HAYATA BAKIŞ
AÇISININ YAŞAM ŞEKLİNE VE DÜZEYİNE ETKİSİ
Akıl ve mantık, bir canlının sorunlarını çözme yeteneği olduğuna göre; hem
kendisinin hem de tüm diğer varlıkların sorunlarını katmerleştiren insanlığın,
akıl ve mantık sistemi sağlam olabilir mi?
“Ortak Kaynakların Paylaşımı Trajedisi” olarak da bilinen “Allmende
dilemma” şimdiye kadar hiçbir devletin çözemediği bir sorundur. Bunun yanı sıra
işsizlik, işçi-işveren ve amir-memur kavgaları, her tür komplo, her türlü
cinayet, miras davaları, ırk-din-dil ayrımına dayalı sorunlar, çevre-kirliliği,
vs. gibi, insanlığın çözemediği daha sürüyle sorun vardır.
Ve hepsinin temelinde, insanın hayata bakış açısı yatar.
Hayata bakış açısı derken şunu kast ediyorum: Hayat neden doğum-ölüm döngüsü
üzerine oturtulmuştur ve bunu böyle ayarlayan güç sistemi nasıl bir güç
sistemidir? Neden böyle bir döngüyü tercih etmiştir?
İşte sorun, bu soru’nun yanıtını bilip-bilmemenize bağlıdır. Bu soru’nun
bilimsel yanıtı, bizi tüm sorunlarımızın çözümüne götürür.
Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistem içinde yaşıyoruz.
Dinamik sistemli bu doğada her şey “information & self-organisation =
çevrendeki değişim-dönüşümler hakkında bilgi edin ve o bilgilere göre örgütlen”
olarak özetlenen “dinamik sistemler fiziği teorisi” ilkelerine göre
gerçekleşmektedir. Bilgi ise hep varlıkların iç bileşenlerinde (yani bedenlerimize
ait tüm bilgiler, bedeni oluşturan hücrelerimizde) kayıt altına
alınıp-işlenmektedir. O halde bizlerin düşünce ve davranışını düzenleyen ve
kontrol eden varlık, içimizdeki hücrelerimizdir. Hücreler bu işi yaparken, duyu
organlarıyla kendilerine gelen verilerden yararlanırlar. Çünkü onlar
değişim-dönüşüm içindeki bir doğal sistemde yaşadıklarını ve bağımlı oldukları
enerji kaynaklarının sürekli değiştiğini çok iyi bilmektedirler. (Enerji kâh
bir dinozor bedeninde, kâh bir memeli hayvanda, kâh bir mısır veya buğday
tanesi içinde depolanır. En temeldeki canlılar olan kuantsal salınımcılar
(wavicle) ise, doğadaki en ekonomik enerji depolayıcı yapısallaşmalara
tünelleme etkisiyle göçerek, en iyi yapısallaşmaların devamını ve kötülerin
ayrışmasını sağlayarak, doğadaki denge ve düzeni milyarlarca yıllık süreçte
oluşturmaya çalışırlar. Dolayısıyla, hücreler de tabandaki başka canlılara
bağımlıdırlar.) Bu nedenle hücreler, çevrelerinde nelerin nelere dönüştüğünü,
ne tür yenilikler ortaya çıktığını vs., duyu organlarından kendilerine gelen
verilere göre düzenlenmek zorunadırlar. İşte sorunlarımızın nedeni, bu konuda
hücrelerimize verdiğimiz temel bilginin yanlışlığından kaynaklanmaktadır.
Bizler genel hayat görüşü olarak, “canlılığımızın ve hayatımızın hücrelerimize bağımlı,
onların tasarımı ve denetimi altında olduğu” şeklinde, yani tabana bağımlılık
prensibi şeklinde çocuklarımıza aktarmıyoruz.
►- Hücreler neden beden gibi yapısallaşmalar içinde bir araya gelirler?
► - Daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmak için!
►- Bedendeki ortak yaşam sisteminin
kurallarını kimler koyuyor?
► - Hücrelerin bizzat
kendileri, karşılıklı sinyalleşmelerle ortaklıklarının temellerini
oluşturuyorlar!
Ve bu kurallar 1-2 yılda değil, milyonlarca yıl süren karşılıklı etkileşimler
sonucunda olgunlaşıyor! Öyle, bir kişinin “Şu şöyle olsun” demesi şeklinde bir
oluşum, doğada mevcut değil. İnsanlık yaklaşık 2-3 milyon yıllık bir geçmişe sahip,
ve ancak günümüzde bu sorunu tartışmaya ve ortak yaşamın kurallarını
oluşturmaya başlamak üzereler.
Aynı sorular, insanların önünde de duruyor. İnsanlar neden toplum denilen
sistemler içinde yaşıyorlar da, tek-tek aileler şeklinde yaşamıyorlar?
Dolayısıyla, insanların daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmaları için
başvurulacak yöntem, toplum hayatının bir ortak yaşam sistemi olarak görülmesi
ve buna göre davranmasıdır.
Sözün kısası, sorunlarımızın hepsinin tek bir nedeni vardır, o da, doğadaki
sistemi yanlış yorumlamış olmamız ve bu yanlışlığı gelenek-göreneklerimize
işleyerek, sosyal bir hastalık şeklinde nesilden nesile otomatik olarak
aktarmamızdan kaynaklanmaktadır.
Sizlere
yıllardır, çok basit bir çözüm formülünden söz ediyorum. Bu basit formülü uygularsak
tüm sorunlarımızın ortadan kalkacağını somut örneklerle gösteriyorum. Ama
öylesine kafamızı başka yönlere bakmaya şartlandırmışız ki, ne medya bu basit
çözüm formülünü bir-iki paragrafla sütunlarına alıp da konuyu okurlarının
dikkatine sunuyor, ne tepedekiler bu formülü dikkate değer görüp üzerinde bir
tartışma başlatıyor. Halbuki bu formül, doğadaki sistemin özünden türetilmiş
bir formül; yani tamamen fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, vs. gibi temel doğa
bilgilerinden yararlanılarak doğadaki oluşum sistemini tanımlayan, tamamen
bilimsel verilere dayalı bir çözüm formülü.
Peki, neden insanlarımız önlerindeki bu basit formülü dikkate alıp,
sorunlarının üstesinden gelmiyor da,
► hâlâ düşmanı farklı yerlerde arıyor? Düşman
kafamızdaki yanlış bilgilerde değil mi?
► Kafamızdaki bilgiler doğru olsaydı, tüm sorunları çözen ve
tamamen doğal sistem bilgilerine dayalı olarak oluşturulmuş bir formülü dikkate
alıp, birbirimizi karşılıklı olarak öldürmeye son vermez miydik?
İnsanların davranışları, beyinlerine işlenen bilgilerle denetlenir. Bu bilgiler
arasında temel “hayat” görüşü en önemli olanıdır. Hayatınızın anlamı nedir,
hayattan beklentiniz nedir? Bu soruyu kendinize sorun ve yanıtını verin.
Çoğu insan, hayatın anlamının ne olduğu sorusunun yanıtını bilmez. Dolayısıyla
hayatın neden “doğum-ölüm döngüsü” üzerine oturtulduğunu da bilmez. Bu nedenle,
hayattan beklentisi “daha fazla mal mülk sahibi olmak“gibi doğadaki mevcut oluşumlardan
bir pay kapmak şeklindedir. Özetlenecek olursa, “pay kapmak” günümüz
insanlarıının hayatlarındaki temel amaçtır. Bu temel hayat görüşü etkisi
altında yetiştirilen insanlar, sahip olduğu mesleğe göre doğayı parsellemeye ve
payını artırmaya çalışmaktadır. Yöneticiler dediğimiz, devleti (yani toplumsal
sistemi) sevk ve idare etmekle yükümlü olanlar da, devleti bir toprak parçası
olarak görürler ve o toprak parçasını sahiplenmek, onu büyütmek için
çabalarlar. Yani temel hedefleri o toprak parçası üzerinde yaşayanların daha
rahat ve mutlu yaşamalarını sağlamak değildir. Amaç ve hedef bu olmayınca,
toplumsal bir ortaklık sistemi oluşturma gibi bir çaba da bulunmamaktadır.
Halbuki temel amaç ve hedef, yaşayanların nasıl daha mutlu bir sisteme
kavuşturulacağı olsaydı, o zaman yöneticiler arasında karşılıklı bir anlaşma ve
uzlaşma eğilimi olurdu; çünkü rahatlamaya giden yol, birleşme ve bütünleşmeden,
yani ortaklıklar oluşturmaktan geçer.
Toplum bir ortaklıktır. Ortaklık oluşturmanın temel nedeni, daha rahat bir
yaşam düzeyine ulaşmaktır. (Yalnız başına yaşayan bir insan tüm
gereksinimlerini kendisi karşılamak zorundadır. Buğday yetiştirecek, değirmen
yapıp un öğütecek, fırın yapıp ekmek pişirecek; demir, bakır, vs bulacak, bu
madenleri ergiteceği düzenekler yapacak, onlardan kap-kacak, kazan, tencere
üretecek; yiyeceği etleri sağlayacağı hayvanları yetiştirecek, giyeceği
elbiseleri yapacak pamuk üretecek, pamuktan iplik yapacağı tezgâhı, iplikten
kumaş yapacağı atölyeyi, vs. vs... 24 saatlik günlük bir döngü ile sınırlanan
hayatta, bu işleri yapmaya hiçbir insan yetişemez; bunları yapacak ne zamanı ne
de bilgi kapasitesi vardır.) Çünkü yalnız yaşayan biri her işi kendisi yapmak
zorundayken, ortaklık sisteminde her birey ayrı bir iş yapar ve hizmetler
karşılıklı olarak takas edilir. Bir şeyi en iyi şekilde yapanlar tercih ve
teşvik edilir. Dolayısıyla, en ekonomik şekilde bir şey yapma çabaları (yani
bilgi oluşturma) hayatın temel amacını oluşturur. Bu nedenledir ki, doğadaki
oluşum ve gelişimleri açıklayan dinamik sistemler fiziği, “information &
self-organisation = bilgi edin ve ona göre örgütlen” olarak özetlenmektedir.
Ortaklıklar, karşılıklı anlaşıp-uzlaşmayla sağlanır. İnsanların, özellikle de
siyasetçilerin ve yöneticilerin, birbirleriyle daha rahat bir ortak yaşam
sistemi oluşturma konusunda anlaşıp-uzlaşamamalarının tek bir nedeni vardır:
Mantıksal değerlendirme sistemlerinde temel bir hata olması… Bu hata,
insanların, yaşamlarını ‘lider’ olarak kabul ettikleri kişilerin görüşleri
doğrultusunda yönlendirmeye alıştırılmış olmalarından kaynaklanır. Günümüz
liderlerinin görüşleri ise, geçmiş zamanlardaki “liderlerden” esintilerdir.
Durum böyle olunca, toplumu yönetmekle görevli kişilerin temel amaçları,
insanlarını daha rahat bir yaşam düzeyine ulaştırmak değil, kafalarındaki
liderlik sistemi bilgilerini savunmak olmaktadır. Dinciler, kapitalistler,
sosyalistler, liberaller, milliyetçiler,ateistler vs., her biri kendi
görüşlerini savunmak ve hayata geçirmek için masaya otururlar. Daha rahat bir
yaşam düzeyine ulaşmak gibi “hayatın evrensel amacına uygun” temel bir
görüşleri yoktur!
Mantıksal sisteminde bozukluk
olan insanların birbirleriyle anlaşıp-uzlaşması söz konusu olamaz, çünkü her
bir taraf, diğer taraftaki mantıksızlığı ileri sürer. Onun için, mantıksal sisteminde
bozukluk olmayan (doğadaki sistem) bir görüşün temel alınarak, o görüş
çerçevesinde masaya oturmaktan başka çözüm yolu yoktur. Ülkemizde (ve de
dünyamızda) yaşananlar hep bu temel mantık çarpıtılmasından kaynaklanmaktadır.
HEDEF YANLIŞLIĞI VE HEDEFIN
DEĞIŞTIRILMESIYLE SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ
Alt-sistemlerle üst-sistemler arasında gerçekleşen hedef gösterme ve gösterilen
hedefe ulaşama çabalarının nasıl olduğunu bir örnekle gösterelim.
Matadorların yaptıkları boğa güreşlerinde, matadorun elinde bir flama bulunur
ve boğa bu flamaya saldıracak şekilde şartlandırılır. Bu tipik bir “yanlış
hedefe saplanma” olayıdır. Bir boğa bu mücadeleden ölmeden kurtulursa ve
yarışmalara devam ettirilirse, hedef saptırılması olayını da fark eder ve
karşısındaki matadora öldürücü boynuz darbeleri vurur. Bu nedenle boğa
güreşlerinde aynı boğa arenaya tekrar çıkartılmaz.
Bu eylemlerde, bir boğanın şu veya bu şekilde davranması, tamamen kendisine
gösterilen hedefin yanlışlığına bağlıdır. Boğanın hücreleri, bedene gösterilen
hedefe ulaşmaya çalışırlar. Hedef hatalı olduğu için boğanın tüm çabaları
boşuna gitmiş olur. Toplumlarda da insanlara gösterilen hedef aynen bu
şekilde bir etki yapar. Günümüz dünyasında insanlara gösterilen hedefler
arasında “daha rahat yaşam koşulları oluşturmaya yönelik toplumsal birliktelik”
oluşturmak diye bir hedef yoktur. Bir siyasi veya dinî görüşü savunmak gibi
hedefler yaygındır.
.
Bu görüş doğa-bilimsel verilere tamamen ters düşmektedir. Bu hatalı temel görüş
aktarımı nedeniyle, insanlar da, kendilerine ait olması gereken toplumsal hayat
sistemini sahiplenme bilincinden yoksun kalmakta ve toplumdaki tüm işlemleri
hep ağa, şeyh, sultan, lider gibi kendileri dışındaki insanlara bırakmaktadır.
Tepedeki bu insanlar da, halkın bilinçlenmemesi-uyanmaması için ellerinden
geleni hep yapmışlardır ve yapmaktadırlar.
Vatan üzerinde sadece insan değil, daha milyonlarca farklı canlı yaşar ve
hepsinin karşılıklı etkileşimiyle ekolojik bir sistem ortaya çıkar. Dolayısıyla
üzerinde yaşanılan toprak parçasının insanların sadece kendilerine mahsus bir
şeymiş gibi muamele etmeleri doğal sistem döngüsünü
alt-üst edici, torunlarımızın geleceğini karartıcı bir etki
yaratır. İnsanlar kendilerini üzerinde yaşadıkları bir toprak parçasının sahibi
görüp, onu istedikleri şekilde kullanamazlar.
Bizlerin düşünce ve davranışları, bedenimizdeki hücrelerimiz tarafından
belirlenirler. Peki, hücreler bu belirlemeyi neye göre yaparlar?
Cevap: bizlerin onlara göstereceğimiz hedeflere göre! Biz hücrelerimize
futbolculuğu cazip gösterirsek, onlar futbolculuğa uygun davranışlara girerler;
şarkıcı olmayı hedef gösterirsek, o yönde çabalayan insanlar ortaya çıkar. Bir
toplumdaki futbolcu veya şarkıcı sayısının ise belli bir sınırı vardır.
Dolayısıyla, milyonlarca nüfusa sahip olan bir toplumda insanlara gösterilecek
hedef çok çeşitlilik arz etmek zorundadır.
Diğer taraftan, her insan bedeni, bir diğerinden farklıdır. Kiminin ses telleri
şarkıcı olmasına uygunken, kimininki değildir. Bu nedenle, bedenlerin hangi
mesleklerde başarılı olacakları genetik yapısallaşmayla da ilişkilidir.
Dolayısıyla, her insan aynı tür meslekte aynı başarıyı gösteremez. Bu nedenle
insanlar, hücrelerine gösterecekleri hedefleri (yani toplum hayatında
üstlenecekleri hizmetleri) kendi hücrelerine “sorarak” kendileri belirlemek
zorunadırlar.
Toplum biz insanların oluşturacağı bir ortaklık sistemidir. Hücrelerimize
bu temel görevi hedef olarak gösterirsek, çocuklarımız ve gençlerimizin her
biri kendi genetik yapılarına uygun mesleklere yönelerek, en iyi toplumsal
bağımlılık sistemini kesinlikle oluşturacaklardır, çünkü bu dürtü onların
genlerinde mevcuttur!
Toplum hayatı, bileşenlerinin sahip çıkması oranında başarılı olunan bir
sistemdir. Toplum oluşturulması gereken yeni bir sistemdir. Toplum oluşturmanın
amacı ve doğada bir şeyin nasıl oluşturulduğu, nasıl sahiplenildiği bilgisi
hücrelerimize otomatik olarak işlenecek şekilde verilmezse, insanlar toplum
oluşturamazlar. Bu bilgi geleneklere işlenmiş olursa toplumsallaşma
gerçekleşir. Ancak o zaman her çocuk, doğar doğmaz bu geleneksel bilgiyi
kopyalayıp otomatik işletim devresi olarak yapısına aktarır ve insanlık ondan
sonra bu yolda devam eder. Bu yapılmadığı sürece, toplumsal davranış
gerçekleşmez.
Bir
bedende tüm işleri yapan, hücreler mi? Evet!
Peki, hücreler bedenlerine sahip çıkıyorlar mı? Evet!
Bir toplumda tüm işleri yapan, halk mı? Evet!
Peki, halk topluma sahip çıkıyor mu? ????
Neden? Çünkü
halka, doğadaki oluşumların, varlıkların dışında bir sistem tarafından
oluşturulup-denetlendiği ve sahiplenildiği şeklinde bir bilgi verilmiş.
İnsanların kendilerini toplumsal (ve diğer doğal sistemlerin) sahibi olarak
görmediklerinin en güzel delilini, insanların hayattaki davranışları oluşturur.
Şöyle ki:
İnsanlar
-evlerine tükürmezler, kendi eşyalarına zarar vermezler,
-ama sokağa tükürürler, denizleri, dağları kirletirler, vs.
Toplumu kendisi oluşturan ve doğadaki tüm diğer varlıklara bağımlı olarak,
onlarla birlikte doğal sistemi oluşturduklarının bilincinde olan bir insan,
tamamen farklı davranmaya başlar.
Hedef “biz nasıl daha rahat bir şekilde yaşayabiliriz?” sorusuna yanıt
bulmaktan geçer ve bu soru “toplum nedir? Nasıl oluşturulur”a götürür. Doğadaki
tüm oluşumlar bileşenlerin (insanların) karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarına göre
gerçekleştirildiğinden, bu temel prensibi öğrenen insanların başka türlü
davranmaları beklenemez, çünkü sistem doğanın sahibine ait sistemdir.
Dolayısıyla, doğadaki oluşum mekanizması bilgisinin ana-babalarımızın genlerine
işleyecek şekilde onlara aktarılması, toplumsal sorunlarımızın çözümü için şart
ve gereklidir. Doğadaki oluşum mekanizmasına uygun davranmak ve “toplumsal
sistemi bir ortaklık olarak görmek ve sahipliğini üstlenmek”.
Toplumlarda yerleşik bir sürü geleneksel bilgiler vardır. Bu bilgilerin
hangilerinin doğru (yararlı), hangilerinin yanlış (zararlı) olduğunu saptamak
için, söz konusu bilginin yaşamınızı olumlu yönde mi, olumsuz yönde mi
etkilediğine bakmak gerekir. Toplumlarda en yaygın bilgi olan doğadaki
oluşturucu-yönlendirici güç sisteminin varlıkların dışında, yani varlığın
dışında, üstünde, harici bir sistem olarak düşünülmesi olgusudur ki, tüm
toplumlarda “tepeye bağımlı” sistem oluşumlarına yol açmıştır. Halbuki,
beden-hücre ilişkisinde gösterildiği ve tümleşik sistemler teorisi (Theory of
integrated levels) ilkelerinde ortaya konulduğu üzere, doğadaki tüm oluşum ve
gelişimler tabana bağımlı olacak şekildedir. Dolayısıyla, tüm sorunlarımızın
nedeni, doğa ve dünyadaki oluşum ve gelişimleri yanlış anlamak, yanlış
yorumlamak ve bu yanlış sisteme göre toplumsal ilişkilerimizi düzenlemekten
kaynaklanmaktadır. Çözüm formülü ise çok basittir: Her şeyi, doğadaki sisteme
uygun yapmak; yani tabana dayalı örgütlenme ve yapısallaşmalara gitmek!
Böyle olursa:
►Devlet, daha rahat
bir yaşam düzeyine ulaşmak amacına yönelik bir toplumsal birlik-bütünlük oluşturma işlevi olarak görülür.
►Bunun sonucu,
toplumun (devletin) iş ve meslek sahipleri arasındaki bir ortaklık sistemi olması gerektiği anlaşılır. Dolayısıyla,
yapısallaşması ve yönlendirilmesi tamamen iş-ve meslek dalları arası ilişkiler
çerçevesinde olmak zorundadır.
► “Yönetimi veya iktidarı ele geçirme mücadelesi” artık söz konusu değildir, çünkü halk sistemin
sahipliğinin bilincindedir ve tepe diye bir yetki ve bağımlılık merkezi
yoktur;
►Halk, toplum yaşamının daha rahat ve
huzurlu bir düzeye ulaşmak amaçlı bir ortaklık olduğu bilinciyle yaşadığından, sağ-sol, din, ırk, vs gibi gereksiz parçalanmalarla rahat ve huzurunun
ortadan kaldırılmasına karşı koyar.
Sonuç: İnsanlığın tüm
sorunları, doğadaki oluşum mekanizmasının tabana bağımlı olduğu gerçeğini
bilmemesi, tam tersine, tepeye bağımlı olduğu şeklinde hatalı bir geleneksel
bilgiye sahip olması ve ona göre davranmasından kaynaklanmaktadır. Çözüm yolu
ise çok basittir: Doğadaki oluşum mekanizmasının nasıl olduğu konusunun
toplumsal düzeyde işlenip, gelenek-göreneklere işleyecek derecede yaygınlaştırılması!
Yukarıda özetlenen teorik bilgileri yaygınlaştırmak, gençlere ve medyaya
düşmektedir. Ancak, devletin (kamu mallarının ve haklarının) tepedekilerce
sahiplenilmiş olması nedeniyle, medya dediğimiz yazılı ve görsel etkileme
sistemi de çeşitli holdinglerin elinde bulunmaktadır. Bunun için, medyaya bu
konuda sunulan yazılar hiç dikkate alınmamaktadır. Bu nedenle bu bilgileri
yaygınlaştırmak ve geleneklerimize işleyecek şekilde halkımıza duyurabilmek,
sadece ve sadece tabandaki halk içindeki, akıl ve mantığı sağlam kişilere
kalmaktadır. Bu konuda umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur, çünkü bilgi üssel
(eksponansiyel) şekilde çoğalma özelliğine sahiptir. Bu konuya inanan her bir
insan, her ay bir başka insana bu bilgiyi aktarıp, onun da bu bilgiyi benimseyip-yaygınlaştırılmasına
sağlayacak olursa, 24 ayda tüm Türkiye nüfusuna ulaşılmış olunur, çünkü 224 yaklaşık
66 milyon etmektedir. Geometrik artışın gizemini anlamak için, satranç oyununu
bulan kişinin, oyunu hediye ettiği Şah’tan, satranç tahtasındaki 64 karenin her
birine 1-2-4-8-16 gibi 2’nin karesi şeklinde artacak şekilde buğday tanesi
isteği istemesi olayını düşünmek yeterlidir.
Kısacası, geleceğimizin düzelmesi ve gerçek bir toplumsal hayat sisteminin
oluşturulması, tamamen insanlarımızın bu doğal sistem bilgilerini mümkün
olduğunca çok kişiye ulaştırmaya çalışmasına bağlıdır.
Bu, temel hedefimiz olmalıdır. Bunun yanı sıra, mevcut sistemi de değiştirmeye
ve düzeltmeye yönelik çabalarımız devam etmelidir.
Bizler hücrelerimiz vasıtasıyla tabandaki sistemle bağlantımızı
sağlıyoruz. Tabandaki sistem ise, milyonlarca bitki + hayvan ve binlerce
molekül ve atom etkileşimlerinden oluşuyor. Bu nedenle beyindeki hücreler
trilyonlarca faktörü değerlendirerek bedenimizi ayakta tutacak kararlar almaya
çalışıyorlar. Her şeyin en temelinde ise, doğadaki tüm yapıcı veya yıkıcı
enerji sistemlerinin kaynağı olan ve en ekonomik yapısallaşmaları seçme hakkına
sahip kuantsal sistem yer alıyor.
Halbuki tüm geleneksel hayat görüşlerinde, canlılığımızı “ruh” adını verdiğimiz
ve doğru-dürüst bir tanımını bile yapamadığımız hayalî bir kavrama
bağlamışızdır ve bu bilgiyi duyu organlarımızla, hücrelerimize aşılamışızdır.
Ruh, beden dışı bir güç sistemine bağlı bir canlılık olarak bilinir. Bu durumda
bedenimiz içindeki hücreler şöyle bir değerlendirme yapmak zorunda kalırlar:
“Değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadığımıza göre, çevrede, bizim
oluşturduğumuz bedenin içine girip-çıkabilen bir başka faktör ortaya
çıkmış!” İşte ruhsal sorunlarımız böyle başlar: Hücreler, kendi
kontrolleri dışında hastalanabilecekleri, başarısızlığa uğrayabilecekleri gibi
bir sürü korku içine girmiş, yönlendirilmiş olurlar. Dolayısıyla, bedenimle
hücrelerim arasındaki doğal ilişki sisteminin bozulmasının suçluları da, doğal
sistem mekanizmasını hatalı olarak insanlığa empoze eden din, bilim ve
siyaset adamlarındadır.
Şimdiye dek tüm yasa ve yönetmelikler tepedekiler tarafından,
tepedekilerin çıkarları doğrultusunda hazırlanmıştır. Yani devlet denilen,
halkı yönlendirme mekanizması, halk diye bir kesimin çıkarlarını dikkate alacak
yapıda değildir. Halkın devlete (dolayısıyla yöneticilere, vs.) karşı hak arama
kapıları kapatılmıştır. Ülkemizde halkın bilgilendirilmesi ve
bilinçlendirilmesi yönünde en önemli girişim olan Köy Enstitüleri projesi
tepedeki bazı güç sistemleri tarafından baltalanmış ve halkın
bilinçlendirilmesi engellenmiştir. Geçmişimizle hesaplaşma ve topluma karşı suç
işleyenlerden hesap sorulması çok önemlidir. Bu nedenle, gerçeklerin
anlaşılması ve toplumsal gelişmeye kimlerin engel olduğunun ortaya çıkarılması
açısından, bu tarihi olayın soruşturulup, hangi güç odaklarının bu şahane
girişimi baltaladığının ortaya çıkarılması önemlidir. Böylesine hayati bir
konuda zaman aşımı gibi bir mazeret olmamalı, yasaların buna benzer gerçekleri
ortaya çıkartacak şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Günümüzde artık köy
enstitülerini aynen tekrar kurmaya kalkışmak mantıklı bir davranış olmaz, çünkü
1930’lu yıllarla günümüz dünyası arasında çok şey değişmiştir. Dinamik sistemler
fiziği ile doğadaki değişim-dönüşüm mekanizmasının temelleri aydınlatılmıştır.
Bunun anlamı şudur: Toplum hayatı da tamamen dinamik bir sistemdir ve orada da
dinamik sistemler ilkeleri geçerlidir. Bu nedenle günümüzde insanlara verilecek
temel eğitim Doğadaki Oluşum Mekanizması bilgilerini esas alan “Toplum
Mühendisliği” şeklinde yeni bir meslek dalı ve bu bilgilere göre kendi kendini
sivil toplum örgütlenmeleri şeklinde yapısallaştıran ekolojik bir bakış açısı
olmalıdır.
İşte, Anayasa kitapçığına konulması gereken en önemli konular bunlar
olmalıdır.
Hayatın müsveddesi olmadığını hücreler çok iyi biliyorlar ve bu nedenle, bir
bedenin nasıl oluşturulacağı, nelerin nelere bağımlı olarak geliştiği gibi
milyarlarca ilişki sistemi bilgilerini genetik kayıtlar olarak gelecek
nesillere aktarmaya çabalıyorlar. Bu nedenle aşk ve seks dürtülerini
oluşturmuşlar. Peki, biz insanlar çocuklarımıza toplumsal sistem oluşturma
hakkında ne tür bilgiler bırakıyoruz? Bıraktığımız gelenek-görenek bilgileri ne
kadar işe yarıyor ve ne kadar doğadaki sisteme uygun?
Yanlış
eğitim politikalarının sonucu
Yer altı kaynaklarının
araştırılması Jeoloji bilimiyle yapılmaktadır. Jeoloji bilimi “batı-ülkeleri”
olarak tanımlanan gelişmiş ülkelerde taa 1700lü yılların başlarından itibaren
uygulanmaya başlanmış ve 1900lü yılların başlarında ülkelerin jeolojik
haritaları tamamlanmış, topraklarının altında ne var, ne yok anlaşılır
olmuştur. Ülkemizde jeolojik düşünceye yönelik ilk eylem ise 1934de Maden
Tetkik ve Arama Enstitüsünün kurulmasıyla atılmış, jeolog yetiştirilmesine ise
1950lerden sonra başlanmıştır.
Osmanlı Devletinin
parçalanmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları çizilirken,
demir-yolu-inşaatları gibi faaliyetlerle ülkemizin yer altı kaynakları
konusunda yeterli bilgiye sahip olan batılı devletler, zengin petrol yatakları
bulunan Kerkük- Musul gibi bölgelerin Türkiye’ye bırakılmaması için her türlü
dümeni çevirmişlerdir. Ülkemizin yer-altı kaynakları ve jeolojik yapısı
konusunda bilgisi olmayan yöneticilerimiz Osmanlı devleti eğitimsizliğinin
mağduru olmuşlardır.
Asırlardır sürdürülen
bu yanlış eğitim politikası Cumhuriyet döneminde Köy Enstitülerinin devreye
sokulmasıyla düzeltilmeye başlanmışsa da, yine statik sistem yönlendiricisi
“para = ekonomik baskısı” kullanılarak, ülkemizin geri kalmışlık içinde
sürünmesi için yapılması gerekenler yapılmıştır.
2. Dünya savaşı
sonrası dünya siyaseti kapitalizm-komünizm çekişmesi şeklinde bir soğuk
savaşa girince, Türkiye üzerine oyunlar hız kazanır ve 17 Nisan 1940da
kurulan Köy Enstitüleri “komünist, dinsizlik, ahlaksızlık” yuvaları, olmakla
suçlanarak kapatılması yönünde her türlü propaganda ve baskı uygulanmaya
başlanır. Bu baskılara paralel olarak demokrasiye geçilmesi yönünde yöneticiler
sıkıştırılırlar ve 1946 da demokrasiye geçişin yolu açılır.
Friedrich Nietzcshe’nin
dediği gibi “Cahil toplumla seçim yapmak, okuma-yazma bilmeyen birine hangi
kitabı okuyacağını sormak” gibidir. Halktan oy almak için hassas oldukları
“din” konusuna ağırlık veren parti, seçimleri kazanır, “komünist, dinsizlik,
ahlaksızlık” yuvaları olarak tanıtılan Köy Enstitüleri de kapatılır (1954)
Köy Enstitüleri gibi
dinamik sistemli bir doğal hayatı öğretmeye girişimin kapatılmasından sonra
statik sistemli tepeden yönlendirilmeli eğitime ağırlık verilir. Özellikle
1960-70lerden sonra “hiçbir şey olamıyorsan öğretmen ol” politikası
yürütülerek, milli-eğitimin kalitesi tamamen düşürülmüş, imam-hatip okulları
sayısı artırılarak statik sistemli eğitilen gençlerin sayısının giderek
artırılmasına çalışılmıştır. En düşük puanlı öğrenicilerden oluşan bir eğitim
kadrosu, eğitimin gittikçe daha kötüye gitmesine neden olmuş ve düzgün bir
kompozisyon yazamayan, mantıksal bir irdeleme yapamayan bir nesil
yetiştirilmiştir. Günümüzde gelinen nokta budur ve TV ekranlarında yazılan
alt-yazılar bile yazım hatalarıyla doludur.
Böylesine yanlış bir
hayat görüşü ile yetişen insanlarımızın toplumlarına sahip çıkmaları ise,
tepeden gelecek emirlerle sokağa dökülmekten öteye gidememektedir.
Dünyadaki savaşların
çoğu, para getiren kaynaklara sahip olma dürtüsüsür
Halkın davranışını
görüşleri belirler. Toplumumuzda iki farklı görüş egemendir:
►1: İnsanlara
görünmeyen ve elçileriyle insanlara mesajlar gönderen bir yaratıcıyı öngören
görüş,
►2: Doğada her
şeyin, bilgisiz-bilinçsiz parçacıkların rastgele çarpışmalarıyla oluştuğuna
dair görüş.
Her iki görüş de
statik sistemli bir doğa kabullenir; yani oluşum ve gelişimlerde varlıkların
aktif, amaçlı bir rolleri yoktur, her şey tepedeki bir güç sistemi (Allah veya
doğal seçici) tarafından yönlendirilir.. Bu temel yaklaşım uyarınca toplumlar
tepedeki bir lider (kral, sultan, başkan, vs.) ile idare edilirler,
yönlendirilirler. Demokrasilerde bile halk tüm yetkiyi tepedeki başkana
vermiştir. Toplumun refah düzeyi, bireylerinin üretim kapasitesine bağlıdır.
Liderli sistemlerde halk pasifleştirilmiştir, çünkü liderin dediğinin yapılması
gerekir. Düşünme tembelliğine mahkum edilen ve kendine güveni olmayan, halkın
ise üretim potansiyeli, yeni buluşlar yaparak, diğer toplumlara karşı avantajlı
duruma geçmesi olanaksızdır. Çünkü, doğası gereği, tepeye bağımlılık sistemi
bireylerin düşünmesini ve bilgili olmasını engelleyicidir. Böyle bir çıkmazda
olan başkanlar, ya kendi halkını bölerek, ya da komşu toplumlarla düşmanlık
oluşturarak, insanların dikkatlerini dağıtıp, hedeften sapmalarını sağlarlar.
Bu tür yöneticilerin elindeki toplumlarda halk “dış-güçlerin” de etkisiyle
fraksiyonlara bölünürler ve aralarında kavgalar-savaşlar başlar. Halkın
sorunlarının nedenini öğrenmelerine fırsat bile kalmaz, liderlerin bir
gelir, diğeri gider, her biri diğerini suçlar. Bu tahtıravalli oyunu böylece
oynanıp-gider.
Tüm devlet
yöneticileri, “ekonomik baskı” altındadırlar ve “para” en tepedeki “zenginler
kulübünün” (bankacı ailelerinin) denetimindedir.
Jesse M Unruh’un
dediği gibi “Money is the mother’s milk of politics = para, politikanın
ana-sütüdür”. Dünya siyasetinin yönlendirilmesi tamamen para politikası
ile olmaktadır.http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2016/01/kuantlardan-altna-paralara.html adresinde, paranın ne zaman ve nasıl
toplumsal hayatımıza girdiği ve nasıl bir çekim noktasına (attractor)
dönüştürülerek, insanları köleleştirip, tepedekilere bağımlı hale getirildiğinin
kısa bir hikayesi anlatılmıştır.
Günümüzde petrol ve
doğal-gaz en fazla para getiren doğal kaynaklar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu doğal kaynakların bulunduğu en önemli bölge ise orta-doğu ülkeleridir.
Günümüzde yapılan tüm savaşlar bu ülkeler üzerindedir ve parayı ve dünya
siyasetini kontrol eden güçlerin bu ülkeleri denetimleri altına almalarına
yönelik politikaların sonucudurlar.
Paranın toplum
hayatındaki köleleştirici etkisi, doğadaki etkileyici-yönlendirici faktörün,
taban-öğelerinde bulunan kuantsal sistem olarak kabul edilmemiş olmasıdır. Tam
tersi bir etkileyici-yönlendirici faktör kabul edilmiştir: varlıkların
dışında-üstünde bulunduğuna inanılan “Allah” veya “doğal-seçici”. Bu şekilde
statik sistemli doğa görüşü ortaya çıkmış ve tepedekilerin denetimindeki para,
insanları kul-köle yapmıştır.
Halbuki doğadaki
etkileyici-yönlendirici-faktör, gerçek doğada olduğu gibi, kuantsal sistemde
kabul edilseydi, “tepe” diye bir şey olmayacaktı, her varlık kendi bileşimine
uygun bir sinyal (iş, ürün, vs) ile doğada (toplumda) yerini alıp, karşılıklı
etkileşimler, anlaşıp- uzlaşmalarla gerçek toplumsal ortaklıklar
oluşturacaklardı.
İnsanlığın tüm
sorunları, doğayı yanlış yorumlayıp, tepeden yönlendirilmeli statik sistemli
bir doğada yaşadığına inandırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kurtuluşu ise,
dinamik sistemli doğada yaşadığını fark etmesine bağlıdır. Başka bir çözüm yolu
yoktur.
Bu görüşe
katılıyorsanız, paylaşın ki, çığ gibi çoğalıp, kritik sayıya ulaşılsın ve
sağır-sultanlar bile duysun. Yoksa, daha çooook bir kurtarıcı beklersiniz.
Sorunlardan kurtulmak,
“para” denilen köleleştirme faktörünü ortadan kaldırmakla; “Para”
faktörünü ortadan kaldırmak ise, doğadaki yönlendirici gücün içlerimizdeki
kuantsal-öğelerde olduğunu anlamakla mümkündür.
Bizler statik sistemli
bir hayat görüşüne göre düşünüp-davranırız. Bu görüşte, doğadaki tüm canlılık,
olağan-üstü bir güç tarafından varlıkların içine konulmuş “ruh” denilen ve ne
olduğu bilinmeyen gizemli bir faktörden kaynaklanır, ve varlıkların bu olağan-üstü
güç sisteminin oluşturduğu doğa yasalarına bir robot gibi uyduklarına inanılır.
Statik sistemli hayat
görüşü ile zombileşmiş insanlar:
• Doğada
her şeyin tepeden gelen yönlendirmelerle gerçekleştiği inancı nedeniyle,
çevrelerindeki değişim-dönüşümleri araştırma, bu konularda bilgi oluşturma gibi
bir gayret içine girmezler, bu nedenle bilgi oluşturma yetenekleri
körleşip-kötürümleşir,
• Hayatın
neden doğum-ölüm döngüsüne dayandığı bilgisi mevcut olmadığından, “öteki-dünya”
gibi hayali bir yerde ebedi bir hayat sürecekleri inancıyla, bu dünya ortamı
koşullarının korunmasına gerekli itina gösterilmez ve dünya cehenneme
dönüştürülür,
• Statik
sistemin yönlendirici faktörü, yani Toplum hayatının kanı-enerjisi paradır.
Devletler tepeden yönetildiği için, tüm güç-kuvvet (dolayısıyla paranın
kontrolü) tepedekilerin elindedir. Maaşını tepedekilerden almaya mahkûm
insanların hücreleri ise, maaşı kesilirse, ev-kirasını ödeyemeyeceği,
çocuklarının yiyecek-giyecek ihtiyaçlarını karşılayamayacağı gibi korkular
içerisindedir ve bu nedenle tepedekilerin kulu-kölesi olacak şekilde davranır.
Statik hayat görüşlü tüm toplumlarda, para-babalarının dediği olur, iktidara
gelenleri (seçimleri kazanacak olanları) onlar belirler. Para ise halkı köleleştiren
en etkili faktördür.
• Doğa
dinamik sistemde işlediğinden, her insanın çevresindeki tüm olayları bizzat
kendisinin değerlendirmesi gerekir. Statik sistem bilgileriyle zombileşmiş
insanların ise, özellikle “para” gibi bir değer yargısı ile tepeye (para
babaları, vs.) bağımlı olduklarından, kendi kaderlerini tayin etme, özgür olma
olanakları yoktur.
• Para
diye bir şey olmadığını, herkesin ürettiği veya verdiği hizmete göre bir kredi
kazandığını ve bu krediye göre alış-veriş yapıldığını düşünün. İşte doğadaki
dinamik sistem böyle işler, yani varlıklar, kuantsal enerji öğelerince
yönlendirilen doğal özelliklerine göre davranırlar, özgürlük denilen şey bu
durumdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder