Yaraticinin kuantsal Kitaplari-1

 

Yaraticinin kuantsal Kitaplari-1

 

Bölüm 1- Bilgiyle ve karşılıklı etkileşimlerle oluşup-gelişen DOĞA ve HAYATIMIZ

 

 


Şekil 1: Bilgisiz hiçbir şey yapılamaz ve BİLGİ varlığın kimyasal yapısında saklıdır.

Doğada herşey bilgiyle yapılmaktadır. Bilgi ise varlıkların kimyasal bileşimleri ve fiziksel dokularında kaydedilmektedir. Bu gerçek canlıların oluşumlarının genetik şifrelerinin çözümlenmelerinden sonra ortaya çıkmış ve anlaşılır olmuştur.

 

Canlıların genetik yapıları H, O, N, C, gibi kimyasal element kombinasyonlarında oluşmaktadır. Bu kimyasal elementler önce nükleotid denilen (Adenin, Timin, Guanin, Citosin = A,T,G,C) adlı dört adet HARF işlevi özellikli molekül oluştururlar.

 

Bu harflerin üçlü kombinasyonları ATG, GCA, TAG vs. şeklinde sözcük işlevi özellikli bir üst-sistem oluşturur. Bu üçlü kombinasyonlara KODON denir. ATG “başlat”, TAG ise “dur” anlamını taşıyan birer sözcüktür. Diğer kombinasyonlar da daha başka işlevleri olan sözcüklerdir. Kodonlar  AMİONO-ASİT olarak görev yaparlar.

 

Amino-asitlerin bileşimlerine bakıldığında, bir sabit bileşimli ana-çatı kısmı olduğu fark edilir. Ama bu sabit ana-çatıya eklenen bir ek-kısım daha vardır ki, o sürekli değişkenlik gösterir. Yani amino-asitlere çevredeki değişim-dönüşümleri algılama ve onlara göre de oluşturacağı hücrenin yapısını-davranışını ayarlama seçeneği sunulmuştur.

 

Sözcükler, içerdikleri kimyasal element bileşimlerinde değişikliklerle çok değişik anlamlara gelebilmektedir. Bu sayede çok farklı faktörler dikkate alınmaktadır. Yani hücreler doğadaki milyonlarca faktörü dikkate alarak işlevler yapmaktadırlar.  

 

Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, polarizasyonu, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.

 

Bu durum insanın hem en güçlü hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır. Ama insanlık 4-5 bin yıldan beri tamamen dogmatik bilgiler aşılamaktadır.

 

Doğan çocuklar ya vaftiz gibi törenlerle, ya doğan çocuğun kulağına "La-ilahe-laillalah ...." gibi kutsallık bilgileri üflenip-aşılanarak en temel davranış devrelerini oluşturan ilk sinapslar yapılandırılır. Ve ondan sonra çevrelerinden sürekli dinsel bilgiler aktarımlarıyla veya “yaratıcılık Allah’a mahsustur” gibi hücreselliği ve kuantsallığı hiç dikkate almayan görüşlerle zombi davranış, yani zır-cahilleşme sürdürülür.

 

“Zır-cahilleşme şudur: Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama eğitim görmüş ama yanlış bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşün doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşmeye uğrarlar. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler.

 

Günümüz İnsanlarının zır-cahilleşmiş olduğunun bir delilini topum denilen yaşam sisteminin kendisine ait olduğunu fark edemeyecek derecede körleşmiş olması oluşturur.

Şöyle ki: Toplumun kendisine ait olduğunu bilen bir insan tolum hayatına zarar verecek bir işlem yapar mı, veya yapan birine müsaade eder mi?

Etmez.

 

Ama günümüzdeki duruma bakın, hırsızlık, kaçakçılık, işine hile karıştırma, hileli ürün üretme, kundakçılık, çevreyi kirletme, vs. çok yaygın. Liderler dahil kimse insanlara toplumun sahipliğinin insanlara ait olduğu bilgisini vermiyor.

Nedeni liderlerin dahi zır-cahilleşmiş olması değil mi?  

 

Bölüm 2- Amaç ve hedefimiz ne olmalı?

Bir insanın davranışını, beynine yüklenen bilgiler belirler. Beyinlerde bu bilgilere uygun sinapslar oluşturulur, yani kişinin kimyasal bileşiminde değişiklikler yapılır, ve kişiler o kimyasal bileşimlere uygun davranırlar. Zır-cahilleşme denilen olay, insanlara yanlış doğa ve hayat görüşleri verilerek hatalı sinaps yapıları ve yanlış kimyasal bileşim oluşturulmaları durumudur. Bu maalesef 4 bin yıldan beri toplumları kendi kulları gibi görüp, onları kendilerine biat edecek şekilde eğiten padişah, kral gibi devlet yöneticilerinin ektikleri yanlış tohumların sonuçlarıdır.

 

Bu nedenle insanların çoğunun beyninde hatalı sinaps bağlantıları (dolayısıyla hatalı kimyasal bileşimler) oluşturulmuştur. Bu hatalı yapılanma gelenek ve göreneklere işlenerek, nesilden nesile aktarılan sosyal bir hastalığa dönüşmüştür. (Tehlikeli bir sosyal-pandemi)

 

Bu sosyal hastalıktan kurtulmanın tek yolu, beyinlerdeki bu hatalı sinaps bağlantılarının budanması ve yeni sinaps bağlantıları yapılmasıdır. Bu da ancak doğru bilgiler edinilerek yapılabilmektedir. Bu nedenle sürekli olarak sizlere doğadaki oluşum ve gelişim sistemi hakkında doğa-bilimsel veriler sunarak, beyinlerinizdeki hatalı sinaps bağlantılarını budamanızı sağlayacak bilgiler verilmeye çalışmaktayım.

 

Amacımız ve hedefimiz aynı olmalı ki, ortak bir hedefe odaklanıp, ortak bir hayat görüşünde birleşelim.

Benim insanlarla bir araya gelip, fikir alış-verişlerinde bulunmaya çalışmamın tek bir amacı vardır: toplumsal sorunlarımızın nedenini bulmak ve bu nedeni ortadan kaldıracak bir formül oluşturmak. 

Doğada her şey değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam senaryolar üretme yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine yol açmıştır.

 

Araştırmalar toplumsal sorunlarımızın nedeninin devletlerin tepedekilerce sahiplenilmesi nedeniyle Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler (TBÖ) olduğunu ortaya koymuştur.

Şöyle ki:



Şekil 2: Devletler tepedekilerce sahiplenilince "devletin malı deniz, yemeyen ..." sistemi oluşur.

       1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise, anlaşma-uzlaşma yeteneğinin yok edilmesi anlamına gelir. Biri muz derken, diğeri hıyar anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma sağlanamaz.

       2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil, toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan, 

a) İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir.

b) İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs.

Her şey tepedekilerce belirlenirse tabandakilerin yeteneği körleşir.

       3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir. Tembel veya çalışkan insan yetiştirmek sisteme bağlıdır. Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel direğidir.

       4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya çıkar. Kamu mallarına zarar veren insanlar, hatalı eğitilmiş olduklarından, kendi bindikleri dalı kestiklerinin farkında değillerdir. Toplum malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.

       5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit, suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır. Tepedekilerin emirlerine uyularak, onlar gibi düşünmeyenlere işkenceler yapılır.

       6- Devletin sahipliği tepedeki bir kişiye bırakıldığında, tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir. Demokrasilerde Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü aydın kişi, tepedekiler gibi düşünmediklerinden, “devlet çıkarlarını koruma” adına öldürülürler.

       7- TBÖ’de yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere” yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun geri kalmasına yol açar. El-Etek öpmek aşağılık kompleksi ürünüdür.

       8- TBÖ’de toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir. Doğada her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.

       9- Her insanın içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.

       10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler. Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. 1970’li yıllarda emniyet güçlerimiz “Pol-Bir” “Pol-Der” gibi sağcı-solcu olarak bölünmüştü. Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon- Balyoz-davaları, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar.

       11- “Sahip” tepedeki bir kişi olunca, tüm varlıklarıyla doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır; X- devleti, Y-devleti gibi bir sürü parçaya bölünür; sonra bu devlet-sahipleri ülkeyi çeşitli ağalara-beylere parsellerler. Doğa ve dünya bu şekilde parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip çıkamamıştır. Denizler kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme suyumuz bile pet-şişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur.

       12- Sahiplenme tüm fabrika ve benzer iş-yerlerinde de devam etmiş, işçiler boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilmişlerdir. İşçilerin sendika gibi kuruluşlar içinde birleşerek, seslerini duyurabilmelerinden sonra işçi-işveren mücadeleleri devam etmektedir. Bu ise grev-lokavt gibi toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol açmaktadır.

       13- Statik sistemli Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Para ile yaptırılamayacak bir kötülük var mıdır? YOKTUR! Statik sistemde “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olduğundan, dünyada huzur olması mümkün müdür? Para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olduğuna göre, Statik sistemli TBÖlü hayat görüşleri yok edilmediği sürece dünyada huzur olmayacaktır.

       14- TBÖ’de, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs..

Özetle: Tepeye yerleştirilen lider ister en iyisi, ister en kötüsü olsun, yukarıda sıralanan toplumsal sorunların oluşması kaçınılmazdır. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal sorunlarımızın temel kaynağıdır. 

 

Tepeye bağımlılığın toplumsal sisteme bu kadar zararlı etkileri varsa, acaba doğada tepeye değil de, tabana bağımlılık sistemi mi var?

Bir düşünsel deneyle, toplumsal sistemin tabana bağımlı olduğu bir model tasarlayalım:

   

       Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız, en iyi öğretmeni seçerdiniz;

       Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi düzenleyecek, elektrik işlerinizi yapacak kişiyi siz seçecek olsaydınız, en yetenekli, en bilgili kişileri seçerdiniz;

       İnsanlar meslek edinirken, iyi yapabilecekleri işlere soyunup, iyi bir eğitimden geçerek, bilgi ve beceri sahibi kişiler olarak toplumda yerlerini alırlardı;

       Kötü hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı.

       Toplum iş ve meslek mensuplarının hizmet takaslarına dayalı kredi sistemiyle işleseydi, kalpazan, vergi-kaçakçısı, kiralık-katil, sabotajcı gibi kişilikler nasıl iş bulurlardı?

        

 Böyle bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez miydi? Evet!!! Her şey düzeliyor.

 

İnsanlara şu temel hayat görüşü verilse, tüm sorunlar ortadan kalkmaz mı?

Toplum iş ve meslek mensuplarının bir ortaklığıdır. Her insan yeteneğine uygun bir işe soyunur o konuda bilgi edinir ve bir hizmet üretir, bu hizmet toplum havuzuna gider. Diğer insanların hizmetleri ve ürünleri de toplum havuzunda toplanır, insanlar da bu havuzdan neye ihtiyaç duyarlarsa alırlar. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisini insanlara vermektir. Toplumun kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar topluma zarar verecek bir davranışta bulunurlar mı?

 

Bu nedenle ben de doğadaki oluşum ve gelişimlerin tepeye değil de tersine, tabana dayalı olarak mı oluşup-geliştiğini araştırmaya başladım. Bunun ilk adımı, doğadaki varlıkların ne zaman ve hangi sırayla ortaya çıktıklarını saptamaktan geçer. Bu ise benim temel mesleğim olan jeoloji ve paleontolojinin konusuydu ve doğada önce molekül gibi temel yapı taşlarının, onların kombinasyonlarıyla bakteri gibi çekirdeksiz tek hücrelilerin; onların kombinasyonlarıyla amip gibi çekirdekli tek-hücrelilerin; onların kombinasyonlarıyla çok hücreli bitki ve hayvanların ortaya çıktığını gösteriyordu. Yani doğada alt-sistemlerden (düzeylerden) başlayıp, üst-sistemlere (düzeylere) doğru ilerleyip-evrimleşen bir gelişim vardı.

 

Bundan sonraki adım, atom-molekül gibi alt-sistemlerden hücre-beden gibi üst-sistemlere geçişleri etkileyip-yönlendiren faktörün saptanması oluyordu. Bu konuda da dinamik-sistemler-fiziği, kuantum fiziği ve felsefeci Feibleman’ın (1954)  “Theory of integrated levels” adlı temel eseri yol gösteriyordu.

Bu çalışmalar ise şu sonuçları ortaya koyuyordu:

     I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

     II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

     III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

     IV-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.

     V-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

        Bu doğal sistem ilkeleri atalarımızın Tanrı veya Allah dedikleri yaratıcı gücün kesinlikle varlıkların içsel bileşenlerinde olması gerekliliğini ortaya koyar. Yaratıcımızın bedenlerimizin içinde olduğuna dair bilimsel veriler, aşağıdaki bölümlerde sunulacaktır.

     Vb- Bir işlem yapılması için gereken enerji hep alt-düzeyde bulunur. Bu enerjinin bir yerden bir yere aktarılmasıyla KUVVET denilen yapıcı güç ortaya çıkar.

     VI- Enerjinin nerede az, nerede çok depolanacak şekilde dağıtılacağı kimyasal bileşim değişimleriyle sağlanır. İşte bu noktada BİLGİ faktörü devreye girmiş olur, çünkü BİLGİ enerjinin nerden nereye akması gerektiğini yönlendiren trafik-levhaları işlevi görürler.

     VII- Bir yapının oluşturulmasında BİLGİnin temel fonksiyon olduğunun anlaşılması, “information & self-organisation” olarak özetlenen Dinamik Sistemler Fiziğinin (DSF) gelişmesini tetikler. DSF’nin en temel ilkesi şudur: Üst-sistem oluşumları, birçok alt-sistem öğesinin birleşmeleriyle gerçekleştiğinden, üst-sistemde geçerli olacak olan kuralın (ki bu bir BİLGİdir) tüm alt-sistem öğelerinin karşılıklı etkileşimleriyle (yani ortaklaşa uzlaşmalarıyla) oluşturulur. (Yani toplumsal sistemde geçerli olacak kurallar, tüm halkın karşılıklı uzlaşmasıyla oluşturulmak zorundadır.)

     VIII- Doğada değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey olmadığından her varlığın bir ömrü olmak zorundadır, çünkü zaman içinde “bilgi” düzeyi değişiyor, bilgiler ise en tabandaki atom-altı öğelerde işlenip-depolandığından, varlıklar bu yeni bilgilere uyabilmek için, tekrar bileşenlerine parçalanıp (ölüp), yeni oluşumlara (doğumlara) olanak sağlıyorlar. Yani doğa her gün yeniden doğup-yeniden düzenlenir.

 

Yukarıda özetlendiği üzere doğa kuantsal sistem denilen atom-altı-öğeler alemiyle oluşmaya başlamıştır. Kuantlar alemi canlı öğelerden oluşmaktadır. Onların ne denli canlı-bilinçli olduklarını anlamak için şu kısa videoyu izlemek yeterlidir: https://www.youtube.com/watch?v=u-I6GPB8NVw

 

Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine dayatılan bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır.

 

Sizlerin temel amaç ve hedefiniz bu ise, buyurun toplumsal sorunlarımızdan nasıl kurtulup, nasıl mutlu ve refah içinde bir toplumsal sistem oluşturacağımız konusunda fikir alışverişlerinde bulunmaya başlayalım.

 

Ülkemiz batmak üzeredir, işsizlik, pahalılık hat safhada, hak ve hukuktan söz edilemezken, siyasi parti liderleri ve medya hala sen-ben kavgası içindeler. Neymiş efendim, o daha iyi yönetirmiş. Hangi lider binlerce farklı iş ve meslek dalı arasında adil bir denge ve düzen oluşturabilir?

Toplumda denge sadece iş ve meslek mensupları temsilcilerinin karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulabilir. Tepeden birleri tarafından oluşturulması olanaksızdır. Şu an bu durumu yaşıyoruz, çiftçiler dertli, esnaf dertli, öğrenci dertli, öğretmen dertli, yani dertli olmayan sadece tepedekiler, yani bizlerin bizi yönetmek için seçtiklerimiz. Onlar hep kendilerini ve yakınlarını zengin etmeye çalışmışlardır. İşler çığırından çıkmaya başlayınca da birbirlerini suçlamaktadırlar.

İnsanlığın sorunlar içinde yaşamasının temel nedeni toplum yönetimini tepedeki bir lider veya kral gibi birilerine bırakmak olmuştur. Doğada “lider” sadece sürü yaşamında vardır, koloni gibi toplumsal sistemlerde demokrasi benzeri hizmet-alışverişlerine dayalı ortaklık sistemi vardır. Arılar ve karıncalarda bu ıspatlanmıştır. “Arı kraliçesi” bir lider değil, koloni sistemini temsil eden bir “koku” yayıcıdır, bir bayrak gibi düşünülmelidir.

Doğa tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluşup gelişmektedir, toplum kuralları da tüm ilgililerin karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulmak zorunadır. Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisini edinen insanlar asla topluma zarar verecek bir davranışta bulunmazlar. Toplumun mülkiyeti halka aittir. Ama nasıl bir halk? Toplumun iş ve meslek mensupları arası bir ortaklık olduğunu bilen ve bu nedenle yeteneğine uygun bir iş veya meslek edinip, topluma ortaklık hakkına erişen halk.

Bu konuda şunu vurgulamak gerekir. Her insan bir diğerinden farklıdır. Bu farklılık toplum hayatında üstlenilecek görevlerin yerine getirilebilmesi için şart ve gereklidir. Bu nedenle insanların birbirleriyle kıyaslanması yapılamaz. Her insan bir özelliğiyle çevresindeki diğer insanlardan üstündür. İşte insanların bu özellikleri dikkate alınarak her birey eğitilmeli ve bir meslek sahibi yapılmalıdır.

 

Yani bir toplum yaratmanın ilk adımı eğitimden geçer: Her insan doğal yeteneklerine karşılık gelen bir iş ve meslek eğitimi almadan o toplumdaki iş ve meslek mensupları arasında bir organizasyon sistemi oluşturulamaz.

 

     1- Bu çalışmanın temel amacı toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözüm formülü bulunmasıdır. Kafalarında bundan başka bir amaç taşıyanların hiçbir görüş bildirmeye hakları olamaz, çünkü amaç aynı değildir.

     2- Bir fikre karşı çıkmak, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.

 

Yazdıklarımda bir veri veya mantık hatası görüyorsanız, hemen bildirin ki, tartışıp-düzeltelim. Ama bulamıyorsanız, çocuklarımızın geleceği için, onlara iyi bir toplumsal sistem oluşturma bilgilerini miras bırakacak bir işleme başlayalım.

 

Bölüm 3- Bilgisiz bir şey yapılamıyor.

Bilginin ise karşılıklı etkileşimlerle ortaklaşa oluşturulması gerekiyor. Neden sabit değişmez kurallar-bilgiler oluşturulamıyor ve sürekli yeniden düzenlenmesi gerekiyor?

Bilgilerin sürekli yenilenmesi zorunluluğu, zaman kavramının 4. boyut etkisi yapmasından kaynaklanır.

Dördüncü boyut nedir? Dördüncü boyut zaman kavramıdır, doğadaki değişim-dönüşümler sonucu ortaya çıkan ve herşeyin bir evrimsel gelişim içinde olduğunu fark etmemize yarayan bir ekstra boyuttur. Bu ekstra boyut kavramını ancak eğitimle edinebiliriz.

Bizler 3 boyutlu bir algılamayla donatılmışız. Beyinlerimiz sadece 3 boyutlu algılama yapar. En-boy-derinlik. Örneğin bir evin yüksekliği-genişliği-ve derinliği vardır. İnsanların uzunlukları (boyları), genişlikleri, şişmanlıkları vardır. Ama bunların ortalama değerleri zamanla değişime uğrar.

İnsanın zaman içindeki gelişimi örneğinde bu şöyle gözlenir:

 


Şekil 3: İnsan görünüşü de, insan ve hücre eserleri de zaman içinde değişmektedir.

Şekilde görüldüğü üzere, insan görünüşü zaman içinde değişmiştir. Hem boyu hem de kafatası şekli değişime uğramıştır. Bu değişim durumunu insanların yaptığı araba tasarımları veya yeryüzündeki canlılar alemi düzeyinde incelersek şekildeki gibi balıklardan insanlara kadar gelişen bir değişim-dönüşüm gerçekleştiği ortaya çıkar.



Şekil 4: Dünyamızın görüntüsü de zaman içinde değişmektedir.

Dünyamız coğrafyasına bakarsak, onunda zaman içinde şekildeki gibi değiştiğini, bazı yerlerin karaya, bazı yerlerin denizel ortama dönüştüğünü farkederiz.

 

Zaman doğadaki değişim-dönüşümler sonucu ortaya çıkan ve herşeyin bir evrimsel gelişim içinde olduğunu fark etmemize yarayan bir ekstra boyuttur. Bu ekstra boyut kavramını beyinlerine yerleştirenler doğal sistemin sürekli-değişim-dönüşüm içinde olduğunu ve doğum-ölümlerin bunun bir gereği olduğunu anlayabilirler. Dördüncü boyut kavramına sahip olmayanlar ise, Sümerler zamanından kalma, değişim-dönüşümsüz, ebedi bir öteki dünya hayali ile yaşamaya devam ederler.

 

Bölüm 4- Dünyamızın oluşum ve gelişim aşamalarının yazılı olduğu bir kitap

 

İnsanlık geçmişini bilmemektedir. Hatta insanlara yanlış bilgiler verilmektedir. Bu yanlışlığın ne olduğunu, sunulan 2 slayt ve onlara ait açıklama bilgilerini okuyunca anlayacaksanız.

Tarih kitapları yaklaşık 3-4 bin yıl öncelerine kadar olan geçmiş hakkında bilgiler vermektedir. Dinsel görüşler ise, yaklaşık 5 bin yıllık bir yaratılış tarihinden söz ederler.

Acaba gerçek durum nedir, doğa ve hayat ne zamandan beri var? Yaratıcısı kim?

Bu sorunun yanıtı dünyamızın geçmişinin kayıtlarının tutulduğu ARŞİV SAYFALARINDA bulunmaktadır.

Dünyamızın geçmişinin kayıtları nasıl tutulmaktadır?

Kayıtlar şöyle tutulmaktadır.

 

Denizler ve okyanuslar dünyamızın tüm geçmişinde yaşanan önemli olayların kayıtlarının tutulduğu ortamlardır.

Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu.

Denizlerdeki bu katmanlarda dünyadaki her olay kaydedilir.

       Nerede ne zaman bir deprem olduğu,

       Nerde ne zaman bir volkan patladığı,

       Dünyanın neresinde ve ne zaman ne tür bir canlı yaşadığı, bu canlının ne zaman ortaya çıktığı ne zaman kaybolduğu;

       Bir katmanın oluştuğu deniz tabanının ne kadar derin olduğu,

       Deniz suyunun sıcaklığının ne zaman hangi değerde olduğu,

       Dünyamızdaki dağların ne zaman ortaya çıkmaya başladıkları,

       Dünyamızdaki denizlerin ne zaman oluştukları

       Vs.

Geçmişe ait bu doğal kitap sayfaları sıraya konulup- incelenerek, doğa ve dünyamızın (ve de insanlığın) oluşum ve gelişimi gerçeklere uygun şekliyle ortaya koyulabilmektedir! Yeryuvarının oluşum ve gelişim tarihinin yazılı olduğu bu arşiv-kitapları 2-3 asır önceleri keşfedilmiştir. Ama Ülkemizde bu kitapların okunma bilgisi yaklaşık 50-60 yıldan beri öğretilmektedir.

 

Şimdi dünyamızın arşiv sayfalarına bakarak geçmişe doğru bir yolculuğa çıkalım.

 


Şekil 5: Yeryuvarının gelişim tarihinin yazılı olduğu kitap sayfaları

5 milyon yıl eskiye gidildiğinde, insan denilen canlı yok olur. Yok olmak, atomlarına-moleküllerine ayrışmak demektir. . Buna bileşenlerine ayrışmak diyelim. Böylelikle düzenli olan bir üst-sistem yok olur ve düzensizlik artar. Bu nedenle 5 milyon yıl öncesine gidildiğinde dünyamızda radyo- tv- kanalları, uydu haberleşmesi vs. gibi birçok sinyal sistemi bulunmamaktadır. Yani günümüzün ether denilen sinyaller okyanusu çok zengindir, ama 5 milyon öncesine gidildiğinde fakirleşmiştir.

 

100 milyon yıl geri gidildiğinde, at, inek, meyve ağaçları yok olur ve atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Böylelikle düzenli olan birçok üst-sistem yok olur ve düzensizlik artar. Her varlığın yaydığı bir elektromanyetik alanı vardır. Dolayısıyla 100 milyon yıl öncesinde bu canlılardan kaynaklanan elektromanyetik alanlar da yok olmuşlardır.

300 milyon yıl geri gidildiğinde, dinozor gibi canlılar yok olur ve atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Böylelikle düzenli olan daha çok üst-sistem yok olur ve düzensizlik artar. Dolayısıyla 300 milyon yıl öncelerinde bu canlılardan kaynaklanan elektromanyetik alanlar da yok olmuşlardır.

500 milyon yıl geri gidildiğinde karalardaki tüm hayat belirtileri yok olur. Atık ne bir yaprak hışırtısı, ne bir sinek vızıltısı vardır. Hayat artık sadece denizel ortamlarda vardır. Doğa dediğimiz sistemin geçmişe gidildikçe kaybolup-fakirleştiğini anlayabiliyor muyuz?

 

700 milyon yıl geri gidildiğinde, tüm omurgalı ve omurgasız canlılar yok olur ve atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Böylelikle düzenli olan hayvan ve bitki üst-sistemleri yok olur ve düzensizlik daha da artar. Çok hücreli yaşamın bitmesiyle doğadaki elektromanyetik alanlar muazzam azalmış durumdadır.

4 milyar yıl geri gidildiğinde tüm canlılar alemi yok olur, atomlarına-moleküllerine ayrışırlar. Böylelikle canlılar alemi düzenli yapıları tamamen yok olur ve her şey bileşenlerine dönüşmüş olur. Canlı varlıkların yok olmasıyla doğadaki tüm koku, tat, ses, aşk-sevgi gibi sinyaller yok olmuşlardır. Görüldüğü üzere, geçmişe gidildikçe, varlık oluşturma bilgisi tamamen kaybolmaktadır. Yani geçmişe gidildikçe, BİLGİ denilen bir şey yapma bilgisi yok oluyor.

 

5 milyar yıl geri gidildiğinde ise, dünyamız ve Güneş sistemimiz de yok olmaktadır. Dünya yok olunca, dünyadaki H2O, CO2 , kuars gibi moleküller atomlarına ayrışıyorlar ve  yıldızlar – galaksiler evresine  dönülüyor.

12-13 milyar yıl öncesine Evrenimizin başlangıcına gidildiğinde, tüm yıldız ve galaksiler yok oluyor, atom-altı-öğelere ayrışıyorlar. Atom-altı- öğeler  ise, ÇOK-ÇOK KISA ÖMÜRLÜ, ve ÇOK HAREKETLİ enerji yumaklarıdır. Bunlara Kuantum alemi deniyor.

Kuantum denilen ve (h) simgesiyle gösterilen öğe 1900 yılında Max Planck tarafından “Elementares Wirkungsquantum = temel etki miktarı” olarak tanımlanır. “Wirkung” = “etki, yapıcı, oluşturucu” gibi anlamaları olan bir sözcüktür. Dolayısıyla “elementares Wirkungsquantum” doğadaki “en temel içsel-dürtü, hareket-ettirici öğe miktarı” gibi bir anlamdadır. Yani doğa bir hiç yokluktan değil, 10 üzeri yüz-küsur yapıcı-oluşturucu temel öğeden oluşmaktadır. Doğadaki her şey bu en temel bileşenin BİRLEŞMELERİ ile olmaktadır ve bu birleşmelere QUANTİSATİON denilir. 

 

Şekildeki tüm yazıları ve figürleri inceleyip, kıyaslamanız önerilir. Ancak bu şekilde gerçek durumu ve gerçek geçmişinizi öğrenebilirsiniz. Yoksa geleneksel yanlış bilgilerle kandırılmanız devam eder.

Şekil 6: 500 milyon yıl önceki yaratılan hiçbir canlı 5 milyon yıl önceleri oluşturulan canlıya benzemez.

Görüldüğü üzere, geçmişe gidildikçe, kimyasal bileşim denilen sistem gittikçe küçülüyor, örn. Proteinler yok oluyorlar, sonra proteinleri oluşturan amino-asitler yok oluyor; sonra su, karbondioksit, metan gibi moleküller yok oluyor, sonra demir, bakır, oksijen, azot gibi atomlar yok oluyor ve sadece hidrojen gibi en basit kimyasal element kalıyor; sonra o da yok oluyor ve atom-altı-öğelere ayrışıyor.

Dolayısıyla bilgi sistemi tamamen kimyasal element oluşumuna dayanıyor ve geçmişe gidildikçe kimyasal bileşimler gittikçe basitleşiyor. Önce büyük moleküller, sonra küçük moleküller yok oluyorlar. Sonra büyük atomlar kaybolmaktadır. Nitekim evrende sadece Mars, Venüs, Dünya gibi gezegenlerde Demir, Alüminyum, Silisyum gibi çok protonlu ağır elementler bolca vardır; galaksi ve yıldızlarda ise Hidrojen ve Helyum gibi en basit elementler yaygındır.

Yani evrenin başına dönüldüğünde, doğada hiç büyük veya harici bir güç-kuvvet sistemi kalmıyor ve her şey kuantsal enerjiye dönüşmüş oluyor. Günümüz dünyasının çok zengin olan ether okyanusu, geçmişe gidildikçe gittikçe zayıflar kaybolur. Dolayısıyla bilgi-üretimi ve alışverişi durmuş olur.

 

Yani evrensel sistemin başlangıcında madde dediğimiz katı sıvı veya gaz halinde hiçbir şey yoktur. Her şey parçalarına ayrışmıştır. Bu ayrışan parçacıklara atom-altı-öğeler denir, çünkü henüz atom da oluşmamıştır. Yani evrensel sistemin başlangıcı bir yokluk-hiçlik değil, kuantsal sistem denilen atom-altı-öğeler alemiyle başlar. Ve bu kuantsal alem öğeleri canlıdırlar, bilgili ve bilinçlidirler. 

Arşiv sayfalarından şunları öğreniyoruz:

1- Geçmişe gidildikçe düzenli varlıklar azalıyor, düzensiz varlıklar artıyor. Yani doğa ve dünya fizikçilerin dedikleri gibi düzensizliğe doğru gitmiyor. Tam tersine doğa gittikçe düzenli varlık oluşturma yönünde ilerliyor.

2- Doğadaki oluşumlar rastgele değil, BİLGİ oluşturularak gerçekleştirilir, yani varlıklar birer robot değil, bilinçli davranan öğelerdir.

3- Doğa ve dünya herşeyi önceden bilen bir varlık tarafından hiç-yoktan ve aniden oluşturulmamış, tam tersine milyarlarca yıllık bir süreç içinde oluşturularak geliştirilmiştir. Önce atom gibi en temel elementler, sonra atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle bitki ve hayvan gibi diğer canlılar oluşturulmuştur. Böylelikle alt-düzey, üst-düzey tarzında evrilmeli-gelişmeli, birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkmıştır.

4- Böylelikle “doğa yaratıldı mı, yoksa oluşmakta mı?” sorusu yanıtlanmış olmaktadır: Doğa oluşmaktadır! 

Yani doğa ve dünyayı yaratan olarak tanımlanan TANRI veya ALLAH bize tamamen yanlış belletilmiştir, çünkü ARŞİV-SAYFALARI verileri yaratıcılığın varlıkların içlerinde bulunan en temel bir içsel-dürtü öğesi (İÇ-GÜDÜ)= Wirkungs-QUANTUM tarafından başlatıldığını göstermektedir. Bu içsel dürtü öğesine OLUŞTURUCU demek gerekir, çünkü tüm maddeler bu temel öğenin katlanarak çoğalmasıyla (quantisation) oluşturulmaya başlanır. Yaratıcı değil de, oluşturucu denilmesinin nedeni yaratıcı deyince harici bir öğenin de düşünülebilir olmasıdır.

 

Bölüm 5- Atomları oluşturan atom-altı-öğeler (kuantum alemi) bilinçli mi, bilinçsiz mi?

 

Tüm varlıklar ATOM dediğimiz kimyasal temel elementlerden, atomlar ise daha küçük atom-altı-öğelerden oluşmaktadır. Peki KUANTUM alemi denilen atom-altı-öğeler bilgili ve bilinçli mi? Yani canlılar mı, cansızlar mı?

 

Araştırmalar, BİLGİNİN hücrelerde işlenip, kimyasal element değişimleriyle depolanmakta olduğunu ve zaman içinde de geliştirildiğini göstermektedir. Yani “Life is nothing but chemistry= hayat sadece kimyadır” diyen Kervran’ın (1980) tamamen haklı olduğu anlaşılmaktadır.

“Hayat sadece kimya” olduğuna ve de, kimyasal elementler= atomlar, atom-altı-öğelerden oluştuklarına göre, kuantum alemi de canlı olmalıdır.

Önceki Bölümde dünyamızdaki oluşum ve gelişimlerin YERYUVARI ARŞİV-SAYFALARINDA kayıtlı oldukları gösterilmiş şu tümce ile sonlanmıştı: 12-13 milyar yıl öncesine Evrenimizin başlangıcına gidildiğinde, tüm yıldız ve galaksiler yok oluyor, atom-altı-öğelere ayrışıyorlar. Atom-altı- öğeler ise, ÇOK-ÇOK KISA ÖMÜRLÜ ve ÇOK HAREKETLİ enerji yumaklarıdır. Bunlara Kuantum alemi deniyor.

Quantum terimi Latincede “ne kadar” anlamına gelen bir kökten türetilmiştir. Doğadaki varlıklar arası etkileşimlerde “en küçük etkileşim enerjisi ne kadardır? sorusunun yanıtı 1901 yılında Max Planck tarafından verilmiş ve (h) simgesiyle 6.62607015×10−34 Joulesaniye değerli ve “Planck-sabiti” olarak bilinen bir temel etkileşim birimi bilim dünyasına girmiştir.

Doğadaki tüm diğer enerji birimleri bu (h)nın katlarından oluşurlar. Buna kuantizasyon sistemi denir, yani tam sayılı katlar söz konusudur, asla buçuklu veya ondalıklı vs. olamaz. Kuantizasyonun bilinen en temel örneği, doğadaki maddelerin oluşumunda görülür: Tüm elementler birer proton eklenmesiyle oluşur, asla yarım veya 1.5 protonlu element yoktur. Bunun anlamı, doğadaki hareketliliği, canlılığı vs. oluşturan en temel bir birim vardır ve o hep TAM olarak işe girer, yani parçalanamaz. Bu nedenle canlılığın-hareketliliğin temeli bu kuant öğesindedir.

Kuantum kavramının ortaya çıkmasından sonra fizikçiler doğadaki enerji kaynaklarını dikkate alıp, Güneş ışınlarına bakarlar. Einstein 1905’te Güneş ışınlarının bitkiler tarafından nasıl alınıp, şeker gibi moleküllere dönüştürülmesinin “Lichtquant = ışık kuantları” sayesinde olduğunu yayınlayarak kuant teriminin bir başka kullanım alanını oluşturur. Foton denilen güneş-ışığı bu şekilde kuantum sistemiyle eşleşmiş olur.

Daha sonraki yıllarda devam eden araştırmalarda, foton denilen kuantsal öğelerin atomların çevrelerinde bulunan elektronlar tarafından yayıldığı veya alındığı, dolayısıyla doğadaki tüm etkileşimlerin kuant denilen enerji öğesiyle gerçekleştiği ortaya çıkar.

Atomlar proton-nötron-elektron üçlüsünden oluşmaktadır. Bunlara atom-altı-öğeler denir. Kuantlar hem atomlar hem de bu atom-altı-öğeler arasındaki etkileşimleri etkileyip- yönlendiren temel oyunculardır.

İnsanlar atom deyince, sanki birer bilye gibi sabit öğeler tasarlar. Ne atomlar, ne de atom-altı-öğelerin hiç biri sabit, cansız öğeler değildirler. Tam tersine onlar cıvıl-cıvıl hareketlidirler ve sürekli olarak çevrelerinde neler olup-bittiğini araştıran tam anlamıyla canlı varlıkladır.

Şimdi bu kuantum alemi öğelerinin en temel özelliklerinin sergilendiği bir fizik deneyini görelim.

Aşağıdaki bilgiler FEYNMAN’ın (1985) “The Strange Theory of Light and Matter” adlı eserinden yararlanılarak hazırlanmıştır. Bu deneyin bir başka versiyonu “çift yarık deneyi” olarak bilinir.  Ama aralarında çok önemli bir fark vardır: Çift-yarık deneyinde çok sayıda foton veya elektron yarıklardan geçirilir, “2 delik” deneyinde ise sadece 1 öğe geçirilir.

Şekilde görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve önüne iki perde konulur. En arkadaki perde üzerinde (5) nolu noktaya bir detektör (D) yerleştirilir. Aradaki perde üzerinde de (A) noktasına bir delik açılır.

 


Şekil 7: İki-delik deneyi, kuantsal öğelerin bilgi ve bilinçle olasılık hesabı yaparak davrandıklarını gösterir. Kuantlar en temel canlılardır.

 Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek şekilde ayarlanır.

Aynı boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir tanesinin geçtiği doğrulanır.

Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, daha önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç öge algılamadığı görülür.

Hayret! Delikler tek tek açık olduklarında her delikten bir adet geçebiliyordu, şimdi deliklerin ikisi de açık, ama hiçbir şey delikten geçmiyor. Bu nasıl iş?

Detektörün konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda dört tane foton algılandığı saptanır.

Yine hayret: bir delikten geçebilecek öğe sayısı bir tane idi, deliklerin ikisi birden açılınca, nasıl oluyor da 2 yerine 4 tane öğe geçebiliyor?

Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ögelerin şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin ölçme-değerlendirme adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu adımlarıyla ölçerek değerlendirirler. Adım sıfır (0), (0.5), (1), (0.5), (0), (-0.5), (-1), (-0.5), (0) gibi değerler arasında değişir. Hedefe bu değerlerden hangisiyle vardığına bakarlar.

 Kuantsal öğeler hedeflerini bu ölçme adımıyla değerlendirirler.

(5)numaralı konumdaki (D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:

Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir:

(A) yolunu adımına göre hesaplamaya başlar; (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu. Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu. Öge bu iki değeri toplar: +1-1=0.  Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 ögeden hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.

(1)numaralı konumdaki (D)’ye ulaşmak isteyen bir kuant için, (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1)dir;  +1 +1 = 2.   2’nin karesi alınır: 4 eder.

Bu durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kaydeder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!

Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler.

Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir.

Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.  Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?

Çünkü ögelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.

Ama iki delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir olasılık hesabı yaparak davranmaktadır.

İşte kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre davranmalarıdır.

Diğer mucizevi bir özellikleri ise, kuantların bu olasılık hesabı verilerini, hedefe gidip-gelmeden yapabilme yetenekleridir. Kuantlar anında çevrelerindeki her şeyi algılarlar, ölçüp-değerlendirmek için oraya gitmelerine gerek yoktur.

Atomik öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama, önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.

Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.

Burada şu noktaların vurgulanması gerekir:

Birinci nokta şudur: Kuantsal sistem tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir. Bu birer artış veya eksilmeye yapılan işlemler kuantizasyon olarak bilinir. Bu nedenle doğa QUANTIZATION denilen bir sistemde oluşmaktadır.  1 proton=H, 2 P= He,  6 P= C,     8 P=O vs. Yani 6.5 protonlu bir element yoktur, olamaz.

İkinci nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel deterministik görüşlü fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde bir güç sisteminde olduğu önyargısından kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir. Yani Einstein’ın bile kafasında harici bir yaratıcı güç sistemi vardır. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.

Üçüncü önemli nokta şudur: Kuantlar bu hesaplama işlemini hedefe gidip-gelerek yapmıyorlar; yani önlerine konulan seçenekleri oraya gitmeden anında hesaplayabiliyorlar.  Yani delikten geçerek hedefe kadar adımlayıp sonra geri dönüp, diğer yolu ölçmüyorlar. Yani uzaktan algılama yetenekleri var. NE OLAĞAN-ÜSTÜ BİR DAVRANIŞ VE YETENEK, DEĞİL Mİ? Böyle bir varlık nasıl cansız- bilinçsiz kabul edilir? Bilim insanlarının ne kadar önyargılı davrandıkları bundan anlaşılmıyor mu?

Görüldüğü üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan, çevrelerini algılayıp, olasılık hesapları yaparak çıkan sonuca göre davranan BİLİNÇLİ ve CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra  tekrar doğarlar. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi gerekir.

Kuantlar aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.

Evrensel sistemin başlangıcındaki sürekli devinim halindeki çok kısa ömürlü bu kuantsal canlıları düşünün. Çok hareketli, sağa-sola, aşağı-yukarı, ileri-geri; çevresindeki zilyonlarca diğer kuantsal canlı ile karşılıklı etkileşen, sürekli bir salınım ve titreşim içindeki bu kuantsal canlıların var olduğu bir evren başlangıcı söz konusu.

Şimdi kafanızdaki yaratıcının böyle bir alemde varlıkları nasıl oluşturduklarını veya yarattıklarını tasarlayın.

Geleneksel fizikçiler şimdiye dek doğadaki oluşumlarda “bilgi-bilinç” diye bir parametre kullanmamışlar, bilgi ve bilinci hep varlıkların dışındaki bir sistemde kabul etmişlerdir. İşte bu fizikçi ve diğer bilim-insanlarının bilinç-altlarına yerleşmiş en büyük şartlanmadır.

Bu konuda ayrıntılı veriler şu adrestedir: Bilim İnsanlarının Büyük Günahı http://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/10/bilim-insanlarnn-buyuk-gunah.html

Görüleceği-anlaşılacağı üzere, kuantsal alemin (kuantsal canlıların) işi o kadar zordur ki, sürekli didinip, çaba sarf etmesi, yeni bilgiler oluşturması ve o bilgilere göre de örgütlenmesi, yapılaşması gerekmektedir. Bu nedenle, doğa sürekli bir evrimleşme içindedir.

1) Kuantlar rastgele davranmazlar, gidecekleri yeri (hedefi) kendileri belirler. Hangi hedef seçilecek?

2) Hedef belirlemekte, salınım (veya ölçme)-adımlarına göre işlem yaparlar ve bir olasılık hesabına göre en uygun hedefi seçerler. Çevrede ölçülecek ne kadar hedef var?

3) İlerleme sırasında ya sağa, ya da sola dönülerek gidilir. Sağa dönerek mi, sola dönerek mi gidileceğini çevreye göre kendileri belirlerler.

4) Salınım-adımının olacağı düzlem 0 -360 derece arasında değişebilir. Kaç derecelik bir açıda salınım yapılacağını çevreye göre kendileri belirleyerek ilerlerler.

5) Belirlenen hedefe ulaşıla bilinmesi için, önlerinde aşılması güç bir engel varsa, “tünelleme” denilen bir faktörden yararlanırlar. Zıplama enerjisinin nasıl sağlanacağını onlar belirler.

6) EPR (Einstein-Podolski-Rosen) etkisi evrensel ölçekte bir anında etkileşim (haberleşme) sistemidir ve bu sayede evrensel ölçekte enerjinin dengelenmesi sağlanır.

7) Kuantlar alemi enerji-kümelerinin her biri farklı ömürlüdür; kimi saniyenin on-milyarda biri; kimi saniyenin yüz-milyonda biri, vs. gibi çok farlı bir süre “yaşar” ve sonra bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir.

8) Çevrelerindeki tüm varlıkları algılarlar ve onlarla ilişkilerini, çevresindekilerin kendilerine bakış açısına göre belirlerler. Buna Observer effect = Gözlemci etkisi denir. Kuantsal öğelerin, kendilerini gözetleyen biri olup-olmadığını algılayıp, ona göre davranması tam bir bilinçli davranıştır;

Zaman içinde oluşacak o kadar çok yarışmacı arasından, en iyi olanın nasıl seçileceği gibi hiç kolay olmayan bir görevi yerine getirirler.

9) Atomik öğeler mimar-mühendistirler, her şeyi pozitiflik-negatiflik arasında değişen ölçme- sistemleriyle değerlendirirler.

10) Anında etkileşim, sadece kuantsal öğelerde değil, onlardan oluşan diğer üst-sistemlerde de geçerlidir ve bu nedenle bir çekül veya pusula iğnesi ait olduğu üst-sistemdeki tüm kütle veyahut manyetik alan değişimlerini anında algılayarak, davranışını onlara göre ayarlarlar.

11) Atomların tasarımları, periyodik bir tablo halinde, bir yönde elektro-negativiteler artarken, diğer yönde elektro-pozitivite artması, atom-çaplarının düzenli şeklide değişmesi gibi birçok özellik gösteren tam bir düzenleyiciliktir.

12) Bilginin eksponansiyel gelişiminin sağlanmış olması ap-ayrı bir mucizedir.

13) Atom-çekirdeklerinde birbirlerini itecek özellikli olan protonların sıkı bir şekilde bir arada tutulmaları ve bu olayda E=mc2 formülüne uyacak derecede çok muazzam enerji depolanması enerji-madde ilişkisini doğuran başka bir olağan-üstülüktür.

14) Kuantların canlı olmaları ruh denilen ve tanrı kavramının çekirdeğini-özünü oluşturan olgudur, ruh ile kuantsal öğeler arası bir örtüşmeyi gösterir. 

 Doğayı oluşturan kuantsal sistem canlıdır, bilinçlidir. En iyi bilgilere göre oluşturulan en ergonomik yapıları tercih edip, kötüleri terk etmektedir. Böylece doğa ve dünyayı sürekli bir evrimsel sürece sokmuştur. Anında tüm evrenle etkileşim içinde olan ve bilgi oluşturup, olasılık hesapları yaparak evreni oluşturan bir yaratıcılıkla karşı karşıyayız.

Şu anı çok iyi değerlendirmeniz gerekir. Çünkü çok yeni bir BİLGİ edindiniz, beyninizdeki hücreler bu bilgilere göre yeni bir sinaps bağlantısı oluşturmaktadır. Bu yeni sinaps bağlantısının oluşması için moleküllerde değişiklik yapılıp, eski bazı bilgilerin silinip, yeni bilgilere göre davranış değişimi gerekir. Kafanızdaki eski bilgiler doğadaki yaratıcılığın varlıkların haricindeki bir güç sisteminde olduğu şeklindeydi. Halbuki şu an doğal sistemin yaratıcısının varlıkların en temel yapıtaşları olan atom-altı-öğelerde (kuantsal sistemde) olduğu gösterildi. Bu bilgiler yaratıcının eseri olan yeryuvarı arşiv sayfaları kitaplarında ve atomların fiziksel davranışlarında kayıtlıdır. Yani doğal sistemin yaratıcısı kuantsal sistemdir. Ve kuantsal sistem rastgele değil, bilgiyle evreni oluşturmaktadır.

Kafanızdaki eski bilgileri tekrar gözden geçirmeniz mutlaka gerekmektedir. Kafanızdaki yaratıcı (Allah) kavramı insanların doğal sistemin nasıl oluşturulduğunu tasarlamalarına göre oluşturulmuştur. Bu konuda ilk bilgiler ise Sümerler tarafından 5 bin yıl önceleri oluşturulmuştur. Sümerler doğa ve dünyanın ve de insanın yaratıcısını şöyle tasarlamışlardır:

İnsanın bir kazma, kürek yapıp sahiplenmesi gibi, doğa ve dünya ve üzerindeki herşey insan gibi olan ama çok daha büyük ve güçlü tanrılar tarafından oluşturulmuştur. Bu tanrıların erkek ve dişi ilk ikisi yer ve göğü oluşturur. Onların evliliklerinden olan diğer tanrılar da doğadaki diğer varlıkları oluştururlar. İnsan da bu tanrılara hizmet için çamurdan yapılır ve içine RUH üflenerek canlılık verilir. Bu görüş yayılır ve yaklaşık 4-5 bin yıldan beri dünyada egemen olmaya başlar ve toplumsal hayat anlayışı kökten değiştirilir. Halkın bu kutsal kişiliklere biat etmelerini sağlamak için de yaratıcının, her topluma toplumsal davranış kurallarını içeren kutsal kitap gönderdiği bilgisi aşılanır. Yani kutsal kitaplar halkın bir sürü gibi devlet sahiplerince yönetilmesini sağlayan davranış bilgileri olmaktadır.

Yukarıdaki sayfalarda ise doğa ve dünyanın nasıl yaratıldığı yaratıcının eserleri okunarak açıklanmıştır.

 

Düşünün, Evren 12-13 milyar yıl önceleri, Dünyamız ise 4.6 milyar yıl önce oluşturulmaya başlanıyor.

İlk canlılar olan bakteri gibi çekirdeksiz tek hücreli canlılar 3.5 milyar yıl önceleri,

Amip gibi çekirdekli tek hücreliler 2 milyar yıl önceleri,

Solucan, medüz gibi ilk çok hücreli iskeletsiz-kavkısız canlılar 700 milyon yıl önceleri,

Mercan, midye, salyangoz gibi kavkılı canlılar 550 milyon yıl önceleri oluşturuluyorlar ve tüm bu oluşumlar yaklaşık 450 milyon yıl öncelerine kadar sadece denizlerde yaşanıyor.

Denizlerde başlatılan u hayat serüveni, yaklaşık 450 milyon yıl önceleri karasal ortamlara da geçiriliyor ve ondan sonra denizlerde, karalarda ve havada yaşam sürdürülüyor.

İnsan ise sadece 2.5 milyon yıldır var ve bu iki buçuk milyon yılın 2 milyon 483 bin yılında tamamen yabani bir hayat yaşıyor ve son 12 bin yıldan beri toplumsal yaşam denilen uygar bir davranışa geçiyor, ve bu olay da bizim ülkemizde (Göbekli-Tepe, Karahan-Tepe, vs.) gerçekleşiyor.

Bu konularda daha ayrıntılı bilgiler gelecek bölümlerde verilecektir. Bu nedenle bu yazı dizininin sırayla ve zincirleme şekilde, bölüm atlatılmadan okunması şarttır.  

Bedenimiz böyle mucizevi özellikli atomlarca ve de BİLGİ ile oluşturulmaktalar. BUNU HİÇ UNUTMAYIN!

 

Bölüm 6- Hayat Nedir ve İnsan ne zamandan beri bu hayat sistemi içinde var?

Kırkından sonra hayata çok farklı bir bakış açısıyla bakmaya başlayan biriyim. Bu farklı bakışla hayata bakınca da, insanlığın neden çok büyük toplumsal sorunlar içinde olduğunun ve bu sorunlardan nasıl kurtulabileceğinin farkına vardım.

 

Bu farklı bakışa ulaşmam şöyle oldu:

Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”

 

Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındır ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade edilir. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya tabandan yönetilen bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.

 

Bunun üzerine:

- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.

- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.

- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.

- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.

- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.

 

Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.

 

Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. 

 

Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve

- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).

- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün hücrelerin kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),

- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken  2000) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.

 

Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü

- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran ve bu vesileyle 500 milyon yıl öncelerinin dünyasının HADİMOPANELLA adını verdiğim cinsini keşfeden biriydim,

- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.

 

Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım.


Şekil 8: Tüm canlılarda "ye-çoğal-hayatta kal" dürtüsü vardır.

Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.

HAYAT = Ömür; ömür ise ZAMANın bir dilimidir. Zaman kavramının sırrını çözen, hayatın sırrını da çözmüş olur. Mesleğim gereği ZAMAN’nın ne olduğunu çözen bir bilim adamı olarak, atalarımızın bu kavramı tamamen yanlış yorumladıklarını ve bu yanlış yorumu geleneklerle nesilden nesile aktararak, insanlığı hatalı bir hayat anlayışına sürüklediklerinin farkına varan biriyim. Ve o zamandan beri DOM olarak kısaltılan “Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması” konusunu işleyip-geliştirmeye çalışmaktayım.

 

 

Bölüm 7- Dört boyutlu Doğal Sistem

 

Doğa tamamen varlıklar arası karşılıklı etkileşimlere göre oluşup gelişen ve sürekli değişim-dönüşüm içinde olan, yani 4 boyutlu, canlı bir sistemdir. Doğadaki bu canlılığın temelini anlayabilmek için şu 20 dakikalık videoyu izlemek gerekir. Bu videoda hem dünyamızın dördüncü boyutunun (yani zamanın) nasıl geliştiğini, hem de bu değişim-dönüşümü gerçekleştiren güç sistemini, yani dönüştürücüyü (yaratıcıyı) tanıyacaksınız.

https://www.youtube.com/watch?v=u-I6GPB8NVw

 

Orada gösterildiği üzere, doğa ve dünya sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve bu değişim dönüşümler rastgele değil, bir güç uygulayıcı tarafından yapılmaktadır.

İnsanların bilgi sahibi olmaları gereken bu konuların başında, bir şeyin, bir işin nasıl yapıldığı, neyin veya kimin bir şey yapmaya kalkıştığı konusu gelir.

 

Şekil 9: Dünyada ilk defa tavuk mu oluşmuştur, yumurta mı?

Bu konuyu bir örnekle açıklayalım: Tavuk mu yumurtadan çıkmıştır, yumurta mı tavuktan çıkmıştır? Yani İlk defa hangisi var olmuştur?

 

Bu sorunun yanıtını bulursak doğadaki varlıkların nasıl oluşturulduğu, kimin neyi nasıl yaptığı anlaşılır olur.

 

Şekle bakarsak sorunun cevabının net bir şekilde verilmiş olduğunu görürüz.

Şekilde bir tavuk yumurtası içinde kuluçka döneminde neler yaşandığı görülmektedir. Kuluçkaya yatırılan bir yumurtanın içinde başlangıçta döllenmiş bir hücre ve çevresinde besleneceği yumurta sarısı ve akı bulunan bir ortam vardır. Döllenmiş hücre, bölünerek 2-4-8-16 gibi geometrik sayıda artan şekilde çoğalmaya başlar. Morula- blastula-gastrula gibi büyüyen aşamalardan sonra genetik kayıtlarda yazılan bilgilere göre bir kuş veya tavuk şeklini alıncaya kadar gelişir. Ve yumurta kabuğunu kırarak dışarı çıkar.

 

Dışarı çıktığında çevresinde gördüğü ilk canlıyı kendisine en yakın varlık kabul eder ve onun peşinden giderek doğayı-hayatı öğrenmeye başlar.

Çevresinde gördüğü ilk canlı bir insan ise, büyüdüğünde bile hep o insanın çevresinde bulunmaya çabalar.

 

Bu bilgilerden anladığımıza göre, doğada ilk önce yumurta (yani hücre) ortaya çıkmıştır, hücrelerin gelişmeleriyle de farklı hayvan (veya bitki) türleri oluşmuşlardır. Bunun böyle olduğunun bir delili, insanın ana-karnındaki gelişiminin ilk evrelerinin (morula-blastula-gastrula) tüm hayvanlarda ortak olduğu gerçeğidir.

 

 Orada vurgulandığı üzere, insanlık zaman ve bilgi faktörlerinin doğadaki oluşumlardaki rolünü bilmediklerinden, hayatı anlayamamışlardır.  Videoda görüldüğü üzere, evrenimizde düzen oluşturmaya doğru bir ilerleme vardır ve Schrödinger adlı fizikçi bu nedenle “hayat negatif entropi artışıdır” demiştir. Halbuki fizikçiler hala doğada entropi artışına, yani düzensizliğe doğru bir gidişat olduğunu söylerler. Günümüzde “aydın” olarak geçinen tüm insanlar da fizikçilerin bu görüşlerine uyarak davranırlar ve insanlara hayatın nasıl oluştuğu ve nereye doğru gideceği konusunda yanıltıcı bilgiler vermeye devam ederler.

 

Bilgisiz bir şey yapılamıyor. Peki bizlere ne tür bilgiler öğretiliyor?

Tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, biyoloji, vs gibi birçok faklı konu öğretiliyor. Peki biz bu bilgileri öğrendiğimiz halde, neden arılar, karıncalar, mercanlar vb birçok hayvan türü gibi güzel toplumsal koloniler oluşturamıyoruz da her gün birbirimizle kavga- çatışma içinde yaşıyoruz?  

 

Öğrendiğimiz bilgilerde mutlaka hatalar olmalı ki, o hatalar nedeniyle ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyor olmalıyız.

 

Tarih bilgisi örneğinde bu konuyu açıklayalım:

 

Tarih bilgisi, olayların ve oluşumların ne zaman nasıl ve neden oluştukları gibi temel bilgilerden oluşur. Bizlere okullarda verilen tarih bilgisi, sadece devlet denilen ve tepedeki birileri tarafından kurulup-sahiplenilen toplumsal sistem hakkında bilgi verir. Bu tarih kitapları ise devletler 4-5 bin yıldan beri var olduklarından, sadece bu çok kısa insanlık hayatı hakkında bilgiler içerirler. O bilgiler de, tepedeki hanedanların görüşleri doğrultusunda, ona bağımlı kişilerce yazıldıklarından tarafsız-objektif değildirler.

 

Yani tarih kitapları deyince akla gelen tek kitap, bu devletler tarihi kitaplarıdır. Ve o kitaplar da tamamen tarafgir yazıldıklarından, geçmişimiz hakkında yanlış bilgilerle donatılıyoruz. Yanlış bilgilerle dolan beyinler de birbirleriyle anlaşıp-uzlaşamıyor.

 

Halbuki insanlık 2.5 milyon yıldan beri var, ve insanlara bu 2.5 milyon yıllık geçmişinin ana hatlarını anlatan bilgileri içeren “insanlık tarihi bilgileri” kitabı da gerekir. (İşte bu konuda arkeoloji ve antropoloji devreye girer ve insanlığın bu evredeki gelişimleri hakkında aydınlatıcı bilgiler verir.)

 

İnsanlar hücrelerden oluşurlar. Öyleyse insanlara hücrelerin ne zaman ve nasıl insan denilen canlıyı oluşturdukları, insandan önce başka hangi canlıların içlerinde bulundukları gibi tüm canlılar alemi gelişimini anlatan bir tarih kitabı da gerekir.

 

Hücreler atom ve moleküllerden oluşurlar, öyleyse atom ve moleküllerin ne zaman hücreleri oluşturduklarını anlatan kitaplar da gerekir.

 

Atomlar atom-altı-öğelerden oluşurlar, öyleyse atom-altı-öğelerin atomları nasıl oluşturdukları bilgilerini içeren kitaplar gerekir.

 

Gördüğünüz gibi doğadaki tüm olay ve oluşumlar birbirleriyle ilişki ve bağlantı içindedir ve bu şekilde öğretilmesi gerekir. Ama bizlere bu şekilde tüm bilim dallarının birbirleriyle ilişki ve bağlantılı olduğu şeklinde bir bilgi yerine, birbirlerinden kopuk bilgiler veriliyor. Bizler de bu kopuk bilgileri farklı şekillerde yorumlayıp, ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyoruz.

 

Şimdi sizlere hayatın farklı evrelerini anlatan tarihsel bilgiler vererek, insanlığın nerden geldiğini anlatan bilgiler vereceğim. İnsanlığın nereye doğru gideceği ise, belirsizdir, çünkü bilgi oluşturmaya dayalı değişim-dönüşümlü bir sistemde doğal sistemin nereye gideceği, oluşturulacak bilgilere bağlıdır.

           

Bölüm 8- İlk insan ne zaman nerede ortaya çıktı?

 

İnsanlığın yabani yaşamdan uygar yaşama geçişi, zamanın “değişim-dönüşümler” anlamındaki dördüncü boyut oluşumuyla ilgilidir. Malum zaman herşeyin ilacıdır denir. Yani zaman sürekli değişim-dönüşüm gerektirir.

 

Bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insanın ortaya çıkış yeri ve zamanı: İlk insan ne zaman nerede ortaya çıktı?

Jeolojik katmanlar dediğimiz yeryuvarı arşiv-sayfalarında, doğadaki her olay ve oluşumun kaydedildiği önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu arşiv-sayfalarında, insan dediğimiz canlı türünün de ne zaman nerede ortaya çıktığı ve ne tür değişimlere uğradığı da kaydedilmiştir. Bunlara dayanılarak şu veriler ortaya çıkarılmıştır.

 

 

Doğu Afrika, ~10-12 milyon yıl öncelerine kadar, tropik ormanlarla kaplı bir bölge iken, ~10 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika Rifti denilen yerkabuğu yükselmesine dayalı yırtılma olayı sonucu, hem binlerce metreye varan bir yükselmeye uğramış, hem de yırtılma sonucu, sarp yamaçlarla çevrili derin bir vadi sistemi oluşturmuştur.



Şekil 10: İnsanlığın doğduğu yer Doğu Afrika’dır.

Bölgenin yükselmesi zorunlu olarak bitki örtüsünde değişikliğe yol açmış, tropik orman örtüsünün yerini savana ortamı almıştır. Ormanlarda ve ağaçlar üzerinde yaşamaya alışık 4 ayaklı bir memeli yaratık grubunun, yaşam ortamlarının savana ortamına dönüşmesi ve bu değişik ortamda izole (hapis) kalmaları sonucu, beslenme-savunma sistemlerinde değişiklikler oluşmaya başlamış, ve bu değişikliklerin çok uzun yıllar sürmesi sonucu, ağaçlarda-dört-ayaklı-yaşama sisteminden, savanlar-arasında-iki-ayak-üzerinde-yaşam tarzına geçiş zorunlu olmuş ve hominid (insansı) denilen iki ayaklı yeni bir cins (Australaopitechus) ortaya çıkmıştır.

 

Belden altı "insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü olan bu cins yeryüzünün ilk iki ayaklı memelisidir. Yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir bebeğinki kadardır. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el" denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını, bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının (modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu cins yaklaşık 5 milyon yıl önceleri ortaya çıkmış ve yaklaşık 1 milyon yıl önceleri yok olmuştur.

 

Bu cinsin yaşadığı ortamda, yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri kafatası daha büyük olan ve de kambur olarak değil, tam dik yürüyen yeni bir cins daha ortaya çıkmıştır. Bu cins ilk insan türüdür ve Homo habilis olarak adlandırılmıştır. Yani atalarımızın Ademle Havva diye tasarladıkları ilk insan yaklaşık 650 cm3 beyin hacimli siyahi bir insandır. Bu ilk insan türü yaklaşık 2 milyon yıl öncelerine kadar yaşamış, sonra ondan evrimleşen 900 cm3 beyinli Homo erectus onun yerini almıştır.

 

Bu Homo erectus Afrika’dan çıkıp, tüm Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Evrimsel gelişim devam etmiş yaklaşık dört-yüz-bin yıl önceleri yaklaşık 1400 cm3 beyinli Homo sapiens türüne evrimleşme olmuştur.

 

Homo sapiens’in birçok alt türü bulunmuştur. Bunların en yaygınları Homo sapiens neanderthalensis, Homo sapiens denisova (veya Homo sapiens altaiensis), ve günümüz modern insanları olan Homo sapiens sapiens’dir. Neandertal insanı Avrupa’da, denisova veya altaiensis insanı Asya’da yaklaşık 3-4 yüz-bin yıl önceleri ortaya çıkmışlar ve 70 bin yıl önceleri ortaya çıkan modern insan tarafından yaklaşık 20 bin yıl önceleri yok edilmişlerdir.

 

Bu alt türlerin birbirleriyle eşleşip, genetik veri değiş-tokuşuna yol açtıkları genetik analizlerle ortaya konmuştur. Gümümüz modern insanlarının ataları olan son insan türü Homo sapiens sapiens yaklaşık 70 bin yıl önceleri yine Doğu-Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır.

 

Bölüm 9- Buzul devrinde insanlık

 

Afrika’da ortaya çıkan bu ilk insanların yaşadıkları zamanda dünya iklimi ve coğrafyası nasıldı? İnsanlar nelerden etkilenerek dünyaya yayıldı?

Homo habilis sadece Afrika’da yaşadı. Homo erectus ve Homo sapiens neandertalensis Asya ve Avrupa’ya da yayılır.

 

Homo sapiens’in neandertal varyantı 300 bin yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya yayılır. Bu arada Asya ve Avrupa’daki erectus türlerinde de değişiklikler olmuş ve Avrupa’da Homo sapiens neanderthalensis, Asya’da Homo sapiens denisovan gibi yeni formlar ortaya çıkmıştır. Bu türler arasında birleşmeler olmuş ve genetik bilgiler karışmaya başlamıştır.

 

70 bin yıl önceleri Homo sapiens’in daha yeni bir variyetesi -Homo sapiens sapiens- ortaya çıkar ve o da Asya ve Avrupa’ya yayılır, dolayısıyla Avrupa ve Asya’daki yerel türlerle tekrar birleşmeler olur ve genetik bilgiler tekrar karıştırılır. Yani biz modern insanların genlerinde yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da oluşan Homo sapiens türünün genleri baskın olsa da, hem Neanderthal insanı hem de Denisovan insanından genler bizlere onlardan miras kalmıştır.

 

Şimdi Bizlerin ataları olan Homo sapiens sapiens’in (veya modern insanın) yaşamının ne zamana kadar yabani insan olarak, ne zamandan beri uygar insan yaşamına geçtiği konusundaki verileri görelim.

 

Homo erectus yaklaşık 6-7 yüz bin yıl önceleri çakmak taşlarının çarpmaları sırasında çıkan kıvılcımlardan ateşi keşfetmiş ve ondan sonra da bu yöntemle ateş yakmayı ve onu kontrol etmekle en önemli ikinci yaratıcılığını ortaya koymuştur. Ateşi kontrol etmek, genellikle buzul devirlerinde geçen bir hayat için çok önemlidir. Çünkü dünyamız son 500 000 yıllık sürecin 400 000 yılını buzul devri koşullarında geçirmiştir. Bunu dünyamızdaki son 450 bin yıldaki şekilde gösterilen buzul ve buzul-arası dönem süreçleri grafiğinden görebilirsiniz. Ve bizler şu an bir buzul arası dönemde bulunuyoruz.  Buzul dönemleri çok uzun (yaklaşık yüzbin) yıl sürerken, buzul arası dönemler çok kısa (yaklaşık onbin yıl) sürer. 

 



Şekil 11: Dünyamız son 450 000 yılda 4 buzul devri geçirmiştir ve buzul devirlerinde Basra Körfezi kara haline geçmiştir.

 

Buzul dönemlerinde dünyamızda neler değişmiştir? 115 bin ile 15 bin yıl önceleri arası Dünya-Coğrafyası haritadaki gibidir.

 

Son buzul devri süresince Basra Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline dönüşmüştür. Hürmüz boğazına yakın yerinde ise küçük şekilde görülen büyüklükte bir göl kalmıştır.   

 

Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?

 

Kanada, ABD’nin kuzey eyaletleri, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya, Litvanya gibi ülkeler yoktur, çünkü üzerlerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul örtüsü vardır. Bu kadar büyük bir buzul örtüsünün oluşması için deniz düzeyinin 130 m. kadar düşmesi gerekmiştir ve bu nedenle haritada kahve renkli olarak gösterilen bölgelerden deniz çekilmiş ve o alanlar kara haline geçmişlerdir.

 

 

Bölüm 10- Basra-Hürmüz-Ovasından Bereketli-Hilal’e

 

Şimdi böylesine bir coğrafyada yaşayan insanlığı görelim.

 

İnsanlık Doğu-Afrika’da doğmuş, Basra-Hürmüz-Ovasında gelişmiş, Bereketli-Hilalde uygarlığı başlatmıştır.

 

Bizler insanlığın sanki günümüzdeki gibi bilgili ve bilinçli olduğunu sanırız. Arkeolojik ve antropolojik veriler ise, insanlığın 10-12 bin yıl öncelerine kadar tamamen yabani bir yaşam sürdüğünü göstermektedir. Öylesine yabani ki, daha ne bir meyve ağacı dikmiş ve meyveyi ondan almış, ne bir kümes yapıp içinde tavuk yetiştirip, yumurtasından etinden yararlanabilmiştir. Üstelik çanak çömlek yapmasını da bilmediğinden, hep bir su kenarında yaşamaya mecbur kalmıştır.

 

Bu durum insanların da, dördüncü boyut olan değişim-dönüşümlere uygun bir gelişim geçirdiğinin göstergesidir. 

 

Peki atalarımız ne zaman bu yabani yaşamı terk edip, uygar (yani toplumsal) yaşama geçmişlerdir?

 

Bu sorunun yanıtı son yapılan arkeolojik kazılardan biri olan ve yaklaşık 11 600 yıl önceleri oluşturulmaya başlanıldığı anlaşılan Göbekli-Tepe ile verilmiştir.

 

Ama daha önceki arkeolojik araştırmalar da insanlığın toplumsal yaşama geçiş zamanı ve yeri hakkında bir bilgi veriyorlardı. Aşağıdaki şekil bu konuda bilgi vermekte ve insanlığı yaklaşık 11 500 yıl önceleri Güney-Batı-Asya’da bir yerde toplumsal yaşama geçmiş olabileceğini göstermektedir. 

 

Arkeolojik verilerin sonuçları

Arkeolojik veriler, ilk uygarlığın 11-12 bin yıl önce Güneybatı Asya'da bir yerde başlamış olması gerektiğini ortaya koymaktadır (Braidwood 1995).



Şekil 12: Braidwood arkeolojik veriler grafiği

Genetik araştırma sonuçları:

Günümüz teknolojisi ile yapılan genetik DNA analizi, günümüz insanının atalarının dünyada nerede ortaya çıktığı, göç ettikleri hakkında kesin bilgiler vermektedir (Sahakyan vd. 2017, Shinde vd. 2019, Narasimhan vd. 2019). Bu bilgilere göre, modern insanların ataları yaklaşık 60-70 bin yıl önce Afrika'da ortaya çıktı ve oradan dünyaya yayıldı. Dünyaya yayılma merkezinin ise haritadaki "kırmızı" bir daireyle listelenen Güney-Batı Asya olduğu görünüyor.

 



Şekil 13: Mitokondriyal haplogroups haritası

 

Güney-Batı-Asya'daki bu ilk yerleşim ve gelişim noktasının nerede olduğu şimdiye dek bir soru işareti olarak kalmıştır. Çünkü Basra körfezi altında bir arkeolojik yerleşim yeri olabileceği hiç düşünülememiştir. Çünkü Basra körfezinin 14-15 bin yıl öncelerinde kara haline geçmiş olabileceği ve kara halinde olduğu o zamanlarda orada yoğun bir insanlık yaşamış olabileceği bilinmemektedir.

 

Yeryüzünde hayatın gelişimini araştıran biri olarak, 1980'lerin sonlarında, Brentjes'in (1981), “Völker am Euphrat und Tigris” adlı araştırmasını okurken, 15.000 yıl önce Basra Körfezi'nin karasal bir alan olduğunu gösteren Meteor araştırma gemisinin yaptığı bir harita gördüm.



Şekil 14: Meteor-Forschung-Schiff (Almanya) sonuçlarına göre buzul devri sonrası Basra Körfezi

Meteor-Forschung-Schiff (Almanya) sonuçlarına göre Basra Körfezi son buzul çağında karasal bir bölgedir ve Basra körfezinin tekrar denizle kaplanması 14 bin ile 7 bin yılları arasında olmuştur.

 

Bunu gördüğümde beynimde bir şimşek çaktı:

Atlantis: Kayıp Ülke!

 

Hemen Platon'un Atlantis hakkındaki bilgilerini almaya çalıştım. Veriler, buzul döneminde ve buzul çağından sonra bu düzlükte meydana gelmiş olabilecek olaylarla tamamen uyumluydu. Daha sonra, aşağıdaki makale ortaya çıktı:

Gedik, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık şehir nerede? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.

 

O zamandan beri, Atlantis konusuyla ilgili daha fazla bilgi oluşturmaya çalışıyorum. Dolayısıyla günümüz insanlarının uygar yaşama geçiş evresinin son buzul çağının Basra-Hürmüz-Ovasında olması gerektiğini söyleyebiliriz. Çünkü Asya ve Avrupa’nın diğer bölgeleri buzul çağının soğukluğu nedeniyle yaşama uygun değildiler.

 

 

Bölüm 11- Modern İnsan

Günümüz insanlarının ataları 70 bin yıl önce Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Asya ve Avrupa’ya yayılır. Ancak Avrupa ve Asya’nın ülkemiz dahil çok büyük bir bölümü kar ve buz örtüsü altında olduğundan yaşama elverişli değildir. Yaşama uygun yeri ise, bugün Basra Körfezi suları altında kalan bölgesidir, çünkü buzul devrinde deniz düzeyi 130 metre kadar düştüğü için, Basra körfezinin yerinde Basra-Hürmüz-Ovası vardır.

 

Yukarıdaki sayfalarda sunulan bilgilerden, insanlığın toplumsal yaşama geçtiği yer ve zamanın

 

       yaklaşık 12 bin yıl olduğu ve günümüzde bunu temsil eden yerin Göbekli-Tepe, Karahantepe ve çevresi olduğu.

       Göbekli-Tepenin bulunduğu bölge daha önceki zamanlarda kar ve buz örtüsü altında olacağından, Göbekli-Tepeyi yapan insanların daha önceleri o yörede yaşamış olamayacakları, dolayısıyla başka bir yerden oraya gelmiş olmaları gerektiği anlaşılmaktadır.

       Anadolu, İran gibi bölgelerde 13 bin yıldan önceleri insan yaşayamamaktadır, çünkü buzul devri koşulları henüz sona ermemiş ve 600-700 metreden yüksek olan bu bölgeler hala kar altındadır.

       Güneybatı Asya’da kar ve buz örtüsü altında bulunmayan ve yoğun insan barındıracak tek bir bölge vardır: Basra-Hürmüz-Ovası

       Dolayısıyla Göbekli-Tepe ve civarında (yani Bereketli Hilal’de) ilk toplumsal yaşam yerlerini oluşturan insanlar buralara, Basra-Hürmüz-Ovasından gelmiş olmak zorundadırlar. Çünkü arkeolojik ve genetik haplogrub analizi sonuçlarının toplumsal yaşam başlatılan bölge olarak gösterdiği Güney-Batı-Asya’da başka uygun bir yer yoktur.

 

Şimdi dünyanın bu kısmındaki koşulları inceleyelim. Yaklaşık 12-13 bin yıl önceki zaman, son buzul çağı döneminin günlerimizin daha sıcak iklimine dönüş noktasıdır. Buzul çağlarında dünya çok soğuktu ve dünya-coğrafya oldukça farklıydı. (Haritaya bakın! )



Şekil 15: Son buzul çağında dünyanın coğrafyası (Roberts’ten Modifiye  1984) Hangi ülkeler buz tabakalarıyla kaplı? Dünyanın hangi bölgelerinden deniz çekilmiş? Örneğin Basra Körfezi nerede?)

Şekildeki açıklamaları dikkatlice okuyun. Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanın ataları olan Homo sapiens sapiens’in neden Basra-Hürmüz-Ovasına yerleştiğini anlamaya çalışın.

 

Buzul devrinde insanlar sadece çok kısıtlı bölgelerde gelişebilir. Nil, Fırat-Dicle, İndus, Ganj ve Mekong gibi büyük nehir vadilerinin düşük seviyelerinde, ekvatora yakın bir konumda bulunan yoğun bir insan nüfusu beklenebilir. Bunlar arasında Fırat-Dicle vadisi yaşama en uygun olanıdır, çünkü denizin Hint Okyanusu'na çekilmesi nedeniyle çok geniş ve uzun bir ırmak yatağı ortaya çıkmıştır. 

 

Ayrıca boğaza yakın kısmında içinde birçok adası olan büyük bir göl vardır. Basra- Hürmüz-ovası Zağros dağlarıyla kuzey rüzgarlarından korunmaktadır. Buzul çağında yaşamak için en uygun yer olan bu ova, buzul dönemlerinden sonra insanlar için tam bir işkence ortamına dönüşmüştür, çünkü dağlardaki buz tabakalarının erimesi nedeniyle her yıl meydana gelen çamur ve su taşkınları ovadakilerin yaşamını çok zorlaştırmıştır.

 

Bu bilgiler ışığında, 60-70.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkan, Güney-Batı-Asya'ya göç eden modern insanın atalarının nerede yerleşmiş ve yaşamış olduğu ortaya çıkmaktadır.

        Basra-Hürmüz ovasına Homo sapiens sapiens yerleşimleri.

Yüz bin yıl süren son Buzul Çağı'nda Avrupa ve Asya'da insan yaşamına uygun bölge çok sınırlıdır. Bunun en önemli nedeni iklimin soğukluğudur. Üç - dört yüz metreden yüksek bölgeler yılın büyük bölümünde kar altındadır. Avlanarak ve yabani meyveler toplayarak geçimini sağlamak zorunda olan insanlar için yeterli besin kaynağı yoktur.

İnsanlık 8.500 yıl öncesine kadar çömlek yapmayı henüz bilmediği için, sadece su kaynaklarının etrafında bulunan mağaralarda veya ılıman iklimlerde yaşayabiliyordu. Bu iki koşulu karşılayan alanlar, ekvatora yakın ve bir nehir vadisinin kenarlarına yakın, yüksekliği üç- dört yüz metreden az olan yerlerdir. Diğer bölgeler 3-4 yüz metreden yüksek platolar olduğu için çok soğuktur ve yaşam sadece mağaralarda mümkündür. Bu nedenle, sadece soğuk ortamlarda yaşayan Neandertal halkının kalıntıları bu soğuk bölgelerde bulunmuştur. Üstelik bu ortamlarda insan yoğunluğu çok çok azdır.

 

Su gereksinimini karşılayacak çömlek yapmayı henüz bilmeyen insanların yerleşimi için Dicle- Fırat nehrinin geçtiği Basra-Hürmüz-Ovası ideal bir ortamdır. Afrika'ya en yakın konumdadır ve en ideal koşullara sahiptir. İnsanlar önce oraya yerleştiler ve çoğalmaya başladılar.

 

İnsanlığın binlerce yıllık tarihte unutulamayacak kadar önemli olağandışı olaylar yaşadığı da bir gerçektir. Eski zamanlarda, yazılı bilgi aktarımlarının olmadığı zamanlarda, bu tür önemli olaylar aile büyükleri tarafından "ocak başı sohbetlerinde” hikâyeler şeklinde nesilden nesile aktarılırdı. Bunlar zamanla efsane haline geldi. Bu efsanelerden ikisi insanlık tarihi hakkında çok benzer bilgiler içerir. Benzerlik şu şekildedir: her ikisi de 'eskiden cennet gibi bir ülkede meydana gelen, ancak daha sonra çok büyük bir felaketle bu yaşam ortamının sulara gömüldüğü ve hayatta kalanların başka bir ortamda yaşamaya devam ettiği' şeklinde çok benzer bir geçmişten bahseder.

 

Bu efsanelerden biri Hintli rahipler tarafından aktarılan bir hikâyeye dayanmaktadır ve Mu or Lemuria adlı batık bir kıtadan bahseder.

 

Diğeri ise Mısırlı bir rahip tarafından iletilen ve daha sonra Eflatun tarafından kayıp kıta olarak yazılan "Atlantis" adı verilen bir metne dönüştürülen efsanedir.

 

 

Bölüm 12 ve bir ARA AÇIKLAMASI

 

İnsanlığın ne zaman ne tür bilgiler edindiği konusu ülkemizde bilinmemekte, hatta çok yanlış bilinmektedir. Halkımız atalarının şekilde gösterilen türde bir geçmişe sahip olduğunu bilmemektedir.

 

İlk atalarımız küçük beyinliydiler ve zekâları sadece sert taşlardan (çakmaktaşı) yongalar kopararak onları kesici olarak kullanmaya yetiyordu.

Bir milyon yıl öncelerine gelindiğinde, çakmaktaşlarının çarpmaları sırasında çıkan kıvılcımlardan ateş yakmasını da keşfettiler.

60 bin yıl önceki atalarımızın beyinleri daha da büyüdü ve gelişti ve bu sayede su-taşımacılığında kullanılacak sal-kayık gibi ürünler üreterek uzak deniz yolculukları yapacak bir bilgi düzeyine ulaştılar.

10-12 bin yıl önceki atalarımız tarım ve hayvancılık bilgileri yanında tuğladan evler yapma bilgisini de edinerek yabani yaşamdan, yerleşik yaşama geçerek toplumsal yaşam sistemine ulaşmışlardır.

Yani 10-12 bin yıl öncesine kadar yaşayan atalarımız tamamen yabani bir hayat sürdürmüşlerdir. Yani Adem ve Havva hikayesini artık çok dikkatli kullanmak gerekir.

 

İnsanlığın neyi ne zaman yapabildiği arkeolojik ve antropolojik verilerden çıkartılıp, bir zaman çizelgesinde gösterildiğinde, şekildeki durum ortaya çıkmaktadır. Şekilde görüldüğü üzere, insanlık 60 bin yıl öncelerine kadar taş-yontma, ateş yakma haricinde pek bir bilgi geliştirememiştir. Sal, kayık, mızrak, iğne, ok, çadır gibi bilgiler 60 bin yıldan sonraki insanların yapabildikleri eşyalardır. Hele çanak-çömlek, cam, tunç, demir gibi yaşamı kolaylaştıran nesneler yaklaşık 8 bin yıldan sonraki insanlar tarafından yapılabilinmiştir.

 



Şekil 16: İnsanlığın kültürel gelişim grafiği

 

İnsan beyni birkaç veriden binlerce senaryo üretme yeteneğiyle donatılmıştır. Nitekim itiraz yazılarında sunulan resimler ve yazılar bunun birer örneğidirler. Ama şunu bilmekte yarar var: Her yazılan doğadaki oluşum ve gelişimlere uygun değildir. Bazı insanlar çok uçuk ve ütopik görüşler ileri sürerler. Bundan amaçları ya sansasyon yaratmak ve meşhur olmak veya bu sansasyon yaratıcı bilgiler sayesinde kazanç sağlamak bu kişilerin temel amaçlarıdır. Tanrıların Arabaları gibi kitaplar yazan Erich von Däniken bunun en tipik örneğidir.

 

İnsan denilen canlının yeryüzünde ortaya çıkış zamanı ise yaklaşık 2.5 milyon yıldır. Bu nedenle yüzlerce milyon yıl önceleri insanın bir şeyler yapmış olması gerektiği şeklindeki resimler vs. tamamen birer hayali tasarımdırlar ve bazı şarlatanlar tarafından ortaya atılan ve hiçbir bilimsel açıklaması olmayan saçmalıklardır.

 

Bir şeyin doğadaki gerçeklere uygun olup-olmadığı ancak çok kişi tarafından yapılan araştırmalarla anlaşılabilir. İtiraz olarak sunulan verilerin hiçbiri bilim-alemince (yani birçok araştırmacı tarafından) ortaya atılan görüşler değil, sadece bir şarlatan ve yardakçıları tarafından ortaya atılan senaryolardır.

 

Diğer kafa karıştıran bir durum da, Göbekli-Tepe veya Mısır Piramitleri gibi büyük yapıların normal insanlar tarafından nasıl yapıldığı konusudur.

 

11-12 bin yıl önceleri 20-30 tonluk muazzam taşlar kesip-şekiller vererek tapınaklar yapan Göbekli Tepe’lilerin çanak-çömlek yapmaktan aciz oldukları bilgileri karşısında insanlar şaşırıp kalıyor.

 

Taş devri insanları aptal değildiler, ama onların beyinleri taşların nasıl kesilip-şekil verileceği konusunda sinapslara sahipti. Beyinleri bu konuda uzmanlaşmıştı. Bizlerin beyinlerinde artık o sinapslar yok ve bizler bugün onların yaptıkları bu muazzam işleri yapamıyoruz. Bu nedenle de bunları yapan eski insanların sanki başka gezegenden gelmiş özel insanlar olduklarını sanıyoruz.

 

Durum böyle değil, beyin hangi konularda uzmanlaşıyorsa, o konuda bilgiler üretir. Bitkilerin ıslahı, hayvanların evcilleştirilmesi, çanak-çömlek yapılması, madencilik vs. hep zaman içinde gerçekleşen yeni üretimlerdir.

 

 Şimdi Basra-Hürmüz ovasındaki insan yaşamının gelişimini görelim.

 

Deniz seviyesi 130 m düştüğünde kıta sahanlığı kara olur. Basra Körfezi’nin en derin yeri 90 m' dir. Bu nedenle, tamamen karasal alan haline geçmiştir. Ancak Hürmüz Boğazı yakınlarında 20 metre derinliğinde bir göl kalır, çünkü yaklaşık 70 metre derinlikte, Dubai-Bender-E-Lengeh eşiği adı verilen bir deniz altı sırtı, 70 metreden daha derin suların boşalmasını engeller.

 


Şekil 17: Buzul çağında Basra Körfezi'nin coğrafik durumu

 

Basra-Hürmüz Ovası'na gelen modern insanlar, Hürmüz Boğazı'ndan Kuzey-Batı'ya kadar nehrin kenarında yerleşmeye başlarlar. Ovada sadece birkaç km genişliğinde nehir kenarı ve göldeki adalar yaşam için uygundur.

 

Irmak kenarı boyunca ovaya yerleşen insanlarla, göldeki adalara yerleşen insanların gelişimleri farklı olacaktır. Çünkü: Yıllık 1,5 cm'lik deniz yükselmesi, Basra-Hürmuz Ovası gibi düz bir ovada kıyının 100 metreye kadar kaymasına yol açar. Bu nedenle, ovada yaşayanlar bu olaydan hemen etkilenir ve kaçmaya başlar. Ancak, adada yaşayanlar bundan çok etkilenmez, çünkü 30-40 metre yüksekliğindeki bir adanın sadece 1,5 cm.lik kısmı denizle kaplanır. Bu da adada yaşayanları pek etkilemez. Bu nedenle adada yaşayanlar yüzlerce yıl adalarında yaşamaya devam ederler.

 

Ova çok geniştir, insanlar ise bu devasa ovanın sadece yüzde birlik bir kısmı olan ırmak kenarı şeridinden yararlanabilmektedir. Çünkü henüz çanak-çömlek gibi su taşıyıcı gereçlerden yoksun insanlık su kaynağından 5-10 km’den daha uzak bölgelerde yaşayamamaktadır.

 

Nüfusları her yıl gittikçe aratan insanlara bu 10 kmlik ırmak kenarı şeridi artık yetmemektedir. Bu durum ovadaki insanları çok zor duruma sokar. Ovanın her tarafı bol hayvan ve bitki dolu, ama onlar oralara gidip avlanamıyorlar, çünkü oralarda ihtiyaç duydukları su yok. Peki bu zorluk nasıl aşılabilir?

 

Doğada zor durumlar nasıl aşıla bilinmektedir?

 

Bu soruyu “synergetics” adlı bilim dalının kurucusu Hemann Haken (2000)’de kendisine sormuş ve “information & self-organisation” olarak adlandırdığı Dinamik Sistemler Fiziğinin temelini atmıştır.



Şekil 18: Lazer-ışığı oluşum mekanizması

 

Haken’in ilham kaynağını ise, o zamanlar yeni keşfedilmiş olan laser teknolojisi olmuştur.

 

Laser teknolojisi neye dayanır: atomların ve moleküllerin sıkışık duruma sokulduklarında, kendi aralarında birbirleriyle etkileşerek (haberleşerek) zor durumdan çıkış yolu bulmalarına!

Bir tüp içine belli moleküller hapsedilir. Tüpün uçları ayna ile kapatılır, Bir uçtaki tam yansıtıcı, diğer uçta yarı yansıtıcıdır. Sonra moleküllerin duyarlı oldukları bir ışın dışarıdan tüpün içindeki moleküllere gönderilir. Işınları alan moleküllerin elektronları ışını aldıktan sonra tekrar çevreye yayarlar. Çevreye yayılan ışınlar aynalardan geri yansır. Dışarıdan gelen radyasyonlar da devam ettiğinden, aynalardan yansıyan ışınların da bunlara eklenmesiyle tüpün içindeki moleküller çok bunaltıcı bir duruma girerler.

 

Bu zor durumdan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Her molekülün elektronları, çevreye salacakları ışınları yarı-yansıtıcı ayna yönünde ve birbirleriyle aynı fazda ve frekansta olacak şekilde gönderirlerse, bu ışınlar üst-üste çakışacak durumda olduklarından güçleri birbirine eklenirler ve yarı-geçirgen aynadan dışarı çıkabilirler. Ve laser ışığı oluşturan zorda kalmış moleküller de zor durumdan kurtulmanın yolunu bulurlar.

 

İnsanlar moleküllerden aptal değiller ya, onlar da bulmuşlardır: Birlikte işlem yaparak güçlükler aşılır = Synergetics- Dinamik Sistemler Fiziği.

 

Sıkışık durumdaki insanlar da sinerjetik = birlikte işlem yapma kuralını uygularlar ve ellerindeki çakmaktaşından yaptıkları balta-çekiçlerle, yumuşak ırmak çökellerinde kanallar açarak, ırmak suyunu ovanın her tarafına ulaştırırlar. (Atlantis Ovasının her tarafına su kanalları döşendiği Eflatun’un Atlantis hikayesinde de aynen yazılmıştır.)

 

Bu durum, Basra-Hürmüz-Ovası koşullarının orada yaşayan insanlara sağladığı en güzel olanaktır. Dünyanın başka yerlerinde bu kadar geniş ve kanallar açılarak her tarafına su ulaştırılabilen bir yer yoktur. O zamana kadar birbirlerini rakip olarak gören insanların, zor-durumdan kurtulmak için karşılıklı iş-birliğine girmeleri, aralarında bir güven bağı oluşturur.

 

Bu yöntem sayesinde artık uygarlığın temeli olan şu duruma kavuşmuşlardır:

İnsanlar artık birbirlerini rakip olarak görmezler, tersine daha rahat bir hayat sistemine kavuşmak için ortak kabul ederler. Bu görüş şunları sağlar:

Geceleri korku ve endişe içinde değil, güvenli ortamda bulunmanın rahatlığı-huzuru içinde yaşamak

Güç ve kuvvetlerini birleştirip, bireysel olarak yapılamayacak işleri başarabilmek,

Karşılıklı iş-bölümüne giderek, farklı alanlarda uzmanlaşıp, üretimi ve hizmeti artırabilmek.

 

 

Bölüm 13- Buzul devri sona erince ovada yaşayanların geleceği nasıl olmuştur?

 

15 bin yıl öncesine kadarki buzul devrinde Atlantis-Ovasında yaşayan insanlar, 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında sürekli göçe maruz kalmışlardır. Çünkü Basra Körfezinin dolması bu kadar uzun sürmüştür. Anadolu’nun kar ve buz örtüsü kalkan Karahan Tepe, Göbekli Tepe gibi bölgeleri ise göçe maruz kalan insanların yerleştikleri ilk yerler olmuştur.

 



Şekil 19: Basra-Hürmüz-Ovasının denizle kaplanması

 

Yukarıdaki Basra-Hürmüz-Ovasının 12 bin yıl önceki durumu tasarlanmıştır. Tasarımda görüldüğü üzere Dubai-Bender-e-Lengeh eşiği bölgeyi Doğu ve Batı bölgesi olarak ikiye ayırır. Deniz ilk önce DOĞU bölgesini kaplar, çünkü Hint Okyanusu o taraftadır ve deniz oradan başlayarak yükselmektedir. Dolayısıyla o bölgede yaşayan insanlar ilk defa göçecek yer aramış olmalılar.

 

(Şimdi burada kısa bir ek bilgi vermek istiyorum: Eflatun’un Atlantis hikayesinde, yaklaşık 12 bin yıl önceleri Atlantislilerle okyanus tarafındaki bölgeden gelen kavimler arasında bir savaş yaşandığı ve onların mağlup edildiği yazılıdır. Bu durum yukarıdaki tasarımda sunulan, doğu bölgesi insanlarının batı yönündeki ilk göç denemelerinin başarısız olduğu anlamına gelir.)   



Şekil 20: yukarıdaki şekilde ovadan kaçan insanların nerelere göçerek oralarda yerleştikleri gösterilmiştir.

 

Ovanın doğu bölgesindeki insanlar İran platosuna ve oradan da orta Asya’ya göç etmiş olmalılar.

 

Ovanın batı bölgesindeki insanlar, Dicle-Fırat vadisi boyunca kuzeybatı yönünde göçmüş olmalılar. Kuzeybatı yönünde göçen insanlar Mezopotamya olarak bilinen bölgelerde yerleşemeyip, daha kuzeybatıya, yani Bereketli-Hilal denilen bölgeye kadar ilerlemek zorunda kalmışlardır.



Şekil 21: Şekilde "SARI" renkli çizgiyle göstrilen bölgede 12 bin ile 8 bin yılları arasında hiç yerleşim yeri oluşmamıştır. Çünkü:

 

Nedeni şudur: 9-10 bin yıl önceleri Zagros dağlarında ve Toros dağlarının yüksek kesimlerinde hala buzullar vardır.  Kalan son buzul kütlesi su dolu bir balon gibidir. Bu son buzul kalıntısı patladığında, Glacier-Outburst-Flood adı verilen düzinelerce patlayan barajın aynı etkilerine sahiptir. Vadideki tüm yerleşim yerleri yok edilir. Bu olumsuz koşullar Dicle Fırat vadilerinde 7.000 ila 12.000 yıl arasında yerleşim yerleri oluşturulmasını olanaksız hale getirmiştir.

 

 

Bölüm 14- Höyük Kültürü

 

Buzul devrinin sona ermesi, Atlantis Ovasını yaşanılmaz yaparken, Anadolu- İran platosu gibi önceleri yaşanılmaz olan yerleri de yaşanılır ortama dönüştürür. Çünkü üzerindeki kar ve buz örtüsünün ergimesiyle Anadolu platosu tekrar bitki ve hayvan gelişimine uygun olur. Daha önceleri pek insan yaşamayan bu bölgeler de, Atlantis-ovasından göçenlerin yeni vatanları olur.

 

Atlantis ovasından göç eden bu insanlar özgürlük ve eşitlik zihniyetine sahiptir. Çünkü: Anadolu’da 4 bin yıl öncesine kadar binlerce höyük şeklinde yerleşim yeri bulunmaktadır. Tüm bu höyüklerdeki evler birbirine benzer ve birbirine bitişiktir. Bu nedenle, o zamanın insanları arasında EFENDİ-Uşak ilişkisi yoktur. Herkes özgür ve eşit olarak görülür. Höyüklerde bulunan kemiklerin DNA analizleri, evlerdeki insanların aynı genetiğe sahip olmadığını göstermektedir. Yani insanlar çok farklı kabilelerle iyi ilişki içindedirler.

 

O zamanki insanların hayatında sınıf ayrımı yoktur, bu yüzden "eşitlik – kardeşlik – özgürlük" sisteminin egemen olduğu bir toplumsal yaşam vardır.

 



Şekil 22: Anadolu'daki ilk yerleşim yerleri Höyük tarzındadır.

5-10 bin yıl önce insanlar tamamen bitişik evlerde yaşıyordu. Evlerin duvarları ortaktır, bu yüzden ısıtma daha ekonomiktir. Evlere giriş ve çıkışlar tavandaki bir delikten merdivenle olmaktadır.

 

Belli bir sürenin sonunda evler tamamen yıkılır ve üzerlerine tekrar yeni evler inşa edilir. Bu şekilde, yukarı doğru büyüyen kubbeli yapılar oluşur.   Bunlar günümüzde Höyük olarak adlandırılır.

Anadolu'da 4 bin yıl öncesine kadar höyük tarzlı toplumsal hayat yaşanmaktadır. Höyük tarzı yaşamda sınıf ayrımı yoktur. 5 bin yıl önceleri Sümerlerce kutsallık ve asil soyluluk kavramlı DEVLET sisteminin ortaya atılmasıyla sınıf ayrımı başlamıştır. 1789 Fransız ihtilaliyle insanlık tekrar eşitlik-kardeşlik-özgürlük kavramlarıyla tanışmaya başlamıştır.

 

Bölüm 15- Adalarda yaşayan insanların geleceği

 

Şimdi Atlas Gölü adalarında yaşayanların gelecekteki yaşamını görelim.

 

Arkeolojik veriler, Sümerler adlı bir toplumun yaklaşık 6 bin 500 yıl önce Basra çevresinde ortaya çıktığını ve haritada gösterilen yerlerde 5 bin 500 yıl önce kent devletleri kurduğunu gösteriyor. Yani Sümerler Basra yöresine geldiklerinde hemen DEVLET denilen tepeden sahiplenilen ve yönetilen sistemi kurmamışlar, aradan yıllar geçtikten sonra kutsal krallıklar kurmuşlardır.

Sümerler yazılı belgeler oluşturarak geçmişleri hakkında bilgi veren ilk kavimdir. Bu yazılı kil-tabletlerde denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini yazmışlardır. (Ceram 1972)

Denizde insan yaşayamadığından, şimdiye dek Sümerlerin nerden Basra Çevresine geldikleri hep muamma olarak kalmıştır. Sümercenin Türkçe gibi aglütine bir dil olması, hatta birçok ortak sözcüklere sahip olmalarına dayanılarak Sümerlerin Orta-Asya’da kuruyan iç-denizden Basra’ya geldikleri iddia edilmiştir, çünkü o zamanlarda Türklerin Ana-vatanının Orta-Asya olduğu iddia edilmekteydi.

Görüldüğü üzere, modern insanın gelişiminin Basra-Hürmüz-Ovasında olduğunun bilinmemesi birçok yanlış tarihsel görüş ortaya atılmasına yol açmıştır.

 

Sümerler nereden gelerek Basra yöresinde bu kent devletlerini kurdular?

Sümerlerin çivi yazısı adı verilen ve bugüne kadar silinmeden ve yok edilmeden muhafaza edilen bu kil tabletlerden en önemlisi "Krallar listesi"dir. Bu prizma şeklindeki tablette, toplumlarını geçmişlerinde Krallar olarak kimin yönettiği yazılmıştır.

 

Bu tabletler bize Sümerlerin toplum yaşamının karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalı olarak düzenlenmediğini gösterir. Nitekim Sümerlerin kurdukları kentler Ziggurat adlı bir tapınak etrafında yerleşen ve tapınakta yaşayan tanrı-soylulara hizmet etmek için yaşayan insanlardan oluşmaktadır. Devlet asil-soyluların malı-mülküdür. Ziggurat içinde insansı-tanrılar veya kutsal krallar yaşar. Tüm güç ve kuvvet kutsal sistemde toplanmıştır, çünkü insanların bu kutsal krallara hizmet etmek için yaratıldığı görüşü doğar-doğmaz tüm çocuklara aşılanır, onların bilinç-altına yerleştirilir ve onlar da hayatları boyunca çalışırlar ve efendilerinin mutlu olmalarını sağlarlar. Halkın ürettiği efendisine gider. Efendisi bu şekilde çok zengin olur. Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Yani kutsallık kavramı, sömürgeciliğin kaynağını oluşturur. Efendiler parayla yanına muhafızlar, askerler tutarak, halkı sürekli baskı altında tutar ve kendi koyduğu yasalara ve kurallara uymaya zorlar. Tepedekilerin koyduğu kurallara uymayanlar devlet düşmanı sayılarak hapse atılırlar.

Sümerlerle asil-soylu – adi soylu ayrımının egemen olduğu bir toplumsal hayat sistemi başlatılmıştır. Sümerlerden sonra oluşan tüm toplumsal yaşam sistemlerinde hep bu “devlet” anlayışı sürdürülmüştür. Günümüzde bile hala halka toplumun sahipliğinin onu oluşturan halk kesimine ait olduğu bilgisi verilmemektedir.

Devlet kim? Tepedeki azınlık zümresi mi, yoksa tabandaki çoğunluk, yani halk mı? Bu şekilde 4-5 bin yıldır süren kulluk-kölelik-uşaklık dönemi başlatılır.

 

Geçmişlerini iki farklı döneme ayırdılar:

Tufandan önce ve

Tufandan sonra.



Şekil 23: Wendel Prizması Sümer Kralları Listesini gösterir.

Şekildeki yazıları alttan (1) den başlayarak yukarı doğru okumaya devam ediniz. Bunları okurken de, Basra körfezinin nasıl denizle kaplandığını görünüz.

 

Şekil açıklama yazısını mutlaka deniz düzeyi değişimlerini dikkate alarak okuyunuz.

 

Sel öncesi devrede, 5 farklı şehirde yaşadıkları; zamanla şehirlerin "düştüğü" ve krallık gemisinin başka bir yere taşındığını belirtiliyor. Büyük bir selin sonunda son şehrin tamamen yok olduğu, bu selden sonra Basra çevresinde yeni krallıklarla hayatın devam ettiği yazılıyor.

 

Bu bilgiler jeolojik bilgilerle uyumludur, çünkü 15 bin yıl öncesine kadar çok uzun bir buzul devri yaşanmıştır. Buzul devri sonunda buzulların ergimesiyle gerçekleşen deniz seviyesi yükselmesi, göldeki adanın batmasına neden olunca, adadakiler kayık vs. ile daha kuzeydeki başka bir adaya göçerler. Yaşam böylece 5 ayrı kente taşınma şeklinde devam eder. En son adadaki yaşam çok büyük bir tufanla sona erer. Çünkü, dağ buzullarının ergimelerinin en son aşamasına kalan buzul kütleleri en büyük sel felaketlerine yol açarlar, çünkü içi su dolu balon gibidirler (Glacier outburst flood) ve patladıklarında, yıkılan barajlar gibi önlerine çıkan her şeyi sürükleyip denize taşırlar. Zağros dağlarının tepelerinde kalan en son buzul paketi de bu etkiyi yapmış ve Sümerlerin yaşadıkları adayı çamurlara gömmüştür.

 



Şekil 24: Buzul çağında Basra Körfezi'nin coğrafi durumu. Yeşil alan deniz sularının çekildiği ve insanların yoğun olarak yaşadıkları verimli ovayı gösterir.

Bu ifadeler Sümerlerin adalar üzerinde yaşadıklarının ve adalar battıkça daha kuzeydeki bir başka adaya göçtüklerinin kesin delilidir. Sümerler tufandan sonra Basra çevresine çıkarlar ve bir tablette «Denizden iki ırmak yöresine» geldiklerini vurgularlar (Ceram 1972). Arkeolojik bulgular Sümerlerin Basra yöresine yaklaşık 6 bin yıl önceleri geldiklerini gösterir.

 

Sümerlerin krallar listesi tabletinde “Krallık gökten indikten sonra” ifadesi, toplumların özgür insanların karşılıklı hizmet-alışverişlerine dayalı bir ortak yaşam içinde olmadıkları, tam tersine gökten gelen krallıklarla yönetileceği inancının egemen olduğunu gösterir.

 

İnsanların mantıksal değerlendirme sistemi zamanla değişip-gelişmektedir. 50 bin yıl önceki insanlar çok daha basit şekilde düşünürken, 5 bin yıl öncekiler daha fazla hayal gücü gösterirler. Sümerlerin eski krallarının onbinlerce yıl yaşadığı şeklinde tasarımları bunun örneğidir. Bunun bir hayali tasarım olduğunu şundan çıkartabiliriz: Kral devleti yönetendir. Devlet şeklinde ortak yaşam ise dar anlamıyla 5 bin yıldan beri vardır. Geniş anlamıyla toplumsal yaşam sistemi olarak düşünürsek, 12 bin yıldan beri vardır. Dolayısıyla 30-40 bin gibi kral ömürleri diye bir şey olamaz, çünkü krallık gibi bir sistem zaten 5-bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu yüzden, tablette ifade edilen fikirler, yazarının hayal ürünleridir.

 

Doğanın ve dünyanın insansı tanrılar tarafından yaratıldığı, bu tanrıların evliliklerinden doğanların doğadaki her şeye kutsal Krallar olarak hükmettiği ve insanın bu tanrılara hizmet etmek için yaratıldığı şeklinde bir YARATILIŞ (genesis) görüşü Sümerlerce ortaya atılır ve çevrede yaygınlaşarak kabul edilmeye başlanır.

Sümerler toplum yaşamının gökten gelen KUTSAL KRALLIKLARCA yönetimine inanıyorlardı. Halkın bu kutsal kişiliklere biat etmelerini sağlamak için de yaratıcının, her topluma toplumsal davranış kurallarını içeren kutsal kitap gönderdiği bilgisi aşılanıyordu. Yani kutsal kitaplar halkın bir sürü gibi devlet sahiplerince yönetilmesini sağlayan davranış bilgileridir.

 

Atlantis-Ovası içindeki adalarda yaşayarak 6-7 bin yıl öncesine kadar sürekli su ve sel taşkınlarıyla mücadele ederek yaşayan Sümerler BİLGİNİN beden dışındaki Tanrı dedikleri kutsal varlıklarca oluşturuldukları ve “uygarlık sanatı bilgileri” adını verdikleri “ME” adlı bir mesaj sandığı içinde insanlara verildiği şeklinde bir inanca sahipler.

 

Medeniyet sanatı bilgisi, sosyal davranış bilgisi anlamına gelir. Başka bir deyişle, insanların bir toplumda nasıl davranması gerektiğinin bilgisidir. Ve Sümerlerin ortaya attıkları bu YARATILIŞ görüşünden sonra, toplumlar karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla değil, yöneticilerin emirlerine uyarak yaşamaya başlar.  Ve bu düşünce sistemi kutsal kitaplar biçimine dönüştürülmüştür ve günümüzde hala devam etmektedir.

 

Bu görüş Sümerlerden sonra onların yerini alan Akadlar, Asurlar gibi sonraki devletler tarafından da devam ettirilmiştir. Toplum hayatı bu YARATILIŞ görüşünden sonra değişmeye başlar, çünkü doğadaki herşey artık tepedeki kutsal krala aittir ve insanlar krala ait topraklarda çalışan köleler olmuşlardır. Kutsal kişiler olduğuna inanılan krallar artık kendilerine tapınılan kişi muamelesi görürler.

 

Bu hayat görüşünde, tepedeki efendiler (kral, vs) ilahi gücün dünyadaki temsilcisi olarak görülürler. Devlet sahibi olan bu kişilere kutsal mesajlar gönderildiğine inanılır. Bu kutsal mesajları yaymak uğruna savaşanlar ölürlerse şehit olarak ahiret hayatında ödüllendirileceklerine inandırılmışlardır. Bu onları birer ölüm makinesine dönüştürür ve dünyada gerçekleştirilen sayısız katliam oluşmasına yol açar.

 

Sümerlerin farklı bir yaşam anlayışı önermelerinin nedeni sel (tufan) efsanesinde verilmiştir. Sümerler, 50-60 bin yıl süren buzul çağında bir adada (tanrılar ülkesi Dilmun'da) mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdüler. Buzul çağının sonunda yaşadıkları adanın deniz seviyesinin yükselmesi sonucu sulara gömülmesinin nedenini anlayamadılar. Bir suç işledikleri için tanrılar tarafından cezalandırıldıklarına inanıyorlardı. Ziusudra dindar ve tanrılara saygılı bir kraldır. Tanrılardan biri rüyasında Ziusurda'ya kendisinin ve halkının bu cezadan kurtulmak için bir gemi inşa ederek bu cezadan kurtulabileceğini söyler. Ziusudra da bir gemi inşa ederek kendisini ve halkını tanrıların bu cezasından kurtarır. Bu yüzden Sümerler böyle bir inanç sistemi oluştururlar.

 

Bölüm 16- Atlantis Ovasında yaşayanların oluşturdukları kültür

 

Görüldüğü üzere Atlantis Ovası düzlüklerinde yaşayanlar deniz düzeyi yükselmesinden hemen etkilenip 12-13 bin yıl öncelerinden itibaren göçe mecbur kalırlar veya kuzeybatı yönünde kaçarlar, ya da İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya göçerler. 

 

Atlas gölündeki adalarda yaşayanlar ise yılda 1.5 cmlik deniz yükselmesinden pek etkilenmediklerinden adlarda kalırlar. Birkaç yüz yıl sonra adaları 4-5 metre denize gömülünce, adanın çevresine duvarlar örerek yaşam ortamlarını korumaya çalışmış olmalılar. Bu nedenle Atlantis-hikayesinde 2-3 adet duvarla çevrilmiş bir yaşam ortamından söz edilir. Ama yaklaşık bin yıl sonra adaları gittikçe denize gömüldükçe, adayı terk edip, daha kuzeydeki bir başka adaya giderler. Bu nedenle Adalarda yaşayan Sümerler çok yıpratıcı bir yaşam sürmüşler ve yaklaşık 6 bin yıl önceleri Basra çevresinde toplumsal yaşam oluşturmaya başlamışlardır.

 

Bu farklı yaşam koşulları da, iki farklı hayat görüşü oluşturulmasına yol açmıştır.

 

Bunlardan birincisi ve en eski olanı, 12-13 bin yıl önceki göçen insanlarca oluşturulan HAYAT GÖRÜŞÜDÜR. Bu hayat görüşünü Anadolu kültüründe izlemek mümkündür.

 

Jeolojik ve arkeolojik verilerden öğrenildiğine göre 12 bin yıl öncelerinden beri toplumsal bir yaşam sistemine geçtiğimiz anlaşılmaktadır. Bunun en güzel delilini de Göbekli-Tepe arkeolojik kazıları sunmaktadır. Göbekli tepe 12 bin yıl öncelerinde Anadolu’da oluşturulan ilk höyüklerden biridir.

 

Göbekli-Tepe’de iki farklı yerleşim stili vardır. En altta 11-12 bin yıllarında yapılmış dairesel şekilli 20 kadar yerleşim vardır. Ama onların üzerine 9-10 bin yıl önceleri yapılan dörtgenimsi ev sayısı çok fazladır ve Anadolu’da daha sonraki zamanlarda yapılan höyüklerle tamamen benzer şekilli bitişik-nizamlı evlerdir. Neden ilk yerleşim yerleri dairesel ve birbirlerinden ayrık iken sonradan yapılanlar dörtgenimsi ve birbirleriyle bitişik?

Göbekli Tepedeki bu durum Karahan-Tepe’de de aynen vardır. Orada da en alttaki evler ayrık, daire şekillidir. Üstteki evler ise dörtgensi ve bitişik-nizamlıdır. Bu durum yaklaşık 10 bin yıl önceleri insanların düşünce sisteminde önemli bir değişim olduğunu gösterir. Karahan-Tepe Göbekli-Tepeden biraz daha güneyde bulunan bir höyüktür ve birkaç asır daha erken dönemde oluşturulmaya başlanmıştır. Bu durum Anadolu’ya yerleşimin Güney-Doğudan gelen göçlerle başlatıldığının diğer önemli bir delilidir.

 


Şekil 25: Göbekli-Tepe'de yüzeye yakın konumlu evler dörtgenimsi ve tamamen bitişik nizamlıdır. Ama alttaki yerleşimler dairesel şekilli ve T-sütunludur.

 

Göbekli-Tepe’yi oluşturan insanlar resimde görüldüğü gibi, daire şeklinde duvarlar içinde ortada ana-babayı temsil edebilecek çok büyük T-şeklinde 2-sütun dikmişlerdir. Onların çevrelerinde ise daha küçük ama yine T-şeklinde 12 adet figür yerleştirmişlerdir.

Neden merkezdekilerin çevresinde 12 adet ekstra T-figürü var?

 

Bunun nedenini kesin olarak söylemek zor, ama hayatın yıllık değişim-dönüşümler göstermesine dayalı 12 aylık bir döngüye işaret ediyor olabilir.

  


Şekil 26: Animizm denilen inanç sistemi tüm doğal sistemin canlı olduğunu kabul eder.

Sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğada yaşama olgusu, hayatımızın-ömrümüzün de sürekli değişim-dönüşüme uğrayacağı olgusunu da içerdiğinden, doğum-ölüm farklı değerlendirilmek zorundadır. Ölüm bedenlerin doğadaki değişim-dönüşümlere uymakta zorlandığı için, tekrar bileşenlerine ayrılmasıdır. Bileşenler de, doğadaki değişimlerle tekrar harmanlanarak kalibrasyona uğrarlar ve yeni bedenler içinde tekrar doğayı oluşturmaya devam ederler. Ama kah bir bitki bedeninde, kah bir başka canlı bedeni içinde. İşte bu nedenle Şamanizm, Ur-Alevilik, animizm, paganizm, Taoizm, Budizm gibi inanç sistemleri, RUH dediğimiz canlılık belirtisinin diğer canlılarla da ortaklık içinde olduğu şeklinde düşünmüşler ve onlara saygılı olmak gibi bir yaşam benimsemişlerdir. Bunlar arasında Taoizm yaratıcılığın kökünde “yin ve yang” gibi birbirinin zıttı olan faktörlerin devrede olduğunu ileri sürerek kuantsal sisteme çok yakın bir görüş ortaya koymuştur. 

 

Höyük kültürü

 

Atlantis-ovalıların ilk yerleştikleri yer olan Göbekli-Tepe, Karahan-Tepe, Hallan-Çemi, Nevali Çori, Çayönü, Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerindeki insanların yaptıkları eserlere bakarak onların düşünce dünyası hakkında bilgiler edinmeye çalışalım.

 

Göbekli-Tepeliler tonlarca ağırlıkta T-şeklinde insanı simgeleyen sütunlar yapıp-dikmişler. Ama bu sütunlarda kafatasına yer vermemişlerdir. Her türlü hayvanı tipik özellikleriyle çizip-tanıtan kabartmalar, heykeller yapan bu sanatçı insanlar neden o insanı simgeleyen T-sütunlarını “başsız” yaptılar?

 

Bu sorunun yanıtı yine arkeolojik kazılarda verilmektedir. 10 bin yıl önceki insanların “bilgi” denilen bir faktöre değer verdikleri ve bilginin de “kafada” bulunduğunu varsaydıkları anlaşılmaktadır.

 



Şekil 27: Anadolu'daki 4 bin yıldan önceki yerleşimler Höyük tarzında bir-aradadır, ama 4 bin yıldan sonrakiler bir saray veya şato gibi görkemli yapıların çevresine dağılmışlardır.

Anadolu’daki eski yerleşim yerleri genellikle höyük denilen tümsek yığışımlar şeklindedirler. Tümseğin yüksekliği 30-40 metreyi bulur. İlk yapılan evler yaklaşık 2 m yüksekliğindedir. Evler birbirlerine yakın hatta bitişik olurlar. Bina yapımında kullanılan malzeme kerpiç, ağaç ve kamıştır. Tavan üst örtüsü kamış üzerine sıkıştırılmış kil topraktır. Evler tek katlı olup, eve giriş damda açılan bir delikten, merdivenle olmaktadır. Odaların içinde ocaklar bulunmaktadır. Yaklaşık yüz yılda bir evler yıkılıp, düzleştirilir ve üzerine yeniden yeni ev yapılır. Bu şekilde gittikçe yükselen tümsek şekilli höyük görüntüleri oluşur. Ölüler evin altına açılan çukura gömülürler. Ölülerin gömülmesi için sonraki asırlarda özel yerler (sonraları da mezarlıklar) oluşturulmuştur.

 

Höyük şeklinde yaşam süren toplumlar karşılıklı olarak birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları bilinciyle yaşarlar. Birbirlerini rakip olarak değil, hizmetlerine ihtiyaç duyulan yaşam ortakları olarak görürler. Çünkü değirmenci olmazsa un olmaz; madenci olmazsa kazma-kürek yapılamaz; Kazma-kürek olmadan sebze-meyve-tahıl yetiştirilemez; dokumacı olmazsa elbise yapılamaz, çömlekçi olmazsa su taşınamaz, yemek pişirilemez, vs. Tüm bunların hepsini tek başına yapmak ise, hem çok verimsiz olur, hem her insanın her işi yapacak doğal yeteneği yoktur. Bu nedenle höyük yaşamlı insanlar dinamik sistemli, yani karşılıklı etkileşime ve tabana dayalı olarak yaşamışlardır.

 

Höyük gibi eski yerleşim yerlerinde ölenlerin, hemen evin tabanında bir çukur kazılarak oraya konuldukları görülmektedir. Göbekli-tepelilerin ölülerini dışarıda bıraktıkları sanılmaktadır, çünkü hiç mezar bulunmamıştır.  Ölenin bedeni akbaba, kurtçuk, mikro-organizmalar vs. tarafından ayrıştırılıp, sadece kemikler kaldığında, kafatasının alınıp, özel olarak saklandığı- sergilendiği görülmektedir.

 

Buna kafa-tası-kültü denilmektedir. Kafatası kültü özellikle Çayönü höyüğünde belirginleşmiştir.

 



Şekil 28: Kafatası-kültü o zaman insanlarının bilgiye değer verdiğini ve bilginin de kafalarında olduğuna inandıklarını gösterir.

Kazı sorumlusu A.E. Özdoğan, “İçinde 400'den fazla bireye ait kemiklerin, kafataslarının depolandığı ‘Kafataslı Yapı’ adı verilen mezar evi o dönemde yaşayan yöre halkı hakkında bilgi edinme açısından önemli bir kaynak oluşturuyor." demektedir.

 

Görüleceği üzere, Anadolu’ya yerleşen Atlantis ovalılar hem atalarını simgeleyen T-şeklinde sütunlar dikerek atalarını yüceltmişler (atalar kültü) hem de onların kafataslarını evlerine asarak, kafa-tası kültü gibi bir gelenek oluşturmuşlardır. Bu durum onların hayatta “bilgi” faktörüne verdikleri önemi göstermektedir.

 

 


Şekil 29: Göbekli-Tepe kültürü ile İndus-Vadisi kültürünün ortak noktaları vardır.

 

T-Sütunlarında ve heykellerdeki, yaşam-enerjisini simgeleyen yılan figürleri = KUNDALİNİ. Canlılık enerjisinin gövdenin alt-kesiminde başlayıp, beyin kesimine kadar geliştiği düşünülmüştür.

 

Göbekli Tepeliler ile günümüz Hindistan halkı arasında Kundalini denilen bir canlılık enerjisi simgesinin ortak olduğu görülür. Her iki toplumun kökenlendiği yerin Atalantis-Ovası olması bu ortak inanç sisteminin anlaşılır olmasını kolaylaştırır. Her ikisi de yaklaşık 12 bin yıl önce Atlantis-Ovasından göçe mecbur kalan kavimlerdirler. Biri kuzey-batıya (Anadolu’ya), diğeri Güney-doğuya göçmüştür. 

 

Bilgiye Övgü anlamına gelen (Rigveda)  İndus-Vadisi-kültürünün 3 500 yıl öncelerinden kalma hayat görüşlerini içerir. Bunlar arasında o zaman insanlarının kozmolojik bilgileri ve yaratılış görüşleri ön sırada yer alır. Bereketli-Hilal-kültürünün 11-12 bin yıl önceleri doğuya doğru İndus vadisi ve daha doğu yörelerine aktarıldığı genetik araştırmalarla ıspatlanmıştır Sahakyan et al 2017. Dolayısıyla Anadolu halkının da benzer bir görüşte oldukları anlaşılmaktadır. 

 

       İnsanlığın uygarlaşmasının ilk adımı Atlantis Ovasında atılmış, Ovanın denizle kaplanmasından etkilenen ilk insanlar Güney-doğu-Anadolu’nun kardan kurtulan Karahan tepe, Göbekli-tepe gibi bölgelerinde ilk toplumsal yerleşme noktalarını oluşturmuşlardır. Ovanın ucundaki Atlas-gölündeki adalarda yaşayanlar ise, deniz yükselmesinden daha geç etkilendikleri için 7 bin yıl kadar daha, adadan adaya göçerek yaşamışlar ve yaklaşık 6.500 yıl önceleri Basra kıyılarına çıkarak tepeden yönetime dayanan DEVLET sistemli farklı bir kültür oluşumuna yol açmışlardır.

 

Gerek Göbekli Tepe, gerek diğer eski antik yerleşim yerleri kazıları, Anadolu’da yaşayan insanların karşılıklı etkileşimlerle toplumsal hayatlarını düzenlediklerini göstermektedir. Yani doğadaki dinamik oluşum sistemine uygun yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bir kral veya sultan gibi tepedeki birilerinin kulu-kölesi değildirler. Bu nedenle yapılan evler veya yerleşim bölgeleri sadece halkın kendileri içindir. Bu durum Anadolu’da yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar devam eder ve ondan sonra insanlar kendileri için değil, tepedeki bir efendi için yaşamaya başlarlar.

 

Tepeden yönetim, bireylerin kişisel genetik yeteneklerine göre gelişimleri önünde tam bir engel oluşturur ve toplumun geri kalması ve de insanlığın mutsuz olmasının temel nedenidir.

Şöyle ki: Güç ve kudret tepedekilerde olunca, insanlar tepedeki bu güç-kudret sahiplerine özenmeye başlar.

 

Bunun en belirgin örneği, çocuklara verilen isimlerde görülür. Hem gerçek isimler hep meşhur kişilikler örnek alınarak verilir, hem sultan, prenses gibi asalet andıran yakıştırmalar yapılır.

Çocuklar hep güç ve kudret göstergesi olan mesleklere yönelirler. Diğer meslekler hor-aşağı görüldüğünden, kimse o mesleklere yönelmek istemez.

 

Toplum hayatı binlerce farklı meslek mensubunun oluşturacağı bir iş-ve-meslek mensubu arası ortaklık olduğundan, binlerce farklı yetenekli insan oluşumunu gerekli kılar. Bu nedenle hiçbir meslek sahibi diğerinden aşağı veya üstün görülemez.

 

İnsanların ses-sanatçısı, bilgisayar-programcısı gibi saygın kabul edilen mesleklere yönelip, diğerlerinin hor görüldüğü bir durum düşünün: Sokakları kim temizleyecek, yolları kim yapıp-onaracak, sebzeleri-meyveleri kimler yetiştirecek? Bu gibi saygınlığı olmayan meslek sahipleri kendilerini nasıl iyi hissedip, severek hizmet sunacaklar?

 

Her insan genetik yapısına uygun bir meslekte iş görürse, hem kendisini mutlu hisseder, hem verimli üretim yapılacağından, toplum zenginleşir.

 

Bu nedenle okul eğitimi, zorla belli dersleri öğretmeye zorlamak yerine, çocukları özgür iradelerine göre davranmaları ve içsel bileşenlerinin yönlendirmelerine göre bir iş veya mesleği öğrenecek şekilde davranmalarını teşvikle olmalıdır. Finlandiya’da uygulanan yöntem budur ve bu nedenle finli öğrenciler çoğu konularda diğer toplumlardan çok daha başarılıdırlar. 

 

İnsanlık 5 bin yıl öncesine kadar çok hızlı bir kültürel gelişim sergilemiştir, çünkü o zamana kadar toplum karşılıklı ortak yaşam sistemi olarak kabul edilmiş ve herkes kendi yaptığı işi en iyi şekilde yaparak, çevresindekilere en iyi hizmet verecek şekilde davranmıştır. Yani toplum herkesin yaptıklarıyla gerçekleşen daha rahat bir yaşam sistemi olarak görülmüştür, çünkü yalnız başına yaşanılınca “Robinson hayatından” ileriye gidilemeyeceği aşikardır.

 

Bu basit gerçeği görmemek olanaksızdır. Ve Bereketli Hilal’de HÖYÜK kültürü içinde yaşayanlar bunun farkındadırlar. Bu gerçeğe göre yaşayan insanların Bereketli Hilal’de bulunduğu höyük kültürü oluşumlarıyla kesin olarak anlaşılmaktadır.

 

 

Bölüm 17- Sümer Kültürü

Şimdi de ova-düzlüğünde değil de Atlas Gölündeki adalarda yaşayan insanların yani Sümerlerin oluşturdukları hayat görüşünü ayrıntılı olarak görelim.

 

Sümerler denilen ve 6-7 bin yıl önceleri Basra yöresinde ortaya çıkmış olan bir kavmin 5.500 yıl öncelerinden beri bıraktıkları çivi-yazısı kil tabletler insanlığın oluşturduğu en eski yazılı belgelerdir. Ve o zamandan beri eski kültürlerde insanların doğa – dünya ve hayat hakkında ne düşündüklerini kesin olarak anlayabilmekteyiz.

 

Sümer belgelerini en iyi araştıran Sümerologlardan biri S.N. Kramer’dir

Aşağıdaki bölümde yazılanlar S.N. Kramer 1963 (Sumerians) ve 1972 (Sumerian Mithology) adlı eserlerinden alınmıştır. Kramer insanlığın kültürel gelişiminin buzul devrinin Basra-Hürmüz (veya Atlantis) Ovasında geliştiği bilgisine sahip olmadığından, Sümerlerin Basra yöresine gelmeden önceki yaşamları hakkında bir şey bilmemektedir. Bu nedenle Sümerce metinleri yorumlamakta zorluklarla karşılaşmakta ve yorumlayamamaktadır. Bu gibi durumlarda köşeli parantezler [..] içinde ek açıklamalar tarafımdan eklenmiştir, yani 15. bölümün tümü Kramer’in araştırmalarından alınmıştır ve sadece [..] içinde yazılı kısımlar (ve şekiller) İsmet Gedik’e aittir.

 

Bölüm 17a- Sümerlerin dünya ve evren görüşü-

Sümerlerin evrenin yaratılışı anlayışlarının ana kaynağı “Gılgamış, Enkıdu ve Ölüler Diyarı” adlı bir Sümer yazısıdır. 

 

Yazının ilk pasajı, göğün ve yerin birbirinden ayrılması da dahil olmak üzere ilahi yaradılış eylemleriyle ilgilidir ve bu nedenle Sümer kozmogonisi ve kozmolojisi için büyük önem taşır. Sümerlerin evrenin yaratılışı kavramları üzerine en önemli malzemeyi sağlayan bu yapıtın giriş kısmıdır. Girişin okunabilen kısmı aşağıdaki gibidir:

 

Gök yerden uzaklaştıktan sonra,

Yer gökten ayrıldıktan sonra,

İnsanın adı konduktan sonra;

An göğü ele geçirdikten sonra,

Enlil yeri ele geçirdikten sonra,

Ereşkigal Kur'un ödülü olarak ele geçirilip götürüldükten sonra;

O denize açıldıktan sonra, o denize açıldıktan sonra,

Baba Kur’a doğru denize açıldıktan sonra,

Enki Kur’a doğru denize açıldıktan sonra;

(Kur) krala ufak taşlar fırlattı,

Enki’ye koca taşlar fırlattı;

Onun küçük taşları, el kadar taşlar,

Onun koca taşları, ... kamışların taşları,

Enki’nin gemisinin omurgası,

Saldıran kasırgaya benzeyen savaşta yenildi;

Krala karşı, geminin serenindeki sular,

Kurt gibi yutuyordu,

Enki’ye karşı, geminin ardındaki sular,

Aslan gibi vuruyordu.

 

[Yukarıda yazılanları anlayabilmek için, önceki sayfalarda sunulan “İnsanlık Tarihi” konusu bilgilerini çok iyi okumak gerekir. Çünkü modern insanların ataları yaklaşık 70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Asya ve Avrupa’ya yayılır. İlk yerleştikleri yer ise buzul devri koşulları nedeniyle o zamanlar kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz-(veyahut Atlantis) Ovası dediğimiz bir yerdir. Afrika kökenli olduklarından kendilerine “kara-kafalılar” derler. Sümerler 70 bin yıldan 15 bin yıl öncelerine kadar bu Atlantis bölgesindeki adalarda yaşarlar. 15 bin yıl önceleri buzul devri sona erince deniz tekrar yükselmeye ve Basra körfezini doldurmaya başlar. Sümerler gittikçe daha kuzeydeki bir adaya göçerler. Ama bu 7-8 binyıl süren göç sırasında, kuzeydeki Zağros dağlarını kaplayan kar ve buz örtüsü de her yıl ergimeye devam eder. Her yıl oluşan taşkınlar ve sellenmeler adalarda yaşayanlara çok büyük zararlar verir. 7 bin yıl yıl önce ise dağ tepelerinde kalan en son buzul kütlesi patlayan bir balon gibi çok büyük bir sel felaketi oluşturur ve büyük tufan denilen olayla Sümerlerin yaşadığı en son adayı da suya batırır. Sümerler de sallar-kayıklar vs ile kaçıp, Basra sahillerine çıkarlar. Basra sahilinde yerleşilen ilk yer Ubaid kültürünün oluşturulduğu Eridu’dur. Eridu’nun kutsal tanrısının Enki olması ve Sümer inancının temellerini oluşturduğuna inanılan me’lerin başlangıçta Enki’de olması buna dayanır.

 

Sümer dilinde “kur” sözcüğü dağ veya ülke anlamına gelir. Zağros dağları buzul devrinde kar-ve buzlarla kaplıdır. Buzul devri sonunda da solifluksiyon nedeniyle sel ve taşkınlara yol açması ve en sonunda da büyük tufan oluşturması nedeniyle, Sümerler tarafında “düşman” anlamında kullanılmıştır.

 

“Kur” konulu tabletler incelendiğinde bu durum net bir şekilde ortaya çıkar. Örn. “Kur yok edildiği zaman, bu sular yeryüzüne yükselmiş ve bunun sonucunda tarım yapmak olanaksız hale gelmiştir.” gibi ifadeler bunun delilidir. İ.G.]

 

Sümer tanrılarının listesini veren bir tablette “deniz” ideogramı ile yazılmış olan tanrıça Nammu “gök ile yere yaşam veren ana” olarak betimlenmiştir. Şu hâlde Sümerler gök ile yeri ilksel denizin yarattığı ürünler olarak kabul ediyorlardı.

 

Sığır ve tahıl ruhlarının gökte doğumlarını, sonra da insanlığa bolluk bereket getirmek için yeryüzüne gönderilişlerini anlatan “Sığır ve Tahıl” miti şu dizelerle başlar:

Gök ile yer dağının ardında,

An, Anunnakiler’i (ardıllarını) dölledi,  ...

 

Bundan hareketle, gök ile yerin birliğinin, eteği yerin altı, zirvesi de göğün tepesi olan bir dağ olarak düşünüldüğünü söylemek mantıklıdır.

 

Kazmanın, bu değerli tarım aletinin yapılışını ve kutsanmasını anlatan “Kazmanın Yaratılışı” miti  şu  bölümle  başlar:

Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan

Kararları değiştirilemeyen Efendi,

Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil

Yerden göğü ayırmayı düşündü,

Gökten yeri ayırmayı düşündü.

 

Yerden göğü ayırıp uzaklaştıran tanrının hava-tanrısı Enlil’ olduğu anlaşılmaktadır.

 

Şimdi Sümerlerin evrenin yaratılışı görüşlerini özetleyecek olursak, evrenin kökeninin açıklanmasının gelişimi aşağıdaki gibi ifade edilebilir:

 

1.  Başlangıçta ilksel deniz vardı; kökeni veya doğuşu konusunda bir şey söylenmemektedir. Sümerler onu her zaman varmış gibi düşünmüşler.

 

2    .  İlksel deniz gök ile yerin birliğinden oluşan kozmik dağı vücuda getirdi.,

3    Tanrılar insan biçiminde kişileştirildiğinde, An (gök) eril, Ki (yer) dişildi. Onların birleşmelerinden hava-tanrısı Enlil doğdu.

 

4.  Hava-tanrısı Enlil yerden göğü ayırdı ve babası An göğü ele geçirirken, Enlil’in annesi Ki, yeri ele geçirdi.  Enlil ile annesi Ki’nin birleşmesi evrenin düzenlenmesini, insanın yaratılışı ve uygarlığın kuruluşunu başlattı. ,

 

(Tarihsel devirlerde Ninmah, “yüce kraliçe”; Ninhursag, “(kozmik) dağın kraliçesi”; Nintu, “doğurgan kraliçe” gibi çeşitli adlar verilen tanrıçayla özdeşleştirilmiş olabilir.) 

E V R E N İ N   D Ü Z E N L E N M E S İ



Şekil 30: Sümerler tatlı su ile tuzlu suyun ilahi güçlerce ayrıldığına ve yağmurun gök kubbede açılan kapılardan yeryüzüne geldiğine inanırlar. Kutsal kitaplarda "Biz iki suyu birbirinden ayırdık" ifadesi Sümer inancından gelir.

 

“Evren”in Sümerce ifadesi, sözcüğü sözcüğüne “gök-yer” anlamına gelen an-ki’dir. Bundan dolayı evren gök ve yere ait altbölümler halinde düzenlenmiş olmalıdır. Gök, gökyüzü ve “yukarıdaki büyük” denilen göğün üstündeki uzayı kapsar; gök tanrıları burada oturur.  Yer, yeryüzünü ve “aşağıdaki büyük” denilen yeraltını kapsar; yeraltı ya da ölüler diyarının tanrıları burada oturur. Göğün düzenlenmesiyle ilgili elimizde var olan göreceli olarak küçük bir mitolojik malzeme şöyle açıklanabilir:

 

 Ay-tanrısı Nanna, Sümerlerin yıldızlarla ilgili Baş tanrısı olan hava-tanrısı Enlil ve onun karısı hava-tanrıçası Ninlil’den doğmuştur. Göklerde bir gufa’yla yolculuk ettiği düşünülen ve bundan dolayı zifiri karanlık lacivert taşı renkli göğe ışık getiren ay-tanrısı Nanna. “Küçükler” yıldızlar, üstünde tohum gibi saçılırken “büyükler” belki de gezegenler, yabani öküzler gibi etrafında gezinirler.”

 

Ay-tanrısı Nanna ve eşi Ningal, “doğu dağı”nda yükselip, “batı dağı”nda  batan  güneş-tanrısı  Utu’nun  ana  babasıdırlar. Bununla birlikte güneş-tanrısı Utu’nun göğü geçmek için kullandığı bir kayık ya da iki tekerlekli arabadan söz edildiğine rastlamadık. Geceleri ne yaptığı da açık değildir. Günün sonunda “batı  dağına” vardığı ve yolculuğunu  yeraltı  dünyasında sürdürdüğü, şafakta “doğu dağı”na vardığı gibi  akla yatkın bir varsayım eldeki verilerden  çıkmamaktadır.  Bir fikir vermesi için, güneş-tanrısına edilen bir duada şöyle denir:

Ey Utu, ülkenin çobanı, kara-kafalı halkların babası,

Sen yattığın zaman, insanlar da yatar.

Ey yiğit Utu, sen kalktığın zaman, insanlar da kalkar.

 

veya şafağın  söküşü  şöyle  betimlenir:

Gün ağarırken, ufuk çizgisi yarılırken, ...

Utu ganunu'sundan çıkarken,

 

ya da güneşin batışı şöyle betimlenir:

Başını anası Ningal’in göğsüne doğru uzatmış, gidiyor Utu;

Sümerler Utu’nun gece boyunca uyuduğunu düşünür gibidirler.

 

Evrenin düzenlenmesine dönersek, “iyi günlerin gelmesini sağlayan”ın hava-tanrısı Enlil olduğunu öğreniyoruz; “topraktan tohum çıkarmayı” ve ülkeye hegal’i, yani bolluk, bereket ve mutluluk getirmeyi aklına koyan Enlil’dir. İnsan tarafından kullanılan tarım aletlerinin ilk örnekleri olan kazmaya ve belki sabana da ilk biçim veren yine bu aynı Enlil’dir; çiftçi-tanrı Enten’i sadık ve güvenilir rençperi olarak atayan odur. Diğer yandan, bitki tanrıçası Uttu’ya yaşam veren su-tanrısı Enki’dir. Dahası, gerçekte yeryüzünü, özellikle Sümer ve onu çevreleyen komşularının bulunduğu bölgeyi, düzenleyen Enki’dir. Sümer, Ur ve Meluhha’nın yazgılarını o belirler ve belirli işler için ikinci derece ilahlar atar. Ve, sığırlarını ve tohumlarını çoğaltmak için sığır-tanrısı Lahar’ı ve tahıl-tanrıçası Aşnan’ı gökyüzünden yeryüzüne Enlil ve Enki, hava-tanrısı ve su tanrısı, birlikte göndermişlerdir.

 

Yukarıda çizilen evrenin düzeni taslağı, şimdi içeriklerinin büyük bölümüne sahip olduğumuz dokuz Sümer mitine dayanır. Bunlardan ikisi ay-tanrısı Nanna’yla ilgilidir:  Enlil  ile Ninlil  Nanna’nın Döllenmesi; Nanna’nın Nippur’a Yolculuğu.

 

Sümerlilerin yeryüzünde kültür ve uygarlığın kuruluşu ve kökeniyle ilgili görüşleri açısından kalan yedisi büyük önem taşır. Bunlar, Emeş ile Enten:  Enlil Çiftçi-Tanrıyı Seçer;  Kazmanın Yaratılışı;  Sığır ve Tahıl;  Enki ve Ninhursag:  Su-tanrısının  işleri;  Enki ve Sümer:  Yeryüzünün Düzenlenmesi  ve  Kültürel  Süreçleri; Enki ve Eridu:  Su-tannsının Nippur’a  Yolculuğu;  inanna  ve  Enki:  Eridu’dan Uruk’a  Uygarlık  Sanatlarının  Geçişi. 

 

Şimdi sırasıyla bu mitlerin içeriklerini kısaca özetleyeceğiz; zenginlik ve çeşitliliklerinin okura, Sümer mitolojik kavramlarını tinsel ve dinsel etkileriyle birlikte değerlendirmekte yardımcı olacağını umuyoruz.

 

 

Bölüm 17b- ENLİL İLE NİNLİL: NANNA’NIN DÖLLENMESİ"

[Sümerler doğa ve dünyanın insan görünüşlü ve davranışlı tanrılarca oluşturulup yönetildiğine inanırlar.  Bu inanç gereği, Ay’ı yönetecek tanrı NANNA, ölüler diyarı konularıyla ilgili tanrılar NERGAL ve NİNAZU gibi daha alt seviyelerdeki tanrılar, ENLİL ve NİNLİL gibi daha üst düzeyde tanrıların çiftleşmeleriyle oluşurlar. İ.G.]

 

Bu, 152 dizelik metinden oluşan hoş mit neredeyse tamamlanmıştır. Ay-tanrısı Nanna’nın yanı sıra üç yeraltı tanrısının döllenmelerini de bir dereceye kadar açıklar (Nergal,  Ninazu  ve  adı  okunamayan  bir  tanesi). Eğer doğru olarak yorumlanmışsa, bu şiir bize bir tanrının başkalaşımının bilinen ilk örneğini vermektedir; Enlil’in, üç yeraltı dünyası tanrısıyla karısı Ninlil’i gebe bırakırken üç ayrı kişiliğe girdiği görülür.

 



Şekil 31: Sümerler doğal sistemin insansı tanrılarca oluşturulduğuna inanırlar. Bu tanrıların birbirleriyle birleşmelerinden diğer tanrılar oluşurlar.

Şiir Nippur kentini tanıtan bir giriş bölümüyle başlar, Nippur’un insanın yaratılışından önce de var olduğu düşünülür gibidir:

 

Işte “göğün ve yerin kemiği” kent,  ...

Işte Nippur, kent,  ...

Işte “gönülden duvar,” kent,  ...

İşte Idsalla, onun duru ırmağı,

İşte  Karkurunna, onun rıhtımı,

İşte Karasarra, kayıkların durduğu rıhtımı,

Işte Pulal, onun güzel suyunun, kaynağı,

Işte Idnunbirdu, onun arı kanalı,

İşte Enlil, onun delikanlısı,

İşte Ninlil, onun genç kızı,

Işte Nunbarşegunu, onun ihtiyar kadını.

 

Bu kısa arka plan anlatımından sonra asıl öykü başlar. Ninlil’in annesi, Nippur’un ihtiyar kadını Nunbarşegunu kızına Enlil’in sevgisini nasıl kazanacağı yolunda öğütler verir:

 

O günlerde ana, dünyaya getirdiği genç kıza öğüt verdi,

Nunbarşegunu Ninlil’e öğüt verdi:

“Duru ırmakta, ey kız, duru ırmakta yıkan,

Ey Ninlil, Idnunbirdu ırmağının kıyısı boyunca yürü,

Işıltılı gözlü, efendi, ışıltılı gözlü,

‘Yüce dağ,’  Enlil  baba,  ışıltılı  gözlü,  görecek seni.

Çoban ... yazgıları belirleyen, ışıltılı gözlü görecek seni,

O ....  öpecek seni.”

 

Ninlil annesinin öğütlerini tutar ve sonuç olarak Enlil’in “tohum”uyla  döllenip  ay-tanrısı  Nanna’ya  gebe  kalır.

 

Ondan sonra Enlil ölüler diyarına gitmek üzere Nippur’dan ayrılır, ama Ninlil peşinden gider. Enlil kapıdan çıkarken  “kapının adamı”na meraklı Ninlil’e kendisinin nerelerde olduğunu söylememesini tembihler. Ninlil “kapının adamı”na  gelir ve Enlil’nin nereye gittiğini bilip bilmediğini sorar. O zaman Enlil “kapının adamı”nın biçimine girip  onun yerine yanıt  verir.  Bu kısım henüz anlaşılmış değildir; Enlil’in nerede olduğunu söylemeyi reddeder gibidir. Bunun üzerine Ninlil ona, haklı olarak, Enlil’in onun kralı ve kendisinin kraliçesi olduğunu anımsatır. Daha sonra, hâlâ “kapının adamı” kılığında olan Enlil, Ninlil ile beraber olup onu döller. Bunun sonuncunda Ninlil daha çok ölüler diyarının kralı Nergal olarak bilinen Meslamtaea’ya gebe kalır. Okunamayan bölümlere karşın, bu olağanüstü pasajın tadı aşağıda yapılan alıntıdan kolayca alınabilir:

 

Enlil  ...  kentten ayrıldı, »

Nunamnir (Enlil’in adlarından) ... kentten ayrıldı.

Enlil yürüdü, Ninlil peşinden gitti,

Nunamnir yürüdü, genç kız peşinden gitti,

Enlil kapının adamına şöyle dedi:

“Ey kapının adamı, kilidin adamı,

Ey sürgünün adamı, som kilidin adamı,

Kraliçen Ninlil geliyor;

Sana beni sorarsa,

Nerede olduğumu söyleme.”

Ninlil kapının adamına yanaştı:

“Ey kapının adamı, kilidin adamı,

Ey sürgünün adamı, som kilidin adamı,

Enlil, kralın, nereye gidiyor?"

Enlil kapının adamı yerine yanıtladı:

“Enlil, bütün ülkelerin kralı, bana emretti”:

 

Bu emrin özünü içeren dört dize vardır, ancak anlamları belirsizdir.  Bundan sonra Ninlil ve “kapının adamı”nın kılığına giren Enlil arasındaki diyalog gelir:

 

Ninlil: “Elbette, Enlil senin kralın, ama ben de kraliçenim.”

Enlil: “Eğer kraliçemsen, izin ver de  dokunayım ...”

Ninlil: “Kralının ‘tohum’u,  ışıldayan ‘tohum’ dölyatağımdadır,

Nanna’nın ‘tohum’u, ışıldayan tohum dölyatağımdadır.”

Enlil: “Kralımın ‘tohum’u bırak göğe çıksın, bırak yere insin,

Benim ‘tohum’um, kralımın ‘tohum’u gibi, toprağa düşsün."

Enlil, kapının adamı kılığında  ...  uzandı,

Onu okşadı, birleşti onunla,

Onu okşayarak, onunla birleşerek,

...  Meslamtaea’nın “tohum"unu (onun) dölyatağına akıttı.

 

Bundan sonra şiir ölüler diyarı ilahı Ninazu’nun döllenmesiyle devam eder; bu kez Enlil, “insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının  adamı”  kılığındadır. Pasaj hemen her yönden, Meslamtaea’nın döllenmesinin betimlemesinin bir tekrarıdır:

 

Enlil yürüdü, Ninlil peşinden gitti,

Nunamnir yürüdü, genç kız peşinden gitti,

 

Enlil insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamına şöyle dedi:

 

“Ey insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı,-

Kraliçen Ninlil geliyor;

Sana beni sorarsa,

Nerede olduğumu söyleme.”

Ninlil, insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamına yanaştı:

“Ey insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı,

Enlil, kralın, nereye gidiyor?”

Enlil insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı yerine yanıtladı:

“Enlil, bütün ülkelerin kralı, bana emretti.”

 

Emrin içeriği okunamamıştır. 

 

Bundan sonsa Ninlil ve “insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı”nın yerine geçen Enlil arasındaki diyalog gelir:

 

Ninlil: “Elbette, Enlil senin kralın, ama ben de kraliçenim.”

Enlil: “Eğer kraliçemsen, izin ver de dokunayım ...”

Ninlil: “Kralının ‘tohum’u, ışıldayan ‘tohum’ dölyatağımdadır,

Nanna’nın 'tohum’u, ışıldayan tohum dölyatağımdadır.”

Enlil: “Kralımın ‘tohum’u bırak göğe çıksın, bırak yere insin,

Benim ‘tohum’um, kralımın ‘tohum’u gibi, toprağa düşsün.”

Enlil, kapının adamı kılığında ... uzandı,

Onu okşadı, birleşti onunla,

Onu okşayarak, onunla birleşerek,

...  nın kralı,  Ninazu’nun “tohum”unu, (onun) dölyatağına akıttı.

 

Daha sonra şiir adı okunamayan üçüncü bir yeraltı dünyası tanrısının döllenmesiyle sürer; Enlil bu kez “kayıkçı adam”ın yerine geçer. Mitimiz, Enlil’i bolluğun efendisi ve emirleri değiştirilmez kral olarak öven kısa bir ilahiyle sona erer.

 

 

Bölüm 17c- NANNA’NIN NİPPUR’A YOLCULUĞU-

[Sümerler toplum yönetiminin insanlar arası hizmet alış-verişleriyle değil, gökten geldiğine inandıkları kutsal krallarca olmasına inanmışlardır. Bu nedenle her topluma (her kente) gönderilmiş bir kutsal kral (tanrısal varlık) olması gerekir. Kutsal kitaplarda her topluma kendi dilinde bir kutsal kitap gönderilmesi bu bağlamda düşünülmelidir. İ.G.]

Nippur,  İ.Ö. üçüncü binyılda  yaşayan  Sümerler  için  ülkelerinin  tinsel  merkeziydi.  Onun koruyucu tanrısı Enlil, Sümer panteonunun baş tanrısıydı; tapınağı Ekur, Sümer’deki en önemli tapınaktı. Bundan dolayı, Eridu ve Ur gibi diğer önemli Sümer  kentlerinde refah ve bolluğun sağlanması için Enlil’in kutsaması temel gereklilikti.  Bu kentlerin koruyucu tanrılarının, kutsanmak için Nippur tanrısı ve tapınağına götürdükleri armağanlarla yüklü olarak yolculuk ettikleri düşünülmektedir. Mitimiz, Ur’un koruyucu tanrısı, ay-tanrısı Nanna’nın (Sin ve Aşgirbabbar olarak da bilinir) Ur’dan Nippur’a yaptığı böyle bir yolculuğu anlatmaktadır.  Önceki Enlil- Ninlil yapıtında olduğu gibi, bu mitte de Nippur ve Ur gibi kentler tamamıyla kurulmuş, hayvan ve bitki yaşamı bakımından zengin gibi görünürler, buna karşın insanın varlığına rastlanmaz.



Şekil 32: Sümer toplumlarında her kentin bir koruyucu tanrısı olduğuna inanılır.

 

Ur’un koruyucu tanrısı, ay-tanrısı Nanna’nın Nippur’un görkeminin anlatılmasıyla başlayan şiirimiz, Nanna’nın babasının kentini ziyaret etmeye karar vermesini anlatan bir  pasajla devam eder:

 

Onun kentine gitmeyi, babasının huzuruna çıkmayı, Aşgirbabbar aklına koydu:

“Kahraman olan ben, kentim için giderim, babamın huzuruna çıkarım;

Ben, Sin, kentim için giderim, babamın huzuruna çıkarım,

Babam Enlil’in huzuruna çıkarım;

Ben, kentim için giderim, anam Ninlil'in huzuruna çıkarım.

Babamın huzuruna çıkarım.”

 

Böylece gufasını her türden ağaç, bitki ve hayvanla doldurur.  Ur’dan Nippur’a yaptığı yolculukta, Nanna gemisiyle beş kentte mola verir:  İm   (?),  Larsa,  Uruk  ve  adları  okunamayan iki  kent; Nanna bunların her birinde ayrı ayrı koruyucu tanrılarla karşılaşır ve  selamlaşır. Sonunda Nippur’a varır:

 

Lacivert taşından rıhtıma, Enlil’in rıhtımına,

Nanna-Sin gemisini yanaştırdı,

Ak rıhtıma, Enlil’in rıhtımına,

Aşgirbabbar gemisini yanaştırdı,

Babanın, vücuda getirenin ... üstünde, demir attı,

 

Enlil’in kapıcısına şöyle  dedi:

 

“Aç evi, kapıcı, aç evi,

Aç evi, ey koruyucu cin, aç evi,

Aç evi, ağaçlan filizlendiren, aç evi.

Ey ..., ağaçlan filizlendiren, aç evi,

Kapıcı, aç evi, ey koruyucu cin, aç evi.”

 

Sonra kapıcıya gemisinde getirmiş olduğu armağanları teker teker sayar ve konuşmasını şöyle bağlar:

 

Kapıcı, aç evi, ey koruyucu cin, aç evi,

Geminin baş tarafında olanı, baş tarafta olanı,

Sana veririm,

Geminin arkasında olanı, arka tarafta olanı,

Sana veririm.”

 

Kapıcı, Nanna’ya kapıyı açar:

 

Neşeyle, kapıcı kapıyı neşeyle açtı;

Koruyucu cin, ağaçlan filizlendiren, neşeyle,

Kapıcı kapıyı neşeyle açtı;

Ağaçlan filizlendiren, neşeyle,

Kapıcı kapıyı neşeyle açtı;

Sin ile Enlil sevindi.

 

İki tanrı ziyafet verir; sonra Nanna babası Enlil’e aşağıdaki gibi seslenir:

 

“Irmakta bol su ver bana,

Tarlada daha çok tahıl ver bana,

Bataklıkta ot ve hamiş ver bana,

Ormanlarda ... ver bana,

Ovada ... ver bana,

Hurma bahçelerinde, bağlarda bal ve şarap ver bana,

Sarayda uzun ömür ver bana,

Gideceğim Ur’a.”

 

Ve Enlil oğlunun isteklerini kabul eder:

 

Ona verdi, Enlil ona verdi,

Ur’a giıti.

Irmakta ona bol su verdi,

Tarlada ona daha çok tahıl verdi,

Bataklıkta ot ve kamış verdi,

Ormanlarda ona ... verdi,

Ovada ona ...  verdi,

Hurma bahçelerinde, bağlarda ona bal ve şarap verdi,

Sarayda ona uzun ömür verdi.

 

 

Bölüm 17d- EMEŞ İLE ENTEN: ENLİL ÇİFTÇİ TANRIYI SEÇER

[Kutsal kitaplarda anlatılan birçok olayın Sümer mitolojilerinde bulunduğu Sümer yazıtlarının keşfinden sonra anlaşılmaya başlanmıştır. Bu konuda ilk kitap Kramer tarafından: “History begins at Sumer = Tarih Sümer'de başlar” adıyla yayınlanmıştır (KRAMER, S.N. Newyork 1956). Aşağıda sunulan Emeş ile Enten hikayesi de, Kutsal kitaplardaki Habil-Kabil öyküsünün kaynağıdır. İ.G.]

Bu mit Kutsal Kitap’taki Habil-Kabil öyküsünün günümüze ulaşmış en yakın Sümer karşılığıdır, buna karşın cinayetle değil uzlaşmayla sonuçlanır. Üç binden fazla dizeden oluşan mitin yalnızca yansına yakını tamamlanmıştır, sayısız kırık nedeniyle metnin anlamını kavramak çoğu yerde güçtür. Şiirin içeriği şimdilik şöyle açıklanabilir:

 



Şekil 33: Sümerler her iş ve meslek bilgisinin bir tanrı tarafından oluşturulduğuna ve insanlara öğretildiğine inanırlar.

Hava-tanrısı Enlil, her tür ağaç ve bitkiyi filizlendirmeyi ve ülkeye bolluk ve refahı getirmeyi aklına koyar. Bu amaçla iki kültürel varlık olan Emeş ile Enten kardeşleri yaratır ve her birine özel görevler verir. Metin bu noktada fena halde hasar gördüğünden bu görevlerin kesin niteliklerini çıkarmak olanaksızdır; aşağıdaki kısa bölüm en azından genel yönelimleri konusunda bir fikir verebilir:

 

Enten dişi koyunlara kuzular, dişi keçilere oğlaklar doğurttu,

İnek ve buzağıyı çoğalttı, kaymağı ve sütü bollaştırdı,

Ovada, yaban keçisini, koyunu ve eşeği sevindirdi,

Gökyüzünün kuşlarına engin yeryüzünde yuva kurdurdu,

Denizin balıklarına, bataklıklara yumurtalarını koydurdu.

Hurma bahçelerinde ve bağlarda balı ve şarabı bolarttı,

Yetiştikleri her yerde ağaçlara meyve verdirtti,

Karıklar ...,

Tahıl ve ürünleri çoğalttı,

iyi huylu bakire Aşnan gibi  (tahıl  tanrıçası) gürbüzleşmelerini sağladı.

Emeş ağaçları ve tarlaları var etti, ahırları ve ağılları genişletti,

Çiftliklerde ürünleri çoğalttı,

...  toprağı kapladı,

Evlere bol ürün girmesini, ambarlara tepeleme, yığılmasını sağladı.

 

Ama esas görevlerinin niteliği neyse, iki kardeşin arasında şiddetli bir kavga çıkar. Tartışmalar yaşanır ve  sonunda  Emeş, Enten’in  “tanrıların  çiftçisi”  olma  iddiasına  meydan  okur.  Böylece Enlil’in önünde durumlarını ifade ettikleri Nippur’a giderler. Enten,  Enlil’e  şöyle  yakınır:

 

“Ey Enlil baba, bana bilgi verdin, bol su getirdim,

Çiftlik üstüne çiftlik koydum, ambarları tepeleme doldurdum,

iyi huylu bakire,  Aşnan gibi, gürbüzleşmelerini  sağladım;

Şimdi,  ...,  küstah,  tarlalardan  bi’haber olan  Emeş,

Benim baş kudretime, baş kuvvetime el uzatıyor;

Kralın sarayında..."

 

Enlil’in lütfunu kazanmak için dalkavukça cümlelerle söze girişen Emeş’in kavgaya ilişkin söyledikleri kısadır, ancak henüz anlaşılamamıştır. Bundan sonra: Enlil, Emeş ve Enten’e yanıt verir:

 

“Bütün ülkelere yaşam veren sular, Enten’den 'sorulur,'

Tanrıların çiftçisi olarak, her şeyi o üretir,

Emeş, oğlum, kendini kardeşin Enten’le nasıl bir tutarsın?"

Enlil’in derin anlamlı, yüce sözleri,

Verilen karar değişmez, karşı çıkmak kimin haddine!

 

Emeş,  Enten’in önünde diz çöktü,

Evine ..., şarap, hurma getirdi,

Emeş,  Enten’e  altın,  gümüş ve  lacivert  taşı armağan  etti,

Kardeşlik ve dostlukla, neşeyle içki saçtılar,

Birlikte akıllıca ve iyi davranmayı kararlaştırdılar.

Emeş  ile Enten arasındaki kavgada,

Tanrıların sadık çiftçisi Enten, Emeş’den üstün olduğunu kanıtlar,

...  Ey  Enlil  baba, şükürler olsun sana!

 

 

Bölüm 17e- KAZMANIN YARATILIŞI-

 

[İnsan 2.5 milyon yıl önce sert taşlardan parçalar koparıp kesici alet olarak kullanmaya başlar, sonra 7-8 yüz bin yıl önceleri ateş yakmayı keşfeder, 50-60 bin yıldan beri de sal-kayık, mızrak gibi daha gelişmiş ürünler ortaya koyacak bir zihinsel gelişim içine girer. Böyle bir zihinsel evrim gelişiminden habersiz Sümerler insanlığın iki-buçuk milyon yıllık geçmişlerinde edindikleri bilgilere dayanan bu ürünleri bile gökten gelen tanrıların yarattıklarına inandırılmışlardır. Dolayısıyla Anadolu’daki HÖYÜK kültürlü insanlardan farklı bir yaratıcılık anlayışına sahiptirler. Yani insanların kafalarındaki tüm bilgiler tanrılarca ilk insanlara verilmiştir. Kutsal kitaplarda Adem’le Havva’ya tüm bilgilerin verildiği görüşü bu inanca dayanır.  İ.G.]

 

108 dizeden oluşan bu şiir birkaç pasajın karanlıkta kalmasına ve anlaşılamamasına karşın, hemen hemen tamamlanmıştır.  Evrenin yaratılışı ve düzenlenmesiyle ilgili Sümer görüşü açısından ana öneme sahip olan uzun bir giriş bölümüyle başlar. Bu önemli pasajın aşağıda verilen çevirisi donuk, fazla soğuk ve çapraşık gelirse, okura şunu anımsatmakta yarar vardır; Sümerce sözcük ve deyimlerin çoğunun anlamı bilinmekle birlikte, bunların uyumlu sesleri, çağrışımları ve imalarında hâlâ pek az bilgiye sahibiz. Çünkü bu sözcük ve deyimlerin ifade ettikleri ve bulundukları varsayılan zemin ve konum bizim için hâlâ bilinmezdir; Sümerlerin mitolojik ve dinsel örüntülerinin ana kısmı da bu zemin ve konumdur. 

 



Şekil 34: Kazma- kürek gibi insanların geçmiş deneyimleriyle oluşturdukları eşyaların bile tanrılarca keşfedilip-yapıldığına inanılır

 

Sümer şair ve onun “okur”unun çok iyi bildiği bu örüntü, metni tam olarak anlamak için dirimsel önem taşır. Sadece Sümer edebiyatının canlı kavramlarının giderek birikmesiyle bu güçlüğün üstesinden gelmeyi umut edebiliriz; şimdilik sözcüğün anlamına sadık kalmak en iyisidir. Giriş pasajı şöyledir:"

 

Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan

Kararları değiştirilemeyen Efendi,

Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,

Yerden göğü ayırmayı düşündü,

Gökten yeri ayırmayı düşündü.

Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,

“Gök ile yerin kemiğinde (Nippur) ... yaydı.

 

Kazmayı var etti, “gün”ü yarattı,

Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,

Kazmaya ve sepete “kudret” yükledi.

Enlil, kazmasını yüceltti,

Başı lacivert taşından olan altın kazmasını,

Gümüş ve altın .... evinin kazmasını,

Lacivert taşından ...,

Geniş bir duvara çıkan tek boynuzlu bir öküzden çıkıntısı olan kazmasını.

 

Efendi kazmayı çağırdı, yazgısını belirledi,

Kutsal taç kindu’yu başına koydu,

Çamurdan insanın başını biçimledi,

Enlil’in önünde o (insan?) ülkesini kapladı,

Kara-kafalı halkının üstünde sebatla durdu.

Yanında duran Anunnaki’lerin,

Armağan olarak ellerine onu (kazma?) koydu,

Enlil’i duayla yatıştırdılar,

Kazmayı tutmaları için kara-kafalı halka verdiler.

 

Enlil kazmayı yarattıktan ve yüce yazgısını belirledikten sonra, diğer önemli tanrılar ona güç ve yararlılık eklerler.  Şiir, kazmanın yararının parlak terimlerle betimlendiği uzun bir pasajla sona erer; son dizeler şöyledir:

 

Kazma ve sepet kentler kurar,

Sağlam evi kazma yapar, sağlam evi kazma kurar,

Sağlam eve bereket gelmesini sağlar.

Kralına karşı çıkan eve,

Kralına boyun eğmeyen eve,

Kazma boyun eğdirir.

Kötü ... bitkilerin başını o ezer,

Köklerini çeker çıkarır, başlarını koparır,

...  bitkileri kazma kurtarır;

Kazmanın yazgısını Enlil baba belirledi,

Kazma yüceltildi.

 

SIĞIR VE TAHIL

Sığır-tanrısı Lahar’ı ve kız kardeşi tahıl-tanrıçası  Aşnan’ı içeren  mit, ”  Yakın Doğu mitolojisindeki Habil-Kabil motifinin bir başka yorumunu sunar.  Mitimize göre, Lahar ve Aşnan, hava-tanrısı An’ın çocukları ve izleyenleri olan Anunnakilerin yiyecek yemek ve giyecek giysiye sahip olabilmeleri için tanrıların yaratma odasında yaratılmışlardı.  Ancak Anunnakiler bu tanrıların ürünlerini etkin bir biçimde kullanamıyorlardı; insan, bu durumu düzeltmek için yaratıldı. Bütün bunlar bir giriş pasajında anlatılmaktadır, insanın yaratılışının Sümer düşüncesindeki önemini  gösterdiğinden  137-139  sayfalarda  tamamıyla  alıntılanmıştır. Girişi izleyen pasaj bir diğer şiirsel cevherdir; Lahar ve  Aşnan’ın  gökyüzünden  yeryüzüne  inişlerini ve  kültürel  nimetleri  insanlara  nasıl  bağışladıklarını  anlatır:

 

O günlerde Enki, Enlil’e dedi ki:

“Enlil baba, Lahar ile Aşnan’ı,

Dulkug’da yaratılanları,

Dulkug’dan indirelim.”

 

Enki ve Enlil’in kutsal buyruğu üzerine,

Lahar ve Aşnan  Dulkug’dan indirildiler.

Lahar için (Enki  ve  Enlil) ağıl kurdu,

Bitkiler, otlar ve ... armağan ettiler ona;

Aşnan için bir ev kurdular,

Saban ve boyunduruk armağan ettiler ona.

Lahar ağılında,

Ağılının cömertliklerini çoğaltan bir çobandır;

Aşnan ekinlerin ortasında,

içten ve eli açık bir bakiredir.

...  göğün bolluğunu,

Lahar ve Aşnan taşıdı,

Topluma bolluk getirdiler,

Ülkeye yaşam soluğunu getirdiler,

Tanrı yasalarını uyguladılar,

Ambarların içindekini çoğalttılar,

Depoları doldurdular.

 

Yoksulların toz toprak dolu evine,

Girip bolluk getirirler;

Her ikisi de ayak bastıkları yere,

Evlere bolluk bereket getirirler;

Yerleştikleri yeri doyururlar, oturdukları yeri beslerler,

An ile Enlil’in yüreğini sevinçle doldurur onlar.

 

Ama sonra Lahar ve Aşnan öyle çok şarap içerler ki çiftliklerde ve tarlalarda ağız dalaşma girerler. Uzun tartışmalarda, her tanrı kendi başarılarıyla övünür ve diğerininkileri aşağılar. Sonunda Enlil ve Enki araya girer ancak kararlarını içeren şiirin sonu hâlâ eksiktir.

 

 

Bölüm 17f- ENKİ VE NİNHURSAG- SU-TANRISIN1N İŞLERİ-

[Kutsal Kitaplarda insanlığın Cennet Bahçesi denilen bir yerde yaratıldığı yazılıdır. Bu görüş, Sümer belgelerine dayanır. Aşağıdaki bölümdeki bilgiler, Sümerlerin Atlantis ovasının ucundaki Atlas gölündeki adalardaki geçmiş eski yaşamları hakkındaki görüşlerini yansıtmaktadır. Yani Adn, Eden veya Cennet Bahçesi denilen yer, buzul devrinin acımasız soğuk döneminde, insanlığın çok rahat ve huzurlu olarak yaşayabildikleri ılıman ve çok verimli bir yer bulunduğu ve insanlığın orada geliştiği ima edilmektedir. İ.G.]

 

Öykünün karmaşıklığı ve biçeminin basitliği açısından, bu mit bütün gruplarımız içinde en dikkat çekici olanlardan biridir.  Kahramanı Sümerlerin büyük su-tanrısı, Sümer’in dört yaratıcı tanrısından biri olan Enki’dir. Öykümüz, Basra Körfezi’nin doğu kıyılarıyla özdeşleştirilebilecek ve bu nedenle tarihsel devirlerde aslında Sümer sınırları dışında kalan Dilmun diye bir bölgede geçer. Şiirimiz Dilmun’un saflık ve neşe ülkesi olarak tanımlanmasıyla başlar:

 

Dilmun ülkesi saf bir yerdir, Dilmun ülkesi temiz bir yerdir,

Dilmun ülkesi temiz bir yerdir, Dilmun ülkesi aydınlık bir yerdir;

Dilmun’da sözü geçen tek odur,

Enki’nin karısıyla yattığı yer,

Ora temizdir, ora aydınlıktır;

Dilmun’da sözü geçen tek odur,

Enki’nin Ninsikil’le yattığı yer,

Ora temizdir, ora aydınlıktır.

 

Dilmun’da kuzgun sesini çıkarmaz,

Çaylak, çaylak sesi çıkarmaz,

Aslan öldürmez,

Kurt kuzuyu kapmaz,

Oğlak-boğazlıyan köpek bilinmez,

Tahıl yiyen yabani domuz bilinmez,

...  yüksekteki kuşun yavrusu yoktur,

...  güvercinin başı yoktur.

Gözü ağrıyan “gözüm ağrıyor” demez,

Başı ağrıyan “başım ağrıyor” demez,

(Dilmun’un) ihtiyar kadını, “ben ihtiyar bir kadınım” demez,

İhtiyar erkeği, “Ben ihtiyar bir adamım” demez,

Yıkanmayan genç kızı kentte ... değildir,

Irmağı geçen ... demez,

Ustabaşı ... yapmaz,

Şarkıcı ağıt yakmaz,

Kentin çevresinde hiç yas tutmaz.

 

Bununla birlikte, bu cennet ülkesinde eksik olan şey tatlı sudur. Böylece Dilmun tanrıçası Ninsikil, taze su için Enki’ye yakarır.  Enki yakarıyı dikkate alır ve  güneş-tanrısı  Utu’ya,  yeryüzünden  Dilmun’a  taze  su  getirmesini  buyurur.  Sonuçta:

 

Onun kenti kana kana su içer,

Dilmun kana kana su içer,

Acı su kaynakları iyi su kaynağı oluyor bak,

Tarlaları ve çiftlikleri ekinler ve tahıllar üretir,

Onun kenti, ülkenin rıhtımları ve sahillerinin evi oluyor bak,

Dilmun, ülkenin rıhtımları ve sahillerinin evi oluyor bak.



Şekil 35: Sümerler tatlı suyun gök-kubbe üstündeki bir tatlı su okyanusundan geldiğine inanırlar.

[Bir not: Dilmun Sümerlerin Basra-Hürmüz-Ovasındaki Atlas Gölündeki bir ada olmalıdır. Adada su sıkıntısı olduğu anlaşılmaktadır. Basra körfezindeki adalar tuz-domu sistemli kubbemsi oluşumlardır. Gerek petrol, gerek yeraltı suları bu kubbemsi yapıları oluşturan kayaçların gözenekleri içinde bulunur. Dolayısıyla kayaçlardan hem zift gibi ürünler hem de su çıkabilmektedir. Bazı durumlarda sular artezyen-suları gibi basınçlı çıkabilir ve ortama bol su sağlar.

Dilmun’da gerçekleşmiş olan durum bu olmalıdır. Zift çıkarmak için açılan bir kuyudan belli bir derinlikte aninde basınçlı bir suya rastlanılır ve yeryüzüne tatlı su fışkırır.

Sümerler tatlı suyun sadece gök-kubbede açılan kapılarla yeryüzüne indiğine inandıklarından, adada ortaya çıkan bu tatlı suyun gök tanrısının göndermiş olduğu şeklinde bir tasarım yapmış olmalılar.

Sümerologlar bu nedenle Sümer tabletlerini okuyup-anlamaya çalışırlarken, bu jeolojik geçmiş dönem bilgilerini dikkate almak zorundadırlar. Görüldüğü üzere, Kramer gibi en deneyimli bir Sümerolog bile Jeolojik geçmiş hakkında bilgi sahibi olmadığı için birçok konuda Sümer yazıtlarını yorumlayamadıklarını yazar. İ.G.]

 

Dilmun’a su getirilişinden sonra şiirimiz bitki tanrıçası Uttu’nun doğumunu anlatır; oldukça karmaşık bir süreci izleyen bir doğum. Enki, önce tanrıça Ninhursag’ı ya da daha önceki devirlerde toprak ana Ki ile özdeşleştirilebilecek Sümer tanrıçası, bir başka adıyla  Nintu’yu, döller. Bunu dokuz gün süren bir gebelik dönemi izler, şair her günün insanın gebelik dönemindeki bir ayı karşıladığını özellikle belirtir; bu birleşmeden tanrıça  Ninsar varlık bulur. Bu ilginç pasaj şöyledir:

 

Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,

O da “yürek suyu’nu,  Enki’nin tohumunu aldı.

Bir gün ona bir aydır,

İki gün ona iki aydır,

Üç gün ona üç aydır,

Dört gün ona dört aydır,

Beş gün (ona beş aydır,)

Altı gün (ona altı aydır,)

Yedi gün (ona yedi aydır,)

Sekiz gün (ona sekiz aydır,)

Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,

...  kaymak gibi, ...  kaymak gibi, leziz tereyağ  gibi,

Ülkenin anası Nintu,  ...  kaymak gibi,  (...  kaymak gibi, leziz tereyağ  gibi,)

Ninsar’ı doğurdu.

 

[Bir not: Sümerler bu yazıları Basra yöresine vardıktan sonra yazmışlardır. Halbuki Basra yöresine gelmeden önce, yaklaşık 50 bin yıl süreyle Atlantis ovası dediğimiz yöredeki bir adada (Dilmun) yaşamışlardır. Eskiden uzun bir süre yaşadıkları o ortamda geçen zamanın ne kadar uzun olduğunu ima etmek için, eskiden yaşanılan bir günün bir ay kadar uzun olduğu şeklinde bir çağrıştırma söz konusu olmalıdır. İ.G.]  

                       

 

Bölüm 17g- ENKİ VE ERİDU-  SU-TANR1SININ  NİPPUR’A YOLCULUĞU

[Sümerlerin “denizden iki-ırmak-ülkesine” geldiklerini belirtmeleri onların 15 bin ile 7 bin yılları arasında sürekli olarak denizle kaplanan Basra-Hürmüz-Ovasındaki adalarda yaşayarak en sonunda Basra kıyılarına çıktıklarını gösterir. Sümerler deniz içindeki bir adadan diğer bir adaya süren yolculuklarında hep deniz sularıyla bir mücadele içinde olmuşlardır. Denizdeki bu geçmişlerinde kendilerini yönlendirdiklerine inandıkları tanrı Su Tanrısı ENKİdir. Basra yöresine çıktıktan sonra, toplumlarının gökten gelen Tanrısal insanlarca yönetilmesine inandıklarından, Eridu’nun kralının su tanrısı Enki olduğu belirtilir. Enki’nin babası olan Enlil’in tanrısı olduğu kent ise Nippur’dur. İ.G.]

 

Sümer’deki en eski ve saygın kentlerden birisi, bugün EbuŞehreyn höyüğünde gömülü olan Eridu kentiydi; bu önemli yerde tam anlamıyla yapılacak bir kazının, Sümer kültürü ve uygarlığı bilgimize her anlamda, özellikle tinsel açılardan, büyük katkılar sağlayacağı kesindir. Bir Sümer geleneğine göre bu, Sümer’deki en eski kentti, ilk beş kent taşkından önce kurulmuştu; diğer yandan, mitimiz Nippur kentinin ondan çağlar önce kurulduğunu söyler. Kadim devirlerde Basra Körfezi üstüne kurulmuş olması gereken bu kentte, su-tanrısı Enki, Nudimmud olarak  da  bilinir, kendi “deniz-evi”ni  kurar.

 

Yaratılış suyu belirlendikten sonra,

Hegal (bolluk) adı gökte doğduktan sonra,

Bitki ve ot ülkeyi bürümüştü,

Deniz dibinin efendisi, kral Enki,

Yazgıları belirleyen efendi, Enki,

Gümüş ve lacivert taşından evini kurdu;

Gümüş ve lacivert taşına, parıldayan ışık gibi,

Denizin dibinde uygun biçimi verdi baba.

*

Parlak çehreli ve bilge (yaratıklar), denizin dibinden çıktılar,

Efendi Nudimmud’un çevresini aldılar;

Saf evi kurdu, lacivert taşıyla donattı,

Bol altınla süsledi,

Eridu’da su-kıyısı evini yaptı,

Tuğla-işçiliği, söz söylemesi, öğüt vermesi,

...ı kükreyen bir öküz  gibi,

Enki’nin evi, der kahinler.

 

Bunu, Enki’nin ulağı lsimud’un “deniz-evi”ne övgüler düzdüğü uzun bir bölüm izler.  Sonra Enki, denizin derinliklerinden Eridu’ya yükselir ve onu yüksek bir dağ gibi su üstünde yüzdürür. Yeşil, meyve-yüklü bahçelerini kuşlarla doldurur; balıkları da çoğaltır. Artık Enki, yeni yaptığı kenti ve tapınağı Enlil’in kutsaması için gemiyle Nippur’a  gitmeye  hazırdır. Denizin dibinden çıkışının nedeni budur:

 

Enki yükseldiği zaman ... balıklar yükselir,

Denizin dibi merak içinde kalır,

Denize neşe gelir, 

Korku derinlerden çıkar,

Yüce ırmakları dehşet kaplar.

Güney Rüzgârı Fırat’ı dalgalarla doldurur.

 

[Bir not: Enki’nin “deniz-evi” gibi bir yerde yaşadığı, Sümerlerin Basra-Hürmüz-Ovasının buzul devri sonunda denizle kaplanması sonucu, sallar ve kayıklarla yaşadıkları adadan kurtularak Basra yöresine çıktıkları, yani atalarının denizde yaşamış olduklarını ima etmeleri anlamına gelir. İ.G.] 

 

Böylece Enki gemisine biner ve önce Eridu’ya varır; burada birçok öküz ve koyun keser. Ondan sonra Nippur’a gider ve varır  varmaz ilk iş olarak tanrılar, özellikle Enlil için her türden içki hazırlar. Sonra:

 

Enki kutsal Nippur’da,

Babası Enlil’e yesin diye ekmek verir.

Önce An’ı (gök-tanrısı) oturtur,

An’ın yanına Enlil’i oturtur,

Nintu’yu  “büyük taraf’a oturtur,

Anunnakiler yan yana otururlar.



Şekil 36: Anunnaki diye bilinen ve dünyadaki olağan üstü şeyleri yaptıklarına inanılan ve başka bir gezegenden geldiğine inanılan insanlar

 

Tanrılar yürekleri “neşelenene” değin böylece yerler, içerler, sonunda Enlil kutsamaya hazır hale gelir:

Enlil  Anunnakilere şöyle  der:

“Burada hazır bulunan siz büyük tanrılar,

Oğlum, kral Enki, bir yurt kurdu;

Eridu’yu, bir dağ gibi, yeryüzünde yükseltti,

Onu güzel bir yere kurdu.

Kimsenin giremediği, temiz yer, Eridu,

Gümüşten yapılan, lacivert taşıyla donanan yurt.

Büyülü sözlerle yedi “lir-şarkısı” ile yönetilen yurt,

Saf şarkılarla...

Deniz dibi, Enki’nin tanrıçalarının tahtı, kutsal yasalara uyar,

Eridu, saf yurt kuruldu,

Ey Enki, şükürler olsun sana!”

 

 

Bölüm 17h- İNANNA VE ENKİ- UYGARLIK SANATLARININ ERİDU’DAN URUK’A AKTARILIŞI-

[Sümer belgelerinden, “kutsal kitap” kavramının ilk defa Sümerlerce ortaya konulduğu anlaşılmaktadır. Sümerler bu kitaba ME adını vermişlerdir. “Uygarlık sanatları” anlamındaki bu kitapta, bir toplumda insanların nasıl davranacağı anlatılır. Aşağıda görüleceği üzere, kent yöneticileri bu bilgi kitapçıkları peşinde koşarlar. Sümerlerden etkilenilerek oluşturulan semavi kutsal kitapların her topluma kendi dilinde bir kitap gönderilmesi ilkesi insanların mantıksal değerlendirme yeteneklerindeki gelişmeyle ilintilidir. İ.G.]

            

Özellikle, gök-kraliçesi İnanna ve bilgeliğin efendisi Enki’yi içeren büyüleyici öyküsüyle olağanüstü bir mittir bu.  İçeriği uygarlık tarihi ve gelişimi çalışmaları için büyük önem taşır, çünkü Sümer kâtipleri ve düşünürlerinin az çok yüzeysel çözümlemelerine göre, Sümer uygarlığını iplik iplik dokumuş bütün bu kültürel başarıları yöneten yüzden fazla kutsal yasanın bir listesini içerir. Bu mite ait olan ve Philadelphia Üniversite Müzesi’nde bulunan bir parça ilk olarak 1911 ’de David W. Myhrman tarafından yayımlandı. Bundan üç yıl sonra, Arno Poebel yapıtın bir başka kısmını içeren bir diğer Philadelphia tabletini yayımladı. Bu büyük, iyi-korunmuş, üst sol köşesi kırık olan altı sütunlu bir tabletti. Bu kırık köşeyi 1937 yılında, yirmiüç yıl sonra, İstanbul’da Eski Şark Eserleri Müzesi’nde bulacak kadar şanslıydım. Bu nedenle, ilk olarak 1914 yılında mitin büyük bölümü kopyalandı ve yayımlandı. Bununla birlikte, bütün bu yıllar boyunca hiçbir çeviri girişiminde bulunulmadı, çünkü öyküden bütünlüklü bir anlam çıkar gibi görünmüyordu; anlaşılabildiği biçimiyle zekice bir ana fikirden yoksundu. 1937 ’de, kayıp ipucunu veren küçük bir parçayı bulup kopyaladım ve sonuç olarak hepsi de fazlasıyla insancıl olan Sümer tanrılarının bu öyküsü artık anlatılabilir hale geldi.

 

Gök kraliçesi ve Uruk’un koruyucu tanrıçası İnanna, kentinin refah ve mutluluğunu artırmaya ve onu Sümer uygarlığının merkezi haline getirip kendi adını ve ününü yüceltmeye can atar. Bunun için, Bilgeliğin Efendisi, “tanrıların yürekleri­ni okuyan”  Enki’nin, sulu yeraltı Abzu’da yaşadığı, Sümer uygarlığının kadim ve saygın beşiği Eridu’ya gitmeye karar verir. Çünkü Enki uygarlığın bütün temel tanrısal yasalarını elinde tutmaktadır. Eğer tanrıça bunları herhangi bir yoldan ele geçirebilir ve sevgili kenti Uruk’a getirebilirse, kentin şanı ve onun egemenliği gerçekten erişilmez olacaktır. Eridu’nun  Abzu’suna yaklaşırken, kuşkusuz onun çekiciliğine kapılan Enki ulağını çağırır ve şöyle der:

 

“Gel, ulağım, İsimud, emirlerime kulak ver,

Sana bir söz söyleyeceğim, dinle.

Genç kız, tek başına, adımlarını Abzu'ya yöneltti,

lnanna, tek başına,  adımlarını Abzu’ya yöneltti,

Genç kızı Eridu’nun Abzu’suna buyur et,

Inanna’yı Eridu’nun Abzu’suna buyur et,

Yemesi için tereyağlı arpa çöreği ver,

Yüreği serinleten soğuk sudan ikram et,

Aslan yüzü’ içinde hurma-şarabı sun ona,

...  onun için ...,  onun  için  ...,

Kutsal sofrada, gök sofrasında,

 

Bu pasajdaki bir diğer önemli bölüm şöyledir:

 

               “Kudretim adına, kudretim adına,

Işıltılı Inanna’ya, kızıma, ... armağan edeceğim.

Ahşap işçiliği, metal işçiliği, yazı, alet yapımı, deri işçiliği, ...

yapımı, sepet örme sanatlarını,’’

Kutsal lnanna aldı onları.

Inanna’yı hoş sözlerle karşıla.”

 

İsimud efendisinin emirlerini sözcüğü sözcüğüne yerine getirir ve böylece İnanna ile Enki ziyafet sofrasına otururlar, içkiyle  keyifleri  yerine  geldikten  sonra,  Enki  haykırır:

 

“Kudretim adına, kudretim adına,

Kutsal lnanna’ya, kızıma, ... armağan edeceğim,

Efendiliği, ...liği, tanrılığı, yüce ve sonsuz tacı, krallık tahtını.”

Kutsal İnanna aldı onları. 

 

Böylece   Sümer uygarlığının temel taşlarını oluşturan 100den fazla tanrısal yasayı aynı anda İnanna’ya sunar. Bu mitin İ.Ö.  2000   kadar erken bir tarihte yazıldığı ve içerdiği kavramlar göz önüne alındığında, Mısırlılarınki dışında hiçbir uygarlığın, çağ ve nitelik  bakımlarından Sümerlilerinkiyle karşılaştırılamayacağını söylemek hiç de abartı değildir. Enki tarafından İnanna’ya armağan edilen kutsal yasalar arasında şunlar sayılır;  efendilik, tanrılık, yüce ve sonsuz taç, krallık tahtı, yüce krallık asası, yüce alametler, çobanlık, krallık, sayısız rahiplik görevi, doğruluk, yeraltı dünyasına iniş ve oradan çıkış, “sancak,”  tufan, cinsel ilişki ve fahişelik, resmi dil ve konuşma dili, sanat, kutsal kült odaları, “göğün hizmetkârları,” müzik, yaşlılık, kahramanlık ve kudret, düşmanlık, dürüstlük, kentlerin yok edilmesi ve mersiye, yüreğin sevinci,  yalan, asi ülke, erdem ve adalet, marangozluk sanatı, metal işçisi, kâtip, demirci, deri işçisi, duvarcı, sepet örücü, bilgelik ve anlayış, arınma, korku ve haykırış, tutuşan alev ve sönen alev, bezginlik, zafer haykırışı, sağduyu, sıkıntılı yürek, yargı ve karar, coşkunluk, müzik aletleri.

 



Şekil 37: Kutsal Kitap kavramı İnsanlara uygar davranış bilgileri vermek üzere Sümerlerce oluşturulmuştur.

 

İnanna sarhoş Enki’nin kendisine sunduğu armağanları almaktan pek mutlu olur. Bunları alır, “gök kayığı”na yükler ve değerli yükü ile birlikte Uruk’un yolunu tutar. Ama şölenin etkisi geçtikten sonra, Enki kutsal yasalarının her zamanki yerlerinde durmadıklarım fark  eder.  İsimud’a  sorar, o da kendisinin bunları kızı İnanna’ya armağan ettiğini söyler. Altüst olan Enki cömertliğinden dolayı büyük pişmanlık duyar ve gök kayığın Uruk'a yanaşmasına engel olmaya karar verir.

 

Böylece ulağı İsimud’u bir grup deniz canavarıyla birlikte, Eridu’nun Abzu’su ile Uruk arasındaki yedi mola yerinin ilkine gitmeleri için İnanna ve kayığının peşine salar. Burada deniz canavarları “gök kayığı”nı Inanna’dan alacaklar, buna karşın İnanna’yı Uruk’a yolculuğunu yürüyerek sürdürmesi için bırakacaklardır. Enki’nin İsimud’a verdiği emirleri ve İsimud’un, babası Enki’yi “Bir  eliyle  verdiğini ötekiyle alan biri” olarak kınayan İnanna ile konuşmasını içeren, başlı başına klasik bir şiir cevheri olan pasaj şöyledir:

 

Prens ulağı İsimud’u çağırır,

 

Enki “göğün güzel adı”na konuşur:

“Ey ulağım İsimud,  ‘göğün güzel  adı’m.”

"Ey kralım Enki, işte buradayım, sonsuza değin övülen.”

“  ‘Gök  kayığı’  şimdi  nereye  vardı?”

“İdal rıhtımına vardı."

“Git, onu deniz canavarlarına yakalattır.”

 

İsimud emri yerine getirir, “gök kayığı”na yetişir ve İnanna’ya şöyle der:

 

“Ey kraliçem, beni baban gönderdi,

Ey lnanna, beni baban gönderdi,

Sözleri yüce babanın,

Söylevleri yüce Enki’nin,

Ulu sözleri yabana atılmaz."

 

Kutsal lnanna şöyle karşılık verir:

“Babam seninle ne konuştu ne dedi sana?

Yabana atılmaması gereken sözleri nedir, rica ederim?

 

“Kralım benimle konuştu,

Enki bana dedi ki:

‘Bırak İnanna Uruk’a gitsin,

Ama sen,  “gök  kayığı”nı bana, Eridu’ya geri getir.

 

Kutsal İnanna ulak Isimud’a şöyle der:

“Babam, bana verdiği sözden niye vazgeçti, rica ederim,

Bana verdiği erdemli sözden niye döndü,

Bana verdiği yüce söze niye saygısızlık etti?

Babam bana yalan söyledi, yalan söyledi,

Kudreti adına, Abzu adına yalan sözler söyledi.”

 

Tam bu sözcükleri söylemişken,

Deniz canavarları “gök kayığı”nı ele geçirir.

İnanna ulağı Ninşubur’a şöyle der:

“Gel, Eanna’nın sadık ulağı,

Güzel sözcükler iletenim,

Doğru sözcükler taşıyanım,

Elleri asla titremeyen, ayakları asla titremeyen,

‘Gök kayığını ve İnanna’ya armağan edilmiş yasaları kurtar.”

 

Ninşubur denileni yapar.  Ama Enki inat eder, İsimud’u ve beraberindeki deniz canavarlarım “gök kayığı”nı yakalamaları için Eridu  ile Uruk arasındaki yedi mola yerinin hepsine gönderir. Her defasında Ninşubur İnanna’nın imdadına yetişir. Sonunda İnanna ve kayığı Uruk’a sağ salim ulaşırlar; sevinç içindeki halkın düzenlediği ziyafetler ve şenliklerle kutsal yasaları kayığından birer birer boşaltır. Şiir, Enki’nin İnanna’ya verdiği bir söylevle sona erer, ancak metin fazlasıyla zarar görmüş olduğundan özünde uzlaşma mı yoksa misilleme mi yapıldığı açık değildir.

[Uygarlık sanatı bilgileri arasında çobanlık, rahiplik görevi, cinsel ilişki ve fahişelik, sanat, müzik, marangozluk sanatı, metal işçisi, kâtip, demirci, deri işçisi, duvarcı, sepet örücü, müzik aletleri gibi konuların olması, toplumsal hayatın iş ve meslek mensupları arası bir ortaklık olarak ortaya çıkmış olduğunu gösterir.

Doğruluk, cinsel ilişki ve fahişelik, yalan, erdem ve adalet, bilgelik ve anlayış, arınma, sağduyu, yargı ve karar gibi diğer konular ise, toplumsal ortaklığın işleyişinde gerekli düzenlemelerdir. Bu bilgileri insanların kendileri oluşturmuşlardır, ama gökten gelen tanrılarca oluşturuldukları şeklinde halka sunularak, halkın tepedekilere itaatkâr olmaları sağlanmıştır. İ.G.]

 

 

Bölüm 17i- İNSANIN YARATILIŞI-

[Kazma gibi insanın yaptığı bir eşyayı bile tanrıların yarattığını düşünen Sümerler, elbette insanı yaratanın da içindeki hücreleri değil, gökten gelen tanrılar olarak tasarlamışlardır. Tanrılar insanları kendilerine hizmet etsin diye çamurdan yapmışlar ve canlılık kazanması için içine “ruh” üflemişlerdir. Tapma – tapınma geleneklerinin kökeni buna dayanır. Dua etme, vs. daha iyi ve sağlıklı yaşamak için kendisine ruh verdiklerine inanılan tanrısal sisteme yalvarışlardır. İ.G.]

 

İnsanın yaratılışını anlatan yapıt iki ayrı tablete yazılmış olarak bulunmuştur: birisi şimdi Üniversite Müzesi’nde bulunan bir Nippur  tabletidir; bir antikacıdan satın alınan diğeri ise Louvre’dadır.  1934 yılında Louvre tableti ve Üniversite tabletinin büyük bölümü kopyalanmış ve yayımlanmış olmasına karşın içerikleri anlaşılamamıştır. Bu üzücü durumun başlıca nedeni, Louvre’daki parçadan daha  iyi korunmuş olan Üniversite Müzesi tabletinin Philadelphia’ya kırk elli yıl kadar önce, dört parça halinde gelmiş olmasıdır. 1919 yılında parçalardan ikisi belirlendi ve birleştirildi; bunlar Stephen Langdon tarafından kopyalanıp yayımlanmışlardır. 1934 ’de Edward Chiera üçüncü parçayı yayımladı ancak bunun 1919’da Langdon tarafından yayımlanan iki parçaya eklendiğini anlayamadı. Ben, yayımlanan üç parçayla birleştirilen henüz yayımlanmamış dördüncü tableti belirlemekle, şiiri uygun biçim de düzenleyebildim. Burada şiirimizin metnini oluşturan yaklaşık yüz elli dizenin hâlâ sayısız kırığı olduğu vurgulanmalıdır; dizelerin çoğu oldukça kötü durumdadır. Dahası, bu yapıttaki linguistik zorluklar özellikle sıkıntı vericidir; Sümer edebiyatında, ilk kez bu yapıtta karşılaşılan çok sayıda önemli sözcük vardır.  Bu nedenle çeviri kesintilerle doludur ve bunun yalnızca bir deneme olduğunun altı çizilmelidir.  Yine de, İÖ. üçüncü binyılda Sümer’de geçerli olan insanın yaratılışı ile ilgili kavramların tam bir betimlemesini sunar.

 

İnsanın yaratılışı konusunda bilinen en eski görüşler îbranilerin ve Babillilerin görüşleridir;  Birincisi  Tekvin  kitabında anlatılır,  İkincisi Babillilerin  “Yaratılış  Destanı”nın bir parçasını oluşturur. Kitab-ı Mukaddes’teki öykülere göre ya da en azından bunun yorumlarından birine göre, insan, bütün hayvanları yönetmesi amacıyla kilden biçimlenmiştir. Babil mitinde, insan, en baş belası tanrılardan birinin bu amaçla öldürülmesiyle onun  kanından yapılmıştı; yaratılış nedeni temelde tanrılara hizmet etmesi ve ekmekleri  için onların yerine çalışmasıydı. İbrani ve Babil yorumundan bin yıl önceye tarihlenen Sümer şiirimize göre, Babil yorumunda olduğu gibi kilden biçimlenen insanın yaratılış amacı, yine, tanrıların  geçimleri  için  emek  harcamak  zorundan  kurtarmaktı.

 

Şiir, tanrıların ekmeklerini sağlamakta, özellikle, tahmin edilebileceği gibi dişi ilahlar varlık bulduktan sonra, çektikleri güçlüklerin betimlenmesi denilebilecek bir girişle başlar. Tanrılar yakınırlar, ama su-tanrısı Enki, Sümerlerin bilgelik tanrısı da olduğundan onlara yardım edebilecekken, öyle derin uyumaktadır ki onları işitmez.  Bunun üzerine annesi, “bütün tanrıları doğuran ana” ilksel deniz, tanrıların gözyaşlarını ona getirir ve şöyle der:

 

“Ey oğul, kalk yatağından, ...dan bilgeliğini göster,

Tanrılara hizmetkârlar biçimle, onların ...  onlar üretsin.”

 

Enki konu üstüne düşünür, “iyi ve soylu şekilleyici’lerin  başına  geçer  ve  annesi  Nammu’ya, ilksel denize şöyle der:

 

Ey ana, sözünü ettiğin yaratık, var edildi,

Onun üstüne tanrıların ... yerleştir;

Deniz dibinin yüzeyindeki kilden yüreğini yoğur,

İyi ve soylu şekilleyiciler kili berkitecekler,

Sen, sen onun uzuvlarını ortaya çıkar;

Ninmah (toprak-ana tanrıça) senin üstünde çalışacak,

...  (doğum tanrıçaları) sen biçimlerken yanında olacaklar;

Ey ana, (yeni doğanın) yazgısını belirle,

Ninmah onun üstüne tanrıların ...  yerleştirecek,

...  insan olarak ...

 

İçerikleri açıklanabilirse çok aydınlatıcı olacak birkaç kırık dizeden sonra şiir, Enki’nin, insanın yaratılışı onuruna tanrılara verdiği bir ziyafeti anlatır.  Bu ziyafette Enki ve Ninmah çok fazla şarap içer ve çakırkeyif olurlar. Bunun üzerine Ninmah denizin dibinden bir parça kil alır ve altı değişik tipte bireyi şekillendirir.  Enki de onların yazgılarını belirler ve onlara yiyecek ekmek verir.  Yalnızca son iki tipin nitelikleri okunabilmekte; bunlardan biri kısır kadın ve diğeri cinsiyetsiz ya da hadım tiptir.  Dizeler şöyle:

 

...  (Ninmah) doğurganlığı olmayan bir kadın yaptı.

Doğurganlığı olmayan bu kadını gören Enki,

Onun yazgısını belirledi, “kadın evi’’nde kalmasını yazgıladı.

...  (Ninmah) erkeklik organından yoksun, kadınlık organından yoksun bir varlık yaptı.

Erkeklik organından yoksun, kadınlık, organından yoksun bu varlığı gören Enki,

Onun yazgısını kralın önünde durmak olarak belirledi.


Şekil 38: Kutsal kitaplarda belirtilen insanın çamurdan yaratıldığı görüşü de ilk defa Sümerler tarafından ortaya atılmıştır.

 

Ninmah’ın bu altı insan tipini yaratması üzerine, Enki de kendi başına bir şeyler yaratmaya karar verir. Bu noktaya nasıl gelindiği  açık olmamakla birlikte, sonuçta ortaya çıkan yaratık başarısızdır; vücut ve zekâca cılız ve geridir. Endişelenen Enki, Ninmah’tan bu umutsuz yaratığa yardım


etmesini ister; ona şunları söyler:

 

“Senin elinle şekillenenin yazgısını belirledim,

Ona yiyecek ekmek verdim;

Sen de benim elimde şekillenenin yazgısını belirle,

Sen de ona yiyecek ekmek ver.”

 

Ninmah yaratık için elinden geleni yapar, ama işe yaramaz. Onunla konuşur, ama o yanıt veremez. Ona ekmek verir, ama o uzanıp da alamaz. Ne oturabilir ne ayakta durabilir, ne de dizlerini bükebilir. Bunu, Enki ile Ninmah arasında geçen uzun bir konuşma izler, ancak tabletler öyle kırık ki bir anlam çıkarmak olanaksız.  Bir olasılık, sonunda Ninmah Enki’yi böyle hasta, cansız yaratıklar yarattığı için lanetler ve görünüşe bakılırsa Enki de  bunu hak ettiğini düşünür.

 

Yukarıda ana hatlarıyla verilen yaratılış şiirine ek olarak, insanoğlunun yaratılış amacının ayrıntılı bir betimlemesi “Sığır ve Tahıl”  mitinin girişinde bulunur; bu bölümün öyküsü şöyledir; Anunnaki’lerden sonra, gök-tanrıları doğmuştu, ama sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan’dan önce ne sığır ne de tahıl vardı. Bu nedenle tanrılar ekmek yemeyi ya da giysi giymeyi “bilmezlerdi.”  Sonra sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan göğün yaratılış odasında yaratıldılar, ancak tanrılar hâlâ açtı. O zaman tanrıların “iyi şeyleri” ve ağılların refahı hatırına insana “soluk verildi.”  Bu giriş şöyledir:

 

Gök ile yer dağından sonra,

An (gök-tanrısı) Anunnaki’lerin (ardılları) doğumuna neden oldu,

Aşnan (tahıl-tanrısı) adı henüz doğmadığından, henüz biçimlenmediğinden,

Utlu (bitki-tanrıçası) henüz biçimlenmediğinden,

Uttu için hiçbir kutsal alan kurulmadığından,

Hiç koyun yoktu, hiç kuzu inmemişti,

Hiç keçi yoktu, hiç oğlak inmemişti,

Koyun iki kuzusunu yavrulamıyordu,

Keçi üç oğlağını yavrulamıyordu.

Çünkü bilge Aşnan’ın ve Lahar’ın (sığır-tanrısı)  adını,

Anunnakiler, büyük tanrılar, bilmiyordu,

Otuz günlük ...  tohumu henüz yoktu,

Kırk günlük ...  tohumu henüz yoktu,

Küçük tohumlar, dağ tohumu, saf canlı yaratıkların tohumu henüz yoktu.

Uttu henüz doğmadığından, (bitkilerin?)  tacı henüz yetişmediğinden,

...  efendi henüz doğmadığından,

Ova tanrısı Sumugan henüz ortaya çıkmadığından,

İnsanoğlunun ilk yaratıldığı zaman gibi,

Onlar (Anunnakiler) ekmek yemeyi bilmiyorlardı,

Giysi giymeyi bilmiyorlardı,

Koyunlar gibi ağızlarıyla ot yiyorlardı,

Arklardan su içiyorlardı.

O günlerde, tanrıların yaratma odasında,

Dulkug evlerinde, Lahar ve Aşnan biçimlendi;

Lahar ve Aşnan’ın ürünlerini,

Dulkug’un  Anunnakileri yiyor,  ama  doymuyorlardı;

Has ağıllarındaki sütü,  ...  ve iyi şeyleri,

Dulkug’un  Anuıınakileri  içiyor,  ama doymuyorlardı;

Has ağıllarındaki iyi şeylerin hatırına, insana soluk verildi.

 

[Bir Not: Günümüzde birçok insan Anunnaki’lerin başka bir gezegenden dünyamıza geldiğine inanmaktadır. Anunnaki kavramı Sümerler tarafında ortaya atılmıştır. Sümerlere göre Anunnakiler Gök tanrısı An’ın çocuklarıdır. Sümer belgelerinde şu görüşler de yer aldığına göre:

 

“An’ın çocukları ve izleyenleri olan Anunnakilerin yiyecek yemek ve giyecek giysiye sahip olabilmeleri için tanrıların yaratma odasında yaratılmışlardı.  Ancak Anunnakiler bu tanrıların ürünlerini etkin bir biçimde kullanamıyorlardı; insan, bu durumu düzeltmek  için  yaratıldı.”

 

“Anunnaki’lerden sonra, gök-tanrıları doğmuştu, ama sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan’dan önce ne sığır ne de tahıl vardı. Bu nedenle tanrılar ekmek yemeyi ya da giysi giymeyi “bilmezlerdi.”  Sonra sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan göğün yaratılış odasında yaratıldılar, ancak tanrılar hâlâ açtı. O zaman tanrıların “iyi şeyleri” ve ağılların refahı hatırına insana soluk verildi.”

 

Bu durumda ister istemez akla iki faklı insan grubu geliyor. Biri çok adi ve sadece daha bilgili ve yaratıcı efendiler hizmet için yaratılmışlar. Diğeri ise daha zeki oldukları için diğer adi insanların hizmetleriyle yaşıyorlar.

 

Bu durum karşısında Homo sapiens neandertalensis türü insanlar ve Homo sapiens sapiens (modern insan) türü insanlar aklımıza geliyor. Acaba 70 bin yıl önceleri Afrika’dan Basra-Hürmüz Ovasına gelen modern insanlar kendilerini “gökten gelen” insanlar olarak görüp, yerli neandertal insanlarını kendilerine hizmet için yaratılmış adi insanlar olarak mı değerlendirdiler? İ.G.]

 

Sümerlerin tanrıbilimsel dile aktarılan bu usçu kavramları şöyle tanımlanabilir:

1.  Başlangıçta ilksel denizle kişileştirilen tanrıça Nammu vardı.

2.  Tanrıça Nammu eril gök-tanrısı An ile yer-tanrıçası  Ki’yi doğurdu.

3.  An ve Ki’nin birleşmesinden, gök-baba An’ı toprak-ana Ki’den ayıran hava-tanrısı Enlil doğdu.

 

4.  Hava-tanrısı Enlil kendini, Sümerlerce tavanı ve duvarlarını koyu lacivert taşı rengi gökyüzünün ve yerini yer yüzeyinin oluşturduğu düşünülen evinde, zifiri karanlıkta bulur. Ve evinin karanlığını aydınlatması için ay-tanrısı Nanna’ya yaşam verir. Sonra da ay-tanrısı Nanna, babasından daha parlak olan güneş-tanrısı Utu’ya yaşam verir. Burada, yaşam verilen oğulun, yaşam veren babadan daha güçlü olması düşüncesi- daha derin anlamıyla ilerleme dediğimiz gelişimin içinde gerçekten meydana gelen de budur- Yakın Doğu felsefesi ve psikolojisi için oldukça doğaldır. Örneğin, tarihsel devirler içinde hava-tannsı  Enlil,  babası  gök-tanrısı  An’dan  daha  güçlü  hale  gelir.  Daha sonra Sami Babillilerin tanrısı Marduk, babası su-tanrısı Enki’den daha güçlü hale gelir.  Hıristiyan öğretisinde, oğul İsa, birçok bakımdan insanlığın kurtuluşu için baba Tanrı’dan daha önemli ve başarılı hale gelir.

 

5.  Bundan sonra hava-tannsı Enlil annesi yer-tanrıçası Ki ile birleşir. Bu birleşme ve su-tanrısı Enki’nin büyük yardımı sonucunda yeryüzünde bitkisel ve hayvansal yaşam yaratılır. Öte yandan insan, ilksel deniz, tanrıça Nammu, toprak ana, Ki ile özdeşleştirilebilecek tanrıça Ninmah ve su-tanrısı Enki’nin ortaklaşa çabalarının bir ürünü gibidir. Bu belirli bileşimin içeriği için -ve   zamana ait az çok yüzeysel verilerle bunun ardında sağlam bir mantık bulunduğuna, sadece hoş bir fantezi olmadığına inanmak için her türlü neden vardır- bugün elimizde bulunan malzeme ve sınırlı anlayışımızdan bir sonuç çıkarmak güçtür.

 

 

Bölüm 17j- Kutsal kitaplarda NUH TUFANI olarak geçen olay Sümer belgelerinde nasıl aktarılmıştır? -

[Gerek Nuh tufanı, gerek ahiret veya öteki dünya (cennet – cehennem) kavramları Sümerler tarafından ortaya atılmışlardır. Sümerlerin böyle kavramlar ortaya atmalarının temel nedeni ise, değişim-dönüşümsüz bir doğal sistem tasarımına sahip olmalarıdır. Onlara göre gökyüzü, dünya, vs. sabit değişmezdirler, ilk yaratıldıkları gibi kalırlar. Bu düşünce tarzında kara ve denizlerin de değişmez ve sabit kalmaları gerekir. Halbuki doğa ve dünya da canlı-yaşayan bir sistemdir ve sürekli değişim-dönüşüm içindedir. Sümerlerin TUFANI böyle Tanrıların bir cezası olarak yorumlamalarının tek nedeni doğadaki yaratıcılık erkini, varlıkların içsel dinamiklerinde değil, insansı tanrıların insansı-düşünce ve davranışlarına göre doğadaki herşeyin oluşturulup-yönlendirildiği yanılgısındandır. Yaşadıkları adaların gittikçe denize gömülmesini bu nedenle tanrıların cezası olarak yorumlamışlardır. İ.G.]

 

Babillilerin “Gılgamış Destanı”nın onbirinci tabletinin bulunması ve çözülmesinden bu yana - yarım yüzyılı aşkın bir süredir,  İbrani  yazıcıların anlattığı biçimiyle Kitab-ı Mukaddesteki Tufan öyküsünün özgün olmadığı bilinmektedir. Bununla birlikte, Babil tufan mitinin kendisi de Sümer kökenlidir. Çünkü 1914 yılında Arno Poebel, Üniversite Müzesi’nin Nippur koleksiyonunda bulunan ve içeriğinin büyük bölümü tufan mitine ayrılmış altı sütunlu bir Sümer tabletinin üçüncü kısmını kapsayan altbölümünü özenle çevirmiş ve yayımlamıştır. “Ne yazık ki bu parça tektir ve bugüne değin eşi bulunamamıştır; ne İstanbul’da ne de Philadelphia’da kırık parçayı onarmaya  yardımcı  olacak hiçbir malzeme bulamadım.''

 

Başlangıcı kırılmış olan mitin okunabilen ilk dizeleri insanların, bitkilerin ve hayvanların yaratılışıyla, tufan öncesinde var olan beş kentin kuruluşunu işler: Eridu, Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak. Krallığın göksel kökeni, Tufan öncesi beş kentin kurulması, adlandırılması ve beş koruyucu tanrıya sunulmasıyla ilgilidir. Bundan sonra, Tufan gönderip insanlığı yok etmeyi öngören göksel karardan bazı tanrıların hoşlanmadıklarını ve üzüntü duyduklarını öğreniyoruz. Sonra da, Kitabı Mukaddes’teki  Nuh'urı karşılığı olan Ziusudra'yla tanışırız; bu dindar ve tanrı korkusu taşıyan kral, sürekli olarak ilahi düşleri ve vahiyleri gözetir. Ziusudra bir duvarın dibinde dururken, bir ilahın sesini duyar (herhalde Enki); İlah ona, tanrılar meclisinde tufan gönderme ve "insanlığın tohumunu kurutma" kararının alındığını bildirir.

 



Şekil 39: Nuh tufanı görüşü de Sümerler tarafından ortaya atılmıştır.

Mit herhalde, Ziusudra'ya dev bir gemi yapması ve böylelikle kendisini yok olmaktan kurtarması için verilen ayrıntılı talimatlarla devam ediyor olmalı.  Fakat epeyce büyük bir bölüm kırık olduğu için bütün bunlar kayıptır.

 

Metin yeniden okunabilir hale geldiğinde, görüyoruz ki tufan bütün şiddetiyle yeryüzüne gelmiş ve yedi gün yedi gece sular altında bırakmıştır. Bu sürenin sonunda, güneş-tanrısı Utu ortaya çıkarak yeryüzünü aydınlatır ve ısıtır. Ziusudra onun önünde secde edip öküzler ve koyunlar kurban eder. Metnin elimize ulaşan son dizeleri Ziusudra’nın tanrılaştırılmasını betimlemektedir:

 

An ve Enlil'in önünde secde eden  Ziusudra "tanrı gibi yaşam" elde etmiş ve "güneşin doğduğu yer" olan ilahi cennet Dilmun'a  götürülmüştür.

 

Olağanüstü kuvvetli bütün fırtınalar, bir olup saldırdı,

Tufan yeryüzünü kapladı,

Yedi gün, yedi gece boyunca,

Tufan ülkeyi kasıp kavurdu,

Koca gemi azametli sulara çarpıp dururken,

Işığını yere göğe saçan Utu çıktı. 

Ziusudra koca geminin bir penceresini açtı,

Kral Ziusudra,

Utu’nun önünde yerlere kapandı,

Bir öküz kesti kral, bir koyun kesti.

Burada yine büyük bir parça kırık; metnimiz yeniden okunur hale geldiğinde, Ziusudra’nın ölümsüzleştirilmesini betimler:

Kral Ziusudra,

An ve Enlil’in önünde yerlere kapandı;

Ona tanrılarınki gibi bir hayat verdiler,

Tanrılarınki gibi ebedi soluğu onun için yere indirdiler.

Böylece kral Ziusudra’yı,

Insanın ve ...nin adının koruyucusunu,

Geçiş dağında, Dilmun dağında, güneşin doğduğu yere

Onlar (An ve Enlil) yerleştirdiler.

 

Mitin kalanı okunamamaktadır.

 

[Bir Not: Sümer yazıtları, Sümerlerin buzul devrinin Atlas Gölündeki Dilmun adasında başlayan yaşamlarının 7-8 bin yıl süren Basra Körfezi dolması sürecindeki deniz yolculukları sonunda Basra sahiline çıkmaları ve oralarda tekrar yeni toplumsal birimler oluşturmalarından sonra yazılmışlardır. Yukarıda sunulan Tufan olayı anlatımı, Sümerlerin eskiden yaşadıkları ada hayatının neden sona erdirildiğine ait görüşleridir. Tablet çok hasarlı olduğundan, tanrıların neden bir tufanla “insanlığın tohumunu kurutma” kararı aldıkları anlaşılamamıştır. Bu nedenle S.N.Kramer’in de vurguladığı gibi, Sünerlerin Basra yöresinde kurdukları ilk kent olan Eridu’da yeni kazılar yapılarak daha aydınlatıcı veriler içeren tabletler aranmalıdır.

 

Ancak şu kesindir:

 

Sümerler insanlığın tufan öncesi dönemde Basra-Hürmüz-Ovası-sistemi (Ova ve Göl) içinde yaratıldığı,

 

Tanrıların insanlığın yaşam tarzından memnun olmadıkları için, “insanlığın tohumunu kurutma” kararı aldıkları,

 

Ama tanrılardan birinin bu karara uymayarak, dindar ve tanrı korkusu taşıyan kral Ziusudra’ya söylediği,

 

Ziusudra’ın da bir gemi yaparak bu tufandan kurtulup, yeni bir dünyaya çıktığı,

şeklindeki yaratılış görüşü Sümerlerin hayat görüşünün temelini oluşturmaktadır.

 

Sümerler ebedi bir hayatın tanrılara özgü olduğuna da inanmış olduklarından, Ziusudra’ya ebedi hayat bahşedildiği ve bu nedenle Tanrılar diyarı olan Dilmun’a yerleştirildiğini yazmışlardır. Dilmun kutsal kitaplarda adı geçen Adn veya Eden bahçesidir. İ.G.]



Şekil 40: Sümerlerin Basra yöresine gelmeden önceki zamanlarda yaşadıkları ilk ortam Basra-Hürmüz-Ovasının ucundaki şekilde gösterilen göldeki adalar olmalıdır.

Sümerler hakkında Kramer’den aktarılan bilgiler yukarıdaki kadardır.

 

Bölüm 18- Sümerlerin Basra yöresine çıktıkları zamanda insanlığın uygarlık durumu

 

İnsanlık 12 bin yıl önceleri Göbekli Tepe, Karahan Tepe gibi yerlerde 20 tonluk taşlar kesip, işleyerek onlarla yaşam ortamları oluşturabilecek yeteneklere sahipken, suyunu taşıyacak, yemeğini pişirecek bir çanak-çömlek yapmasını henüz bilmiyordu. Susadığında su ihtiyacını “su-kabağı” gibi doğal ürünlerden yaptıkları “susak” adlı kaplarla karşılıyordu.

Bu şekilde bir toplumsal yaşam tarzı yaklaşık 8 küsur bin yıl öncelerine kadar devam etmiştir. Yani Göbekli-tepe, Karahan Tepe, Çatalhöyük (Doğu kısmı) gibi 8 bin yıl öncelerine kadar oluşturulan yerleşim birimlerinden hiçbirinde çanak-çömleğe rastlanılmaz.

Çanak-Çömlekli Dönem: 

10-12 bin yıl önceleri kil veya çamur ilk önce tuğla yapımında kullanılmaya başlanır. Kurutulan çamurun dayanıklı hale geldiğini fark eden insan çamurun güneşte kurumasını beklemeden, fırın gibi ortamlarda ateş yakarak kurutmaya başlayarak ilk seramik ürünleri oluşturmaya yaklaşık 8-9 bin yılları arasında başlar. Bu şekilde bir bilgi gelişimi, cilalı-taş-devri denilen Çanak-Çömlek (pottery) kültürünün başlangıcını oluşturur. Ateşte pişirmeyle dayanıklı maddeler yapılması Çin, Japonya, Çekya gibi ülkelerde çok daha eski zamanlarda görülür. Ancak yaygın bir kültürel gelişim olarak cilalı-taş-devri başlatılması Bereketli-Hilal ve Mezopotamya arasında olmuştur.

Yani insanlık çok uzun bir süre taş-devri koşullarında yaşamış, cilalı-taş-devri denilen çanak-çömlekli yaşamına 8 küsur bin yıl önceleri ancak geçebilmiştir. İnsanlığın çanak-çömlekli yaşama geçtiği ilk yerler şekilde gösterilmiştir.



Şekil 41 Sümerlerin Basra yöresine çıktıkları zaman çanak-çömlek sanatının keşfedildiği yıllara denk gelir.

Çanak-çömlek sanayisi killi minerallere dayanır. Killi malzemeler ise ırmak alüvyonlarında bolca bulunur. Haritada görüldüğü üzere ilk çanak-çömlek yapımı 8-9 bin yıl önceleri Hassuna- Samarra yörelerinde başlamıştır. Bu ilk çanak-çömlekler tek renkli süslemelere sahiptirler. Daha sonraki Halaf döneminde yapılan çanak-çömlekler çok renkli süslemelere sahiptirler. Onlardan sonra ise Sümerler tarafından seri şekilde üretim tekniği geliştirilerek üretim kolaylaştırılıp- artırılmıştır.

5 000 yıldan beri ise bakır keşfedildiğinden, maden devri başlamış, tunç-devri, demir devri gibi gittikçe gelişen sanayiler hayatı zenginleştirmeye devam etmiştir.

Basra yöresinde karaya çıkarak, Dicle- Fırat deltası düzlüklerinde yaşamaya başlayan Sümerler tarımcılıkta bir yenilik daha ortaya koyarak, sulu-tarım yapmayı başlatırlar. Düz alüvyon arazisinde su kanalları açarak, düzlüğün her tarafında ürün yetiştirmeye başlarlar. Bu sayede tarım ürünlerinde muazzam bir artış ortaya çıkar. Çanak-çömlek üretiminde de çömlekçi çarkı şeklinde hızlı şekil verme usulü keşfedilerek seri ve hızlı üretim sağlayan Sümerler çevre toplumlara göre çok çok gelişmiş duruma geçerler.

 

İnsanların ürettikleri ürünlerin zaman içinde çeşitlenmesi, hep BİLGİ sayesinde olmuştur. Bilgi ise hep farklı insanlar (yani farklı iş ve meslek mensupları) arası etkileşimlerle ortaya çıkmıştır. Etkileşim alış-verişe dayanır. Beden içindeki alış-verişler amino-asit denilen moleküllerle olur. Ama toplum yaşamında amino-asitlerin yerini, insanların ürettikleri ürünler almıştır. Ve bu ürünleri üreten, çeşitlendirenler ise, hep iş-ve-meslek mensupları olmuşlardır.

Çanak-çömlek tekniği gelişiminde de karşılıklı etkileşimin (yani alış-verişin) etkili olduğu yukarıda açıklanan gelişim ardalanmalarında görülmektedir. İlk çanak-çömlekler Hassuna-Samarra insanlarınca yapılır, onlardan etkilenen Halaf’lılar tekniği geliştirip, çok renkli süslemeli ürünler yaparlar. Ve onlardan etkilenen Sümerler tekniği geliştirip, üretim-hızını artırıcı fabrikasyon ortaya koyarlar.

Ve tüm bu gelişimlerde bilgiler hep insanlarca oluşturulmuştur, asla Sümerlerin yukarıda aktarılan bölümlerde yazdıkları gibi, kutsal tanrılarca oluşturulup, kutsal kitaplar şeklinde insanlara sunulmuş hazır bilgi kitapları söz konusu değildir.

Sümerlerin gerek sulu-tarımla zirai ürünleri artırmaları, gerekse çanak-çömlek üretiminde yeni usul bularak bu ürünleri bolca üretmeleri, toplumlar arası ticaretin hızla gelişmesini sağlar.

Sümerler zamanına kadar insanlar arasında eşitlik vardır, insanlar karşılıklı olarak ürünlerini- veya hizmetlerini takas ederek toplumsal sistemlerini ayakta tutarlar. Sümerler ise, toplumların sevk ve idarelerinin, kutsal insanlarca yürütülmesi gerektiğini savunarak, insanlar arasında sınıf ayrımcılığı başlatırlar. Kutsal kral tüm vatan toprağı ve o toprak üzerindeki canlı-cansız herşeyin sahibidir.   Kutsal krallar için Ziggurat denilen ekstra saraylar yapılır. Halk ise sarayın çevresindeki basit kulübelerde yaşar. Çalışan- üreten halktır, ama bir şey yapma bilgisinin kutsal tanrılarca insanlara öğretildiği bilgisiyle şartlandırılan halk, ürettiğinin çoğunu kutsal krala vererek, krallıkları çok güçlü birer merkeze dönüştürür. Bu şekilde günümüzde hala sürdürülen DEVLET denilen tepeden sahiplenilip- idare edilen Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) sisteminin temelleri atılmış olunur. TBÖlü sistemlerin ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu Bölüm 2’de gösterilmişti.

 

Bölüm 19- Animizm = Canlıcılık

 

Sümerlerden 6 bin yıl önceleri Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi yerlerde oluşturulan toplumlarda doğadaki tüm hayatın varlıkların içlerindeki bir yaşam dürtüsünden kaynaklandığını görmüşler ve animizm = canlıcılık olarak tanımlanabilecek, RUHun içsel kökenli bir dürtü olarak tasarlandığı değişim-dönüşüme dayalı bir doğal sistem tasarlamışlardır. Yani yaratıcılık varlıkların içsel bileşenlerinde düşünülmüştür.


Animizm-Canlıcılık temeline dayalı görüş Alevilik, Şamanizm, Taoizm, Budizm gibi hayat görüşleri olarak varlıklarını sürdürülmektedir.

 

Yukarıdaki 14. bölümde açıklanan bu kültür sistemine bir ad vermek gerekirse, buna en yaygın olarak görüldüğü bölgenin adına uyularak ANADOLU KÜLTÜRÜ denilmesi uygun olur.

 

Anadolu kültürü deyince, tarihsel olarak Anadolu’ya ilk yerleşen ve Türkçe gibi eklenmeli (aglütine) bir dil konuşan toplulukları kastediyorum. Onlar tepeden yönetimli değil, karşılıklı hizmet-alışverişine dayalı, kendi kendilerine üretip-yaşayan, sömürücü olmayan bir kültürü temsil ederler. Bu kültür Selçuklular- Osmanlılardan önce Anadolu’da ve Trakya’da yaşayan oraların yerli kavimleridir. Trakya adının kökenini hiç sorguladınız mı? “Rusya = Rus yurdu” olduğuna göre, “Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir ve eski tarih kitaplarında o bölge öyle tanımlanır. “Türk, turko” olarak tanınan eski kavimlerden başka “TRK” harfleri içeren hangi kavimler vardır? Bir düşünün bakalım.

 

Anadolu kültürü “Bilgi” faktörünü ön plana almıştır. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik sisteminin egemen olduğu AHİLİK gibi karşılıklı hizmet alış-verişine dayanan bir kültür sahibidirler. İnsanlar bu nedenle, doğal sistemin işleyişine uygun yaşamışlardır. Yani Tabana dayalılık, Karşılıklı etkileşim ve “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğine uygun bir yaşam sistemi söz konusudur.

 

(Bir ek bilgi: Türkçe gibi “aglütine” dil kavramını açıklamak için bir örnek vermek gerek: Türkçede “odadakilerdensin” tek bir sözcüktür, “oda+da+ki+ler+den+sin” şeklinde birbirlerine eklenen eklerden oluşur. Bu sözcüğü İngilizceye çevirirseniz: “You are one of the persons from the room”)



Şekil 42: aglütine dil özelliği

 

Anadolu kültürü orijinal haliyle yaklaşık 4.500 yıl öncelerine kadar ülkemizde etkili olmuştur. Ondan sonra değişmeye başlamıştır.

 

İlk değiştirici faktör 5 bin yıl önceleri komşu yöredeki Sümerlerden gelmiştir. Sümerlerin hayat anlayışı önceki bir bölümde sunulmuştu ve toplumların kutsal krallık gibi tepeden yönetilmesi gerektiğine dayanıyordu.

Toplum yönetimin tepedeki bir kişiye bağlanmasının, özgürlük-eşitlik-kardeşlik sisteminin egemen olduğu toplumlarda nasıl değişimlere yol açacağını veya açtığını iyi düşünmek gerek.

 

İkinci değiştirici faktör, yaklaşık 2 bin yıl önceleri ortaya çıkan semavi dinler olmuştur. Semavi dinler toplumların davranışlarının gökteki bir yaratıcının sevdiği insanlara gönderdiğine inanılan bir kutsal kitaba uyacak şekilde davranmalarını öngörür. Semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bilgilerin çoğunun Sümer belgelerinden kaynaklanmış olduğu önceki bölümde gösterilmişti. Bu da bize zaman içinde insanların bilgi ve mantıksal değerlendirme yeteneklerinin değişip-geliştiğini gösterir. Nitekim ilk kutsal kitapla, sonrakiler arasında da çok farklar bulunur.

 

Neyse konumuza dönersek, Anadolu kültürü semavi dinlerin kabul edildiği devlet sistemlerinde de değişime uğramak zorunda kalmıştır. Kutsal bir krallığa ve kutsal bir kitap olgusuna dayanmayan özgürlük-eşitlik-kardeşlik sistemli bir hayat görüşüne göre yaşayan Anadolular, sürekli baskı ve zulüm altında yaşamaya mecbur kalmışlardır. Asırlarca süren bu baskı ve işkencelerden kurtulmak için zamanla epey değişimler geçirmiş olmalılar.

 

Bu eski Anadolu Kültürünün günümüze gelebilen temsilciliğini ALEVİLİK oluşturmaktadır. Aleviliğin İslamiyet’le Hazreti Ali taraftarlığı gibi bir bağlantısı olduğu yönünde görüşler ortaya çıkmıştır. Hazreti Ali, yedinci asrın ilk çeyreği sonunda (622) kurulmuş olan Arap-İslam devletinin dördüncü halifesidir ve 656-661 yılları arası halifelik yapmıştır. Dolayısıyla 10 bin yıllık bir ön-geçmişe sahip Anadolu kültürünün temsilcisi olan Aleviliğin 1360 yıl önce yaşamış olan Hazreti Ali ile hiçbir ilişkisi olamaz. Bu ilişki, yukarıda belirtilen baskı ve zulümlerden kurtulmak için takınılmış bir saklanma olmalıdır.

 

Sümerler ise, doğal sistemin gökte oturan insansı tanrılarca ve insanların da bu tanrılara hizmet için çamurdan oluşturulduğu, insanların nasıl davranacaklarının ise kutsal kitaplar olarak insanlara verildikleri şeklinde bir görüş tasarlamışlardır. Yani yaratıcılığın varlıkların dışındaki göksel insansı tanrılarca oluşturulduğuna inanmışlardır.

 

Görüleceği üzere bu görüşlerden biri doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olacağı (yani DİNAMİK bir sistem); diğeri ise doğal sistemin nasıl yaratıldıysa o şekilde devam edeceği (yani değişmeyen STATİK sistem) temeline dayanmaktadır.

 

Sümerlerin ortaya attıkları göksel tanrılarca yaratılma görüşü toplumların KUTSAL krallıklarca yönetilmesini öngörmektedir. Bu inanç kutsal kitaplar biçimine dönüştürülmüş ve özellikle batı aleminde etkili olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir.

Toplum hayatı KUTSALLIK görüşünden sonra değişmeye başlar, çünkü doğadaki herşey artık tepedeki kutsal krala aittir ve insanlar krala ait topraklarda çalışan köleler olmuşlardır. Kutsal kişiler olduğuna inanılan krallar artık kendilerine tapınılan kişi muamelesi görürler.

 

Yaratılış görüşünün özellikle Batı-Aleminde yaygınlaşmasının nedeni, kutsal kralların herşeyin sahibi olmaları ve bencillik nedeniyle sahiplenme hırsının onları dünyayı ele-geçirme yarışlarına sürüklemiş olmasıdır.



Şekil 43: Sümerlerin devletlerin kutsal krallıklarca yönetilmesi görüşünü getirmelerinden sonra halk kul-köle durumuna düşmüştür.

 

Bu inanç sistemi gereği insanlara doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilmeye başlanır. Böyle şartlandırılan halk tüm vatanın tepedekilerce parsellenip sahiplenilmesini kabul eder. Sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olarak görülür. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir. Kralın gücü halkın emekleriyle oluşturulur. İnanç gereği krallar kendilerinin özel insanlar olduklarına inandıklarından, bencillikleri hat safhadadır. DEVLET sisteminde, devletin sahipliği tepedeki kral (veya günümüzdeki liderlere) verildiğinden, onların bencillikleri yüzünden ülke halkları farklı ırk veya dinsel görüşlere parçalanmış olarak birbirleriyle sürekli kavgalar-savaşlar içinde yaşamaktadırlar.

 

Ve hayatımız ve dünyamız tüm bu olaylar çerçevesinde oluşup-gelişmektedir. İnsanlık ise, tüm bu oluşum ve gelişimlerin RAB =Efendi olarak tanımladıkları ve kendisine taptıkları tek bir varlık tarafından işletilip-yönlendirildiğine inanmış olarak yaşamaktadır.

 

İşte bu insanlığın saplandığı en dramatik dogmatik görüştür. Bu saplantı öylesine derinliğine insan hayatına etkilemektedir ki, devletler hep tepedeki tek bir lider tarafından yönetilmektedir.

 

Doğada “lider” sadece sürü yaşamında vardır. Koloni gibi toplumsal sistemlerde ise hep demokrasi benzeri hizmet-alışverişlerine dayalı ortaklık sistemi vardır. Arılar ve karıncalarda bu ıspatlanmıştır. “Arı kraliçesi” bir lider değil, koloni sistemini temsil eden bir “koku” yayıcıdır, bir bayrak gibi düşünülmelidir.

 

Ülkemiz batmak üzeredir, işsizlik, pahalılık hat safhada, hak ve hukuktan söz edilemezken, siyasi parti liderleri ve medya hala sen-ben kavgası içindeler. Neymiş efendim, o daha iyi yönetirmiş. Hangi lider binlerce farklı iş ve meslek dalı arasında adil bir denge ve düzen oluşturabilir?

 

Toplumda denge sadece iş ve meslek mensupları temsilcilerinin karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulabilir. Tepeden birleri tarafından oluşturulması olanaksızdır. Şu an bu durumu yaşıyoruz, çiftçiler dertli, esnaf dertli, öğrenci dertli, öğretmen dertli, yani dertli olmayan sadece tepedekiler, yani bizlerin bizi yönetmek için seçtiklerimiz. Onlar hep kendilerini ve yakınlarını zengin etmeye çalışmışlardır. İşler çığırından çıkmaya başlayınca da birbirlerini suçlayarak sıyrılmaya çalışılmaktadır.

 

Doğa tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluşup gelişmektedir, toplum kuralları da tüm ilgililerin karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulmak zorunadır. Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisini edinen insanlar asla topluma zarar verecek bir davranışta bulunmazlar. Toplumun mülkiyeti halka aittir. Ama nasıl bir halk? Toplumun iş ve meslek mensupları arası bir ortaklık olduğunu bilen ve bu nedenle yeteneğine uygun bir iş veya meslek edinip, topluma ortaklık hakkına erişen halk. Yani bir toplum yaratmanın ilk adımı eğitimden geçer: Her insan doğal yeteneklerine karşılık gelen bir iş ve meslek eğitimi almadan o toplumdaki iş ve meslek mensupları arasında bir organizasyon sistemi oluşturulamaz.

Toplum bize ait, o hiçbir kişiye teslim edilemez. Sorunlarımızı çözmenin tek yolu budur. Demokrasiyi uygulamaya çalışmak, halka bu bilgiyi vermekten geçer.

 

Bencilliğin kutsal sistemli hayat görüşünde toplumsal felaketlere yol açtığını gördük. Peki dinamik sistemde, yani karşılıklı ortaklık ilişkili sistemde bencil insan nasıl davranır?

 

Çıkarlarını savunan insan bencildir. Toplumsal sistemin karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı bir ortaklık olduğu bilgisiyle yetişen bir bencil, toplumsal sisteme zarar gelmesini ister mi? Hayır!

 

Öyleyse insanlara verilen bilgilerde toplum tanımı yanlış yapılıyor demektir. Yanlışlık şurada: İnsanlara birlikte yaşamanın "devlet" adı verilen bir sistem içinde mümkün olduğu öğretilmiş, devletin sahipliği de tepedeki bir kişi veya zümreye bırakılmış. O durumda bencil kişisel zenginliğini artırmaya çalışır.

Sistem konusu ne kadar önemli, görebiliyor musunuz?

 

Bölüm 20- Dünyamızın Arşiv Sayfalarından Önemli bir örnek

 

Sümerler ilk defa yazılı belgeler ve toplum hayatını düzenleyici  “ME  adını verdikleri = kutsal kitap = uygarlık bilgileri” gibi bir görüşle, insanlığı derinden etkileyici bir etki ortaya koymuşlardır.

Bu görüşler temelde değişim-dönüşümsüz bir doğal sistem temeline dayandığından, doğal sistemin anlaşılmasında engelleyici olmuştur. Bu engelleyici etkilerin başında KUTSALLIK, ZAMAN, BİLGİ ve RUH kavramları gelir. Bu kavramların dördü de birbiriyle ilişkilidir.

 

İlişkileri şöyle özetleyebiliriz:

RUH, canlılık faktörüdür ve akıl ve BİLGİyi de içerir; Sümerler ruhun tanrılarca (kutsal varlık) tarafından bedene üflendiğini belirtiler, öyleyse ruh KUTSALLIK kavramıyla ilişkilidir.

 

ZAMAN, başı-sonu olmayan ve ebedi bir kutsal varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk olarak kabul edilmiştir. Bunun nedeni yaratıcı olan kutsal varlık ebedi ömürlü olmazsa, doğal sistemin varlığını devam ettiremeyeceği düşüncesidir. Doğa değişim-dönüşümsüz kabul edildiğinden, ZAMAN başı sonu olmayan bir sonsuzluk olarak düşünülmüştür.

 

Peki zaman başı sonu olmayan bir sonsuzluk mudur, yoksa bir başlangıcı ve ilerleme yönü mü vardır? Bu sorunun yanıtını doğal sistemin gerçek tarihinin kayıtlı olduğu kaynaklarda buluruz.

Nedir bu kaynaklar?

 

Yaratıcının gerçek kitapları bulunduğu ve doğadaki her olay ve oluşumunun bu kitaplara kaydedildiği 4. bölümde gösterilmişti. Yaratıcının kitapları varlıkların kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında kaydedilirler. Bunlardan ilki yeryuvarının ARŞİV SAYFALARIDIR.

 

Şimdi yaratıcının bu arşiv sayfalarına bakalım: 500 milyon yıl öncelerine ait arşiv-sayfalarında neler var acaba?

 

Burguess shale adı verilen bu katmanlardaki fauna şu şekildedir:

 



Şekil 44: Kanada'daki Burguess kiltaşları çok zengin bir fosil topluluğuna sahiptir.

 

Resimde görüldüğü üzere 500 milyon yıl önceki denizlerde yaşayan canlılar günümüz dünyasındakilerden tamamen farklıdır. Yani doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve hiçbir şey aynı kalamamaktadır. Halbuki Sümerlerin yaratılış görüşünde her şey ilk yaratıldığı şekliyle hayatını sürdürmektedir.

 

Üstelik yaklaşık 3.8 milyar yıl önceleri oluşmaya başlayan hayat yaklaşık 450 milyon yıl öncelerine kadar sadece denizlerde vardır. Yeryuvarının arşiv-sayfalarının aktarıldığı 4. bölüm bu nedenle çok önemlidir ve o bölüm tekrar- tekrar okunmalıdır.

 

 

Bölüm 21- Canlıların Kromozom Kitapçıkları

Yaratıcın diğer önemli bir kitabı, canlıların oluşum ve gelişimlerinin kayıtlı oldukları genetik bilgi kitapçıklarıdır. Tüm canlıların oluşum bilgileri kromozom sarmalı şeklindeki iplikçiklerde yazılıdır. Genetik bilgi kayıtları bir canlının bedeninin nasıl yapılacağının yazılı olduğu kitaplardır. Bu kayıtlardaki bilgilere göre canlının kaç kollu, kaç bacaklı olacağından tutun, rengi, boyu, besinleri nasıl sindireceği, solunum sisteminin nasıl işeyeceği gibi tüm özelliklerinin ve işlevlerinin nasıl olacağı yazılıdır. Canlı o bilgilere göre oluşturulur. Bir örümcek o kayıtlardaki bilgilere göre o muhteşem ağını örer. Bir midye o bilgilerle en şiddetli dalgalara dayanacak şekilde kayalara kendisini bağlar.

 



Şekil 45: Kromozom iplicikleri canlının nasıl yapılacağını gösteren kuantsal kitaplardır.

 

BİLGİ’nin kimyasal elementlerde kaydedilip, aktarıldığı şöyle anlaşılır. Varlıklar C, H, Si gibi atomlardan (kimyasal elementlerden) oluşurlar. Bu bileşimler de kopyalanarak nesilden nesile aktarılır, böylelikle canlının nasıl oluşturulup geliştiği bilgisi de gelecek nesle aktarılmış olur.

 

Şekilde bir canlıya ait genetik DNA kodlaması görülmektedir. Bu kodlama o canlının bedenini nasıl oluşturacağı, böcek mi, fare mi, kaç kollu, kaç parmaklı, vs gibi tüm bilgileri içermektedir.

 

Kodlama sayfasında görüldüğü üzere tüm kitapçık,  A=Adenin ile T=Timin; G= Guanin ile C=Cytosin (sitozin) adı verilen 4-harften oluşmaktadır. Bu dört harf aslında iki harf ile de ifade edilebilir, çünkü, sarmal birbirinden ayrıldığında, ya (A), ya (T) şeklinde ayrımlaşırlar (veyahut C veya G). Yani A mutlaka T ile, G mutlaka C ile eşleşmek zorundadır. Dolayısıyla iplikçikler birbirlerinin negatif-kopyası gibidirler.

 

Yani canlılar alemindeki tüm bilgiler nükleotid denilen bu dört harften oluşan SÖZCÜKlerle yazılmaktadır. SÖZCÜKler bu harflerin 3lü kombinasyonlarında oluşurlar ve amino-asit olarak tanımlanmışlardır.

 

Yani doğadaki tüm canlı varlıklar bu dört harfin farklı kombinasyonlarından oluşmaktadır. Bu üç-harfli sözcüklerden bazıları, örn. ATG (methionin)  BAŞLAT komutu anlamını taşırken; bazıları, örn. TAG, “STOP = DUR” anlamı taşır. Bu şekilde, devam eden tüm harfler 3’er 3’er yazılarak, yapılacak işlemler tarif edilirler.

 

SÖZCÜKler (aminoasitler)  ile oluşturulacak ifadeler, farklı protein türlerine denk gelirler. Her protein, farklı bir işlev görür, kimisi örümcek ağı yapacak iplikçikler oluşturur, kimi tırnak gibi sert maddeler, vs.

 

Şimdi tüm canlılar aleminde kullanılan bu 4-temel “harfi” tanıyalım. Harflerin nelerden oluştuğuna bakıldığında, bunların karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O), azot (N) gibi temel kimyasal elementlerden oluştukları görülmüştür.

 

Biyolojide mütasyon olarak bilinen kavram, genetik kodlamadaki A-T veya C-G arasında bir tercih yapılması işlemidir. A-T kullanılacaksa, o işlemde kullanılacak “bağ” 2 değerli olacaktır; C-G kullanılacaksa, “bağ” 3 değerli olacaktır. Yani bir daha zayıf, diğeri daha güçlü bir bağlantı oluşturur.

 

Enerjinin bir yerde daha az, diğer yerde daha fazla yoğunlaşmasının sağlanmasıyla, enerji-gradyanları =düşümleri oluşturulur. Kuvvet dediğimiz yönlendirici-hareket sağlayıcı faktör de, enerjinin yüksek-gradyanlı yerden düşük-gradyanlı yere (örneğin sıcaktan soğuğa) akmasıyla oluştuğundan, istenilen öğeler, istenilen amaçlara yönlendirilmiş olurlar.

 

Görüldüğü üzere, canlılar alemi tamamen enerji kullanımının en ergonomik şekilde oluşturulmasına yönelik işlevlerden ibarettir. Tamamen BİLGİ oluşturma temeline dayanır.

 

Bu 4 temel harf, birbirleriyle karşılıklı bir etkileşim ve ilişki içindedir. A ile T ve G ile C birleşebilmektedir, çünkü A ile T arasında ikili, C ile G arasında ise üçlü bir bağlantı sistemi vardır. Bu karşılıklı ilişki sayesinde, genetik bilgiler kolayca kopyalanabilip, çoğaltıla bilinmektedir. 

 

Görüldüğü üzere, gerek canlılar (organik) aleminde, gerek inorganik alemde tamamen kimyasal elementlerden oluşan bir alfabe kullanıyor. 

Kimyasal elementlerin nelerden oluştuğuna bakıldığında, proton, nötron ve elektron gibi atom-altı-öğelerden oluştukları görülmektedir.

 

Bunlardan elektron başlı başına bir enerji öğesidir ve elektrik enerjimizin kaynağıdır. Proton ve nötron ise, kuark denilen enerji öğelerinden oluşmakta ve doğadaki enerjinin %99undan fazlasının bağlanıp-depolandığı (ve E=mc2 formülüyle aşina olduğumuz radyoaktivite enerjisinin de dahil olduğu) en yoğun, en güçlü enerji sistemini oluşturmaktadır. Madde - anti-madde etkileşimli bir  enerji sistemidir. Nitekim, proton (+) yüklüdür derken, protonlar içerisinde elektronun anti-maddesi olan pozitron içerdiği bilinmelidir.

 

Bizlerin tüm işlerini bedenimizdeki hücrelerimiz (ve de onların içlerindeki atom-altı-öğeler) yaparlar. Peki hücreler bu işleri nasıl yapıyorlar? Ne tür bilgilerle işlemler yaparak bizleri ayakta tutuyorlar?

 

Bir iş veya eylem yapılması enerji ile mümkündür. Yediğimiz tüm besinler, sindirim sistemindeki hücrelerce, önce amino-asit moleküllerine kadar parçalanırlar. Sonra o amino-asit molekülleri kemik, kan, kas, tırnak, saç vs. gibi farklı beden-öğeleri oluşturacak şekilde ihtiyaca göre yeniden kombinasyonlara sokularak ve farklı amaçları gerçekleştirecek organlar ve bedenler oluşturulur.

 

 Bizler hayvansal ve bitkisel besinlerden enerjimizi alırız. Hayvanlar bitkilerle beslenirler. Bitkiler ise enerjilerini güneşten gelen ışınlardan (fotonlardan) alırlar. Fotonlar ise kuantsal enerji öğeleridir.

 

Amino-asitlerin bileşimlerine bakıldığında, bir sabit bileşimli ana-çatı kısmı olduğu fark edilir. Ama bu sabit ana-çatıya eklenen bir ek-kısım daha vardır ki, o sürekli değişkenlik gösterir. Yani amino-asitlere çevredeki değişim-dönüşümleri algılama ve onlara göre de oluşturacağı hücrenin yapısını-davranışını ayarlama seçeneği sunulmuştur.

 

Sözcükler, içerdikleri kimyasal element bileşimlerinde değişikliklerle çok değişik anlamlara gelebilmektedir. Bu sayede çok farklı faktörler dikkate alınmaktadır. Yani hücreler doğadaki milyonlarca faktörü dikkate alarak işlevler yapmaktadırlar.  

 

Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, polarizasyonu, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.

 

Bu durum insanın hem en güçlü hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır. Ama insanlık 4-5 bin yıldan beri tamamen dogmatik bilgiler aşılamaktadır.

 

Doğan çocuklar ya vaftiz gibi törenlerle, ya doğan çocuğun kulağına "La-ilahe-laillalah ...." gibi kutsallık ve tapınma bilgileri üflenip-aşılanarak en temel davranış devrelerini oluşturan ilk sinapslar yapılandırılır. Ve ondan sonra çevrelerinden sürekli dinsel bilgiler aktarımlarıyla veya “yaratıcılık Allah’a mahsustur” gibi hücreselliği ve kuantsallığı hiç dikkate almayan görüşlerle zombi davranış, yani zır-cahilleşme sürdürülür.

 

“Zır-cahilleşme şudur: Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama eğitim görmüş ama yanlış bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşün doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşmeye uğrarlar. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler.

 

Günümüz İnsanlarının zır-cahilleşmiş olduğunun bir delilini topum denilen yaşam sisteminin kendisine ait olduğunu fark edemeyecek derecede körleşmiş olması oluşturur. Şöyle ki: Toplumun kendisine ait olduğunu bilen bir insan tolum hayatına zarar verecek bir işlem yapar mı, veya yapan birine müsaade eder mi?

Etmez.

 

Ama günümüzdeki duruma bakın, hırsızlık, kaçakçılık, işine hile karıştırma, hileli ürün üretme, kundakçılık, çevreyi kirletme, vs. çok yaygın. Liderler dahil kimse insanlara toplumun sahipliğinin insanlara ait olduğu bilgisini vermiyor.

Nedeni liderlerin dahi zır-cahilleşmiş olması değil mi?  

 

Görüldüğü üzere doğada bilgi varlıkların içsel bileşenlerince oluşturulup- kaydediliyor. İçsel bileşenler de atomlar olduğundan atomlar ve moleküller sürekli değişip-dönüşerek canlının çevresindeki değişim-dönüşümleri algılıyorlar ve onlara uyacak şekilde canlının bedeninde değişiklikler yapıyorlar.

 

Halbuki Sümerler ve onlardan etkilenerek ortaya çıkarılan kutsal kitaplar, insanların sahip oldukları tüm bilgilerin beden dışındaki kutsal tanrılarca oluşturulduğunu ve insanlara verildiğini yazarlar.

                                                   

 

Bölüm 22- Kervran-Etkisi = Atomlar arası TRANSMUTASYON

Önceki bölümde, BİLGİnin atom ve molekül gibi içsel bileşenlerde oluşturulup-kaydedildiğini gördük. Doğada herşeyin sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğunu da biliyoruz. Varlıkların bu değişim-dönüşümlere uyum sağlamak için değiştikleri de bir gerçek. Bu değişiklik bilgileri varlığın içindeki atom-molekül öğelerinde kaydedildiğine göre, ATOM ve MOLEKÜLLER değişken bir özellikte olmalılar.

Halbuki fizik-kimya bilgileri atomların sabit, değişmez öğeler olduğunu söyler. Bilim dünyasında halen egemen olan bu dogmatik görüş, doğada kimyasal element oluşumu ancak yıldız içlerinde muazzam basınç-ve-sıcaklık etkileri altında oluştuğunu, dünya koşullarında atomların değişime uğramalarının söz konusu olmadığını söyler. 

Ortada bir çelişki var. Bu çelişkiyi ilk fark eden ve çözüm formülü bulan KERVRAN adlı bir fizik profesörüdür.

 

 Kervran bir fizik profesörüdür ve bilim dünyasında egemen olan bu dogmatik görüşün bilincindedir.  Bu nedenle, “düşük-enerjili-çekirdek-tepkimeleri = low-energy-nuclear-reaction = LENR” adını verdiği bir başka etkileşim sisteminin söz konusu olması gerektiği şeklinde yeni bir görüş ortaya atar.

 

 Böyle radikal bir görüş ortaya koymasının nedenleri ise aşağıda kısaca özetlenecektir.

 

Kervran-Etkisi = Atomlar arası TRANSMUTASYON, yani atomların birbirlerine dönüşümleri            

 



Şekil 46: Kervran etkisi, kimyasal elementlerin birbirlerine dönüşebildiklerini gösterir

Bir fizik profesörü olan Corentin Louis Kervran (1901 – 1983) bir çocukluk anısını şöyle anlatır:

 

1)- “Ailemin, bir avluya serbestçe çıkışı olan bir kümeste tavukları vardı. Orta Britanya'da babamın memur olduğu yerde yaşardık. Bölgede kalker bulunmuyordu ve sadece şist ve granitler vardı. Tavuklara hiçbir zaman kireç taşı verilmedi, ama tavuklar her gün kalkerli kabuklu yumurtalar ürettiler. Yumurtanın kalsiyumunun nereden geldiğini (kuşların kemiklerindeki kalsiyumunu) sormayı hiç düşünmemiştim. Ancak yaptığım bir gözlem ilgimi çekmişti. Yumurtlayıcı tavuklar bahçede gezerlerken, mütemadiyen yüzeydeki mika pullarını yutuyorlardı. Mika, kuvars ve feldispat ile birlikte granit oluşturmaktadır, dolayısıyla granitin ayrışma ürünüdür. Hepsi de silika bileşikleridir. O zamanlar ilkokuldayken bildiğim tek şey buydu. Mika'nın, özellikle bir yağmurdan sonra aşikar bir şekilde tavuklarca seçildiğini fark etmiştim, çünkü yağmurdan sonra ayna gibi güneşte parlıyorlardı. Her metrekarede görünen yüzlerce mika-pulu, hafif yağmurla yıkanmış minyatür aynalar gibiydi ve tavukların onları nasıl yuttuğu kolaylıkla takip ediliyordu. Kimse, kuşların kum tanelerini değil de, neden mika pullarını yuttuklarını bana söyleyemiyordu. Bir tavuk kesildikten sonra, annem tavuğun taşlık-torbasını açardı ve içinde küçük taşlar ve kum taneleri görülürdü, ama asla mika göremezdim. Mika nereye gitmişti? Gizemi olan her şey gibi, bu benim bilinçaltı zihnime yerleşti ve derin bir iz bıraktı. Bir çocuk olarak sağlam mantıksal açıklamalar bekliyordum, neden (mikalar yok olmuştu)? (Kervran, 1962, s.15)

 

Böyle bir çocukluk anısıyla büyüyen C. L. Kervran, fizik profesörü olduğunda, tavukların mika pullarında bulunan K (potasyum) elementinden nasıl Ca (kalsiyum) elementi ürettikleri konusuna yoğunlaşır ve çeşitli deneyler yapar.

 

Tavukları kireç bulunmayan zeminler üzerinde yaşamaya bırakır. Birkaç gün sonra tavukların yumurta-kabuklarının sertliklerini kaybedip, yumuşadığını fark eder. Sonra tavuklara mika pulları yedirir ve yumurta kabuklarının normal sertliklerine kavuştuğunu saptar.

Tavukların mikayı tanıma bilgisi olup-olmadığını anlamak için, yeni doğmuş civ-civler alır ve hiç mika olmayan ortamlarda yetiştirir. Yumurtlamaya başladıklarında, yine yumuşak kabuklu yumurtalar oluşur. Bunun üzerine, daha önce hiç mika görmemiş bu tavukların çevrelerine mika pulları serper ve davranışlarına bakar: Önceleri hiç mika pulu görmemiş tavuklar mikalara saldırıp, büyük bir iştahla onları yutarlar. “Ertesi gün yumurtaların normal kabukları vardı” diye not alır.

 

Tavukların yuttukları mika mineralinde Ca (kalsiyum) yoktur; ama K (potasyum) vardır. K elementine bir proton eklenmesiyle Ca elementi oluşmaktadır. Tavuk bedeninde bu işlem gerçekleşir ve tavuğun hücreleri, K’a bir proton eklenmesi işlemiyle yumurta-kabuğu için gerekli Ca elementini yapmaktadır.

 

Bu temel gözlem ve deneyler ışığında, geleneksel olarak öğretilen fizik-kimya bilgilerinin doğruluğundan şüphelenmeye başlar. Çünkü geleneksel fizik-kimya bilgileri, doğadaki tüm kimyasal elementlerin doğal sistemin oluşumu başlangıcında oluşturulduğunu ve ondan sonra artık yok-edilip-değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Yani potasyum veya kalsiyum (veya tüm diğer kimyasal elementler), potasyum ve kalsiyum olarak oluşturulmuşlardı ve asla bir başka elemente dönüştürülemezlerdi. Bu bir dogma şeklinde tüm bilim-insanları tarafından kabul edilmişti ve Lavoisier-yasası olarak biliniyordu.

 

Kervran bu konuyu şöyle ifade eder: (1972, s. 120)

“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". Böyle bir inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde "bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine" ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer birçok türde dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği (değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.”

 

2)- Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K=potasyum) miktarında  azalma, (Ca=kalsiyum)-miktarında ise artma olduğunu görür. Potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına denk olduğu gerçeğine dayanarak, (39K + 1 40Ca) şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer, Kervran 1973.

 

3)- Bitkilerin büyüme-gelişmelerinde kimyasal elementlerin birbirlerine dönüştükleri görüldükten sonra, tersi durumda, yani meyvelerin kurutulması sırasında da transmutasyonlar oluştuğu da saptanmıştır.

 

Araştırmalar tamamen izole edilmiş, yani hiçbir madde girişi olmayan, sadece su içeriğinin dışarı çıkarıldığı ortamlarda yapılmıştır.

Araştırmada 100 gr. Taze meyve temel alınmıştır.

 

Taze meyveler ile kurutulmuş meyvelerin kimyasal element içeriklerinde bazı elementlerin miktarlarında anormal artışlar saptanmıştır. Taze meyvelerle, onların kurutulmuşlarının analizinde. Na, Mg, P, K, Ca, Mn, Fe, Cu, Zn elementlerinin miktarlarında büyük artışlar oluşmuştur.


Şekil 47: Yaş meyve ile kuru meyvenin kimyasal bileşimleri değişmiştir, elementler transmütasyona uğramıştır.

 

Kurutma kapalı bir sistem içinde yapıldığından, çevreden element girmesi söz konusu olamayacağına göre, artışlar, karbon, oksijen, silis gibi başka atomların dönüşümleri sonucu oluşmuş olmak zorundadır. (2 16C + 2 12 56Fe  (Kervran 1973))

 

4)- Eklem-bacaklılar grubuna ait çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar, vs) büyüdükçe kavkılarını değiştirmek zorundadırlar. Deniz araştırmaları laboratuarlarında kerevitler, Ca elementinden kimyasal olarak arındırılmış ortamda yetiştirildiklerinde, yine de kabuklarını kusursuz şekilde oluşturdukları saptanmıştır. Yaşadıkları su ortamında kavkılarının yapımında kullanılan Ca (kalsiyum) elementi bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka elementlerden üretmiş olmalıdır.

 

5)- Güzel çimler kireç bakımından zengin topraklarda gelişir. Toprakta kireç azalınca, papatyalar çoğalmaya başlar. Kireç ne kadar az olursa, o kadar çok papatya oluşur. Papatya külleri incelendiğinde çok fazla kireç içerdikleri görülür. Papatyalar öldüklerinde, bu kireç toprağa karışır ve bu şekilde toprağın kireç oranı tekrar artmaya başlar.

Papatyalar silisli ortamdaki Si elementini Ca elementine dönüştürürler:

28          12         40

  Si   +    C : = : Ca

14          6          20

Böylelikle ortamdaki Ca eksikliğini giderirler. Yani doğa kendi kendini dengeleyip düzenleyen bir sistemdir.

 

 

6)- Transmutasyonlar kayaçların ayrışmasında da görülür. UNESCO-Dünya Mirasına girmiş olan Kamboçya’daki 12.asırdan kalma, Angkor Wat tapınaklarında yapılmıştır. Binalar genelde kumtaşlarından yapılmıştır. Analizler şu kompozisyonu göstermiştir:

Sağlam taşta:          % 63.0 SiO2 ;      % 1.40 CaO

Bozunmuş-taşta:      % 35.8  SiO2 ;     %17.34 CaO

 

Görüldüğü üzere, kalsiyum (Ca) artmış, silis (Si) oranı ise azalmıştır.

28           12        40

   Si   +   C   : = :      Ca

14           6          20

 

Sağlam taşlarla, bozunmuş taşların mikro-organizma içerikleri incelendiğinde, sağlam taşlarda hiç mikro-organizma yok iken, bozunmuş taşlarda Actinomycete ailesinden 83 farklı tür bakteri bulunmuştur. Silis oranını azaltıp, kalsiyum oranının artıran faktörün ne olduğu araştırıldığında, bunun çevredeki sulardan veya atmosferden olamayacağı saptanmış, söz konusu element dönüşümlerinin mikro-organizmalar tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmıştır.

 

7)- Aktive olmuş azot molekülünün akciğerlerde karbon monoksite dönüşmesiyle oluşan zehirlenme.

 

“İlkokulumuzun sınıfı ilkel bir dökme demir soba ile ısıtılırdı. Çoğu zaman eski meşe odunu yakardık. Odun iyi yandığında, soba gürül- gürül yanmaya başlar ve kırmızıya dönerdi. Sonra ise herkes baş ağrısından şikâyet ederdi. Hemen sobanın yanmasını yavaşlatmak için görevlendirilen biri harlı yanmayı durdurucu önlem alırdı. Sonra da, baş-ağrıları son bulurdu.

 

Öğretmenler harlı yanan sobadan zehirli gazlar çıktığını söylerlerdi. Halbuki soba çok iyi yanıyor ve sobadan veya borulardan hiçbir şey dışarı çıkmıyordu. Peki neden baş-ağrısı, baş-dönmesi vs. oluşuyordu? Zehirleyici gaz nasıl ortaya çıkıyordu? (Sobanın harlı yanması engellendikten sonra baş dönmesi neden son buluyordu?)

 

Azot asla atomik olarak değil, her zaman element molekülleri (N2) şeklinde ortaya çıkar ve Moleküler orbitallerin elektronları ile çevrili iki azot atomu çekirdeği içerir. Molekülün merkezindeki iki çekirdek bilinen bir frekansta salınır. Bir süre sonra bir protonun nötronuyla birlikte bir çekirdekten diğerine geçişine neden olan bir rezonans, dışarıdan benzer titreşim enerjisi verildiğinde ortaya çıkabilir. Bütün bunlar çevreleyen Elektronlarda herhangi bir değişiklik olmadan gerçekleşir. Bir tarafta, bir protona sahip bir çekirdek daha az kalır, yani karbon; diğer çekirdek bir protonu emer ve oksijene dönüşür. Bu nedenle, bu nükleer bir fiziksel süreç değildir, çünkü moleküler durum sürekli olarak korunur. Bunun yerine, bir protonun bir çekirdekten diğerine aktarılmasıyla yeniden yapılanma var.

14N = 12C + 16O

 

Bir protonun ve nötronunun bir çekirdekten diğerine aktarılması radyoaktif bir süreç gibi görünmüyor; daha önce bilinmeyen bir enzimin yardımıyla akciğerlerdeki kabarcıklarda veya belki de kabarcıklardan geçerken kırmızı kan hücrelerinin zarlarında gerçekleşebilir. ” (Kervran 1980, s. 17)

 

Kervran’ın, doğal koşullarda kimyasal elementlerin birbirlerine dönüşebileceği, yani doğada transmutasyon oluşacağı görüşü KERVRAN-EFFECT = Kervran-etkisi olarak adlandırılır.

 


Şekil 48: Yeni bir şey görüldüğünde, beyinde belirli nöronlar arasında sinapslar ve o nesneyi tanımlayan yeni bir protein oluşturulur. Bu bilginin kimyasal elementlerce tanımlanması olayıdır.

Bilgi olgusunun gerçekten en tabandaki atom-altı-öğeler alemine kadar yansıtılıp, onlar tarafından depolanıp-işlendiğini şöyle anlarız. Şekle bakalım. Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Bu yeni proteinin oluşması için önceki bileşenlerde değişikler olması gerekir. Her bileşik, bir alt-seviyedeki öğelere bağlı olarak geliştiğinden, bu değişim-dönüşümler en temeldeki atom-altı-öğelere kadar geri yansıtılır. Böylelikle çevredeki değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize, moleküllerimize, atomlarımıza ve kuantlarımıza aktarılır. Geri-beslemeli bu sistem böylece atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır ve her gün doğa değişen bilgilere göre yeniden yapılandırılır.

 

Doğadaki temel kimyasal elementler sabit-değişmez olursa, doğadaki değişim-dönüşüm sistemi işleyemez! Çünkü: Doğadaki tüm olaylar ve oluşumlar için enerji gerekir; enerji ise, kuantsal sistemdedir, yani atom-altı-öğeler dünyasındadır. Kuantlar alemi, çevresiyle sürekli etkileşmekte ve çevredeki değişim-dönüşümlere uyarak, kendileri de değişmektedirler. Kuantlardaki bu değişim-dönüşümlerin, molekül veya daha üst-sistem varlıklara etkilerinin aktarılabilmesi atom denilen kimyasal elementlerce gerçekleşmek zorundadır. Bu nedenle, atomlar da sabit olamazlar, değişim-dönüşüm içinde olmalılar. Yani atomlar değişip-dönüşmezse, atom-altı-öğeler dünyası (kuantum-alemi) ile, moleküller-hücreler-bedenler gibi üst-sistemler arası “köprü” kapanmış olur.

 

Evren genelinde kimyasal element oranı %73 hidrojen, %25 helyum ve %2 diğer element şeklindedir. Bu oran Güneş için de aynıdır. Halbuki dünyamız gibi taşlı gezegenlerde durum bunun tam tersidir. Hidrojen ve helyum binde birden bile azken, diğer elementlerin oranı %99dan fazladır. Bu durum bir çok kimyasal elementin dünyamız gibi taşlı gezegenlerde üretildiğini göstermektedir.

 

Şimdiye dek kimyasal elementlerin yıldızlar içindeki çok yüksek basınç ve sıcaklık koşulları altında üretildiği ve onların patlamalarıyla çevreye saçıldıklarına inanılıyordu. Ama son yapılan araştırmalar dünyamızın içindeki Alt-Manto bölgesinde Fe (demir) elementine kadar olan elementlerin C (karbon) O (oksijen) gibi daha küçük elementlerden sentezlenebileceğini göstermiştir.



Şekil 49: Fokuhara ve diğ. 2021 yılında, kimyasal elementlerin dünyamız koşullarında Alt-Manto'da birbirlerine dönüştürülebileceğini göstermişlerdir.

Yerkabuğunun, üst manto, alt manto ve dış ve iç çekirdekleri gösteren kesiti. Daha hafif elementlerin oluşumu, litosfer yitim ile taşınan doğal minerallerde iki atom çekirdeğinin endotermik nükleer dönüşümünün sonucu olarak yorumlanabilir. İşlem, döteronların nükleer füzyonu ve / veya elementlerin radyoaktif bozunması ile Dünya'nın mantosunun derinliklerinde üretilen mineral bileşiklerin ve jeonötrinoların çubuk kaymasıyla üretilen uyarılmış elektronların (e₂) fiziksel kataliziyle desteklenir. Fukuhara, M., Yoshino, A. and Fujima, N. 2021: Earth factories: Creation of the elements from nuclear transmutation in Earth’s lower mantle. AIP Advances 11, 105113 (2021); https://doi.org/10.1063/5.0061584

 



Şekil 50: Güneş sistemimizdeki kimyasal element oranları dağılımına bakıldığında sadece dünyamız gibi taşlı gezegenlerde ağır elementlerin bulunduğu, diğer gezegenler ve Güneş sisteminde bulunmadıkları fark edilir.

Nitekim Güneş sistemimizdeki gezegenlerin kimyasal bileşimleri Fukuhara et al.(2021) görüşünü tamamen destekler niteliktedir. Şekilde görüleceği üzere Jüpiter Satürn gibi gazlı-gezegenlerin bileşimleri Güneş ve Evrensel sistemin bileşimlerine yakındır ve dünyamız gibi taşlı gezegenlerden çok farklıdır. Bu durum da, demire kadar olan elementlerin dünyamızın içinde üretilmiş olması görüşüne tamamen uygundur.

 

Bilim dünyasındaki bu yeni gelişme, “life is nothinng but chemistry” diyen C.L. Kervran’ın (1963-1980) ne kadar haklı olduğunu ve ona Nobel ödülü verilmesini engelleyen bilim insanları ve medyanın insanlığa karşı ne kadar büyük bir suç işediklerini göstermektedir.

   

Kervran’ın ölümünden sonraki yıllarda LENR = “low-energy-nuclear-reaction” konusunda araştırmalar artar ve Kervran’ın görüşü yaygınca kabul edilmeye başlanır. Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler şu linktedir:https://tanriyianlamak.blogspot.com/2023/07/ek-dosyalar.html

 

 

Bölüm 23- Benveniste-etkisi- Su moleküllerinin hafızaları

 

Su moleküllerinin hafızaları var mı, bilgi depolayabiliyorlar mı?

 

Benveniste-etkisi: Su moleküllerinin hafızaları var ve bilgi depolayabiliyorlar

 

Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimle bilgi alış-verişi yapıldığını ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.

 

Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünoloji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.

 

Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.

 

Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.

 


Şekil 51: Benveniste etkisi su moleküllerinin çevresindeki insanlarla etkileşim içinde olduğunu gösterir.

Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur. Yani su molekülleri, kendileriyle rezonans içine girebilecekleri bir sinyal yayıcı (Benveniste-deneylerine katılıp, inanan bir insan) olduğunda, o insandan gelen sinyallere uygun davranıp, IgE antikoru işlevi yapıyorlar; ama etkileşebilecekleri bir sinyal gönderici olmazsa, pasif kalıyorlar.

 

Benveniste deneylerinden etkilenen Nobel ödüllü bir virüs-uzmanı (Montagnier ve diğ. 2014) bakteri, virüs gibi mikroplara karşı üretilen antikorların, o mikroplardaki belli DNA sinyalleriyle tetiklenmiş olabileceğini düşünür. Çünkü bu durum Benveniste tarafından tahmin edilmiş, ve bu konuda araştırmalara başlanmıştı. Bu tür DNA sinyallerinin var-olup olmadığını araştırır, var olduğunu görür ve o sinyalleri bilgisayarlarla önce analog olarak kayıt eder, sonra onları dijitalleştirir, yani 0 ve 1 sayılarından oluşan dalgalanmalara dönüştürür. (Bu vesileyle bir ara notu: Hücrelerin birbirleriyle özel biyofoton sinyalleriyle haberleştikleri ve bu biyofoton sinyallerinin de, hücre çekirdeğindeki DNA-sarmalları tarafından oluşturuldukları alman biyofizikçisi Popp (1974) ve daha sonra  de Çinli laser-fiziği uzmanı Ke-Hsueh Li (1983) tarafından gösterilmişlerdi. Ondan sonra bu sinyaller kopyalanıp-aktarılabilir olmuşlardır.)

 

Sonra bu sinyaller ile tüplere konmuş su molekülleri arasında “rezonans” oluşturacak elektromanyetik alan ortamı hazırlar ve su moleküllerinin bu DNA sinyalleriyle rezonans oluşturmaları için belli bir süre o sinyal etkisi altında tutar. Sonra o tüpteki suda antikor moleküllerinin oluşturulduğu saptanır.



Şekil 52: Su içindeki iyonlar çevreden bir elektromamyetik rezonans sinyaline maruz kaldıklarında, sinyal bilgisine uygun olacak şekilde bir araya gelirler.

 

Bu sinyalleri farklı araştırma laboratuvarlarındaki tanıdıklarına göndererek, aynı yöntemin uygulanması istenir. Ve farklı laboratuvarlarda da aynı antikorların DNA-sinyalleriyle rezonansa sokulmuş su moleküllerince de oluşturulduğu teyit edilmiş olur. Bak: Montagnier ve diğ. 2014,   https://www.youtube.com/watch?v=R8VyUsVOic0

 

Montagnier ve diğerlerinin bu deneyi hakkında daha açıklayıcı bir bilgi vermek yararlı olacaktır.



Şekil 53: Elektromanyetik sinyallerle su molekülleri arasında bilgi aktarımı yapılabilmektedir.

Elektromanyetik sinyal kaydedici aygıt:

(1) 300 Ohm’luk Bakır tel sargısı

(2) analiz edilecek 1 ml’lik eriyik içeren plastik tüp.

(3) Amplifier = Yükselteç.

(4) Computer.

 

Mycoplasma pirum adlı 300 nm boyutlu bir bakterinin DNAsı alınıp,  PCR (Polymerase Chain Reaction) adlı bir yöntemle DNA içerisinde yer alan iki segment arasındaki özgün bir bölge enzimatik olarak çoğaltılır.

Sonra bu çoğaltılmış DNA dizininin 2 ng / mL'lik bir çözeltisinden başlanarak 10 kat seri DNA sulandırılması yapıldı. Yani bir sürü tüp alınır,

1.  tüpe bu temel çözeltiden bir parça alınarak üzerine 9 kat saf su eklenerek 10 kat sulandırılmış ilk tüp,

2.  sonra bu sulandırılmış tüpteki sıvıdan bir paça alınıp, üzerine 9 kat saf su eklenerek 2. tüp,

3.  sonra 2. tüpteki sıvıdan bir paça  alınıp, üzerine 9 kat saf su eklenerek 3. tüp, şeklinde sürekli olarak 10 kat sulandırılmış çözeltiler yapılacak şekilde 15 tüp hazırlanır. Yani 15. tüp içindeki DNA molekülü sayısı, 0,000000000000001 gibi muazzam azaltılmış durumdadır. Bu bir damla mürekkebin bir okyanustaki oranı gibi bir durumdur.

 

Aşağıdaki örnekte bu sulandırılmış tüplerden 10 üzeri -6 (yani 0,000001) oranında sulandırılmış 6 numaralı tüp alınarak devam edilen deney sonucu sunulmaktadır.





Şekil 54: Elektromanyetik sinyallerle iki su tüpü arasında bilgi aktarımı deneyi

Bu tüp solenoid adı verilen silindirik bir bobin içine konur. Yanına da saf-su içeren bir tüp konur. Yani (-6) ile gösterilen tüp içinde çok sulandırılmış, yani milyonda bir oranında DNA içeren bir çözelti vardır. Yanına konan tüp ise saf sudur.

 

Bobin 7 Hz frekansında bir elektromanyetik bir alan oluşturmaktadır.

 

Cihaz bu şekilde çalıştırıldığında, her iki tüpten de EMS = elektro-manyetik-sinyaller yayıldığı saptanır. Yani iki tüp arasında sinyal-bağlantısı olduğu saptanır. Ama deney sonunda normal su tüpü içinde hiç DNA oluşmadığı görülür.

 

Sonra saf su tüpü içine DNA yapımında gerekli olan nükleotidler, primerler, polimerazlar eklenir ve aygıt tekrar çalıştırılır.

 

Bu bobin içinde tüpler yaklaşık 18 saat tutulduktan sonra, saf-su içeren tüp analiz edildiğinde, içinde 6 nolu tüp içindeki DNA moleküllerinin aynılarının oluştuğu saptanır.

 

6 nolu tübün içindeki DNA moleküllerinin yaydıkları sinyaller 7 Hzlik elektromanyetik alan etkisiyle, saf su moleküllerine aktarılmıştır.

 

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu 7 Hz-lik elektromanyetik alandır. Bu 7 Hz frekansı yeryüzünde yaygın etkili olan bir frekanstır ve Schumann rezonans frekansı olarak bilinir. İnsan Beyninin yaydığı sinyaller arasında da 7 Hzlik sinyaller vardır.

 

Aşırı derecede sulandırılmış bir ortamda, hala ilk ortam bilgilerinden etkilenmiş moleküller var ise, o moleküllerde o ilk ortam koşullarını hatırlama bilgisi vardır. Ama bu bilgilere sahip moleküllerin aktive olması için, o bilgi sinyallerinin, ya o bilgilere sahip bir insanın deney ortamında bulunması ve su moleküllerini aktive edecek sinyali göndermesi; ya da, Montagnier deneyinde olduğu gibi, bir DNA-sinyalinin moleküllere iletilmesi gerekir. Bu işlem bir aktivasyon enerjisi veya sinyali görevini görür ve su-molekülleri, o bilgiyi hatırlayıp, o işlevi yerine getirirler. 

 

Montagnier ve diğ.(2014) Analog DNA sinyallerini bilgisayar yardımıyla (0-1) rakamlarıyla ifade edilen dijital sinyallere dönüştürerek (yani bit ve byte olarak dijital şekle dönüştürerek) Almanya ve İtalya gibi farlı ülkelerdeki meslektaşlarına gönderirler ve onların 7 Hzlik elektromanyetik alan etkisi altında bu sinyalleri su moleküllerine aktarmalarını isterler. Elektronik olarak aktarılan bu dijital sinyaller ile oradaki araştırmacılar aynı özellikli DNA zincirleri oluştururlar. Yani BİLGİLER su moleküllerine aktarılabilinmektedir.     1

 

Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.

 

Burada kullanılan “Su-hafızası” kavramı, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları olarak değerlendirilmelidir.

 

Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.

 

Günümüz insanlığı, varlıklar arası karşılıklı etkileşim olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre, varlıklar bilinçsizdirler ve insan davranışından etkilenmezler. Halbuki Benveniste deneyi, insanlarla su molekülleri arasında bir rezonans oluşturulursa, o su moleküllerinin kendileriyle rezonansta olan insanlardan etkileneceğini göstermektedir.

 

DEVAMI İÇİN TIKLA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder