1. Dünyada
Hayatın başlaması ve Gelişimi
4.6 milyar yıllık bir geçmişe sahip olan yeryuvarının, ilk yarım milyar yıllık
döneminin çok sıcak olduğu, bu nedenle de, üzerindeki su kütlesinin sürekli
buhar halinde olması nedeniyle, deniz veya göl gibi "kayıt tutucu, yani
tabaka oluşturucu" ortamların olmadığı anlaşılmaktadır. Hayat suya bağımlı
bir olaydır. Bu nedenle, deniz veya göl gibi sulu ortamların mevcut olmadığı
bir dünyada, hayat olması da beklenemez. Dünyamızın oluşumunu takip eden
süreçte, gittikçe soğumaya başlaması nedeniyle, yüzeyinde sert bir kabuk
oluşumu başlar. Bu arada, atmosferde buhar olarak bulunan H2O da,
sıcaklığın düşmesi sonucu, "suya" dönüşür ve bu şekilde yeryuvarında
ilk karalar ve denizler oluşmaya başlar.
1.1.
Denizlerde başlayan bir hayat sistemi
Dünyamızın ilk sakinleri deniz
sularında yaşayan prokaryotik bakterilerdir.
Şekil 6.1: Yaklaşık 3.5 milyar yıl
öncesi kayaçlarında bulunan bir bakteri türü (Schopf 1993).
Dünyamızın en eski canlı kayıtlarına,
yaklaşık 3.5 milyar yıl öncelerine ait olan tabakalarda rastlanır. Bunlar,
günümüz dünyasının da en ilkel ve basit yapılı canlıları olan prokaryota
grubuna ait bakterilerdir.
Bakteriler yaklaşık bir mikron
boyutunda, çok çeşitli koşullarda yaşayabilen ve çok çeşitli kaynaklarından
yararlanan canlılardır. Çok çeşitli kimyasal reaksiyonlar yaparak, bulundukları
ortamdaki kimyasal bileşikleri değiştirebilirler. Örneğin fotosentezle şu
reaksiyonu gerçekleştirebilirler:
6CO2 + 6H2O
+ Güneş enerjisi = C6H12O6 + 6O2
Bu tür kimyasal tepkimeler sonucunda,
canlıların bulundukları ortamdaki madde bileşimi değişimlere uğrar. Örn.
ortamdaki CO2 miktarı azalıp, O2 miktarı
artmaya başlar. Bu tür değişimler sonucu, atmosfer, hidrosfer ve biyosferdeki
kimyasal bileşimler sürekli değişir. Ortamın kimyasal bileşimi değişince, o
yeni kimyasal bileşimleri kullanacak yeni bakteri türleri oluşurlar. Bu şekilde
canlılar alemindeki çeşitlilik artışının ilk adımları atılmış olunur.
1.2.
Bakterilerden
sonra yaklaşık 2 milyar yıl önceleri ökaryot tek hücreli canlılar dünyamız
denizlerinde görülmeye başlar
Bakterilerin etkinliklerinin
atmosfer, hidrosfer, biyosfer gibi doğal ortam koşularında birçok değişiklikler
yapmaları, varlıklar arası sinyal etkileşimlerini muazzam bir yoğunluğa
ulaştırmıştır. Bu olay aynen günümüz insanlığının karşı-karşıya bulunduğu duruma
benzemektedir: Binlerce yıldır hem insan nüfusu artmış, hem birçok yeni meslek
grupları ortaya çıkmış; insanlar arası etkileşim dünya ölçeğine ulaşmış ve
artık insanların tek başlarına yaşayabilecekleri bir yer kalmamıştır. Bu durum
karşısında, ya karşılıklı olarak birbirlerini yok ederek hayatta kalma yarışını
sürdürecekler, ya karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşıp, mevcut koşullara uygun
daha ekonomik bir yaşam sistemi ortaya koyacaklardır.
Varlıklar birbirlerinden kopuk,
bağımsız yaşadıkları zaman çok fazla enerji harcarlar. Hâlbuki birbirleriyle
birleştikleri ve karşılıklı olarak hizmet alış-verişi ortaklığı içine
girdikleri takdirde, daha az enerji harcayan, daha ekonomik üst sistemler
ortaya koyarlar. Örneğin H2O molekülünde, hidrojen ve oksijen
karşılıklı bir hizmet alış-verişi ortaklığı içindedir: Biri diğerine bir
elektron verir; diğeri ona bir pozitron verir; bunun sonucu daha az enerjiyle
geçinebilen bir molekül oluştururlar.
Bireysellikle toplumsallık arasındaki
ilişkinin sırrı buradadır. Bu ilişki şöyle ifade edilir:
Varlıklar üst-sistemler içinde birleştikçe, daha az enerji harcarlar ve bu nedenle “hafifleşirler”. Kütledeki bu azalma, E=mc2 formülü uyarınca, üst-sistemi bir arada tutan bağ-enerjisine dönüşür.
Bütün sorun, “hangi bileşimdeki
öğeler bir araya gelirlerse daha ekonomik bir üst sistem oluşturulabilir?”
bilgisinin saptanmasına gelir – dayanır. Bunun cevabı ise, sinerjetik fizik
verileriyle ortaya konmuştur: Oluşturulan bilgiler birbirleriyle
yarıştırılırlar; tüm ilişkililer dikkate alınarak, en kısa yoldan, en ekonomik
çözüm formülünü oluşturan hayatta kalır! Çünkü elektronlar en ekonomik sisteme
göç ederler.
İşte bakteriler arasındaki sorun
böyle çözülür ve ilişkili tüm bakterilerin ortaklıklarıyla ökaryot tipi
hücreler oluşurlar. Bu nedenle ökaryotlar prokaryotlara göre, çap olarak 10
kattan fazla bir boyutta oldukları gibi, ağırlık ve hacim açısından da binlerce
kat daha büyüktürler.
Son yıllarda olanaklı olan elektron
mikroskobik ve gen teknolojik araştırmalar ökaryotların prokaryotik hücrelerin
birleşmeleriyle oluştuklarını ortaya koymaktadır. (Margulis 1993, Dyall et al.
2004.) Nitekim ökaryot hücrelerde, mitokondria, kloroplast gibi organeller
bulunmaktadır. Bu organeller, "canlı içinde canlı, veya devlet içinde devlet"
gibidirler; kendi genleri vardır, yani kendilerine özgü bir bilgi bankaları
bulunur; oldukça (otonom) bağımsızdırlar. Bu organeller üzerinde yapılan
genetik aminoasit dizilimi benzerliği (akrabalığı) araştırmaları, onların,
içlerinde bulundukları hücreden çok, prokaryotik eşlenik bakterilere daha yakın
olduklarını ortaya koymuştur.
Ökaryot hücrelerin prokaryot
hücrelerin ortaklıklarından ortaya çıkmış olmaları olgusu, “Bilgi oluştur ve bu
bilgilere göre örgütlen!” dürtüsünün etkinliği sonucudur: Mevcut olan tüm
öğeler kullanılarak,
- hem daha ekonomik yeni bir
üst-sistem oluşturulmuş,
- hem çok daha fazla bilgi depolama
ve depolanan bu bilgilerin birbirleriyle karıştırılmalarını önleyici yeni bir
sistem ortaya konmuş (çekirdekte histon denilen makara-gibi yuvarlaklara
sarılma yöntemi),
- hem de bireyler arasında genetik
bilgi alış-verişine ve bu sayede edinilen bilgilerin çok daha etkin bir şekilde
kullanılmasına olanak sağlayan yeni bir değer yargısı oluşturulmuştur: aşk ve
seks!
- Ökaryotların prokaryotlara göre
daha ekonomikliğini göstermek için, 1 mol şekerden yararlanma derecesine
bakalım: Prokaryotlar fermantasyon işlemiyle glikoz (şeker) molekülü başına 2
ATP elde ederlerken, ökaryotlar hem bu fermantasyon yöntemini kullanarak önce 2
ATP lik bir verim elde ederler; sonra ise, bu reaksiyonlarda ortaya çıkan
piruvat moleküllerini oksitleyerek, onlardan tekrar ATP üretimini çoğaltırlar
ve sonuçta kat be kat fazla ATPlik verim elde etmiş olurlar.
- Prokaryotlarda bilgi, sitoplasma
içindeki basit bir DNA ipliğinde sıralanan amino-asit dizilimlerinde bulunur.
Buna karşın ökaryotlarda genetik bilgi, çekirdek denilen ve özel bir zarla
sitoplasmadan ayrılmış bulunan bir kafes içinde bulunur. Diğer ikinci ve önemli
bir fark ise, prokaryotların genetik bilgisi bir tesbih şeklinde tek bir
zincirlemeden oluşurken, ökaryotlarda çok büyük dizilimlerden oluşurlar ve bu
büyük dizilimler bir birleriyle karışıp- kördüğümler oluşmasın diye, histon adı
verilen yuvarlak sarılım aygıtları oluşturularak, ipliklerin kördüğüm
oluşturmasını engelleyen makaralar gibi özel sarılma sistemleri
oluşturulmuştur.
- Artan bilgi kapasitesini depolamaya
yarayan bu makaralara sarma işlemi yanında, ökaryotlar bir yenilik daha
oluşturmuşlardır: Karşılıklı olarak bireyler arası bilgi-değiş-tokuşunda
bulunarak, karşılıklı deneyimlerden yararlanmak! İşte seks dediğimiz
ayrımın nedeni bu bilgi alış verişine dayanır. Hücreler bu bilgi alış-verişine
o kadar önem vermişlerdir ki, canlılar çeşitli metabolik reaksiyonlarla seks
savaşları yapacak, veya hayatlarını bu uğurda feda edecek derecede bu eyleme
zorlanmışlardır. Seks ayrımı, canlılar âlemindeki ayırıcı özellik olan tür
farklılığının oluşumuna yol açmıştır. Her canlı, kendi genetik bilgileriyle
çakışabilecek bilgiye sahip olan eşleniğini kolayca ayırt edebilmek için
çeşitli yöntemler oluşturmuşlardır: Kimi belli renkler, kimi belli kokular,
kimi belli geometrik şekiller, vs. oluşturarak, karşılıklı şekilde birbirlerini
tanıyıp, karşılıklı bilgi alış-verişi sağlanmasını güvence altına almaya
çabalamışlardır. Çünkü bilgi oluşturmak onlar için çok çok önemlidir, zira doğa
ve dünya varlıkların oluşturdukları bilgilere göre dizilen parçacıklardan
oluşturulmaktadır. Tüm canlıların, yavrularını yetiştirmek için gösterdikleri
olağan-üstü çabalar, yine bilgiye ve onun aktarılmasına verilen önemden
kaynaklanmaktadır. Canlılar arasında yapılan tüm kavgalar ve savaşlar da, her
bir canlının sahip olduğu bilgiyi diğerine empoze etmesi gayretlerinden başka
bir şey değildirler.
Şekil 6. 2: Yaklaşık 800 milyon yıl
öncelerine ait ökaryot hücre kalıntıları (Knoll 1991’den).
1.3.
Ökaryot
hücrelerin karşılıklı ortaklık ilişkilerine girmeleri ile yeni bir
üst-sistemin (= çok hücreli canlıların) denizlerde oluşması
Yukarıdaki paragraflarda açıklanan
doğa yasası işlemeye devam eder ve ökaryot türü canlıların sayısı ve
çeşitliliği, bunlara bağlı olarak da, diğer varlıklar arası etkileşim ve
çeşitlilik gittikçe artar. Varlık çeşitliliklerinde ve sayılarında oluşan bu
artış, tüm bu varlık sistemlerini birbirleriyle karşılıklı etkileşimlere
zorlar. Bu defa ortada prokaryotik canlıların yanı sıra, çok sayıda ökaryot
hücre çeşitliliği ve bolluğu vardır.
“Bilgi oluştur ve bu bilgilere göre
daha ekonomik yeni bir üst-sistem oluşturacak şekilde örgütlen!” dürtüsü yine
etkisini gösterir ve hücreler karşılıklı ortaklık ilişkilerine girecek bir
bilgi sistemi oluşturarak, çok hücreli canlı yaşamını devreye sokarlar.
Önce yaklaşık 800-900 milyon yıl
önceleri çok hücreli deniz yosunları ve 600 milyon yıl önceleri ilk çok hücreli
hayvanlar dünyada yerlerini alırlar.
Yaklaşık 600 milyon yıl öncelerine ait tabakalarda ilk çok hücreli hayvanlıların izleri görülmeye başlanır. İlk defa Avustralya'daki Ediacara tepesinde bulunmalarından dolayı, "Ediacara faunası" olarak adlandırılan bu canlı topluluğundaki bazı organizma örnekleri şekilde görülmektedir.
Şekil: Ediacara faunası örnekleri
(Sunday Times 1972’den).
Yaklaşık 550 milyon yıl öncelerinin
tabakalarında, hayvanlar aleminin nasıl büyük bir patlama gösterircesine
çeşitlendiğinin kayıtları bulunur. Ediacara tipi fauna yok olmuş, onun yerine, çok
farklı şekillerde, çok farklı özelliklerde bir çok yeni canlı tipi ortaya
çıkmıştır. Bu yeni ortaya çıkan canlı grupları arasında, deniz salyangozları,
midyeler, derisidikenliler gibi günümüz canlı gruplarının benzerleri de vardır;
ama bunların yanında, günümüz hayvanlarına hiç benzemeyenlerinin sayısı, çok
çok daha fazladır! Kambriyen dediğimiz bu döneme ait hayvanlar aleminden bazı
örnekler şekilde verilmiştir. Kambriyen faunasında dikkati çeken bir husus,
canlıların büyük çoğunluğunun sert bir koruyucu kavkı oluşturmuş olmalarıdır.
Şekil: Kambriyen denilen dönemin başlangıcında (550 milyon yıl önceleri), sert kabuk veya kavkı yapabilme bilgisi oluşmuştur.
Şekil: (A) şeklinde 450-500
milyon yıl öncelerine ait hızlı bir deniz yüzücüsü nautilid (Ortoceras), (B)de
ise bir araya gelip, nema adı verilen yüzücü bir sap oluşturarak, kendilerini
buna bağlayıp deniz suları üzerinde pasif şekilde yüzen graptolit grubundan bir
hayvan kolonisi (Didymograptus).
Koruyucu veya destekleyici kavkı
oluşturma bilgisi, çok hücreli canlıların aktif hareket etme yeteneklerini
hızlandırmalarına yol açmış ve nautilidler gibi denizaltı gemilerinin dalma ve
yükselmeleri veyahut jet-prensibine göre hareket eden uçakların hareket
prensiplerine benzer yöntemler oluşturularak, tüm denizel ortamlarda yaşama
olanaklarına kavuşulmuştur.
1.5.
Deniz
hayvanları arasında ilk ortaklık sistemlerinin oluşturulması
Bir üst düzeyde birleşilerek daha
rahat yaşama olanağına kavuşulduğundan, sayıları çok artan canlılar, koloniler
şeklinde bir araya gelerek ekolojik sistemde yerlerini almışlardır. Yaklaşık
500 milyon yıldan beri hayvanlar arasında ortaklıklar, koloni yaşamaları
yaygındır. Graptolitler, mercanlar, bryozoa gibi bir çok hayvan grubu ortak
yaşamın öncülerindedirler.
İlk ortaklık sistemlerinden
biri, sal gibi deniz suyunda yüzebilecek bir sap (nema) oluşturarak, bu sapa
kendilerini bağlayıp, denizlerin üzerinde akıntılarla her yöne sürüklenip
değişik deniz ortamlarından yararlanma usulüdür. Bu yöntemi graptolit denilen
hayvanlar oluşturmuşlardır.
Mercanlar, bryozoa gibi daha
bir çok hayvan grubu, yaklaşık 400-500 milyon yıldan beri denizlerde
hayvan ortaklıkları oluşturarak yaşamaktadırlar.
Şekil: Bir bryozoa kolonisi
1.6.
Karasal ortam koşullarına uyumlu beden
tasarımı bilgilerinin oluşturulması ve hayatın denizlerden karalara sıçraması
Şekil 6.7’de sol-üstte, dünyamızda
karalarda görülen ilk bitki türleri (at kuyrukları, kibrit-otları, vs)
görülüyor. Sağ üst tarafta en üstte Spirifer denilen bir
brachiopod ve altında bir cephalopod resmi var. Diğer fosiller ise “zırhlı
balıklar” grubundan; bu balıkların zırhlarını oluşturan kemikler, daha
sonraki omurgalılarda kafatasına dönüşürler!
Şekil: 400-420 milyon yıl
öncelerinde hayat denizlerden karalara geçiş yapar.
Yukarıda anlatılan devirde ilk defa
karalara geçiş yapan hayat (hücreler ve hücre kolonileri sistemleri) ilk önce
basit boru yapılı otsu bitkilerle başlayıp, gittikçe daha gelişmiş türler
geliştirerek, Karbonifer devri dediğimiz (yaklaşık 300-350 milyon yılları
arasını kapsayan) devirde, dünyamızın ilk kömür yataklarını oluşturacak kadar
bollaşırlar ve zenginleşirler. Kömür oluşturucu anlamına gelen Karbonifer
devrinde, günümüz dünyasında hiç benzeri olmayan çeşitli türlerde dev ağaçlar
ve eğrelti otları oluşmuşlar ve bataklık ortamlarında gömülüp fosilleşerek, biz
insanların bu gün "taş kömürü" olarak yaktıkları kömür yataklarını oluşturmuşlardır.
Karalarda bu kadar çeşitli türlerde
ot ve (çiçeksiz) ağaç yetişmesi, hayvanları da (hayvan dediğimiz hücre
kolonilerini de) karalara geçiş yapmaya; oralardaki bu bitkiler topluluğunun
oluşturdukları enerji depolarından yararlanmaya ve onları başka tür enerji
kaynaklarına dönüştürerek, doğadaki doğal döngü sisteminin çeşitlendirilmesine
yöneltmiştir.
Şekil: Hayatın karalara geçmesiyle
birlikte, karasal ortam canlıları gittikçe gelişip çeşitlenirler ve dünyamızın
ilk kömür yataklarını oluşturan kalın ağaçlar, çeşitli böcek ve bataklık
hayvanları gelişirler (Sunday Times 1972’den).
Karalara geçiş yapan hücre kolonileri
arasında, denizlerdeki "eklembacaklıların" temsilcileri olarak
çeşitli "böcekler" (insecta) yer alırken, denizlerdeki omurgalıların
(ki o zamanlarda denizlerdeki tek omurgalı hayvan grubunu balıklar
oluşturmaktadır) temsilcileri olarak da, çift yaşamlı anlamına gelen
"amphibia" grubu hayvanlar (semenderler, kurbağagiller) bu geçiş
döneminin öncülüğünü yapmışlardır.
Yaklaşık 250-300 milyon yılları
arasını kapsayan ve Permiyen diye adlandırılan devirde, omurgalılar alemindeki
hızlı gelişmeler devam eder ve reptilia denilen sürüngenler grubu hayvanlar
sahnede bollaşmaya başlar.
Şekil: 250-300 milyon yıl öncelerine
ait bazı canlı kalıntıları (Sunday Times 1972’den).
1.7.
Canlılar Âleminde Toplu Yok-oluşlar ve Yeniden
Oluşumlar
Bir denizdeki fitoplankton
miktarının, dünyanın dönmesine bağlı olarak 24 saatlik bir artma ve azalma
döngüsü göstermesi gibi, dünya genelindeki hayat sisteminin de çok uzun vadeli
bir döngüye sahip olduğu paleontolojik değerlendirmeler sonucu ortaya
konulmuştur.
Rhode ve Muller (2005)’den alınan
şekilde görüldüğü üzere, yazarlar yaptıkları araştırmada, dünyamızın son 550
milyon yıllık tarihi sürecinde yaşamış ve fosilleşmiş canlı kalıntılarının cins
mertebesinde sayısal artış ve azalışlarını bir diyagram üzerinde göstermişler
ve dağılımlarının yaklaşık 62 milyon yıllık döngüler şeklinde olduğunu ortaya
koymuşlardır. (Şekildeki bol zik-zaklı eğri, gerçek veri değerlerini, düzgün
sinüs eğrisi ise 62 milyon yıllık döngü eğrisini göstermektedir.)
Şekil: Yaklaşık 62 milyon yıllık bir periyotla dünyamızdaki tüm canlıları etkileyen bir faktör vardır (Rhode ve Muller 2005).
Global ölçekli bu yok oluşların nedeni kesin olarak bilinmiyorsa da, Mars ile Jüpiter gezegenleri arasındaki asteroid kuşağından dünyamıza, yaklaşık 60 milyon yılda bir, 10 km den büyük çaplı göktaşlarının çarpma periyodu ile uyumlu olması, çok dikkat çekicidir.
1.8.
Memeliler
ve kuşlar grubu canlıların yeryüzünde ilk ortaya çıkışları
Yaklaşık 250 milyon yıl önceleri
oluşan bu felaket sonrası, canlılar alemi gerek denizlerde, gerek karalarda
tekrar yeniden canlanmaya ve çeşitlenmeye başlar. Denizlerde yeni mercan
grupları oluşarak, eskilerden kalan boşluğu doldurur, yeni yumuşakça (mollusca)
grupları ortaya çıkarlar, vs.. Karalarda ise, omurgalılar dünyasında
sürüngenler egemenliği ortaya çıkar. Omurgalılar grubundan memelilerin de ilk
temsilcileri bu arada ortaya çıkmıştır. Dünya iklimi bu 250 – 65 milyon yılları
arasını kapsayan Mezozoik dediğimiz ana-devirde öylesine sıcaktır ki, bu sıcak
iklim koşulları sürüngenler gibi soğukkanlı canlılar için ideal iken, memeliler
gibi sıcakkanlı canlılar için büyük bir dezavantaj oluşturmuştur. Çünkü sıcak
iklim koşullarında memeliler ter bezlerini sürekli çalıştırmak zorunda
kalmışlar; bu ise onları fazla enerji harcar durumda olmaya zorlamıştır.
Yaklaşık 170- 200 milyon yıllarında,
karalarda ilk defa çiçekli bitkiler de ortaya çıkar ve meyve ağaçları da
oluşur. Çiçekli bitkilerin ortaya çıkışı, böcekler ile bitkiler alemi arasında
yoğun bir karşılıklı ilişki ağı oluşturulmasına yol açar. Kuşların ilk ortaya
çıkışları da bu dönemde gerçekleşmiştir.
Şekil: Mezozoik Era'sı adı verilen 65- 250 milyon yılları arasında, yeryüzünde sürüngenler grubu canlılar (DİNOZORLAR) dünya sahnesine egemendirler. Bu dönemde ilk defa memeliler ve kuşlar da ortaya çıkmışlardır (Sunday Times 1972’den).
1.9.
Canlılar âleminde bir başka büyük yok-oluş ve
dinozorların yerine memelilerin dünyaya egemen olmaları
Yaklaşık 65 milyon yıl öncesinde, dünyamız tekrar bir "kıyamet" dönemi yaşar. Mezozoik ana -devrinin başındaki yok oluşa benzer bir büyük yok oluş, son ana-devir olan Senozoik'in başında da tekrarlanır. Bu yok oluş evresinde, omurgalılardan dinozorlar grubu tamamen yok olurlarken, omurgasızlar aleminden, ammonitler, belemnitler; protozo'lardan globotruncanid denilen pelajik foraminiferler, vs. yok olan canlı grupları arasındadırlar.
Şekil: Günümüz dünyası canlıları
Senozoik adı verilen 65 milyon yıldan itibaren yaygınlaşırlar (Sunday
Times 1972’den).
Hücre kolonileri, yok olan bu akraba
canlı gruplarının yerlerini, yeni kombinasyonlar oluşturarak doldururlar.
Dinozorlardan kalan ekolojik boşluğu, memeliler grubu canlılar doldururlar.
Memeliler grubunun anaç hücreleri, hemen Senozoik başlarında bir sürü yeni
kombinasyonlar oluştururlar ve birçok yeni memeli grubu ortaya çıkar. Bunlar
arasında atlar, filler, geyikler, ayılar, vs. gibi, bizlerin aşina olduğu
günümüz hayvanları yer alırlar.
1.10.
Günümüz
coğrafik görüntüsünün oluşmaya başlaması ve ilk iki ayaklı memelilerin
(İnsangillerden Australopitechus'un) ortaya çıkışı
Senozoik dediğimiz son ana-devir
içinde, dünyamız coğrafyası, güncel şeklini almaya başlar. Bu arada birçok
taşküre parçası birbirinden uzaklaşıp, aralarında yeni okyanuslar oluşurken
-Afrika ve Güney Amerika taşküre
parçaları birbirlerinden ayrılırlar. Aralarında Atlantik Okyanusu oluşur;
Hindistan, Avustralya, Antarktika, Afrika taşküre parçaları birbirlerinden
ayrılıp uzaklaşırlar ve aralarında Hint Okyanusu oluşur;
-bazı taşküre parçaları da
birbirlerine yaklaşırlar ve aralarındaki okyanus tabanları sıkışarak kıvrılıp
kırılmalarla yükselirler ve yeni dağ kuşakları oluştururlar,
-Afrika ve Avrasya taşküre
parçaları birbirlerine yaklaşarak, Alpleri, Dinaridleri, Torosları, Zagrosları,
vs. oluştururlar. Hindistan ve Asya taşküre parçaları tam çarpışarak, ikisi
arasındaki eski okyanusun tamamen kapanmasına ve dünyanın en yüksek dağ kuşağı
oluşumuna yol açarlar.
-Yaklaşık 7-8 milyon yıl önceleri,
Doğu Afrika bölgesi coğrafyasında büyük değişimler oluşmaya ve yörede volkanlar
patlamaya başlar. Devam eden iç dinamik güçler sonucu kıta parçalanmaya başlar
ve bölgede Victoria, Rudolf, Stefani, Abaya gölleri ve onların kuzeydoğuya
doğru uzantılarında bulunan bir sürü göl oluşumu başlar ve Habeşistan'ı
güneybatı - kuzeydoğu yönünde kesen vadi sistemi (Omo vadisi, vs.) oluşur.
Yani Doğu Afrika'nın bu yöresi, iç
dinamik kuvvetlerin etkisiyle, bir taraftan yükselirken, diğer taraftan da
yarılmaya başlar. Bu durum karşısında, elbette bölgenin hem iklimi değişir, hem
de bu iklim değişikliğine paralel olarak bitki örtüsü değişmeye başlar. Bitki
örtüsünün değişmesi, yöredeki hayvanların, daha doğrusu, hayvanları
oluşturan hücre kolonilerinin de, yeni kombinasyonlar oluşturarak, bu değişen
koşullara uyumlu "yeni kılıflar= yeni hayvan türleri" oluşturmalarına
neden olur.
Şekil: Kuvaterner denilen son
iki milyon yıllık dönemde, memelilerin hızlı gelişimi sürer ve bunun bir sonucu
olarak ilk insan ortaya çıkar (Sunday Times 1972’den).
Tüm bu oluşumlar bir grafik üzerinde
gösterilirse, şöyle görünür:
2.
Dinamik sistemler fiziğinin temelleri
Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik
katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en
alt-sistem öğelerinin özellikleri:
• Doğanın alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru
geliştiğini,
• Oluşumları tetikleyici faktörün (yani kuvvet
oluşturma erkinin) alt-sistemlerde olduğunu,
• Böylelikle doğada bilgi oluşturmaya dayalı gittikçe
gelişen ve “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak
özetlenen dinamik bir sistemin ortaya çıktığını;
• her varlığın çevresini algılama ve onlara göre
kendisini yönlendirme yeteneğine sahip olduğunu;
• yönlendirmelerin “bilgi” sinyalleriyle olduğu ve
bilgilerin hep varlıkların içsel bileşenlerinde kaydedilip- işlendiğini
göstermiştir.
2.1.
Neden Dinamik Sistemler Fiziği
Zaman
dosyasında gösterildiği üzere, doğadaki her şey atom-altı-öğeler denilen çok
kısa ömürlü ve çok devingen canlı öğelerle başlamaktadır. Saniyenin milyarlarda
biri gibi kısa sürelerde, devinip dururlar. Yani çok rahatsız bir zor-durum söz
konusudur. Dinamik sistemler fiziği zor-durumlardan kurtulma yöntemlerini
açıklayan bilim dalıdır.
Hermann
Haken, «zor durumdan» çıkışların, «birlikte işlem yapılarak» gerçekleştiğini
fark eder ve Synergetics (1983) adıyla yayınlar. Bu çalışmasını 2000 yılında
«information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen» olarak geliştirir.
«Dinamik Sistemler Fiziği» bu şekilde ortaya çıkar.
Görüldüğü
üzere doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır.
Zor-durumda kaldıklarında karşılıklı uzlaşarak ortak davranışa geçerler.
(Sinerjetik = birlikte işlem yapma)
Doğada
değişip-dönüşmeyen, sabit-değişmez olarak kalan hiçbir şey yoktur. O zaman
hemen bir soru: İnsanların yaratıcı dedikleri ve doğanın- evrenin sahibi olarak
düşündükleri varlık sabit-değişmez, ebedi olarak hep var olan bir varlık
mıdır? Böyle değişip-dönüşmeyen bir
varlık mevcut olabilir mi?
İşte
bu konu, insanların doğa ve dünyanın oluşum ve gelişimi hakkında pek bir şey
bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Yeryuvarı ARŞİV-SAYFALARI bilgileri
yaklaşık 2 asırdır bilinmeye başlanmıştır ve bunu bilen de çok sınırlı sayıda
insan vardır.
Varlıkları oluşturup-etkileyen ve yönlendiren
faktör fizikçilerce “kuvvet” olarak tanımlanmıştır ve 4 farklı (strong force,
weak force, elektro-magnetic force ve gravity-force) kuvvet türü olduğu ortaya konmuştur. Bu
kuvvetlerin atomik sistemden kaynaklandığını yine fizikçiler saptamışlardır.
Ancak fizikçiler “BİLGİ” diye bir parametreyi fiziksel olayları açıkladıkları
formülasyonlarda kullanmadıklarından, atom-altı-öğelerde bulunan enerjinin
nasıl kuvvet oluşturduğu ve doğadaki oluşumları nasıl
etkileyip-yönlendirdikleri konusunda pek aydınlatıcı çözümler ortaya
koyamamışlardır. Ta ki Hermann Haken adlı bir Alman fizikçisinin dinamik
sistemlerin oluşumlarını açıklayan, önce “Synergetics”, sonra “Information & Self-Organisation” olarak
yayınladığı esere kadar.
Haken
bu eserinde doğadaki oluşumları yönlendiren faktör olarak fizikçilerin
kullandıkları “kuvvet alanı” kavramının atomlar tarafından oluşturulan bir
etkileşim (bir haberleşme) alanı olduğunu ve bu şekilde “doğadaki kuvvet
alanları” sistemlerinin, harici bir kaynaktan değil, varlıkların içlerindeki
atomlardan kaynaklandığını ortaya koyar.
2.1.1. Haken’in bu düşünceye
ulaşmasının ardında «laser teknolojisi» yatar.
Haken’in
bu görüşü oluşturmasına iten temel neden “ laser” teknolojisi olmuştur.
Laser
ışığı sıkışık, yani zor durumdaki atomların uzlaşarak zor durumdan güçlü bir
enerji oluşturarak kurtulduklarını gösteren bir sistemidir.
Doğada
varlıkları ortak davranışa iten faktör, hep “bir
zor-durumda olma” olmuştur. Sıkışan her varlığın sıkışık durumdan kurtulmak
için nasıl davrandığı laser teknolojisiyle anlaşılmıştır.
Şöyle
ki:
Çelik
levhaları bile peynir keser gibi kesen Laser ışığı şöyle elde edilir.
Bir
tüp içine belli bir bileşime sahip olan moleküller hapsedilir. Tüpün bir ucu
tam yansıtıcı bir ayna ile, diğer ucu ise yarı yansıtıcı- yarı geçirgen bir
ayna ile kapatılmıştır. Sonra bu moleküllerin duyarlı oldukları bir ışın
dışarıdan tüpün içindeki moleküllere gönderilmeye başlanır. Dışarıdan gelen
ışınları alan moleküllerin elektronları önce bu ışını alırlar, ama hemen sonra
tekrar çevreye yayarlar. Çevreye yayılan ışınlar aynalardan geri yansır.
Dışarıdan gelen radyasyonlar da sürekli devam ettiğinden, aynalardan yansıyan
ışınların da bunlara eklenmesiyle tüpün içindeki moleküller çok bunaltıcı bir
duruma girerler.
Bu
zor durumdan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Her molekülün elektronları,
çevreye salacakları ışınları yarı-yansıtıcı ayna yönünde ve birbirleriyle aynı
fazda ve frekansta olacak şekilde gönderirlerse, bu ışınlar üst-üste çakışacak
durumda olduklarından güçleri birbirine eklenirler ve yarı-geçirgen aynadan
dışarı çıkabilirler.
Ve
sıkışık durumda olan moleküller böylece tüp içindeki baskıyı azaltırlar ve
düzeneği yapan insanlar da muazzam güçlü bir laser ışığı elde etmiş olurlar.
Hermann
Haken adlı bir Fizikçi tarafından Synergetics adıyla 1983te ortaya atılan ve
2000 yılında “information & self-organisation” olarak özetlenen Dinamik
Sistemler Fiziği böyle bir doğa olayından esinlenilerek ortaya konulmuştur.
İlk
laser ışığı Al2O3 bileşimli yakut mineralinde bazı Al
elementi yerine Cr elementi yerleştirilmesiyle oluşturulan yapay yakut
mineraliyle yapılmıştır. Mineral silindrik bir tüp içine yerleştirilir. Tüpün
bir ucuna tam yansıtıcı bir ayna konur. Diğer uca ise yarı yansıtıcı bir ayna
konur. Tüpün çevresine ise «uyarıcı bir ışık» kaynağı yerleştirilir ve atomlar
uyarılırlar.
Atomların
elektronları gelen uyarıcı ışığı alır ve çevrelerine böyle bir sinyal
aldıklarını yayarlar. Çevreye salınan radyasyon, tüp uçlarındaki aynalardan
geri yansır ve tekrar atomlara çarpar. Bu şekilde tüp içindeki radyasyon
gittikçe artar. Tüp çevresinden sürekli uyarıcı ışık gelişi devam ettiğinden,
tüp içindeki radyasyon trafiği dayanılmaz boyutlara ulaşır. Yani atomlar çok
zor bir durumla karşı karşıya kalırlar.
Burada
bir noktaya dikkat etmek gerek: Tüpün bir ucundaki ayna, gelen tüm ışınları
geri yansıtırken, diğer uçtaki ayna yarı-yansıtıcıdır. Yani radyasyon şiddeti
belli bir değeri aşarsa, o güçlü ışının dışarı çıkmasına engel olmaz. Kuantsal
öğelerin çevrelerindeki tüm durumları algılayıp, ona uygun davrandıkları
hatırlanırsa, tüpteki atomların da bunu yapacakları ve yarı-yansıtıcı aynadan
dışarı çıkılabileceğimi fark etmiş olacakları anlaşılır.
İşte
laser tüpü içindeki atomların da yaptıkları budur. Zor durumdan kurtulabilmenin
yolu, yarı-yansıtıcı aynadan geçebilecek derecede güçlü bir sinyal
oluşturabilmektir. Bunun için ise ortak davranışa geçerek güçlerin
birleştirilmesi gerekir.
Atomların
yaydıkları sinyaller uyumlu olduklarında tüp ucundaki yarı-yansıtıcıyı delerek
dışarı çıkar ve tüpde rahatlama olur. Yani doğal sistemde varlıklar sorunlarını
ortaklıklar yaparak çözerler.
2.1.2.
Moleküller de zor durumda ortak davranışa geçerler.
Görüldüğü üzere atomlar zor-durumda
kaldıklarında, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, sorunlarını çözerler. Çünkü
doğadaki tüm varlıklar arasında şekildeki gibi bir karşılıklı etkileşim ve
haberleşme yeteneği vardır.
Kaynayan kazanlarda veya cezvede
görmeye alışık olduğumuz durum bunun güzel bir örneğidir. Kaynayan kaplarda
hava kabarcıkları oluşmasının nedeni Benard-hücreleri oluşumudur. Hava
kabarcıkları hep aynı noktalardan çıkarlar. Acaba neden?
Cezvedeki su molekülleri, ortam sakin
ve sıcaklık her yerde aynı ise, durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun
yok demektir.
Cezve ısıtılmaya başlanırsa,
moleküller için sorun ortaya çıkar. Moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve
karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar; bardaktaki su
molekülleri arasında bir hareketlilik başlar, kaotik bir durum oluşur. Kaos bir
süre devam eder. Sonra su molekülleri birbirleriyle uyum içine girerek şekilde
gösterildiği gibi bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca yükselirler,
yüzeyde ısılarını bırakırlar ve içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli
bir güzergâh boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar
yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış
noktaları, hep aynı yerdedir.
Cezvede olan olay şudur. Sıcaklıktan etkilenen su molekülleri bir birleriyle haberleşmeye başlar. Her molekül kendisine gelen her sinyalin değerini, kendi durumuyla kıyaslayarak, davranışını belirler. Bu şekilde sıcak moleküller, daha az sıcak olanlar yönünde yükselmeye başlar ve tabandan tavana doğru bir akım oluşur.
Moleküller davranışlarını şu formüle
göre ayarlarlar:
Kuantsal sistemi oluşturan atom-altı-öğelerin çevrelerindeki her varlığın enerji durumunu anında algılayıp, nereye gideceğini (veya gitmeyeceğini) anında hesapladığı hatırlanırsa, moleküllerin de buna benzer şekilde yukarıdaki formül uyarınca davranmaları normal durumdur.
Yukarıda verilen formüle göre hareket ilişkileri ayarlanır. Böylelikle kabın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir. Belli kanallar boyunca yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar, içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca dibe inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider.
2.1.3. Hücreler de zor
durumda ortak davranışa girerek zorluğu aşarlar.
Haken’in
“information & self-organisation” olarak özetlediği dinamik sistemler
fiziği kurallarının matematiksel ve fiziksel formülasyonlarını oluşturmasında
esinlendiği diğer bir olay da “Sosyal amip” olarak da bilinen Dictyostelium
discoideum adlı tek hücreli canlının zor durumlar karşısındaki davranışları
olmuştur.
“Sosyal
amip” olarak da bilinen Dictyostelium discoideum adlı tek hücreli canlı (amip),
yaklaşık 20-30 mikron boyutundadır ve bahçelerde- ormanlarda çürümeye başlamış
organik maddelerde bulunan yaklaşık 1 mikron boyutlu bakterilerle beslenir.
Dakikada 10 mikron kadar ilerleyebilirler. Beslenme kaynakları olan
bakterilerin doğadaki dağılımları homojen değildir, parça parça kümeleşmeler
halinde bulunurlar. Amipler ise günde yaklaşık 1-2 cm kadar ancak
ilerleyebildiklerinden, bulundukları yerdeki bakteri kaynağı kuruduysa,
desi-metrelerce uzakta olabilecek diğer bir bakteri kümeleşmesine ulaşmaları
günler-aylar sürebilir. Ama onlar uzun süre besinsiz kalamazlar, bu nedenle çok
büyük strese girerler. Strese giren bu amipler acaba hayatta kalabilmek için ne
tür bir yöntem bulmuşlardır?
Slaytta
bu sosyal amip’in nasıl sosyal-toplumsal bir davranış içine girerek, neslinin
devamını sağladığı ve hayatta kaldığı gösterilmiştir.
Besin
darlığına giren amipler, hücreler arası haberleşmede çok önemli bir madde olan
cAMP (cyclic Adenosin-Mono-Phosphate) adlı bir kimyasal bileşik salgılamaya
başlarlar. Amip yoğunluğu nerede fazla ise, salgılanan bu maddenin yoğunluğu da
orada fazla olacağından, amipler bu sinyalin en yoğun olduğu noktaya doğru
ilerlerler ve slaytta gösterilen amip kümeleşmesi oluşur.
Daha
sonra bu amip kümeleşmesi önce “mound” adı verilen kubbemsi bir yapıya, sonra
“slug” adı verilen sümüklü-böceğe benzer bir yapıya dönüşür. Oldukça hızlı
hareket edebilen bu “slug”, yaşama uygun olmayan noktalardan uzaklaşacak tarzda
ilerler ve en sonunda da yeni amipler üretecek “spor”ları salgılayacak çok
hücreli bir yapıya dönüşür. Yarım santimetre boyutunda olabilen bu yapı,
içindeki sporları çevreye saçar, ve hava akımlarıyla bu yeni sporlar
yaşamlarını sürdürebilecek yeni ortamlarda tekrar birer amip oluştururlar.
Böylelikle amipler sorunlarını, karşılıklı etkileşimlerle sağladıkları
anlaşıp-uzlaşma yetenekleriyle, çözmüş olurlar.
(Bir
dip-not: Amiplerin bir araya gelerek oluşturdukları “çok hücreli” aşama, gerçek
birçok hücreli canlı oluşumundan tamamen farklıdır; çünkü gerçek çok-hücreli
canlılar, aynı bir hücrenin çoğalması ile oluşurken, bu amiplerin
oluşturdukları yapı, birçok farklı amip’in oluşturdukları bir yapıdır.)
Amip
gibi tekhücreli bir canlı bile, zor durumda birleşip bir "topluluk"
olarak davranır. Peki biz insanlar asırlardır zor-durumdan kurtulmak için neden
bir "toplum" olarak davranmayıp, çobanların güttükleri sürüler olarak
davranıyoruz.
2.2.
İki nesneyi birbirine yaklaştıran veya uzaklaştıran KUVVET dediğimiz faktör
nasıl oluşmaktadır? İnformator (Düzenleyici) oluşumu.
Haken
“enerjinin kuvvete” dönüşümünü şu şekilde yeni kavramlar oluşturarak açıklar.
Varlıkları etkileyen faktöre “informator, veyahut order-parameter” adlı bir yeni terim oluşturarak başlar. Informator “bilgilendirici” gibi bir anlam taşır ve söz konusu öğelerin davranışlarını nasıl belirleyecekleri konusunda bilgi taşır. “Order-parameter” terimi de aynı amaçla türetilmiştir ve bir sistem içinde geçerli olacak “kural-düzenleyici” anlamına gelir.
İnformator
veya kural-düzenleyici tüm katılımcıların uzlaşmasıyla sağlandığından, tüm
ilgililer (veya katılımcılar) buna uyarlar. Bu nedenle “kuvvet alanı, atomları
köleleştirir” denmiştir. Bunun yerine, “atomlar oluşturdukları uzlaşmaya
uyarlar” daha yerinde olur.
Yani
atomlar çok zor durumda kaldıklarında, birbirleriyle haberleşmeye başlar, ve bu
zor durumdan çıkabilmek için birlikte-işlem-yaparak, yaydıkları sinyallerin
aynı yönde, ve aynı fazda olmalarında uzlaşırlar. Bu sayede atomların
yaydıkları sinyaller üst-üste çakışacak şekilde olur ve birbirleriyle
birleştiklerinden ortaya muazzam bir güçlü sinyal çıkar. Bu tür sinyallere
koherent sinyal denir.
Koherent sinyal canlı varlıkları birlikte yaşamaya, belli üst-sistemler içinde bir araya getirmeye yarayan bir ortaklık sinyalidir.
Popp, Fritz-Albert (2002) Leben und
Licht – Biophotonen, Kohärenz und Kommunikation. Tattva Viveka
18, 20-29.
Popp,
Fritz-Albert (2003) Properties of biophotons and their theoretical
implications. Indian Journal of Experimental Biology, Vol 41, May 2003, pp.
391-402
Popp
bu yayınlarda her çok hücreli canlının, kendine has bir BİYOFOTONa sahip
olduğunu ve bu biyofotonların koherent sinyaller olduklarını göstermiştir. Yani
bedenlerdeki hücreler bu ortak haberleşme sinyalleriyle birbirleriyle
haberleşmekte ve karşılıklı ortaklık ilişkilerini bu şekilde denge ve düzende
tutabilmektedirler. Bu sayede hiçbir organ belli bir büyüklükten fazla veya az
büyümez, yaşlanan hücreler belli süreçlerde yenilenir, kazara yok olan hücreler
yerine, onların görevlerini yerine getirecek şekilde yeni hücreler
görevlendirilir. Yani bedendeki hücreler arasında çok belirgin ortakça oluşturulmuş
kurallar vardır ve hücreler o kurallara uyarak yaşarlar. Kanser bu ortaklık
ilişkilerinin bozulması olayıdır.
“Uyumlu çalışarak bir bütünlük oluşturma”
anlamına gelen Koherens (coherence), sadece sinyallerin üst-üste
çakıştırılıp-toplanmasıyla değil, “olasılık hesaplarında, birden büyük
sayıların karelerinin çok büyürken, birden küçük sayıların karelerinin gittikçe
küçülmesi” olayı ile de çok yakından ilişkili olmalıdır. Birin karesi birdir,
0.5’in karesi 0.25 gibi daha küçük iken 2’nin karesi 4 gibi çok büyük bir değer
verir. “2 delik” deneyi sonuçlarını tekrar hatırlayın: 2 deliğin her biri
tek-tek açık olduklarında içlerinden sadece birer foton veya elektron geçer.
Ama 2 delik birlikte açıldıklarında ve delikler arası mesafe birbirlerine ve
hedefe uyumlu olduklarında, en fazla 2 geçebilecek deliklerden 4 tane öğe
geçmektedir.
Bu durum toplum hayatında insanlar arası (toplumda insanlar yerine meslek sahipleri kullanılmalı) uyumun ne kadar önemli olduğunu gösterir. Din, ırk, işveren-işçi, vs. A-partili- B-partili gibi ayrımlar kesinlikle uyumsuzluk yaratır. Toplum bir bütündür, parçaları olamaz.
2.3. Simetri kırılması
«Her şeyi yapar» durumundan, «belli
bir şeyi yapar» duruma geçilmesi olayına «simetri-kırılması» denir.
Tepedeki bu nesne bilye gibi bir şey değildir. Tam tersine doğadaki en temel canlılık öğesidir. Gideceği yöndeki salınımlarını 360° değiştirebilir; sağa veya sola dönecek şekilde hareket edebilir; hedefte yapıcı veya yıkıcı davranabilir, vs.
Yani kuantsal sistem denilen en temel
canlılık öğeleri doğadaki tüm oluşum ve yönlendirmelerden sorumludurlar ve
evrensel ölçekli haberleşme yetenekleri nedeniyle doğadaki enerjinin en
ergonomik şekilde kullanılmasını sağlayacak şekilde davranırlar.
Her şeyi yapabilecek yetenekteki çok
devingen ve çok kısa ömürlü atom-altı-öğeler, zor-durumdan kurtulmak için, önce
atomlar oluşturacak şekilde simetri kırılmasına uğrar; sonra moleküller,
hücreler, bedenler vs. oluşturacak şekilde bilgiler oluşturarak doğal sistemi
oluşturma işlevlerini sürdürürler.
Toplum hayatına sahip çıkmak ve arılar
gibi onu korumak insanların görevi olmalı. Ama bu bilinci insanlara vermek
devlet yöneticilerinin görevidir. Biçtiğini beğenmiyorsan ektiğine bakacaksın.
Bir ülkede insanların iyi veya kötü olması, sistem gereği, devleti yönetenlerin
ne ektiklerine bağlıdır. Çünkü, “Ağaç yaşken eğilmektedir ve ne ekilirse o
biçilmektedir” Neyin ekileceğine ise devleti yönetenler karar verdiğine göre,
bir insanın toplumsal sisteme zarar vermesinin suçu yöneticilere aittir; çünkü
yöneticiler bireyi toplumsal sisteme sahip çıkacak şekilde eğitememişlerdir.”
Şimdi beden oluşturulurken hücrelerin
geçirdikleri simetri kırılmasını görelim.
Alt-sistem – Üst-sistem ilişkilerinde,
yapma-yeteneği alt-sistemlerde bulunduğundan, onlar kendilerine gösterilen
hedefe gidecek (veyahut verilen görevi yapacak) şekilde davranırlar. Örneğin
bedenimizde karaciğer, böbrek gibi yüzden fazla organ bulunur. Tüm bu farklı
organlar başlangıçta tek bir hücreden oluşurlar. Kök hücre dediğimiz bu hücreye
hangi organ hedef gösterilmişse, o organdaki görevi yapacak şekilde
davranırlar.
Hücreler, 2-4-8-16-vs. gibi geometrik
dizi şeklinde çoğalmaya başlarlar ve bedenin temeli atılır. Blastula adı
verilen bu evreye kadar, tüm hücreler birbirlerinin tamamen aynı olacak şekilde
çoğalırlar ve içi sıvıyla dolu küresel bir şekil oluştururlar. Dolayısıyla, çok
hücreli tüm hayvanların büyümelerinin ilk safhaları tamamen birbirlerine
benzerler.
Bu safhadaki hücrelerden herhangi
birini alıp, tekrar çoğaltmaya başlatırsanız o hücre tekrar 2-4-8-16- vs.
şeklinde çoğalır ve yeni bir canlı oluşturabilir.
Ama bu yapı, içe doğru bir
«karın-boşluğu» oluşturmaya başladığında, bedeni oluşturacak hücrelerin
hepsinin kaderi ve özellikleri değişir! Hücreler öylesine kökten bir
değişikliğe uğrarlar ki, artık bu hücreler bedenden koparılıp tekrar çoğalmaya
bırakılırlarsa, önceki safhadaki kardeşleri gibi, 2-4-8-16 şeklinde çoğalıp,
tekrar yeni bir beden oluşturamazlar. Bu yetenek kaybının nedeni simetri
kırılmasıdır. Bir şeyin nasıl yapılacağı, hangi şekli alacağı, vs hep bilgiye
göre olur ve bilgiler de moleküllerin kimyasal bileşimlerinde depolanır.
Yani kök-hücreler bedendeki tüm farklı
organlardaki farklı görevleri yapacak çok yönlü bir yeteneğe sahiptirler; ama
bir organda görev yapmaları istenildiğinde, diğer tüm yetenekleri kapatılıp,
sadece gösterilen organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar. Kök hücre
tedavisi denilen tıbbi yöntem bu simetri kırılması olayından yararlanır. Hasta
bir organa yerleştirilen kök hücreler, o organı tekrar tamir ederler.
Dinamik sistemler fiziğinin en temel
kavramlarından biri, Simetri kırılması denilen bu olaydır. Yetenek sınırlanması
anlamındaki bu terim doğadaki canlılığı, yani dinamizmi anlayabilmenin ilk
adımıdır. Çünkü atom-altı-öğeler doğadaki tüm olayları-gelişimleri
başlatıp-sürdüren en temel canlılık öğeleridirler. Süper-simetriktirler, yani
her yönde bir işlem yapabilecek yetenektedirler.
Şimdi alt-sistemlerin bir üst sistemde
birleşebilmek için uyguladıkları yöntemi görelim.
Feibleman (1954) “Theory of
Integrative Levels” adlı eserinde , alt-sistem – üst-sistem ilişkilerinin
ana-hatlarında şunları vurgular:
i-Her düzey altındaki düzey(ler)inkine
ek, yeni bir özellik taşır.
ii-Üst düzeylere doğru karmaşıklık
derecesi artar.
iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir
bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
iv-Her zaman, üst düzey alt düzeye
bağımlıdır;
v-Karar erki alt düzeydedir; üst düzey
hedef göstermekle yükümlüdür.
2.4. Maksimum Enformasyon
prensibi
Maksimum Enformasyon prensibi Dinamik sistemlerin en önemli özelliğidir, çünkü her şeyin değişip-dönüştüğü bir dünyada değişim-dönüşümler hakkında «Bilgi» toplama en ön plandadır. Sunulan şu slaytta varlıkların bilgi düzeyinin nasıl patlamalı şekilde geliştiği görülmektedir.
“İnformation &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen” ilkesi dinamik sistemli doğanın
ANAYASASIdır.
Doğada bilginin nasıl
arttığını anlatmak için “ether” terimini açıklamak gerekir.
Doğa ve dünyanın “hava, su,
ateş, toprak” gibi dört temel elementten oluştuğu şeklindeki görüşün egemen
olduğu dönemde “ether” beşinci element olarak kabul edilmiş ve ilahi güçlerin
bu elementi soludukları varsayılmıştır. Yani atalarımız doğadaki
yapıcı-yönlendirici güç sistemini doğa-üstü bir sisteme atfetmişlerdir. Halbuki
tam tersi durum söz konusudur.
Çevremizdeki her yer
(atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay boşluğu, vs.) çeşitli radyasyonlarla
doludur. Bizler bunu doğrudan algılayamayız, ama bir radyo alıcısının düğmesini
sağa-sola kaydırdıkça işittiğimiz farklı yayınların dalgalarını aldığımızda,
çevremizde ne kadar farklı sinyal bulunduğunu fark ederiz. Ether dediğimiz şey
bu sinyaller okyanusundan oluşur.
Varlıklar çevrelerindeki
değişim-dönüşümlere göre yapılarını değiştirirler. Yapıları değişince
çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş olurlar. Bu nedenle ether
okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm içinde olur.
Günümüzde bu ether
okyanusunun içinde cep-telefonu, internet ortamı, televizyonlar gibi bir sürü
yeni sinyal türü daha bulunmaktadır. Halbuki yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu
tür sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu sinyalleri üreten maddeler henüz doğada
yoktu. Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin var olabilmesi için o sinyali oluşturan
maddenin doğada oluşmuş olması şarttır.
Doğada maddelerin oluşum
sıralanması dikkate alınıp, buna göre zaman içinde uzayda ether çeşitliliği ve
yoğunluğu hesaplandığında, ether yoğunluğu ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe
doğru gittikçe azalacağı anlaşılır.
Varlıklar davranışlarını
ether içindeki sinyallerden yararlanarak belirler. Örneğin göçmen kuşlar,
balıklar vs. yeryuvarının manyetik alanından yararlanarak yönlerini belirler ve
bu sayede Afrika’daki bir noktadan kuzey Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler
ve yollarını-yuvalarını hiç şaşırmazlar. Tüm canlılar çevrelerindeki ether
okyanusundaki sinyalleri algılayarak ne zaman çoğalacaklarını, ne zaman uyku
moduna geçeceklerini bilirler. Kısacası, ether tüm varlıkların haber kaynağını
oluşturur.
Bu nedenle doğada bilgi
üstel (patlamalı) fonksiyon olarak gelişir ve bu nedenle Maksimum Enformasyon
Prensibi doğadaki dinamik oluşum mekanizmasının (DOM) tam merkezindedir.
Hücrelerin insan beynini
muazzam bir yorumlama ve bilgi oluşturma yeteneğiyle donatmasının nedeni şu
değil midir?
Doğada her şey bilgiye göre
oluşturuluyor ve gelişiyor. Hücreler milyarlarca yıllık geçmişlerinde çok farklı
değişim-dönüşümlere şahit olmuşlar ve kuantsal sistemli evrenin nereye doğru
gideceği kesin belli değil, çünkü her şey olasılık hesaplarına dayanıyor. Böyle
bir durumda yorumlama yeteneği çok gelişmiş bir canlı türünün oluşturulması en
makul işlem değil mi?
2.5. Karşılıklı Etkileşim
-karşılıklı bağımlılık parametreleri
Doğada her şey birbirine bağımlıdır, ama tüm sistemler en
tabandaki kuantsal sistemle yönlendirilir.
Şimdi varlıkların neden
bir-birleriyle etkileşim ve bağımlılık içinde yaşamaya mecbur oldukları
konusunu görelim.
Doğada yeni üst-sistemler oluştukça, enerji farklı şekillere dönüşmüş olur. Bu nedenle farklı kuvvet türleri ortaya çıkar.
Enerjin maddelere nasıl
bağlanır?
Dünyamızın temel enerji
kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten gelen ışınlar fotosentez olayıyla şeker
gibi bir madde içinde depolanırlar. Bu denklemin sol tarafındaki madde miktarı
ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak
gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü
oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri,
polarizasyonları, vs.) H2O ve CO2 moleküllerini
oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji,
maddeye bağlanmış durumdadır.
Güneş enerjisini maddeye
dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür
enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler
fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton
olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir enerjiye
dönüşmüş olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür.
Her ürünün bir alıcısı olmak
zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur.
Doğada çevresiyle
etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme
uğramayan ebedî bir varlık veyahut sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle
doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.
Ovadaki bitki farklı,
denizdeki farklıdır. Her farklı maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı
tadı vardır. Bu farklılıklar farklı çekim güçleri oluştururlar.
Her canlı, hayatının devamı
için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli
canlı türleri oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin
kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır.
Enerjinin çeşitli
üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de
canlıları, bu yeni yapı türlerini algılamaya yönelik organlar oluşturma
arayışlarına yöneltmiştir. Bu nedenle varlıklar bilgilerini sürekli geliştirmek
zorundadırlar.
Şimdi “karşılıklı etkileşim
ve karşılıklı bağımlılık” sisteminin dikkate alınmamasının yarattığı bir olayın
hikayesini görelim:
Doğada tüm varlıklar
birbirlerine bağımlıdırlar ve karşılıklı etkileşim sonuçlarına göre yaşarlar.
Toplum iş-ve-meslek mensupları arası ilişkiler olduğundan, sadece onların
aralarındaki etkileşimlere göre yasalar oluşturulmalıdır.
Hayatta
doğru-yanlış değerlendirilmesi yapılamaz. Çünkü bir kurdun bir geyiği öldürmesi
olayını doğru veya yanlış olarak değerlendiremeyiz. Kurt açısından doğrudur,
çünkü onun yararınadır; ama geyik açısında kötüdür. Bu nedenle olayları tüm
varlıkların yararına mı zararına mı olduğuna göre, farklı açılardan görmek
zorundayız.
Amerika‘ya
insan göçünün 1800-1900lü yıllarda anormal hızlanmasıyla Kuzey Amerika’da
insanların doğal sistemi bozmaya başlaması hızlanır. İnsanların çiftlikler oluşturarak
yaban hayvanlarının yaşam ortamlarını daraltması, yaban hayvanlarının
sığır-koyun yanında insanlara da sıkça saldırmalarına neden olmaya başlar. En
fazla saldırılar da kurtlar tarafından yapılır. Bunun üzerine insanlar kurtları
öldürmeye başlar. Kurt katliamı özellikle Yellowstone Milli Parkı ve çevresinde
o kadar aşırıya gider ki, 1926da en son kurt öldürülür ve yörede hiç kurt
kalmaz.
Kurtların
yok olmasından en fazla etkilenen hayvanlar geyikler olmuştur. Ayı, puma gibi
yırtıcılar geyik popülasyonuna zarar verse de, geyiklerin sayısı hızla artmaya
başlar ve kış-mevsiminde bile artık Yellowstone’dan ayrılmaz olurlar.
►Geyikler özellikle kavak ve söğüt
sürgünlerini tüketirler, bunun sonucu bu ağaçlar gittikçe azalır. Ağaçların
azalması, kuş ve böcek popülasyonunu azaltır.
►Kurtlar yok olunca, geyikler kaçmak
zorunda kalmayıp, vakitlerinin çoğunu dere-kenarı gibi söğüt ve kavakların
yoğun olduğu ortamlarda geçirirler. Bunun sonucu, daha az hareket edip, daha
çok yemek-içmekle vakit geçirirler.
►Sürekli geyik ayakları altında kalan
otlar gelişemezler ve bitki-örtüsü fakirleşir.
►Kurt korkusu altında yaşayan geyikler
küçük topluluklar halinde yaşarlarken, kurt olmayan ortamlarda büyük geyik
toplulukları halinde yaşarlar.
►Kurt olmayan ortamlarda geyiklerin
ölümü genelde kışın kar altında olur; dolayısıyla geyik leşinden yararlanarak
yaşayan kuzgun, kartal, saksağan, çakal, ayı, böcek (kurtçuklar) gibi
canlıların beslenme ortamı sınırlandırılmış olunur.
►Kunduz gibi hayvanların kış mevsimini
geçirmeleri kavak, söğüt gibi ağaçlara bağlıdır. Kunduzlar bu ağaç dallarından
barajlar yapıp, özel gölsü yapılar oluşturarak yer-altı yuvalarında yaşarlar.
Kunduzları sayısının azalmasıyla, onların yaptıkları barajlar ve özel gölcükler
de azalır. Bu azalma:
•
hem yer-altı-suyu düzeyini düşürür, kuraklık artmaya başlar,
•
hem dere-kenarı kuşlarının sayısını azaltır
•
hem balık popülasyonu azalır,
•
yaz-kış mevsimsel farklığı artar, yağmur düzeni değişir,
•
kuraklık artar, bunun sonucu orman yangınları (1988 yangını gibi) artmaya
başlar,
Ekolojik
sistemin büyük zarar görmesi, toplumda girişimlere neden olur ve 1966 yılında
Yellowstone parkına kurt popülasyonunun tekrar geri getirilmesi hükümetin
dikkatine sunulur ve 1995te tekrar kurt popülasyonu geri getirilir. Ve ondan
sonraki yıllarda ekolojik denge tekrar normal döner.
Görüldüğü
üzere, doğa dinamik sistemlidir ve varlıklar arasında karşılıklı bir bağımlılık
(circular-causality) ilişkisi vardır. Bir üst-sistemde geçerli olacak kuralları
(düzen-ölçütü = order parameter) doğrudan etkileyip, yönlendiren birçok faktör
(örn. kurtlar) vardır ve bunlara kontrol-parametreleri denir.
“Kontrol-parametreleri” olarak adlandırılan bir faktörün (örn. kurtların)
ortadan kaldırılması, ekosistemde çığ-etkisi yapar ve tüm sistem bozulur. Çünkü
tüm varlıklar karşılıklı bir bağımlılık-etkileşim (circular-causality)
içindedirler.
Statik
sistemli (yani tepeye bağımlı) hayat görüşlü kral, sultan veya liderlerin,
devleti (toplumu) kendi malları sayıp, istedikleri şekilde hükmettikleri gibi,
insanlar da sahip oldukları arazileri istedikleri gibi kullanmaktadırlar.
İnsanların bu aymazlıkları, yukarıda açıklanan türde ekolojik bozulmalara yol
açar ve doğal denge alt-üst olur. Toplumsal hayatımızın düzenli-dengeli
olmasını sağlamanın da tek yolu, doğada dinamik sistemin geçerli olduğunu
hatırlayıp, Yellowstone olayında olduğu gibi, denge ve düzen oluşumunu, halkın
karşılıklı etkileşimlerine bırakmaktan geçer.
Ekolojik
ortamda görülen bu doğal denge bozulması, toplum hayatında da aynen geçerlidir.
Tüm toplum öğelerinin aktif olarak toplumsal sistemin kurallarının
belirlenmesinde aktif rol almaları ve görüşlerini bildirmeleri bu nedenle de
zaruridir.
Doğada
bir yaratıcılık sistemi vardır ve dinamik sistemler fiziği bunu “information
& self-organisation” olarak özetlemiştir. Yani doğal sistemin sahibi olan
yaratıcılık bir enerji sistemidir ve en iyi bilgiye göre oluşturulan varlıkları
tercih edip, kötülere yatırım yapmayan bilgi – bilinç sahibi bir sistemdir. Bir
enerji alanıdır. Ama insanlık 4-5 bin yıldır yaratıcılığı varlıkların dışında
olduğunu sandıkları bir güç sisteminde aradıklarından, bir türlü tabana dayalı
içsel güç sistemini anlayamamaktalar. Alevilik-Bektaşilik- sufilik, vs gibi
düşüncelerle semavi dinciler arası kavganın kaynağı buna dayanır.
“Her
kafadan bir ses çıkması toplumsal denge ve düzen oluşumu için şart ve
gereklidir.” ifadesi yanlış anlaşılabilmektedir.
“Her
kafadan” derken toplumsal yaşamın her ferdi anlaşılmalıdır. Topumun her ferdi
deyince de, toplumdaki her iş ve meslek mensubu anlaşılmalıdır. Toplumda
asalaklara, dilencilere yer yoktur. Bu nedenle toplumsallaşmanın ilk adımı,
herkesin bir iş ve meslek sahibi olacak şekilde yetişmesini sağlayan bir eğitim
sistemi oluşturmaktan geçer.
Toplum
iş-ve-meslek sahipleri arası ortaklık olduğundan din adamlarının topluma hangi
hizmeti sunduğu konusu öne çıkar. Öteki dünya kavramı Sümerlerin dünya ve hayat
görüşüne göre tasarladıkları, cennetin gök-kubbe üstündeki hayali bir cennet
ülke ve cehennemin de, yer-altındaki volkanların çıktıkları bir ateşli ortam
alemi inancına dayanır. Hayat sadece güneş gibi yıldızlar çevresindeki
yaşama-uygun kuşak denilen gezegenlerde oluşabilmektedir. Günümüzde gökyüzü ve
uzay oldukça ayrıntılı olarak bilinmektedir. Güneş sistemi içinde dünyadan
başka bir gezegende insanın yaşayabileceği bir başka dünya yoktur. Başka
yıldızların gezegenlerinde yaşam olanağı bulunan bir gezegen var ise, o
gezegenin kendisine has bir canlılar alemi olacaktır ve bizim dünyada
yaşayanlar o dünyada yer olmayacaktır. Bunlar doğa-bilimsel gerçeklerdir,
dolayısıyla din-adamları asırlardır insanları kandırarak yaşayan, dolayısıyla
toplum hayatına hiçbir katkısı olmayan bir kesimi temsil emektedirler.
Bedenlerimizin
yaratıcısı olan hücreler hiçbir bedeni diğerinin aynısı olacak şekilde
oluşturmaz. Bu nedenle her insan bir diğerinden farklıdır. Kiminin ses telleri
şarkıcı olmasına uygunken, kimininki değildir. Bu nedenle, bedenlerin hangi
mesleklerde başarılı olacakları genetik yapılaşmayla ilişkilidir. Dolayısıyla,
her insan her meslekte aynı başarıyı gösteremez. Bu nedenle insanlar,
hücrelerine gösterecekleri hedefleri (yani toplum hayatında üstlenecekleri
hizmetleri) kendi hücrelerine “sorarak” kendileri belirlemek zorunadırlar. Hiçbir
insan diğerinden üstün değildir. Her insanın kendine has bir değeri vardır ve o
değeri keşfedilirse, toplum o insanın enerjisinden yararlanır ve kalkınır. O
gizli değer ancak ve ancak çocuklar özgür bırakılıp, benim çocuğum “doktor,
mühendis, vs olacak” türde yönlendirmelere maruz kalmazsa ve toplumda hiçbir
meslek diğerinden üstün görülmezse ortaya çıkar. Bedenimizde yüzlerce farklı
organda görevli hücre çalışır. Bir beyin hücresi, bir popo hücresini hor görür
mü? Hayır, çünkü onlar birbirlerine bağımlıdırlar. Toplumlarda da durum
aynıdır, her bir meslek sahibi bir alanda bir hizmet üretir ve binlerce farklı
hizmeti başkalarından alır.
Günümüzde
bunun sıkıntılarını yaşıyoruz, yüzlerce faklı iş ve meslek mensupları
sorunlarının çözümünü tepedeki birinden bekliyorlar. Bu işlem tepedeki
birilerinin çözeceği bir şey değildir. Tepedekilerin yapması gereken tek şey,
iş ve meslek mensupları (odalar, vs.) arası bir konsey oluşturarak onların
kendi aralarında bu sorunu çözmeleridir. Ama bunun da tek yolu, millet meclisi
denilen yasa oluşturucu kurulun adını “İş ve meslek mensupları meclisi” olarak
değiştirmekten geçer. Başkanlık diye bir sistem olamaz, çünkü yasalar tüm “iş
ve meslek temsilcileri meclisi” kararı olarak ortaya çıkmalıdır.
Toplumun
kendilerine ait olduğu ve kurallarının da kendilerinin oluşturacakları bir
meclis tarafından yapılması gerektiği bilinciyle yetişen hiçbir insan topluma
zarar verecek bir davranışta bulunmaz.
Hiçbir
mevcut yönetici, bu bilgilerin duyurulması için çaba göstermez, çünkü onların
çıkarlarına terstir. Bu nedenle “Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu
ve kurallarını da kendilerinin oluşturmaları gerektiği bilgisini halka
vermekten başka bir çıkar yolu yoktur.
Sorunlarımızı
çözmenin tek yolu budur. Bilgi tohum gibidir, dağıtıldıkça çoğalır. Halkımıza
bu bilginin aşılanması umuduyla.
2.6. Attractor
= Çekim Merkezi
Her yeni bilgi yeni bir madde, yeni bir varlık oluşumuna yola açar. Her
yeni varlık ise yeni bir çekim-merkezi oluşturur. Bu yeni varlıktan yararlanmak
isteyen varlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu defa bu yeni varlıklardan
yararlanmak isteyenler ortaya çıkar, vs.
Kısa ömürlü ve çok devingen kuantlar, rahatlamak için, üst-sistemlerde
önce atom sonra molekül, hücre, hayvan gibi artan ömürlü ve çok çeşitli
varlıklar oluşturarak bilgi-artışına dayanan dinamik sistemli doğayı
oluşturmayı sürdürmektedirler.
İşte bu şekilde doğadaki basitten gelişmişliğe doğru ilerleyip-gelişen-evrimleşen dinamik = canlı doğa ortaya çıkmış olur. Ve doğadaki bu gelişim tam bir BİLGYE dayalı evrimleşmedir. Bu nedenle Maksimum Enformasyon Prensibi (MEP) doğal sistemin temel taşıdır. Hücrelerin “yaratıcılık yetenekli” yani BİLGİ oluşturucu bir beyne sahip insan gibi bir canlı türü oluşturmasının temel nedeni, doğada MEP sisteminin egemen oluşudur.
Toplum biz insanların karşılıklı
anlaşıp-uzlaşmalarımız sayesinde oluşturacağımız bir ÜST-SİSTEMdir. Bunun için
bireysellik davranış özelliğimizin kırılması ve toplumsal davranış bilgilerinin
yerleştirildiği bir zihinsel değişim gereklidir. Yani MEVCUT SİMETRİMİZ
KIRILMALIDIR.
Toplum iş ve
meslek mensuplarının bir ortaklığıdır. Her insan yeteneğine uygun bir işe
soyunur o konuda bilgi edinir ve bir hizmet üretir, bu hizmet toplum havuzuna
gider. Diğer insanların hizmetleri ve ürünleri de toplum havuzunda toplanır,
insanlar da bu havuzdan neye ihtiyaç duyarlarsa alırlar. Toplumun sahipliğinin
kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar
vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, bu
bilgiyi insanlara vermektir. Bu bilgiyle yetişen insan toplumun bir
hizmet-alış-verişi ortaklığı olduğunu anlar; yeteneğine uygun bir meslek
bilgilerini edinip, topluma sunar ve diğer hizmetleri de diğer ortaklardan
alarak, kardeşlik içinde yaşar.
Bunda
anlaşılamayacak bir yön ve yan var mı?
Her türlü işlem veya oluşum mutlaka
enerji gerektirir. Tüm enerjilerin kökenini ise yukarıda açıklanan kuantlar,
örn. fotonlar oluşturur. Fotonların maddelere bağlanma şekline en güzel örnek,
fotosentez olayında görülür. Fotosentez olayında, bitkilerin yapraklarında
bulunan kloroplast adlı madde, bir fabrika gibi işlem yapar ve eşitliğin sol
tarafından aldıklarını, sağ tarafındaki ürünlere dönüştürür.
6 H2O + 6 CO2 +
Güneşten gelen fotonlar C6H12O6 + 6O2
Bu eşitliğin sol
tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji
içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen
fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı
sistemleri H2O ve CO2. moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden
farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş
enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı
oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef
(dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada
önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir
kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür.
Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi
bloke edilmiş olur.
Düşünün ki, bir
varlığın hiç alıcısı –yani onu tekrar parçalarına ayıran bir başka varlık– yok.
O durumda, o varlık için zaman durmuş olur, çünkü ömrü sonsuzlaşmıştır! O
durumda, çevresindeki her şey değişip-dönüşürken, o varlık çevresiyle ilişkisiz
bir sistem oluşturmuş olur ki, doğada çevresinden etkilenmeyen, çevresiyle
etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Bu nedenle zaman “değişim-dönüşüm” ürünü,
sonucu ve göstergesidir. Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedî
bir varlık veyahut ebediyet gibi bir sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle
doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.
İşte bu durum
atalarımız tarafından anlaşılamamıştır. Atalarımız canlılık oluşturan, enerji
veren şeyi, varlıkların kendi iç bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde
olduğunu varsaydıkları ebedî bir ekstra varlıkta aramışlardır. Dolayısıyla
sürekli değişim-dönüşüm içinde bilgi oluşturarak kendi kendilerine
örgütlenip-gelişen, zaman içinde daha karmaşık üst-sistemler oluşturacak
şekilde bir evrimsel gelişim düşünülememiştir.
Dağdaki bitki
türleri farklıdır, ovadaki farklı, denizdeki farklıdır. Her bir farklı bitki
türüne uyum sağlamış bir sürü canlı oluşur. Bu canlıların yedikleri bitkiler
farklı olduğundan, kendi bileşimleri de değişik protein bileşimleri gösterirler.
Bu defa bu canlıların gövdelerini yiyecek başka canlı türleri oluşur. Kısacası
doğada sürekli yeni “attractor=çekim merkezi, hedef”ler ortaya çıkar.
Salınımcılar sürekli
hareket halinde oldukları için çok enerji harcarlar ve bu nedenle, birleşip
atom, molekül, hücre gibi üst-sistemler oluşturarak, daha az enerji harcayan
durumlara geçme çabası içindedirler. Enerji taşıyıcıları olan bu temel canlılar
çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli
üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne
tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir.
Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm
varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapılaşma türlerini algılamaya
yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu
işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm
varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri
geliştirmek zorundadırlar.
Dünyamızın temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır.
Güneşten gelen ışınlar fotosentez olayıyla şeker gibi bir madde içinde
depolanırlar. Bu denklemin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki
madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak
gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü
oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri,
polarizasyonları, vs.) H2O ve CO2 moleküllerini oluşturan H, O ve C
atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış
durumdadır.
Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler
değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki
varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir
‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü
enerji paketçiği, başka türde bir enerjiye dönüşmüş olarak piyasaya çıkmıştır.
Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür.
Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa
doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur.
Doğada çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur.
Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut sistem
mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.
Ovadaki bitki farklı, denizdeki farklıdır. Her farklı
maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar
farklı çekim güçleri oluştururlar.
Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapı türlerini algılamaya yönelik organlar oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Bu nedenle varlıklar bilgilerini sürekli geliştirmek zorundadırlar.
3.
Kervran Etkisi
Doğadaki bu sabit-yapısal
kabullerin en önemlilerinden biri,
Lavoisier'in 1789'da yayınladığı “kimyasal tepkimeler sırasında kütlenin
değişmediğini belirten kütlenin korunumu yasasıdır. Diğeri ise 1799
yılında Joseph Proust tarafından “bir bileşiği oluşturan elementlerin
kütleleri arasında değişmeyen bir oran vardır” şeklinde tanımlanan Sabit
oranlar yasasıdır. Bu iki kimya yasası o zamandan beri bilim aleminde yerini
korumaktadır.
Bilim dünyasında halen egemen
olan bu dogmatik görüş göre, doğada kimyasal element oluşumu ancak yıldız
içlerinde muazzam basınç-ve-sıcaklık etkileri altında oluşur. Dönüşüm
sonuçlarında ortaya çıkan kütle de E=mc2 formülüne göre muazzam bir enerji
açığa çıkarır. Dolayısıyla biyolojik veya normal laboratuar koşullarında
element-dönüşümleri mümkün değildir.
Kervran bir fizik
profesörüdür ve bilim dünyasında egemen olan bu dogmatik görüşün
bilincindedir. Bu nedenle, “düşük-enerjili-çekirdek-tepkimeleri =
low-energy-nuclear-reaction = LENR” adını verdiği bir başka etkileşim
sisteminin söz konusu olması gerektiği şeklinde yeni bir görüş ortaya atar.
Böyle radikal bir görüş ortaya koymasının
nedenleri ise aşağıda kısaca özetlenecektir.
3.1. Tavukların yumurta-kabuğu yapmak için mika yemeleri
Bir fizik profesörü olan
Corentin Louis Kervran (1901 – 1983) bir çocukluk anısını şöyle anlatır:
1)- “Ailemin, bir avluya
serbestçe çıkışı olan bir kümeste tavukları vardı. Orta Britanya'da babamın
memur olduğu yerde yaşardık. Bölgede kalker bulunmuyordu ve sadece şist ve
granitler vardı. Tavuklara hiçbir zaman kireç taşı verilmedi, ama tavuklar her
gün kalkerli kabuklu yumurtalar ürettiler. Yumurtanın kalsiyumunun nereden
geldiğini (kuşların kemiklerindeki kalsiyumunu) sormayı hiç düşünmemiştim.
Ancak yaptığım bir gözlem ilgimi çekmişti. Yumurtlayıcı tavuklar bahçede
gezerlerken, mütemadiyen yüzeydeki mika pullarını yutuyorlardı. Mika, kuvars ve
feldispat ile birlikte granit oluşturmaktadır, dolayısıyla granitin ayrışma
ürünüdür. Hepsi de silika bileşikleridir. O zamanlar ilkokuldayken bildiğim tek
şey buydu. Mika'nın, özellikle bir yağmurdan sonra aşikar bir şekilde
tavuklarca seçildiğini fark etmiştim, çünkü yağmurdan sonra ayna gibi güneşte
parlıyorlardı. Her metrekarede görünen yüzlerce mika-pulu, hafif yağmurla
yıkanmış minyatür aynalar gibiydi ve tavukların onları nasıl yuttuğu kolaylıkla
takip ediliyordu. Kimse, kuşların kum tanelerini değil de, neden mika pullarını
yuttuklarını bana söyleyemiyordu. Bir tavuk kesildikten sonra, annem tavuğun
taşlık-torbasını açardı ve içinde küçük taşlar ve kum taneleri görülürdü, ama
asla mika göremezdim. Mika nereye gitmişti? Gizemi olan her şey gibi, bu benim
bilinçaltı zihnime yerleşti ve derin bir iz bıraktı. Bir çocuk olarak sağlam
mantıksal açıklamalar bekliyordum, neden (mikalar yok olmuştu)? (Kervran, 1962,
s.15)
Böyle bir çocukluk anısıyla
büyüyen C. L. Kervran, fizik profesörü olduğunda, tavukların mika pullarında
bulunan K (potasyum) elementinden nasıl Ca (kalsiyum) elementi ürettikleri
konusuna yoğunlaşır ve çeşitli deneyler yapar.
Tavukları kireç bulunmayan
zeminler üzerinde yaşamaya bırakır. Birkaç gün sonra tavukların
yumurta-kabuklarının sertliklerini kaybedip, yumuşadığını fark eder. Sonra
tavuklara mika pulları yedirir ve yumurta kabuklarının normal sertliklerine
kavuştuğunu saptar.
Tavukların mikayı tanıma
bilgisi olup-olmadığını anlamak için, yeni doğmuş civ-civler alır ve hiç mika
olmayan ortamlarda yetiştirir. Yumurtlamaya başladıklarında, yine yumuşak
kabuklu yumurtalar oluşur. Bunun üzerine, daha önce hiç mika görmemiş bu
tavukların çevrelerine mika pulları serper ve davranışlarına bakar: Önceleri
hiç mika pulu görmemiş tavuklar mikalara saldırıp, büyük bir iştahla onları
yutarlar. “Ertesi gün yumurtaların normal kabukları vardı” diye not alır.
Tavukların yuttukları mika
mineralinde Ca (kalsiyum) yoktur; ama K (potasyum) vardır. K elementine bir
proton eklenmesiyle Ca elementi oluşmaktadır. Tavuk bedeninde bu işlem
gerçekleşir ve tavuğun hücreleri, K’a bir proton eklenmesi işlemiyle
yumurta-kabuğu için gerekli Ca elementini yapmaktadır.
Bu temel gözlem ve deneyler
ışığında, geleneksel olarak öğretilen fizik-kimya bilgilerinin doğruluğundan
şüphelenmeye başlar. Çünkü geleneksel fizik-kimya bilgileri, doğadaki tüm
kimyasal elementlerin doğal sistemin oluşumu başlangıcında oluşturulduğunu ve ondan
sonra artık yok-edilip-değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Yani potasyum veya
kalsiyum (veya tüm diğer kimyasal elementler), potasyum ve kalsiyum olarak
oluşturulmuşlardı ve asla bir başka elemente dönüştürülemezlerdi. Bu bir dogma
şeklinde tüm bilim-insanları tarafından kabul edilmişti.
Kervran bu konuyu şöyle ifade
eder: (1972, s. 120)
“Dünyamızın, başlangıçta
oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki
bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir,
vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka
hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey
olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". Böyle bir
inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde
"bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine"
ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal
dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir.
Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka
dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element
dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer birçok türde
dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği
(değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer
moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu
değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve
kaybolmaktadırlar.”
3.2.Yulaf tohumu deneyi
Kervran yulaf tohumlarını
önceden analiz eder ve K, Ca, oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su
içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar
saptadığında, (K=potasyum) miktarında
azalma, (Ca=kalsiyum)-miktarında ise artma olduğunu görür. Potasyumdaki
azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına denk olduğu gerçeğine dayanarak,
(39K + 1H → 40Ca) şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü)
gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer, Kervran 1973.
3.3. Yaş-meyve ile kurutulmuş meyvede kimyasal element oranları farklıdır
Bitkilerin
büyüme-gelişmelerinde kimyasal elementlerin birbirlerine dönüştükleri
görüldükten sonra, tersi durumda, yani meyvelerin kurutulması sırasında da
transmutasyonlar oluştuğu da saptanmıştır.
Araştırmalar tamamen izole
edilmiş, yani hiçbir madde girişi olmayan, sadece su içeriğinin dışarı
çıkarıldığı ortamlarda yapılmıştır.
Araştırmada 100 gr. Taze
meyve temel alınmıştır.
Taze meyveler ile kurutulmuş
meyvelerin kimyasal element içeriklerinde bazı elementlerin miktarlarında
anormal artışlar saptanmıştır. Taze meyvelerle, onların kurutulmuşlarının
analizinde. Na, Mg, P, K, Ca, Mn, Fe, Cu, Zn elementlerinin miktarlarında büyük
artışlar oluşmuştur.
Kurutma kapalı bir sistem içinde yapıldığından, çevreden element girmesi söz konusu olamayacağına göre, artışlar, karbon, oksijen, silis gibi başka atomların dönüşümleri sonucu oluşmuş olmak zorundadır. (2 16C + 2 12O → 56Fe (Kervran 1973))
3.4. Yengeç, kerevit gibi eklem-bacaklı grubu canlılar kavkılarını kireçsiz
sularda da yaparlar
Eklem-bacaklılar grubuna ait
çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar, vs) büyüdükçe kavkılarını
değiştirmek zorundadırlar. Deniz araştırmaları laboratuarlarında kerevitler, Ca
elementinden kimyasal olarak arındırılmış ortamda yetiştirildiklerinde, yine de
kabuklarını kusursuz şekilde oluşturdukları saptanmıştır. Yaşadıkları su
ortamında kavkılarının yapımında kullanılan Ca (kalsiyum) elementi
bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka elementlerden üretmiş
olmalıdır.
3.5. Toprakta kireç azalınca, papatyalar çoğalmaya başlar
Güzel çimler kireç bakımından
zengin topraklarda gelişir. Toprakta kireç azalınca, papatyalar çoğalmaya
başlar. Kireç ne kadar az olursa, o kadar çok papatya oluşur. Papatya külleri
incelendiğinde çok fazla kireç içerdikleri görülür. Papatyalar öldüklerinde, bu
kireç toprağa karışır ve bu şekilde toprağın kireç oranı tekrar artmaya başlar.
Papatyalar silisli ortamdaki Si elementini Ca elementine dönüştürürler:
28 12 40
Si + C
: = : Ca
14 6 20
Böylelikle ortamdaki Ca
eksikliğini giderirler. Yani doğa kendi kendini dengeleyip düzenleyen bir
sistemdir.
3.6. Kayaçların ayrışmasında da elementler birbirlerine dönüşürler.
Transmutasyonlar kayaçların
ayrışmasında da görülür. UNESCO-Dünya Mirasına girmiş olan Kamboçya’daki
12.asırdan kalma, Angkor Wat tapınaklarında yapılmıştır. Binalar genelde
kumtaşlarından yapılmıştır. Analizler şu kompozisyonu göstermiştir:
Sağlam taşta: % 63.0 SiO2 ; % 1.40 CaO
Bozunmuş-taşta: % 35.8
SiO2 ; %17.34 CaO
Görüldüğü üzere, kalsiyum
(Ca) artmış, silis (Si) oranı ise azalmıştır.
28 12 40
Si + C
: = : Ca
14 6
20
Sağlam taşlarla, bozunmuş
taşların micro-organizma içerikleri incelendiğinde, sağlam taşlarda hiç
mikro-organizma yok iken, bozunmuş taşlarda Actinomycete ailesinden 83 farklı
tür bakteri bulunmuştur. Silis oranını azaltıp, kalsiyum oranının artıran
faktörün ne olduğu araştırıldığında, bunun çevredeki sulardan veya atmosferden
olamayacağı saptanmış, söz konusu element dönüşümlerinin mikro-organizmalar
tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmıştır.
3.7. Aktive olmuş azot molekülünün akciğerlerde karbon monoksite
dönüşmesiyle oluşan zehirlenme.
“İlkokulumuzun sınıfı ilkel
bir dökme demir soba ile ısıtılırdı. Çoğu zaman eski meşe odunu yakardık. Odun
iyi yandığında, soba gürül- gürül yanmaya başlar ve kırmızıya dönerdi. Sonra
ise herkes baş ağrısından şikâyet ederdi. Hemen sobanın yanmasını yavaşlatmak
için görevlendirilen biri harlı yanmayı durdurucu önlem alırdı. Sonra da,
baş-ağrıları son bulurdu.
Öğretmenler harlı yanan
sobadan zehirli gazlar çıktığını söylerlerdi. Halbuki soba çok iyi yanıyor ve
sobadan veya borulardan hiçbir şey dışarı çıkmıyordu. Peki neden baş-ağrısı,
baş-dönmesi vs. oluşuyordu? Zehirleyici gaz nasıl ortaya çıkıyordu? (Sobanın
harlı yanması engellendikten sonra baş dönmesi neden son buluyordu?)
Azot asla atomik olarak
değil, her zaman element molekülleri (N2) şeklinde ortaya çıkar ve Moleküler
orbitallerin elektronları ile çevrili iki azot atomu çekirdeği içerir.
Molekülün merkezindeki iki çekirdek bilinen bir frekansta salınır. Bir süre
sonra bir protonun nötronuyla birlikte bir çekirdekten diğerine geçişine neden
olan bir rezonans, dışarıdan benzer titreşim enerjisi verildiğinde ortaya
çıkabilir. Bütün bunlar çevreleyen Elektronlarda herhangi bir değişiklik
olmadan gerçekleşir. Bir tarafta, bir protona sahip bir çekirdek daha az kalır,
yani karbon; diğer çekirdek bir protonu emer ve oksijene dönüşür. Bu nedenle,
bu nükleer bir fiziksel süreç değildir, çünkü moleküler durum sürekli olarak
korunur. Bunun yerine, bir protonun bir çekirdekten diğerine aktarılmasıyla
yeniden yapılanma var.
2 14N = 12C + 16O
Bir protonun ve nötronunun
bir çekirdekten diğerine aktarılması radyoaktif bir süreç gibi görünmüyor; daha
önce bilinmeyen bir enzimin yardımıyla akciğerlerdeki kabarcıklarda veya belki
de kabarcıklardan geçerken kırmızı kan hücrelerinin zarlarında gerçekleşebilir.
” (Kervran 1980, s. 17)
3.8. Mikro-Organizmalarca Element
dönüştürme deney sonuçları:
Kervran’ın “Transmutations Biologiques, 1962” adlı eserinin N. Sakurazawa tarafından Japoncaya tercümesi,
Uygulamalı Mikrobiyoloji Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki’nin dikkatini
çeker, çünkü potasyum gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, mikroorganizmalarca
potasyum elde edilmesi durumunda, Japon ekonomisi büyük bir ivme kazanacaktır.
Komaki 1963de deneylere başlar ve 1964 yılı Kasım ayında Kervran’a deney
sonuçlarını gönderir (Kervran 1982, 42-45). Komaki’nin deneylerinde mikroorganizmalarca Na’un K oranını artırdığı saptanmıştır.
Not: Hücreler
işlevlerini, genleri sayesinde yaparlar. Genlerin on/off=açık/kapalı olması
işlevin yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir uyarı verilmesi, geni
“açık” duruma getirir, ve o nedenle
ortama çok az oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme
yaparak, potasyum-sentez-genini aktive eder ve potasyum oluşturma
potansiyelinin artırılmasını sağlar.
Mikro-organizmaların
sodyum ve oksijeni kaynaştırarak potasyum oluşturdukları şeklinde araştırmayı
yapan Hisatoki Komaki’nin yukarıda özetlenen çalışması P,T.
Pappas’ın 1998 yayınıyla pekiştirilir.
“Hücre içinde elektrikle
oluşturulan çekirdek kaynaşması= Electrically induced nuclear fusion in the
living cell” adlı yayınında Pappas, hücreler içindeki Na - K oranı değişimlerinin,
şimdiye dek kabul edildiği gibi hücre dışından hücre içine “sodyum-potasyum
pompalanmaları” şeklinde değil de, Na23 + O16 +
Electrical Energy + ATP Energy = K39, şeklinde bir hücre içi element
dönüşümü ile gerçekleştiğini ıspatlar. Yani hücre
içinde sodyumla oksijenin kaynaştırılmasıyla potasyum elde edilebilmektedir.
Hücrelerimizin iş
yapabilmesi 3-fosfatlı ATP molekülünü, 2 fosfatlı ADP molekülüne dönüştürmesi
sonucu açığa çıkan bir fosfat enerjisiyle olmaktadır. Bu ise, her işlemde, hücre içindeki sodyum
iyonlarının, hücre dışına pompalanması, hücre dışından ise potasyum iyonlarının
hücre içine pompalanması ile mümkün olabilmektedir.
Bu işlemler, hücre içinde ve
hücre dışında, Na ve K iyonları yoğunluğunun aniden 10-15 kat kadar artırılması
ve azaltılması gibi muazzam iyon-akışları gerektirir. Hücre içinde saniyede
100.000 kadar işlem gerçekleştiği düşünülürse, hücre-zarlarında ne kadar
sıklıkla bir iyon-pompalama trafiği olması gerektiği anlaşılır. Böyle bir
iyon-yoğunluklarına dayalı pompalama işlemlerinin olabilmesi hiç-ama hiç olası
değildir.
Bilim-insanları, dogmatik bir
görüş etkisi altında öylesine şartlandırılmışlardır ki, bedenlerimizdeki
hücrelerin zarlarının “yol-geçen-hanıymış gibi” saniyede milyonlarca sodyum ve
potasyum iyonunun bir anda içeri alınması ve dışarı atılması gibi insan aklının
alamayacağı bir mantıksızlığı, çözüm yolu olarak kabul edebilmişlerdir!
Bundan daha vahim bir
mantıksızlık ise, Na ve K iyonlarının su ile temas etmeleri durumunda, muazzam
bir patlama gerçekleşeceği ve hücrelerin param-parça olacağıdır, çünkü, gerek
hücre içi, herek hücre dışı ortamda su bulunmaktadır.
Hücrelerin ve
mikro-organizmaların, kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürdükleri sonraki
yıllarda yapılan deneylerle net bir şekilde ıspatlanmıştır. Şöyle ki: Vysotskii
1990’lardan itibaren biyolojik transmutasyonlar (element-dönüşümleri) üzerinde
çalışmaktadır. Çalışmalarında Mossbauer Spektroskopisi gibi çok yeni analiz
yöntemleri kullanan Vysotskii ve Kornilova, Bacillus subtilis, Escherichia
coli, Deinococcus radiodurans, ve maya mantarı Saccharomyces cerevisiae ile
ağır-su (D2O) içinde deneyler
yapmışlardır. Mikro-organizmaların yaşadıkları ortama MnSO4 eklediklerinde,
spektrometrede 57 atom ağırlıklı Fe (demir) oluştuğunu gözlemişlerdir.
Dolayısıyla (55 ağırlık Mn + 2 ağırlıklı Deuterium = 57 ağırlıklı Fe)
reaksiyonunun gerçekleştiğini net olarak gözlemlemişlerdir. Bakterilerin bu
element dönüştürme işlemlerinde “microbial catalyst transmutator = mikrobik
katalizör dönüştürücü” adını verdikleri simbiyotik (ortaklık) ilişkilerinin
önemli rol oynadıklarını ortaya koyarlar,
Vysotski ve Kornilova (2010).
Hücrelerin kimyasal
elementleri birbirlerine dönüştürdüklerini ıspatlayan daha bir çok yeni
araştırma yapılmıştır, Ravikumar & Achutha 2012, Kumar 2017), vb..
Toprak bir sürü canlının
yaşam ortamıdır. Bunlardan biri olan solucanlar, toprağın kimyasal bileşimini
değiştiren önemli organizmaların başında gelirler. Bir solucan 10 saniyede bir
gram toprağı bedenine alır, yani “yer”. Bu yılda 3 ton eder. Solucan gövdesinden
geçen toprağın kimyası çok değişir, topraktaki azot 5 kat, kireç 2 kat,
magnezyum 2.5 kat, fosfor 7 kat, potasyum 11 kat artmış olur.
3.9. Jeolojik olaylarda da kimyasal element-dönüşümleri görülür.
Jeologlar asırlardır granitik
kayaçların oluşumlarını, magma-diferansiyasyonu adını verdikleri bir olayla
açıklamışlardır. Magma-diferansiyasyonu, yeryuvarı içinden (manto’dan) yükselen
1200º santigrat sıcaklıktaki magmanın soğumasında, önce yüksek derecelerde
kristalleşen olivin-piroksen-Ca’lu-plajioklas gibi minerallerin kristalleşip,
gabro gibi kayaçlar oluşturduktan sonra, geriye K’lu feldspat, kuvars, mika
gibi mineraller oluşturacak granitik bir
magma kalacağı (800 dereceden daha az sıcaklıklarda) görüşüne dayanır.
Bu görüş, söz konusu magma
kütlesinin, magma-odası şeklinde bir
ortamda soğuması durumunda gerçekleşebilir. Bir odada, soğuma sonucu önce
gabro-gibi bir kayacı oluşturan mineraller, odanın sıcaklığı düştükçe de granit-gibi
bir kayacı oluşturacak mineraller kristalleşecekse, o odanın çevresinde gabro,
ortasında ise granit olmalıdır. Yani, granitlerin çevresinde mutlaka
gabro-bileşimli kayaçlar bulunmalıdır.
Granit bir magma odasındaki
1200 derecelerdeki bir sıvı bir sistemin soğuması sonucu oluşuyorsa, granitlerin
çevresinde (kenarlarında) bazaltik bileşimli bir kayaç (gabro) bulunması
gerekir. Halbuki granitlerin çevresinde gabro değil, şist-gnays gibi metamorfik
kayaçlar bulunur.
Granitik kayaçların
çevrelerinde gabro değil, metamorfik kayaçlar bulunması, Kervran’ı, element
dönüşümlerinin jeolojik olaylarda da gerçekleştiği görüşüne götürür: Granitik
kayaçların, magmadan oluşmadığını, metamorfizma sonucu oluştuğunu, ve
bileşimindeki potasyum (K) gibi element artışının, diğer kimyasal elementlerin
dönüşümleri (transmutasyon) sonucu gerçekleşmiş olması gerektiğini vurgular.
Ca40 – H1 = K39 Veyahut: Na23 + O16 = K39
3.10. Jeolojik devirlerde kimyasal element dönüşümleri
Yer-yuvarı kabuğunda yaklaşık
4 milyar yıllık süreç içinde oluşmuş kayaçlar yer almaktadır. Bu oluşumların
ilk 4 ile 2 milyar yıl aralığında oluşmuş kayaçları incelendiğinde, bunların
genelde silisli kayaçlardan oluştukları ve
kireçtaşı (CaCO3) içermedikleri görülür. Yaklaşık 2 milyar yıl ile yaklaşık
500 milyon yıl önceleri arasındaki kayaçlarda dolomitli (MgCO3) kayaçların da silisli kayaçlara eklendiği; son 500
milyon yıllık süreçte ise, silisli kayaçların giderek azaldığı kireçtaşlarının giderek arttığı görülür. Bu
durum, yeryuvarı oluşum sürecinde, Ca elementinin, Si elementlerinin
dönüşümleriyle zenginleştiği sonucuna götürür. Kervran (1972).
3.11. Kervran-etkisinin sağlığımıza etkileri ve yaptığımız yanlışlıklar
Kervran 1980 sayfa 137-
145’den bazı bölümler:
(1)- “Özel bir beslenme
laboratuvarında, sıçanlar üçerli iki gruba ayrıldı. Bir gruba kalsiyumca zengin
normal yem verildi. Diğer grubun yemine at kuyruğu özü eklendi. Kemikleri
kırılan sıçanların 10 gün sonra röntgenleri çekildi. Organik silika ilavesi içeren
yem yiyen sıçanların kemikleri iyileşmişti. Ama kalsiyumca zengin yemle
beslenen sıçanların kemikleri iyileşmemişti. Hatta 17. Günde çekilen
röntgenlerde organik silisli yemle beslenen sıçanların kemikleri tamamen
iyileşmişti, ama kalsiyumlu yem alan sıçanların kemikleri hala iyileşmemişti.”
(2)- Bedende dekalsifikayon
yani kalsiyum eksilmesi, tırnak kırılmalarıyla kendini belli eder. Atkuyruğu
ile bu eksiklik birkaç haftada düzelir.
(3)- Hayvanlar kamyon veya
demiryolu ile gönderileceklerse, kemik İskeletlerini güçlendirmek için
yolculuktan birkaç hafta önce Yemdeki magnezyum miktarını üç katına çıkarmanız
önerilir.
(4)- Sonuç olarak, beslenme
sorununu en açık ve dramatik bir şekilde gösteren bir hikâye anlatmak
istiyorum.
Doktor, hamile bir kadına
demir eksikliği teşhisi konduktan sonra demir almasını tavsiye etti. Bununla
birlikte, vücut demiri çok iyi depolamadığı için, demiri gastrointestinal
kanalda bağlayan bir şeyler almasını istedi. Çok fazla tablet tüketen biri
olmayan kadın, yeterli demir olmadığı haberinden biraz korkuyordu. Eve gitti ve
bunu biyolojik dönüşüm olgusunu iyi bilen kocasına anlattı. Kocası onu
sakinleştirdi ve her şeyin yolunda olduğunu, sadece daha fazla tahıl gevreği
yemesini ve vücudun Manganezi daha iyi emmesini ve metabolizmasını uyarmasını
sağlamak için daha dikkatli bir şekilde çiğnemesini söyledi. Daha sonra bir
dahaki sefere doktor tarafından sabah yerine öğleden sonra randevu almasını
tavsiye etti. Bir ay sonra doktora gitti ve ona talimatlarını en iyi şekilde
takip ettiğini söyledi, çünkü şimdi çok fazla demir var!
Aşağıdakiler olmuştu: tahıl
gevreği (özellikle tam buğday, soyulmamış pirinç, vb.) manganez bakımından
zengindir. Bununla birlikte, Manganezin demire dönüştüğünü biliyoruz ( 56 Fe
:=: 55 Mn + 1 saat). Hamile bir kadının metabolizması biraz yavaştı, bu yüzden
kocası öğleden sonra doktora gitmesini tavsiye etti; o zamana kadar manganez
demir haline geldi. Daha hızlı metabolizması olan bir kadın, kahvaltıdan birkaç
saat sonra zaten bol miktarda demir içerir.
Demir seviyeleri her insanda
dalgalanır ve çok mekanik olarak görülmemelidir. Biyolojik dönüşümlerin
bilgisi, "hızlı hap" dünyasından gelen sanrılar yerine felsefi bir
huzur verir. (Kervran S. 141)
(5)- Bir hastanenin baş
doktoru, genç bir adamın bir kazada çok ciddi bir kemik kırığı yaşadığı
karmaşık bir olayda yardım istedi. D vitamini ve kalsiyum fosfat ile klasik
tedavi herhangi bir iyileşme göstermemişti. Organik silika uygulandığında
kemikler hızla iyileşti.
(6)- Magnezyum ve silikon,
vücudun kireç oluşturduğu ana kaynaklardan ikisidir. Tüberküloz Kobayları
üzerinde sistematik bir araştırma tüberkülozun dekalsifikasyonla başladığını
göstermiştir. Bu araştırma tüberküloz tedavisine yeni bir bakış getirir.
Kalsiyumdan önce silikon kaybolur; bu dekalsifikasyonun erken bir işaretidir.
Bu nedenle, organik silika verildiğinde kireç oluşturularak mikropların
hapsedilmesi sağlanır.
Silika kaybolursa, kalsiyum
kemiği terk eder. Organik silika eklerseniz, kalsiyum geri döner. Bunun
Açıklaması ne olursa olsun, bir gerçek yadsınamaz: iki unsur birbiriyle
ilişkilidir. (Kervran S. 144)
(7)- Çok şiddetli romatizması
nedeniyle parmakları ve eklemleri deforme olan bir hastaya, organik silika özü
ile potasyum hidrojen karbonat verilir. Tedaviden önce bir röntgeni çekilir.
Altı günlük tedaviden sonra başka bir röntgen çekilir ve tam bir iyileşme
geçekleştiği görülür. (Kervran s. 145)
(8)- Dizinde Dekalsifikasyon
geçiren başka bir hastaya, bu kez bitkilerden elde edilen organik silika verdi.
Silika Potasyum hidrojen karbonat ile birlikte uygulandı. Bir ay süren günlük
tedaviden sonra Diz iyileşti. (Kervran s. 145)
(9)- Potasyum ve silikonun
kemiğe kalsiyum getirdiği ve böylece Romatizmayı kalsiyum almadan tedavi
edebileceği görülmektedir, ancak genelleme yapılmamalıdır. AŞIRI MİKTARDA
SİLİKA, özellikle mineral olarak, Dekalsifikasyona neden olur. Charnot deneyi,
insan vücudunda kimyasal elementlerin birbirlerine dönüştürülebildiklerini
ıspatlamak için verilmiştir.
Kervran, bu olağan-üstü
görüşlerinin bilim dünyasında kabul gördüğünü göremeden 1983 yılında ölür.
Yukarılarda sunulan verilerden anlaşılacağı üzere, hücreler içinde saniyede
yüz-bin civarında kimyasal tepkime olmaktadır. Kervran, hayat sisteminin
tamamen kimyasal olaylar-tepkime-ardışımlarından olduğunu fark ettiği için
“Life is nothing but chemistry” diye özetleyen, dahi bir bilim adamıdır.
Kervran’ın çalışmalarını
takdir eden bilim adamları de elbette olmuştur. Bunlardan H. Maruyama adlı
Japon bilimci, 1975 yılında Kervran’a fizyoloji-tıp alanında Nobel ödülü
verilmesi teklifini yapmışsa da, söz konusu toplum baskısı nedeniyle, teklif
reddedilirmiştir.
Tenkit edenler arasında
meşhur astrofizikçi Carl Sagan da yer alır ve Kervran içim şöyle der: ““The
types of reactions which you are proposing are quite impossible in ordinary
chemistry. . .I would strongly suggest that you read an elementary textbook in
nuclear physics. = Sizin öngördüğünüz şekilde bir tepkime kimyasal olarak
olanaksızdır. Nükleer fizik konusunda sizin temel ders kitapları okumanız gerekir.
”
Sagan gibi düşünenler,
Kervran’ın Low energy nuclear reaction=LENR kavramını hiç dikkate almayıp,
çekirdek reaksiyonlarının mutlaka yüksek basınç ve sıcaklı etkisi altında E=mc2
formülüne göre geçekleşeceği dogmasına dayanmaktadırlar. Tepkimede 0.008 a.m.u.
kütle açığa çıktığını belirten itirazcılar, 6 gramlık bir yumurta kabuğu için
gereken kütlenin E=mc2 formülüne göre 50 000 000 kJ gibi muazzam bir enerji
açığa çıkaracağını, bunun ise, bırakın tavuğu, tüm çevresini bir ateş topuna
çevireceğini belirterek, Kervran’ı sürekli aşağılamışlardır.
4.
Bilimsel
değil kıstası ve Benveniste-Etkisi
Bilim alemi günümüzde fizikçi
– evrimci gibi bilim-insanlarınca kontrol edilmekte ve yönetilmektedir. Onların
sahip oldukları bilgilere göre, varlıklar bilinçsizdirler ve doğa-yasalarına
birer robot gibi uyarlar. Halbuki doğada her şey tabandaki öğelerden enerjilerini
alırlar. Bu nedenle her şey tabana dayalıdır. En tabandaki öğeler ise kuantlar
alemidir. Ve kuantlar alemi robotsu davranmaz, tam tersine
çevresindeki her şeyle etkileşim içindedir ve olasılık hesapları yaparak en
olası duruma göre davranırlar. Ve en önemlisi, observer-effect =
gözlemci etkisi denilen bir özelliğe sahiptirler.
Fotonlar tipik
birer kuant’tırlar. Çevresindeki varlıklar kendileriyle ilgileniyorlarsa,
onların niyetlerine göre davranırlar.
Tüm medya ve bilimsel
dergiler para-babaları tarafında sahiplenmişlerdir ve onların
kontrolündedirler. Bilim alemi denilen tepedeki bir zümre tamamen bu
tepedekilerce yönlendirilmektedirler. Aşağıda
verilen Benveniste olayı ve benzeri birçok araştırma bilim alemince
“bilimsel olmamakla” damgalanmıştır ve ancak yıllar geçtikten sonra insanlar
tarafında kabul edilmeye başlanmaktadır.
Bilim aleminin “bilimsel
değil” kıstası nasıl bir şeydir?
Bilim-insanlarına göre
bilimsel olmanın koşulu şudur: Her yerde aynı sonucun elde edilmesi gerekir!
Halbuki kuantlar aleminde
varlıklar kendilerini gözlemleyenin niyetine göre davranırlar. Yani her yerde
aynı tepkiyi vermezler.
Bilim alemi yukarıda
özetlendiği gibi, varlıkları bilinçsiz sayar. Bu düşüncedeki bir bilim adamının
bir biyofoton detektörü ile su moleküllerinin bilinçli mi bilinçsiz
mi davrandıklarını ölçmeye çalıştığını düşünün. Su çevreye fotonlar gönderiyor,
ama o fotonu algılayacak olan insan suyun bilinçsiz olduğuna inandığından
fotonların bilgi içermediklerini düşünür. Fotonlar gözlemcinin bu niyetini
algıladıkları için ona uygun davranırlar ve hiçbir bilgi sahibi değilmiş gibi
davranırlar.
Bilim insanlarının önyargılı
davranıp, bazı araştırmaları bilimsel olarak kabul etmeyerek, insanlığı yanlış
etkilediklerinin birkaç örneği aşağıda sunulmaktadır.
BENVENISTE-ETKISI: VARLIKLAR
BIRBIRLERIYLE ETKILEŞEREK IŞLEM YAPARLAR
Önce bir araştırma örneği
vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek
istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal
ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak
bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik
bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan
hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma
özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir.
Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden”
anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi,
kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları
tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı
Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12
arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve
ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler
yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu
araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır”
olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil
hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur
ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde
tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde
pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin
uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur. Yani su molekülleri,
kendileriyle rezonans içine girebilecekleri bir sinyal yayıcı
(Benveniste-deneylerine katılıp, inanan bir insan) olduğunda, o insandan gelen
sinyallere uygun davranıp, IgE antikoru işlevi yapıyorlar; ama
etkileşebilecekleri bir sinyal gönderici olmazsa, pasif kalıyorlar.
Benveniste deneylerinden
etkilenen Nobel ödüllü bir virüs-uzmanı (Montagnier) bakteri, virüs gibi
mikroplara karşı üretilen antikorların, o mikroplardaki belli DNA sinyalleriyle
tetiklenmiş olabileceğini düşünür. Çünkü bu
durum Benveniste tarafından tahmin edilmiş, ve bu konuda
araştırmalara başlanmıştı. Bu tür DNA sinyallerinin var-olup olmadığını
araştırır, var olduğunu görür ve o sinyalleri bilgisayarlarla önce analog
olarak kaydeder, sonra onları dijitalleştirir, yani 0 ve 1 sayılarından oluşan
dalgalanmalara dönüştürür. (Bu vesileyle bir ara notu: Hücrelerin birbirleriyle
özel biyofoton sinyalleriyle haberleştikleri ve
bu biyofoton sinyallerinin de, hücre çekirdeğindeki DNA-sarmalları
tarafından oluşturuldukları alman biyofizikçisi Popp (1974) ve
daha sonra da Çinli laser-fiziği uzmanı
Ke-Hsueh Li (1983) tarafından gösterilmişlerdi. Ondan sonra bu
sinyaller kopyalanıp-aktarılabilir olmuşlardır.)
Sonra bu sinyaller ile
tüplere konmuş su molekülleri arasında “rezonans” oluşturacak elektromanyetik
alan ortamı hazırlar ve su moleküllerinin bu DNA sinyalleriyle rezonans
oluşturmaları için belli bir süre o sinyal etkisi altında tutar. Sonra o
tüpteki suda antikor moleküllerinin oluşturulduğu saptanır.
Bu
sinyalleri farklı araştırma laboratuvarlarındaki tanıdıklarına göndererek, aynı
yöntemin uygulanması istenir. Ve farklı laboratuvarlarda da
aynı antikorların DNA-sinyalleriyle rezonansa sokulmuş su
moleküllerince de oluşturulduğu teyit edilmiş olur. Bak: Montagnier et.al.
2014: Transduction of DNA
information through water and electromagnetic waves.
Electromagnetic Biology and Medicine. 34: 106-112.
https://www.youtube.com/watch?v=R8VyUsVOic0
Aşırı derecede sulandırılmış
bir ortamda, hala ilk ortam bilgilerinden etkilenmiş moleküller var ise, o
moleküllerde o ilk ortam koşullarını hatırlama bilgisi vardır. Ama bu bilgilere
sahip moleküllerin aktive olması için, o bilgi sinyallerinin, ya o bilgilere
sahip bir insanın deney ortamında bulunması ve su moleküllerini aktive edecek
sinyali göndermesi; ya da, Montagnier deneyinde olduğu gibi, bir
DNA-sinyalinin moleküllere iletilmesi gerekir. Bu işlem bir aktivasyon enerjisi
veya sinyali görevini görür ve su-molekülleri, o bilgiyi hatırlayıp, o işlevi
yerine getirirler.
Bundan yola
çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram
oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu
olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri,
varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Burada kullanılan
“Su-hafızası” kavramı, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve
davranışlarını ona göre ayarlamaları olarak değerlendirilmelidir.
Yani insanların düşünceleri
(yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya
negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya
olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Günümüz insanlığı, varlıklar
arası karşılıklı bilinçli bir etkileşim olduğunu kabul etmemektedir. Onlara
göre, varlıklar bilinçsizdirler ve insan davranışından etkilenmezler.
Halbuki Benveniste deneyi, insanlarla su molekülleri arasında bir
rezonans oluşturulursa, o su moleküllerinin kendileriyle rezonansta olan
insanlardan etkileneceğini göstermektedir.
Bilim insanlarının günahı
başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları atom-molekül gibi küçük
öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve çevrelerini algılayarak, ona
uygun bir davranışta bulunduklarını kabul edemediklerinden, kavgalar ve
anlaşmazlıklar hep süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık
çekmektedir.
Yani özetleyecek olursak,
“Bilim-insanları” hala dogmatik gelenek görüş etkisi altında davranmaktadırlar.
Nedir bu dogmatik görüş?
Doğadaki oluşum ve gelişimler
doğa-üstü bir güç sistemi tarafından yönlendirilirler; varlıkların bilinçli
davranmazlar, rastgele davranışlar söz konusudur, doğa-yasalarına birer robot
gibi uyarlar, doğa-üstü bir güç iyileri seçer.
Halbuki doğada her şey tabandaki öğelerden enerjilerini alırlar. Bu nedenle her şey tabana dayalıdır.
5.
Dünyada sömürü düzeni tepeden sahiplenilen
DEVLET sistemleriyle başlar.
Toplum yönetiminin 4
bin yıl önceleri tepedeki asil-soylu olduğuna inanılan kişilere teslim
edilmesiyle sömürü ve emperyalizm başlar.
Yaklaşık 5 bin yıl öncelerine kadar
Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da etkili ve egemen olmuştur.
Ama 5300 yılından sonra krallık sisteminin gelişmesiyle istilacılık ve
sömürgecilik dünyada yayılmaya başlar.
Asil-soyluluk,
Irkçılığa yol açar ve asil soyluluğa dayanan Bozkır-Göçebe-yöneticileri
istilacılığa başlarlar
4.1. Hint-Avrupa veya İndo-German
dil grubunun ortaya çıkışı ve eski kültürleri istila etmeleri
Avrasya
bozkırı, Karadeniz’in kuzeyinden (Ukrayna’dan) başlar ve Kazakistan’ın doğusuna
kadar uzanan çok geniş bir bölgeyi kapsayan devasa bir düzlüktür. Kuzey
bölgesinde bulunduğundan iklimi serttir, yağış azdır. Bu nedenle çayır ve bodur
bitkiler egemen bitki örtüsüdür. Bu tür bitki örtülü alanda da ona uygun hayvan
topluluğu yaşar. Dolayısıyla insanların geçim kaynağı hayvancılık ağırlıklı
olmuştur. Atlar bu bölgede yaşayan hayvanlar arasındadır ve yaklaşık 5500 yıl
önceleri evcilleştirilmiştir.
Tunç
devri başında at gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı hayvanın evcilleştirilmesi,
toplumlar arası ilişkileri çok hızlandırır. At gibi hızlı bir hayvanın
evcilleştirilmesi tunç gibi çok sert ve dayanıklı maddenin yaşama girmesiyle
birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur. Bu kolaylaştırma
özellikle askerlerin yiyecek-giyecek-yatacak gibi çok gerekli ve karşılanması
zor konularda muazzam olanak sağlamasıyla ilgilidir. Atın eti ve sütü yiyecek
ihtiyacını, atın çektiği bir araba giyecek ve çadır gibi konaklama
gereksinimini karşılamaktadır. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan
toplumlar muazzam bir fark yaratırlar.
Mezopotamya,
Anadolu gibi bölgelerde yaşayanlar genelde sürekli yerleşik bir toplum hayatı
sürdürürken, Karadeniz kuzeyindeki ve Orta-Asya’daki steplere genelde göçebe
hayatı daha yaygındır. Göçebe hayatında at en önemli unsurdur, çünkü yer
değiştirmede çok kolaylık sağlar. Dolayısıyla kuzeyin steplerinde yaşayan
toplumlar savaş tekniğinde daha avantajlıdırlar.
Tunç
gibi sert ve dayanıklı maddenin keşfiyle zırh-mızrak gibi güçlü silahların
ortaya çıkışı ve at gibi hızlı koşan ve ağır yük taşımaya uygun havanın
evcilleştirilmesi dünyadaki dengeler hızla değişmeye başlar.
Yaklaşık
5 bin yıl öncelerine kadar Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da
etkili ve egemen olmuştur. Ama 5300 yılından sonra bu bölgelerdeki dengeler
değişmeye başlar.
Çünkü:
Önceki
bir bölümde gösterildiği üzere, 5-6 bin yıl önceleri, Avrasya bölgesinde
“iç-deniz” sistemlerinin kuruması nedeniyle kuraklık başlamıştır. Kuraklık
nedeniyle yaşam sistemleri bozulan halk, yaşayacak yeni bölgelere göçmek
isterler ve bunun için de iki önemli avantajları vardır.
Birincisi
at gibi çok güçlü ve hızlı bir hayvanı evcilleştirmişlerdir, komşu ülkelerde
ise At değil, sadece eşek ve sığır vardır. Bu durum onlara çok büyük bir
avantaj sağlamaktadır.
Diğer
önemli faktör, Sümerlerin devlet denilen ve tepedeki kutsal-asil soylu olduğuna
inanılan kişilerce sahiplenilip-yönetilme sistemini hayata geçirmeleri
olmuştur. Bu sistem, devlet yöneticilerinin çok zenginleşmelerinin yolunu
açmış, zenginleşen yöneticiler parayla silahlı ordular oluşturarak, savaş
güçlerini muazzam geliştirmişlerdir.
Sümerler
asalete dayalı tepeden yönetilen ve sahiplenilen Devlet sistemini ortaya
çıkarırlar. Bu sistem dünyanın parsellenip sahiplenmesi anlamına da gelir. Asil
soyluluk liderleri megalomanyak yapar ve güçsüz çiftçilerin ülkelerinin
yağmalanması ve sahiplenilmesi dönemi başlar. Bu dönemin Hint-Avrupa dilli
Yamnaya göçebelerinde başlaması, at gibi çok hızlı bir hayvanın bu bozkırlarda
evcilleştirilip, asil soylu efendilerin hizmetkârı olduğuna inanan bölge
halkını güçlü duruma getirmiştir. Ve ganimetçiliğe dayalı devlet oluşumları ve
sürekli savaşan bir dünya hayatı bu şekilde başlatılmış olur.
Şekil 95: İndo-german dilli Yamnaya göçebelerinin Avrupa ve Asya'daki Atlantis kültürlü toplumları istila etmeleri.
4.1.1. Birinci Örnek Tollense-ırmağı-savaşı:
Haritada
Yamnaya-göçebelerinin Avrupa’ya göç güzergâhında bulunan Tollense adlı bir yer
gösterilmektedir. Bu noktada 1996 yılında tamamen şans eseri çok eski bir
katliamı yansıtan aşağıdaki şekilde (A) ile gösterilen bir kemik bulunmuştur.
Şekil 96: Yamnaya Göçebeleri Atlı ve tunçtan silahlı
askerlerle Avrupa'daki yerleşik çiftçilerin ülkelerini istila etmişlerdir.
Bunun üzerine o nokta civarında kazılar
yapılarak bu kemiğin çok büyük bir savaşın delili olduğu ortaya çıkmıştır.
1996
yılında Almanya’nın Mecklenburg eyaletindeki Tollense Deresi vadisinde
üst-kol-kemiğine bir çakmaktaşı saplanmış haldeki bir kalıntı amatör bir
arkeoloğun dikkatini çekmiştir.
Sonra
2009 -2015 yılları arasında bölgede arkeolojik kazılar yapılmış ve 3-kmlik bir
dere şeridi boyunca o yörede korkunç bir savaş (Tollense river battle)
yaşandığı ortaya çıkarılmıştır.
2013
yılında bölgede yapılan jeomagnetik araştırmalar savaşın gerçekleştiği alanda
120 m. uzunluğunda bir köprü bulunduğunu ve savaşın bu köprü çevresinde
yoğunlaştığını göstermiştir.
Kemik
ve dişlerde yapılan stronsiyum, karbon ve oksijen izotop analizleri insanların
o bölgenin yerlisi mi yabancısı mı olduğunu gösterebilmektedir. Bu tip
analizlerin sonucunda, savaşan taraflardan birinin yerel toplum olduğu,
diğerinin ise çok uzaklardan gelmiş olduğu anlaşılmıştır. Gene izotop
analizleri uzaklardan gelmesi gereken savaşçıların “darı= millet” ile beslenmiş
olduklarını göstermektedir. Bu “darı = millet” bitkisinin ise 8-10 bin yıl
önceleri Çin gibi Doğu-Asya’da yetiştirilmeye başlandığı, 5 bin yıl öncelerine
doğru Karadeniz kuzeyine kadar yayıldığı bilinmektedir.
Savaş
alanında çok sayıda at iskeleti bulunmuştur. At yaklaşık 5 bin yıl önceleri
Kazakistan’da evcilleştirilmiş ve ondan sonra da Yamnaya göçebelerinin
kullandıkları en önemli binek hayvanı ve savaş yardımcısı olmuştur.
Tollense
savaşı tam bir katliam savaşıdır çünkü bir tarafta sadece çiftçilikle geçinen
ve ellerinde ziraat aletlerinden başka bir şey bulunmayan toplum mensupları
vardır. Diğer tarafta örgütlü bir savaş ordusu vardır. Üstelik bu örgütlü ordu
sadece silahlı erlerden değil, atlı-süvarilerden oluşmaktadır.
İşte
Yamnaya-göçebeleri Avrupa’yı böyle istila etmeye başlamışlardır. İndo-german
dili ve kültürü Avrupa toplumlarına böyle kabul ettirilmeye başlanmıştır.
4.1.2. İkinci Örnek: VİNÇA
KÜLTÜRÜNÜN YOK EDİLMESİ
Önceki
bir bölümde (23. Bölüm), Atlantis Ovasından göç eden aglütine dilli kavimlerden
birinin, 6-7 bin yıl önceleri Avrupa’da Tuna- nehri havzasına nasıl
yerleştikleri açıklanmıştı.
Hint-Avrupa
dilli Yamnaya-göçebelerinin Avrupa’yı istila etmelerinin diğer tipik bir örneği
Tuna nehri havzasında 6 bin yılları ile dört bin yılları arasında oluşturulmuş
olan aglütine dilli Vinça kültürünün ortadan kaldırılması olmuştur.
Hint-Avrupa
dilli istilacı kavimlerden önce o topraklarda yaşayanlar, Atlantis-Ovasından
göçen ve Anadolu-Trakya üzerinden Avrupa’ya yerleşen ilk kavimlerdi ve
Atlantis-Ovasındaki ataları gibi aglütine bir dil konuşuyorlardı. Yani
Sırbistan, Romanya, Moldavya, Bulgaristan, vs. gibi Avrupa ülkelerinin ilk
toplumları Slavca, Romence, değil aglütine bir dil konuşuyorlardı.
Aynı
şekilde batı ve güney Avrupa’da da 3-4 bin yıl öncesine kadar aglütine dilli
bir kültüre sahip Anadolu’dan göç etmiş çiftçiler yaşıyorlardı. Genetik
haplogrub analizleri bu gerçeği doğrulamaktadır. Örnek: Pompei volkanı
patlamasında ölenlerin birinin genetik analizlerinde, kişinin Anadolu kökenli
olduğu konusunda veriler elde edilmiştir (Scorrano et al. 2022). Yani İtalya
halkı Anadolu’dan göçen insanların torunlarıdırlar.
4.1.3. Üçüncü Örnek: Hititlerin Anadolu’ya saldırmaları
Şekil 97:
3.600 yıl önceleri Anadolu'nun aglütine dilli Hatti kavminin yaşadığı
Orta-Anadolu bölgesi kuzeyden gelen İndo-german dilli bir kavimce (Hititler)
istila edilir.
İndo-german
dil grubundan başka savaşçı toplumların, barışçıl güney toplumlarını istila
etme örneklerinden bir diğeri Hitit istilasıdır. 10-12 bin yıl önceleri
Basra-Hürmüz (Atlantis) ovasından göçerek bakir Anadolu topraklarının ilk
yerleşik sakinleri olan Göbekli Tepeli, Çatalhöyüklü, Çayönülülerin torunları
olan Truvalılar, Luviler, Hattiler gibi aglütine (bitişimli) dil konuşan
toplumlar tarım-hayvancılık-ve diğer sanatsal işlevlerle yaşarken, MÖ 1700lerde
kuzeyden gelen indo-german dilli Hititler adlı savaşçı bir toplumun istilası
yaşanır. Bu savaşçı toplum Hatti ülkesi merkez olacak şekilde Anadolu’nun büyük
bir kısmını egemenlikleri altına alan ve MÖ 1200lere kadar süren bir devlet
kurar. Sonra zaman içinde diğer yerli halklarla harmanlanarak tarihten silinirler.
4.1.4. Dördüncü örnek: Yunan istilası
Yamnaya Göçebeleri Sümerlerin ortaya
koydukları güçlü krallık sistemleri ve de hızlı at-arabaları sayesinde muazzam
bir istila gücüne kavuşurlar. Oysaki ilk Atlantis-Ovalı göçleriyle dünyaya
yayılmış topluluklar hala karşılıklı hizmet-alışverişleriyle, tepede bir güç
merkezi olmayan bir hayat sürdürmektedirler.
Şekil 98:
Şekilde KIRMIZI hatlarla
Atlantis-Ovalıların göçleri, MAVİ hatlarla
ise, İndo-German dilli Yamnaya göçebelerinin eski kültürleri istila etmeleri
gösterilmektedir.
Hint-Avrupa dilli kavimlerin (Yamnaya
göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri 5 bin yıl önceleri
başlar.
Tepedeki krallar paralı askerleriyle
kolayca tüm Avrupa ve Asya’daki krallıksız toplumları istila etmeleri pek kolay
olur ve İndo-german dilli toplumlar dünyaya egemen olmaya başlarlar.
Hint-Avrupa (İndo-german) kültürü
Ukrayna- Kazakistan arası bölgede 5500 yıl önceleri oluşmaya başlar. At gibi
hızlı ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi, yaşamı çok hızlandırır.
Çünkü tunç gibi çok sert ve dayanıklı madde At gibi bir hayvanın
evcilleştirilmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur.
Şekil 99: İndo-german dilli Yunanlılar 3600 yıl önceleri Kuzeyden gelerek Balkanlar ve Pelasg adlı yerleşik toplumun ülkesini ve Ege adalarını istila ederler ve sonraları bu sömürgeci davranışlarını sürdürürler.
Kuzeydekiler özel yetiştirilmiş paralı
askerler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler eşeklerin çektiği
arabalarla işlerini görebilirler. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan
toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya göçebeleri yağmacılığı
oluşturulur.
Birkaç asır önce, Devlet denilen
tepeden sahiplenici ve yönlendirici hayat görüşü Yamnaya Toplumu ile birlikte
düşünülünce, yanına birkaç bin paralı asker toplayan kabileler (devlet
sahipleri) karşılıklı ortaklık içinde yaşayan barışçıl toplumları kolayca
istila etmeye başlarlar.
Biz Anadolular için batımız ve
doğumuzun hangi İndo-german dilli kavimlerin istilasına uğradığını bilmemiz
gerekir.
Batıda Yunanlılar 3600 yıl önceleri
kuzeyden Ege bölgesine inerler ve Atlantis kökenli yerli halkın (Pelasg’ların)
tepesine çökerler. Önce Girit adasında gelişmiş olan Minos uygarlığını
yerle-bir ederler. (Minos uygarlığının aglütine dilli olduğu ve Türkçe-Macarca
dillerine çok benzediği Revesz 2016 tarafından bilgisayar destekli linguistik
bir araştırmayla gösterilmiştir. Ayrıca Duhoux (1977-8, 2000) Linear A
alfabesinin aglütine dilli olduğunu belirtmiştir.)
Sonra Bodrum, Efes, İzmir, Bergama,
Truva gibi önemli ticaret merkezlerini ele geçirirler.
Herodotos’a göre (1.146) Batı
Anadolu’da Grek kolonileri kurulurken işin içinde Yunanistan’dan hiçbir kadın
yoktu, erkekler de Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos
gibi Karya’nın şehirlerinde doğmuş ünlü Greklerin yarı Karyalı olduğu ve Karya
soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un (1.171) Karyalıları
“tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Her ne kadar bu
dönemde Grekler Karya’nın kıyı kentlerine hâkim idiyse de, halkın büyük kısmı
Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı. (Zangger 2019)
Sonra Karadeniz’e geçip, Sinop,
Giresun, Trabzon gibi kentlerde ticaret merkezleri kurarlar. vs.
MÖ 334’de Büyük İskender fetih ve
istilalara başlar, bir yıl sonra Anadolu, 2 yıl sonra Suriye ve Mısır, 3 yıl
sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl sonra Türkmenistan ve Afganistan ele
geçirilir ve 8 yıl sonunda Hindistan’dadır.
Bir kralın 8 yılda Balkanlardan
Hindistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır? Bunun olması
devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması, halkın devleti
hiç sahiplenmemesi gerçeğinden kaynaklanır.
Bulgarlar Türk kökenlidir ve
Anadolu’daki Türkmenler (Aleviler vs.) ile birlikte eskiden beri balkanlarda
yaşamaktadır. Sonradan Slav kültürü etkisine girmişlerdir. Benzer şekilde
balkanlardaki, batı Avrupa’daki birçok ulus sonradan Slavlaştırılmış,
Germanlaştırılmış, Anglosaksonlaştırılmış, vs. Batı Avrupa’da kendi öz
benliğini koruyan tek Bask toplumu kalmıştır.
Yunanlıların istilacı davranışları
İtalya’nın ilk sakinleri olan Etrüsk toplumuna da olmuştur. MÖ 540-535 yılları
arasında Alalia savaşıyla Etrüskleri mağlup edip, Güney İtalya, Sicilya ve
Korsika’yı ele geçirmişlerdir. Daha sonra bir başka İndo-german dilli toplum
(Romalılar) kuzeyden gelerek MÖ. 27 yılında tüm Etrüsk’leri yok edip, Roma
imparatorluğunun temelini atarlar.
4.1.5. Beşinci örnek: Pers (Fars) istilası
Doğu bölgemizdeki istilacıları da
bilmemiz gerekir. İran platosunun ilk sakinleri Azeriler, Elamlılar, Afşarlar,
Kaşkaylar, Halaçlar gibi aglütine dil konuşan kavimlerdir. Günümüz İran
devletinin dili Persçe (farsça) İndo-german dil grubundandır. Perslerin
yaklaşık 3-4 bin yıl önceleri kuzeyden gelerek İran platosuna yerleşmiş
istilacı bir kavim olduğu tarih sayfalarında kayıtlıdır. Şekildeki Britannica
ansiklopedisi verisine bakınız.
Şekil 100: Britannica ansiklopedisi Farsça konuşan kavmin 3.000 yıl önceleri o bölgeye göçtüklerini yazar.
Anadolu’nun doğusunda bulunan
Atlantis-Ovalıların toprakları MÖ binlerde yine kuzeyden gelen İndo-german
dilli bir kavim tarafından (Persler) istilaya uğrar. Perslerin kurduğu ilk devlet
Med-krallığıdır ve Anadolu’nun Doğu kesimini de istila ederler.
Genetik haplogrub araştırmaları
Kürtlerin sonradan fars kültürü etkisi altına girdiklerini göstermektedir. Bak.
Hennerbichler, F. 2012: The Origin of Kurds. Advances in Anthropology 2012.
Vol.2, No.2, 64-79
Yani Kürtlerin Atlantis Ovasından
gelen dolayısıyla eskiden aglütine bir dil konuşan kavim oldukları, sonradan
Pers kültürü etkisi altına girdikleri anlaşılmaktadır.
Günümüz İran’ında Kaşkay, Afşar,
Halaç, Horasan, Türkmen, Azeri gibi aglütine özellikli Türk-dili versiyonları
konuşulmaktadır. Bunlar İran’a tam dağılmış durumdadır. İndo-german
dili ailesinden Farsça konuşan pers halkı İran bölgesine 3-4 bin yıl
önceleri gelmişlerdir. Oysaki aglütine dilli Türkçe versiyonları konuşanlar
yöreye 10-12 bin yıl öncelerinden gelmişler ve İran platosunun ilk sakinleri
olmuşlardır. Dolayısıyla Persler İran’ın
yerli halkı değil, istilacı kavmidir.
Haritaya bakıldığında Irak’ta Musul ve
Kerkük gibi yörelerde Türkmence konuşan topluluklar olduğu görülmektedir. Bu
topluluklar oranın ilk yerleşik aglütine dilli kavimleridir, çünkü
Basra-Hürmüz-Ovasından göçe mecbur kalan aglütine dilli Atlantisliler oralara
yerleşmişlerdir. 3-4 bin yıldan beri Kutsal Kitaplı dinlerin yayılması sonucu
Semitik ırk mensubu Arapların nüfuzları arttıkça, yöredeki aglütine dilli yerel
halk zamanla bastırılmış ve sadece Musul ve Kerkük’te az sayıda aglütine dilli
insan kalmıştır.
Gürcüler, Lazlar, Çerkezler, Çeçenler,
Dağıstanlılar, Azeriler ise hala aglütine dillidirler dolayısıyla yerli
kavimlerdir.
Tüm bu oluşumlar tüm Avrupa ve
Asya’nın buzul örtüsü dışında kalan ama yine de çok soğuk olan bölgelerinde
gerçekleşirken, yaklaşık 15-20 bin yıl önceleri insan Amerika’ya ulaşmış ve
böylelikle tüm kıtalarda yaşayan tek memeli canlı türü olmayı başarmıştır.
(Amerika’ya geçişin Bering Boğazı üzerinden olduğu düşünülmektedir; çünkü
yukarıda verilen buzul devri coğrafya haritasında görüldüğü üzere, Bering
boğazı buzul devri süresince kara halindedir, çünkü 90 metreden daha sığ bir
deniz suyu altındadır. Ama Amerika’ya geçen insanlar, deniz yolu taşımacılığı
ile de, Pasifik Okyanusu kıyısı boyunca ilerleyerek de ulaşmış olabilirler.)
Bir önemli not daha: insanlık
tarihinde ticaret en önemli bilgi aktarıcı faktör olmuştur. Çakmak taşı hem
kesici-parçalayıcı alet olarak, hem de kıvılcım çıkartarak ateş yakma aleti
olarak en fazla ihtiyaç duyulan madde olmuştur. Ama çok az yerde
bulunabilmektedir. Bu nedenle çakmaktaşı ticareti dünyadaki ilk ve tek ticaret
malıdır. Çakmak taşı yanında zift de önemli bir ticaret unsuru olmuştur, çünkü
deniz veya ırmak taşımacılığında sal veya kayık gibi gereçlerin su geçirmez
şekilde yapılması zift sayesinde olmaktadır. Zift ise buzul devrinde kara
haline geçen bölgelerin en önemlisi olarak karşımıza çıkacak olan Basra-Hürmüz
arası düzlükte –Atlantis-Ovası- bulunmaktadır. Ticaret yapan insanlar yüzlerce
km’lik uzaklardaki farklı toplumlar arası ilişkilerle, bir toplumda gördükleri
bir yeniliği, diğer toplumlara aktararak, bilgilerin yayılmasında çok önemli
bir rol oynamışlardır.
Yani Hint-Avrupa dilli ve kültürlü
Yamnaya göçebeleri, asil-soylu devlet yöneticileri sıfatıyla, sahip oldukları
toprakları genişletmek için, yaklaşık 4 bin yıl öncelerinden başlayarak, Tüm
Avrupa ve Anadolu- İran gibi Yakın-doğu-Asya ülkelerini istila etmişler ve
yerel halkları vergiye bağlamışlardır. Kendilerini uygar, istila ettikleri ülke
halklarını barbar olarak tanımlamışlardır. Bu bilgileri de bizlere tarih
bilgileri olarak kabul ettirmişlerdir. Yunan kültürü bu şekilde 3 500 yılından
2 bin yıl öncesine kadar egemen olmuş, onların yerini ise 2 bin yıl öncesinden
itibaren Roma-Bizans-yönetimleri almıştır.
Anadolunun Milet, Bodrum, Efes,
Bergama, vs gibi kentlerinde yetişmiş filozof ve diğer bilim
insanlarının hepsinin anaları, bitişimli dil konuşan Atlantis-Ovalı
kökenlidirler. Bir insanın genetik malzemesinin % 90dan fazlası ana
tarafından sağlandığına göre, Anadolu veya Ege bölgesi veya adalarında yetişen
bu melez insanlar yamnaya-kökenli mi, yoksa Atlantis-ovalı
(bitişimli dil kültürlü) insanlar olarak mı kabul edilmeli? Kim barbar,
kim uygar?
MÖ
2500lerde Karadenizin kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan göçebeler
genellikle hayvancılıkla geçinirlerdi ve At gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı
bir hayvanın evcilleştirilmesi sonucu muazzam bir savaşçı kabileye dönüştüler.
Sümerlerin tepeden sahiplenilen ve yönetilen devlet sistemini de
kabul eden bu savaşçı kabileler, sahiplendikleri mülkleri genişletmeye
başlarlar. Genetik haplogrub analizleri sonucuna göre, MÖ 2.700 lerden başlayarak
Avrupa ve Asya’yı istila etmeye başlarlar. Hint-Avrupa
veya İndo-german dil grubuna ait bu savaşçı kabileler Avrupa ve
Asya’ya binlerce yıl önce yerleşmiş Atlantis-kültürlü toplumların ülkelerini
istila ederek, dünyada hala günümüzde de sürdürdükleri sömürgecilik
politikalarını devam ettirirler. Yunan denilen indogerman dilli
kavmin ege bölgesine yerleşmeleri de bu istilacılığın bir kolunu oluşturur.
İşin en ironik yanı ise, kendilerini uygar toplum, istila ettikleri
ülke halklarını ise barbar toplumlar olarak görmeleri ve bu bencil tutumlarını
tarih kitaplarına geçirtecek derecede kapitalist bir görüşle dünyaya
yayabilmeleri olmuştur. Acaba gerçekte kimler daha uygardı? Tarım, hayvancılık
ve diğer sanayi kollarında çalışarak, birbirleriyle karşılıklı hizmet
alış-verişi sistemi içinde yaşayan Atlantis-ovası kökenli toplumlar mı, yoksa,
tepedeki bir kralın egemenliği ve emri altında, kralın mülkiyet alanını
genişleteme savaşları vererek, yerel kavimleri kendilerine vergi-haraç vermeye
zorlayan savaşçı kavimler mi?
4.1.6. Altıncı
ve diğer örnekler:
Avrupalıların en son talan ve istilacılığı
Amerika’nın yerli halklarının soykırıma uğratılmasında yaşanmıştır.
Amerika’ya ilk
insanlar buzul devrinin sonlarında, yani yaklaşık 20 bin yıl önceleri
ulaşabilmişlerdir. Bu ilk insanlar Kuzey Amerika’dan başlayıp, Güney Amerika’ya
kadar yayılmışlardır.
İklimsel koşullar
insanların nerelerde az, nerelerde çok olarak gelişeceklerini belirleyen en
temel faktördür. Bu nedenle Kuzey- Orta ve Güney- Amerika’da farklı toplumsal
hayat sistemleri oluşmuştur. Kuzey Amerika daha soğuk olduğu için kentleşmeye
varacak kadar bir gelişme olmamış, kabileler şeklinde farklı
kızıl-derili-kabileleri oluşmuştur. Orta ve Güney-Amerika ise daha ılıman ve
sıcak bölgeler olduğundan kentleşmeler ortaya çıkmış, devletler kurulmuştur.
Orta Amerika’da
Maya-Aztek uygarlığı, Güney Amerika’da İnka uygarlığı bunun tipik örnekleridir.
Tüm bu uygarlıkları oluşturan insanların konuştukları dillerin hepsi Türkçe
gibi aglütine (eklentili) dillerdir. Çünkü hepsi 70 bin yıl önceleri Doğu
Afrika’da ortaya çıkan modern insanların soyundan gelmekteydiler ve o insanlar
Doğu-Afrika’da hala aglütine bir dil konuşuyorlar.
Maya uygarlığı 3 bin yıl önceleri oluşmaya başlamış ve yerini Aztek uygarlığı almıştır. İnka uygarlığı da yaklaşık 3 bin yıl önceleri ortaya çıkmıştır. Gelişmiş kentler ve devletler kuran bu uygarlıklar, Kolomb’un 1492de Amerika kıtasını keşfinden sonra, Avrupalıların talan ve istilacılığına kurban gitmişlerdir. İspanyollar (ve portekizler) Güney ve Orta Amerika bölgelerini, İngilizler (ve fransızlar) Kuzey Amerika’yı tamamen istila edip, yerli halkı yok etmişler ve kendi halklarının o bölgelere yerleşmelerini sağlayarak, insanlık tarihinin en büyük soykırımını gerçekleştirmişlerdir.
6.
Anadolu’da Türklerin 10 bin yıldan beri yaşadıklarının
delilleri:
İnsanlık her birkaç asırda bir
gerçekleşen istilalarda kral soyunun değişmeleriyle sürekli bir çalkantı içinde
yaşamıştır. Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumunda olan Anadolu halkı bu
istilalardan en çok etkilenen insanlardan oluşmaktadır. İstilacılar tepedeki
efendi kesimini oluşturduklarından, halk ister istemez tepedekilerin kültürü
etkisi altında kalmış ve kendi öz-benliğinden uzaklaştırılmış olmalıdır.
MÖ. 2binli yıllarda Hitit’lerin
Hatti’leri istilasıyla başladığı belgelenen bu Efendi-değişimlerinin daha
eskiden kaç defa gerçekleştiği hakkında bilgi-belge henüz yoktur. Ancak ondan
sonraki yıllarda her birkaç asırda bir tekrarlanmıştır.
Benzer şekilde tüm Avrupa
ve Anadolu bu şekilde zaman içinde farklı yönlerden gelen kavimlerce işgal
edilerek, yerel halk kontrol ve baskı altına alınmıştır. Basklar bunun en
batıdaki örneğidir. Anadolu halkı da, Truva savaşları, Pers-Yunan savaşları,
İskender imparatorluğu, Bizans imparatorluğu gibi bir çok devlet istilası
altında kalarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Alevi inançlı
Yörükler-Türkmenler bunun örneğidir.
5.1. Birinci Delil: “Şartamhari Metinleri” veya “Shamsahara tableti”
MÖ. 2291 ile 2255 arasında Akad imparatoru olan
Naram-Sin, tahta geçtikten sonra imparatorluğunu genişletmeye başlar ve bunun
için Anadolu’daki 17 kral ile savaşarak onları yener ve imparatorluğuna katar.
Bu galibiyeti anlatan bir yazılı tablet oluşturularak önemli krallık
merkezlerine bırakılır.
Naram-Sin bu savaşla ilgili olarak üç tablet yazdırmış ve bu tabletler tarihe Mücadelenin Kralı anlamına gelen “Şartamhari Metinleri” olarak geçmiştir. Bu metinler; Mısır Tel El Amarna, Mezopotamya Babil ve Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’de bulunmuştur. Hattuşaş’ta bulunan ve ilk 7 satırı kırıklıktan dolayı okunamayan metin Akad dilinden Hititçeye çevrilmiş bir halde bulunmuştur. Naram-Sin Şartamhari metinlerinde 17 Anadolu Kralından bahseder. Bizim için asıl önemli olan 15. Satırda bulunan “Türki Kralı İlşu-Nail” ibaresidir. Anladığımız üzere “Türki” kelimesi Türk kelimesinden türemiş bir kelimedir.”İlşu” kelimesini ayıracak olursak ;“İl” kelimesi eski Türkçede devlet anlamına gelmekte, “şu” kelimesi ise eski Türk ismidir ( bildiğimiz gibi eski Türklerin yazmış olduğu Şu Destanı vardır, destanda Saka Türklerinin hükümdarının adıdır Şu), “Nail” kelimesi ise şuanda da kullandığımız gibi muradına eren anlamındadır.
6.2.
İkinci delil MÖ. 64 ile MS. 24 yılları arası
yaşayan Strabon’un yazdıklarıdır:
Anadolu’nun pek çok yöresinde
Kimmerler, Partlar ve İskitler gibi türk kavimlerinin de yaşadığı
anlaşılmaktadır. Karyalıların Barbarca bir dil konuştuklarını belirtir.
Kendisi yunanca, latince gibi indo-german grubu diller konuşan ve Mısırlıların
konuştuğu dili bilen Strabon için Anadolu kavimlerinin anlaşılmayan dili
aglütine (Türkçe) dilden başka ne olabilir? Malum, 3 farklı dil grubu söz
konusu: İndo-german, semitik ve aglütine (Türkçe). Bunlardan ilk ikisini
biliyor. Bilmediği ne olabilir?
6.3.
Üçüncü Delil Marco Polo Haritası
Türklerin Anadolu’nun ilk yerleşik kavmi olduğunun diğer biri 1271- 1295 yılları arasındaki ipek yolu seyahatini yapan Marco Polo’nun haritasıdır.
Haritada Anadolu
“Turcomania” olarak işaretlenmiştir. Bunun haricinde Orta-Asya’da Büyük Türkiye
diye ayrı bir yerleşim bölgesi gösterilmiştir.
Bu bilgiler Marco Polo zamanından
önceleri biliniyor olmalı ki, o geçtiği yerler hakkında bilgi verirken o ön
bilgileri kullanmış. Bu da demek olur ki, bin yıl öncelerinden beri Anadolu
Türkçe konuşan kavimlerin yurdudur.
6.4.
Dördüncü
Delil: Malazgirt savaşını kazandıran faktör:
Türklerin Müslümanlığa geçişini
takiben 1037de Büyük Selçuk Devleti kurulur. Horasan-İran yörelerinde egemen
olan Selçuklularla Anadolu’da egemen olan Bizanslar arasındaki siyasi mücadele
1071 Malazgirt savaşına götürür. Bu nedenle Türklerin Anadolu’ya 1071 Malazgirt
savaşından sonra geldikleri tarih kitaplarına yazılır.
Malazgirt savaşının taraflarından
Bizans ordusunun 70 000, Selçuklu ordusunun 40 000 kadar olduğu bilinir. Savaşı
Selçuklular kazanır, çünkü Bizans Ordusundan bazı birlikler Selçuklu tarafına
geçer. Taraf değiştiren birliklerin Türk kökenli oldukları belirtilir.
Bunun anlamı şudur: Anadolu'da eskiden
Türk kökenli kavimler vardır ve Bizans ordusunun önemli bir kısmı Türk kökenli
insanlardan oluşmaktadır. Bu Türk kökenliler Alparslan ordusuna geçerek savaşın
kaderini değiştirmişlerdir.
6.5.
Beşinci Delil: Andolu’daki Türk Beylikleri:
Malazgirt Savaşı sonrası dönemde
Anadolu’daki durumu görelim. Savaştan hemen sonra Anadolu’da şu Türk
beyliklerinin kurulduğu belirtilir:
Anadolu’da Kurulan İlk
Türk Beylikleri
6 Sökmenoğulları
(Ahlatşahlar) (1110-1207)
8 İnal (Yinal)
Oğulları (1098-1183)
10 Tanrıvermişoğulları
(1081-1093)
Bu kısa tarihsel bilgilerden sonra şu
konularda bir görüş oluşturmaya çalışalım:
1071 yılında Bizans’lılardan alınan
bir ülkede hemen 1072den başlanarak, birkaç yılda, Erzurum’dan (Saltuklular
1072), Orta Anadolu’da Selcuklu Devleti, İzmir’e (Çaka Beyliği, 1082)
gibi 10 beylik nasıl kurulur? Bu yöredeki yerel halk nasıl ikna edilir?
Yukarıdaki tarihsel durumlar kesin
olarak Anadolu’nun yerli halkının Türkçe konuşan bir kavim olduğunun diğer
delilleridir.
Şimdi soru şu: İlk Türkler Anadolu’ya
ne zaman gelmiş olabilirler?
Cevabın şu olduğu anlaşılır: Onlar
Anadolu’ya 12 bin yıl önceleri geldiler, çünkü daha önceleri Anadolu boştu ve
onlar ilk yerleşenlerdir.
6.6.
Altıncı Delil: Trakya adı nerden gelir?
Yazılı tarihsel belgeler 4-5 bin
yıldan sonraki insanlık tarihi hakkında veriler sunarlar. Bunların da en
eskileri sadece Sümer-Akad-Asur ve Mısır yöresi halkları hakkındadır. Anadolu
ve Trakya gibi batı bölgesi halkları konusundaki yazılı tarihsel belgeler 2-3 bin yıl öncelerine kadar uzanan süreçlere
aittirler. Heredot ve Strabon gibi tarihçiler Anadolu ve Trakya’da haritada
gösterilen toplumların yaşadıklarını yazmışlardır.
Anadolu ve Ege bölgesini Kuzeyden
gelerek istila eden Yunanlılar, kendilerini asil-soylu ve uygar, istila
ettikleri ülke halklarını “kültürsüz-barbar” olarak gördüklerinden, yerel halkı
hiç dikkate almayıp, onlara kendi düşüncelerine göre, Karyalı, Truvalı,
Kapadokyalı, Trakyalı gibi isimler vermişler ve onların çok farklı diller konuştuklarını
belirtmişlerdir. Evet Anadolu’ların hepsi “eklenmeli=aglütine” bir dil
konuşmuşlar, Yunanlılar ise, bu eklenmeli dilden türetilmiş “indo-german veya
Hint-Avrupa” grubu özellikli “parçalı” bir dil konuşmaktadırlar.
Şimdi konu “Trakya” olduğuna göre, bu
sözcüğün o bölge halkı için neden kullanıldığı konusuna dönelim. “Rusya = Rus
yurdu”; “Romanya = Roman yurdu” gibi bir anlam taşır. “Trakya = Trak yurdu”
anlamına gelir.
Peki “Trak” denilen halk acaba hangi
dili konuşuyordu? Arkeolojik bulgular Trakyalıların trakyaca-dili
konuştuklarını göstermektedir. Tüm arkeolojik araştırmalar Hint-Avrupa dilli
devletler tarafından yapılmaktadır. Onlar da, tüm Avrupa halklarının
kökenlerinin Atlantis-ovalı, dolayısıyla aglütine-eklenmeli dil konuşan
kavimlerden kaynaklandığını bilmediklerinden, Trakyacanın da aglütine bir dil
olduğunu düşünememektedirler.
Trakya Bulgaristan’ı ve kuzey
Yunanistan’ı da kapsar. Bulgarların eskiden konuştukları dilin Türkçe ile yakın
akraba (eklenmeli=aglütine) olduğu düşünülürse, Trak dilinin de eklenmeli bir
dil olması gerekliliği ortaya çıkar.
Şimdi akla şu soru gelir: Trak diye
bir halk hangi kökenden gelir? “TRK” “Turk, türk” gibi bir sözcükten başka akla
başka bir kavim geliyor mu? Benim aklıma başka bir kavim gelmiyor. Kararı
sizlerin mantığına bırakıyorum.
Görüldüğü üzere, bizler 10-12 bin yıl
öncelerinden beri bu topraklarda yaşadığımız halde, son 7 asırdır tamamen
eğitimsiz bırakılmışızdır. Osmanlı türk ulusuna "etrak-ı bi-idrak" =
(aptal türk) muamelesi uyguladığından, halk 7 asır boyunca tamamen bilgisiz
bırakılmıştır. Avrupalılar da tam bu süreçte Rönesans - reform yaparak bilgili
toplum yetiştirdiğinden, cahil bırakılan halkımız tam aşağılık duygusu içine
itilmiş, kendi içinden çıkan değerleri hiç dikkate almaz olmuştur. Çünkü
geleneklerine "bizden bir şey olmaz" önyargısı işlenmiştir. Sizlere
tanıtmakta olduğumuz DOM-sistemi yazıları bu nedenle mümkün olduğunca çok
doğa-bilimsel kaynağa yer vererek, kendine güven duyacak bireyler oluşturmayı
ve bu sayede geleneksel zombi durumunu aşmayı amaçlamaktadır. Mevcut önyargı ve
aşağılık kompleksi başka türlü aşılamaz.
Halkının bir kısmını "etrak-ı
bi-idrak" = (aptal türk), diğer bir kısmını “kavm-i necip = üstün ırk”
olarak gören bir yönetici zümrenin akıl ve mantığı ne kadar sağlamdır?
Bu mantıksızlık tipik bir zombi
davranışı değil midir?
Beyinlerde böyle bir zombileşmeye
neden olan hatalı beyin programı (veya bilgi) hangi bilgidir?
Ve bu mantıksızlığın nedeni nedir?
Bu tarihsel yanlışlığın yapılmasındaki
suçun büyük kısmı ise, o zamana kadar dünyada en etkili olan aglütine dilin en
yaygın temsilcisi olan Türk-devletleri yöneticilerindedir. Çünkü Avrupalılar
Rönesans ve reformla geleneksel hatalarını törpüleyip, halkını bilgi
oluşturmaya teşvik ederken, Türk yöneticiler halkın dilini değil, kavm-i necip
(asil-ırk) olarak gördüklerinin dillerini kullanmışlar ve halkının tamamen
bilgisiz kalmasına neden olmuşlardır.
Tüm tarih boyunca Anadolu ve
Mezopotamya toprakları altında saklı olan geçmişimizden habersiz olarak yetişen
bizler, batılılar bize ne dedilerse onlara dayanarak tarihimizi yorumladık.
Sonuç ise günümüzdeki kendine güveni olmayan, yabancı hayranlığı içinde yaşayan
bir halk topluluğudur.
İnsanlar arasında ayrımcılığa ve
bölünmeye götüren böyle bir hayat görüşü dinsel konularda da uygulanmış ve bazı
inanç sistemleri sürekli dışlanarak-horlanarak, insanların korku ve tedirginlik
içinde yaşamlarını sürdürmeye neden olmuştur. 1993 yılında Sivas-Madımak
otelindeki facia bu dinsel baskıların hala günümüzde bile devam ettiğini
göstermez mi?
Biz Anadolular tarihsel geçmişimizi ancak
yabancıların ülkemizdeki arkeolojik verileri değerlendirmelerinden öğreniyoruz.
Yabancılar da değerlendirmelerini kendi bakış açılarına göre yapıyorlar.
“Nalıncı keseri hep kendine yontar” misali, bu değerlendirmelerin pek de
objektif olmadığı yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir. Biz Anadoluların
böylesine aciz duruma düşürülmesinin sorumluluğu kimlere aittir?
Türkler 16 devlet kurmuş olmakla
övünürler. Bu şu anlama gelir: Hiçbir devlet kurucusu kalıcı bir toplumsal
sistem oluşturma bilgisine sahip olamamış demektir, Bunun nedeni de toplumun
sahipliğinin halka ait olduğu bilgisinin halka verilmemesidir. Türkler hep bir
liderlik peşinde olmuştur. Halbuki doğada tepeden yönetim yoktur. Atatürk bu gerçeği
fark eden ilk türk devlet adamıdır. Başta USA olmak üzere tüm yabancı devletler
Atatürk’ün temelini attığı TC’nin gelişmesini önlemek için din, ırk gibi
bölücülük oyunlarıyla Atatürk TC’ini baltalamaktadırlar. Bizlerin siyasi parti
yöneticileri de buna ön-ayak olmaktadırlar.
Kutsal kitap ve Sümerler
Kutsal kitap denilen kavram, Sümerlerce ortaya atılmıştır. Sümerler “Krallık gökten indikten sonra” şeklinde bir toplumsal yönetim kabul etmişlerdir. Dikkat edin, “kral gökten inmiyor” krallık gökten iniyor. Böyle bir inanca sahip olmalarının nedeni, insanlığın gökte oturan insansı özellikli tanrıların, insanlığı yarattıktan sonra onlara kutsal kitap gibi davranış bilgileri göndererek yöneticilere biat etmelerini sağlamaktır.
Şimdi Sümerlerin hayat görüşlerini ve insanı nasıl yaratıp, sonra da insanları büyük bir tufanla nasıl cezalandırdıkları gibi konuların işlendiği Sümer-Belgelerini gösterelim.
SÜMERLER
Sümerler denilen ve 6-7 bin yıl önceleri Basra yöresinde ortaya çıkmış olan bir kavmin 5.500 yıl öncelerinden beri bıraktıkları çivi-yazısı kil tabletler insanlığın oluşturduğu en eski yazılı belgelerdir. Ve o zamandan beri eski kültürlerde insanların doğa – dünya ve hayat hakkında ne düşündüklerini kesin olarak anlayabilmekteyiz.
Sümer belgelerini en iyi araştıran Sümerologlardan biri S.N. Kramer’dir
Aşağıdaki bölümde yazılanlar S.N. Kramer 1963 (Sumerians) ve 1972 (Sumerian Mithology) adlı eserlerinden alınmıştır. Kramer insanlığın kültürel gelişiminin buzul devrinin Basra-Hürmüz (veya Atlantis) Ovasında geliştiği bilgisine sahip olmadığından, Sümerlerin Basra yöresine gelmeden önceki yaşamları hakkında bir şey bilmemektedir. Bu nedenle Sümerce metinleri yorumlamakta zorluklarla karşılaşmakta ve yorumlayamamaktadır. Bu gibi durumlarda köşeli parantezler [..] içinde ek açıklamalar tarafımdan eklenmiştir, Bu gibi durumlarda köşeli parantezler [..] içinde ek açıklamalar tarafımdan eklenmiştir, yani 20. bölümün tümü Kramer’in araştırmalarından alınmıştır ve sadece [..] içinde yazılı kısımlar (ve şekiller) İsmet Gedik’e aittir.
SÜMERLERIN DÜNYA VE EVREN GÖRÜŞÜ
Sümerlerin evrenin yaratılışı anlayışlarının ana kaynağı “Gılgamış, Enkıdu ve Ölüler Diyarı” adlı bir Sümer yazısıdır.
Yazının ilk pasajı, göğün ve yerin birbirinden ayrılması da dahil olmak üzere ilahi yaradılış eylemleriyle ilgilidir ve bu nedenle Sümer kozmogonisi ve kozmolojisi için büyük önem taşır. Sümerlerin evrenin yaratılışı kavramları üzerine en önemli malzemeyi sağlayan bu yapıtın giriş kısmıdır. Girişin okunabilen kısmı aşağıdaki gibidir:
Gök yerden uzaklaştıktan sonra,
Yer gökten ayrıldıktan sonra,
İnsanın adı konduktan sonra;
An göğü ele geçirdikten sonra,
Enlil yeri ele geçirdikten sonra,
Ereşkigal Kur'un ödülü olarak ele geçirilip götürüldükten sonra;
O denize açıldıktan sonra, o denize açıldıktan sonra,
Baba Kur’a doğru denize açıldıktan sonra,
Enki Kur’a doğru denize açıldıktan sonra;
(Kur) krala ufak taşlar fırlattı,
Enki’ye koca taşlar fırlattı;
Onun küçük taşları, el kadar taşlar,
Onun koca taşları, ... kamışların taşları,
Enki’nin gemisinin omurgası,
Saldıran kasırgaya benzeyen savaşta yenildi;
Krala karşı, geminin serenindeki sular,
Kurt gibi yutuyordu,
Enki’ye karşı, geminin ardındaki sular,
Aslan gibi vuruyordu.
[Bu yazılanları anlayabilmek için, “İnsanlık Tarihi” https://tanriyianlamak.blogspot.com/2021/06/hayat-nedir-ve-insan-ne-zamandan-beri.html adlı blog-sayfamız bilgilerini okumak gerekir. Çünkü modern insanların ataları yaklaşık 70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Asya ve Avrupa’ya yayılır. İlk yerleştikleri yer ise buzul devri koşulları nedeniyle o zamanlar kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz-(veyahut Atlantis) Ovası dediğimiz bir yerdir. Afrika kökenli olduklarından kendilerine “kara-kafalılar” derler. Sümerler 70 bin yıldan 15 bin yıl öncelerine kadar bu Atlantis bölgesindeki adalarda yaşarlar. 15 bin yıl önceleri buzul devri sona erince deniz tekrar yükselmeye ve Basra körfezini doldurmaya başlar. Sümerler gittikçe daha kuzeydeki bir adaya göçerler. Ama bu7-8 binyıl süren göç sırasında, kuzeydeki Zağros dağlarını kaplayan kar ve buz örtüsü de her yıl ergimeye devam eder. Her yıl oluşan taşkınlar ve sellenmeler adalarda yaşayanlara çok büyük zararlar verir. 7 bin yıl yıl önce ise dağ tepelerinde kalan en son buzul kütlesi patlayan bir balon gibi çok büyük bir sel felaketi oluşturur ve büyük tufan denilen olayla Sümerlerin yaşadığı en son adayı da suya batırır. Sümerler de sallar-kayıklar vs ile kaçıp, Basra sahillerine çıkarlar. Basra sahilinde yerleşilen ilk yer Ubaid kültürünün oluşturulduğu Eridu’dur. Eridu’nun kutsal tanrısının Enki olması ve Sümer inancının temellerini oluşturduğuna inanılan me’lerin başlangıçta Enki’de olması buna dayanır.
Sümer dilinde “kur” sözcüğü dağ veya ülke anlamına gelir. Zağros dağları buzul devrinde kar-ve buzlarla kaplıdır. Buzul devri sonunda da solifluksiyon nedeniyle sel ve taşkınlara yol açması ve en sonunda da büyük tufan oluşturması nedeniyle, Sümerler tarafında “düşman” anlamında kullanılmıştır.
“Kur” konulu tabletler incelendiğinde bu durum net bir şekilde ortaya çıkar. Örn. “Kur yok edildiği zaman, bu sular yeryüzüne yükselmiş ve bunun sonucunda tarım yapmak olanaksız hale gelmiştir.” gibi ifadeler bunun delilidir.]
Sümer tanrılarının listesini veren bir tablette “deniz” ideogramı ile yazılmış olan tanrıça Nammu “gök ile yere yaşam veren ana” olarak betimlenmiştir. Şu hâlde Sümerler gök ile yeri ilksel denizin yarattığı ürünler olarak kabul ediyorlardı.
Sığır ve tahıl ruhlarının gökte doğumlarını, sonra da insanlığa bolluk bereket getirmek için yeryüzüne gönderilişlerini anlatan “Sığır ve Tahıl” miti şu dizelerle başlar:
Gök ile yer dağının ardında,
An, Anunnakiler’i (ardıllarını) dölledi, ...
Bundan hareketle, gök ile yerin birliğinin, eteği yerin altı, zirvesi de göğün tepesi olan bir dağ olarak düşünüldüğünü söylemek mantıklıdır.
Kazmanın, bu değerli tarım aletinin yapılışını ve kutsanmasını anlatan “Kazmanın Yaratılışı” miti şu bölümle başlar:
Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil
Yerden göğü ayırmayı düşündü,
Gökten yeri ayırmayı düşündü.
Yerden göğü ayırıp uzaklaştıran tanrının hava-tanrısı Enlil’ olduğu anlaşılmaktadır.
Şimdi Sümerlerin evrenin yaratılışı görüşlerini özetleyecek olursak, evrenin kökeninin açıklanmasının gelişimi aşağıdaki gibi ifade edilebilir:
1. Başlangıçta ilksel deniz vardı; kökeni veya doğuşu konusunda bir şey söylenmemektedir. Sümerler onu her zaman varmış gibi düşünmüşler.
2 . İlksel deniz gök ile yerin birliğinden oluşan kozmik dağı vücuda getirdi.,
3 Tanrılar insan biçiminde kişileştirildiğinde, An (gök) eril, Ki (yer) dişildi. Onların birleşmelerinden hava-tanrısı Enlil doğdu.
4. Hava-tanrısı Enlil yerden göğü ayırdı ve babası An göğü ele geçirirken, Enlil’in annesi Ki, yeri ele geçirdi. Enlil ile annesi Ki’nin birleşmesi evrenin düzenlenmesini, insanın yaratılışı ve uygarlığın kuruluşunu başlattı. ,
(Tarihsel devirlerde Ninmah, “yüce kraliçe”; Ninhursag, “(kozmik) dağın kraliçesi”; Nintu, “doğurgan kraliçe” gibi çeşitli adlar verilen tanrıçayla özdeşleştirilmiş olabilir.)
E V R E N İ N D Ü Z E N L E N M E S İ
Ay-tanrısı Nanna, Sümerlerin yıldızlarla ilgili Baş tanrısı olan hava-tanrısı Enlil ve onun karısı hava-tanrıçası Ninlil’den doğmuştur. Göklerde bir gufa’yla yolculuk ettiği düşünülen ve bundan dolayı zifiri karanlık lacivert taşı renkli göğe ışık getiren ay-tanrısı Nanna. “Küçükler” yıldızlar, üstünde tohum gibi saçılırken “büyükler” belki de gezegenler, yabani öküzler gibi etrafında gezinirler.”
Ay-tanrısı Nanna ve eşi Ningal, “doğu dağı”nda yükselip, “batı dağı”nda batan güneş-tanrısı Utu’nun ana babasıdırlar. Bununla birlikte güneş-tanrısı Utu’nun göğü geçmek için kullandığı bir kayık ya da iki tekerlekli arabadan söz edildiğine rastlamadık. Geceleri ne yaptığı da açık değildir. Günün sonunda “batı dağına” vardığı ve yolculuğunu yeraltı dünyasında sürdürdüğü, şafakta “doğu dağı”na vardığı gibi akla yatkın bir varsayım eldeki verilerden çıkmamaktadır. Bir fikir vermesi için, güneş-tanrısına edilen bir duada şöyle denir:
Ey Utu, ülkenin çobanı, kara-kafalı halkların babası,
Sen yattığın zaman, insanlar da yatar.
Ey yiğit Utu, sen kalktığın zaman, insanlar da kalkar.
veya şafağın söküşü şöyle betimlenir:
Gün ağarırken, ufuk çizgisi yarılırken, ...
Utu ganunu'sundan çıkarken,
ya da güneşin batışı şöyle betimlenir:
Başını anası Ningal’in göğsüne doğru uzatmış, gidiyor Utu;
Sümerler Utu’nun gece boyunca uyuduğunu düşünür gibidirler.
Evrenin düzenlenmesine dönersek, “iyi günlerin gelmesini sağlayan”ın hava-tanrısı Enlil olduğunu öğreniyoruz; “topraktan tohum çıkarmayı” ve ülkeye hegal’i, yani bolluk, bereket ve mutluluk getirmeyi aklına koyan Enlil’dir. İnsan tarafından kullanılan tarım aletlerinin ilk örnekleri olan kazmaya ve belki sabana da ilk biçim veren yine bu aynı Enlil’dir; çiftçi-tanrı Enten’i sadık ve güvenilir rençperi olarak atayan odur. Diğer yandan, bitki tanrıçası Uttu’ya yaşam veren su-tanrısı Enki’dir. Dahası, gerçekte yeryüzünü, özellikle Sümer ve onu çevreleyen komşularının bulunduğu bölgeyi, düzenleyen Enki’dir. Sümer, Ur ve Meluhha’nın yazgılarını o belirler ve belirli işler için ikinci derece ilahlar atar. Ve, sığırlarını ve tohumlarını çoğaltmak için sığır-tanrısı Lahar’ı ve tahıl-tanrıçası Aşnan’ı gökyüzünden yeryüzüne Enlil ve Enki, hava-tanrısı ve su tanrısı, birlikte göndermişlerdir.
Yukarıda çizilen evrenin düzeni taslağı, şimdi içeriklerinin büyük bölümüne sahip olduğumuz dokuz Sümer mitine dayanır. Bunlardan ikisi ay-tanrısı Nanna’yla ilgilidir: Enlil ile Ninlil Nanna’nın Döllenmesi; Nanna’nın Nippur’a Yolculuğu.
Sümerlilerin yeryüzünde kültür ve uygarlığın kuruluşu ve kökeniyle ilgili görüşleri açısından kalan yedisi büyük önem taşır. Bunlar, Emeş ile Enten: Enlil Çiftçi-Tanrıyı Seçer; Kazmanın Yaratılışı; Sığır ve Tahıl; Enki ve Ninhursag: Su-tanrısının işleri; Enki ve Sümer: Yeryüzünün Düzenlenmesi ve Kültürel Süreçleri; Enki ve Eridu: Su-tannsının Nippur’a Yolculuğu; inanna ve Enki: Eridu’dan Uruk’a Uygarlık Sanatlarının Geçişi.
Şimdi sırasıyla bu mitlerin içeriklerini kısaca özetleyeceğiz; zenginlik ve çeşitliliklerinin okura, Sümer mitolojik kavramlarını tinsel ve dinsel etkileriyle birlikte değerlendirmekte yardımcı olacağını umuyoruz.
ENLİL İLE NİNLİL: NANNA’NIN DÖLLENMESİ"
Bu, 152 dizelik metinden oluşan hoş mit neredeyse tamamlanmıştır. Ay-tanrısı Nanna’nın yanı sıra üç yeraltı tanrısının döllenmelerini de bir dereceye kadar açıklar (Nergal, Ninazu ve adı okunamayan bir tanesi). Eğer doğru olarak yorumlanmışsa, bu şiir bize bir tanrının başkalaşımının bilinen ilk örneğini vermektedir; Enlil’in, üç yeraltı dünyası tanrısıyla karısı Ninlil’i gebe bırakırken üç ayrı kişiliğe girdiği görülür.
Şiir Nippur kentini tanıtan bir giriş bölümüyle başlar, Nippur’un insanın yaratılışından önce de var olduğu düşünülür gibidir:
Işte “göğün ve yerin kemiği” kent, ...
Işte Nippur, kent, ...
Işte “gönülden duvar,” kent, ...
İşte Idsalla, onun duru ırmağı,
İşte Karkurunna, onun rıhtımı,
İşte Karasarra, kayıkların durduğu rıhtımı,
Işte Pulal, onun güzel suyunun, kaynağı,
Işte Idnunbirdu, onun arı kanalı,
İşte Enlil, onun delikanlısı,
İşte Ninlil, onun genç kızı,
Işte Nunbarşegunu, onun ihtiyar kadını.
Bu kısa arka plan anlatımından sonra asıl öykü başlar. Ninlil’in annesi, Nippur’un ihtiyar kadını Nunbarşegunu kızına Enlil’in sevgisini nasıl kazanacağı yolunda öğütler verir:
O günlerde ana, dünyaya getirdiği genç kıza öğüt verdi,
Nunbarşegunu Ninlil’e öğüt verdi:
“Duru ırmakta, ey kız, duru ırmakta yıkan,
Ey Ninlil, Idnunbirdu ırmağının kıyısı boyunca yürü,
Işıltılı gözlü, efendi, ışıltılı gözlü,
‘Yüce dağ,’ Enlil baba, ışıltılı gözlü, görecek seni.
Çoban ... yazgıları belirleyen, ışıltılı gözlü görecek seni,
O .... öpecek seni.”
Ninlil annesinin öğütlerini tutar ve sonuç olarak Enlil’in “tohum”uyla döllenip ay-tanrısı Nanna’ya gebe kalır.
Ondan sonra Enlil ölüler diyarına gitmek üzere Nippur’dan ayrılır, ama Ninlil peşinden gider. Enlil kapıdan çıkarken “kapının adamı”na meraklı Ninlil’e kendisinin nerelerde olduğunu söylememesini tembihler. Ninlil “kapının adamı”na gelir ve Enlil’nin nereye gittiğini bilip bilmediğini sorar. O zaman Enlil “kapının adamı”nın biçimine girip onun yerine yanıt verir. Bu kısım henüz anlaşılmış değildir; Enlil’in nerede olduğunu söylemeyi reddeder gibidir. Bunun üzerine Ninlil ona, haklı olarak, Enlil’in onun kralı ve kendisinin kraliçesi olduğunu anımsatır. Daha sonra, hâlâ “kapının adamı” kılığında olan Enlil, Ninlil ile beraber olup onu döller. Bunun sonuncunda Ninlil daha çok ölüler diyarının kralı Nergal olarak bilinen Meslamtaea’ya gebe kalır. Okunamayan bölümlere karşın, bu olağanüstü pasajın tadı aşağıda yapılan alıntıdan kolayca alınabilir:
Enlil ... kentten ayrıldı, »
Nunamnir (Enlil’in adlarından) ... kentten ayrıldı.
Enlil yürüdü, Ninlil peşinden gitti,
Nunamnir yürüdü, genç kız peşinden gitti,
Enlil kapının adamına şöyle dedi:
“Ey kapının adamı, kilidin adamı,
Ey sürgünün adamı, som kilidin adamı,
Kraliçen Ninlil geliyor;
Sana beni sorarsa,
Nerede olduğumu söyleme.”
Ninlil kapının adamına yanaştı:
“Ey kapının adamı, kilidin adamı,
Ey sürgünün adamı, som kilidin adamı,
Enlil, kralın, nereye gidiyor?"
Enlil kapının adamı yerine yanıtladı:
“Enlil, bütün ülkelerin kralı, bana emretti”:
Bu emrin özünü içeren dört dize vardır, ancak anlamları belirsizdir. Bundan sonra Ninlil ve “kapının adamı”nın kılığına giren Enlil arasındaki diyalog gelir:
Ninlil: “Elbette, Enlil senin kralın, ama ben de kraliçenim.”
Enlil: “Eğer kraliçemsen, izin ver de dokunayım ...”
Ninlil: “Kralının ‘tohum’u, ışıldayan ‘tohum’ dölyatağımdadır,
Nanna’nın ‘tohum’u, ışıldayan tohum dölyatağımdadır.”
Enlil: “Kralımın ‘tohum’u bırak göğe çıksın, bırak yere insin,
Benim ‘tohum’um, kralımın ‘tohum’u gibi, toprağa düşsün."
Enlil, kapının adamı kılığında ... uzandı,
Onu okşadı, birleşti onunla,
Onu okşayarak, onunla birleşerek,
... Meslamtaea’nın “tohum"unu (onun) dölyatağına akıttı.
Bundan sonra şiir ölüler diyarı ilahı Ninazu’nun döllenmesiyle devam eder; bu kez Enlil, “insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı” kılığındadır. Pasaj hemen her yönden, Meslamtaea’nın döllenmesinin betimlemesinin bir tekrarıdır:
Enlil yürüdü, Ninlil peşinden gitti,
Nunamnir yürüdü, genç kız peşinden gitti,
Enlil insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamına şöyle dedi:
“Ey insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı,-
Kraliçen Ninlil geliyor;
Sana beni sorarsa,
Nerede olduğumu söyleme.”
Ninlil, insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamına yanaştı:
“Ey insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı,
Enlil, kralın, nereye gidiyor?”
Enlil insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı yerine yanıtladı:
“Enlil, bütün ülkelerin kralı, bana emretti.”
Emrin içeriği okunamamıştır.
Bundan sonsa Ninlil ve “insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı”nın yerine geçen Enlil arasındaki diyalog gelir:
Ninlil: “Elbette, Enlil senin kralın, ama ben de kraliçenim.”
Enlil: “Eğer kraliçemsen, izin ver de dokunayım ...”
Ninlil: “Kralının ‘tohum’u, ışıldayan ‘tohum’ dölyatağımdadır,
Nanna’nın 'tohum’u, ışıldayan tohum dölyatağımdadır.”
Enlil: “Kralımın ‘tohum’u bırak göğe çıksın, bırak yere insin,
Benim ‘tohum’um, kralımın ‘tohum’u gibi, toprağa düşsün.”
Enlil, kapının adamı kılığında ... uzandı,
Onu okşadı, birleşti onunla,
Onu okşayarak, onunla birleşerek,
... nın kralı, Ninazu’nun “tohum”unu, (onun) dölyatağına akıttı.
Daha sonra şiir adı okunamayan üçüncü bir yeraltı dünyası tanrısının döllenmesiyle sürer; Enlil bu kez “kayıkçı adam”ın yerine geçer. Mitimiz, Enlil’i bolluğun efendisi ve emirleri değiştirilmez kral olarak öven kısa bir ilahiyle sona erer.
NANNA’NIN NİPPUR’A YOLCULUĞU
Nippur, İ.Ö. üçüncü binyılda yaşayan Sümerler için ülkelerinin tinsel merkeziydi. Onun koruyucu tanrısı Enlil, Sümer panteonunun baş tanrısıydı; tapınağı Ekur, Sümer’deki en önemli tapınaktı. Bundan dolayı, Eridu ve Ur gibi diğer önemli Sümer kentlerinde refah ve bolluğun sağlanması için Enlil’in kutsaması temel gereklilikti. Bu kentlerin koruyucu tanrılarının, kutsanmak için Nippur tanrısı ve tapınağına götürdükleri armağanlarla yüklü olarak yolculuk ettikleri düşünülmektedir. Mitimiz, Ur’un koruyucu tanrısı, ay-tanrısı Nanna’nın (Sin ve Aşgirbabbar olarak da bilinir) Ur’dan Nippur’a yaptığı böyle bir yolculuğu anlatmaktadır. Önceki Enlil- Ninlil yapıtında olduğu gibi, bu mitte de Nippur ve Ur gibi kentler tamamıyla kurulmuş, hayvan ve bitki yaşamı bakımından zengin gibi görünürler, buna karşın insanın varlığına rastlanmaz.
Ur’un koruyucu tanrısı, ay-tanrısı Nanna’nın Nippur’un görkeminin anlatılmasıyla başlayan şiirimiz, Nanna’nın babasının kentini ziyaret etmeye karar vermesini anlatan bir pasajla devam eder:
Onun kentine gitmeyi, babasının huzuruna çıkmayı, Aşgirbabbar aklına koydu:
“Kahraman olan ben, kentim için giderim, babamın huzuruna çıkarım;
Ben, Sin, kentim için giderim, babamın huzuruna çıkarım,
Babam Enlil’in huzuruna çıkarım;
Ben, kentim için giderim, anam Ninlil'in huzuruna çıkarım.
Babamın huzuruna çıkarım.”
Böylece gufasını her türden ağaç, bitki ve hayvanla doldurur. Ur’dan Nippur’a yaptığı yolculukta, Nanna gemisiyle beş kentte mola verir: İm (?), Larsa, Uruk ve adları okunamayan iki kent; Nanna bunların her birinde ayrı ayrı koruyucu tanrılarla karşılaşır ve selamlaşır. Sonunda Nippur’a varır:
Lacivert taşından rıhtıma, Enlil’in rıhtımına,
Nanna-Sin gemisini yanaştırdı,
Ak rıhtıma, Enlil’in rıhtımına,
Aşgirbabbar gemisini yanaştırdı,
Babanın, vücuda getirenin ... üstünde, demir attı,
Enlil’in kapıcısına şöyle dedi:
“Aç evi, kapıcı, aç evi,
Aç evi, ey koruyucu cin, aç evi,
Aç evi, ağaçlan filizlendiren, aç evi.
Ey ..., ağaçlan filizlendiren, aç evi,
Kapıcı, aç evi, ey koruyucu cin, aç evi.”
Sonra kapıcıya gemisinde getirmiş olduğu armağanları teker teker sayar ve konuşmasını şöyle bağlar:
Kapıcı, aç evi, ey koruyucu cin, aç evi,
Geminin baş tarafında olanı, baş tarafta olanı,
Sana veririm,
Geminin arkasında olanı, arka tarafta olanı,
Sana veririm.”
Kapıcı, Nanna’ya kapıyı açar:
Neşeyle, kapıcı kapıyı neşeyle açtı;
Koruyucu cin, ağaçlan filizlendiren, neşeyle,
Kapıcı kapıyı neşeyle açtı;
Ağaçlan filizlendiren, neşeyle,
Kapıcı kapıyı neşeyle açtı;
Sin ile Enlil sevindi.
İki tanrı ziyafet verir; sonra Nanna babası Enlil’e aşağıdaki gibi seslenir:
“Irmakta bol su ver bana,
Tarlada daha çok tahıl ver bana,
Bataklıkta ot ve hamiş ver bana,
Ormanlarda ... ver bana,
Ovada ... ver bana,
Hurma bahçelerinde, bağlarda bal ve şarap ver bana,
Sarayda uzun ömür ver bana,
Gideceğim Ur’a.”
Ve Enlil oğlunun isteklerini kabul eder:
Ona verdi, Enlil ona verdi,
Ur’a giıti.
Irmakta ona bol su verdi,
Tarlada ona daha çok tahıl verdi,
Bataklıkta ot ve kamış verdi,
Ormanlarda ona ... verdi,
Ovada ona ... verdi,
Hurma bahçelerinde, bağlarda ona bal ve şarap verdi,
Sarayda ona uzun ömür verdi.
EMEŞ İLE ENTEN: ENLİL ÇİFTÇİ TANRIYI SEÇER
Bu mit Kutsal Kitap’taki Habil-Kabil öyküsünün günümüze ulaşmış en yakın Sümer karşılığıdır, buna karşın cinayetle değil uzlaşmayla sonuçlanır. Üç binden fazla dizeden oluşan mitin yalnızca yansına yakını tamamlanmıştır, sayısız kırık nedeniyle metnin anlamını kavramak çoğu yerde güçtür. Şiirin içeriği şimdilik şöyle açıklanabilir:
Hava-tanrısı Enlil, her tür ağaç ve bitkiyi filizlendirmeyi ve ülkeye bolluk ve refahı getirmeyi aklına koyar. Bu amaçla iki kültürel varlık olan Emeş ile Enten kardeşleri yaratır ve her birine özel görevler verir. Metin bu noktada fena halde hasar gördüğünden bu görevlerin kesin niteliklerini çıkarmak olanaksızdır; aşağıdaki kısa bölüm en azından genel yönelimleri konusunda bir fikir verebilir:
Enten dişi koyunlara kuzular, dişi keçilere oğlaklar doğurttu,
İnek ve buzağıyı çoğalttı, kaymağı ve sütü bollaştırdı,
Ovada, yaban keçisini, koyunu ve eşeği sevindirdi,
Gökyüzünün kuşlarına engin yeryüzünde yuva kurdurdu,
Denizin balıklarına, bataklıklara yumurtalarını koydurdu.
Hurma bahçelerinde ve bağlarda balı ve şarabı bolarttı,
Yetiştikleri her yerde ağaçlara meyve verdirtti,
Karıklar ...,
Tahıl ve ürünleri çoğalttı,
iyi huylu bakire Aşnan gibi (tahıl tanrıçası) gürbüzleşmelerini sağladı.
Emeş ağaçları ve tarlaları var etti, ahırları ve ağılları genişletti,
Çiftliklerde ürünleri çoğalttı,
... toprağı kapladı,
Evlere bol ürün girmesini, ambarlara tepeleme, yığılmasını sağladı.
Ama esas görevlerinin niteliği neyse, iki kardeşin arasında şiddetli bir kavga çıkar. Tartışmalar yaşanır ve sonunda Emeş, Enten’in “tanrıların çiftçisi” olma iddiasına meydan okur. Böylece Enlil’in önünde durumlarını ifade ettikleri Nippur’a giderler. Enten, Enlil’e şöyle yakınır:
“Ey Enlil baba, bana bilgi verdin, bol su getirdim,
Çiftlik üstüne çiftlik koydum, ambarları tepeleme doldurdum,
iyi huylu bakire, Aşnan gibi, gürbüzleşmelerini sağladım;
Şimdi, ..., küstah, tarlalardan bi’haber olan Emeş,
Benim baş kudretime, baş kuvvetime el uzatıyor;
Kralın sarayında..."
Enlil’in lütfunu kazanmak için dalkavukça cümlelerle söze girişen Emeş’in kavgaya ilişkin söyledikleri kısadır, ancak henüz anlaşılamamıştır. Bundan sonra: Enlil, Emeş ve Enten’e yanıt verir:
“Bütün ülkelere yaşam veren sular, Enten’den 'sorulur,'
Tanrıların çiftçisi olarak, her şeyi o üretir,
Emeş, oğlum, kendini kardeşin Enten’le nasıl bir tutarsın?"
Enlil’in derin anlamlı, yüce sözleri,
Verilen karar değişmez, karşı çıkmak kimin haddine!
Emeş, Enten’in önünde diz çöktü,
Evine ..., şarap, hurma getirdi,
Emeş, Enten’e altın, gümüş ve lacivert taşı armağan etti,
Kardeşlik ve dostlukla, neşeyle içki saçtılar,
Birlikte akıllıca ve iyi davranmayı kararlaştırdılar.
Emeş ile Enten arasındaki kavgada,
Tanrıların sadık çiftçisi Enten, Emeş’den üstün olduğunu kanıtlar,
... Ey Enlil baba, şükürler olsun sana!
KAZMANIN YARATILIŞI
Sümerler insanlığın iki-buçuk milyon yıllık geçmişlerinde edindikleri bilgilere dayana ürünleri bile gökten gelen tanrıların yarattıklarına inanmışlardır.
108 dizeden oluşan bu şiir birkaç pasajın karanlıkta kalmasına ve anlaşılamamasına karşın, hemen hemen tamamlanmıştır. Evrenin yaratılışı ve düzenlenmesiyle ilgili Sümer görüşü açısından ana öneme sahip olan uzun bir giriş bölümüyle başlar. Bu önemli pasajın aşağıda verilen çevirisi donuk, fazla soğuk ve çapraşık gelirse, okura şunu anımsatmakta yarar vardır; Sümerce sözcük ve deyimlerin çoğunun anlamı bilinmekle birlikte, bunların uyumlu sesleri, çağrışımları ve imalarında hâlâ pek az bilgiye sahibiz. Çünkü bu sözcük ve deyimlerin ifade ettikleri ve bulundukları varsayılan zemin ve konum bizim için hâlâ bilinmezdir; Sümerlerin mitolojik ve dinsel örüntülerinin ana kısmı da bu zemin ve konumdur.
Sümer şair ve onun “okur”unun çok iyi bildiği bu örüntü, metni tam olarak anlamak için dirimsel önem taşır. Sadece Sümer edebiyatının canlı kavramlarının giderek birikmesiyle bu güçlüğün üstesinden gelmeyi umut edebiliriz; şimdilik sözcüğün anlamına sadık kalmak en iyisidir. Giriş pasajı şöyledir:"
Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yerden göğü ayırmayı düşündü,
Gökten yeri ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile yerin kemiğinde (Nippur) ... yaydı.
Kazmayı var etti, “gün”ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
Kazmaya ve sepete “kudret” yükledi.
Enlil, kazmasını yüceltti,
Başı lacivert taşından olan altın kazmasını,
Gümüş ve altın .... evinin kazmasını,
Lacivert taşından ...,
Geniş bir duvara çıkan tek boynuzlu bir öküzden çıkıntısı olan kazmasını.
Efendi kazmayı çağırdı, yazgısını belirledi,
Kutsal taç kindu’yu başına koydu,
Çamurdan insanın başını biçimledi,
Enlil’in önünde o (insan?) ülkesini kapladı,
Kara-kafalı halkının üstünde sebatla durdu.
Yanında duran Anunnaki’lerin,
Armağan olarak ellerine onu (kazma?) koydu,
Enlil’i duayla yatıştırdılar,
Kazmayı tutmaları için kara-kafalı halka verdiler.
Enlil kazmayı yarattıktan ve yüce yazgısını belirledikten sonra, diğer önemli tanrılar ona güç ve yararlılık eklerler. Şiir, kazmanın yararının parlak terimlerle betimlendiği uzun bir pasajla sona erer; son dizeler şöyledir:
Kazma ve sepet kentler kurar,
Sağlam evi kazma yapar, sağlam evi kazma kurar,
Sağlam eve bereket gelmesini sağlar.
Kralına karşı çıkan eve,
Kralına boyun eğmeyen eve,
Kazma boyun eğdirir.
Kötü ... bitkilerin başını o ezer,
Köklerini çeker çıkarır, başlarını koparır,
... bitkileri kazma kurtarır;
Kazmanın yazgısını Enlil baba belirledi,
Kazma yüceltildi.
SIĞIR VE TAHIL
Sığır-tanrısı Lahar’ı ve kız kardeşi tahıl-tanrıçası Aşnan’ı içeren mit, ” Yakın Doğu mitolojisindeki Habil-Kabil motifinin bir başka yorumunu sunar. Mitimize göre, Lahar ve Aşnan, hava-tanrısı An’ın çocukları ve izleyenleri olan Anunnakilerin yiyecek yemek ve giyecek giysiye sahip olabilmeleri için tanrıların yaratma odasında yaratılmışlardı. Ancak Anunnakiler bu tanrıların ürünlerini etkin bir biçimde kullanamıyorlardı; insan, bu durumu düzeltmek için yaratıldı. Bütün bunlar bir giriş pasajında anlatılmaktadır, insanın yaratılışının Sümer düşüncesindeki önemini gösterdiğinden 137-139 sayfalarda tamamıyla alıntılanmıştır. Girişi izleyen pasaj bir diğer şiirsel cevherdir; Lahar ve Aşnan’ın gökyüzünden yeryüzüne inişlerini ve kültürel nimetleri insanlara nasıl bağışladıklarını anlatır:
O günlerde Enki, Enlil’e dedi ki:
“Enlil baba, Lahar ile Aşnan’ı,
Dulkug’da yaratılanları,
Dulkug’dan indirelim.”
Enki ve Enlil’in kutsal buyruğu üzerine,
Lahar ve Aşnan Dulkug’dan indirildiler.
Lahar için (Enki ve Enlil) ağıl kurdu,
Bitkiler, otlar ve ... armağan ettiler ona;
Aşnan için bir ev kurdular,
Saban ve boyunduruk armağan ettiler ona.
Lahar ağılında,
Ağılının cömertliklerini çoğaltan bir çobandır;
Aşnan ekinlerin ortasında,
içten ve eli açık bir bakiredir.
... göğün bolluğunu,
Lahar ve Aşnan taşıdı,
Topluma bolluk getirdiler,
Ülkeye yaşam soluğunu getirdiler,
Tanrı yasalarını uyguladılar,
Ambarların içindekini çoğalttılar,
Depoları doldurdular.
Yoksulların toz toprak dolu evine,
Girip bolluk getirirler;
Her ikisi de ayak bastıkları yere,
Evlere bolluk bereket getirirler;
Yerleştikleri yeri doyururlar, oturdukları yeri beslerler,
An ile Enlil’in yüreğini sevinçle doldurur onlar.
Ama sonra Lahar ve Aşnan öyle çok şarap içerler ki çiftliklerde ve tarlalarda ağız dalaşma girerler. Uzun tartışmalarda, her tanrı kendi başarılarıyla övünür ve diğerininkileri aşağılar. Sonunda Enlil ve Enki araya girer ancak kararlarını içeren şiirin sonu hâlâ eksiktir.
ENKİ VE NINHURSAG: SU-TANRISIN1N İŞLERİ
[Bu bölüm, İnsanlığın yaratıldığına inanılan cennet bahçesi kavramının Sümerlerce aktarılan versiyonudur.]
Öykünün karmaşıklığı ve biçeminin basitliği açısından, bu mit bütün gruplarımız içinde en dikkat çekici olanlardan biridir. Kahramanı Sümerlerin büyük su-tanrısı, Sümer’in dört yaratıcı tanrısından biri olan Enki’dir. Öykümüz, Basra Körfezi’nin doğu kıyılarıyla özdeşleştirilebilecek ve bu nedenle tarihsel devirlerde aslında Sümer sınırları dışında kalan Dilmun diye bir bölgede geçer. Şiirimiz Dilmun’un saflık ve neşe ülkesi olarak tanımlanmasıyla başlar:
Dilmun ülkesi saf bir yerdir, Dilmun ülkesi temiz bir yerdir,
Dilmun ülkesi temiz bir yerdir, Dilmun ülkesi aydınlık bir yerdir;
Dilmun’da sözü geçen tek odur,
Enki’nin karısıyla yattığı yer,
Ora temizdir, ora aydınlıktır;
Dilmun’da sözü geçen tek odur,
Enki’nin Ninsikil’le yattığı yer,
Ora temizdir, ora aydınlıktır.
Dilmun’da kuzgun sesini çıkarmaz,
Çaylak, çaylak sesi çıkarmaz,
Aslan öldürmez,
Kurt kuzuyu kapmaz,
Oğlak-boğazlıyan köpek bilinmez,
Tahıl yiyen yabani domuz bilinmez,
... yüksekteki kuşun yavrusu yoktur,
... güvercinin başı yoktur.
Gözü ağrıyan “gözüm ağrıyor” demez,
Başı ağrıyan “başım ağrıyor” demez,
(Dilmun’un) ihtiyar kadını, “ben ihtiyar bir kadınım” demez,
İhtiyar erkeği, “Ben ihtiyar bir adamım” demez,
Yıkanmayan genç kızı kentte ... değildir,
Irmağı geçen ... demez,
Ustabaşı ... yapmaz,
Şarkıcı ağıt yakmaz,
Kentin çevresinde hiç yas tutmaz.
Bununla birlikte, bu cennet ülkesinde eksik olan şey tatlı sudur. Böylece Dilmun tanrıçası Ninsikil, taze su için Enki’ye yakarır. Enki yakarıyı dikkate alır ve güneş-tanrısı Utu’ya, yeryüzünden Dilmun’a taze su getirmesini buyurur. Sonuçta:
Onun kenti kana kana su içer,
Dilmun kana kana su içer,
Acı su kaynakları iyi su kaynağı oluyor bak,
Tarlaları ve çiftlikleri ekinler ve tahıllar üretir,
Onun kenti, ülkenin rıhtımları ve sahillerinin evi oluyor bak,
Dilmun, ülkenin rıhtımları ve sahillerinin evi oluyor bak.
[Bir not: Dilmun Sümerlerin Basra-Hürmüz-Ovasındaki Atlas Gölündeki bir ada olmalıdır. Adada su sıkıntısı olduğu anlaşılmaktadır. Basra
Dilmun’da gerçekleşmiş olan durum bu olmalıdır. Zift çıkarmak için açılan bir kuyudan belli bir derinlikte aninde basınçlı bir suya rastlanılır ve yeryüzüne tatlı su fışkırır.
Sümerler tatlı suyun sadece gök-kubbede açılan kapılarla yeryüzüne indiğine inandıklarından, adada ortaya çıkan bu tatlı suyun gök tanrısının göndermiş olduğu şeklinde bir tasarım yapmış olmalılar.
Sümerologlar bu nedenle Sümer tabletlerini okuyup-anlamaya çalışırlarken, bu jeolojik geçmiş dönem bilgilerini dikkate almak zorundadırlar. Görüldüğü üzere, Kramer gibi en deneyimli bir Sümerolog bile Jeolojik geçmiş hakkında bilgi sahibi olmadığı için birçok konuda Sümer yazıtlarını yorumlayamadıklarını yazar.]
Dilmun’a su getirilişinden sonra şiirimiz bitki tanrıçası Uttu’nun doğumunu anlatır; oldukça karmaşık bir süreci izleyen bir doğum. Enki, önce tanrıça Ninhursag’ı ya da daha önceki devirlerde toprak ana Ki ile özdeşleştirilebilecek Sümer tanrıçası, bir başka adıyla Nintu’yu, döller. Bunu dokuz gün süren bir gebelik dönemi izler, şair her günün insanın gebelik dönemindeki bir ayı karşıladığını özellikle belirtir; bu birleşmeden tanrıça Ninsar varlık bulur. Bu ilginç pasaj şöyledir:
Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
... kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağ gibi,
Ülkenin anası Nintu, ... kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağ gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.
[Bir not: Sümerler bu yazıları Basra yöresine vardıktan sonra yazmışlardır. Halbuki Basra yöresine gelmeden önce, yaklaşık 50 bin yıl süreyle Atlantis ovası dediğimiz yöredeki bir adada (Dilmun) yaşamışlardır. Eskiden uzun bir süre yaşadıkları o ortamda geçen zamanın ne kadar uzun olduğunu ima etmek için, eskiden yaşanılan bir günün bir ay kadar uzun olduğu şeklinde bir çağrıştırma söz konusu olmalıdır.]
ENKİ VE ERİDU: SU-TANR1SININ NİPPUR’A YOLCULUĞU'
Sümer’deki en eski ve saygın kentlerden birisi, bugün EbuŞehreyn höyüğünde gömülü olan Eridu kentiydi; bu önemli yerde tam anlamıyla yapılacak bir kazının, Sümer kültürü ve uygarlığı bilgimize her anlamda, özellikle tinsel açılardan, büyük katkılar sağlayacağı kesindir. Bir Sümer geleneğine göre bu, Sümer’deki en eski kentti, ilk beş kent taşkından önce kurulmuştu; diğer yandan, mitimiz Nippur kentinin ondan çağlar önce kurulduğunu söyler. Kadim devirlerde Basra Körfezi üstüne kurulmuş olması gereken bu kentte, su-tanrısı Enki, Nudimmud olarak da bilinir, kendi “deniz-evi”ni kurar.
Yaratılış suyu belirlendikten sonra,
Hegal (bolluk) adı gökte doğduktan sonra,
Bitki ve ot ülkeyi bürümüştü,
Deniz dibinin efendisi, kral Enki,
Yazgıları belirleyen efendi, Enki,
Gümüş ve lacivert taşından evini kurdu;
Gümüş ve lacivert taşına, parıldayan ışık gibi,
Denizin dibinde uygun biçimi verdi baba.
*
Parlak çehreli ve bilge (yaratıklar), denizin dibinden çıktılar,
Efendi Nudimmud’un çevresini aldılar;
Saf evi kurdu, lacivert taşıyla donattı,
Bol altınla süsledi,
Eridu’da su-kıyısı evini yaptı,
Tuğla-işçiliği, söz söylemesi, öğüt vermesi,
...ı kükreyen bir öküz gibi,
Enki’nin evi, der kahinler.
Bunu, Enki’nin ulağı lsimud’un “deniz-evi”ne övgüler düzdüğü uzun bir bölüm izler. Sonra Enki, denizin derinliklerinden Eridu’ya yükselir ve onu yüksek bir dağ gibi su üstünde yüzdürür. Yeşil, meyve-yüklü bahçelerini kuşlarla doldurur; balıkları da çoğaltır. Artık Enki, yeni yaptığı kenti ve tapınağı Enlil’in kutsaması için gemiyle Nippur’a gitmeye hazırdır. Denizin dibinden çıkışının nedeni budur:
Enki yükseldiği zaman ... balıklar yükselir,
Denizin dibi merak içinde kalır,
Denize neşe gelir,
Korku derinlerden çıkar,
Yüce ırmakları dehşet kaplar.
Güney Rüzgârı Fırat’ı dalgalarla doldurur.
[Bir not: Enki’nin “deniz-evi” gibi bir yerde yaşadığı, Sümerlerin Basra-Hürmüz-Ovasının buzul devri sonunda denizle kaplanması sonucu, sallar ve kayıklarla yaşadıkları adadan kurtularak Basra yöresine çıktıkları, yani atalarının denizde yaşamış olduklarını ima etmeleri anlamına gelir.]
Böylece Enki gemisine biner ve önce Eridu’ya varır; burada birçok öküz ve koyun keser. Ondan sonra Nippur’a gider ve varır varmaz ilk iş olarak tanrılar, özellikle Enlil için her türden içki hazırlar. Sonra:
Enki kutsal Nippur’da,
Babası Enlil’e yesin diye ekmek verir.
Önce An’ı (gök-tanrısı) oturtur,
An’ın yanına Enlil’i oturtur,
Nintu’yu “büyük taraf’a oturtur,
Anunnakiler yan yana otururlar.
Tanrılar yürekleri “neşelenene” değin böylece yerler, içerler, sonunda Enlil kutsamaya hazır hale gelir:
Enlil Anunnakilere şöyle der:
“Burada hazır bulunan siz büyük tanrılar,
Oğlum, kral Enki, bir yurt kurdu;
Eridu’yu, bir dağ gibi, yeryüzünde yükseltti,
Onu güzel bir yere kurdu.
Kimsenin giremediği, temiz yer, Eridu,
Gümüşten yapılan, lacivert taşıyla donanan yurt.
Büyülü sözlerle yedi “lir-şarkısı” ile yönetilen yurt,
Saf şarkılarla...
Deniz dibi, Enki’nin tanrıçalarının tahtı, kutsal yasalara uyar,
Eridu, saf yurt kuruldu,
Ey Enki, şükürler olsun sana!”
İNANNA VE ENKİ: UYGARLIK SANATLARININ ERÎDU’DAN URUK’A AKTARILIŞI
Sümer belgelerinden, “kutsal kitap” kavramının uygarlık sanatları anlamında kullanıldığını anlıyoruz.
Özellikle, gök-kraliçesi İnanna ve bilgeliğin efendisi Enki’yi içeren büyüleyici öyküsüyle olağanüstü bir mittir bu. Içeriği uygarlık tarihi ve gelişimi çalışmaları için büyük önem taşır, çünkü Sümer kâtipleri ve düşünürlerinin az çok yüzeysel çözümlemelerine göre, Sümer uygarlığını iplik iplik dokumuş bütün bu kültürel başarıları yöneten yüzden fazla kutsal yasanın bir listesini içerir. Bu mite ait olan ve Philadelphia Üniversite Müzesi’nde bulunan bir parça ilk olarak 1911 ’de David W. Myhrman tarafından yayımlandı. Bundan üç yıl sonra, Arno Poebel yapıtın bir başka kısmını içeren bir diğer Philadelphia tabletini yayımladı. Bu büyük, iyi-korunmuş, üst sol köşesi kırık olan altı sütunlu bir tabletti. Bu kırık köşeyi 1937 yılında, yirmiüç yıl sonra, İstanbul’da Eski Şark Eserleri Müzesi’nde bulacak kadar şanslıydım. Bu nedenle, ilk olarak 1914 yılında mitin büyük bölümü kopyalandı ve yayımlandı. Bununla birlikte, bütün bu yıllar boyunca hiçbir çeviri girişiminde bulunulmadı, çünkü öyküden bütünlüklü bir anlam çıkar gibi görünmüyordu; anlaşılabildiği biçimiyle zekice bir ana fikirden yoksundu. 1937 ’de, kayıp ipucunu veren küçük bir parçayı bulup kopyaladım ve sonuç olarak hepsi de fazlasıyla insancıl olan Sümer tanrılarının bu öyküsü artık anlatılabilir hale geldi.
Gök kraliçesi ve Uruk’un koruyucu tanrıçası İnanna, kentinin refah ve mutluluğunu artırmaya ve onu Sümer uygarlığının merkezi haline getirip kendi adını ve ününü yüceltmeye can atar. Bunun için, Bilgeliğin Efendisi, “tanrıların yüreklerini okuyan” Enki’nin, sulu yeraltı Abzu’da yaşadığı, Sümer uygarlığının kadim ve saygın beşiği Eridu’ya gitmeye karar verir. Çünkü Enki uygarlığın bütün temel tanrısal yasalarını elinde tutmaktadır. Eğer tanrıça bunları herhangi bir yoldan ele geçirebilir ve sevgili kenti Uruk’a getirebilirse, kentin şanı ve onun egemenliği gerçekten erişilmez olacaktır. Eridu’nun Abzu’suna yaklaşırken, kuşkusuz onun çekiciliğine kapılan Enki ulağını çağırır ve şöyle der:
“Gel, ulağım, İsimud, emirlerime kulak ver,
Sana bir söz söyleyeceğim, dinle.
Genç kız, tek başına, adımlarını Abzu'ya yöneltti,
lnanna, tek başına, adımlarını Abzu’ya yöneltti,
Genç kızı Eridu’nun Abzu’suna buyur et,
Inanna’yı Eridu’nun Abzu’suna buyur et,
Yemesi için tereyağlı arpa çöreği ver,
Yüreği serinleten soğuk sudan ikram et,
Aslan yüzü’ içinde hurma-şarabı sun ona,
... onun için ..., onun için ...,
Kutsal sofrada, gök sofrasında,
Bu pasajdaki bir diğer önemli bölüm şöyledir:
“Kudretim adına, kudretim adına,
Işıltılı Inanna’ya, kızıma, ... armağan edeceğim.
Ahşap işçiliği, metal işçiliği, yazı, alet yapımı, deri işçiliği, ...
yapımı, sepet örme sanatlarını,’’
Kutsal lnanna aldı onları.
Inanna’yı hoş sözlerle karşıla.”
İsimud efendisinin emirlerini sözcüğü sözcüğüne yerine getirir ve böylece İnanna ile Enki ziyafet sofrasına otururlar, içkiyle keyifleri yerine geldikten sonra, Enki haykırır:
“Kudretim adına, kudretim adına,
Kutsal lnanna’ya, kızıma, ... armağan edeceğim,
Efendiliği, ...liği, tanrılığı, yüce ve sonsuz tacı, krallık tahtını.”
Kutsal İnanna aldı onları.
Böylece Sümer uygarlığının temel taşlarını oluşturan 100den fazla tanrısal yasayı aynı anda İnanna’ya sunar. Bu mitin İ.Ö. 2000 kadar erken bir tarihte yazıldığı ve içerdiği kavramlar göz önüne alındığında, Mısırlılarınki dışında hiçbir uygarlığın, çağ ve nitelik bakımlarından Sümerlilerinkiyle karşılaştırılamayacağını söylemek hiç de abartı değildir. Enki tarafından İnanna’ya armağan edilen kutsal yasalar arasında şunlar sayılır; efendilik, tanrılık, yüce ve sonsuz taç, krallık tahtı, yüce krallık asası, yüce alametler, çobanlık, krallık, sayısız rahiplik görevi, doğruluk, yeraltı dünyasına iniş ve oradan çıkış, “sancak,” tufan, cinsel ilişki ve fahişelik, resmi dil ve konuşma dili, sanat, kutsal kült odaları, “göğün hizmetkârları,” müzik, yaşlılık, kahramanlık ve kudret, düşmanlık, dürüstlük, kentlerin yok edilmesi ve mersiye, yüreğin sevinci, yalan, asi ülke, erdem ve adalet, marangozluk sanatı, metal işçisi, kâtip, demirci, deri işçisi, duvarcı, sepet örücü, bilgelik ve anlayış, arınma, korku ve haykırış, tutuşan alev ve sönen alev, bezginlik, zafer haykırışı, sağduyu, sıkıntılı yürek, yargı ve karar, coşkunluk, müzik aletleri.
İnanna sarhoş Enki’nin kendisine sunduğu armağanları almaktan pek mutlu olur. Bunları alır, “gök kayığı”na yükler ve değerli yükü ile birlikte Uruk’un yolunu tutar. Ama şölenin etkisi geçtikten sonra, Enki kutsal yasalarının her zamanki yerlerinde durmadıklarım fark eder. İsimud’a sorar, o da kendisinin bunları kızı İnanna’ya armağan ettiğini söyler. Altüst olan Enki cömertliğinden dolayı büyük pişmanlık duyar ve gök kayığın Uruk'a yanaşmasına engel olmaya karar verir.
Böylece ulağı İsimud’u bir grup deniz canavarıyla birlikte, Eridu’nun Abzu’su ile Uruk arasındaki yedi mola yerinin ilkine gitmeleri için İnanna ve kayığının peşine salar. Burada deniz canavarları “gök kayığı”nı Inanna’dan alacaklar, buna karşın İnanna’yı Uruk’a yolculuğunu yürüyerek sürdürmesi için bırakacaklardır. Enki’nin İsimud’a verdiği emirleri ve İsimud’un, babası Enki’yi “Bir eliyle verdiğini ötekiyle alan biri” olarak kınayan İnanna ile konuşmasını içeren, başlı başına klasik bir şiir cevheri olan pasaj şöyledir:
Prens ulağı İsimud’u çağırır,
Enki “göğün güzel adı”na konuşur:
“Ey ulağım İsimud, ‘göğün güzel adı’m.”
"Ey kralım Enki, işte buradayım, sonsuza değin övülen.”
“ ‘Gök kayığı’ şimdi nereye vardı?”
“İdal rıhtımına vardı."
“Git, onu deniz canavarlarına yakalattır.”
İsimud emri yerine getirir, “gök kayığı”na yetişir ve İnanna’ya şöyle der:
“Ey kraliçem, beni baban gönderdi,
Ey lnanna, beni baban gönderdi,
Sözleri yüce babanın,
Söylevleri yüce Enki’nin,
Ulu sözleri yabana atılmaz."
Kutsal lnanna şöyle karşılık verir:
“Babam seninle ne konuştu ne dedi sana?
Yabana atılmaması gereken sözleri nedir, rica ederim?
“Kralım benimle konuştu,
Enki bana dedi ki:
‘Bırak İnanna Uruk’a gitsin,
Ama sen, “gök kayığı”nı bana, Eridu’ya geri getir.
Kutsal İnanna ulak Isimud’a şöyle der:
“Babam, bana verdiği sözden niye vazgeçti, rica ederim,
Bana verdiği erdemli sözden niye döndü,
Bana verdiği yüce söze niye saygısızlık etti?
Babam bana yalan söyledi, yalan söyledi,
Kudreti adına, Abzu adına yalan sözler söyledi.”
Tam bu sözcükleri söylemişken,
Deniz canavarları “gök kayığı”nı ele geçirir.
İnanna ulağı Ninşubur’a şöyle der:
“Gel, Eanna’nın sadık ulağı,
Güzel sözcükler iletenim,
Doğru sözcükler taşıyanım,
Elleri asla titremeyen, ayakları asla titremeyen,
‘Gök kayığını ve İnanna’ya armağan edilmiş yasaları kurtar.”
Ninşubur denileni yapar. Ama Enki inat eder, İsimud’u ve beraberindeki deniz canavarlarım “gök kayığı”nı yakalamaları için Eridu ile Uruk arasındaki yedi mola yerinin hepsine gönderir. Her defasında Ninşubur İnanna’nın imdadına yetişir. Sonunda İnanna ve kayığı Uruk’a sağ salim ulaşırlar; sevinç içindeki halkın düzenlediği ziyafetler ve şenliklerle kutsal yasaları kayığından birer birer boşaltır. Şiir, Enki’nin İnanna’ya verdiği bir söylevle sona erer, ancak metin fazlasıyla zarar görmüş olduğundan özünde uzlaşma mı yoksa misilleme mi yapıldığı açık değildir.
İNSANIN YARATILIŞI
Kazma gibi insanın yaptığı bir eşyayı bile tanrıların yarattığını düşünen Sümerler, insanın nasıl yaratıldığını da elbette tanrılara atfetmişledir.
İnsanın yaratılışını anlatan yapıt iki ayrı tablete yazılmış olarak bulunmuştur: birisi şimdi Üniversite Müzesi’nde bulunan bir Nippur tabletidir; bir antikacıdan satın alınan diğeri ise Louvre’dadır. 1934 yılında Louvre tableti ve Üniversite tabletinin büyük bölümü kopyalanmış ve yayımlanmış olmasına karşın içerikleri anlaşılamamıştır. Bu üzücü durumun başlıca nedeni, Louvre’daki parçadan daha iyi korunmuş olan Üniversite Müzesi tabletinin Philadelphia’ya kırk elli yıl kadar önce, dört parça halinde gelmiş olmasıdır. 1919 yılında parçalardan ikisi belirlendi ve birleştirildi; bunlar Stephen Langdon tarafından kopyalanıp yayımlanmışlardır. 1934 ’de Edward Chiera üçüncü parçayı yayımladı ancak bunun 1919’da Langdon tarafından yayımlanan iki parçaya eklendiğini anlayamadı. Ben, yayımlanan üç parçayla birleştirilen henüz yayımlanmamış dördüncü tableti belirlemekle, şiiri uygun biçim de düzenleyebildim. Burada şiirimizin metnini oluşturan yaklaşık yüz elli dizenin hâlâ sayısız kırığı olduğu vurgulanmalıdır; dizelerin çoğu oldukça kötü durumdadır. Dahası, bu yapıttaki linguistik zorluklar özellikle sıkıntı vericidir; Sümer edebiyatında, ilk kez bu yapıtta karşılaşılan çok sayıda önemli sözcük vardır. Bu nedenle çeviri kesintilerle doludur ve bunun yalnızca bir deneme olduğunun altı çizilmelidir. Yine de, İÖ. üçüncü binyılda Sümer’de geçerli olan insanın yaratılışı ile ilgili kavramların tam bir betimlemesini sunar.
İnsanın yaratılışı konusunda bilinen en eski görüşler îbranilerin ve Babillilerin görüşleridir; Birincisi Tekvin kitabında anlatılır, İkincisi Babillilerin “Yaratılış Destanı”nın bir parçasını oluşturur. Kitab-ı Mukaddes’teki öykülere göre ya da en azından bunun yorumlarından birine göre, insan, bütün hayvanları yönetmesi amacıyla kilden biçimlenmiştir. Babil mitinde, insan, en baş belası tanrılardan birinin bu amaçla öldürülmesiyle onun kanından yapılmıştı; yaratılış nedeni temelde tanrılara hizmet etmesi ve ekmekleri için onların yerine çalışmasıydı. İbrani ve Babil yorumundan bin yıl önceye tarihlenen Sümer şiirimize göre, Babil yorumunda olduğu gibi kilden biçimlenen insanın yaratılış amacı, yine, tanrıların geçimleri için emek harcamak zorundan kurtarmaktı.
Şiir, tanrıların ekmeklerini sağlamakta, özellikle, tahmin edilebileceği gibi dişi ilahlar varlık bulduktan sonra, çektikleri güçlüklerin betimlenmesi denilebilecek bir girişle başlar. Tanrılar yakınırlar, ama su-tanrısı Enki, Sümerlerin bilgelik tanrısı da olduğundan onlara yardım edebilecekken, öyle derin uyumaktadır ki onları işitmez. Bunun üzerine annesi, “bütün tanrıları doğuran ana” ilksel deniz, tanrıların gözyaşlarını ona getirir ve şöyle der:
“Ey oğul, kalk yatağından, ...dan bilgeliğini göster,
Tanrılara hizmetkârlar biçimle, onların ... onlar üretsin.”
Enki konu üstüne düşünür, “iyi ve soylu şekilleyici’lerin başına geçer ve annesi Nammu’ya, ilksel denize şöyle der:
Ey ana, sözünü ettiğin yaratık, var edildi,
Onun üstüne tanrıların ... yerleştir;
Deniz dibinin yüzeyindeki kilden yüreğini yoğur,
İyi ve soylu şekilleyiciler kili berkitecekler,
Sen, sen onun uzuvlarını ortaya çıkar;
Ninmah (toprak-ana tanrıça) senin üstünde çalışacak,
... (doğum tanrıçaları) sen biçimlerken yanında olacaklar;
Ey ana, (yeni doğanın) yazgısını belirle,
Ninmah onun üstüne tanrıların ... yerleştirecek,
... insan olarak ...
İçerikleri açıklanabilirse çok aydınlatıcı olacak birkaç kırık dizeden sonra şiir, Enki’nin, insanın yaratılışı onuruna tanrılara verdiği bir ziyafeti anlatır. Bu ziyafette Enki ve Ninmah çok fazla şarap içer ve çakırkeyif olurlar. Bunun üzerine Ninmah denizin dibinden bir parça kil alır ve altı değişik tipte bireyi şekillendirir. Enki de onların yazgılarını belirler ve onlara yiyecek ekmek verir. Yalnızca son iki tipin nitelikleri okunabilmekte; bunlardan biri kısır kadın ve diğeri cinsiyetsiz ya da hadım tiptir. Dizeler şöyle:
... (Ninmah) doğurganlığı olmayan bir kadın yaptı.
Doğurganlığı olmayan bu kadını gören Enki,
Onun yazgısını belirledi, “kadın evi’’nde kalmasını yazgıladı.
... (Ninmah) erkeklik organından yoksun, kadınlık organından yoksun bir varlık yaptı.
Erkeklik organından yoksun, kadınlık, organından yoksun bu varlığı gören Enki,
Onun yazgısını kralın önünde durmak olarak belirledi.
Ninmah’ın bu altı insan tipini yaratması üzerine, Enki de kendi başına bir şeyler yaratmaya karar verir. Bu noktaya nasıl gelindiği açık olmamakla birlikte, sonuçta ortaya çıkan yaratık başarısızdır; vücut ve zekâca cılız ve geridir. Endişelenen Enki, Ninmah’tan bu umutsuz yaratığa yardım etmesini ister; ona şunları söyler:
“Senin elinle şekillenenin yazgısını belirledim,
Ona yiyecek ekmek verdim;
Sen de benim elimde şekillenenin yazgısını belirle,
Sen de ona yiyecek ekmek ver.”
Ninmah yaratık için elinden geleni yapar, ama işe yaramaz. Onunla konuşur, ama o yanıt veremez. Ona ekmek verir, ama o uzanıp da alamaz. Ne oturabilir ne ayakta durabilir, ne de dizlerini bükebilir. Bunu, Enki ile Ninmah arasında geçen uzun bir konuşma izler, ancak tabletler öyle kırık ki bir anlam çıkarmak olanaksız. Bir olasılık, sonunda Ninmah Enki’yi böyle hasta, cansız yaratıklar yarattığı için lanetler ve görünüşe bakılırsa Enki de bunu hak ettiğini düşünür.
Yukarıda ana hatlarıyla verilen yaratılış şiirine ek olarak, insanoğlunun yaratılış amacının ayrıntılı bir betimlemesi “Sığır ve Tahıl” mitinin girişinde bulunur; bu bölümün öyküsü şöyledir; Anunnaki’lerden sonra, gök-tanrıları doğmuştu, ama sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan’dan önce ne sığır ne de tahıl vardı. Bu nedenle tanrılar ekmek yemeyi ya da giysi giymeyi “bilmezlerdi.” Sonra sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan göğün yaratılış odasında yaratıldılar, ancak tanrılar hâlâ açtı. O zaman tanrıların “iyi şeyleri” ve ağılların refahı hatırına insana “soluk verildi.” Bu giriş şöyledir:
Gök ile yer dağından sonra,
An (gök-tanrısı) Anunnaki’lerin (ardılları) doğumuna neden oldu,
Aşnan (tahıl-tanrısı) adı henüz doğmadığından, henüz biçimlenmediğinden,
Utlu (bitki-tanrıçası) henüz biçimlenmediğinden,
Uttu için hiçbir kutsal alan kurulmadığından,
Hiç koyun yoktu, hiç kuzu inmemişti,
Hiç keçi yoktu, hiç oğlak inmemişti,
Koyun iki kuzusunu yavrulamıyordu,
Keçi üç oğlağını yavrulamıyordu.
Çünkü bilge Aşnan’ın ve Lahar’ın (sığır-tanrısı) adını,
Anunnakiler, büyük tanrılar, bilmiyordu,
Otuz günlük ... tohumu henüz yoktu,
Kırk günlük ... tohumu henüz yoktu,
Küçük tohumlar, dağ tohumu, saf canlı yaratıkların tohumu henüz yoktu.
Uttu henüz doğmadığından, (bitkilerin?) tacı henüz yetişmediğinden,
... efendi henüz doğmadığından,
Ova tanrısı Sumugan henüz ortaya çıkmadığından,
İnsanoğlunun ilk yaratıldığı zaman gibi,
Onlar (Anunnakiler) ekmek yemeyi bilmiyorlardı,
Giysi giymeyi bilmiyorlardı,
Koyunlar gibi ağızlarıyla ot yiyorlardı,
Arklardan su içiyorlardı.
O günlerde, tanrıların yaratma odasında,
Dulkug evlerinde, Lahar ve Aşnan biçimlendi;
Lahar ve Aşnan’ın ürünlerini,
Dulkug’un Anunnakileri yiyor, ama doymuyorlardı;
Has ağıllarındaki sütü, ... ve iyi şeyleri,
Dulkug’un Anuıınakileri içiyor, ama doymuyorlardı;
Has ağıllarındaki iyi şeylerin hatırına, insana soluk verildi.
[Bir Not: Günümüzde birçok insan Anunnaki’lerin başka bir gezegenden dünyamıza geldiğine inanmaktadır. Anunnaki kavramı Sümerler tarafında ortaya atılmıştır. Sümerlere göre Anunnakiler Gök tanrısı An’ın çocuklarıdır. Sümer belgelerinde şu görüşler de yer aldığına göre:
“An’ın çocukları ve izleyenleri olan Anunnakilerin yiyecek yemek ve giyecek giysiye sahip olabilmeleri için tanrıların yaratma odasında yaratılmışlardı. Ancak Anunnakiler bu tanrıların ürünlerini etkin bir biçimde kullanamıyorlardı; insan, bu durumu düzeltmek için yaratıldı.”
“Anunnaki’lerden sonra, gök-tanrıları doğmuştu, ama sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan’dan önce ne sığır ne de tahıl vardı. Bu nedenle tanrılar ekmek yemeyi ya da giysi giymeyi “bilmezlerdi.” Sonra sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan göğün yaratılış odasında yaratıldılar, ancak tanrılar hâlâ açtı. O zaman tanrıların “iyi şeyleri” ve ağılların refahı hatırına insana soluk verildi.”
Bu durumda ister istemez akla iki faklı insan grubu geliyor. Biri çok adi ve sadece daha bilgili ve yaratıcı efendiler hizmet için yaratılmışlar. Diğeri ise daha zeki oldukları için diğer adi insanların hizmetleriyle yaşıyorlar.
Bu durum karşısında Homo sapiens neandertalensis türü insanlar ve Homo sapiens sapiens (modern insan) türü insanlar aklımıza geliyor. Acaba 70 bin yıl önceleri Afrika’dan Basra-Hürmüz Ovasına gelen modern insanlar kendilerini “gökten gelen” insanlar olarak görüp, yerli neandertal insanlarını kendilerine hizmet için yaratılmış adi insanlar olarak mı değerlendirdiler?]
Sümerlerin tanrıbilimsel dile aktarılan bu usçu kavramları şöyle tanımlanabilir:
1. Başlangıçta ilksel denizle kişileştirilen tanrıça Nammu vardı.
2. Tanrıça Nammu eril gök-tanrısı An ile yer-tanrıçası Ki’yi doğurdu.
3. An ve Ki’nin birleşmesinden, gök-baba An’ı toprak-ana Ki’den ayıran hava-tanrısı Enlil doğdu.
4. Hava-tanrısı Enlil kendini, Sümerlerce tavanı ve duvarlarını koyu lacivert taşı rengi gökyüzünün ve yerini yer yüzeyinin oluşturduğu düşünülen evinde, zifiri karanlıkta bulur. Ve evinin karanlığını aydınlatması için ay-tanrısı Nanna'ya yaşam verir. Sonra da ay-tanrısı Nanna, babasından daha parlak olan güneş-tanrısı Utu’ya yaşam verir. Burada, yaşam verilen oğulun, yaşam veren babadan daha güçlü olması düşüncesi- daha derin anlamıyla ilerleme dediğimiz gelişimin içinde gerçekten meydana gelen de budur- Yakın Doğu felsefesi ve psikolojisi için oldukça doğaldır. Örneğin, tarihsel devirler içinde hava-tannsı Enlil, babası gök-tanrısı An’dan daha güçlü hale gelir. Daha sonra Sami Babillilerin tanrısı Marduk, babası su-tanrısı Enki’den daha güçlü hale gelir. Hıristiyan öğretisinde, oğul İsa, birçok bakımdan insanlığın kurtuluşu için baba Tanrı’dan daha önemli ve başarılı hale gelir.
5. Bundan sonra hava-tannsı Enlil annesi yer-tanrıçası Ki ile birleşir. Bu birleşme ve su-tanrısı Enki’nin büyük yardımı sonucunda yeryüzünde bitkisel ve hayvansal yaşam yaratılır. Öte yandan insan, ilksel deniz, tanrıça Nammu, toprak ana, Ki ile özdeşleştirilebilecek tanrıça Ninmah ve su-tanrısı Enki’nin ortaklaşa çabalarının bir ürünü gibidir. Bu belirli bileşimin içeriği için -ve zamana ait az çok yüzeysel verilerle bunun ardında sağlam bir mantık bulunduğuna, sadece hoş bir fantezi olmadığına inanmak için her türlü neden vardır- bugün elimizde bulunan malzeme ve sınırlı anlayışımızdan bir sonuç çıkarmak güçtür.
KUTSAL KITAPLARDA NUH TUFANI OLARAK GEÇEN OLAY SÜMER BELGELERINDE NASIL AKTARILMIŞTIR?
Babillilerin “Gılgamış Destanı”nın onbirinci tabletinin bulunması ve çözülmesinden bu yana - yarım yüzyılı aşkın bir süredir, İbrani yazıcıların anlattığı biçimiyle Kitab-ı Mukaddesteki Tufan öyküsünün özgün olmadığı bilinmektedir. Bununla birlikte, Babil tufan mitinin kendisi de Sümer kökenlidir. Çünkü 1914 yılında Arno Poebel, Üniversite Müzesi’nin Nippur koleksiyonunda bulunan ve içeriğinin büyük bölümü tufan mitine ayrılmış altı sütunlu bir Sümer tabletinin üçüncü kısmını kapsayan altbölümünü özenle çevirmiş ve yayımlamıştır.“ Ne yazık ki bu parça tektir ve bugüne değin eşi bulunamamıştır; ne İstanbul’da ne de Philadelphia’da kırık parçayı onarmaya yardımcı olacak hiçbir malzeme bulamadım.''
Başlangıcı kırılmış olan mitin okunabilen ilk dizeleri insanların, bitkilerin ve hayvanların yaratılışıyla, tufan öncesinde var olan beş kentin kuruluşunu işler: Eridu, Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak. Krallığın göksel kökeni, Tufan öncesi beş kentin kurulması, adlandırılması ve beş koruyucu tanrıya sunulmasıyla ilgilidir. Bundan sonra, Tufan gönderip insanlığı yok etmeyi öngören göksel karardan bazı tanrıların hoşlanmadıklarını ve üzüntü duyduklarını öğreniyoruz. Sonra da, Kitabı Mukaddes’teki Nuh'urı karşılığı olan Ziusudra'yla tanışırız; bu dindar ve tanrı korkusu taşıyan kral, sürekli olarak ilahi düşleri ve vahiyleri gözetir. Ziusudra bir duvarın dibinde dururken, bir ilahın sesini duyar (herhalde Enki); İlah ona, tanrılar meclisinde tufan gönderme ve "insanlığın tohumunu kurutma" kararının alındığını bildirir.
Mit herhalde, Ziusudra'ya dev bir gemi yapması ve böylelikle kendisini yok olmaktan kurtarması için verilen ayrıntılı talimatlarla devam ediyor olmalı. Fakat epeyce büyük bir bölüm kırık olduğu için bütün bunlar kayıptır.
Metin yeniden okunabilir hale geldiğinde, görüyoruz ki tufan bütün şiddetiyle yeryüzüne gelmiş ve yedi gün yedi gece sular altında bırakmıştır. Bu sürenin sonunda, güneş-tanrısı Utu ortaya çıkarak yeryüzünü aydınlatır ve ısıtır. Ziusudra onun önünde secde edip öküzler ve koyunlar kurban eder. Metnin elimize ulaşan son dizeleri Ziusudra’nın tanrılaştırılmasını betimlemektedir:
An ve Enlil'in önünde secde eden Ziusudra "tanrı gibi yaşam" elde etmiş ve "güneşin doğduğu yer" olan ilahi cennet Dilmun'a götürülmüştür.
Olağanüstü kuvvetli bütün fırtınalar, bir olup saldırdı,
Tufan yeryüzünü kapladı,
Yedi gün, yedi gece boyunca,
Tufan ülkeyi kasıp kavurdu,
Koca gemi azametli sulara çarpıp dururken,
Işığını yere göğe saçan Utu çıktı.
Ziusudra koca geminin bir penceresini açtı,
Kral Ziusudra,
Utu’nun önünde yerlere kapandı,
Bir öküz kesti kral, bir koyun kesti.
Burada yine büyük bir parça kırık; metnimiz yeniden okunur hale geldiğinde, Ziusudra’nın ölümsüzleştirilmesini betimler:
Kral Ziusudra,
An ve Enlil’in önünde yerlere kapandı;
Ona tanrılarınki gibi bir hayat verdiler,
Tanrılarınki gibi ebedi soluğu onun için yere indirdiler.
Böylece kral Ziusudra’yı,
Insanın ve ...nin adının koruyucusunu,
Geçiş dağında, Dilmun dağında, güneşin doğduğu yere
Onlar (An ve Enlil) yerleştirdiler.
Mitin kalanı okunamamaktadır.
[Bir Not: Sümer yazıtları, Sümerlerin buzul devrinin Atlas Gölündeki Dilmun adasında başlayan yaşamlarının 7-8 bin yıl süren Basra Körfezi dolması sürecindeki deniz yolculukları sonunda Basra sahiline çıkmaları ve oralarda tekrar yeni toplumsal birimler oluşturmalarından sonra yazılmışlardır. Yukarıda sunulan Tufan olayı anlatımı, Sümerlerin eskiden yaşadıkları ada hayatının neden sona erdirildiğine ait görüşleridir. Tablet çok hasarlı olduğundan, tanrıların neden bir tufanla “insanlığın tohumunu kurutma” kararı aldıkları anlaşılamamıştır. Bu nedenle S.N.Kramer’in de vurguladığı gibi, Sünerlerin Basra yöresinde kurdukları ilk kent olan Eridu’da yeni kazılar yapılarak daha aydınlatıcı veriler içeren tabletler aranmalıdır.
Sümerler insanlığın tufan öncesi dönemde Basra-Hürmüz-Ovası-sistemi (Ova ve Göl) içinde yaratıldığı,
Tanrıların insanlığın yaşam tarzından memnun olmadıkları için, “insanlığın tohumunu kurutma” kararı aldıkları,
Ama tanrılardan birinin bu karara uymayarak, dindar ve tanrı korkusu taşıyan kral Ziusudra’ya söylediği,
Ziusudra’ın da bir gemi yaparak bu tufandan kurtulup, yeni bir dünyaya çıktığı şeklindeki yaratılış görüşü Sümerlerin hayat görüşünün temelini oluşturmaktadır.
Sümerler ebedi bir hayatın tanrılara özgü olduğuna da inanmış olduklarından, Ziusudra’ya ebedi hayat bahşedildiği ve bu nedenle Tanrılar diyarı olan Dilmun’a yerleştirildiğini yazmışlardır. Dilmun kutsal kitaplarda adı geçen Adn veya Eden bahçesidir.]
Sümerler hakkında Kramer’den aktarılan bilgiler yukarıdaki kadardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder