OLAYLAR RASTGELE DEĞİL-OLASILIK

OLAYLAR RASTGELE VEYA TESADÜFÎ DEĞİL, OLASILIK HESABINA GÖREDİR

    Havadaki veya sudaki hiçbir molekül rastgele hareket etmez. Her bir molekül, kendisine komşu moleküllerin sıcaklık ve basınç değerlerini kendisininkiyle kıyaslar ve en düşük değer yönünde hareket eder. Tüm moleküller aynı şekilde davrandıklarından, havada veya suda aynı anda akıntılar başlar; rüzgârlar ve deniz içi akıntı sistemleri bu şekilde oluşurlar.
    Moleküllerin çevre koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli yönlenme, bedenlerimizdeki (ve de hücrelerimizin içindeki) moleküllerde de görülür. Organik moleküllerde 3" ve 5" olarak tanımlanan kutuplaşmalar vardır ve tüm reaksiyonlar bu kutuplaşmalara göre gerçekleşir. Nobel ödüllü Blobel (1999)’in ispatladığı üzere, hücre içlerindeki proteinler belli adres-etiketlerine göre hareket etmektedirler.
    Doğada rastgelelik veya tesadüf olmamasının nedeni şudur:
   ►1- Her şey enerjiyle oluşur ve tüm enerjilerin kaynağı da kuantsal sistemdedir.
   ►2- Kuantsal sistemdeki bu enerji, atom > molekül > hücre gibi üst sistemlerde depolandıkça, yeni oluşacak üst-sistemler, çevrelerindeki hangi tür enerji kaynağından yararlanabileceklerinin bilgilerini oluşturmaya başlarlar (çünkü bilgi, enerjinin nereden nereye aktarılması gerektiğinin verileridir).
   ►3- Bilgiler, varlıkların yapı ve dokularındaki anizotropiler olarak kayıt altına alındıklarından, tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyallerin bu anizotropik yapısallaşma unsurları ile olan etkileşimlerine göre davranırlar.
   ►4- Çıkartılacak sonuç şu olur: Tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyalleri değerlendirip olasılık hesapları yaparak davranışlarını belirlerler.

    Önceki bölümlerde açıklandığı üzere, beyin dediğimiz organ, hücrelerin doğada nelerin nelere dönüştüğü ve gelecekte ne tür değişim-dönüşümler olabileceği konusunda olasılık hesaplarına dayalı senaryolar üretmek için tasarlanmış bir organdır. Nelerin nelere nasıl dönüştüğü veya doğada nelerin olabileceği gibi konularda bilgi üretmenin önemi hücrelerce çok iyi bilinmektedir. Bu olgu deneylerle saptanmıştır. Şöyle ki:
    Beyindeki hücrelerin, çeşitli ödül olasılıkları karşısında nasıl davrandıkları deneylerle ortaya konulmuştur. Hücreler arası haberleşmede kullanılan maddelerden biri dopamindir ve bu ürünün üretilmesi için beyinde özel dopamin nöronları oluşturulmuştur. Bu dopamin nöronlarının, çevre faktörlerini, işe-yararlılık, ödül-olasılığı, varsayım-hatası, vs. açılardan değerlendirerek diğer hücrelere aktardıkları belirlenmiştir (Schultz (1998)). Bu aktarma işlemlerinde dopamin nöronlarının neleri dikkate aldıklarını saptamaya yönelik araştırmalarda ise, (Fiorillo et al. (2003)), dopamin nöronlarının, olasılık oranlarının söz konusu olduğu verilere daha büyük önem verdikleri ortaya çıkmıştır.

    Fiorillo ve diğ. (2003)nin maymunlarla yaptıkları deneylerde, maymunların beyinlerindeki dopamin nöronlarına detektörler yerleştirilerek, (1.küçük-veya-orta boy bir ödül; 2. küçük-veya-büyük boy bir ödül; 3.orta-veya-büyük boy bir ödül, vs.) gibi çeşitli koşullarda nasıl davrandıkları araştırılmıştır.
    Araştırma sonucunda:
   ►1- Hücrelerin uzun vadeli olaylarla kısa vadeli olaylar arasında ayrım yaptıkları,
   ►2- Kısa vadeli değerlendirmelerde, en büyük ödüle önem verip, onu tercih ettikleri;
   ►3- Uzun vadeli değerlendirmelerde ise %50 olasılıklı duruma önem verip, onu tercih ettikleri ortaya çıkmıştır.


Şekil 15.1: Hücreler olasılık hesaplarına göre davranırlar. A ve B şekilleri Fiorillo ve diğ. (2003)den, C şekli Lestas ve diğ. (2010)den.

    Şekilde görüldüğü üzere, sıfır ile bir arasında değişen ödül alma olasılıkları tercihlerinde, uzun vadeli değerlendirmelerde dopamin nöronları, kesinlik arz eden “sıfır=hiç-ödül-yok” veya “bir=mutlaka-ödül-var” seçeneklerine değil, “elli-elli” seçeneğine ağırlık vermişlerdir. Yani hücreler çok bilgili ve bilinçli davranıyorlar; anlık, kısa vadeli olaylarda hemen en büyük değerdeki ödülü seçiyorlar, ama uzun vadeli davranış söz konusu olduğunda, doğadaki en yaygın olasılık değeri olan %50  (elli-elli) değerini tercih ediyorlar.
    Bunun anlamı çok açıktır: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim dönüşüm sistemi içinde olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle, uzun vadeli değerlendirmelerde “kesin ödül yok veya kesin ödül var” seçeneklerine rağbet etmiyorlar! Doğada her şeyin olabileceği gerçeğinden giderek, hep olasılık hesabına önem veriyorlar. Dahası da var: Lestas ve diğ. (2010) “Hücre içinde moleküler reaksiyonların çok artmasına bağlı olarak çok fazla sinyal oluşması, hücre içindeki iletişimleri kötü yönde etkilemeye başladığında, hücreler kaba kuvvet kullanarak hücre içindeki iletişimlerin yolunda gitmesini sağlarlar” anlamında “Nature must therefore call on brute-force solutions to maintain accuracy, and hence does so only when noise suppression is absolutely vital.” şeklinde bir sonuca ulaşmışlardır. (Bak. Şekil 15.1-C). Hücrelerin kaba kuvvet uygulama aracı, “bir kontrol şeytanı” olarak tanımlanmıştır: “a ‘control demon’ representing a controller that is optimized over all possible network topologies, rates and mechanisms”.
    Lestas ve diğ. (2010)nin ulaştıkları sonuç, hücrelerin çok bilgili ve bilinçli şekilde davrandıklarının tasdikinden başka bir şey değildir. Hücrelerin kaba kuvvet uygulayıcısı olarak kullandıkları “kontrol şeytanı” ise, hücrelerin genel yapısallaşmasındaki anizotropik enerji yönlendirme unsurlarıdır.

    Şimdi, halk arasında genelde tesadüf olarak kabul edilen bir olayı ele alıp, olayın aslında tamamen olasılık hesaplamaları sonucu gerçekleştiğini gösterelim. Bir kadın, başka kasabaya tayin olmuş bir yakınını ziyarete gider,  ziyaret süresi içinde de o kasabadaki bir erkekle tanışır ve evlenirler.
    Bayanın davranışlarının analizi:
    ►1- Bayanın seyahati bir nedene dayanır; boş zamanında yapılacak en iyi şeyin akrabasını ziyaret etmek olduğu kararını vermiştir.
    ►2- Vardığı kasabada rastladığı bir erkeğin, en iyi hayat arkadaşı adayı olabileceği olasılığını hesaplamıştır. (Elbette başka bir kente gitseydi belki orada da birine rastlayabilir ve onu seçebilirdi, ama akrabası o kasabadaydı. Varlıklar hep kendilerine en yakın öğelerin durumlarına göre davranmak mecburiyetindedirler, çünkü en temel doğa yasası, etkilenme derecesinin varlıklar arası mesafenin karesiyle ters orantılı olduğuna dayanır; yani bir varlığa ne kadar yakınsanız, o kadar fazla etkilenirsiniz.)
    Erkeğin davranışının analizi:
     ►1- Kasabada yeni bir kadın görmüş ve onun davranışlarından çok etkilenmiştir.
     ►2- Bu kadının kendisi için en iyi hayat arkadaşı olabileceğini düşünüp, o yönde karar vermiştir.
     ►3- Her varlıkta, tüm olasılıkları dikkate alma özelliği vardır. Kişi, diğer tüm olasılıkların gerçekleşme şansının daha az, önündeki fırsatın ise daha iyi olduğunu gördüğünde, kararını verir.

    Görüldüğü üzere, olaylar, tamamen doğadaki oluşum mekanizması ilkelerine göre gerçekleşmiştir. Doğal olaylardan bir örnek vermek gerekirse: Yaklaşık 50 milyon yıl önceleri Pasifik okyanusunda bir volkanizmayla Galapagos adaları ortaya çıkar. Bu adalara rüzgârlarla çeşitli bitki tohumları düşer ve yeşerip büyürler. Sonra kuşlar uçarken bu adalardaki bitkileri görürler ve oralara inerek o bitkilerle beslenmeye başlarlar. Bir süre sonra o adadaki koşullara uyacak şekilde yapısallaşmalarında düzenleme yaparlar ve Galapagos ekolojik topluluğu oluşur. Bu oluşumlar bir tesadüf veya rastgelelik değil, tamamen doğal sistem oluşum mekanizması çerçevesinde olaylardır. Yukarıda verilen evlenme örneği de tamamen buna benzer bir gelişmedir.
    Havadaki veya sudaki bir molekülün davranışında rastgelelik diye bir şey yoktur, onlar kendilerini çevrelerindeki moleküllerin basınç ve sıcaklık değerlerine göre yönlendirirler. Moleküllerin çevre koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli davranış, hücrelerde de görülür. Bir bedendeki veya hücredeki moleküllerin hepsi, belli bir kutuplaşma (anizotropi) gösterir ve bu kutuplaşmalara uygun olarak hareket ederler. Bu konuda Blobel (1999) proteinlerin adres-etiketleri taşıdığını göstererek Nobel ödülünü almıştır. Dolayısıyla atomlardan tutun, moleküllere, hücrelere kadar tüm varlıklar, tamamen enerji akışlarına göre davranırlar. Yani bedenimizi oluşturan hücrelerimiz atom ve moleküllerin hareketlerine bağlı olarak davrandıklarından, onlar da enerji akışına bağlı olarak davranmak zorunda kalırlar. Biz insanlar da hücrelerimizin denetim ve yönlendirmesinde olduğumuza göre, bizim davranışlarımızda da rastgelelik diye bir şey olamaz.
    Enerji akışının nasıl yönlendirileceği bilgisi, anizotropik yapısallaşmalar olarak varlıkların içlerine yerleştirilir ve enerji de bu anizotropik kanallar boyunca akar. Yeryuvarında bir volkanizmanın nerede patlayacağı, bir depremin nerde olacağı gibi enerji dışa-vurumları, hep doğadaki anizotropik yapısallaşmalara bağlıdırlar. Atalet kuvveti (inertial force) denilen ve fizikçilerin açıklayamadıkları kuvvet türü de, doğadaki anizotropik yapısallaşma yönlendirmelerine göre oluşan bu tür enerji akışları sonucudur.
    Olayımızdaki kadının akrabasının bir kasabada geçimini sağlayacak iş (enerji kaynağı) bulması, kadın için anizotropik bir yönlenme oluşturur. Ondan sonraki gelişmeler ise, normal doğa yasalarının uygulanışından başka bir şey değildir.

Bu nedenlerle hayatın da müsveddesi yoktur ve yaşanılması nasıl gerekliyse öyle yaşanmalıdır. Şimdi bunu görelim:
Hayatın provası (müsveddesi) yoktur.
Önce bir hikâye anlatarak, doğada geri dönüş gibi bir şeyin olmadığını gösterelim: Aynı kasabada büyümüş, beraber okumuş iki gençten erkek olanı, lise sonrası kasabadan ayrılır, başka kentlerde okuyup bir meslek edinir ve evlenip çoluk-çocuğa kavuşur. Kasabanın en güzel kızı olarak bilinen diğer genç, kasabada kalır ve o da zamanla evlenip çoluk-çocuk sahibi olur. Uzun yıllar sonra erkek, büyüdüğü kasabadaki arkadaşlarını merak ederek kasabaya geri döner ve kasaba güzeli olan eski arkadaşını arayıp bulur. Kız hâlâ çok güzel ve alımlıdır, kocası ise şişko, kel kafalı ve yakışıklı denilemeyecek biridir. İki eski arkadaş, geçmiş günlerin anısını tazelemek için kasaba parkındaki pastanede uzun süre sohbet ederler ve ayrılmak üzereyken erkek, kıza şu soruyu sorar: “Sen buraların en güzel kızıydın ve hepimiz sana âşıktık. Bula bula bu adamı mı eş olarak seçtin?”

Kız bir süre düşündükten sonra, şöyle der: “Bak, güzel bir park içindeyiz ve yolun kenarında bir sürü güzel çiçek var. Şimdi sen şu yoldan başlayarak yürüyeceksin ve en güzel çiçeği bulup bana getireceksin. Ama bir şartla: Hayatta geri dönüş yoktur, bu nedenle asla yolda bir adım geri atmayacaksın!”
Erkek yolda ilerlemeye başlar ve en güzel çiçeği seçmeye çalışır. Çiçeklerin çoğu çok güzeldir, ama hep ileride biraz daha güzelini bulabilmek umuduyla, yolda yürümeye devam eder ve yolun sonuna geldiğinde, sadece soluk ve renksiz birkaç çiçekle karşı karşıya kalır. Ve onlardan birini alarak bayana verir!
İşte, hayat böylesine geri dönüşü olmayan bir süreçtir. Hayatın provası yoktur. Onu nasıl yaşıyorsanız, o yaşanmış olur. Yaşayamadıysanız, gözünüz arkada veda edersiniz.

HAYATIN MÜSVEDDESININ OLMAYIŞI, DOĞADAKI SISTEMIN GERI DÖNÜŞSÜZ OLMASINDAN, YANI ZAMAN DENILEN FAKTÖRÜN, VARLIKLARIN KIMYASAL BILEŞIMLERINE GÖRE GELIŞIM GÖSTERMESINDEN KAYNAKLANIR. KUANTSAL ÖĞELER DOĞADAKI TÜM ENERJILERIN KÖKENINI OLUŞTURMAKTA VE ENERJININ NEREDE AZ, NEREDE ÇOK DEPOLANACAĞINA ONLAR KARAR VERMEKTE VE HEP EN EKONOMIK SISTEMLERI TERCIH EDEREK KÖTÜLERIN ELENMESINE YOL AÇMAKTADIRLAR. BU NEDENLE DOĞADA EVRIM DENILEN SÜREKLI BIR "VERIMLILIĞE DOĞRU GIDIŞAT" SÖZ KONUSUDUR. 

Heisenberg’in “belirsizlik ilkesi” olarak ileri sürdüğü ve fizikçilerin de benimsediği, doğada belirsizlik sisteminin egemen olduğu görüşü, hatalı bir bakış açısından kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısının yanlışlığı, şu noktadan kaynaklanır. Heisenberg, belirsizlik ilkesini öne sürerken şu düşünsel deneye (Gedanken-Experiment) dayanır:

Bir atom-altı-parçacığının konumunu ve momentini ölçmek için belli bir sinyal göndermemiz gerekir. Ama sinyal parçacığa değdiği anda, parçacığın ya konumu, ya momenti değişmiş olur. Bu nedenle atom-altı-parçacıkların hem konumu hem de momentleri aynı anda bilinemez. Her şey bu atom-altı-parçacıklardan oluştuğuna göre, doğa ve dünyada işler belirsizlik ilkesine göre yürümek zorundadır.

Şimdi, buradaki bakış açısı hatası şudur: Doğadaki tüm işlemler tabandaki (yani varlıkların içindeki) kuantsal öğelerin (foton, elektron, vs) çevrelerini ölçüp-değerlendirmesiyle oluşur. Asla, tepedeki veya dıştaki büyük sistemlerin bileşenlerinin davranışlarını ölçüp-değerlendirmeleriyle değil. Biz asla o parçacığı ölçemeyiz, çünkü temel öğeler kendileriyle ilişki kurmak isteyen üst-sistemlerin niyetlerini anında fark edip, onun isteğine göre davranırlar; üst sistem onların momentlerini (kütlelerini) ölçmek istiyorsa, parçacık gibi davranıp, momentlerini gösterirler; konumlarını öğrenmek istiyorsa (örneğin hangi delikten geçtiklerini), konumlarını gösterirler. Hem konumlarını, hem momentlerini belirlememiz ise imkânsızdır, çünkü saniyede zilyonlarca defa değişim-dönüşüme uğrarlar. Ayrıca bizim tüm işlemlerimizi içten içe, içimizdeki o parçacıklar yaparlar, yani onların kendileri bizim davranışlarımızı ölçüp-biçmektedirler. Dolayısıyla doğada işler belirsizlik ilkesine göre yani rastgele değil, bu kuantsal öğelerin hep daha ekonomik, daha ekolojik yeni yapısallaşmalar oluşturmaları yönünde ilerlemektedir.

Özet olarak şunu vurgulamak gerekir: Saniyede zilyon kere değişim-dönüşüm gösteren, çevresindeki tüm faktörleri algılayıp-değerlendiren, davranışlarını olasılık hesaplarına dayandıran, hep en kestirme yolu bulan, engel tanımaksızın hep en ekonomik yapısallaşmaları seçip, oralara tünel varmışçasına göçen varlıkların, nasıl ölü-cansız olarak kabul edildiklerini anlamak mümkün değildir, –demeyeceğim; çünkü doğadaki dinamik sistemler fiziği ilkeleri, böyle bir davranışın doğal olduğunu öngörüyor.
 Şöyle ki:
è1-  Kuantsal öğeler tek başlarına olduklarında çok fazla salınıma uğradıklarından çok fazla enerji tüketirler ve bu nedenle atom > molekül > hücre gibi üst-sistemler içinde birleşip, daha rahat konuma geçme çabası içindeler;

è2- Kuantsal öğelerdeki temel enerji, farklı yeni üst-sistemler içinde depolandıkça, yeni tür enerji kaynakları ortaya çıkmış olur ve bundan sonra oluşacak yeni üst sistemler, bu yeni tür enerji depolanmalarını da kullanacak şekilde yapısal değişiklikler yapmak zorunda kalırlar;

è3-  Tüm enerji veya yapma-yıkma gücü kuantsal sistemde olduğu için, kuantsal sistemin bu yapıcı veya yıkıcı gücü, üst-sistem yapısallaşmalarındaki amaç ve hedeflere göre ayarlanmak zorunda kalınır, yani mevcut simetrilerinin kırılıp, yeni yapısallaşmanın hedefine uygun olacak şekilde yeniden örgütlenmeleri gerekir, ki buna dinamik sistemler fiziğinde “simetri kırılması + yeni düzen ölçütü oluşturulması + sabitleştirme ve köleleştirme”  işlemleri denir. Bu durum daha önceki bir bölümde açıklanmıştı.

Hücrelerin beden oluşturma süresince geçirdikleri bu simetri kırılması ve özellik sabitleştirilmesi olayı, atom-altı-parçacıklardan başlarlar. Onların kombinasyonlarından oluşan kimyasal elementlerde yeni özellikler ortaya çıkar; bu elementlerin kombinasyonları ile oluşan moleküllerde, elementlerin özelliklerinde simetri kırılmaları oluşur ve moleküllere ait yeni özellikler sabitleştirilir. Moleküllerden hücrelere geçişte yine simetri kırılmaları ve yeni özellik eklenip-sabitleştirilmeleri şeklinde yeni özellikler kazanılır. Hücrelerden çeşitli hayvan bedenleri oluşumlarına geçişte yine simetri-kırılmaları ve yeni özellik kazanımları gerçekleşir. Bu şekilde her canlıda farklı duygu ve düşünce sistemleri ortaya çıkar.

è4-  Tüm varlıklarda, bu simetri kırılması (+sabitleştirme ve köleleştirme) işlemleri, varlıkların ilk gelişim aşamaları sırasında yapılır. Toplum hayatına uygun insan davranışı belirleyici eğitimde ise, bu işlem çocukluk evresinde gerçekleştirilir. Yani çocuklarımıza gerek gelenek-göreneklerle, gerek temel eğitim bilgileriyle, doğadaki oluşturucu ve yapıcı gücü, varlıkların iç bileşenlerine ait bir yetenek olarak değil de, varlıkların dışında olduğunu varsaydığınız hayalî bir sisteme aitmiş gibi bilgiler verirseniz, onların simetri kırılmaları (+sabitleştirme ve köleleştirme) işlemlerini doğadaki sisteme uygun olmayan bir şekilde yapmış olursunuz. İşte günümüz fizikçilerinin, yaptıkları kuantsal sistem deneylerini ve olaylarını anlayamadıklarını itiraf edip şaşkınlık içinde olmalarının nedeni budur.

Dolayısıyla hayatın  neyle başladığının hâlâ açıklığa kavuşamamasının temel suçu da fizikçilerdedir, çünkü canlılık (dolayısıyla hayat) kuantsal sistemle başlamaktadır.

Canlılık ve Hayatın Başlangıcı

 Can-canlılık veya ruh dediğimiz olgu, varlıkların en temel bileşenleri olan atom-altı-öğelerle başlıyor, onlarda var. Ruh bedenlere dışarıdan biri tarafından üflenmiyor.

Doğa sürekli değişim dönüşüm içinde ve bu nedenle sabit (dogmatik) hiçbir kural yok. Dolayısıyla dogmatik tüm bilgiler insanlarda mantık bozulmasına yol açıyor.

Konunun özüne gelecek olursak:

Dünyamızın atom-altı-öğelerden başlayıp, moleküller, mineraller, hücreler, kayaçlar, dağlar, denizler, vs gibi büyük bir yapısallaşma oluşturabilmesi için küçük hücrelerden, hayvan gibi büyük canlıların oluşturulmasında kullanılan yöntem uygulanmıştır.

Nedir bu yöntem?
Hücreler birer su baloncukları gibidirler. Birçok hücreyi bir araya getirmek isterseniz, birbirlerinin ağırlığı altında yassılaşıp, işlevlerini kaybederler. Ama hücrelere iskelet veya kavkı gibi katı ve sabit bir “çatı” yapma olanağı tanırsanız, hücreler bu iskelet çevresinde tutunurlar ve birbirlerini ezmeden görevlerini yapacak şekilde çoğu bir arada bulunabilirler, ortaklıklar yapabilirler, büyüyüp-gelişen üst-sistemler ortaya çıkarabiliriler. (Ve yapmışlardır da!)

İşte moleküller aleminde de yapılan uygulanan sistem aynen budur. Denizler, atmosfer, yeryuvarı-mantosu, ve dış çekirdeği akışkan yapılıdırlar. Yani katı bir mineral veya kayaç gibi sabit yapılı değillerdir.

Mineral ve  kayaç gibi katı ve sert yapısallaşmalar ki genelde litosfer olarak tanımlanırlar, dünyamızın iskeleti görevini görür ve dünyamızın yaşayan bir sistem olarak gelişmesini sağlarlar.

Doğada cansız-hareketsiz gördüğümüz dağ-taş gibi nesneler, insan bedenindeki iskelete denk gelirler, onlar doğadaki hayat sisteminin iskeletini (çatısını) oluştururlar. Enerji dediğimiz canlılık kısmı ise, radyasyonlardan, sinyallerden, vs. oluşur.

Yani bizlerin cansız dediğimiz mineral kayaç gibi maddeler, yeryuvarının yaşaması için oluşturulan iskelet malzemelerini oluştururlar. Yaşayan bir sistemin ayakta durması içindirler. Nasıl ki biz bir hayvanı iskeletinden ayrı bir canlı olarak düşünemiyorsak, dünyanın yaşamını da, taşsız-topraksız düşünemeyiz.

İşte bu nedenlerle, bizim hareketsiz olarak gördüğümüz çoğu nesne, belli görevleri yerine getirebilmek amacıyla, sabitleştirilmişlerdir.
Sonuç: Fizikçiler varlıkların en temel bileşenleri olan atom-altı-öğeleri küçük bilyeler şeklinde cansız, ölü varlıklar olarak tasarlamışlar ve bu nedenle onlara “atom-altı-paçacıkları” demişlerdir.

Halbuki fizik deneyleri atom-altı-öğelerin çevrelerini algılayıp, olasılık hesapları yaparak en ekonomik konumlara göç etme çabası içinde olan, hareketli (yani dinamik=canlı) varlıklar olduklarını ortaya koymaktadır. Canlılık daha başka nasıl olabilir?

Fizikçilerin bu temel hatayı yapmalarının temel nedeni, SimKırKölSab faktörüdür. İnsanlık asırlardır “can = ruh” olgusunun harici bir olağan-üstü-güç sistemi (Tanrı, vs.) tarafından insan bedenlerine üflenildiği, insan haricindeki diğer varlıkların da, birer robot gibi bu harici güç-sisteminin emirlerine (yaydığı sinyallere) uyacak şekilde hareket ettikleri şeklindedir. Bu tür bir doğa anlayışına “statik sistemli” doğa görüşü denildiği, halbuki son asır içinde gerçekleşen araştırmaların doğada dinamik sistemli bir işleyişin geçerli olduğunu ortaya koyduğu yine önceki bölümlerde ortaya konmuştu.

Özetleyecek olursak, fizikçiler, maddenin en küçük yapı taşları olan atom-altı-paçacıkları cansızdırlar, ölüdürler” şeklindeki düşüncelerle insanlığı asırlardır yanıltmaktadırlar.

►Çevrelerini sürekli kontrol edip, hep en ekonomik yere göç eden;
► Geçtikleri yerlerdeki varlıklarla etkileşip, onlar hakkında bilgi toplayan;
►Çevrelerindeki milyonlarca varlığın enerji-potansiyellerini algılayıp, olasılık hesaplamaları yapabilen ve en olası olanı seçebilen;
►Kendileriyle ilgilenen biri “var mı- yok mu?” sorusunu hep dikkate alıp, ona göre davranan varlıklar cansız birer öğe olarak düşünülebilir mi?

En tabandaki kuantsal öğelerin bilgili ve bilinçli davranmaları şeklinde başlayan daha ekonomik sistem oluşturma yarışları, milyarlarca yıldır sürmektedir. 

Toplumsal hayatta işlerin yürütülmesi için kullanılan yöntemlerin başında şantaj-korkutma gelir. Şöyle yaparsan/yapmazsan şu cezayı alırsın (veyahut cehennemde yanarsın, vs.). Doğada şantaj, korkutma vs. gibi usuller yoktur. Her varlığın yapısına, nasıl davranması gerektiği bilgisi işlenir ve o varlık o (içgüdüsel) bilgiye göre davranmaya başlar. Örneğin bir su molekülü, hangi sıcaklıkta donması, hangi sıcaklıkta çözünmesi, hangi sıcaklıkta buharlaşması gerektiğini yapısallaşmasında kayıtlı (içgüdüsel) verilerden çıkartır. Bu doğadaki tüm diğer varlıklar için de aynen böyledir.  

Atmosfer veya hidrosferdeki bir su molekülüne, şu veya bu yönde gitmesi emredilemez, o su molekülünün kendisi yapısallaşmasına işlenmiş (kalıtsal-içgüdüsel) bilgilere göre gideceği yönü bulur, çünkü ait olduğu üst sistemi bilir ve o sistemdeki diğer varlıklarla (moleküllerle) karşılıklı olarak etkileşerek çeşitli türlerde akıntı-döngü sistemleri oluştururlar.

Toplumdaki insanlar için de durum aynı olmalıdır. Her insan ait olduğu üst sistem olarak toplumsal hayatta kedine ne görev düştüğünü bilip, kendi davranışını, çevresindeki diğer iş-ve-meslek dallarına uyduracak şekilde davranmalıdır. Halbuki geleneksel tüm toplum modellerinde insanlara neyi yapıp-neyi yapmayacakları, nasıl davranacakları, tepedekilerce belirlenir, yani insanlar toplum hayatında dış-güdüsel olarak davranmak zorundadır.

İşte bu durum doğal sisteme tamamen terstir. Bu nedenle asırlardır insanlık gerçek bir toplumsal birlik oluşturamamaktadır. Bunun tek sorumlusu da, bilim adamları başta olmak üzere, doğadaki güç sistemini tamamen yanlış yorumlamış olan ve hala da bu yanlışlıkta direnen-ısrar eden liderler, şeyhler, şıhlar, imamlar gibi yönetici ve yönlendiricilerdedir.

Günümüz Türkiye’sinde 40’a yakın farklı etnik kökenli insan bir arada yaşamaktadır. Bunların hepsinin kanlarında (yani gerçekte genomlarında) Anadolu’da tarih boyunca yaşamış binlerce farklı ırk ve dinsel görüş sahibinin kalıtsal verileri vardır. Yani bizler tam bir çorbayız.  Dolayısıyla bizler böylesine karmaşık bir ırksal ve dinsel görüş çeşitliliğinin tam göbeğindeyiz. Öyle bir toplumsal hayat modeli önermeliyiz ki, tüm bu farklı ırksal ve dinsel öğelerin hepsini kapsasın ve hiç-birine ters gelmesin. Hepsi kabul edebilsin ve ortak bir hayat görüşü çerçevesinde birleşerek, mutlu bir toplumsal birlik oluştursun ve dünyaya örnek bir model ortaya koysun.

Toplumsallaşmanın başlangıcı 12-13 bin yıl öncelerine dayanır. Ama bu  uzun süreç içerisinde insanlar hep “statik sistemli bir doğada yaşadıklarına” inanmışlardır.

Statik sistemli doğa görüşünde, doğa cansız varsayılmış, canlılık, yaratıcılık-yapıcılık, dolayısıyla sahiplenme, varlıkların dışındaki-üstündeki “süper-insansı efendiye” ait olarak tasarlanmıştır. Bu nedenle doğa ve dünya “efendilerce” paylaşılmış ve devletler (toplumlar) tepeye bağımlı olacak şekilde yönetilmeye başlanmışlardır. Yani doğa cansız, tepedeki yaratıcı canlı kabul edildiği takdirde, Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) sistemleri ortaya çıkar. TBÖ’lü sistemler ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olmaktadır, bak:http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/10/dogadaki-olusum-mekanizmasnn-dom-genel.html     

Günümüze dek devletler, bir mafya örgütü gibi, “ben sizi koruyacağım, buna karşılık siz de bana vergi ödeyeceksiniz” mantığıyla işletile gelmişlerdir. Halk da, kendilerine bir kötülük gelmesin, rahatları bozulmasın diye, böyle bir koruyucu sistemi kabullenmiştir. Tepeye yerleşmiş böyle bir koruyucu sistemde, sadece düşmanlara karşı bir koruyuculuk değil, her türlü doğal felaketlere karşı koruyuculuk da söz konusudur. İnsanlara, doğayı oluşturup-yönlendiren ilahi gücün, kutsal soydan geldiklerine inanılan bu asil soylu yöneticilerin tebaalarına karşı da merhametli davranacağı ve onları doğal felaketlerden koruyacağı inancı aşılanmaktadır. (Bak:  http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-doga-anlayisi.html  )

Halka asla toplumun sahibinin bizzat kendileri olduğu fikri verilememiş, tersine, toplumun sahipliği hep tepedeki bir asil soyluya aitmiş gibi düşünülmüştür. Zaman içinde tepedeki asil-soyluların yerini para sahipleri almışlar ve toplumları günümüzde onlar yönlendirmektedirler.

Günümüz insanlarının davranışlarına bakacak olursak, halk beklemede ve tepedeki liderlerin karşılıklı kavgalarını seyrediyor. Galip gelenin yanında yaşamasına devam ediyor. Aynen binlerce yıldır atalarının yaptığı gibi: Süper-insansı krallar savaşır, ve halk kazananın hizmetine girerek yaşamına devam eder!

Şekil 18: Dinamik sistemli doğada, canlılık kuantsal (atom-altı) öğelerle başlamaktadır. Ve onlar atom-molekül-hücre-beden gibi gittikçe gelişen üst sistemler içinde “entegre-sistemler-teorisi” kuralları çerçevesinde bir-araya gelerek, doğa-ve dünyayı oluşturup, sahiplenmektedirler.

Bunlara ek olarak kuantsal öğelerin tünelleme özelliğinin bilinmesi de çok önemlidir, çünkü doğadaki en ekonomik yapıları seçip, onların gelişmesini, kötü yapısallaşmaların ise, dağılıp-yok olmaları yine kuantsal sistemin elindedir.

Canlılığın (dolayısıyla Allahın) varlıkların dışında bir sistemde bulunduğu inancıyla yetişen insanlarda (Yani TBÖ faktörü altındaki) kişilerde  kendine güven duygusu gelişimi engellenir. Çünkü, hücrelere verilen bilgi, onların kaderlerinin dışarıdaki bir güç sistemi tarafından belirlendiği yönünde olunca, onların çevrelerini algılayarak edindikleri bilgilere göre çevreye uyumlu hale gelme yetenekleri sınırlanmış olunur.  Bu nedenle insanlar pasif davranışlı olurlar ve her şeyi tepedekilerden beklerler. Halbuki, doğada pasif davranışlı hiçbir nesne yoktur ve tüm doğal sistem karşılıklı etkileşimler üzerine kuruludur.

Kuantsal öğeler,
► çevrelerindeki her şeyi algılarlar.
►örn. Bir insan onları gözlemlemek istiyorsa, onun niyetini hemen algılayıp, onun istediği şekilde cansız bir madde gibi davranırlar.
►Ama çevrelerinde kendileriyle ilişkiye girmek isteyen bir şey yoksa o zaman bir mimar-mühendis gibi davranmaya başlarlar: çevrelerindeki tüm varlıkların durumlarını algılayıp, nereye gitmelerinin (veya gitmemelerinin) daha iyi olacağının hesabını yaparlar ve ona göre davranırlar.
►Ulaşacakları noktada yapıcı mı, yoksa yıkıcı mı olarak (ve hangi oranda)  davranmaları gerektiğini hesaplayarak davranırlar.
►Minimum Amplitüd Prensibi (MAP) ve Maksimum İnformasyon Prensibi (MİP) kurallarını uygularlar. (Yani sürekli olarak bilgi oluşturup, bu bilgileri en ekonomik sistemler oluşturacak şekilde geliştirmeye çalışırlar.)
► Bir üst-sistem oluşturmak için tüm ilgililer ortaklaşa çalışarak, üst-sistemde geçerli olacak kuralları birlikte karalaştırırlar.


Şekil 19: Dinamik sistemli doğada, “order-parameter (veyahut informator)” olarak tanımlanan birleşme kuralları, tüm ilgililerin karşılıklı-ortaklaşa girişimleriyle oluşturulur.

Yani insanlara, toplumsal yaşamda tabi olacakları kuralları kendilerinin koymaları ve oluşturdukları bu kurallara da bağlı kalmaları gerekliliği bilgisi verilmelidir.

Bedenimizdeki bir hücrenin, bedene giren bir yabancı maddeyi hemen algılayıp, onu çepeçevre sarıp yok edecek şekilde yapısını-durumunu değiştirmesi gibi, atom-altı-öğeler de, çevrelerindeki varlıklarla etkileşerek, yapısal-dokusal durumlarını değiştirirler. Yani onlar bilyeler gibi sabit nesneler olmayıp, çevreleriyle sürekli etkileşim-haberleşme içindedirler.

Sürekli hareket halindedirler, bir atomdan diğer atoma göçerek, atomlar-moleküller arasında enerji akışını sağlarlar. Hep en ekonomik olan yapıları tercih ederek, iyilerin gelişmesini, kötülerin ayıklanmasını sağlarlar. Onlar bu şekilde moleküller-hücreler arasında madde akışını sağlayarak, çeşitli maddelerin birbirleriyle birleşmelerini ve çevrelerindeki değişim-dönüşümlere uygun yapıların ortaya çıkmasını sağlarlar. Onlar doğa ve dünyamızın devriyeleridir, tasarımcıları, yapımcıları, oluşturucularıdırlar. Doğanın sahipleri onlardırlar. 

İnsanların kuantum fiziği deneylerini anlayamamalarının nedeni, doğayı cansız var-saymalarından kaynaklanır. Kuantsal-öğelerin davranışlarını anlayabilmek için, “yaratıcı” kavramıyla kuantsal öğeler arasında ilişki kurmak gerekir. Çünkü doğal sistemin oluşturucuları-yaratıcıları kuantsal öğelerdir, ama biz insanların kafasındaki “yaratıcı” kavramı kuantsal değil, “çok büyük bir şey”dir. Onun için “Allah-ü ekber= Allah büyüktür” deriz. Halbuki Allah, en küçük sistemdedir, yani kuantsaldır.

DOM-sistemi yazılarında, doğa ve dünyada dinamik sistemli bir oluşum ve gelişimin geçerli olduğu (yani Allah dediğimiz yaratıcı güç sisteminin kuantsal kökenli olduğu) gösterilmiş ve insanların bu tür hayat görüşü ile eğitilmeleri durumunda, tüm toplumsal sorunların ortadan kalkacağı ıspat edilmiştir.   

DEVAMI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder