Kuvvet Oluşumu

EK (4)- Kuvvet Oluşumu

Bir iş veya eylem yapan (varlıkları hareket ettiren) faktöre kuvvet denmiştir. Peki, bu faktör nasıl bir şeydir?

Fizikçiler kuvvet oluşumunu, enerji-gradyanı oluşumuyla açıklarlar. Örn., bir nokta daha sıcak, diğer nokta daha soğuksa, sıcak noktadaki moleküller, soğuk noktaya doğru akarlar. Bu şekilde bir kuvvet ortaya çıkmış olur. Yani bir kuvvet oluşturmanın yolu, enerji-gradyanı oluşturmaktan geçiyor. Peki doğadaki enerji-gradyanları nasıllar?

►Dünyamızın güneş etrafındaki yörüngesi eliptik olduğundan, kah güneşe yaklaşır, kah uzaklaşır; mevsim dediğimiz yaz-kış döngüsünü etkileyen faktörlerden biri (diğeri 23.derecelik yeryuvarı dönme ekseni eğimi olup, aşağıda açıklanacak) ortaya çıkar. Bunun sonucu yaşadığımız ortam 6 ay sıcak, 6 ay soğuk olur. Dolayısıyla 6 aylık döngüler şeklinde rüzgar veya deniz akıntı sistemleri oluşur.
►Dünyamızın güneş etrafındaki bu eliptik yörüngesi sabit değildir ve yaklaşık 100 bin yıllık bir döngüyle, kah daha fazla eliptik, kah daha az eliptik bir durum alır. Bunun sonucu dünyamızda 100 bin yılda bir büyük iklimsel değişimler olur.
► Dünyamızın kendi ekseni etrafındaki dönme ekseni, güneş etrafındaki yörüngesine dik değildir, yaklaşık 23 derecelik bir eğimi vardır. Bu eğim derecesi de sabit değildir ve yaklaşık 40 bin yılda 22- 24.30 arasında değişmektedir. Bunun sonucu dünyamızda 40 bin yıllık döngüler şeklinde iklimsel değişiklikler olur.
► Bu 23 derecelik eğimin yönü de yaklaşık 20 bin yıllık periyotlarda değişmektedir, dolayısıyla, iklimimizde bu nedenle de sürekli değişimler olmaktadır.
►Dünyamızın içyapısı da homojen değildir, kabuk kesimi dediğimiz yaklaşık 100 km kalınlığındaki dış kısmı katı ve soğuk, daha iç kesimleri sıcak ve akışkandır. Akışkan ve sıcak olan bu iç kesimlerdeki moleküller, soğuk olan kabuk kesimine doğru akıntılar oluşturmakta ve kabukta çatlamalara yol açarak volkanlar şeklinde yeryüzüne çıkmaktadır. Dolayısıyla çok değişik kuvvet sistemleri oluşturmaktadırlar.
►Hücreler gibi küçük boyutlu sistemlere inildiğinde, onların da enerji-gradyanı oluşturacak yapısallaşmalara sahip olduğu görülür. Hücre zarlarında reseptör denilen kapılar vardır ve bu kapılardan hücre içine girebilecek moleküller büyük bir itina ile seçilir. Reseptörler ve onlara bağlanabilinecek ligand denilen özel moleküller çevreden gelen sinyalleri algılayıp-değerlendirirler ve hücre-kutuplaşmasını sağlayacak şekilde kuvvetlendirici rol oynarlar. (Tan, R.Z., Ji, N., Mentink, R.A., Korswagen, H.C. and van Oudenaarden, A. : 2013: Deconvolving the roles of Wnt ligands and receptors in sensing and amplification.  Molecular Systems Biology 9:631)
►Mineraller gibi inorganik maddelere bakıldığında, onların da çok belirgin enerji-gradyanı oluşturucu varlıklar oldukları görülür. Anizotropi denilen özellikleri, enerjinin belli bir yönde fazla, belli bir yönde daha az yayılmasını sağlar. Bu şekilde her mineralin içinde enerji-gradyanı oluşmuş olur.
► Anizotropi özelliğinin haricinde, varlıkların kendilerine has bir refraksiyon-indeksleri vardır ve kendilerine  gelen fotonların belli bir miktarını alıp, diğer kısmını yansıtırlar. Bu şekilde doğada enerji-dağılımı rasgele olmaktan çıkar ve belli kurallara göre gerçekleşmiş olur ki, bu da ayrı bir enerji-gradyanı oluşturma sistemidir.
► Maddelerin en küçük yapı-taşları olan atomlar ve atom-altı öğeler dünyasına inildiğinde, onların sürekli bir artı-eksi (yapıcılık-yıkıcılık) dalgalanması içinde oldukları, yani çok temel bir enerji-gradyanı sistemine sahip oldukları görülür. Onlar en temel, en doğal kuvvet-oluşturucudurlar. Onlar doğadaki tüm diğer kuvvet-oluşum sistemlerini başlatan ve yürüten doğal enerji (ve kuıvvet) kaynaklarıdır. Onlar doğa ve dünyanın “Maxwell-şeytanlarıdır”!
Şimdi Maxwell-şeytanı ile ne denilmek istenildiğini açıklayalım.

Fizikçiler doğal sistemde kendiliğinden enerji-gradyanı oluşturulamayacağını, dolayısıyla doğada zaman içinde her şeyin dağılıp-düzensizliğe doğru gidileceğini ileri sürmüşler ve hala da sürmektedirler. Bunu da şu şekilde açıklamaktadırlar: İki tane oda düşünelim. Birinde sıcak hava olsun, diğerinde soğuk hava. Odalar arasında kapı açıldığında, sıcak hava ile soğuk hava birbirine karışır ve önceden oluşturulmuş olan düzen tamamen yok olur. Bu odaların birinde tekrar sıcak, diğerinde soğuk moleküllerin toplanması olanaksızdır. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için kapıya bir bekçi konulmalı ve bu bekçi, sıcak molekülleri ayırt edip, onun geçişine izin vermeli, ama soğuk moleküllerin girişine izin vermemelidir. Böyle bir  hayali “bekçi” fizikçiler arasında “Maxwell’s Demon = Maxwell şeytanı” olarak adlandırılmıştır.


Anlaşılacağı üzere, fizikçiler doğada yarı-kapalı sistemler ve bu sayede enerji-gradyanları oluşturularak çeşitli türlerde kuvvetler oluşturulacağı şeklinde bir düşünceden tamamen yoksundurlar. Halbuki taa atomlardan itibaren varlıklar hep yarı-kapalı sistemler, dolayısıyla enerji-gradyanları ve kuvvet sistemleri oluşturarak doğa ve dünyayı oluşturmaktadırlar. Her bir atom yarı-kapalı bir sistemdir; fotonlar alarak veya vererek elektronlarının enerji düzeylerini değiştirebilmektedirler. Elementlerin periyodik tablosu, tam bir enerji-gradyanı oluşturma sistemidir.  
Periyotlarda (satırlarda) sağa doğru ilerledikçe:
ametalik özellik artar,
iyonlaşma enerjileri artar,
elektron ilgileri artar,
oksitlerin asit karakteri artar,
atomik çaplar azalır.
         Sütünlarda aşağı doğru gidildikçe:
                   metalik özellik artar,
                   iyonlaşma enerjileri azalır,
elektron ilgileri azalır,
oksitlerin bazik karakteri artar,
atomik çaplar artar.
Tüm bunlar birer enerji-gradyanı oluşturma özelliğidir.
Doğa ve dünyamızdaki tüm varlıklar atom-altı öğelerden oluşurlar. Atom-altı-öğeler ise proton-nötron-elektron gibi birkaç temel öğeden oluşur. Bu atom-altı-öğeler yalnız olduklarında çok hareketlidirler ve bu çok hareketlilik nedeniyle çok fazla enerji tüketirler. Hiçbir varlık çılgıncasına sürekli hareketlilik içinde olmaktan hoşlanmaz ve bu nedenle birleşerek atom dediğimiz temel elementleri oluştururlar.



 Doğada durum böyle iken, yani tüm varlıklar farklı türlerde enerji-gradyanları oluşturarak, çeşitli türlerde ve yönlerde kuvvetler oluşturup, aktif birer varlık olduklarını gösterirlerken, bilim insanları varlıkların rastgele hareketler sonucu oluşan yapısallaşmalar olduklarında ısrar ediyorlar. Doğa ve dünyayı canlı bir sistem olarak görmemekte ısrarlılar. 
İnsanlar doğayı canlı kabul etmezler, can(lılık) (ruh) denilen şeyi, varlıklardan ayırıp, onun varlıkların haricinde bir şeyden kaynaklandığını düşünürler. Bunun nedeni atalarımızın hücre- kuant gibi temelde canlılık gösteren varlıklardan habersiz oldukları dönemde, bedeninde gerçekleşen hücreler arası etkileşimleri (rüyaları, hayalleri, vs) anlayamayıp, bu olayların bedene girip-çıktığını varsaydıkları hayali bir varlıklar-üstü canlılık sisteminden kaynaklandığını varsaymalarından kaynaklanır. Bu nedenle “ruh ve beden” birbirinden ayrı düşünülmüştür ve bu genel kanı günümüze kadar devam etmiştir.
Ruhla bedenin birbirinden ayrı düşünülmesinde bilim adamlarının da çok büyük günahı bulunmaktadır. Şöyle ki: Dünyamıza gelmiş en büyük bilim adamı olduğu kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir:
“In the Newtonian view, God had created, in the beginning, the material particles, the forces between them, and the fundamental laws of motion. In this way, the whole universe was set in motion and it has continued to run ever since, like a machine, governed by immutable laws. = Newton’cu görüşe göre, Allah başlangıçta tüm madde parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen kuvvetleri) ve hareketin temel yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren hareket içine girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru gider.”
Newton’un  evrensel gravite yasası, ve “the three laws of motion = hareketin üç yasası” gibi doğa-bilimlerinin temel taşlarını oluşturan çok önemli buluşları onu o kadar meşhur etmiştir ki, yukarıda zikredilen “yaratıcılık-canlılık vericilik” hakkındaki görüşleri de bilim dünyasını derinden etkilemiştir ve hala da etkilemektedir.
Günümüz insanlarının ‘Hiçbir maddenin bilinci yoktur… Onlar fizik yasalarının (veya Allah’ın) dikte ettiğinin dışına çıkamaz’ şeklindeki görüşleri Newton’cu doğal sistem görüşünden kaynaklanırlar.


Bu tür görüşe statik sistemli doğa görüşü denir. Statik sistemli doğa görüşünde, bir iş veya eylem yapan, planlayan veya düşünen hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”, bir ekstra “varlık” olarak tasarlanmıştır. Halbuki içinde yaşadığımız doğa sürekli değişim-dönüm içinde olan dinamik bir sistemdir. Yani insanlarımıza dinamik sistemli doğa görüşü bilgileri gereklidir. Bilim adamları ise bu dinamizmi anlayamamaktadırlar.  


►Görüldüğü üzere, doğa Maxwell-şeytanlarınca oluşturulmakta ve yönetilmektedir! Halbuki fizikçiler doğada “Maxwell-şeytanlı” bir sistem olmadığını ileri sürerek, asırlardır insanlığı yanıltmaktadırlar  Bunun günahını ise kimse üstlenmemektedir.

Daha ne diyeyim bilmiyorum!

Bundan tam 12 yıl önce bilim adamlarından oluşan bir grubun üyelerine şöyle bir yazı göndermiştim.
“İnsanların % 99.9unun beynindeki hücreler, sadece "kopyalama-taklit etme" yeteneğine sahiptirler ve bu nedenle insanların çoğunluğu belirli insanları "örnek" alarak davranışlarını ona göre ayarlarlar. Sadece binde birden daha az oranda bir insan beynindeki hücrelerde kişisel görüş oluşturma, yeni bir şeyler bulma ve yaratma yeteneği bulunur. Bunun içindir ki, insanlar kitleler halinde değişik inanç sistemlerine katılmışlar, onları "gelenek-görenek" gibi toplumsal değer yargıları olarak kabul etmişlerdir. Bu nedenle normal vatandaşın kendisine "örnek" alacağı, görüşlerini uygulayacağı kimselere ihtiyacı vardır. "Genel bir hayat görüşü" bunlar arasında en ön sırada gelir. Peki bu genel hayat görüşünü kimlerin ortaya koyması gerekir? Doğa-bilimciler haricinde kim gerçeklere uygun bir görüş ortaya koyabilir? Benim bilim adamlarına çağrım bu noktadan kaynaklanmaktadır. Bilim adamları, mevcut bilimsel verilere dayalı bir hayat görüşü oluşturup, bunu halka sunmazlarsa, (Günümüzde bu gibi görüşler insanlığa medya kanalıyla duyurulmaktadır. Bu açıdan bilimsel gurupların etkinliklerinin ortak bir basın bildirgesiyle kamuoyuna yansıtılması çok önemli olmaktadır.)  çağdaş bilimsel verilerden uzak, binlerce yıl öncelerine ait doğa ve dünya görüşleri, bu konuların pazarlayıcıları tarafından insanlara sunulmaya devam edilecek ve bu yanlış hayat görüşleriyle programlanan beyinler, yaşadıkları bu doğa ve dünyaya uyum sağlayacak bir işletim sistemi oluşturamayacaklarından, "bu fani dünyayı boş verip, mutluluğu başka hayali dünyalarda" aramaya yöneleceklerdir. Bunun tek suçluları da "doğa-bilimciler" olacaklardır! 

Bir miknatıs iğnesi rasgele mi bir yönü göstermektedir? Bir şakül tesadüfen mi yeryuvarı merkezine yönelmektedir? Bir-birini gören iki insanı birbirlerine doğru yönelten, birbirleriyle kucaklaşmalarını sağlayan bir güç yok mudur? Göçmen kuşlar gidip-geldikleri yolları rastgele mi seçmektedirler? Doğada her şeyin tesadüflerle oluştuğunu söyleyen "bilim adamalarına" sahip toplumlarda, toplumların cahillerce yönetilmesi kaçınılmazdır ve cahillerin elindeki bir toplumsal hayatın gelişip-kalkınması olanaksızdır. Bunun tüm sorumluluğu ise az önce belirtilen "bilim insanlarına" (fizikçiler, kimyacılar, biyologlar, paleontologlar, vs) aittir!
Yukarıda açıklamaya çalıştığım bilim-insanı sorumluluğunu hisseden her paleontolog, her stratigraf, her biyolog, her antropolog, her fizikçi, her kimyacı, kısacası her doğa-bilimcinin bu taslağı değerlendirip: hatalar varsa düzeltmesini, eklenilecek noktalar varsa eklemesini, çıkartılması gereken noktalar varsa çıkartmasını, o haliyle içeriğine katılıyorsa katıldığını bildirmesini, rica ediyor, hatta bunun için yalvarıyorum! Yeter ki ortak bir görüşle "Günümüz bilgileri ışığında doğa ve dünyayı oluşturup etkileyen güç sisteminin şöyle olduğu; hayatın şu olduğu; toplumların şöyle oluşturulmaları gerekliliğini" halka sunabilelim! Her şeyin değişim-dönüşüm içinde olduğu bir doğada yaşayan insanların bundan daha ötede bir bilgiye zaten ihtiyaçları olamaz!
İsmet Gedik”


Aradan tam 12 yıl geçti ve bu arada hala 3-4 bin yıl öncelerine ait bir hayat görüşüne göre toplumlar yetiştirilip-yönlendirilmektedir. Çünkü doğadaki sistemi mantıklı bir şekilde açıklayan başka bir görüş hala ortaya konmamaktır. Aklı başında olan her insan ise, doğada bir denge ve düzen olduğunu görüyor ve böyle bir düzenli sistemin rastgelelikle oluşamayacağının farkında.


Bu görüşümü 10-12 yıldan beri her yıl tekrarlıyorum.
Bu sene tekrarlamanın 12. yıl dönümü!
Bilim insanlarının şartlanmışlıkları devam ederken ve genellikle sessiz kalırlarken (genellikle diyorum, çünkü bazıları karşılıklı sohbetlerde DOM-görüşüne katıldıklarını belirtmekle beraber, bunu kamuoyu önünde açık ve net bir şekilde söyleme cesaretini gösteremiyorlar), normal vatandaşlar arasından çağrılara tepki verenler ve DOM-sistemini destekleyenlerin sayısı gittikçe artıyor. Ve sağduyulu bu şartlanmamış insanlarımız sayesinde gittikçe güçleniyoruz. Halk geneline öncülük etmek bu cesur ve mantıklı DOM-gillere düşüyor.
  Sessiz ve tepkisiz kalanlara iletmeniz dileğimle tekrar sunuyorum.


Meşhur şarkıda denildiği gibi:
“Geçiyor yıllaaaaar, ömür bitiyooooor!”

Ve toplumu yönlendirmekle görevli bilim ve siyaset insanlarının şartlanmışlığı hala devam ediyor. Roma'da 2500 yıl önce haklarına kavuşmayı beceren plebler gibi davranmak biz DOM-gillere düşüyor.

İsmet Gedik

Dip-Not: Mevsim oluşumunu etkileyen faktörler konusunda aydınlatıcı bir ek bilgi verilmesi gerekiyor, o da şu:

Mevsim deyince yaz-kış zıtlığı akla gelir. Yani dünya genelinde bir soğukluk - sıcaklık olması durumu.
Dikkat edin, dünyamız diyorum, güney veya kuzey yarı-küre demiyorum. Malum kuzey yarıkürede yaz mevsimi iken, güney yarıkürede kış mevsimi vardır. Yani her zaman dünyamızın bir yerinde yaz iken diğer yarısında kış vardır. Peki dünya genelinde bir mevsimsellik yok mudur?
İşte dünyanın yörüngesinin eliptik olması durumu bu konuda bir fikir oluşturmamıza yardımcı olur.

Dünyamız bir bütün olarak ele alındığında, güneşe en uzak olduğu zamanda az ısınacak, en yakın olduğunda ise en çok ısınacağı zaman olacaktır. Bu da dünya genelindeki mevsimselliği (yani dünyamızın en fazla ısındığı ve en az ısındığı zaman dilimini) verir.

Şekilde görüldüğü gibi, dünyamızın güneşe en yakın olduğu zaman Ocak ayıdır. En uzak olduğu ay ise Temmuz ayıdır. Ama bizler için yaz mevsimi Ocak ayında değil, Temmuz ayındadır.

Şekilde ayrıca 23 derecelik eğim açısı durumunun değişim döngüsü verilmiştir. Görüldüğü üzere, 19 bin yıl ile 23 bin yıllık aralıklarda (yaklaşık 21 bin yıl kabul edilir) dünyamızın dönme ekseninde bir değişiklik olur ve güneşe bakan yarı küre değişir. Bu durumda, bizlerin yaşadığı kuzey yarı-küre Ocak ayında güneşe dönük duruma geçer ve en çok ısınan konuma gelmiş olur. Yani yaz mevsimimiz Temmuzdan Ocak ayına geçmiş olur! 

Elbette bu değişim bir günde değil, uzun vadede yani yaklaşık 10 bin yılda gerçekleşir. 


KUVVET TÜRLERİ 

Yer-çekimi (veyahut gravite) kuvvetini herkes hisseder. Elektro-manyetik kuvvet de kolay algılanır. Zayıf etkileşim kuvveti de röntgen filmleriyle algılarız. Ama doğadaki enerjinin en büyük kısmını içinde barındıran baskın kuvvet dediğmiz diğer kuvvet türünü anlamak zor bir konudur.
Atom dediğimiz temel kimyasal elementlerin çekirdeklerinde proton ve nötronlar çok sıkı bir şekilde iç-içe bulunmaktadırlar. Bu proton veya nötronlara çekirdek oluşturucu anlamında “nükleon” denilir. Atomların kütlelerinin nerdeyse tamamını bu nükleonlar oluşturur. Çekirdek femtometre (fm) (10-15 m. yani metrenin katrilyonda biri) ölçeğindedir. Bu çekirdeğin 100.000 fm uzağında bir yörüngede ise, elektronları yer alır. Bu yapıyı şöyle de tasarlayabilirsiniz: atom çekirdeğini bir portakal olarak düşünürseniz, onun çevresinde yer alan (portakala oranla toz boyutundaki) elektronlar 10 km uzaktadırlar.
Anlaşılacağı üzere, çekirdek içinde protonlar ve nötronlar çok sıkı şekilde bir arada bulunmaktadırlar. Nötron (adına uygun) nötr bir öğedir. Proton (+) elektrik yüklüdür, elektron (-) elektrik yüklüdür. Aynı yüklü protonların sıkı bir şekilde bir arada bulunmaları normalde mümkün değildir, çünkü hepsi (+) yüklü olduklarından, birbirlerini itmeleri, birbirlerinden uzaklaşmaları gerekir. Hâlbuki birbirlerinden uzaklaşmıyorlar ve çekirdek içinde sıkıca bir arada bulunuyorlar. Bu açmazı açıklamak için fizikçiler kuvvetli-etkileşim ve zayıf-etkileşim adını verdikleri iki ekstra kuvvet türü tasarlamışlardır. (Diğer iki kuvvet türü ise, bizlerin aşina olduğu gravite ve elektro-manyetik kuvvet türleridir.)
Peki bu baskın ve zayıf-etkileşim kuvvetleri nasıl bir şeydir?
Fizikçiler bu durumuincelediklerinde, yeni bir etkileşim türü keşfettiler, buna da ‘baskın çekirdek gücü’ adını verdiler. Bu öyle büyük bir güçtür ki, çekirdekteki protonları bir arada tutmaktadır. Çekirdekteki protonlar yalnız olsalar bu baskın kuvvet oluşmuyor. Çekirdekte protonların yanı sıra nötronlar olursa bu baskın kuvvet oluşuyor. Dolayısıyla, çekirdekte nötronlarla protonlar arasında bir etkileşim, bir alış-veriş olmalı. Bu konu araştırıldığında, proton ve nötronların quark adı verilen üç adet temel öğeden oluştukları ve “color-confinement”, “renk yükü-çekimi” olarak tercüme edilebilecek bir iç etkileşim sistemine sahip oldukları kanısına varıldı. Kuarklar arasındaki çekim faktörü olan “color” sözcüğü ile aynı anlamda olan “chromo” terimi kullanılarak “Quantum Chromo-dynamics = QCD” adlı yeni bir fizik dalı oluşturulmuştur.
 Kuarkların en temel özelliği ise, diğer doğal öğelerin tersine, birbirlerinden uzaklaştıkça aralarındaki çekim kuvvetinin artmasıdır. Hâlbuki diğer kuvvet türlerinde öğeler birbirlerinden uzaklaştıkça, aralarındaki kuvvet de azalır. Bu nedenle kuarklar asla yalnız olamıyorlar ve hemen bir veya iki başka kuarkla birleşiyorlar. Baskın kuvvet denilen bu olağan-üstü güç sistemi doğadaki enerjinin en büyük kısmını depolayan sistemdir. Bu güç sistemi E=mc2formülü ile ifade edilen türde muazzam enerjiyi madde dediğimiz varlıklar içinde depolarlar ve doğadaki 90 küsur temel elementi oluştururlar.
Nükleer enerji genelde Uranyum denilen ağır elementin parçalanmasıyla elde edilir. Örn 238.04 atom ağırlıklı Uranyum elementi iki parçaya ayrıldığında, kütlesinin yaklaşık binde biri serbest enerjiye dönüşür. Dönüşüme uğrayan uranyum miktarının 1 gr = 0.001 kilogram olduğunu düşünsek, açığa çıkan enerji E=mc2 formülüne göre (0.001x (ışık-hızı=299792458)2) (yaklaşık 90 trilyon jul) gibi muazzam bir düzeye ulaşır ki bu da yaklaşık 25 milyon kilowat/saatlik bir enerjidir.
Nükleer enerji iki şekilde elde edilebilir:
►1: Atom bombası yapımında olduğu gibi, atomları parçalayarak (fizyon),
►2: Veyahut, hidrojen bombası yapımında olduğu gibi, atomları birleştirerek (füzyon).
Demir elementine kadar olan temel elementler birleştiklerinde enerji açığa çıkar, aynı şekilde demirden sonraki sıralarda yer alan elementler ise parçalandıklarında enerji açığa çıkar. Nükleer enerji bu şekilde elde edilir. Bir çekirdek parçalandığında ya da iki çekirdek birleştirildiğinde çekirdeği bir arada tutan muazzam büyüklükteki baskın kuvvet serbest kalır.
E=mc2 formülüne göre maddenin enerjiye dönüşmesi sadece atom dediğimiz kimyasal elementlerde geçerlidir. Bu nedenle doğadaki enerjinin en büyük bölümü, kimyasal elementlerin oluşumunda kullanılmıştır ki buna baskın kuvvet (strong force) denir.
Çekirdek içinde proton-nötronlar arası sürekli bir değişim-dönüşüm gerçekleşir, meson denilen sanal öğeler sürekli oluşup – tekrar yok olurlar ve bu şekilde aynı elektrik yüküne sahip protonların birbirlerini itmelerini önleyerek, onların çekirdek içinde bir arada bulunmalarını sağlarlar.
Dolayısıyla, kuvvetli- ve zayıf-etkileşim kuvvetleri, atom-altı-öğelerinin canlılık belirtilerinden başka bir şey değildirler.
Bu değişim-dönüşüm (doğum-ölüm) döngüsü olmadan doğadaki 92 kimyasal element oluşturulamazdı. Çünkü kuantsal sıçramalar (artışlar) şeklinde 2, 3. 5, vs. protonlu farklı elementlerin oluşması için mutlaka çekirdek içinde nötronlar bulunması şarttır. Hidrojen haricinde nötronsuz element bulunmamaktadır. Nötron-proton arası değişim-dönüşümler oluşturularak, (H) haricindeki diğer kimyasal elementlerin oluşturulması sağlanmıştır.

    Kimyasal elementlerin izotop denilen aynı özellikli ama farklı enerji düzeyine sahip “kardeşleri” vardır. Bir örnek verelim: Su H2O ile gösterilir. Hidrojen (H) atomunun 2H = D (Deuterium) ve 3H = T (Tritium) adlı iki izotopu vardır. Yani su molekülü D2O (2H2O) şeklinde de olabilir, T2O (3H2O)  şeklinde de olabilir. Hepsi su özelliği taşır, çünkü hepsinde de sadece bir adet proton bulunur. Tek farkları nötron sayılarıdır.  H2O molekülü 1 protonlu çekirdeğe;  D2O molekülü 1 proton + 1 nötrondan oluşan bir çekirdeğe,  T2O molekülü 1 proton + 2 nötrondan oluşan bir çekirdeğe sahiptiler. Bu nedenle D2O molekülü “ağır su” olarak bilinir, T2O ise çok daha ağır bir su molekülüdür.
Oksijen elementinin de izotopları vardır. Normal oksijen 16O, 8 proton +8 nötronlu iken;17O izotopu, 8 proton+9 nötronlu; 18O izotopu ise 8 proton+10 nötronludur. Dolayısıyla 17O ve 18O  izotopları normal oksijene göre daha ağırdırlar. Dolayısıyla H216O,  H217O ve H218O gibi farklı ağırlıklı su molekülleri de vardır.
Doğadaki her atomum birden fazla izotopu vardır, sadece hidrojen atomunun izotoplarına (deuteriıum, tritium gibi) ekstra adlar verilmiştir. Diğer elementlerin izotopları aynı adla, ama farklı ağırlık simgesiyle belirtilir, 16O veyahut 17O gibi.
Elementlerde “ağırlık” enerji içeriği ile orantılı olduğundan, bir su molekülünün hangi oksijen ve hangi hidrojen izotopundan oluştuğu, onun enerji düzeyini etkiler. Yani içtiğimiz her su molekülü bedenimizde farklı bir etkiye sahiptir. Doğadaki su moleküllerinin %99.9u normal H ve normal O’dan oluşur. Bu nedenle bizler pek bir şey fark etmeyiz. Ama en küçük enerji değişimine karşı duyarlı olan hücre ve moleküller için durum farklıdır. Onlar enerji düzeylerinden çok etkilenirler ve davranışlarını ona göre değiştirirler.

Şekil: Protonlar nötrona, nötronlar protona dönüşebilirler.
Atom-altı-öğeler dünyasında sürekli bir değişim-dönüşüm dansı oynanır, öğeler asla sabit-sakin duramazlar.


Doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar, enerji gradyanı oluşumuna bağlı olarak gerçekleştiğinden (bak: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/10/dogadaki-olusum-mekanizmasnn-dom-genel.html ) kimyasal elementlerin izotop oranlarının değişmesi ile oluşan enerji gradyanları doğadaki oluşum ve gelişimleri en temelden etkileyen faktör olarak karşımıza çıkar. Elementlerin izotop oranlarının değişmesinde ise, uzaydan (özellikle Güneş’ten gelen radyasyonlar) ve şimşek-çakmaları gibi yeryüzünde gerçekleşen olaylar ilk sırayı alırlar. Kimyasal elementlerin izotop oranlarının doğadaki oluşum ve gelişimlerde çok büyük rol oynadığı son yıllarda anlaşılmaya başlanmıştır. (Weiner & Dove (2003), Adkins et al (2003), Passey (2015), Yeung et al (2015), Wang et al. (2015))


DEVAMI

7 yorum:

  1. bilim isanlarının ortak bir görüşle açıklama yapması toplumu çok etkiler, ama birçoğu maaelesef sizin gibi duyarlı olamıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Duyarlı olmalarını sdağlamak için bizler güçlü bir birlik oluşturup, medyayı arkamıza almamız ve onları buna zorlamamız gerek.
      Papaların oybirliği ile seçilmelerini sağlamak için tüm seçime gidecekler bir kiliseye hapsedilir ve kuru-ekmek ve sudan başka bir şey verilmezmiş.
      Bilim-insanlarını da uzlaşmaya yönlendirmek için, benzer bir yöntem uygulanmalı. Saygılar,
      ismet gedik

      Sil
  2. Çok beğendim..çok aydınlatıcı buldum..Basit ve sade..tıpkı doğanın işleyişi gibi..üstte görünen ne kadar karmaşık da olsa temelde basit ve sade eylemler var..Bunu sözünü ettiğiniz biliminsanlarının kabul ve itiraf etmesi, yüzyıllardır bilim kavramı içinde oluşturulmuş kapalı kapıların ve yüksek duvarların yıkılması anlamına gelir..bu da insanoğlu için hala çok zor..yüzleşmek, tanımak, kabul etmek zor gelir..yine de doğa işleyişini sürdürür..Çok teşekkürler İsmet hocam.

    YanıtlaSil
  3. Bugün artık bilim insanı kalitesini bile tartışmalıyız. Sadece doğma bilgisi ile medya ve TV lerde boy gösteren kişiler asla bilim insanı olamazlar. İsminin başına nereden aldığı belli olmayan Prof gibi eklentiler bu kişilerin söylemleri beyni uyuşturulan toplumlarda geçerli olabiliyor sadece. Tanrı kavramının bile tartışıldığı günümüzde çıkıp da bir varlık tarafından tüm kainat ve yaşayanların kontrol edildiği, bunların suç ve sevablarının çetelesinin tutulduğu ve sonunda cennet vaadi ile dünyada yasaklananların cennette var olacağı bilgisi bile ne kadar çetrefilli ve yanlış. Ama sıkıysa biri çıkıp bu yanlışı dillendirsin! İnsanoğlu enerji beden ve holografik kavramını öğrenmek zorunda. Herşeyi bağnaz ve yoruma açık din kurallarına bağlamak tam da yobazlıktır. İnsanlığa karşı olan her eylem ne garip ki kitaplarda yer almaktadır. Ancak sayın İsmet Bey ve onun gibi düşünenlerin hiç bir hükmü yok gibi tavır alınmaktadır. Yaşamakta olduğumuz gericilik statükoyu koruyan ve dolayısıyla kendi hükümran egemenliğini sürdürmek çabasıdır. Kalitesi olmayan kişiler toplumu oluşturur ancak uygulamaları acemice ve kendi dünya nimetlerini artırmak yönündedir. Bakın her gün kaç tane örneğinin kolayca görürsünüz. Bu kadar açık olan bu görüşler neden karşıt olan taraftar bulamıyor sorusuna yanıt vermek çok zor. İnsanların borçtan kıvranırken altına son model araç, eline en pahalı cihazı almasının sapkınlık dışında anlamı yok. Bir gün tüm tabular yıkılacaktır ancak yitirilen yaşamlara yazık olacaktır.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazdıklarınız çok geçekçi Serdar Bey.

      Sil
  4. YÜCE EVRENSEL YASALAR..,KARARLI,ŞAŞMAZ,TİTİZ,AKIL ÜSTÜ,İNTİZAMLI,SAYIŞAL,TARTIŞMASIZ
    İNSANÜSTÜ,TESADÜFLERİ OLMAYAN,KOZMİK DÖNGÜLER,KOORDİNATLAR,MANTIKSAL DÜZENLERDİR.
    Yumurta, makro bir hücredir.
    Güneş sistemi,makro atomdur.
    İnsan, kainat'ın efendisidir.
    Hangi insan...?
    Üstün insan,
    İdeal insan,
    Hayvan insan,
    Hayvandan çok aşağı insan olmak üzere,hayat sınavında,bilerek,inanarak,savaşarak,
    kendi özgür iradelerimizle,hakettiğimiz,yukardaki katoğoriye dahil oluruz.

    BENDENLERİMİZ, BU DÜNYA'YA AİT,TOPRAK TÜREVLİ TRB. 100 TRİLYON HÜCRE BU DÜNYA'YA
    AİT; RUHLARIMIZIN BİNEKLERİDİRLER. RUHLARIMIZ İSE; BEN DEDİĞİMİZ,ONURLU,KİBİRLİ,DUYGU VE DÜŞÜNCELERLE,KIYASLAMA VE ARZULARLA DOLU,ÖZÜMÜZDÜR.İŞ VE EĞLEMLERİMİZLE,KÜRESEL SAHNEDE,İYİ VEYA KÖTÜ ROL OYUNCULARIYIZ.ÇOK BOYUTLU,İLAHİ BİR KAYDA ALINMAKTADIR TÜM HAL VE HAREKETLERİMİZ.
    KİM NE EKER İSE ONU BİÇER. YÜCE ALLAH KULLARINA ASLA ZULM ETMEZ. İNSANLAR,KENDİLERİNE VE MASUM VARLIKLARA YAPTIĞI ZULÜMLERİN BEDELLERİNİ ÖDERLER.!

    YanıtlaSil
  5. İNSANLIK ALEMİNE, 2013 YILI İTİBARI İLE,HERGÜN TRB.1.500.000 İNSAN DOĞAR, TRB.HERGÜN 1.100.000 İNSAN ,BEDENLERİNİ BU DÜNYADA BIRAKARAK,GELDİĞİ ALEME DÖNMEKTEDİR.
    Bireyler,
    Aileler,
    Toplumlar,
    Hükümetler,
    Devletler,Araştırmadan,düşünmeden,bilinçsizce, kendimize,varlıklara,hava,su,toprak,genlere,masum varlıklara zulm ettiğimizin farkında değiliz.
    Moleküler bedenlerimiz,madde ötesi ruhumuz,küresel döngüler aleminde, iç ve dış vizyonu kavrayamamaktayız.!Ye4mek,içmek,eğlenmek,zevklenmek dışında hayatı anlamamaktayız.

    DOĞA,ÇEVRE,HAVA,SU,TOPRAK,YARATILIŞI BOZMAKTAN SORUMLUYUZ.!ZİRA; 13750KM.ÇAPINDA,GÜNEŞ ETREFINDA,SANİYE2DE 40KM.HIZ YAPAN DÜNYA GEMİMİZ
    MİNİK BİR SINAV ALANIDIR.HERGÜN DOLAR BOŞALIR.
    HER SUNİ ÜRETİM,KİRLİLİK,ZULÜM,VE MASUM VARLIKLARIN, YAŞAMINA YAPILAN SABOTAJDIR.
    YARATILIŞ; MÜKEMMEL,KARARLI,TİTİZ VE DEĞİŞTİRİLEMEZDİR.(Anlayanlara)

    YanıtlaSil