DOM-görüşü nasıl ortaya çıktı

 DOM-görüşü nasıl ortaya çıktı?


Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”
Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında o zamanlarda (hatta çoğu fizikçide hâlâ günümüzde), doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındı ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade ediliyordu. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya dinamik bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.
Bunun üzerine:
- Tüm büyük dinsel öğretileri  (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.
- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.
- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.
- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.
- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.
Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.
Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. 
Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve
- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).

- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün hücrelerin kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),
- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.
Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü
- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran biriydim,
- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.
Bu nedenle  “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım.
Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.


1.1.     ZAMANI ANLAMAYAN HAYATI ANLAYAMAZ.

Sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz.
Peki bu değişim-dönüşümlerin neden oluştuğunu biliyor muyuz?
 HAYIR, bilmiyoruz.
Değişim-dönüşümlerin nereye doğru gittiğini biliyor muyuz?
Hayır, onu da bilmiyoruz.

Peki, bu önemli konuları bitmezsek, ne için yaşadığımızı nasıl bileceğiz? Hayatımızın anlamı ne olacak?

2.           Doğa alt-sistem üst-sistem yapılarından oluşur.


Bir şeyin nasıl oluşup-geliştiğinin bilinmesi doğal sistemin anlaşılması demektir. İnsanlar doğal sistemin oluşumu hakkındaki bilgileri:
          ya gelenek-görenekleriyle kendilerine aktarılan bilgilerden (ki bunların başında dinsel inançlar gelir)
         Ya da okullarda öğretilen doğa bilimlerinden öğrenirler.
Gelenek-göreneklerle aktarılan dinsel bilgiler, doğadaki oluşumların TANRI adını verdikleri doğa-üstü bir güç sistemi tarafından oluşturulduğunu ve zamanın bu ebedi varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk olduğunu öğretir. Bu görüş, tepedeki bu varlığın ebedi ömürlü olmasını gerekli kılar. Yaratıcı ebedi olmazsa, doğal sistemin çökmesi gerekeceğinden, zaman bir sonsuzluk olarak kabul edilmiştir.
Okullarda öğretilen bilgiler ise, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji gibi doğa-bilimsel kaynaklara dayanan evrimci, materyalizm gibi görüşlerdir. Ancak, zaman kavramının başı-sonu olmayan bir sonsuzluk olduğu inancı, daha sonra oluşturulan evrimci, materializm vs. gibi görüşlerde de aynen devam etmiştir.
Dolayısıyla zaman kavramı anlaşılması en önemli kavram olarak karşımızdadır.
Canlıların belli ömürleri vardır, ve bu ömür sonunda canlı ölür, sonra tekrar doğar. Ölüm bir parçalarına ayrışma işlemidir. Doğum ise, parçaların tekrar birleştirilerek bir beden oluşturması eylemidir. İşte doğadaki yaratılışın gizemi bu doğum-ölüm döngüsünde yatar.  Hayatlar ömürlerden oluşur; ömür ise zamanın bir dilimidir. Dolayısıyla HAYATın ne olduğu, zaman kavramının çözümüne bağlıdır.
Örnek: Bedenlerimiz hücrelerden oluşur; Hücreler Alt-Sistem, bedenler Üst-sistemdir.
Hücre bir moleküller topluluğudur. Moleküller alt-sistemdir, onların birleşmesiyle hücre denilen üst-sistem olmuş olur.
Molekül bir atomlar topluluğudur: örn. su molekülü H2O hidrojen ve oksijen atomlarından oluşur. 
Atom bir atom-altı-öğeler topluluğudur; örn. oksijen 8 proton + 8 (biraz daha az veya biraz daha fazla) nötron ile böyle bir çekirdeğin çevresindeki elektrondan oluşur.
Proton ve nötron ise, kuark denilen ve ASLA YALNIZ BULUNAMAYAN, yalnız olamayan öğelerden oluşurlar. Yani proton ve nötron dediğimiz madde oluşturucu öğelerin temel bileşenleri, birer sabit yapılı varlık değil, sürekli akış, sürekli bir değişim-dönüşüm halinde canlı öğelerdir.
Doğada bir alt-sistem – üst-sistem yapılaşması varsa, önce birinci bir soru:
1.               Bu yapılaşma hangi yönde ilerliyor veya gelişiyor; yani önce büyük (üst) sistem mi vardı, yoksa küçük (alt) sistem mi vardı?
Sonra diğer önemli 2 soru:
2.               Bu oluşumları kim tetikleyip, yönlendiriyor?
3.               Yönlendirme işlemi nasıl oluyor? Yani bir öğenin nasıl davranacağı nasıl belirleniyor?

Önce birinci soruyu yanıtlayalım:

2.1.      YAPILAŞMALAR HANGI YÖNDE ILERLIYOR VEYA GELIŞIYOR?

Yapılaşmaların hangi yönde gelişip ilerlediğini saptamanın yolu, geçmiş-gelecek ilişkilerini açıklayan zaman olgusundan anlaşılır.

İki farklı bakış açısıyla zaman faktörünü değerlendirelim.
1. bakış açısı, “an itibariyle”. Her şeyin donup-kaldığı, hiçbir şeyin hareket etmediği bir sistem düşünün: Güneş sistemi donmuş, hiçbir gezegen hareket etmiyor; Dünya dönmüyor; insanlar, hayvanlar donup-kalmışlar, bedenler içindeki hücreler donmuşlar; atomlar içindeki her hareket durmuş! Bu durumda ne gün oluşur, ne de yıl. Yani doğada değişim-dönüşüm olmazsa, zaman da oluşmaz. Öyleyse, zaman doğal sistemin değişim-dönüşüm içinde olmasının bir sonucudur!

2. Bakış açısı: Değişim-dönüşümler neye bağlı, neler neye dönüşüyor? Bu bakış açısı bize, “uzun-dönemde zaman” kavramını anlamamızı sağlar. Şöyle ki:

Nereden geldik, Nereye gideceğiz?

Zamanı anlayabilmek için geçmişimize bakmak gerekir. Nerelerden geçerek günümüze gelindiğini ortaya koyalım.
Geçmiş nasıl tasarlanabilinir? 
         Varlıkların hangi sırayla ortaya çıktıkları saptanarak!
Bu işlem nasıl yapılabilinir?
                 Jeoloji denilen bilimden yararlanarak! Şöyle ki: Karalar sürekli aşınır ve aşınmış maddeler ırmaklarla denizlere taşınır ve deniz diplerinde depolanırlar. Denizlere taşınan bu maddeler arasında, yeryüzünde o an bulunan maddeler de bulunurlar. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler günümüzde denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu. Denizdeki katmanlar, bir kitabın sayfaları gibi, düzenli şekilde üst-üste yığışırlar; yaşlı olan altta, genç olan onun üstünde olacak şekilde. İşte bu yöntemden yararlanılarak dünyamızın geçmişi (neyin ne zaman ortaya çıktığı, ne zaman bir volkan patladığı, ne zaman nerede bir deprem olduğu, dünyamızın neresine ne zaman bir göktaşı düştüğü, vs. gibi dünyamızda gerçekleşen her olay) saptana bilinmektedir. Şimdi bu yöntemle elde edilen kayıtlara bakarak, geçmişimizi tasarlayalım.

Nerelerden Geçerek günümüze geldik? 


Nerelerden Geçerek günümüze geldik? 

Zaman nasıl bir şey?
Günümüzde
• 1- cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar, at-arabaları, mızrak gibi İNSAN BİLGİSİ üretimi olan aletlerimiz var;
• 2- bunların yanı sıra koyun, fare gibi memeli hayvanlar, kuşlar, bitkiler, balıklar, böcekler, mercanlar, salyangozlar gibi farklı GENETİK BİLGİLERE göre oluşmuş çok hücreli canlılar var;
• 3- bunların yanı sıra, amipler, terliksi hayvanı gibi çekirdekli tek-hücreli canlılar var;
• 4- bunların yanı sıra, bakteriler gibi çekirdeksiz tek-hücreli canlılar var;
• 5- bunların yanı sıra, kuvars, mika, feldspat gibi inorganik moleküller var;
• 6- bunların yanı sıra, azot, oksijen, karbon, demir, hidrojen, helyum gibi kimyasal elementler var;
• 7- bunların yanı sıra, proton, nötron, elektron gibi atom-altı-öğeler var.

Şimdi geçmişe doğru gidelim, bakalım neler değişecek:
• a- 100 yıl geriye gittiğimizde, “cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar”; 10 bin yıl geriye gittiğimizde at-arabaları; 50 bin yıl geriye gittiğimizde, “mızrak, ok” yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• b- 300 milyon yıl geriye gittiğimizde, “koyun, inek, fare, kuş, kertenkele, vs. yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• c- 600 milyon yıl geriye gittiğimizde, bitkiler, balıklar, böcekler, mercanlar, midyeler, salyangoz gibi hayvanlar yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• d- 2,5 milyar yıl geriye gittiğimizde, “amip, terliksi hayvanı” gibi çekirdekli tek-hücreliler de yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• e- 4 milyar yıl geriye gittiğimizde, “bakteri” gibi çekirdeksiz tek-hücreli canlılar da yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;
• f- 5 milyar yıl geri gittiğimizde, DÜNYAMIZ yok oluyor; dolayısıyla dünyamızı oluşturan madde dediğimiz moleküllerin de yok olduğu ve atomlarına ayrıştığı anlaşılıyor. Molekül yapma bilgisi olmadan, madde oluşturulamaz, gezegen vs. ortaya çıkamaz.
Daha eski dönemlere ait bilgiler için astrofiziksel verilerden yararlanılması gerekiyor. Onlar ise şunu gösteriyor:
• g- 5 milyar yıl ile evrenimizin başlangıcı arası dönem galaksi ve yıldız oluşumları ile geçiyor. Yıldızlar, atom denilen kimyasal temel elementlerin sentezlendiği nükleer ortamlardır. Dolayısıyla, atom yapma bilgisi olmadan, oksijen, karbon, demir gibi temel kimyasal elementler oluşturulamaz, kimyasal element olmadan molekül (su, mika, kuvars, feldspat gibi mineraller) oluşturulamaz. O nedenle 5 milyar yıl öncesi dönemde onları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor.
• h- Evrenizin başlangıcına gidildiğinde (ki o zaman tam bilinmiyor) “proton, nötron, elektron gibi madde oluşturucu temel öğeler” de yok. Yani bileşenlerine ayrışmış oluyorlar; bileşenler ise, ÇOK-ÇOK KISA ÖMÜRLÜ, ve ÇOK HAREKETLİ atom-altı-öğelerinden oluşuyor.

Öyleyse ilk sorunun yanıtı çok açık ve net: Yapılaşmalar, alt-sistemlerden başlıyor ve üst-sistem oluşumları şeklinde devam ediyor. Yani dünyada önce yumurta oluşmuş ve tavukları da yumurtalar oluşturmuşlardır.
Yani zaman başı-sonu belli olamayan bir sonsuzluk değildir Belli öğelerle başlar ve o taban öğelerinin bilgi oluşturarak daha ergonomik üst-sistemlerde birleşmeleri şeklinde gerçekleşen değişim-dönüşüm aşamalarından oluşur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder