PLASEBO –NOSEBO

DOM (11)- PLASEBO –NOSEBO ETKİSİ VEYAHUT YÖNLENDIRMENIN ROLÜ

    Hücrelerimiz, bizlerin bilinç sistemimizle oluşturacağımız verilerden çok etkilenmektedirler. Dolayısıyla bizler bir şeyi veya olayı olumlu-yararlı olarak değerlendiriyorsak, hücrelerimiz de buna uygun davranış içine giriyorlar; olumsuz-zararlı görüyorsak, onlar da öyle davranıyorlar. Bunu yukarıdaki bölümlerde gördük. Şimdi birkaç örnek vererek “plasebo (placebo) = yararlı olacak” ve “nosebo (nocebo) = zararlı olacak” yönlendirmesinin ne kadar etkili olduğunu gösterelim.
    Tıpta bir ilacın ne kadar etkili olduğunu anlamak için yapılan deneylerde, hastalara, denemesi yapılan bir ilacın yanında başka bir madde daha verilir. Ve her birinin hastaya yararlı olacağı söylenir. Birinci ilaç, denenen ilaçtır. İkinci ilaç ise plasebo adı verilen zararsız bir maddedir. Deney sonunda genellikle, her iki maddeyi alanlar da ilacın hastalıklarına iyi geldiğini söylerler. İstatistiksel olarak yapılan değerlendirmede, denenen ilaç plasebo maddesinden daha etkili ise, ilaç işe yarıyor demektir.
    Burada vurgulamak istenen olay şudur. Herhangi bir maddeyi, bir insanın bir derdine iyi gelecek diye ona verirseniz (plasebo), ve o insan size inanıyorsa, madde kesinlikle kişide yararlı bir etki bırakacaktır.
    Tersi durumda, bir madde sağlığa zararlı (nosebo) olarak tanıtılıyorsa, kişi o maddeyi aldığında hastalanacaktır.
    Şimdi, buna ait bazı yaşanmış örnekler verelim.
   ► 1- Şu olay, Türkiye’de 1970’li yılların sonlarında yaşanmıştır. Çorum yakınlarındaki bir MTA kampında çalışanlardan bir grup, arazi çalışmaları sırasında bir tavşan yakalar. Akşam kampa döndüklerinde tavşanı aşçıya verip, pişirmesini isterler. Yemek zamanı, diğer elemanların da katılımıyla, masaya oturulur ve tavşanlı yemek dâhil, yemekler yenir. Kampta çalışanlardan birinin inancına göre tavşan eti tabu sayılır. Yemekten sonra, bu vatandaşa, etli yemeği beğenip-beğenmediği sorulur. O da çok beğendiğini söyler. Bunun üzerine kamptakilerden biri, yediği etin tavşan eti olduğunu söyler. Bunu duyan adamın birden bire benzi solar ve midesine kramplar girmeye başlar. Adamı alıp aceleyle Çorum hastanesine kaldırırlar ve midesini yıkatarak, hayatını kurtarırlar.

    ► 2- Aşağıdaki paragraflar Frazer’in (1890) “Altın Dal - Dinin ve Folklorun Kökleri” adlı eserinden alıntılardır:
    “Mikado'nun (kutsal kral) yemeğinin her gün yeni kaplarda pişirildiğini ve yeni tabaklarda verildiğini görmüştük; hem kaplar hem de tabaklar, bir kez kullanıldıktan sonra kırılabilsin ya da atılabilsin diye adi topraktan yapılırdı. Bir başka kimse yemeğini bu kutsal tabaklardan yiyecek olursa ağzının ve boğazının şişeceğine ve tutuşacağına inanıldığı için bunlar genellikle kırılırdı. ...... Yeni Zelandalı, yüksek rütbeli ve çok saygın bir başkan, yemeğinin artıklarını ortalıkta bırakmış. Başkan oradan ayrıldıktan sonra oraya gelen güçlü-kuvvetli,  aç bir köle, henüz bitirilmemiş yemeği görmüş ve sorgu sual etmeden yiyip bitirmiş. İşini henüz bitirmiş ki, kenarda dehşetten donup kalmış onu seyreden biri, yediği yiyeceğin başkanın yiyeceği olduğunu haber vermiş ona.
    "Zavallıyı iyi tanıyordum. Cesarette üstüne yoktu, kabile savaşlarında kendine bir ad yapmış bir kişiydi... Öldürücü haberi işitir işitmez, akıl almaz titremelere yakalandı, midesine kramp girdi ve bunlar gün batımında ölünceye kadar dinmedi. Güçlü bir adamdı, yaşamının en güzel dönemindeydi."
    ► 3  - Olasılık hesapları kavramının oluşturulmasında öncülük yapanlardan Abraham De Moivre’ın, ölümünü önceden hesaplayıp duyurması, yönlendirmenin ve inanmanın ne kadar önemli olduğunu gösteren en önemli örneklerden biridir. De Moivre hayatının son aylarında, her gece 15 dakika daha uzun uyuduğunu fark eder. Olasılık hesabı uzmanı olarak hemen şöyle bir hesaplama yapar: Her gün 15 dakika daha uzun uyuduğuma göre, belli bir zaman sonra 24 saatlik sürecin sonunda artık uyanmamam ve o gün ölmüş olmam gerekecek. Hesapladığı tarih 27 Kasım 1754’dür. Ve o gün ölmüştür.
     “Nazar değmesi” dediğimiz olay veya falcılık vs. de yine hücrelerin yönlendirilmesi olaylarıdır. Kişiler hücrelerine böyle bir yönlendirmede bulunduğu için, hücreler bu yönlendirmeye uygun davranarak olayın o yönde gelişmesini sağlarlar. Yine benzer şekilde, dualar, okuma-üfleme eylemleri vs. de hücre yönlendirilmelerinin birer sonucudurlar.


Niyet ve hedef göstermenin önemi

Doğadaki her türlü eylem ve işlem varlıkların içlerindeki küçük bileşenlerince ayarlanır ve yapılır. Bu ayarlama işleminin kökeni kuantsal sisteme dayanır. Fizik deneylerinin gösterdiği üzere, atom-altı-öğeler dünyasında her atom-altı-öğe, çevresini algılar. Çevresinde kendisiyle ilişkiye girmek isteyen (kendisini gözlemleyen) biri (bir şey) varsa, onun gösterdiği hedefe gider. Kendisini gözlemleyen yoksa çevre koşullarını algılar ve olasılık hesaplamaları yaparak en ekonomik konuma göçecek şekilde davranır! Atom-altı-öğelerin bu davranışları, onlardan türemiş olan tüm diğer üst sistemlerde de devam eder.
Şöyle ki:
► Her varlık bir şey yapmak için gerekli enerjiyi, kendisini oluşturan bileşenlerinden alır. Örneğin bir beden enerjisini hücrelerinden alır, yenilen bir şeker, hücrelerce  CO2 ve H2O moleküllerine ayrıştırılır ve ortaya ATP (adenosine-tri-phosphate) molekülü şeklinde enerji çıkar. Diğer organlardaki hücreler bu enerjiyi kullanarak, bedenin ihtiyacı olan tüm eylemleri gerçekleştirirler. Hayvan dediğimiz çok hücreli bedenler yaklaşık 600 milyon yıldan beri vardır. Dolayısıyla, hücrelerce bedenlere enerji sağlanması olayı, sadece son 600 milyon yıldan beri vardır.
► Daha önceleri ise, hücrelere daha küçük bileşenlerce enerji sağlanması söz konusudur. Bu daha küçük bileşenler ise organel dediğimiz, mitokondria, kloroplast gibi hücre-içi öğelerden oluşurlar ve hücrenin enerji gereksinimini onlar sağlarlar. Organel dediğimiz bu küçük canlı öğeler, bakteri gibi prokaryotik öğelerden oluşurlar. Bakteri gibi bu prokaryotik öğeler ise enerjilerini, doğrudan atom ve moleküllerden sağlarlar. Bu tür yapısallşamalar 3.5 milyar yıldan itibaren mevcuttur.
► Daha eski zamanlarda organik varlıklar olmadığından, anorganik-düzeyde bir enerji-değişim-dönüşüm sistemi söz konusudur. Atom ve moleküller ise enerjilerini kuantsal öğeler denilen atom-altı-varlıklardan sağlarlar.
►Bu şekilde kutu-kutu içinde bir enerji-aktarımı ve değişim-dönüşüm sistemi ortaya çıkmış olur. Bizim dünyamızda yeni bir kimyasal bileşim (varlık) ortaya çıksa, duyu organımızla bu varlığın özelliklerini bedenimiz içindeki hücrelerimize aktarırız, onlar da bu yeni varlığa ait bilgileri, kendi dillerine çevirerek (amino-asit-dizilimlerini değiştirerek) kayıt altına alırlar ve gelecekte ona göre davranırlar. Hücrelerin dili olan amino-asit-ardalanmalarında yapılan değişiklikler, hücre-içi-organellerin ve moleküllerin yapısal-dokusal durumlarında değişikliklere neden olular. Moleküllerin-atomların yapısal-dokusal durumlarındaki değişimler, proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğelerin spin-polarizasyon ve elektrik-yükü sistemlerinde değişikliğe neden olurlar ve bu şekilde dünyamızda yapılan her değişiklik, atom-altı-öğelerin enerji durumlarında değişiklik yapılmasına kadar gerisin geriye bir bilgi-geri-beslenmesine ve güncellenmesine yol açar.
Bu nedenle kuantlar, atomlar ► moleküller ► hücreler ► bedenler (hayvanlar, bitkiler) ►toplumlar gibi üst sistemler içine girdiklerinde, kendilerinin gözlendiklerini sürekli olarak hissederler ve hep üst-sistemin oluşturduğu hedefe (niyete) uyacak şekilde davranırlar. Ve bu şekilde doğadaki tüm oluşum gelişimler kuantlara hedef gösterilmesi ve kuantların de enerjilerini bu hedefe ulaşacak şekilde devreye sokmaları şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla niyet (hedef oluşturma) çok çok önemlidir.
Kuantsal sistemden gelen bu davranış belirleyici  “niyet-hedef” konusunu insanların bir davranışı güzel açıklar. Şöyle ki: Ramazan ayında oruç tutanların durumuna bakalım. Kişi, o gün sabahtan akşam kadar yemek yemeyeceğine dair niyet etmiştir. Bu “niyet” bedendeki hücrelere gösterilen bir hedeftir; hücreler o hedefe ulaşacak şekilde davranırlar. Normalde öğleyin acıkıp-yemek isteyecek olan hücreler, öğleyin yemek isteyecek şekilde davranmazlar, çünkü onlara akşama kadar yemek-yememek hedef gösterilmiştir. Yani kişinin “niyet etmesi” hücrelere gösterilen bir hedeftir ve hücreler o hedefe göre davranırlar. Aynen kuantsal öğelerin kendilerine gösterilen bir hedefe yönelmeleri gibi!
Hücrelerin niyete göre davranmaları, tüm sağlık işlemlerinde de geçerlidir. Bir şeyin bir hastalığa iyi geldiğine inanırsanız, o şey size iyi gelir. Kötü etki yapacağına inanırsanız, kötü gelir. Tıpçılar buna plasebo – nosebo etkisi derler.
Niyet ve hedef gösterme hücreler için çok önemlidir, çünkü geleceklerinin şekillenmesi bu hedeflere bağlıdır.

Şimdi bu niyet etme ve hedef belirleme olayının etkisini, bazı özel yetenekli insan tipleri oluşumunda görelim.
Daniel Kish 1966 yılında  Montebello, California’da doğar. 13 aylıkken retina kanseri nedeniyle gözleri alınır ve kör olur. Böylesine erken yaşta kör olması, onu arayışlara iter. Çevresine ses göndererek, yansıyan ses dalgalarından yararlanıp, çevresini algılamaya niyetlenir. Ve başarır da! Kish’in beynindeki hücreler, onun niyetine ve gösterilen hedefe uyum sağlayacak şekilde organize olurlar ve çevredeki varlıklardan yansıyan ses dalgalarını analiz ederek, “echolocation=ekolokasyon” adı verilen neyin ne kadar uzakta veya yakında olduğunu saptayıcı bilgi-işlem-devreleri oluştururlar. 
Bebeklik çağında bir hastalık nedeniyle, beyin yapısallaşmasının farklı düzenlenmesine yol açılmış bir başka örnek, Yağmur Adam filmine konu olmuş olan, 1961 (Salt Lake City, Utah) doğumlu Kim Peek’tir. Macrocephaly hastalığıyla doğan Peek’in Cerebellum’u hasar görmüş ve sağ ve sol beyin yarıları arasındaki sinir bağlantılarını (iletişimi) sağlayan corpus callosum gelişmemiştir. Böyle bir eksiklikle dünyaya gelip, çevre koşullarına uyum sağlamaya çalışan beyin, çok değişik bir örgütlenme içine girmiş ve gördüğü her sahneyi tüm ayrıntılarıyla hafızasında saklama yeteneği oluşturmuştur. Bir kitabı birkaç saatte okuyup, sonra kitabı kapayıp, hangi sayfasında ne yazıldığını tekrarlayabilen bir beyin. (12000 kitaptaki bilgileri hafızasında tutabildiği Times dergisi tarafından yazılmıştır.) Buna karşın gömleğinin düğmelerini bile ilikleyemeyen bir beyin!


Kish bu başarısından sonra "FlashSonar" adını verdiği, kar-amacı-gütmeyen bir eğitim programı (World Access for The Blind) oluşturarak, görme engelli insanlara bu yeteneği kazandırmaya çalışmaktadır.
 “Echolocation” yeteneği oluşturulmuş bir beyin ile normal bir beynin çevreden gelen sesleri değerlendirme yeteneklerinin saptanmaya çalışıldığı deney sonucu, yandaki şekilde gösterilmiştir. Soldaki sütun, ekolokasyon yeteneği oluşturmuş kör bir insan beyninde faaliyete geçen hücreleri çeşitli renk tonlarıyla göstermektedir. Aynı odada, aynı seslere maruz kalan normal bir insan beyninde ise, hiçbir hücre faaliyeti görülmemektedir.
Ben Underwood da, Kish gibi gözlerini küçük yaşta kaybedip, ekolokasyon yeteneği geliştiren ve bu sayede bisiklete binmek dahil her türlü normal insan davranışını gerçekleştirebilen bir başka kişidir.

  
Bir başka türde beyin örgütlenmesi örneği Leslie Lemke (LL)’de görülür.  LL 1952 de (Milwaukee’de) prematüre ve beyin hasarlı olarak doğar ve annesi onu evlatlık verir. Prematüre doğum nedeniyle göz problemi oluşur ve daha 1 aylıkken gözleri ameliyatla alınır. Prematüre doğum nedeniyle beyin problemleri de vardır ve LL hasta bir çocuk olarak büyür. LLyi evlatlık olarak alan anne, LL ile yakından ilgilenip, ona nasıl hareket edip-yürüyeceğini, nasıl ses çıkarıp, iletişim kuracağını sabırla öğretmeye çalışır. Bu eğitim çabaları arasında, piyanonun başına oturup, kör LLnin parmaklarını kendi parmakları üzerine yerleştirerek piyano çalmak da vardır. LL müziğe karşı duyarlıdır ve işittiği melodileri ve sesleri çok iyi hatırlamaktadır. LL 14 yaşında iken, bir gün Çaykowski’nin 1 nolu piano konçertosonu bir yayın organından dinledikten sonra, piyanonun başına geçer ve tek bir defa dinlemiş olduğu bir konçertoyu, notası-notasına aynı şekilde tekrar çalar ve ailesi hayretler içinde seyreder! Günümüzde meşhur bir piyanisttir ve konserler vermektedir.

Görüleceği üzere, hücreler sahibi oldukları bedenleri en iyi şekilde yapısallaştırmak için, çevreden kendilerine gelen sinyallere (hedef göstermelere) uyacak şekilde yapılandırmaya çalışırlar ve nedenle hep farklı yetenekli varlıklar ortaya çıkar.

Dünyamızdaki farklı canlı türlerinin oluşumları da hep bu şekilde ‘hedef gösterme + bir şeye niyetlenme’ yoluyla gerçekleşmektedir. Dünyamızda yaşanmış örnekler üzerinde bunu açıklayacak olursak:
Örn. Galapagos adalarındaki canlı türlerinin farklılaşmasına bakalım. Yaklaşık 50 milyon sene önceleri deniz altında patlayan  bir volkanizmayla pasifik okyanusunda ortaya çıkan bir adadaki yaşam koşulları dünyanın diğer yerlerinden farklılık arz eder. Bu farklılık, o adaya düşen ilk bitki tohumlarına “yeni bir hedef” olarak yansır ve daha farklı bir şekilde gelişmelerine yol açar. O bitkilerden yararlanmak üzere o adalara gelen kuşlar, bitkilerdeki farkı hücrelerine aktarırlar, ve hücreler de bu farklı bitkilere uygun gaga ve diğer organ değişimlerini yaparlar. Bu şekilde o ada koşullarına uygun bir fauna-flora gelişimi ortaya çıkar.
Balina, yunus gibi denizlerde yaşayan memeli hayvanların oluşumu da tamamen bir niyet ve hedef gösterme olayı sonucudur. 65 milyon yıl önceleri gerçekleşen yok-oluşla dünya sahnesinden silinen dinozorların bıraktıkları boşluklar, genelde yeni memeli hayvan türlerinin ortaya çıkmasıyla doldurulur. Bu yer doldurma işlemi hem karasal, hem denizel ortamda gerçekleşir. Memeliler o zamana kadar karada yaşayan hayvanlar iken, denizde yaşayan dinozorlardan kalan boşluğu doldurmak için, denizde yaşayacak şekle dönüşmüşlerdir. Bu dönüştürme işlemini yapanlar ise, elbette o canlıların hücreleri olmuştur. Deniz kıyılarında yaşayan bir memeli hayvanın (mesonychid veya Indohyus-türü) hücreleri, dinozorlardan kalan denizlerdeki ekolojik boşluğu görür ve o boşluğu dolduracak şekilde bedensel değişiklikleri yaparak, balina gibi denizlerde yaşayabilecek bir beden tasarımı yaparlar! Tamamen bir niyet ve hedef belirleme olayı!

Bedenler, hücrelerin oluşturdukları bir holdingleşmedir. Her organ farklı bir ürün üretir: Her ay şu kadar saç, şu kadar tırnak, şu kadar deri, şu kadar tuz-ruhu (midede), şu kadar diş, şu kadar şu şekilde kemik, vs. üretilir. Bu ürünler bedenin bulunduğu ortama uyum içindirler. Kaçmaya yönelik yaşam tarzına uymuş hayvanın kemikleri farklıdır, yüzmeye yatkın yaşam tarzına uymuş hayvanın kemik şekli farklıdır. Et-obur canlının dişi ayrı, ot-obur canlının dişi ayrıdır.
¤- Bir bedende tüm işleri yapanlar hücrelerdir. Oluşturdukları bedenin hayatta kalması ve başarılı olması için ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışırlar.
►-Korkulması gereken şeyleri veya olayları tanımlayıcı hücreler oluştururlar (amygdala’da);
►-teşvik edilmesi gereken şeyleri veya olayları tanımlayıcı dopaminerjik hücreler oluştururlar (mesolimbic sistemde);
►- konum- yer belirleyici ve ortam-tanıyıcı hücreler (place cell) (hippocampus’ta);
►- iki farklı şey arasındaki sınır faktörünü fark edip, bedeni uyaran (border cells);
►- dikkat edilmesi gereken bir şeye rastlanıldığında bedeni uyaran (spatial view cells);
►- hayvanın kafasının ortamda aranılan bir noktaya yönlendiğini gösteren (head-direction cells);
►- yaşanılan ortamın harita koordinatlarını belirleyen (grid cells)
►- her bir olayın hangi olaylara bağlı olarak hangi zaman aralığında gerçekleştiğinin kayıtlarını tutan zamanlama belirleyici (time keeping cell)
►- osteoblast denilen kemik yapıcılar,
►- osteoclast denilen ve var olan bir kemik-yapısını yok-ediciler (yıkıcılar),
►- bir şey elde etmeye çalışmak için harcanan emek, enerji ve zaman, buna değer mi –değmez mi? gibi konularda karar veren hücreler (anterior cingulate cortex); S.W. Kennerley, 2012: Is the reward really worth it? Nature Neuroscience 15, 647–649.
►- Besin maddesi olarak alınan çeşitli ürünleri, hücrelerin kullandıkları temel yapı-malzemesi olan amino-asitlerine dönüştüren görevliler (sindirim-sisteminde yer alan hücreler);
►- Beden içine giren yabancı hücreleri algılayıp, bunların yabancı olduğunu ve yok edilmesi gerektiğini bildiren hücreler;
►- Bu yabancı varlıkları yok edici hücreler;
►- vs.
gibi çok özel görevli hücreler oluştururlar.

Kök hücre denilen ve kemik iliği (göbek bağı) gibi organlardan elde edilen hücreler, bozulan herhangi bir organa nakledildiklerinde, hemen o organı tanırlar ve tamir edip, düzeltirler. Kök hücrelerin bu organ-tanıma işlemi tam bir hedefe-kilitlenme olayıdır. Kök hücrelere hangi organ hedef gösteriliyorsa, o organı oluşturacak şekilde hücresel değişime uğrarlar ve davranırlar.
Döllenmiş bir hücrenin çoğalmaya başlaması ve kafa-gövde-kol-bacak gibi temel gövde parçalarını oluşturmaları da, hedgehog-sinyalleri denilen hedef gösterme öğeleri sayesinde gerçekleşmektedir. Dahası, hücre-içi ve hücreler-arası her tür haberleşme, farklı bileşimlerde moleküllerin farklı anlamlar ve farklı hedefler oluşturacak şekilde kullanılmalarıyla olmaktadır.

Çevre faktörlerini algılama ve çevreye uyum, tüm canlıların sahip oldukları bir temel özelliktir. Bunu en güzel şekliyle, yandaki kamuflaj yeteneği örnekleri sunan şekilde görmekteyiz.



“Ağrı” dediğimiz durum da bir hedef gösterme olayıdır; hücreler üst-sistem olan bedene bir uyarı yaparlar ve ‘bizim işlerimiz yolunda gitmiyor; bir şeyi yanlış yapıyorsun’.   Beden neyi yanlış yaptığını saptar ve ağrı kesilir!

Niyet konusu böylesine etkili olduğundan, kişilerin “hayat görüşleri” de mutlu veya mutsuz olmalarında önemli rol oynar. Doğada her şeyin denge ve düzen oluşturma yönünde, yani daha iyiye doğru gittiğine inananlar, pozitif görüşlü olurlar ve her şeye çözüm bulmaya çalışırlar. Doğada her şeyin düzensizliğe doğru gittiğine inananlar ise zorunlu olarak negatif görüşlü olurlar. Onların hayattan bir beklentileri yoktur, “ne yapsak boşuna” temel görüşü nedeniyle, toplumda pasif kalırlar. İnsanlarımızın çoğundaki umursamazlık bundan kaynaklanır.

İnanç sistemleri de birer niyet (hedef) göstergesi olduklarından, toplum hayatının düzenlenmesinde en ön planda yer alırlar. Yani, “herkes istediği inanç sistemine sahip olsun” şeklinde bir tutum sergileyenlerin bu düşüncelerinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu tekrar gözden geçirmeleri gerekmez mi?


BEDENLERIMIZIN YAPICILARI VE BAKIMCILARI OLAN HÜCRELER

— Oluşturdukları bedenlerde neden ağrı, sızı gibi rahatsız edici durumlar oluşturuyorlar?
— Neden kanserojen olup, yaptıkları bedenleri tekrar yok ediyorlar?
    Bu soruları yanıtlamadan önce, sizlerin kendinize şu soruyu sormanızı istiyorum: Beynimizdeki 100 milyar hücrenin her biri, yaklaşık 40-50 bin farklı faktörü dikkate alıp değerlendiriyor, çeşitli olasılık hesapları yapıyor ve ulaştığı sonucu diğer bir sinir hücresine aktararak, beynin bir karara varmasına çalışıyor. Acaba bu hücre, hangi 50 bin faktörü değerlendiriyor? Bunu cevaplamaya çalışırken, hücrelerimizin 3.5 milyar yıllık geçmiş tarihlerinde hangi aşamalardan geçerek ne tür faktörlerden etkilendiklerini hatırlamanızın yararlı olacağını hatırlatmak isterim. 
    Yeri geldikçe tekrar hatırlattığım üzere; sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Yani doğa ve dünyamız dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemler teorisi ilkelerine göre düzenlenmektedir. Bu ilkeler ise, salınımcılar dediğimiz temel canlıların, daha rahat bir duruma ulaşmak için oluşturdukları ortaklık prensipleridir. Bedenlerimiz de, bu temel prensip uyarınca hücrelerimizin oluşturdukları ortaklık sistemleridir. ‘Acı duyma’ gibi bir uyarı sisteminin olmadığı bir beden düşünün. Hücrelerin ortaklık sistemi olan bedende bir yara açıldı ve hücrelerin ihtiyacı olan maddeleri taşımaya yarayan kan dışarı akıyor. Akma durdurulmazsa, kan kaybından ortaklık tamamen çökecek. İşte bu gibi bir duruma karşı, hücreler ortaklık sistemlerini acı duygusu ile donatmıştır ki, acının olduğu yerde bir sorun olduğu anlaşılsın ve yara sarılarak kan akımı durdurulsun!
    Doğadaki değişim-dönüşümler rastgele veyahut önceden belirlenmiş bir tarzda değil de tamamen olasılık hesaplarına göre gerçekleştiğinden, varlıklar, nelerin nelere dönüşebileceğinin hesaplamalarını yapacak şekilde bilgi oluşturmaya ve bu bilgileri depolayıp gelecek nesillere aktarma çabası içindedirler. Bu nedenledir ki, dinamik sistemler teorisinin temel ilkelerinden biri, maksimum enformasyon prensibidir (MİP). Bu nedenle bilgi, eksponansiyel (üssel) şekilde artmaktadır.
    Her şey sürekli bir değişim-dönüşüme uğramak zorunda olduğundan, tüm varlıklar arasında tavuk-yumurta döngüsü sistemi geçerlidir. Bu döngü sisteminde, bilgiler hep alt-sistemlerin yapısal-dokusal durumlarına yansıtılarak kayıt altına alınırlar. Bunun sonucu, alt-sistemlerin yapı-ve-dokuları zaman içinde sürekli değişime uğrar.


 Bedenlerimiz hücrelerimiz tarafından yukarıdaki ilkelere uyacak tarzda oluşturulurlar. Bu tarz oluşumlarda, bedenlerin çevredeki koşullara uyum derecesi en önemli kriterdir.
Hücreler arası anayasa ilkeleri

     Bedenler, hücrelerin oluşturdukları ortak yaşam sistemleridir ve çok kesin ortaklık ilkeleri bulunur. Bu ortaklık sisteminde hücreler belli alanlarda uzmanlaşıp, o alanda bir hizmet üretirler. Bu şekilde çeşitli organlar ortaya çıkar.
    Ortaklığın ilkelerinden en önemlileri şunlardır:
   (a): Bir hücrenin sunduğu hizmete çevresindekilerden (A, B, C) istek geliyorsa, o hücre yaşamına devam edecektir.
   (b): Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (F,G)lerden de istek geliyorsa, o hücre çoğalacaktır. (İdman yaparak belli kasların geliştirilmesi gibi)
     (c):  Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (D,E) gibi başka hücrelerden yeni görevler isteniyorsa,  hücre o görevleri yerine getirecek şekilde değişime uğrayıp,  yeni görevi yapacak şekle dönüşecektir. (Bir organın kaza sonucu yok olması durumunda,  organın görevlerinin başka hücrelerce devralınması ve yerine getirilmesi gibi).
    (d): Bir hücrenin sunduğu hizmete başka hiçbir hücre ihtiyaç duymuyorsa, o hücreye bedende artık ihtiyaç kalmadığından, hücrenin intihar etmesi (apoptoz kuralı) gerekir. (Uzaya gönderilen ilk astronotlar, bir deri - bir kemik olarak dünyaya geri dönmüşlerdir. Çünkü uzayda yer-çekimi-kuvvetinin azalması –hatta  hiç olmaması– nedeniyle, bacaklardaki kas hücrelerine hiç görev düşmez. Bunun sonucu, kendilerine görev düşmeyen kas hücreleri intihar etmeye başlarlar. Bu olayın fark edilmesinden sonra, uydulara çok çeşitli spor aletleri konarak, hücrelere ihtiyaç duyulduğu mesajı vermeye başlanmıştır.)

    Bedenlerimizdeki hücreler, bu ortaklık ilkeleri haricinde, diğer tüm canlı + cansız varlıkların da uymak zorunda oldukları dinamik sistemler yasalarına da uygun davranmak zorundadırlar. Dinamik sistemlerde her şey atom, molekül gibi küçük yapıtaşlarının ortaklıklarından oluşurlar ve herhangi bir yeni şey oluşturma bilgisi de bu temel-yapıtaşlarında depolanıp, gelecek kuşaklara aktarılırlar. Örneğin bir bitki veya hayvan bedeni oluşturma bilgisi, o bitkinin tohumlarında, veyahut hayvanın yumurtalarında (+spermlerinde) bulunurlar. Atom, molekül gibi küçük öğelerin hücre, beden gibi üst-sistemler oluşturmalarının temel nedeni ise, rahatlama dürtüsüdür. Rahatlama dürtüsü nedeniyle, tüm varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere uyumlu olacak şekilde yapısal durumlarını değiştirirler. Bu değiştirmeler hep çevredeki diğer varlıklarda gerçekleşen değişim-dönüşümler dikkate alınarak yapılır. Onun için tüm varlıklar arasında karşılıklı bağımlılık (circular causality) denilen bir ilişki vardır. Bu karşılıklı ilişki sistemi içinde, varlıklar kendilerine doğada yeni oluşmuş nesneleri bir hedef olarak seçip, o varlıktan (onun sahip olduğu enerjiden, vs.) yararlanmayı planlarlar. Bu duruma dinamik sistemler teorisinde “atraktor (hedef, çekim noktası) oluşturma” denilir. Diyelim ki bu çekim noktası, ağaçlardaki meyvelerden yararlanmak olarak belirlendi ve bu hedefi belirleyen de, o zamana dek yeryüzündeki bitkilerle beslenen bir sürüngendi. Tüm bilgiler varlıkların bileşenlerinde depolandığından, böyle bir hedef belirleyen asıl öğeler, o sürüngenin hücreleridir. Bu durumda, bu sürüngenin hücreleri yeni bir beden tasarımı amaçlayan ve bu nedenle de yeni bilgiler oluşturmak zorunda olan varlıklar olmuş olurlar. Sürüngenin bedenindeki hücreler arasında, o zamana kadar, koşmaya ağırlık veren bir düzen-ölçütü vardı. Yani bedenin oluşumunda hücreler, ortaklık ilkesi olarak bu amaca (hedefe) öncelik verecek şekilde hücrelerdeki moleküllerin yapısallaşmalarını ayarlamışlardı. Şimdi amaç veya hedefin, ağaçların tepelerindeki meyvelere ulaşmak ve onlardan beslenmek olarak değiştirilmesi gerekince, temel bileşenlerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, bu hedefe ulaşılacak bir beden yapısallaşması sağlanmasına çalışılır.
    Meyveli ağaçların ortaya çıkmasıyla hedef değişikliği oluşmasıyla, hücrelerin genetik bilgi depolarındaki kayıtlarda yukarıda sıralanan ilkelerde gerekli değişikliklerin yapılarak, yeni bir düzen-ölçütünün (yani zıplayıp-uçabilecek bir beden tasarımının) geçerli olduğu yeni bir beden tasarımı başlatılır. Her yeni beden tasarımı, yeni bir üst-sistem oluşturma eylemidir. Bu üst-sistemde geçerli olacak ortaklık ilkelerine o sistemin düzen-ölçütü denir ve yukarıda özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre gerçekleştirilir.
    Bedenlerimizin tasarımcıları ve bakımcıları olan hücrelerimiz, böylesine karmaşık bir karşılıklı ortaklık ilişkisi içindedirler. Peki, böylesine zor ve yoğun emek ürünü olarak bedenlerimizi oluşturan hücreler, nasıl oluyor da kanserojen olup, binbir emekle oluşturdukları bu bedenleri yıkmaya-dağıtmaya koyulabiliyorlar?
    Kanser oluşumlarının vücutta genellikle “kronik yangı veya ateşlenme” bulunan noktalarda oluştukları ve yara-iyileştirme olayı ile kanser oluşumu arasında çok yakın benzerlikler olduğu saptanmıştır (Schäfer & Werner 2008). Bunun ne anlama geldiğini açıklamak için, yaygın kanser türlerinin oluşumuna bir göz atalım.
    1- Stres, bedendeki hücreler arasında uyumsuzluk yaratır; uyumsuzluk hücreler arası çatışma demektir, çünkü heat-shock-protein (HSP) denilen ateşlenme ürünlerinin oluşumuna yol açarlar. Dolayısıyla stres kanserojen etki oluşturur.
    2- Kullanılmayan organların hücreleri, hücre-ortaklığı ilkeleri gereği intihar etmek mecburiyetindedirler. Genetik yapıları uyarınca kendilerine verilecek bir görev yapmaya hazır olmalarına rağmen, insanların doğal sistem kurallarını dikkate almayan hayat tarzları ve görüşleri nedeniyle kendilerine görev verilmediği için intihar etmek zorunda kalan hücreler, isyan edebilirler ve kanserojen olmaya zorlanırlar. (Meme kanserinin daha çok emzirme yapmayan kadınlarda yaygın olması, posalı yiyecekler yerine posasız yiyeceklere ağırlık veren insanlarda kolon kanserinin yaygın olması vs. bu türdendir).
    3- Karaciğer kanserleri genellikle kronik viral hepatitis sonucu;
    4- Mide kanserleri genellikle Helicobacter pylori tarafından oluşturulan mide yangılanmaları sonucunda;
   5- Bağırsak kanserleri, bağırsaklardaki iltihaplanmalar-yangılanmalar sonucunda;
    6- Akciğer kanseri, akciğerde depolana sigara-artıklarının (veya başka tür zerreciklerin) oluşturdukları yangılanmalar sonucunda;
    7- Radyasyona bağlı kanserler, hücrelerin genetik dokularında zararlı ışınların oluşturdukları bozulmaları tamir etme çabaları sonucu oluşan kronik yangılanmalar sonucunda;

       8- vs... oluşmaktadırlar.

Şimdi sizlere yaşanmış bir örnek vererek, kanser oluşumunu ve kanserle nasıl başa çıklacağını göstermek istiyorum
Onkoloji alanında 30 yıldır çalışan bir bilim adamı ve aynı zamanda bir tıp doktoru olan Belçika’lı  Prof. Dr. Vincent Castronovo, kaderin bir cilvesi ile 2011 yılında gırtlak kanserine yakalanır ve kendi uyguladığı tedavi yaklaşımı ile bu hastalıktan 1 yıl içinde kurtulur. Nasıl kurtulduğunu
adresinde verilen söyleşide anlatır. Özetle şunları vurgular:
Castronovo, tüm kanser olaylarına neden olan temel faktörün, bir organda uzun süreli iltihaplanma olmasının olduğunu vurguluyor. İltihaplanma (dolayısıyla enflamasyon) oluşumuna neden olan faktörler arasında ise:
►1-Beslenme bozukluğu (yağ-şeker-tuz vs. gibi maddelerin aşırı kullanımı);
►2-Ekolojik-bağımlılıkların dikkate alınmaması (bağırsakta beden hücreleriyle ortak-yaşam (simbiyoz) içinde yaşayan bakterilerin kullanılan ilaçlar nedeniyle öldürülmesi sonucu sindirim sisteminin bozulması, vs.)
►3-Sigara, çevre kirlenmesi ve hatalı ziraat usulleri nedeniyle besin maddelerinin kalitelerinin bozulması gibi çevresel faktörler;
►4-Hareketsizlik, çiğneme tembelliği, vs. gibi doğal-yaşam-koşullarından uzaklaşma;
►5-mutlu olmama (gülme-yoksunluğu)
Vs. gibi nedenler sıralanıyor.
Ve tedavi için: Beslenme, Egzersiz, Sevgi ve Dostluk öneriliyor.

Görüldüğü üzere, DOM-sistemi bakışı ile oluşturulan bilgiler, kanser uzmanlarının öne sürdükleri görüşlerle bir-e-bir örtüşmektedir.

Kötü beslenme, kötü yaşam alışkanlığı vs gibi nedenlerle bir organın hücrelerinde iltihaplanma başladığında, bağışıklık sistemi hücreleri bu iltihaplanmayı durdurmaya çalışırlar ve bu nedenle enflamasyon denilen ateşlenme ortaya çıkar. Hücrelerdeki iltihaplanma, alışık olunmayan bir maddeden kaynaklanır. Bu madde bir virüs veya bakteri olabileceği gibi, herhangi bir kimyasal madde de olabilir. Bu nedenle doğal sistem koşulları içerisinde büyüyüp gelişen hücrelerimizin nelerden nasıl etkilendiklerini bilmemiz çok önemlidir. DOM- sistemi tam bu bakış açısıyla oluşturulmuştur.
Bedendeki tüm organlardaki hücrelerin bazılarının bir-iki ayda, bazılarının da en fazla 5-6 yılda yenilendikleri bilinmektedir. Şimdi aylar (veya yıllardır) sürekli bir iltihaplanma içinde olan bir organın hücrelerindeki yenilenme durumunu düşünelim. Yenilenecek hücre sorunlu bir hücre, uzun zamandır sorununu çözememiş. Yerine gelecek yeni oluşacak hücre aynı onun gibi olursa, sorun aynen devam edecek demektir. İşte hücrelerin açmazı bu noktadır. Kanser oluşumunda dikkate alınması gereken temel nokta budur.
Yukarıdaki sıralanan kanser nedenlerinden birinin   ►5-mutlu olmama (gülme-yoksunluğu) konusu da bu nedenle çok önemlidir.
*-1- Bir insan yaptığı işi severek yapıyor ve yaşamdan zevk alıyorsa, o insan mutlu olarak bilinir, yüzü güler. Bu tür bir insanın bedenindeki hücreler, şöyle düşünürler: Bir beden oluşturmuşuz ki, çevre koşullarına uyumlu ve başarılı, öyleyse iyi bir ürün ortaya koymuşuz! Bu durumda hücreler bedende mutluluk hormonları yayarlar ve o bedenin hayatta kalması için ellerinden geleni yaparlar.  
*-2- Bir de tersi durumu düşünelim: Kişi yaptığı işi sverek yapmıyor, hayattan zevk almıyor, yüzü asık ve mutsuz. Bu tür bir insanın bedenindeki hücreler, şöyle düşünürler: Bir beden oluşturmuşuz ki, çevre koşullarına uyumlu değil ve başarısız, öyleyse kötü bir ürün ortaya koymuşuz! Bu durumda hücreler bedende mutsuzluk hormonları yayarlar ve o bedeni hayatta tutmak için de aşırı bir gayret göstermezler.
  

    Alerji, kurdeşen, sedef, astma gibi hastalıklar hücrelerin doğadaki belli sinyalleri yanlış yorumlamaları sonucu oluşurlar. Araştırmalar astma ve alerji gibi hastalıklara en çok, şehir (veya apartman) çocuklarında rastlanıldığını göstermiştir.  Bunun temel nedeni de, doğal çevre koşullarından uzaklaşılmış bu tür ortamlarda büyüyen çocukların hücrelerinin doğal çevre koşullarıyla yeterince karşılaşmamış olmaları nedeniyle, hücrelerin bazı konularda “eğitimsiz, bilgisiz” kalmalarıdır. Malumunuzdur, aşı dediğimiz olay, bir hücre eğitimi sistemidir. Aşı, çok zayıflatılmış mikropların bedene verilerek, hücrelerin bu zararlı mikropları tanımları ve onlarla nasıl başa-çıkacaklarını öğrenmeleri olayıdır. Dolayısıyla, alerji ve astma gibi hastalıklardan kurtulmanın en basit ve doğal yolu da, hücrelere doğada nelerle karşılaşmalarının gerekli olduğu temel bilgisinin verilmesinden geçer.
Kanser dahil, alerjik tüm hastalıklardan kurtulmanın en kestirme yolu, kişiyi tamamen yalnız başına doğal ortamla karşı karşıya getirmekten geçer.
     Bir kişi, her türlü sosyal yaşamdan uzak bir yerde (bir dağda veya ormandaki mağarada) yalnız başına yaşamaya mecbur kalırsa ne olur?
İnsanlar doğal sistem koşulları karşısında, neyin neye bağımlı olduğunu, hücrelerin neleri nasıl yorumlaması gerektiği vs. gibi bilgileri “doğru” olarak öğrenme ve hücrelerini bu yönde yönlendirme fırsatı bulurlar.
    DOM-sistemine girişte ilk vurgulanan konu, doğada neyin neye bağımlı olarak geliştiği temel bilgisidir. Bu temel ilişki sistemi şu örnekle açıklanmaya çalışılmıştır:
    “Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de kulağına dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip, orman ıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz; mideleriniz doldu ve bedeninizdeki tüm kan, aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarınızdan kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz.
    Bakın şimdi ne olur... Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni” harekete geçer.
    Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen “pitiutary” (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler. Bunun üzerine “pitiutary” (P) kan dolaşım sistemine "adrenocorticotropic hormones (ACTH) " salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar.
    Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir.
    Bu arada gözünüz arkadaşınızın kolundaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti!
     Peki, ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi?
    Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek “bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur” mesajı verilir.
    Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda, “bilinçaltı” dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer.”
    Bedenler doğal ortam koşullarında yaşamaya bırakıldıklarında, ister-istemez bir sürü korkulacak durumla karşılaşırlar. Bu gibi durumlarda bedendeki hücreler, önemsiz alerjik konularla değil, hayati önemli konularla uğraşmaları gerektiğinin farkına vararak, beden içindeki ufak sorunları bırakırlar. Yani bağışıklık sistemindeki mücadeleye ara verirler.
Bedendeki hücrelerin birkaç ayda yenilendikleri dikkate alınırsa,  tamamen doğal sistem koşulları altında yaşayan bir bir bedende, yeni oluşacak hücrelerin, tamamen sağlıklı bir şekilde yapısallaşmaları ve yanlış yorumlamalardan kurtulmuş bir beden ortaya çıkması çok doğal bir sonuçtur.
Tıbbi yöntemlerle iyileşme umudunu tamamen kaybetmiş kanser hastalarından bazılarının Tibet dağlarında yaşamaya başladıktan sonra tamamen iyileştikleri şeklinde haberler bu açıdan değerlendirilirse anlam kazanırlar.
  Bu nedenle, DOM-sistemi bilgileri sadece toplumsal sorunlarımızın çözümünde değil, kişisel-bedensel sorunlarımızın çözümünde de en temel başvuru kaynağı rolü oynamaya devam ediyor.
    Hücrelerimiz, oluşturdukları bedende işlerin yolunda gitmesi için dur-durak bilmeden, geceli-gündüzlü çalışıp, ortaklık sistemlerinde her şeyin en iyi şekilde yürümesine çabalarlarken; atalarımızdan bize aktarılmış hatalı doğa görüşlerini çocukluk evresinde hücrelerimizin işletim sistemine entegre ederek onların doğal çalışma sistemlerini bozmamızdaki mantıksızlık, bizlere çeşitli hastalıklar olarak geri dönmektedir. Hücrelerimizin işi zaten çok zorken, biz onları daha da çok strese sokuyoruz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder