.
Anadolu
kültürü “Bilgi” faktörünü ön plana almıştır. Ahilik gibi karşılıklı hizmet
alış-verişine dayanan bir kültür sahibidirler ve bu nedenle, doğal sistemin
işleyişine uygun yaşamışlardır.
Yani:
•
Tabana
dayalılık
•
Karşılıklı
etkileşim,
•
ve “information
& self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğine uygunluk
gösterirler.
DOM-16e:
Beyinler kendilerine gösterilen hedeflere yönelik işlem
yaparlar. İnsanlık sorunlarını çözmek istiyorsa, ortak bir amaç ve
hedefe odaklanmalıdır. Bu odak noktası da, toplumsal sorunlarının nedeni ve
çözümü olmalıdır.
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı
oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları
araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek
şekilde oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam
senaryolar üretme yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine
yol açmıştır. İnsan beyninin tüm bu senaryo üretme çabalarının temelinde, nasıl
bu dünyada daha rahat yaşanabileceği, ne yaparsa daha rahat bir hayat sistemine
ulaşabileceği temel dürtüsü vardır. Bu nedenle Toplumsal sorunların çözümüne
yaramayan hiçbir senaryonun, hiçbir görüşün değeri yoktur, onlar beyinlerin
oluşturdukları milyonlarca HAYALİ senaryodan sadece önemsiz ve hiçbir değeri
olmayan birer hayaldirler.
Bedeni oluşturan hücrelerin her biri, on binlerce
farklı faktörü değerlendirerek bir karara varırlar. Toplum oluşturacak biz
insanlar da binlerce faktörü dikkate alarak bir toplumsal uzlaşma taslağı
ortaya koymak zorundayız. Tek bir yönlü bakış açısıyla oluşturulan öneriler
bağımlı olduğumuz ve etkilendiğimiz binlerce doğal faktörü dikkate almadan
oluşturulduklarından, insanlığın tüm sorunlarını çözecek bir formül olamazlar.
Doğada her şey sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü
içindedir ve değişime uğramayan hiçbir şey yoktur. İnsan da bu değişim-dönüşüm
döngüsünün bir öğesidir. Bu nedenle şu soruların yanıtını bilmek-öğrenmek
insanın ilk görevidir:
İnsan ne zaman oluştu?
İlk insan tam günümüz insanı gibi mi görünüyordu?
İlk insanlar neler yapmayı biliyorlardı?
İnsanların yaptıkları şeyler zaman içinde nasıl
değişti?
Bu soruların yanıtı bulmak için geçmiş zamanda neler
olup-bittiğinin yanıtını bulmak zorundayız.
Geçmiş nasıl tasarlanır?
Varlıkların hangi sırayla ortaya çıktıkları
saptanarak!
Bu işlem nasıl yapılabilir?
Jeolojiden yararlanarak!
Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla
denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak
gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce
oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu
maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu. Bu şekilde dünya tarihinin arşiv
sayfaları oluşturulur. Denizlerdeki bu katmanlarda dünyadaki her olay
kaydedilir.
•
Nerede ne zaman
bir deprem olduğu,
•
Nerde ne zaman
bir volkan patladığı,
•
Hangi denizde
hangi zamanda ne tür bir canlı yaşadığı, bu canlının ne zaman ortaya çıktığı ne
zaman kaybolduğu;
•
Deniz tabanının
ne kadar derin olduğu,
•
Deniz suyunun
sıcaklığı
•
Vs.
Geçmişe ait bu doğal kayıtlar sıraya konulup -
incelenerek, doğa ve dünyamızın (ve de insanlığın) oluşum ve gelişimi
gerçeklere uygun şekliyle ortaya koyulabilmektedir!
Yukarıdaki şekil üzerindeki tüm bilgileri dikkatlice
okuyup-değerlendirin. Şimdi yeniden bu şekilde gösterilen gelişimleri bir başka
açıdan değerlendirelim
(1)
5 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, insan ve insanın
oluşturduğu her şey yok oluyor. Bu demek oluyor ki, insanın oluşturduğu tüm
bilgiler (araba, bilgisayar yapma, vs. bilgileri) doğadan siliniyor; bunun
yanısıra hücrelerdeki insan bedeni oluşturma bilgileri de siliniyor. Peki bunun
sonucu ne oluyor? Bu varlıkları oluşturan maddeler atomlarına ayrışmış
oluyorlar ve o atomlar da başka varlıkların (karıncasından kurduna, koyununa
gibi) yapımında kullanıma giriyorlar.
(2)
70 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, at, inek, koyun,
aslan, kurt gibi memeli hayvanlar da yok oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve
o atomlar dinozor, vs. gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar.
(3)
300 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, dinozorlar da yok
oluyorlar, atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar trilobit, balık,
derisidikenliler vs. gibi başka varlıkların yapımında kullanılıyorlar.
(4)
700 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, trilobit, balık,
derisidikenliler ve tüm diğer çok hücreli hayvanlar da yok oluyorlar,
atomlarına ayrışıyorlar ve o atomlar amip, bakteri gibi başka varlıkların
yapımında kullanılıyorlar. Yani 700 milyon yıl önceleri çok hücreli bir canlı
oluşturma bilgisi dünyamızda henüz gelişmemişti.
(5)
2.5 milyar yıl öncelerine gidildiğinde, amip gibi çekirdekli
tek hücreliler de yok oluyor, ve onları oluşturan atomlar ya bakteri gibi
çekirdeksiz tek hücreli varlıkların yapımında kullanıma giriyorlar, veyahut
inorganik madde yapımında kullanılıyorlar.
(6)
4 milyar yıl geri gidildiğinde, bakteriler de yok olup,
atomlarına ayrışıyorlar ve atomları inorganik madde veya basit organik molekül
yapımında kullanılıyorlar.
(7)
5 milyar yıl geri gidildiğinde dünyamız yok oluyor, ve
dünyamızı oluşturan moleküller atomlarına ve-veya atom-altı-öğelerine
ayrışmışlar ve yıldızlar içindeki ilksel durumlarına dönüşmüş oluyorlar.
(8)
12-13 milyar yıl geri gidildiğinde, yıldızlar ve galaksiler
de yok oluyor, yani proton-nötron-elektron gibi en temel atom-altı-öğeler de
yok oluyor ve her şey kuantum denilen en temel enerji ve etkileşim öğelerine
dönüşmüş oluyor ve evrensel sistemin başlangıcına varmış oluyoruz.
(9)
Özet olarak vurgulamak gerekirse, doğa ve dünya,
proton-nötron-elektron dediğimiz atom-altı-öğelerden, bu atom-altı-öğeler de,
doğadaki en temel etkileşim ve enerji öğesi olan kuantlardan oluşuyor. Yani
doğa bir hiçlikten değil, enerji yumaklarından oluşmaktadır.
Şimdi biz insanlara dönüp,
insanlığın gelişimini görelim.
Görüldüğü üzere yeryuvarı arşiv-sayfaları insan
denilen canlının 2.5 milyon yıl önce ortaya çıktığını, ama ondan önce “insansı”
denilen, yani iki ayak üzerinde yürüyen, ama beyin hacmi insanlara göre çok
daha küçük olan varlıkların 5 milyon yıl önceleri oluştuğunu göstermektedir.
Belden altı "insansı", belden üstü
"maymunsu" görünüşlü olan bu cins yeryüzünün ilk iki ayaklı
memelisidir. Yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir
bebeğinki kadardır. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el"
denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını,
bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının (modasının)
başlangıcını yapmıştır. Bu cins yaklaşık 5 milyon yıl önceleri ortaya çıkmış ve
yaklaşık 1 milyon yıl önceleri yok olmuştur.
Not 1: insansı ve hominin diye iki farklı terim
kullanılacaktır. Australopitechus gibi tam dik yürüyemeyen türler için
“insansı”, günümüz insanı, neandertal, vs. eski insan türleri içinse “hominin”
terimi kullanılmıştır.
Not 2: insan beyninin hangi kısımlarının daha eski,
hangi kısımlarının daha yeni zamanlarda oluştuğunun saptanması, evrimsel
gelişim aşamaları belirlenmesinde büyük önem taşır. Bu amaç için miyelinleşme
(hücreler arası bağlantıların yalıtkanlığının artırılması) ve girufikasyon
(kıvrımlaşma) oranları önemli kriterlerdir. Bu kriterler dikkate alınarak
insansı ve hominin türleri arasında beyin gelişiminin farklılıkları ortaya
konulmaktadır. Bu kriterler, arkeolojik verilerle de kıyaslanarak aşağıda
görüşler oluşturulmuştur.
Not 3: Aşağıdaki paragrafların beyin-anatomik kısmı
ana hatlarıyla Torrey’in Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk
İnsanlar ve Dinlerin Kökeni . Paloma Yayınevi, 325 s. İstanbul 2017 adlı eserine dayanılarak hazırlanmışlardır.
Australopitechus cinsinin yaşadığı ortamda, yaklaşık
2.5 milyon yıl önceleri kafatası daha büyük olan ve de kambur olarak değil, tam
dik yürüyen yeni bir cins daha ortaya çıkmıştır. Bu cins ilk insan türüdür ve
Homo habilis olarak adlandırılmıştır. Yani atalarımızın Ademle Havva diye
tasarladıkları ilk insan yaklaşık 650 cm3 beyin hacimli siyahi bir insandır.
Homo habilis’in beyninde frontal ve parietal bölgeler
diğer insansı’lara oranla çok fazla büyümüştür. Bu nedenle ilk insan türü olan
H. habilis çok daha zeki olmuştur. İnsanlığın daha zeki olması sadece beyindeki
belli bölgelerin büyütülmesi nedeniyle değil, aynı zamanda farklı beyin
bölgeleri arasında veri-akışını hızlandıran sinir-bağlantı-yol-ağlarının çok
daha gelişmiş olmasıdır.
Homo habilis yaklaşık 2 milyon yıl öncelerine kadar
yaşamış, sonra ondan evrimleşen yaklaşık 950 cm3 beyinli Homo erectus onun
yerini almıştır.
Bu Homo erectus Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve
Avrupa’ya yayılmıştır. Homo erectus odundan iki ucu sivriltilmiş mızraklar ve
büyük el-baltaları gibi daha gelişmiş aletler yapma becerileri yanında “Ateş
yakması”nı da keşfeden insan olarak bilinir
Homo erectus kafataslarını inceleyen araştırmacıların Homo
erectus’un beyni “modern insan beyniyle ilginç benzerlikler” gösterdiklerini,
bu benzer özellikler arasında ön singulat, insula ve alt parietal alanların da
bulunduğunu saptarlar. (Singulat ve insula korteksin daha derinlerdeki en son
gelişen bölgelerdir.)
Söz konusu alanların bilinen çok sayıda fonksiyonu
olsa da paylaştıkları tek işlev özfarkındalıktır. Buna benzer argümanlara
dayanılarak Homo erectus “farkındalığı olan benlik -özfarkındalık” denilen bir
beyinsel gelişime ulaştığı kabul edilmektedir. Homo erctus’un diğer insanlarla
ortaklaşa avlanmaya gidişi gibi özellikleri onun bu “özfarkındalık” duygusuna
sahip olduğunu gösterir. Bazı hayvanların da kendilerini aynada
tanıyabildikleri gözlenmiştir. Ancak hayvanlarda bu özellik süreklilik arz
etmez. (Torrey 2017).
Yaşları üç ay ile yirmi dört ay arasında değişen
çocuklarla bir deney yapılır. 88 çocuk birer birer aynanın önüne konur ve kendisini
tanıyıp-tanıyamadığına bakılır. “Bu kim?” diye sorulur. Kendisini tanımasını
kolaylaştırmak için her çocuğun burnuna kırmızı bir işaret sürülmüştür. Çocuğun
burnuna dokunması veya aynada burnunu incelemesi durumunda kendini tanıyacağı varsayılır.
On sekiz aydan küçük çocukların hiçbiri kendisini tanımaz. On sekiz ila yirmi
ay arasında çok az çocuk bunu yapabilmiştir. Yirmi ile yirmi dört ay arasındaki
çocukların üçte ikisi kendini tanır. Bu, aynı zamanda çocukların “ben” ve
“benim” gibi kişi amirlerini kullanmaya ve “Ben top atıyorum” gibi kendileri
hakkında konuşmaya başladıkları gelişim aşamasıdır. Tüm bunlar oluşmaya
başlayan özfarkındalığın göstergeleridir (Torrey 2017, s. 61)
Evrimsel gelişim devam etmiş yaklaşık 5-6 yüz bin yıl
önceleri yaklaşık 1400 cm3 beyinli Homo sapiens türüne evrimleşme olmuştur. Homo
sapiens’i yaşam evrelerine göre iki alt gruba ayırmak gerekir.
Arkaik Homo sapiens ve modern Homo sapiens.
Arkaik Homo sapiens yaklaşık 500 bin ile yaklaşık 20
bin yılları arası yaşamıştır.
Modern Homo sapiens ise yaklaşık 70 bin yıldan beri
yaşamaktadır.
Arkaik Homo sapiens’in en yaygınları Homo sapiens
neanderthalensis ve Homo sapiens denisova’dır. Neandertal insanı Avrupa’da,
denisova insanı Asya’da yaklaşık 500 bin yıl önceleri ortaya çıkmışlar ve
modern insan tarafından yaklaşık 20 bin yıl önceleri yok edilmişlerdir.
Arkaik Homo sapiens yaklaşık 100.000 yıl öncesinden
başlayarak, kendi zihinlerinden geçenleri derinlemesine düşünebilmelerini
sağlayan içe-bakışçı bir beceri geliştirdiler. Böylece, sadece başkalarının ne
düşündükleri hakkında değil, başkalarının onlarla ilgili düşünceleri ve bu
düşüncelere gösterdikleri tepkiler hakkında da düşünebilmekteydiler. Örneğin,
dekoratif kolye yapmak için kullanıldığı anlaşılan kabuklar ilk kez yaklaşık
100.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu onların başkalarının kendileri hakkında
ne düşündüğünü anlamaya çalışma yeteneğidir.
Neandertal insanlarının “empati duygusu” geliştirmiş
olduğu (Torrey 2017 s.77-78)den aktarılan şu paragraflardan anlaşılmaktadır:
“Yaşlı bir erkekte ölümünden yıllar önce oluştuğu
düşünülen çok sayıda kırıkla birlikte ciddi yaralanmaların bulunduğu
anlaşılmıştır. Yaralanmalar arasında sakat bırakması olası sağ kol ve sol bacak
travması ile kafasında körlüğe yol açmış olması muhtemel bir darbe de
bulunmaktaydı. Böyle bir hominin, kendi başına uzun bir süre hayatta
kalamayacağı için, yanındaki diğer Neandertallerin yıllarca ona bakmış olduğu
düşünülmektedir... Başka Neandertaller üzerinde yapılan araştırmalar bu bireylerin
de “eklem iltihabı nedeniyle çok acı çektiklerini, bazılarının da kol ya da
bacaklarını kaybettiğini” göstermiştir. Sakatlanmış olanların hayatta
kalabilmeleri için “gruptaki diğer homininlerin yemeklerini bu kişilerle
paylaşmaları ve bir kamptan başka bir kampa giderken onlara yardım etmiş
olmaları gerekir. Tüm bunlar merhamet ve şefkatin kanıtlarıdır” … “Başka bir
kişiye ilgi ve bakım göstermeniz, o kişinin duygusal bakış açısını
paylaşabileceğinizi, diğer bir deyişle onunla empati kurabildiğinizi gösterir. Bu
nedenle empati diğer insanların zihnine girebilme ve onların ne düşündüklerini
ve ne hissettiklerini bilebilme becerisi gerektirir. Psikologlar bunu zihin
okuması ya da bir zihin kuramına sahip olmak şeklinde ifade ederler. Zihin
kuramı, başkalarının davranışlarının düşünceler, duygular ve inançlar gibi
içsel durumlar tarafından motive edildiğinin anlaşılmasıdır.
Zihin kuramı kendinizi diğer kişinin yerine koymayı,
onun zihnine girmeyi içerir. Başkalarının zihnini yalnızca söylediklerini
dinlemekle değil, yüz ifadelerini, bakışlarını, duruşlarını ve hareketlerini
gözlemleyerek de okuruz.
Çocuklarda zihin kuramının var olup olmadığını
değerlendirmek için Sally-Anne testi olarak adlandırılan standart bir senaryo
kullanılır. İçinde bir top, kapalı bir sepet ve kapalı bir kutu olan bir odada
bir çocuğa resimler veya kuklalar kullanarak Sally ile Anne gösterilir. Sally
topu sepete koyar ve odadan çıkar. Gittiğinde çocuk Anne’in topu üstü kapalı
sepetten alıpüstü kapalı kutuya koyduğunu görür. Daha sonra Sally odaya geri
gelir ve çocuğa şu soru sorulur: Sally topunu nerede arayacak? Bu soruyu doğru
yanıtlamak için, topun kutuda olduğunu bilen çocuğun, Anne’in topu alıp kutuya
koyduğunu görmediği için Sally nin topun hâlâ sepet içinde olduğu yönündeki
yanlış düşüncesini anlaması gerekir. Buna birinci derece zihin kuramı denir;
bir sonraki bölümde anlatılacağı gibi zihin kuramına yönelik senaryolar çok
daha karmaşık hâle gelebilir.
Dört yaşına kadar neredeyse tüm çocuklar Sally’nin
topu Anne’in koyduğu kutuda arayacağını söyler. O yaşlara kadar olan çocuklar,
kendi bildiklerini diğerlerinin bildiklerinden ayırt edemezler. Dört yaşından
itibaren, çocuklar başkalarının zihnine girme becerisine sahip olmaya
başlarlar. Böylece Sally’nin topu en son bıraktığı yerde, sepetin içinde
arayacağını söylerler. Çünkü Sally topun hâlâ orada olduğunu düşünmektedir.
Kendilerinden büyük kardeşleri olan çocuklar zihin kuramını daha erken yaşta
edinirler; ayrıca onlarla konuşurken bu bilişsel becerinin gelişmesine yardımcı
olacak şekilde zihinsel durumlara atıfta bulunan ifadeleri daha sık kullanan
ebeveynlerin çocuklarında da bu beceri daha erken ortaya çıkar.”
Empati duygusu ve zihin kuramı’nın beynin hangi
bölgelerinde işlendiğini saptamak için yapılan beyin görüntüleme incelemeleri “ön
singulat, insula ve orta prefrontal korteksin” çok aktif olduğunu göstermiştir.
Ön singulat ve insula, özfarkındalık (insanın kendisi ile ilgili düşünmesinde)
de aktif beyin bölgeleridir, bu yüzden başkaları hakkında düşünme sürecinde de
önemli olmaları şaşırtıcı değildir.
Son olarak, modern Homo sapiens olarak, yaklaşık
40.000 yıl önce başlayan ve yaygın olarak kendimizi geçmişte ve gelecekte
düşünebilme becerisini yani “otobiyografik bellek” diye adlandırılan içe-bakışcı
bir özelliği geliştirilmiştir.
Süslenmenin temelinde, bir Homo sapiens'in başka bir
Homo sapiens in kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünmesi yatar. İşte bu içe-bakışçı
benliktir. Çocuklar iki yaş civarına geldiklerinde aynada kendilerini tanıyıp
tanıyamamaları ile değerlendirilen bir özfarkındalık geliştirirler.
Homininlerin de yaklaşık 1,8 milyon yıl önce buna benzer bir özfarkındalık
kazanmış oldukları düşünülmektedir. Yaklaşık dört yaşına geldiklerinde
çocuklar, Sally-Anne testinde gösterildiği gibi başkalarının düşüncelerine
karşı da bir farkındalık geliştirmeye başlarlar; en azından bazı homininlerin
bu yeteneği aşağı yukarı 200.000 yıl önce kazanmış olmaları muhtemeldir.
Çocuklar bir sonraki önemli bilişsel beceriyi altı yaşından itibaren edinmeye
başlarlar ve bu genellikle ikinci derece zihin kuramı olarak adlandırılır.
İkinci derece zihin kuramı ne demektir? Sally-Anne
testinde Anne, Sally odadan ayrıldıktan sonra topu sepetten alıp kutuya
koymuştu. Sally ise topun hâlâ sepetin içinde olduğuna inanmaktaydı, çünkü
topun yer değiştirdiğini görmemişti. Anne de Sally nin topun sepet içinde
olduğuna inandığını düşünmekteydi. Bu, birinci derece zihin kuramı olup,
başkalarının düşüncelerine karşı farkındalık anlamına gelir.
İkinci derece zihin kuramının edinilmesi, kişinin
kendi benliğini bir nesne olarak görmesini gerektirir. Bu sadece bir aynaya
bakıldığında kendini tanımak değil, diğer insanlara nasıl göründüğünüzü,
onların sizi nasıl gördüğünü ve onların sizi nasıl gördüklerine dair
düşüncelerinizi de içerir. Bu durum sizin kendiniz hakkında düşündüklerinizi
düşünmenizi de kapsar. Kısacası bu, içebakışçı benliktir. Erken dönem Homo
sapiensin süslenmesi ve üste oturan giysiler giymesi kendisi ve başkalarına
nasıl göründüğü hakkında düşündüğünün bir göstergesidir. Dolayısıyla,
homininlerin tarihinde ilk kez bir erkek ayı derisinin kendisine yakışmadığını
veya bir kadın kabuktan yapılmış kolyesinin onu daha güzel gösterdiğini
düşünmüş olabilir. Eğer durum buysa tüketim ekonomisinin doğuşu bu dönemlere
rastlamış olmalıdır.
İçebakışçı bir benliğin evrimi, erken dönem Homo
sapiens’e özellikle sosyal etkileşimlerde ve diğerlerinin davranışlarını
öngörebilme konusunda diğer homininlere göre büyük bilişsel avantajlar
sağlamıştır. Bu yetenek Homo sapiens’in grup avcılığı gibi grupla
gerçekleştirdikleri eylemleri büyük ölçüde kolaylaştırmış ve bu bilişsel
beceriye sahip olmayan diğer homininlere karşı çatışmalarda ona önemli bir
üstünlük sağlamıştır.
İnsan diğer hayvanlardan farklı olarak sadece bilmekle
kalma, bildiğin de bilir. Farkında oluşumunun farkındadır, bilince ‘sahip’
olduğunun, bilinçli olduğunun bilincindedir. Karşılıklı aynalar gibi, kendisini,
hakkında düşünen diğer insanları ve kendisiyle ilgili düşünenleri düşünür.
Böylece geleceği öngörebilir ve daha ustalıkla
planlayabilir. Bu sayede hominin tarihinde ilk defa, ölümün kişisel varlığın
son bulması olduğunu anlayabilir.
Yaklaşık 27.000 yıl önce modern Homo sapiens
tarafından ölülerle beraber gömülmüş olan yiyecek, alet, silah, mücevher ve
diğer eşyaların bulunması, ölüm sonrası olası bir yaşam hakkında düşünme
becerisini kazanmış olduklarını akla getirir.
Bir yerde yaşamak, ölülerin de yaşayanların yanına
gömülmesine olanak tanıdı; sonuç olarak, atalara ibadet giderek önem kazandı ve
daha karmaşık bir hâl aldı. Nüfus arttıkça, kaçınılmaz olarak ataların
hiyerarşileri de ortaya çıktı.
İnsan
beynindeki gri maddenin şempanze beynindekine göre yalnızca yüzde 2 daha fazla
olduğu, buna karşın beyaz maddenin ise yüzde 31 daha çok bulunduğu saptandı. Beyindeki
bağlantılarının insan bebeklerinde şempanze bebeklerinde olduğundan çok daha
hızlı geliştiği bildirildi. Bu tür çalışmalar insanların diğer primatlara
kıyasla beynin farklı bölümleri arasında bilgiyi bütünleştirmek için gelişmiş
bir yeteneğe sahip olabileceğini” ve bizleri benzersiz biçimde insan yapan
şeyin gri maddedeki nöronlarımızdan ziyade beyaz maddede yer alan sinir
bağlantı yollarımız olduğudur.
Primatlarda beyin geliştikçe, giderek daha fazla
kıvrım oluşmuştur; bu kıvrım oluşumu, beynin boyutlarını büyütmek zorunda
kalmadan yüzey alanının artırılmasını sağlamıştır. İnsanlardaki kıvrımlaşma
rhesus maymunlarına göre yüzde 49, şempanzelere göre ise yüzde 17 daha
fazladır. İnsan beyninde, farklı bölgeler farklı kıvrımlaşma derecesine
sahiptir. Bu durum beyinlerin kıyaslanmasında girufikasyon endeksi olarak kullanılmıştır.
En fazla kıvrıma sahip olan yani en son evrilen iki beyin bölgesi prefrontal
korteks ile parietal lobdur. Bunların her ikisi de bizleri benzersiz biçimde
insan yapan bilişsel beceriler için çok önemli olan alanları içerir.
Bu insan türlerin birbirleriyle eşleşip, genetik veri
değiş-tokuşuna yol açtıkları genetik analizlerle ortaya konmuştur.
Gümümüz modern insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri yine Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır.
İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya
alan bir hücresel tasarımdır. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi)
duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini
kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise
maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu
anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden
(gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.
Halbuki insanlarımıza verilen inanç sisteminde, her
yaratığın ilk oluştuğu şekilde yaşamaya devam ettiği görüşü egemendir, yani
evrimleşme yoktur. Ve insanlarımızın çoğunluğu maalesef hala bu inanç sistemi
içinde yaşıyor.
Peki bizler 2
milyon yıl önceki atalarımızla aynı mıyız? Sadece kafatası büyüklüğüne bakmak
muazzam bir evrim geçirdiğimizi göstermiyor mu? Öyleyse neden hala 2-3 bin yıl
önceki insanlar gibi düşünüp-davranmaktayız?
Bu bölümde özellikle insanın iki-buçuk milyon yıldaki evrimsel gelişim aşamaları gösterilerek, yaratılış görüşü sahiplerinin “fosil bulgularda geçişleri gösteren ara formlar yoktur” iddialarının da ne kadar saçma ve geçersiz olduğu gösterilmiş oldu.
DOM-16f:
Son 50 bin yıllık tarihsel geçmişimizden çıkartılacak ders:
Genetik haplogrup-analizlerine dayalı olarak
insanlığın geçmişi epey eski tarihlere kadar tasarlana bilinmektedir. Bu yöntem
arkeolojik ve jeolojik bilgilerle birlikte değerlendirildiğinde şöyle bir
tarihsel geçmişimiz ortaya çıkar: Günümüz insanlarının atası olan Homo sapiens
sapiens 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Dünyaya
yayılır. Doğu Afrika’da ortaya çıkan bu atalarımızın konuştukları dilin
aglütine bir dil olduğu anlaşılmaktadır, çünkü Afrika’nın o bölgesinde hala
Swahili denilen aglütine bir dil konuşulmaktadır ve oradan dünyaya yayılmış
olan toplumların çoğunda aglütine dil hala en yaygın dil grubudur. Atlantis
ovalıların ve onların Avrupa ve Asya’ya yayılanlarının (Türkçe, Baskça, Fince,
Macarca, vs) dilleri aglütinedir. Yaygınlığın derecesini anlamak için
Amerika’nın tüm yerli kavimlerinin dillerinin aglütine olduğunu bilmek yeter.
Amazon ormanlarının en ilkel toplumu olan Piraha’lar dahil tüm Kızılderililer
aglütine dillidirler.
Yayılmanın ilk durağı o zamanlar kara haline
geçmiş olan Basra-Hürmüz boğazı arasındaki Atlantis-Ovasıdır, çünkü buzul
devrinde dünyanın yaşama en uygun yeri orasıdır. Dünyanın en yoğun ve en zengin
petrol bölgesi olan bu ovanın birçok yerinden zift çıkmaktadır. Kamış gibi uzun
bitkiler veya uzun ağaç gövdelerinden yapılan sal benzeri araçlar zift ile su
geçirmez yapılarak su (ırmak) ve deniz taşımacılığında kullanılmaya
başlanılması Atlantis-Ovasındaki ziftler sayesinde olur ve insan kültürünün
ilerlemesinde önemli bir rol oynar.
Atlantis ovasının zamanla yetmemesi sonucu,
insanlık deniz kenarı boyunca doğuya (Hindistan’a) doğru göçmüş ve 50 bin yıl
önceleri de Kara haline geçmiş olan Endonezya bölgesinden Avusturalya’ya
ulaşmıştır.
Amerika’ya göç ise yaklaşık 20 bin yıl önceleri
Bering-boğazı üzerinden, daha doğrusu deniz kıyısı boyunca olduğu
anlaşılmaktadır.
Asya’ya yayılma ise hem Endonezya üzerinden hem
Kafkaslar ve İran üzerinden olmuştur. Avrupa’ya yayılma hem karadan
Anadolu-Trakya üzerinden, hem de deniz yoluyla Kıbrıs, Girit, İtalya, İspanya,
İngiltere üzerinden olmuştur. Haplogrub-analizleri sonuçları, İngiltere-
İrlanda, İspanya, Fransa gibi batı Avrupa ülkeleri insanlarının Atlantis-Ovalı
kökenli olduklarını kesin bir şekilde göstermektedir. Analizciler Atlantis
Ovalılık kökeni hakkında bir şey bilmediklerinden, Batı-Avrupa’nın ilk
halklarının Anadolu halkıyla akraba olduğunu söylerler. Anadolu halkının ise,
Atlantis-Ovalı olduğu önceki bölümlerde gösterilmişti.
Şimdi akla şu soru gelir: Günümüzde Avrupa’daki
toplumlar indo-german (veya hint-Avrupa) dil grubuna ait German, Romen, slav,
vs. diller konuşmaktalar. Bu dil grubu nasıl, nerede ve ne zaman ortaya çıktı?
Sorunun yanıtını yine haplogrup analizleri ve arkeolojik veriler ortaya koymuştur. Bu veriler yaklaşık 5 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarda Yamnaya-göçebeleri – denilen özel bir kültürün geliştiğini ve kültür mensuplarının proto-indo-european yani ilk-hint-avrupa-dilini oluşturduğunu belirtirler. Tam bu yıllarda Yamnaya bozkırlarında At evcilleştirilmiş ve göçebe kavimlere muazzam bir hızlı hareket etme olanağı sağlamıştır.
Krallıkların ilahi sistemden kökenlendiğine
inandırılan halk, kazandıklarının çoğunu onlara vererek onları mutlak bir güç
sahibi yapmışlardır. Ellerindeki bu muazzam kaynakla paralı askerler ve
korumalar tutan bu efendiler sınıfı, at gibi çok hızlı hareket saldırı ve savaş
yeteneğine de kavuşunca, güçlerini daha da artırmak için istila savaşlarına
başlarlar ve insanlığın kaderi normal güzergahından sapmış olur. Böyle bir
olanağı olmayan çevre topluluklar istila edilmeye başlanır.
Hititler denilen bir kavim Anadolu’ya saldırır,
Hatti toplumunun arazisine yerleşir. Anglosaksonlar, germenler, slavlar,
romenler (latinler) vs. Avrupa’yı istila ederler. Yunanlar Ege bölgesini istila
eder, Persler İran’ı istila eder.
Bu istilaların trajik ve komik yönü şudur:
Hint-Avrupa kültürlüler kendilerini “aryan” yani üstün ırk olarak görmüşler ve
istila ettikleri ülke halklarını “barbar” olarak nitelemişlerdir. Bunun
gerçekten böyle olduğunu Homer tarihi ve Strabon’un Coğrafya eserlerinde
görebilirsiniz. Şimdi objektif olarak düşünün: Kim saldırgan, kim sömürüyor,
kim köleleştiriliyor?
Avrupalıların bu sömürgeci davranışı, günümüzde
hala tam gaz devam etmektedir. Sizler Atlantis-gerçektir makalesini bir türk
vatandaşı yazdı diye önemsemeyip, bu makalenin bir Avrupalı-Amerikalı gibi
“aryan” ırklı birinden gelmiş olması durumunda kabul edecek kadar kendine
güveni olmayan birileri olduğunuz sürece, (Devamı yok)
Son-Bilanço
Dünyamızın ve
hayatımızın geçmişinin kayıtlarının bulunduğu jeoloji- astrofizik- arkeoloji- fizik – kimya- genetik gibi
kaynaklardan elde edilen verilerin okunmasıyla ortaya konulan verilerin değerlendirilmesi
şu sonuçları ortaya koymuştur:
1)-Doğa
alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,
2)-Oluşumları
tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar
“information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen
dinamik sistemlere göre gerçekleşir,
ve Dinamik
sistemlerde ise,
4)-Bilgiler
(kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar
aşılır.
5)- Evrenin,
Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir
bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru
gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.
6)- Bilgisiz bir şey
yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha
ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.
7) Varlıklar
davranışlarını sürekli değiştirip-yenilenen ether okyanusu içindeki
sinyallerden yararlanarak belirlerler.
8)- 1960lı yıllarda
“Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki
yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel
bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve
geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli
evrimleşmektedir.
9)- Zamanın
ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği
artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da
yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar
birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.
10)- Doğada her şey
bilgi ile oluşturulur, ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür.
Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl
oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.
11)- Bu araştırıcı
insan yaklaşık 4500 yıl öncelerine kadar, “bilgi”nin kafası içinde oluştuğunu
hissederek, kafatası-kültü (skull-cult) denilen geleneği ve doğadaki tüm
varlıkların karşılıklı ilişki içinde olduğuna dayalı bir hayat görüşü içinde
yaşamıştır. İnsanlığın bu doğal hayat görüşünden saptırılıp, yanlış bir hayat
görüşü içine sürüklenmesi yaklaşık 4500 yıl önceleri olmuş olmalıdır.
12)- Bu araştırıcı
insan ise doğadaki yapıcılık-yönlendiricilik erkini kendi içindeki
bileşenlerinde (hücrelerinde-atomlarında) değil de dışında-üstünde bir makamda
tasarlayınca, tepeden yönetilen ve tepedekilerce sahiplenilen devlet sistemli
bir yaşam ortaya çıkmıştır.
13)- İnsanlık
bilgiye hasrettir, ama 4-5 bin yıldan beri toplum genelinin çıkarlarını değil,
tepedeki yönetici (efendiler) kesiminin çıkarlarını dikkate alacak şekilde
bilgiler halka aşılanmaya çalışılmaktadır. Bu da insanları zombileştirmektedir.
14)- Kral gibi
tepedeki bir otoritenin yönlendirdiği kalabalıklar at-gibi hızlı hareket ve
savaş üstünlüğüyle 5 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arasında
Yamnaya-göçebeleri olarak ortaya
çıkarlar. Böyle bir olanaktan yoksun olan komşu toplumları istila etmeye
koyulurlar. Bu sömürgecilik anlayışı hala devam etmektedir.
15)- İnsanlığın
uygar gelişimine öncülük ettiği iddia edilen Yunan ve Latin kültürleri,
indo-german dilli Yamnaya-Göçebelerinden kökenlenirler ve tamamen sömürü ve
istilacılığa dayanarak, barışçıl yerel halkaların oluşturduklarının üzerine
konarak gelişmişlerdir.
16)- Bilgi oluşturma
ve yorumlamaya ağırlık verici insanın bilgiye hasretliği, tepedekiler
tarafından yanlış hayat-görüşü bilgileri verilerek sürekli olarak
sömürülmektedir. Çocukluk evresinde aşılanan bu yanlış bilgilerle zombileşen
insanları uyandırmak için gerçek doğal sistemli hayat görüşü bilgilerinin
ortaya konulup yaygınlaştırılması şart ve gereklidir.
17)- Tarih kitapları, Fizik kitapları, biyoloji kitaplarının hepsi yeniden yazılmak zorundadır.
Çünkü:
•
1)- Doğadaki oluşum ve gelişimler Alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru
gelişiyor mu? Evet. Yani önce H ve O vardı, sonra H2O oluşmuş olmak zorunda.
Jeoloji ve astrofizik bunu gösteriyor.
•
2)-Öyleyse, doğada düzensizlikten düzene doğru bir ilerleme olmalı, yani
entropi zaman içinde azalmalı. Halbuki Termodinamiğin 2 yasası bunun tersini
söyler. Öyleyse fizikçilerin oluşturduğu bu görüş yanlış olmalı. Bu yanlışlığı
görelim.
•
3)- Bu alt-sistem (veya düzey) Üst-düzey ilişkilerinin temel özellikleri
Feibleman 1954de tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici
Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem –
üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en
önemlileri şunlardır:
I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri
de etkiler.
IV- Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt
düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
•
4)- Bu durumu tavuk-yumurta ilişkisinde incelemeye irdelemeye devam
edersek, „tavuk oluşturma yetkisi yuurtadadır“ yani dünyada önced hücreler
(yumurtalar) oluşmuştur, sonra hücreler hayvanları vs oluşturmuştur.
•
5)- Bir şey oluşturmak için enerji gerekir. Enerji alt-sistemlerde midir,
üst-sistemlerde midir? Enerji
alt-sistemlerdedir ve en alt-sistem de kuantum alemidir.
•
6)- Enerji kuvvete dönüştürülmeden bir işe yaramaz. Enerji kuvvete nasıl
dönüştürülür? Enerji-gradyanları oluşturularak.
•
7)- Enerji gradyanı oluşturmak için çevreyi algılayıp, neyin nerede olduğunu
ve nereye kaydırılırsa daha iyi bir yapılaşma ortaya çıkacağı gibi verilere
ihtiyaç vardır. Bu tür yetenekler atom-altı-öğelerde var mı? Evete ve de anında
algılayarak. (bak https://www.youtube.com/watch?v=u-I6GPB8NVw
)
•
8)- Bu yetenek bir bilinçli davranış değil mi?
•
9)- Öyleyse doğada kuantsal sistemden başlanarak, bilgi ve bilince dayalı
bir evrimleşme yok mu?
•
10)- Bu durmda, fizik ve biyoloji kitapları yeniden yazılmak zorunda değiller
mi?
•
Bilgisiz bir şey yapılabiliyor mu?
Hayır.
•
Peki H ve O bilgisiz iseler H2O gibi mucizevi özellikler gösteren bir su
molakülünü nasıl yaptılar?
Benim insanlarla bir araya gelip, fikir
alış-verişlerinde bulunmaya çalışmamın tek bir amacı vardır: toplumsal
sorunlarımızın nedenini bulmak ve bu nedeni ortadan kaldıracak bir formül
oluşturmak.
Doğada her şey değiştiği için, insanı oluşturan
hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, araştır da, ona göre
işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde
oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam senaryolar üretme
yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine yol açmıştır.
Araştırmalar toplumsal sorunlarımızın nedeninin
Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler TBÖ) olduğunu ortaya koymuştur. (8ak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html )
Bu nedenle ben de doğadaki oluşum ve gelişimlerin
tepeye değil de tersine, tabana dayalı olarak mı oluşup-geliştiğini araştırmaya
başladım. Bunun ilk adımı, doğadaki varlıkların ne zaman ve hangi sırayla
ortaya çıktıklarını saptamaktan geçer. Bu ise benim temel mesleğim olan jeoloji
ve paleontolojinin konusuydu ve doğada önce molekül gibi temel yapı taşlarının,
onların kombinasyonlarıyla bakteri gibi çekirdeksiz tek hücrelilerin; onların
kombinasyonlarıyla amip gibi çekirdekli tek-hücrelilerin; onların
kombinasyonlarıyla çok hücreli bitki ve hayvanların ortaya çıktığını
gösteriyordu. Yani doğada alt-sistemlerden (düzeylerden) başlayıp,
üst-sistemlere (düzeylere) doğru ilerleyip-evrimleşen bir gelişim vardı.
16 bölümden oluşan bu ‘Toplumsal sorunlarımızın
nedeni ve çözümü’ paketinin tümünü okuyup değerlendirmeden bir yorum yapılması
veya görüş bildirilmesi mantıksızlık olur, çünkü doğadaki tüm olaylar ve
oluşumlar karşılıklı bir etkileşim içindedir.
• 1- Bizlerin temel amacı toplumsal
sorunlarımızın nedeni ve çözüm formülü olmalıdır. Kafalarında bundan başka bir
amaç taşıyanların hiçbir görüş bildirmeye hakları olamaz, çünkü amaç aynı
değildir.
• 2- Bir fikre karşı çıkmak, o konuda
kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak
bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye karşı çıkması, tamamen mantık
dışı bir davranıştır.
• Evrimci veya fizikçi vs.nin toplumsal
sorunların nedeni ve çözümü hakkında herhangi bir görüşleri var mıdır? Yoktur.
Çünkü onlar “yapraklarla uğraşmaktan ormanı göremeyen” dar görüşlü, yani
“at-gözlüğü” takmış insanlardır.
İnsanlık tarihi konusunda bazı yeni araştırmalar yukarıdaki dosyalara eklenerek yeni bir versiyon yapılmıştır. Bu yeni versiyonu da okumak isteyenler tıklasınlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder