BEDENLERİN YAPICILARI VE BAKIMCILARI

DOM (17)- BEDENLERIMIZIN YAPICILARI VE BAKIMCILARI OLAN HÜCRELER


— Oluşturdukları bedenlerde neden ağrı, sızı gibi rahatsız edici durumlar oluşturuyorlar?
— Neden kanserojen olup, yaptıkları bedenleri tekrar yok ediyorlar?
    Bu soruları yanıtlamadan önce, sizlerin kendinize şu soruyu sormanızı istiyorum: Beynimizdeki 100 milyar hücrenin her biri, yaklaşık 40-50 bin farklı faktörü dikkate alıp değerlendiriyor, çeşitli olasılık hesapları yapıyor ve ulaştığı sonucu diğer bir sinir hücresine aktararak, beynin bir karara varmasına çalışıyor. Acaba bu hücre, hangi 50 bin faktörü değerlendiriyor? Bunu cevaplamaya çalışırken, hücrelerimizin 3.5 milyar yıllık geçmiş tarihlerinde hangi aşamalardan geçerek ne tür faktörlerden etkilendiklerini hatırlamanızın yararlı olacağını hatırlatmak isterim. 
    Yeri geldikçe tekrar hatırlattığım üzere; sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Yani doğa ve dünyamız dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemler teorisi ilkelerine göre düzenlenmektedir. Bu ilkeler ise, salınımcılar dediğimiz temel canlıların, daha rahat bir duruma ulaşmak için oluşturdukları ortaklık prensipleridir. Bedenlerimiz de, bu temel prensip uyarınca hücrelerimizin oluşturdukları ortaklık sistemleridir. ‘Acı duyma’ gibi bir uyarı sisteminin olmadığı bir beden düşünün. Hücrelerin ortaklık sistemi olan bedende bir yara açıldı ve hücrelerin ihtiyacı olan maddeleri taşımaya yarayan kan dışarı akıyor. Akma durdurulmazsa, kan kaybından ortaklık tamamen çökecek. İşte bu gibi bir duruma karşı, hücreler ortaklık sistemlerini acı duygusu ile donatmıştır ki, acının olduğu yerde bir sorun olduğu anlaşılsın ve yara sarılarak kan akımı durdurulsun!
    Doğadaki değişim-dönüşümler rastgele veyahut önceden belirlenmiş bir tarzda değil de tamamen olasılık hesaplarına göre gerçekleştiğinden, varlıklar, nelerin nelere dönüşebileceğinin hesaplamalarını yapacak şekilde bilgi oluşturmaya ve bu bilgileri depolayıp gelecek nesillere aktarma çabası içindedirler. Bu nedenledir ki, dinamik sistemler teorisinin temel ilkelerinden biri, maksimum enformasyon prensibidir (MİP). Bu nedenle bilgi, eksponansiyel (üssel) şekilde artmaktadır.
    Her şey sürekli bir değişim-dönüşüme uğramak zorunda olduğundan, tüm varlıklar arasında tavuk-yumurta döngüsü sistemi geçerlidir. Bu döngü sisteminde, bilgiler hep alt-sistemlerin yapısal-dokusal durumlarına yansıtılarak kayıt altına alınırlar. Bunun sonucu, alt-sistemlerin yapı-ve-dokuları zaman içinde sürekli değişime uğrar.

 Bedenlerimiz hücrelerimiz tarafından yukarıdaki ilkelere uyacak tarzda oluşturulurlar. Bu tarz oluşumlarda, bedenlerin çevredeki koşullara uyum derecesi en önemli kriterdir.
Hücreler arası anayasa ilkeleri

     Bedenler, hücrelerin oluşturdukları ortak yaşam sistemleridir ve çok kesin ortaklık ilkeleri bulunur. Bu ortaklık sisteminde hücreler belli alanlarda uzmanlaşıp, o alanda bir hizmet üretirler. Bu şekilde çeşitli organlar ortaya çıkar.
    Ortaklığın ilkelerinden en önemlileri şunlardır:
   (a): Bir hücrenin sunduğu hizmete çevresindekilerden (A, B, C) istek geliyorsa, o hücre yaşamına devam edecektir.
   (b): Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (F,G)lerden de istek geliyorsa, o hücre çoğalacaktır. (İdman yaparak belli kasların geliştirilmesi gibi)
     (c):  Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (D,E) gibi başka hücrelerden yeni görevler isteniyorsa,  hücre o görevleri yerine getirecek şekilde değişime uğrayıp,  yeni görevi yapacak şekle dönüşecektir. (Bir organın kaza sonucu yok olması durumunda,  organın görevlerinin başka hücrelerce devralınması ve yerine getirilmesi gibi).
    (d): Bir hücrenin sunduğu hizmete başka hiçbir hücre ihtiyaç duymuyorsa, o hücreye bedende artık ihtiyaç kalmadığından, hücrenin intihar etmesi (apoptoz kuralı) gerekir. (Uzaya gönderilen ilk astronotlar, bir deri - bir kemik olarak dünyaya geri dönmüşlerdir. Çünkü uzayda yer-çekimi-kuvvetinin azalması –hatta  hiç olmaması– nedeniyle, bacaklardaki kas hücrelerine hiç görev düşmez. Bunun sonucu, kendilerine görev düşmeyen kas hücreleri intihar etmeye başlarlar. Bu olayın fark edilmesinden sonra, uydulara çok çeşitli spor aletleri konarak, hücrelere ihtiyaç duyulduğu mesajı vermeye başlanmıştır.)

    Bedenlerimizdeki hücreler, bu ortaklık ilkeleri haricinde, diğer tüm canlı + cansız varlıkların da uymak zorunda oldukları dinamik sistemler yasalarına da uygun davranmak zorundadırlar. Dinamik sistemlerde her şey atom, molekül gibi küçük yapıtaşlarının ortaklıklarından oluşurlar ve herhangi bir yeni şey oluşturma bilgisi de bu temel-yapıtaşlarında depolanıp, gelecek kuşaklara aktarılırlar. Örneğin bir bitki veya hayvan bedeni oluşturma bilgisi, o bitkinin tohumlarında, veyahut hayvanın yumurtalarında (+spermlerinde) bulunurlar. Atom, molekül gibi küçük öğelerin hücre, beden gibi üst-sistemler oluşturmalarının temel nedeni ise, rahatlama dürtüsüdür. Rahatlama dürtüsü nedeniyle, tüm varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere uyumlu olacak şekilde yapısal durumlarını değiştirirler. Bu değiştirmeler hep çevredeki diğer varlıklarda gerçekleşen değişim-dönüşümler dikkate alınarak yapılır. Onun için tüm varlıklar arasında karşılıklı bağımlılık (circular causality) denilen bir ilişki vardır. Bu karşılıklı ilişki sistemi içinde, varlıklar kendilerine doğada yeni oluşmuş nesneleri bir hedef olarak seçip, o varlıktan (onun sahip olduğu enerjiden, vs.) yararlanmayı planlarlar. Bu duruma dinamik sistemler teorisinde “atraktor (hedef, çekim noktası) oluşturma” denilir. Diyelim ki bu çekim noktası, ağaçlardaki meyvelerden yararlanmak olarak belirlendi ve bu hedefi belirleyen de, o zamana dek yeryüzündeki bitkilerle beslenen bir sürüngendi. Tüm bilgiler varlıkların bileşenlerinde depolandığından, böyle bir hedef belirleyen asıl öğeler, o sürüngenin hücreleridir. Bu durumda, bu sürüngenin hücreleri yeni bir beden tasarımı amaçlayan ve bu nedenle de yeni bilgiler oluşturmak zorunda olan varlıklar olmuş olurlar. Sürüngenin bedenindeki hücreler arasında, o zamana kadar, koşmaya ağırlık veren bir düzen-ölçütü vardı. Yani bedenin oluşumunda hücreler, ortaklık ilkesi olarak bu amaca (hedefe) öncelik verecek şekilde hücrelerdeki moleküllerin yapısallaşmalarını ayarlamışlardı. Şimdi amaç veya hedefin, ağaçların tepelerindeki meyvelere ulaşmak ve onlardan beslenmek olarak değiştirilmesi gerekince, temel bileşenlerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, bu hedefe ulaşılacak bir beden yapısallaşması sağlanmasına çalışılır.
    Meyveli ağaçların ortaya çıkmasıyla hedef değişikliği oluşmasıyla, hücrelerin genetik bilgi depolarındaki kayıtlarda yukarıda sıralanan ilkelerde gerekli değişikliklerin yapılarak, yeni bir düzen-ölçütünün (yani zıplayıp-uçabilecek bir beden tasarımının) geçerli olduğu yeni bir beden tasarımı başlatılır. Her yeni beden tasarımı, yeni bir üst-sistem oluşturma eylemidir. Bu üst-sistemde geçerli olacak ortaklık ilkelerine o sistemin düzen-ölçütü denir ve yukarıda özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre gerçekleştirilir.
    Bedenlerimizin tasarımcıları ve bakımcıları olan hücrelerimiz, böylesine karmaşık bir karşılıklı ortaklık ilişkisi içindedirler. Peki, böylesine zor ve yoğun emek ürünü olarak bedenlerimizi oluşturan hücreler, nasıl oluyor da kanserojen olup, binbir emekle oluşturdukları bu bedenleri yıkmaya-dağıtmaya koyulabiliyorlar?
    Kanser oluşumlarının vücutta genellikle “kronik yangı veya ateşlenme” bulunan noktalarda oluştukları ve yara-iyileştirme olayı ile kanser oluşumu arasında çok yakın benzerlikler olduğu saptanmıştır (Schäfer & Werner 2008). Bunun ne anlama geldiğini açıklamak için, yaygın kanser türlerinin oluşumuna bir göz atalım.
    1- Stres, bedendeki hücreler arasında uyumsuzluk yaratır; uyumsuzluk hücreler arası çatışma demektir, çünkü heat-shock-protein (HSP) denilen ateşlenme ürünlerinin oluşumuna yol açarlar. Dolayısıyla stres kanserojen etki oluşturur.
    2- Kullanılmayan organların hücreleri, hücre-ortaklığı ilkeleri gereği intihar etmek mecburiyetindedirler. Genetik yapıları uyarınca kendilerine verilecek bir görev yapmaya hazır olmalarına rağmen, insanların doğal sistem kurallarını dikkate almayan hayat tarzları ve görüşleri nedeniyle kendilerine görev verilmediği için intihar etmek zorunda kalan hücreler, isyan edebilirler ve kanserojen olmaya zorlanırlar. (Meme kanserinin daha çok emzirme yapmayan kadınlarda yaygın olması, posalı yiyecekler yerine posasız yiyeceklere ağırlık veren insanlarda kolon kanserinin yaygın olması vs. bu türdendir).
    3- Karaciğer kanserleri genellikle kronik viral hepatitis sonucu;
    4- Mide kanserleri genellikle Helicobacter pylori tarafından oluşturulan mide yangılanmaları sonucunda;
   5- Bağırsak kanserleri, bağırsaklardaki iltihaplanmalar-yangılanmalar sonucunda;
    6- Akciğer kanseri, akciğerde depolana sigara-artıklarının (veya başka tür zerreciklerin) oluşturdukları yangılanmalar sonucunda;
    7- Radyasyona bağlı kanserler, hücrelerin genetik dokularında zararlı ışınların oluşturdukları bozulmaları tamir etme çabaları sonucu oluşan kronik yangılanmalar sonucunda;
       8- vs... oluşmaktadırlar.

Şimdi sizlere yaşanmış bir örnek vererek, kanser oluşumunu ve kanserle nasıl başa çıklacağını göstermek istiyorum
Onkoloji alanında 30 yıldır çalışan bir bilim adamı ve aynı zamanda bir tıp doktoru olan Belçika’lı  Prof. Dr. Vincent Castronovo, kaderin bir cilvesi ile 2011 yılında gırtlak kanserine yakalanır ve kendi uyguladığı tedavi yaklaşımı ile bu hastalıktan 1 yıl içinde kurtulur. Nasıl kurtulduğunu
adresinde verilen söyleşide anlatır. Özetle şunları vurgular:
Castronovo, tüm kanser olaylarına neden olan temel faktörün, bir organda uzun süreli iltihaplanma olmasının olduğunu vurguluyor. İltihaplanma (dolayısıyla enflamasyon) oluşumuna neden olan faktörler arasında ise:
►1-Beslenme bozukluğu (yağ-şeker-tuz vs. gibi maddelerin aşırı kullanımı);
►2-Ekolojik-bağımlılıkların dikkate alınmaması (bağırsakta beden hücreleriyle ortak-yaşam (simbiyoz) içinde yaşayan bakterilerin kullanılan ilaçlar nedeniyle öldürülmesi sonucu sindirim sisteminin bozulması, vs.)
►3-Sigara, çevre kirlenmesi ve hatalı ziraat usulleri nedeniyle besin maddelerinin kalitelerinin bozulması gibi çevresel faktörler;
►4-Hareketsizlik, çiğneme tembelliği, vs. gibi doğal-yaşam-koşullarından uzaklaşma;
►5-mutlu olmama (gülme-yoksunluğu)
Vs. gibi nedenler sıralanıyor.
Ve tedavi için: Beslenme, Egzersiz, Sevgi ve Dostluk öneriliyor.

Görüldüğü üzere, DOM-sistemi bakışı ile oluşturulan bilgiler, kanser uzmanlarının öne sürdükleri görüşlerle bir-e-bir örtüşmektedir.

Kötü beslenme, kötü yaşam alışkanlığı vs gibi nedenlerle bir organın hücrelerinde iltihaplanma başladığında, bağışıklık sistemi hücreleri bu iltihaplanmayı durdurmaya çalışırlar ve bu nedenle enflamasyon denilen ateşlenme ortaya çıkar. Hücrelerdeki iltihaplanma, alışık olunmayan bir maddeden kaynaklanır. Bu madde bir virüs veya bakteri olabileceği gibi, herhangi bir kimyasal madde de olabilir. Bu nedenle doğal sistem koşulları içerisinde büyüyüp gelişen hücrelerimizin nelerden nasıl etkilendiklerini bilmemiz çok önemlidir. DOM- sistemi tam bu bakış açısıyla oluşturulmuştur.
Bedendeki tüm organlardaki hücrelerin bazılarının bir-iki ayda, bazılarının da en fazla 5-6 yılda yenilendikleri bilinmektedir. Şimdi aylar (veya yıllardır) sürekli bir iltihaplanma içinde olan bir organın hücrelerindeki yenilenme durumunu düşünelim. Yenilenecek hücre sorunlu bir hücre, uzun zamandır sorununu çözememiş. Yerine gelecek yeni oluşacak hücre aynı onun gibi olursa, sorun aynen devam edecek demektir. İşte hücrelerin açmazı bu noktadır. Kanser oluşumunda dikkate alınması gereken temel nokta budur.
Yukarıdaki sıralanan kanser nedenlerinden birinin   ►5-mutlu olmama (gülme-yoksunluğu) konusu da bu nedenle çok önemlidir.
*-1- Bir insan yaptığı işi severek yapıyor ve yaşamdan zevk alıyorsa, o insan mutlu olarak bilinir, yüzü güler. Bu tür bir insanın bedenindeki hücreler, şöyle düşünürler: Bir beden oluşturmuşuz ki, çevre koşullarına uyumlu ve başarılı, öyleyse iyi bir ürün ortaya koymuşuz! Bu durumda hücreler bedende mutluluk hormonları yayarlar ve o bedenin hayatta kalması için ellerinden geleni yaparlar.  
*-2- Bir de tersi durumu düşünelim: Kişi yaptığı işi sverek yapmıyor, hayattan zevk almıyor, yüzü asık ve mutsuz. Bu tür bir insanın bedenindeki hücreler, şöyle düşünürler: Bir beden oluşturmuşuz ki, çevre koşullarına uyumlu değil ve başarısız, öyleyse kötü bir ürün ortaya koymuşuz! Bu durumda hücreler bedende mutsuzluk hormonları yayarlar ve o bedeni hayatta tutmak için de aşırı bir gayret göstermezler.
  

    Alerji, kurdeşen, sedef, astma gibi hastalıklar hücrelerin doğadaki belli sinyalleri yanlış yorumlamaları sonucu oluşurlar. Araştırmalar astma ve alerji gibi hastalıklara en çok, şehir (veya apartman) çocuklarında rastlanıldığını göstermiştir.  Bunun temel nedeni de, doğal çevre koşullarından uzaklaşılmış bu tür ortamlarda büyüyen çocukların hücrelerinin doğal çevre koşullarıyla yeterince karşılaşmamış olmaları nedeniyle, hücrelerin bazı konularda “eğitimsiz, bilgisiz” kalmalarıdır. Malumunuzdur, aşı dediğimiz olay, bir hücre eğitimi sistemidir. Aşı, çok zayıflatılmış mikropların bedene verilerek, hücrelerin bu zararlı mikropları tanımları ve onlarla nasıl başa-çıkacaklarını öğrenmeleri olayıdır. Dolayısıyla, alerji ve astma gibi hastalıklardan kurtulmanın en basit ve doğal yolu da, hücrelere doğada nelerle karşılaşmalarının gerekli olduğu temel bilgisinin verilmesinden geçer.
Kanser dahil, alerjik tüm hastalıklardan kurtulmanın en kestirme yolu, kişiyi tamamen yalnız başına doğal ortamla karşı karşıya getirmekten geçer.
     Bir kişi, her türlü sosyal yaşamdan uzak bir yerde (bir dağda veya ormandaki mağarada) yalnız başına yaşamaya mecbur kalırsa ne olur?
İnsanlar doğal sistem koşulları karşısında, neyin neye bağımlı olduğunu, hücrelerin neleri nasıl yorumlaması gerektiği vs. gibi bilgileri “doğru” olarak öğrenme ve hücrelerini bu yönde yönlendirme fırsatı bulurlar.
    DOM-sistemine girişte ilk vurgulanan konu, doğada neyin neye bağımlı olarak geliştiği temel bilgisidir. Bu temel ilişki sistemi şu örnekle açıklanmaya çalışılmıştır:
    “Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de kulağına dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip, orman ıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz; mideleriniz doldu ve bedeninizdeki tüm kan, aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarınızdan kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz.
    Bakın şimdi ne olur... Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni” harekete geçer.
    Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen “pitiutary” (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler. Bunun üzerine “pitiutary” (P) kan dolaşım sistemine "adrenocorticotropic hormones (ACTH) " salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar.
    Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir.
    Bu arada gözünüz arkadaşınızın kolundaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti!
     Peki, ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi?
    Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek “bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur” mesajı verilir.
    Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda, “bilinçaltı” dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer.”
    Bedenler doğal ortam koşullarında yaşamaya bırakıldıklarında, ister-istemez bir sürü korkulacak durumla karşılaşırlar. Bu gibi durumlarda bedendeki hücreler, önemsiz alerjik konularla değil, hayati önemli konularla uğraşmaları gerektiğinin farkına vararak, beden içindeki ufak sorunları bırakırlar. Yani bağışıklık sistemindeki mücadeleye ara verirler.
Bedendeki hücrelerin birkaç ayda yenilendikleri dikkate alınırsa,  tamamen doğal sistem koşulları altında yaşayan bir bir bedende, yeni oluşacak hücrelerin, tamamen sağlıklı bir şekilde yapısallaşmaları ve yanlış yorumlamalardan kurtulmuş bir beden ortaya çıkması çok doğal bir sonuçtur.
Tıbbi yöntemlerle iyileşme umudunu tamamen kaybetmiş kanser hastalarından bazılarının Tibet dağlarında yaşamaya başladıktan sonra tamamen iyileştikleri şeklinde haberler bu açıdan değerlendirilirse anlam kazanırlar.
  Bu nedenle, DOM-sistemi bilgileri sadece toplumsal sorunlarımızın çözümünde değil, kişisel-bedensel sorunlarımızın çözümünde de en temel başvuru kaynağı rolü oynamaya devam ediyor.
    Hücrelerimiz, oluşturdukları bedende işlerin yolunda gitmesi için dur-durak bilmeden, geceli-gündüzlü çalışıp, ortaklık sistemlerinde her şeyin en iyi şekilde yürümesine çabalarlarken; atalarımızdan bize aktarılmış hatalı doğa görüşlerini çocukluk evresinde hücrelerimizin işletim sistemine entegre ederek onların doğal çalışma sistemlerini bozmamızdaki mantıksızlık, bizlere çeşitli hastalıklar olarak geri dönmektedir. Hücrelerimizin işi zaten çok zorken, biz onları daha da çok strese sokuyoruz.


HÜCRELERden alınacak DERS

    Önceki bölümlerde açıklandığı üzere, doğada her şey bileşenlerinin denetimi ve kontrolü altında olmaktadır. Bileşenler oluşturdukları yapıya sahip çıktıkları, o yapıyı ayakta tuttukları sürece o sistem hayatta kalmakta, yoksa dağılmaktadır.
    Durum böyle iken, neden insanlar ait oldukları toplumsal sistemlerde işlerin yolunda gitmesi için bizzat aktif rol almıyorlar da, toplumun sevk ve idaresini, lider dedikleri ve olağanüstü yetkilerle donattıkları kişilere bırakıyorlar? Bedendeki her bir hücre geceli-gündüzlü kendine düşen görevi yerine getirecek şekilde çabalarken, insanlar neden tembel, pasif duruyor ve işlerin tepedekilerce yerine getirilmesini bekliyorlar?
    Bu sorunun yanıtını bulmamıza yarayan ipucunu Frazer’in (1890) bir araştırması vermektedir. Frazer bu eserinde, Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’ya, Pasifik adalarına kadar dünyanın birçok ülkesindeki gelenek ve görenekleri ve bunların nasıl ortaya çıktıklarını araştırmıştır. Vardığı sonuç çok ilginçtir: İnsanlar daha rahat yaşamaları, toplumda işlerin yolunda gitmesi, kuraklık olmaması, ürünlerin bol olması, vs. gibi nedenlerden hareketle gelenek ve göreneklerini oluşturmuşlardır. Ürünlerin bol olmasını, kuraklık olmamasını vs. ise doğa-üstü bir gücün denetlediğini varsaydıklarından, bu doğa-üstü  gücü temsil ettiğine inandıkları lider, kral, vs. gibi kişilere bel bağlayarak daha rahat bir yaşam süreceklerine inandıklarından, toplumda işlerin sevk-ve idaresini, tepeye yerleştirdikleri ve olağanüstü yetkilerle donattıkları bu kişilere bırakmışlardır. İşte bu şekilde tepeye bağımlılık sisteminin temelleri atılmış ve insanların kendileri pasif kalmaya alıştırılmışlardır. Binlerce yıldır bu böyle sürmektedir, çünkü her şey geleneklere yansıtılmıştır ve otomatik şekilde nesilden nesile aktarılmaktadır.

    Bir devlet toplumun sahipliğini/yönetimini  kral, sultan gibi otoritelere, veyahut  otoriter yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, YÖK, Danıştay, Yargıtay, vs. gibi tepeye yerleştirilmiş makamlara bağlıyorsa, o toplumda her zaman bu tepedeki güç odaklarını ele-geçirme savaşları yapılır. Yüzlerce, hatta binlerce yıldır yapılan tüm kavgalar ve savaşlar bu yüzden olmaktadır. İktidar dediğimiz bu tepeyi ele geçirmeye dönük mücadeleler, toplumsal hayatta karşılaştığımız sorunlarımızın büyük bir kesimini oluşturur. Şimdi tarihimizden örneklerle konuyu açıklık getirelim.

- Tarih boyunca cinayetler, darbeler, komplolar

İster faili belli olsun, ister olmasın, tüm siyasi cinayetler, komplolar, vs. iktidar dediğimiz devlet yönetimini ele geçirme mücadelelerinden kaynaklanırlar. 

Örneğin İngiltere’de:


- Aethelred II, üvey kardeşi  Edward’I  Corfe şatosunda öldürterek 978’de  İngiltere kralı olmuştur.
- Kral Henry I ( 1100 - 1135 ) kardeşi kral William II’yi 1100 yılında öldürterek onun yerine kral olmuştur ve kendisi de 1135’de zehirlenerek öldürülmüştür..
-Kral Edward II ( 1307 - 1327 )  1327 yılında karısı Isabella tarafından Berkeley şatosunda öldürtülmüştür.
- Kral VI. Henry 1471’de Londra Kulesinde bıçaklanarak öldürülmüştür. Yerine oğlu V. Edward geçer.
-1483’de ise  V. Edward ve kardeşi Richard Londra Kulesinde Richard III tarafından hapsedilmişler ve sonra da kaybolmuşlardır. Yeni kral ise Richard III ( 1483 - 1485 ) olmuştur.

Bizim tarihimizde ise:

      - Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, amcası Dündar Bey’i rakip gördüğünden onu öldürtür. Yerine oğlu Orhan Bey geçer,
      - Orhan Bey’den sonra tahta geçen 1. Murat hem oğlunu, hem kardeşini öldürten ilk padişah olarak bilinir. Kardeşleri İbrahim ve Halil ile oğlu Savcı Bey’i öldürtmüştür.
      -  Yerine geçen Yıldırım Beyazıt, kardeşi Şehzade Yakup’u öldürtür.
       - Ondan sonra, kardeşlerini öldürterek tahta çıkan 1.Mehmet olmuştur.
       - Ondan sonra tahta geçen 2. Murat amcası Mustafa Çelebi’yi ve kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmut’u boğdurtmuştur.
       - Ondan sonra tahta geçen 2. Mehmet (Fatih), kundaktaki kardeşi Ahmet’i boğdurtmuştur.
       - Ondan sonra tahta geçen Yıldırım Bayezit, Kardeşi Cem Sultanı öldürtür (Taht kavgasını kaybeden Cem, İtalya’ya kaçar; Yıldırım Bayezit de, Papa Alexandre Borgia’ya 300 000 altın vererek Cem Sultan’ı öldürtür (1495); cesedini Bursa’ya getirtir.)

     ¨Kardeşler (ve yakın kan-bağı olanlar) arasındaki iktidarı ele geçirme mücadeleleri bu şekilde devam ederken, Osmanlı Devletinin son yıllarına doğru, iktidarı ele geçirme mücadelesine saray erkânı ve askerî güç mensupları da dâhil olur. Padişahlara, sadrazamlara darbeler yapılarak iktidara sahip olma mücadeleleri devam eder.
    ¨Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla birlikte, asil-soyluluğa dayandırılan “babadan oğula” iktidar hakkı yerine, Cumhuriyet denilen halkın sahipliğine dayandırılan yeni bir devlet-yönetimi anlayışı oluşturma çabaları başlar.
         ¨Devlet yönetimini ele geçirme mücadeleleri bu yeni sistemde de devam eder; karşılıklı suikastlar gündemden eksilmez.
     ¨Çok-partili demokratik sisteme geçişle birlikte, halk farklı görüşlere bölünür ve iktidar mücadelesi halk arasına kadar indirgenir. Her bir siyasi parti, devlet bürokrasisinin içine kendi yandaşlarını yerleştirmeye başlar. Siyasi cinayet şebekesi zincirleri oluşur. Bu tür mücadeleler nedeniyle ‘Sabahattin Ali’ler, Abdi İpekçi’ler, Turan Dursun’lar, Doğan Öz’ler, Uğur Mumcu’lar, Gün Sazak’lar, Nihat Erim'ler, muhtemelen Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu ve daha niceleri hayatlarını kaybederler. İktidarı ele geçirme çabaları çeşitli komplolar düzenlenmesi, darbe planları yapılması vs. şeklinde hâlâ devam etmektedir. Üstelik günümüzdeki bu iktidar savaşları sadece ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde gerçekleşmektedir, çünkü insanlığın çıkarları artık ulusal sınırları aşmış, uluslararası bir düzeye ulaşmıştır. Ülkemizde son yarım asır içinde işlenen cinayetlerde ve kurulan komplolarda yabancı güçlerin “parmağı” bir yana, resmen “elleri-kolları” vardır.
    Uzatmaya gerek yok, iktidarı ele geçirmek için cinayetler işlenmesi, tarih boyunca hep olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bu tür mücadeleler, sadece ülkemizde değil, dünyanın her yerinde, her ülkesinde olmaktadır. Toplumun sahipliğini tüm halka değil de tepedeki bir kişiye veya zümreye bağlamak, tüm sorunların kökenini oluşturur.

- Diğer sorunlarımızın nedeni de Doğadaki Sistemi yanlış yorumlamış/yorumlamakta olmamızdan kaynaklanmaktadır.

1- Yargıyı, eğitim sistemini vs. etki altına alma çabaları: yukarıda açıklanan, iktidarı ele geçirme mücadelelerinin bir başka ayağını oluşturur.
    Liderli sistemler, tüm bürokrasi çarklarının tepedeki güce bağımlılığını gerektirir. Bu nedenle, hak ve hukuk sistemi adil işlemez. – Bunun  en çarpıcı örneği, Mithat Paşa’nın idam kararıdır. Bkz.

2- “İnsanların sağcı-solcu, laik-şeriatçı, alevî-sünnî, türk-kürt,  vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi” olayı.
    Bu durum, demokrasi denilen ve halkın idareyi ele alması olarak tanımlanabilecek sistemin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşan bir toplumsal sorundur. Asil-soyluluğa (hânedan) dayalı “babadan oğula” aktarılan yönetim hakkı, demokratik sistemlerde yerini “particilik” denilen farklı görüş sahipliğine bırakır. Bunun sonucu, halk farklı görüşlere bölünmek durumunda kalır. Bu farklı görüşler, kâh sağcı-solcu, kâh laik-şeriatçı gibi farklı gruplaşma oluşumlarına yol açar. Etnik veya mezhepsel bölünmeler,  lider, şıh-şeyh gibi tepede bulunan kişilerin yönlendirmeleri ve yandaş sahibi olmaya çalışmaları sonucu ortaya çıkarlar; yani halka gösterilen hedeflere göre halkın farklı yönlenmelere gitmesi olayı söz konusudur. Çünkü liderli sistemlerde kader, liderce belirlenir. Halbuki doğada her varlık kendi geleceğini bizzat kendisi çevresiyle etkileşerek belirler. Bu işlemde de temel amaç, daha rahat bir duruma ulaşabilme mücadelesine yöneliktir.

3-Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri.

    Son çeyrek asır içinde, devlet yönetiminde olan işletmelerin, özel sektör işletmeleri karşısında gittikçe başarısızlığa düşmeleri nedeniyle, dünya genelinde, devlet sektörleri bu tür işletmeciliklerden çekilmeye ve işletmeleri özel sektörlere satmaya yönelmişlerdir ve özelleştirme denilen işlemler dünyada yaygınlaşmaya başlamıştır.
   Acaba özel işletmeler neden devlet sektörüne bağlı işletmelerden daha verimli olmuşlardır? Burada önemli olan konu, bu sorunun yanıtını bulmak ve ona göre davranmaktır.

     Dünyamızda her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve tüm işletmeler dünyadaki bu değişim-dönüşümleri dikkate alarak kendilerini yeniden yapılandırmak,  re-organize etmek durumundadırlar. Özel işletmelerde fabrikanın sahibi, işletmesini yenileyip dünya koşullarına uydurmak konusunda, devlet işletmelerine göre daha avantajlıdır; çünkü olayları takip edip, gereken önlemleri hemen alabilir.  Halbuki devlete bağlı bir işletmede, müdür tepedekilerden, onlar da daha tepedekilerden  müsaade isteyecektir; bürokrasi çarkı çok yavaş işler. Ayrıca tepedekiler demokrasi gereği seçimler nedeniyle sık-sık değişecektir. Her yeni gelen, belki de hayatında hiçbir işletme işletmemiş müdür, işlere uyum sağlayana kadar, “atı-alan Üsküdar’ı geçmiş olur” ve işletme zarar edecek duruma düşer.

  Devamı 

1 yorum:

  1. Galiba en çok hepimizin anlayabildiği bir dille bilgiyi paylaştığı için D.O.M.u seviyorum..Özellikle kanserle ilgili radikal denebilecek bir tavsiye de var. Bu yöntemle iyileşmelere örnekleri bulup buraya da ekleyebilirsek daha güzel olur. Teşekkürler.

    YanıtlaSil