DOM-15 İnsanlık Tarihi-2. Ana-Bölüm
Modern insanın (Homo
sapiens sapiens’in) gelişim evreleri
İnsanlık tarihi 3 evrede
incelenebilir. Birinci evre önceki sayfalarda verilmişti ve şekilde gösterilen,
Afrika’da doğuş, Basra-Hürmüz ovasına geliş ve orada buzul devrini geçirmesi
şeklinde özetlenmişti.
İkinci evreyi “Atlantis”
olarak adlandırılan Basra-Hürmüz-Ovasının denizle kaplanması sonucu başlayan göçlerin
birinci evresini oluşturan Bereketli-Hilal evresi oluşturur.
Üçüncü evreyi ise
Atlantis ovasının tamamen denizle kaplaması sonunda, oradan göçerek Mezopotamya
kültürünü başlatan Sümerler ve onların oluşturdukları asalete dayalı, tepeden
yönetimli devlet sistemleri dönemi oluşturur.
İnsanlık tarihinin
bu şekilde bölümlere ayrılmasının nedeni “insanlığın kültürel gelişim grafiği”
adı verilen şu şekilde görülmektedir.
DOM-15a
İnsanlığın geçmişinin tasarlanmasında konuştuğu dil
en önemli kriterlerden biridir.
İnsanlığın doğuş
ortamındaki konuşulan dil bu nedenle başlangıç noktası oluşturacaktır.
Haritada
gösterildiği üzere, günümüzde bu bölgede Bantu dil grubuna ait diller
konuşulmaktadır. Bunlardan biri de Swahili dilidir. Swahili dili de, tüm diğer
Bantu dilleri gibi, bitişimli (aglütine) dillerdendir.
Şimdi bu bitişimli
dil grubunun özelliklerini görelim.
İnsanların
konuştukları dillerde sözcükler zamanla değişir, ama dilin genel yapısı pek
değişmez. 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanların
atalarının, türkçe gibi aglütine dil dediğimiz bir dil konuştukları
anlaşılmaktadır.
Günümüz dünyasında konuşulan diller (S)Subject = özne, (O)Object = nesne, (V) Verb = yüklem ilişkilerine göre sınıflandırıldığında iki temel grubun egemen olduğu görülür. SOV-grubu %45 ve SVO-grubu %42 ile en yaygın gruplardır.
Bu iki temel gruptan
hangisinin insanlık tarafından öncelikli olarak tercih edildiğini saptamak için
yapılan deneylerde SOV= Subject-Object-Verb sıralamasına göre olan dillerin
kesin olarak baskınlığı saptanmıştır. (Langus & Nespor 2010 şekline bak)
Deney şöyle yapılmıştır:
Çalışmada (Langus & Nespor, 2010),katılımcılara basit şekiller (örneğin balık
yakalayan bir kız) gösterilerek olayı jestlerle tanımlamaları istenir. Katılımcılar
(SVO) sıralamasını kullanan İtalyanlar ve (SOV) sıralamasını kullanan
Türklerden oluşuyordu ve herhangi bir işaret dili bilmiyorlardı. Sonuçlar
İtalyan grubunun %80'inin, Türk grubunun %90'ının "kız" +
"balık" + "yakalamak” sıralamasını kullandıklarını ortaya koyar.
“Kız balığı yakalar” şeklindeki sözcük dizilimi insanların doğasındaki davranış
olduğu görülür.
Yani doğal olarak insanlar bir dil
oluşturmaya başlasalar, SOV sıralamalı bir dil ile hayata başlayacaklardır. Bu
SOV dil grubunun diğer önemli özellikleri araştırıldığında tam-aglütine (bitişimli)
denilen bir dil grubu olduğu ortaya çıkar
Şimdi konunun iyi
anlaşılması için tam-aglütine-dil grubunu diğer dil-gruplarında ayıran
özellikleri gösterelim:
Tam-aglütine
dillerin özellikleri
Aglütine (Bitişimli veya eklenmeli) dilleri diğer dillerden
ayıran özellik şudur:
Sözcüklerin arkasına veya önüne eklentiler
yapılarak, farklı anlamlı ifadeler elde edilir. Örnek “Kurtardıklarımızdansın”
ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca
olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben”
şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir. Fincede “Juoksentelisinkohan”
gibi tek bir sözcükle aktarılan kavram İngilizcede “I wonder if I should
run around aimlessly” gibi 8 sözcükle ancak ifade edilir.
Bu özellik eklenmeler şeklinde yapılarak
bütünleşmiş – birleşik bir yapı oluşturulduğundan “aglütine = bitişimli-
eklenmeli” terimiyle tanımlanmıştır. Diğer dil grubu ise indo-german veya
Hint-Avrupa dil grubudur ve o dil grubu bütünleşmeli-bitişimli değil,
parçalanmalıdır. Yani eskiden kullanılan bir dil yapısı parçalara ayrılarak
yeni bir dil grubu oluşturulmuştur. Bu dil grubunun eskiden bitişimli bir dil
grubundan türetildiği Bouckaert et al. 2012 ve Gray & Atkinson
2003 araştırmalarında gösterilmiştir.
Aglütinasyon diğer dillerde de kısmen görülür; örn. Çocuk-luk = child-hood bir eklenmedir. Ama “çocukluktaki” denilmek istendiğinde, “in childhood” veya “during childhood” gibi sözcüğün önüne yeni bir sözcük eklemesi yapılarak durun ifade edilir. Tam-aglütinasyon yoktur.
1- Cinsiyet
ayrımı yoktur, “O” deyince, hem erkek, hem kadın, hem çocuk anlaşılır. Halbuki
diğer dillerde “er (he), sie (she), es (it)” gibi ayrım vardır.
2- Ses
uyumludurlar,
3- “Ben kalemi
kırdım” şeklinde “Özne-sübje-yüklem” dizilimi vardır. Diğer dillerde “I broke
the pencil” gibi “Özne-yüklem-sübje” dizilimi vardır.
4- Sayı
sıfatlarından sonra gelen sözcüklerde çoğul eki yoktur, “bir çocuk”, ”beş
çocuk” denir, “5 çocuklar” değil. İndo-german dilde ise: “1 Kind” “5
Kinder” denir.
İşte 60-70 bin yıl
önce Afrika’da ortaya çıkan Homo sapiens sapiens’in ortaya çıktığı bölgede
günümüzde de hala tam-aglütine bir dil konuşulduğu bilinmektedir. Modern
insanların atalarının geliştiği bu Doğu-Afrika bölgesinde, bantu dil ailesine
ait, aglütine Swahili dili konuşulmaktadır.
Örnek olarak
aşağıdaki tabloda aglütine = bitişimli dillerden Swahili ve Türkçe’nin benzerliği görünürken, İngilizce
dilinin ne kadar farklı olduğu gösterilmiştir.
Dolayısıyla oradan
dünyaya yayılan insanların da en azından yolculuklarının başlangıcında aglütine
bir dil konuşmaları beklenir. Bu öngörü Atkinson (2011) tarafından 504 dünya
dilinin fonetik karmaşıklık açısından analizi sonucu doğrulanır. Atkinson, en
eski dillerin Orta ve Güney Afrika’da olduğunu ve diğer dillerin Afrika’dan
dünyaya yayılan Homo sapiens in göç yollarını yakından takip ettiğini
saptamıştır.
Nitekim Asya
üzerinden Amerika’ya geçen insanların da aglütine dilli oldukları görülmüştür.
Örn. Peru And dağları ve Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan quechua
halkları arasında, tam aglütine bir dil konuşulmaktadır: Maqachinakurkan = They
let each other be beaten = döğdürüldüler
Aglütine dillerin
yaygınlığı konusunda şunlar örnektirler (Wikipedia’dan):
Niger–Congo languages.
Bantu languages.
Turkic languages.
Turkish.
Basques language,
Fince, Estonyaca,
Macarca
Kartvelian languages.
(Gürcüce, Lazca)
Dravidian languages.
Tamil, Sanskrit.
Austronesian languages.
Tagalog.
Indigenous languages of
the Americas. Algonquian languages.
Eskimo–Aleut languages.
Berber languages.
DOM-15b
Önceki bölümde dünyada iki yaygın dil grubu olduğu
vurgulanmıştı. Bunlardan biri en yaygın dil grubu olan Türkçe gibi bitişimli
dillerdi, diğer ise Hint-Avrupa dil grubuna ait İngilizce, Almanca, Rusça gibi
dillerdir.
Bu dillerden hangisinin kökünün daha eskiye dayandığı hep
tartışma konusu olmuştur. Çünkü Türklerin Anavatanı Orta-Asya olarak kabul
edildiğinden, Afrika ile yakın bir ilişki kurulamamaktaydı. Bu nedenle
Avrupalılar dillerinin Hindistan’daki Sanskritce ile ilişkili olduğunu
savunarak, Hint-Avrupa dil grubu diye bir kavram ortaya atarlar.
Bu kavramın orta çıkışı
Sir William Jones adlı bir İngiliz dil-bilimci, latince,
yunanca, arapça, farsça yanısıra Sanskritçe de öğrenir. Kraliyet cemiyetine
-Royal Society’ye üye olan Jones, cemiyetin üçüncü yıllık toplantısında (1786)
şunları söyler:
“Sanscrit dilinin geçmişi ne olursa olsun, harika bir yapısı
var. Yunancadan daha mükemmel, Latinceden daha kapsamlı, ve her-ikisinden de
daha rafine daha zarif. Hem yüklemlerin kökleri, hem de gramer açısından
onlarla ortak özellikler gösterir, ki bu tesadüfi olamaz, dolayısıyla aynı
kökenli olmalılar. Bu köken dili günümüzde görülmeyebilir. Gotik ve Kelt
dilleri de, çok farklı harmanlanmış olsa da, Sanscrit ile aynı kökene sahip olabilir.
Eski Farsça da bu aileye eklenebilir.”
Böylelikle Hint-Avrupa dil grubunun temeli atılmış olur.
Hint-Avrupa veya indo-german dil grubu oluşturulunca, bu dil grubu mensuplarının özel yaratılmış veya seçilmiş ırk olduğu yönünde girişimler başlar ve Sanskritcede “onurlu, saygın, asil” anlamına gelen “ārya” sözcüğüne atfen “aryan ırkı” kavramı ortaya atılır.
Şimdi indo-german (Hint-Avrupa) dil grubunun kökeninin
nereden geldiği konusunda istatistiksel bilgisayar-destekli en son yapılan iki
araştırmayı özetleyerek konuyu aydınlatmak istiyorum.
İlk araştırma 2003 yılına ait olan
“Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003: Language-tree divergence times support the
Anatolian theory of Indo-European origin. Nature volume 426, pages 435–439”
araştırmasıdır.
Bu araştırma şöyle
özetlenmiştir:
“Diller, genler
gibi, insanlık tarihi hakkında hayati ipuçları sağlar. Hint-Avrupa dil
ailesinin kökeni ‘en yoğun çalışılan, ancak yine de en inatçı, dilbilim sorunudur’.
Hint-Avrupa dil grubu kökeni hakkındaki çok sayıda genetik çalışma anlamsız
sonuçlar vermiştir. Burada, evrimsel biyolojiden elde edilen hesaplama
yöntemlerini kullanarak dilsel verileri analiz ediyoruz. Hint-Avrupa dilleri
kökeni konusundaki iki teoriyi test ediyoruz: ’Kurgan’dan yayılma‘ ve ’Anadolu
çiftçiliği' hipotezleri. Kurgan teorisi, altıncı binyıldan başlayarak Kurgan
atlılarının Avrupa ve Orta Doğu'ya genişlemesi için olası arkeolojik kanıtlara
odaklanmaktadır. Buna karşılık, Anadolu teorisi, Hint-Avrupa dillerinin,
tarımın Anadolu'dan 8.000–9.500 yıl civarında yayılmasıyla genişlediğini iddia
etmektedir. 2.449 sözcüksel maddeden oluşan 87 dil matrisinin analizi, Hint-Avrupa-dil
grubunun 7.800 ila 9.800 yıl arasında Anadolu çiftçilerinden ayrılmaya başlamış
olabileceğini gösterdi, ki bu Anadolu hipotezi ile çarpıcı bir uyum içindedir. Bu
sonuçlar, Bayes analizinde kodlama prosedürlerinde, kalibrasyon noktalarında,
ağaçların köklenmesinde ve önceliklerde değişikliklere karşı sağlamdır (yani
istatistiksel açıdan tamamen doğrudur).
İkinci araştırma 2013 yılında yapılan
Bu araştırmada
kapsam daha da genişletilir ve 103 dil dahil edilir. Makale şöyle özetlenmiştir:
“Hint-Avrupa dil
ailesinin kökeni için iki rakip hipotez vardır. Geleneksel görüş, vatanı
yaklaşık 6000 yıl önce Pontus bozkırlarına yerleştirir. Alternatif bir hipotez,
dillerin 8000 ila 9500 yıl önce tarımın genişlemesiyle Anadolu'dan yayıldığını
iddia ediyor. Ailenin genişlemesini açıkça modellemek ve bu hipotezleri test
etmek için 103 eski ve çağdaş Hint-Avrupa dilinden gelen temel kelime
verileriyle birlikte Bayes filogeografik yaklaşımları kullandık. Anadolu
kökenli teorinin Bozkır kökenli teoriye karşı üstün olduğunu bulduk.
Hint-Avrupa Dil ağaçlarının hem zamanlaması hem de kök konumu, 8000 ila 9500
yıl önce başlayan Anadolu'dan gelen tarımsal genişlemeye uygundur. Bu sonuçlar,
filogeografik çıkarımın insan tarih öncesi hakkındaki tartışmaları çözmede
oynayabileceği kritik rolü vurgulamaktadır.”
Şimdi bu
araştırmalardan çıkan çarpıcı sonuçları orijinal şekilleriyle görelim.
İlk şekil,
indo-german dil grubunun, şimdiye dek kabul edildiği şekliyle kuzeydeki
bozkır-göçebelerinin dilleri temel alınarak oluşmadığıdır. Hem sözcüklerin
kökensel yakınlıkları, hem de arkeolojik ve coğrafik ilişkilerin karmaşık
istatistiksel yöntemlerle hesaplanmaları sonucunda, bu dil (indo-german)
grubunun Anadolu’da 8 bin ile 9 500 yıl önceleri yaşayan çiftçilerin
kültürlerinin zaman içinde diğer bölgelere yayılmaları sürecinde oluştuğu
ortaya çıkmıştır.
Anadolu’daki
çekirdek merkez ise şekilde “sarı” çizgiyle gösterilmiştir.
İndo-german (veyahut
Hint-Avrupa) dil grubuna ait dillerin ne zaman oluştuğu ise, aşağıdaki şekilde
gösterilmektedir.
Yukarıda sunulan araştırmalar, indo-german (veya
Hint-Avrupa) denilen dil grubunun tamamen ırkçı yaklaşımla oluşturulmuş ve hiçbir
bilimsel temeli olmayan bir uydurma olduğunu göstermektedir. Önce eski bir
kökene dayandırma çabası boş bir iddiadır, çünkü Sanskrit dilinin tam aglütine
(bitişimli) bir dil olduğu, linguistik delillere dayalı wikipedia
ansiklopedinden alınan paragrafta belirtilmiştir. Yani Sanskritçe ile Hint-Avrupa
dillerin akrabalığı, Anadolu kültürü diliyle olan akrabalığından çok daha azdır
ki, bilgisayar destekli yukarıda sunulan araştırmalar Hint-Avrupa dillerin
Anadolu-kültürüyle bağlantılı olduğunu kesin bir şekilde göstermiştir. Bu
nedenle bu dil grubu sadece Avrupa dil grubu olarak kullanılmalıdır.
Şimdi diğer önemli bir konuya değinmek gerek. O konu şudur:
Yukarıdaki araştırmayı yapanlar Avrupa-dil grubu mensuplarıdır. İnceledikleri
dilleri Slavca, Ermenice, Yunanca, Almanca (Germanic) gibi farklı dil adları
kullanarak sunmuşlar. Ama Anadolu halkının hangi dili konuştuğu konusunu
tamamen “es-geçmişlerdir”. Nedeni aşağıda açıklanacaktır.
DOM-15c
Anadolu-çiftçilerinin
dili yok muydu?
Anadolu’da 8-10 bin yıl önceleri Çatalhöyük, Çayönü gibi
yerleşim yerlerinin olduğu araştırmaların yapıldığı o yıllarda biliniyordu.
(Göbekli-Tepe henüz tam araştırılmamış olduğundan Anadolu’da toplumsallaşmanın
11 600 yıldan beri başladığı bilinmiyordu. Bu nedenle araştırmada 9 500 yıldan
beri Anadolu çiftçileri bulunduğu yazılı).
Anlaşılacağı üzere, Basra-Hürmüz-ovası (veya Atlantis) yaşam
merkezi bilinmediğinden, Çatalhöyük, Çayönü gibi ilk yerleşim yeri halklarının
nereden gelmiş olabilecekleri ve hangi dili konuştukları da bilinmiyordu. Ve bu
bilgisizliğin tüm suçu da tamamen biz Anadolu yurttaşlarının aittir. Çünkü
Gedik 1992 taa 1992 de yayınlanmıştı ve Türkiye’de hiçbir bilim adamının kılı
kıpırdamamıştı. Ve hala da kıpırdamıyor, ve Atlantis hala dünyanın başka
yerlerinde aranıyor.
Homo sapiens sapiens’in doğduğu bölgede konuşulan dil bitişimli
(aglütüne) olduğundan, onların yerleşip geliştikleri ilk ortam olan (Basra-Hürmüz)
= Atlantis-Ovalıların dili de bitişimli olmalıdır. Bu görüşü destekleyen veriler
ise, bu ovadan göçerek çevre bölgelere yerleşmiş toplumların (Sümerler, Türkler,
Azeriler, vs) dillerinin “bitişimli” olmasıdır. Nitekim daha doğuda da
konuşulan dil Sanskritçe de bitişimlidir. Hatta Amerika’nın yerli kabilelerinin
konuştukları diller de bitişimlidir. Yani insanlığın konuştuğu ilk dil
kesinlikle bitişimlidir. Günümüzde yaygın olarak konuşulan 2. Dil grubu olan
Avrupa dilleri ise 5-6 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkır
ortamlarında oluşturulmuş yeni bir dil grubudur. Bu nedenle buna artık
hint-avrupa dilleri denemez, çünkü Sanskritçe bitişimlidir ve Avrupa dilleriyle
bağlantısının olmadığı önceki bölümde gösterilmiştir.
Atlantis-Ovalıların
Göçleri
Buzul devri sona
erince, yaşadıkları ortamın denizle kaplanması sonucu göçe mecbur kalan
Atlantis-Ovalılar Nerelere göç etmiş olabilirler?
Yanıtı çok açık: Buzul
devrinin sona ermesi, Atlantis Ovasını yaşanılmaz yaparken, Anadolu- İran
platosu gibi önceleri yaşanılmaz olana yerleri de yaşanılır ortama dönüştürür.
Daha önceleri çok ama çok seyrek yaşam noktaları bulunan Avrupa ve Asya
Atlantis ovalıların yeni vatanları olur.
Şekil: Atlantis Ovasında yaşayan insanlar 14 bin yıl
öncesinden başlayarak 7 bin yıl öncesine kadar sürekli göçe mecbur
kalmışlardır. Bu göçen insanların konuştukları dil ise kesinlikle bitişimli
olmalıdır.
Bir kısım insan ırmak vadisi boyunca kuzey-batıya kaçar.
Buzul devri boyunca yaşama elverişli olmayan bu kuzey bölgeleri oralara göçen
insanlar için kurtuluş noktaları olur ve o insanlar o bölgelerin ilk sakinleri
olurlar.
Göbekli-Tepe, Çayönü, Çatalhöyük gibi ilk toplumsallaşma
noktaları bu tür yerleşmeler sonucudurlar. Tüm Anadolu bu nedenle
Atlantis-Ovalı göçmenlerin ilk vatanlarıdır, çünkü daha önce yaşadıkları yerler
(Atlantis-Ovası) denizle kaplanmıştır, onlar da göçe mecbur kalmışlar ve daha
önceleri karlarla kaplı bu bölgenin ilk sakinleri olmuşlardır. Anadolu
toplumlarının çekirdeği böyle oluşmuştur. Bunların bir kısmı, Trakya’ya geçip,
Tuna nehri boyunca ilerleyip, Vinça kültürünü oluşturur.
Kuzey yönünde göçe devam edenlerin bir kısmı (Azeriler)
İran’ın batı kesimine ve devam ederek Hazar Denizi kıyısına kadar göçeler. Bir
kısmı daha batıdaki Laz, Gürcü, Çerkez, Çeçen, Dağistan gibi toplumları
oluştururlar.
Diğer bir kısmı ise, Deniz yolu ile göçer; Girit adasındaki
Minos uygarlığı tam-aglütine (Linear
A) dilli bir kavim tarafından oluşturulmuştur. Limni adasında da
aglütine=bitişimli dilde yazılmış mezar kitabesi bulunmuştur.
Deniz yoluyla göçler daha batıya doğru ilerler. İtalya’daki
Etrüsk kültürü tam-aglütine dilli bir kavim tarafından oluşturulmuştur.
Günümüzde İspanya ile Fransa arasındaki bölgede (Pirene Dağları) Bask denilen
tam-tam-aglütine dilli bir topluluk yaşamaktadır. Tam-aglütine dil ailesinin
Atlantis-ovalılara has bir dil olduğu düşünülünce, onların da deniz yoluyla
batıya göçmüş bir kavim olması gerekliliği anlaşılır.
Bir kısım kabileler de hemen kuzeydeki Zagros dağlarını
aşarak İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya kadar uzanan uzun bir göç yaparlar.
Bu uzun göç sırasında bir kısım kabileler İran platosu üzerinde kalmışlardır.
Elamlıların dilleri aglütine olduğuna göre, İran platosunun ilk sakinlerinin
Azeriler ve Elamlılar gibi Atlantis ovasından göçenler olduğu anlaşılır.
Günümüzde İran’da yaşayan Kaşkaylar, Afşarlar, Halaçlar, Horasanlar gibi türki
diller konuşan topluluklar eskiden oraya yerleşmiş topluluklardır ve binlerce
yıldır süren Aryan baskıları altında nüfusları giderek azalmasına rağmen
varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yani Farsça denilen ve hint-avrupa dil grubuna
ait bir dil konuşan kavim İran’a çok sonradan gelmiştir (Narasimhan et
al 2019).
Atlantis ovalılar 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında
sürekli göçe maruz kalmışlardır, çünkü Basra Körfezinin dolması bu kadar
sürmüştür. Ve 6-7 bin yıl önceleri de Sümerler denilen -çevredeki diğer
kavimlere göre çok gelişmiş bir uygarlık düzeyinde oldukları belirtilen- bir
kavim Basra çevresine çıkar. Bu kavim daha sonra ortaya koydukları çivi-yazılı
tabletlerde “denizden iki ırmak yöresine geldiklerini- yazar (Ceram 1972).
Anlaşılacağı üzere, Sümer denilen kavim, Basra körfezi
tamamen dolana kadar Atlantis ovası üzerindeki tümseklerde yaşayarak
hayatlarını sürdürmüşlerdir. Ama düz ovada yaşayanların çoğu ovayı çok daha
önceleri terk edip başka yörelere göçmek zorunda kalmıştır. (Göbekli tepeliler,
Çatalhöyüklüler, Azeriler, vs.)
Atlantis Ovalıların nerelere göçtükleri sunulan haritada
gösterilmiştir. Göçlerin bu güzergahlarda olduğunun kanıtını, günümüz
toplumlarının konuştukları dillerin analizleri ve genetik haplogrub analizleri
sonuçları vermektedir.
DOM-15d
Orta-Asya’da İç-Deniz
Oluşması ve Türki dilli kavimlerin yerleşmeleri
Son buzul devri 115
ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk
olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük
konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o
zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı,
buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir
tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları
tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası
gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya
başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve
buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 7 bin
yıl öncelerine kadar devam eder.
Bundan sonra ise söz
konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergiyip
yok olması nedeniyle göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli
bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya
başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan
toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonya’lılar 4-5 bin yıl önceleri
kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar
bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel
Orta-Asya Türklerini oluştururlar.
Atlantis-Ovasından
göç etmek zorunda kalan türki dilli kavimlerin Orta-Asya’ya yerleşmeleri 12-13
bin yıl öncelerinde başlamış olmalıdır.
Öyleyse Orta-Asya
“iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında
oluşan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13-14 bin yıldan daha
önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak uygun bir ortam
yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda hayat sadece
mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir.
Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük, deniz seviyesinin
bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin soğuk iklim
koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumadır.
i- Türkler Orta Asya’da zamanla kuruyan bir
“iç denizin” kaybolması nedeniyle çeşitli yönlere doğru göçe mecbur kalan bir
kavim olarak bilinmektedir;
ii- Sümerlerle aynı kökenli bir dil
konuşması aynı yörede birlikte yaşamayı gerektirir;
iii- Söz konusu “iç denizin” oluşması ve
kuruması, buzulların ergimeye başlaması ve ergimenin sona ermesi dönemine (yani
14 bin yıl ile 4 -5 bin yıl önceleri arasına) denk gelmektedir.
Tüm bu olayları birbirleriyle ilişki içine
sokacak bir yorum ise ancak şöyle olasıdır.
“Denizden iki ırmak
ülkesine” gelmek ve “kuruyan bir iç-denizin kenarında” yaşayan bir kavim olma
olguları nasıl karşılıklı bir uyumla, ortak bir çıkış noktasında buluşturula
bilinir?
Bu sorunun çözümü
buzul devri sonrasının coğrafik görüntülerinin tasarımıyla mümkündür.
Sümerlerin ve
bizlerin atalarının bu eski Mezopotamya ovasında ortak bir yaşam sürdürdükleri
ve bu nedenle ortak bir dil konuştuklarını kabul edecek olursak, 12-13 bin yıl
önceleri buzulların ergimeye ve deniz seviyesinin tekrar yükselmeye başlaması
sonucu bu ovalarda yaşayan insanların ovalardan çekilmek ve yüksek tepelere
veya dağlara doğru kaçmaktan başka çareleri yoktur. Türk kavimlerinin atalarını
kuzeydeki dağlara doğru göçmeye başlayan bir topluluk olarak düşünürsek, birçok
sorun çözüme kavuşur.
Birincisi,
Azerilerin kökeni konusunun aydınlatılmasıdır: Günümüz İran’ı, pers -Azeri-
afşar-halaç-kaşkay karışımı bir toplumdur ve pers dilli halkın İran’a gelmesi
günümüzden yaklaşık 4 bin yıl önceleri olduğu arkeolojik ve genetik
haplogrup-analizleriyle ıspatlanmıştır. Yani persler İran bölgesinin yerli
halkı değildirler.
Azerilerin kökeni
şimdiye dek açıklanamamıştır. Elamlılar diye bir toplum İran bölgesinin ilk
yerli kavmidir ve aglütine dillidirler, yani Atlantis-ovalıdırlar. Basra
körfezi kıyılarından başlayan ve kuzeye doğru olan İran’ın Buşehr - Şiraz yörelerinde yerleştikleri
arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır. Azeriler İran’ın batı kesimi ve
Azerbaycan’da yerleşen bir kavim olduklarından, Elemlıların devamı olmak
zorundadırlar.
İkincisi şudur: Orta
Asya’da yeni oluşmaya başlayan bir “iç-deniz” (göl) çevresine yerleşmiş olan
Türk boyları, Elamlıların doğusundan daha kuzeye doğru göçmeye devam eden bir
topluluk olmalıdır. Nitekim kaşkay, afşar, halaç, gibi türkçe konuşan halklar
hala İran’ın bu kesimlerinde yaşamaktadır. Bu durumda, Sümerler’le olan dil
akrabalığı da anlamlı bir yoruma kavuşur.
Üçüncüsü, Sümerler
ile Atlantis’liler arası bağlantı sağlanır. Atlantis’liler Atlantis-gölü
üzerindeki batan adalarda yaşayan ilk kültürlü insanlar ise, onların devamı
ancak, yazı, takvim, vs. gibi bir çok kültürel gelişime imza atan Sümerler
olmalıdır. Çünkü Sümerler çivi yazılı tabletlerinde, “denizden iki-ırmak
vadisine geldiklerini” belirtmektedirler. Atlantis’liler ise, denize gömülen
bir adada yaşayan bir toplumdur.
Dördüncüsü,
Anadolu’daki, 10-12 bin yıl önceleri oluşmaya başlayan uygarlıkların
(Göbekli-Tepe, Çay-önü, Çatalhöyük, vb.) açıklanmasının sağlanmasıdır.
Hatırlarsak, buzul devri süresince, Anadolu, Kafkaslar, vs. çok soğuk
olduğundan, oralarda insan yoğunluğu çok-çok azdır; sadece mağara gibi
ortamlarda yaşanabilinmektedir. Buzul devri sona erince, bu bölgeler yaşama
elverişli olmaya başlarlar ve Atlantis-Ovasından kaçan insanlar da buralarda
yerleşerek ilk kasabaları oluşturmaya başlarlar.
Dolayısıyla
Orta-Asya Türklerin anavatanı değil, bir ara-vatanıdır.
Arkeolojik bulgular
yaklaşık 6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya
çıktığını ve ilk toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya
konduğunu gösterince, dünya kamuoyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin
kullandıkları dil, ne günümüz dünyasının gelişmiş ülkeleri olan batılı
devletlerin sahip oldukları Hint-Avrupalı-(İndo-german) kökenli bir dil, ne de
kutsal kitapların yazıldığı semitik bir dildir. Aglütine (bitişimli) dil grubu
denilen çok farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde
yaşayan temsilcileri ise, Türkçe, macarca, fince, ve diğer orta Asya
ülkelerinde konuşulun kırgız, türkmen vs. toplumların dilleridir.
Bu durum,
dil-bilimciler arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak
adlandırılan Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende birleştirilebileceği
tartışmaları ortaya çıkar. Bu konu hakkında bilimsel verilere dayalı ayrıntılı
bir makale şu adreste sunulmuştur: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/01/atlantis-gercektir.html
Bu makalenin
okunması ve bilinmesi çok önemlidir, çünkü sadece Türklerin değil, tüm
insanlığın geçmişinin aydınlatılmasını sağlayan jeolojik ve arkeolojik verilere
göre hazırlanmıştır.
Türkçe ile Sümerce
aglütine (bitişimli, bitişimli) dil gurubuna ait dillerdir.
Bu dil grubun diğer
tüm dil gruplarından çok farklı bir özelliği vardır. O da şudur:
“Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle
anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine
von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.
Ayrıca uzmanlar çok
ortak sözcükler içerdiklerini belirtirler. Birkaç örnek vermek gerekirse:
kagaraşa = kargaşa, kabkagak = kap
kacak, haşgaga: kahkaha, vs. gibi sözcükler çok yakın bir akrabalık
göstergeleridir.
Bu nedenle tarihsel
geçmişlerinde bir yerde birlikte yaşamış olmaları gerekir. Sümerologlar bu
nedenle Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler.
Halbuki durum tam tersinedir; “Atlantis” konulu makalede ıspatlandığı üzere,
Atlantisliler Sümerlerdir ve Sümerler o makaledeki “Atlantis ovası veya Cennet
Ülke” olarak adlandırılan denize gömülmüş bir bölgeden Basra yöresine
(Mezopotamya’ya) çıkmış olmak zorundadırlar.
O önemli makaleden
çıkarılacak en önemli sonuçlardan biri de, insanlığın 15 bin yıl ve daha önceleri
en yoğun olarak bu “cennet-ülkede” yaşamış olması ve buzul devrinin sona
ermesiyle, batan bu “cennet ülkeden” kaçarak, Anadolu, Kafkasya, İran gibi
komşu bölgelere dağılıp, oralarda uygarlaşmaları devam ettirmiş olmaları
gerekliliğidir. Bu görüşü destekleyen arkeolojik ve antropolojik deliller
vardır ve şunlardır:
Anadolu’da en eski
kültür oluşturuculara bakıldığında, onların (Sümerce-Türkçe) aglütine dil
konuştukları görülür (Kaynak: Diker 2000, Tuna 1990):
1-
Batı
Anadolu’da yaşayan Lidya’lıların dili aglütinedir
2-
Doğu
anadoluda yaşamış olan Urartu’ların dili aglütinedir;
3-
Etrüskçe
aglütine bir dildir;
4-
iskitçe
aglütine bir dildir;
5-
Hurrilerin
dili Hurrice aglütinedir (Mitanni), vs.
6-
İran’ın
güneyinde 5 bin yıl önceleri kurulan ve dünyadaki en eski devletlerden biri
olan Elamlılar aglütine dillidir. (Kaşkayca, Afşarca onlardan kalan Türkçe
dillerdir)
7-
Orta-Anadolu
Çorum-yöresinde Hititlerden (Etilerden) önce orada yaşayan “Hatti”ler adlı
kavmin dili aglütinedir (bitişimlidir); o bölgeye sonra gelen Hititler’in dili
ise proto-Hint-Avrupalı olarak tanımlanır; ama Hitit dilinde de cinsiyet ayrımı
yoktur ve bitişimlilik vardır, çünkü kendilerini nešili ve nešumnili olarak tanımlamışlardır.
Bu tanım Neşa-şehirli (Neşalı) ve Neşa-dili konuşan anlamına gelmektedir ki bu
tipik bir bitişimli dil özelliğidir. Bitişimli dil kullananlar kendilerini
“Kayserili” olarak tanıtır. Bunun yanısıra Hitit dilinde Hint-Avrupa dil
grubuna ait özelliklerin de yaygın olduğu bilinmektedir. Bu durum Hint-Avrupa
dil grubu ile Atlantis-ovalı dil grubu mensupları arasında bir harmanlanma
olduğunu gösterir. Hint-Avrupa dilinin Ukrayna- Kazakistan arasındaki bozkır
ortamında oluştuğu ve oradan özellikle Avrupa’ya yayıldığı yine arkeolojik
bulgulardan anlaşılmaktadır. Bu konu daha sonra ayrıntılı olarak işlenecektir.
Günümüzde bu farklı
dil gruplarının ne kadar varlıklarını koruyup-sürdürdüklerine bakarsak,
Hint-Avrupa dillerinin egemen olduğu Avrupa’da Fince, Macarca, Baskça gibi
aglütine (bitişimli) dillerin varlıklarını hala sürdürdüklerini görürüz.
Fransa’nın Bask toplumuna komşu olan güney bölgesinde Akitanya’da eskiden
aglütine dil konuşulduğu bilinmektedir. Zaman içinde bu kültür tamamen asimile
edilmiştir.
8-
Baskça
ve akitanca aglütine dillerdir.
9-
9- Anadolu’nun
kuzeyinde Doğu-Karadeniz bölgesinde yaşayan Lazların ve Kafkas bölgesinde
yaşayan Gürcülerin dilleri “cinsiyet ayrımı olmayan aglütine dil grubundandır.
Yani dünya genelinde
oluşturulan ilk uygarlıklar aglütine = bitişimli bir dil konuşan kavimlerce
oluşturulmuşlardır. Günümüzde aglütine dil Türki dillerle devam etmektedir.
Dolayısıyla yukarıda özetlendiği ve önerilen makalede gösterildiği gibi
Türklerin ana vatanı Orta-Asya değil, Atlantis ovasıdır. Ve bizler denize
gömülen o cennet-ülkeden göç ederek, İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya göçmüşüz.
Oradaki “iç-denizin” kurumasıyla tekrar İran üzerinden (Atlantis ovası yok
olduğundan) Anadolu’ya dönmüşüz.
Anadolu iki farklı zamanda yerleşen türkler içerir. İlki 12 bin ile 7 bin
yılları arasında atlantis ovasını terk etmek zorunda olan türklerdir (Luviler =
aleviler) Hattiler, vs.. Sonra gelenler ise, Orta-Asyadaki iç denizin kuruması
nedeniyle tekrar göç ederek Anadolu’ya gelenlerdir (Selçuklular, Osmanlılar).
Bir jeolog olarak Anadolu’nun birçok
yerinde saha çalışmaları yaptım ve kah bir alevi, kah sünni inançlı bir köyde
misafir oldum. Alevi köylerinde gördüğüm uygar davranışı başka yerde görmedim.
Peki böyle bir kütür sahipleri neden asırlardır egemen sınıflar tarafından hor
görülüp, dışlanmış ve madımak olaylarındaki gibi korkunç cinayetlere
uğramışlardır. Ortada bir mantıksızlık yok mu? Bu mantıksızlığın hangi tarafta
aranması gerektiğini düşünmeniz dileğimle.
Aleviler Anadolu’ya uzaydan mı geldi?
Atlantis ovalı bir orijine sahip olan Türklüğün dağılım
alanları çok geniştir. En başta, en yakın olan Anadolu ve İran Platosu gibi
yakın bölgelere yerleşilmiştir. Bunlar Anadolu’daki Alevi inançlı Türkmenler ve
İran platosundaki Azeriler, kaşkaylar, halaçlar, afşarlar gibi topluluklardır. Ondan sonra İran üzerinden Orta-Asya’ya yayılan
Türk boyları gelirler. Ve bu türk boylarından bazıları Orta-Asya’daki iç
denizin kuruması nedeniyle tekrar göçe mecbur kalırlar ve Anadolu‘ya gelirler.
Şimdi bu Anadolu’ya
dönüş hikayesini görelim:
DOM-15e
Dünyada uygarlığı başlatan bir ulus, tarihsel geçmişini nasıl unutur hale
sokulmuştur?
İnsanlık her birkaç asırda bir gerçekleşen istilalarda kral
soyunun değişmeleriyle sürekli bir çalkantı içinde yaşamıştır. Avrupa ve Asya
arasında bir köprü konumunda olan Anadolu halkı bu istilalardan en çok
etkilenen insanlardan oluşmaktadır. İstilacılar tepedeki efendi kesimini
oluşturduklarından, halk ister istemez tepedekilerin kültürü etkisi altında
kalmış ve kendi öz-benliğinden uzaklaştırılmış olmalıdır.
MÖ. 2binli yıllarda Hitit’lerin Hatti’leri istilasıyla
başladığı belgelenen bu Efendi-değişimlerinin daha eskiden kaç defa
gerçekleştiği hakkında bilgi-belge henüz yoktur. Ancak ondan sonraki yıllarda
her birkaç asırda bir tekrarlanmıştır.
Benzer şekilde tüm Avrupa ve
Anadolu bu şekilde zaman içinde farklı yönlerden gelen kavimlerce işgal
edilerek, yerel halk kontrol ve baskı altına alınmıştır. Basklar bunun en
batıdaki örneğidir. Anadolu halkı da, Truva savaşları, Pers-Yunan savaşları,
İskender imparatorluğu, Bizans imparatorluğu gibi bir çok devlet istilası
altında kalarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Aleviler-Türkmenler
bunun örneğidir.
Bu görüşü destekleyen altı delil:
Birinci Delil: “Şartamhari Metinleri” veya “Shamsahara
tableti”
MÖ. 2291 ile 2255 arasında Akad imparatoru olan Naram-Sin, tahta
geçtikten sonra imparatorluğunu genişletmeye başlar ve bunun için Anadolu’daki 17
kral ile savaşarak onları yener ve imparatorluğuna katar. Bu galibiyeti anlatan
bir yazılı tablet oluşturularak önemli krallık merkezlerine bırakılır.
Naram-Sin bu savaşla ilgili olarak üç tablet yazdırmış ve bu
tabletler tarihe Mücadelenin Kralı anlamına gelen “Şartamhari Metinleri”
olarak geçmiştir. Bu metinler; Mısır Tel El Amarna, Mezopotamya Babil ve
Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’de bulunmuştur. Hattuşaş’ta bulunan ve ilk 7 satırı
kırıklıktan dolayı okunamayan metin Akad dilinden Hititçeye çevrilmiş bir halde
bulunmuştur. Naram-Sin Şartamhari metinlerinde 17 Anadolu Kralından bahseder.
Bizim için asıl önemli olan 15. Satırda bulunan “Türki Kralı İlşu-Nail”
ibaresidir. Anladığımız üzere “Türki” kelimesi Türk kelimesinden türemiş bir
kelimedir.”İlşu” kelimesini ayıracak olursak ;“İl” kelimesi eski Türkçede
devlet anlamına gelmekte, “şu” kelimesi ise eski Türk ismidir ( bildiğimiz gibi
eski Türklerin yazmış olduğu Şu Destanı vardır, destanda Saka Türklerinin
hükümdarının adıdır Şu), “Nail” kelimesi ise şuanda da kullandığımız gibi
muradına eren anlamındadır.
İkinci delil MÖ. 64 ile MS. 24 yılları arası yaşayan Strabon’un
yazdıklarıdır:
Anadolu’nun pek çok yöresinde Kimmerler, Partlar ve
İskitler gibi türk kavimlerinin de yaşadığı anlaşılmaktadır.
Karyalıların Barbarca bir dil konuştuklarını belirtir. Kendisi yunanca, latince
gibi indo-german grubu diller konuşan ve Mısırlıların konuştuğu dili bilen
Strabon için Anadolu kavimlerinin anlaşılmayan dili aglütine (Türkçe) dilden
başka ne olabilir? Malum, 3 farklı dil grubu söz konusu: İndo-german, semitik
ve aglütine (Türkçe). Bunlardan ilk ikisini biliyor. Bilmediği ne olabilir?
Üçüncü Delil Marco Polo
Haritası
Türklerin Anadolu’nun ilk yerleşik kavmi olduğunun diğer biri
1271- 1295 yılları arasındaki ipek yolu seyahatini yapan Marco Polo’nun haritasıdır.
Haritada Anadolu “Turcomania”
olarak işaretlenmiştir. Bunun haricinde Orta-Asya’da Büyük Türkiye diye ayrı
bir yerleşim bölgesi gösterilmiştir.
Bu bilgiler Marco Polo zamanından önceleri biliniyor olmalı
ki, o geçtiği yerler hakkında bilgi verirken o ön bilgileri kullanmış. Bu da
demek olur ki, bin yıl öncelerinden beri Anadolu Türkçe konuşan kavimlerin
yurdudur.
Dördüncü Delil: Malazgirt savaşını kazandıran faktör:
Türklerin Müslümanlığa geçişini takiben 1037de Büyük Selçuk
Devleti kurulur. Horasan-İran yörelerinde egemen olan Selçuklularla Anadolu’da
egemen olan Bizanslar arasındaki siyasi mücadele 1071 Malazgirt savaşına
götürür. Bu nedenle Türklerin Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra
geldikleri tarih kitaplarına yazılır.
Malazgirt savaşının taraflarından Bizans ordusunun 70 000,
Selçuklu ordusunun 40 000 kadar olduğu bilinir. Savaşı Selçuklular kazanır,
çünkü Bizans Ordusundan bazı birlikler Selçuklu tarafına geçer. Taraf
değiştiren birliklerin Türk kökenli oldukları belirtilir.
Bunun anlamı şudur: Anadolu'da eskiden Türk kökenli kavimler
vardır ve Bizans ordusunun önemli bir kısmı Türk kökenli insanlardan
oluşmaktadır. Bu Türk kökenliler Alparslan ordusuna geçerek savaşın kaderini
değiştirmişlerdir.
Beşinci Delil: Andolu’daki Türk Beylikleri:
Malazgirt Savaşı sonrası dönemde Anadolu’daki durumu
görelim. Savaştan hemen sonra Anadolu’da şu Türk beyliklerinin kurulduğu
belirtilir:
Anadolu’da Kurulan
İlk Türk Beylikleri
6 Sökmenoğulları
(Ahlatşahlar) (1110-1207)
8 İnal
(Yinal) Oğulları (1098-1183)
10 Tanrıvermişoğulları
(1081-1093)
Bu kısa tarihsel bilgilerden sonra şu konularda bir görüş
oluşturmaya çalışalım:
1071 yılında Bizans’lılardan alınan bir ülkede hemen 1072den
başlanarak, birkaç yılda, Erzurum’dan (Saltuklular 1072), Orta Anadolu’da
Selcuklu Devleti, İzmir’e (Çaka Beyliği, 1082) gibi 10 beylik nasıl
kurulur? Bu yöredeki yerel halk nasıl ikna edilir?
Yukarıdaki tarihsel durumlar kesin olarak Anadolu’nun yerli
halkının Türkçe konuşan bir kavim olduğunun diğer delilleridir.
Şimdi soru şu: İlk Türkler Anadolu’ya ne zaman gelmiş olabilirler?
Cevabın şu olduğu anlaşılır: Onlar Anadolu’ya 12 bin yıl
önceleri geldiler, çünkü daha önceleri Anadolu boştu ve onlar ilk
yerleşenlerdir.
Altıncı Delil: Trakya adı nerden gelir?
Yazılı tarihsel belgeler 4-5 bin yıldan sonraki insanlık
tarihi hakkında veriler sunarlar. Bunların da en eskileri sadece
Sümer-Akad-Asur ve Mısır yöresi halkları hakkındadır. Anadolu ve Trakya gibi
batı bölgesi halkları konusundaki yazılı tarihsel belgeler 2-3 bin yıl öncelerine kadar uzanan süreçlere
aittirler. Heredot ve Strabon gibi tarihçiler Anadolu ve Trakya’da haritada
gösterilen toplumların yaşadıklarını yazmışlardır.
Anadolu ve Ege bölgesini Kuzeyden gelerek istila eden
Yunanlılar, kendilerini asil-soylu ve uygar, istila ettikleri ülke halklarını
“kültürsüz-barbar” olarak gördüklerinden, yerel halkı hiç dikkate almayıp,
onlara kendi düşüncelerine göre, Karyalı, Truvalı, Kapadokyalı gibi isimler
vermişler ve onların çok farklı diller konuştuklarını belirtmişlerdir. Evet
Anadolu’ların hepsi “eklenmeli=aglütine” bir dil konuşmuşlar, Yunanlılar ise,
bu eklenmeli dilden türetilmiş “indo-german veya Hint-Avrupa” grubu özellikli
“parçalı” bir dil konuşmaktadırlar.
Şimdi konu “Trakya” olduğuna göre, bu sözcüğün o bölge halkı
için neden kullanıldığı konusuna dönelim. “Rusya = Rus yurdu”; “Romanya = Roman
yurdu” gibi bir anlam taşır. “Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir.
Peki “Trak” denilen halk acaba hangi dili konuşuyordu?
Trakya hemen Bulgaristan ile komşudur, hatta eskiden
Bulgarların Trakya ile bağlantılı olduğu bilgileri vardır. Bulgarların eskiden
konuştukları dilin Türkçe ile yakın akraba (eklenmeli=aglütine) olduğu
düşünülürse, Trak dilinin de eklenmeli bir dil olması gerekliliği ortaya çıkar.
Şimdi akla şu soru gelir: Trak diye bir halk hangi kökenden
gelir? “TRK” “Turk, türk” gibi bir sözcükten
başka akla başka bir kavim geliyor mu? Benim aklıma başka bir kavim
gelmiyor. Kararı sizlerin mantığına bırakıyorum.
Görüldüğü üzere, bizler 10-12 bin yıl öncelerinden beri bu
topraklarda yaşadığımız halde, son 7 asırdır tamamen eğitimsiz bırakılmışızdır.
Osmanlı türk ulusuna "etrak-ı bi-idrak" = (aptal türk) muamelesi
uyguladığından, halk 7 asır boyunca tamamen bilgisiz bırakılmıştır. Avrupalılar
da tam bu süreçte Rönesans - reform yaparak bilgili toplum yetiştirdiğinden,
cahil bırakılan halkımız tam aşağılık duygusu içine itilmiş, kendi içinden
çıkan değerleri hiç dikkate almaz olmuştur. Çünkü geleneklerine "bizden
bir şey olmaz" önyargısı işlenmiştir. Sizlere tanıtmakta olduğumuz
DOM-sistemi yazıları bu nedenle mümkün olduğunca çok doğa-bilimsel kaynağa yer
vererek, kendine güven duyacak bireyler oluşturmayı ve bu sayede geleneksel
zombi durumunu aşmayı amaçlamaktadır. Mevcut önyargı ve aşağılık kompleksi
başka türlü aşılamaz.
Halkının bir kısmını "etrak-ı bi-idrak" = (aptal
türk), diğer bir kısmını “kavm-i necip = üstün ırk” olarak gören bir yönetici
zümrenin akıl ve mantığı ne kadar sağlamdır?
Bu mantıksızlık tipik bir zombi davranışı değil midir?
Beyinlerde böyle bir zombileşmeye neden olan hatalı beyin
programı (veya bilgi) hangi bilgidir?
Ve bu mantıksızlığın nedeni nedir?
Bu tarihsel yanlışlığın yapılmasındaki suçun büyük kısmı
ise, o zamana kadar dünyada en etkili olan aglütine dilin en yaygın temsilcisi
olan Türk-devletleri yöneticilerindedir. Çünkü Avrupalılar Rönesans ve reformla
geleneksel hatalarını törpüleyip, halkını bilgi oluşturmaya teşvik ederken,
Türk yöneticiler halkın dilini değil, kavm-i necip (asil-ırk) olarak gördüklerinin
dillerini kullanmışlar ve halkının tamamen bilgisiz kalmasına neden
olmuşlardır.
Tüm tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları altında
saklı olan geçmişimizden habersiz olarak yetişen bizler, batılılar bize ne
dedilerse onlara dayanarak tarihimizi yorumladık. Sonuç ise günümüzdeki kendine
güveni olmayan, yabancı hayranlığı içinde yaşayan bir halk topluluğudur.
İnsanlar arasında ayrımcılığa ve bölünmeye götüren böyle bir
hayat görüşü dinsel konularda da uygulanmış ve bazı inanç sistemleri sürekli dışlanarak-horlanarak,
insanların korku ve tedirginlik içinde yaşamlarını sürdürmeye neden olmuştur.
1993 yılında Sivas-Madımak otelindeki facia bu dinsel baskıların hala günümüzde
bile devam ettiğini göstermez m?
Biz Anadolular
tarihsel geçmişimizi ancak yabancıların ülkemizdeki arkeolojik verileri
değerlendirmelerinden öğreniyoruz. Yabancılar da değerlendirmelerini kendi
bakış açılarına göre yapıyorlar. “Nalıncı keseri hep kendine yontar” misali, bu
değerlendirmelerin pek de objektif olmadığı yukarıdaki bölümlerde
gösterilmiştir. Biz Anadoluların böylesine aciz duruma düşürülmesinin
sorumluluğu kimlere aittir?
Bir jeolog olarak Anadolu’nun birçok yerinde saha
çalışmaları yaptım ve kah bir alevi, kah sünni inançlı bir köyde misafir oldum.
Alevi köylerinde gördüğüm uygar davranışı başka yerde görmedim. Peki böyle bir
kütür sahipleri neden asırlardır egemen sınıflar tarafından hor görülüp,
dışlanmış ve madımak olaylarındaki gibi korkunç cinayetlere uğramışlardır.
Ortada bir mantıksızlık yok mu? Bu mantıksızlığın hangi tarafta aranması
gerektiğini düşünmeniz dileğimle.
Aleviler Anadolu’ya uzaydan mı geldi?
Atlantis ovalı bir orijine sahip olan Türklüğün dağılım
alanları çok geniştir. En başta, en yakın olan Anadolu ve İran Platosu gibi
yakın bölgelere yerleşilmiştir. Bunlar Anadolu’daki Alevi inançlı Türkmenler ve
İran platosundaki Azeriler, kaşkaylar, halaçlar, afşarlar gibi topluluklardır.
Ondan sonra İran
üzerinden Orta-Asya’ya yayılan Türk boyları gelirler.
DOM-15f
Genetik Haplogrup-analizlerinin
geçmişimizi tasarlamadaki önemi
60-70 bin yıl önceleri dünyaya yayılmaya başlayan insanların
nerelerde yerleşmeye başlayarak günümüz insanlarına evrildiklerini jeolojik,
genetik, linguistik ve arkeolojik verilerden yararlanarak ortaya koymaya
çalışalım.
Genetik araştırmalar konusunda bir ön-bilgi
Bir genetik
araştırmacı olarak halen California-USA da çalışan Thomas Le’den “haplogrup”
genetik araştırmaları hakkında öz bir bilgi alalım. Makale uzun olduğundan
kısaltılarak özetlenmiştir.
“Ben
Asyalıyım, ailemin kökleri Güneydoğu Asya'dadır. Ama benim anne-haplogrubum-
B5a1a – yaygın olarak kuzey Meksika Kızılderilileri arasında bulunur.
Peki beni
Kızılderililere bağlayan nedir?
12.000 yıl
önce insanlar Asya'dan Alaska'ya göç ettiği için annelik (mitokondria-dna)
grubumu birçok Amerikan yerlisiyle paylaşıyorum.
Herkes
mitokondrisini annesinden alır. Diğer DNA parçalarının aksine, mitokondriyal
DNA'nız çekirdeğin dışında bulunan tek DNA türüdür. Bu nedenle, mitokondriyal
DNA'nız diğer DNA türleri ile birleşmiyor. Mitokondriniz doğrudan annenizden
miras kaldığı ve çok az rekombinasyondan geçtiği için, aynı anne haplogroupu
her akrabanızla paylaşacaksınız. Örneğin, sen, annen, kardeşin, kız kardeşin,
anne teyzen, anneannen, vs. hepsi seninle aynı anne haplogroup'u paylaşır. Ve
bu anne haplogroup nesiller boyunca belirli bir yer ve zamanda tek bir
mutasyona kadar uzanır.
(Yani binlerce
yıl önce bir annenin mitokondrisinde bir mutasyon olduysa, o mutasyon onun
soyundan olan herkeste devam eder. Binlerce yıl önce Doğu-Asya’daki bir kadının
mitokondrisinde gerçekleşen bir mutasyon, onun soyundan bazılarının Bering
boğazından Amerika’ya göçmesiyle Amerika yerlileri arasında yayılır,
Güney-doğu-Asya’ya göç eden çocuklarıyla Çin- Endonezya vs. yayılır. Ama
Amerika’ya göç eden kadınlar arasında başka türde mitokondria mutasyonları da
var olacağından, herkes aynı haplo-grupta olmaz.)
Baba-haplo-grup
belirlenmesinde Y kromozomu iş görür. Y kromozomu cinsiyet belirleyici
kromozomdur, erkeklere babalarından miras kalır. Bir erkeğin Y-kromozomunun bir
yerinde bir mutasyon geçekleşirse, bu mutasyon onun soyu boyunca devam eden
nesillere aktarılır. Taa ki onun soyundan birilerinde aynı yerde başka bir
mutasyon olana kadar. O zaman grupta çatallanma başlar ve yeni alt-gruplar
ortaya çıkar.
Örneğin, bir
popülasyonun Afrika'dan ilk göç ettiği ya da başka bir grubun coğrafi olarak
izole edildiği zaman olabilir. Haplo-grup analizleri bu mutasyonlara dayanarak
atalarınızın izini sürebilir, çünkü bunlar belirli dönemlerde ve farklı
coğrafik konumlarda meydana gelmiştir.
Günümüz
DNAları insan fosili kemiklerinden elde edilen DNAlarla kıyaslanarak, o
zamandan beri geçirilen mutasyonlar saptanabilinmektedir. En eski fosil DNA-lar
200.000 yıl öncesine dayanıyor ve Etiyopya'daki Omo Kibish'te bulundu. Genetik
ve paleontolojik kayıtlara göre, Homo sapiens sapiens 60.000-70.000 yıl önce
Afrika'dan Avrasya kıtasına göç etmeye başladı. Bu göçmenlerin bazıları
Hindistan kıyıları boyunca hareket ederek 50.000 yıl önce Güneydoğu Asya'ya ve
oradan da Avustralya'ya ulaştılar. O zamandan beri, farklı mutasyon olayları ve
farklı dağılma yollarıyla türümüz yayıldı.
Yukarıdaki şekilde mitokondria-haplogruplarının dünyadaki dağılımı
görülmektedir. Afrika en eski oluşum merkezi olduğundan L1, L2, L3, M eski
haplogrupları egemendir. Diğer haplogruplar Afrikadan yola çıkan analarda daha
sonra oluştuğundan oluştukları bölgelerde ve de onların torunlarnın sonradan
göç edecekleri yörelerde yaygın olarak görülürler.
Bu farklı
haplogrupların ne zaman ve ilk defa nerede ortaya çıktıkları yandaki slaytta
kısaltılmış olarak gösterilmiştir.
En eski oluşan
Y-kromozomu haplogrupları (A, B, C) yüz bin yıldan çok daha önceleri
Afrika’daki atalarımızda oluşmuşlar ve onların göçleriyle Asya-Avrupa üzerinde
dünyaya yayılmışlardır.
Ana ve baba haplogrupları faklı gelişim gösterirler. Bu nedenle her insan
iki farklı haplogruba sahiptir.
DOM-15g
Genetik haplogrup
analizleri kültürel gelişimler konusunda neler söyler?
Onbinlerce yıl yabani bir hayat yaşayarak avcılık ve
toplayıcılıkla yaşayan insanlığın uygarca bir yaşama geçiş yaptığı noktanın
Basra körfezi konumlu Atlantis ovası olduğu önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu
görüşün gerçeklere tam uygun olduğu çok yeni araştırmalarla tam anlamıyla
desteklenmiş bulunmaktadır.
Shinde et al 2019da, arkeolojik ve genetik DNA analizleri
sonucuna göre, kültür gelişiminin 12 bin yıldan önceleri başladığı ve ilk
çiftçilik yaşamının 9-10 bin yıl önceleri Anadolu’da başlatıldığının saptandığı
belirtilmektedir.
Kültürel gelişimin Yakın Doğu (Anadolu, Bereketli hilal) bölgesinde
başlatıldığı,
bu kültürün yaklaşık 11 bin 500 yıl önce Güney Asya'ya doğru
yayıldığı,
daha sonra (~7- 8 bin yıl önceleri). Akdeniz bölgesi ve
Avrupa'ya doğru yayıldığı,
Ukrayna- Kazakistan bölgesinde gelişen Hint-Avrupa dilli
kültürün çok daha sonraları oluştuğu ve dünyaya yayıldığı belirtilmektedir
Biz Anadolu ortamına odaklı olduğumuzdan, araştırmanın bizi
ilgilendiren noktası şudur: İnsanların toplumsal yaşamı başlattığı
Atlantis-Ovasıdır. Orada başlatılan uygarlaşma daha sonra tüm dünyaya yayılır.
Yayılma önce (10-!! bin yıl) doğu yönünde, sonra (7-8 bin yıl) batı yönünde
olmuştur.
Atlantis kültürü 11 500 yıl önceleri Indus Vadisi kültürünü
etkiler. İndus Vadisi kültürü de Asya kültürlerini etkiler. Yani İndus vadisi
kültürü Asya kültürü ile harmanlanmıştır. Bu karışımda gen aktarımının, Asyadan
Hindistana değil, İndus vadisinden Asya yönünde olduğu saptanmıştır.
DOM-15h
BEREKETLİ HİLAL EVRESİ
On bin yıl
önceleri, Avrupa dahil, dünyanın öteki bölgelerinde yaşayan insanlar yabani
“Taş-Devri-Hayatı” yaşarken “Bereketli Hilal” bölgesindeki insanlar uygar bir toplumsal
yaşam sürdürmektedirler.
115 ile 15 bin yılları arasında dünyamızda egemen olan buzul
devrinde önceki bölümlerde anlatılan olaylar, insanları bazı noktalarda çok zor
duruma sokmuş, ve o zorluklarla başa çıkabilmek için, dinamik-sistemler-fiziği
kuralı gereği, önce karşılıklı iş-birliği, sonra da karşılıklı iş-bölümü
yaparak, uygar davranış sergileme bilgisi ve geleneği oluşturmuştur. Toplumsal
davranış bu şekilde ortaya çıkar ve “Bereketli Hilal” denilen bölgedeki
“bereket” ortamı oluşur.
Birlikte işlem yaparak büyük işler
başarabilmenin ilk örneği 11-12 bin yıl önceleri yapılan Göbekli Tepede
görülür. Atlantis-ovasındaki atalarından edindikleri uygar davranış geleneğini,
Anadolu’daki yerleştikleri yerde uygulayan insanlar 10-15 ton ağırlığında taş
bloklar çıkararak, onları başka yere taşıyıp, inançlarını simgeleyen figürler
olarak muazzam görünüşlü ayin-ortamları ortaya çıkarabilmişlerdir. Hem de
çakmaktaşı haricinde başka bir alet kullanmadan.
Bilgiye hasret insanlığın hayat
hakkında oluşturdukları ilk bilgiler
Şimdiye kadarki bölümlerde sunulan tarihsel
geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeyen bu insanlar, Hayat nedir? Canlılık nedir?
Gibi sorulara cevap aramaya başlamıştır.
Bedenlerin içinde hücre denilen minicik
canlılar olduğundan habersiz olan insanlar, “Oluşturma – Yönlendirme –
Sahiplenme” konusunu “ruh” dedikleri bir faktörle açıklamaya çalışmışlardır.
Ruh canlık verendi, hareket ettirendi. Ama aynı zamanda da düşündüren,
bilincini, iradesini oluşturandı. İnsan diğer canlılardan faklı olarak çok
bilgi ve beceri sahibi olduğundan ruh özellikle insana mahsus bir şey
olmalıydı. Hayatın ölümle son bulmaması gerektiği, ruhun devam edeceği inancını
körüklemiştir.
Şimdi dünyadaki ilk toplumsal davranış eseri
olarak bilinen Göbekli Tepe ve diğer eski arkeolojik yerleşim noktalarındaki
gelişimlere bakarak o zamanın insanlarının düşünce tarzlarını anlamaya
çalışalım.
Göbekli-Tepe ŞanlıUrfa’nın yaklaşık 15 km
kuzey-doğusunda bulunan 15 m yüksekliğinde ve 300 m. çapında bir tepedir. Bu
tepe doğal olarak değil, tamamen insanların çabalarıyla oluşturulmuş yapay bir
tepedir. Yani bir höyük söz konusudur.
Deniz seviyesinden yaklaşık 760 m
yükseklikte, kireçtaşlarından oluşan bir yöre söz konusudur. Bu noktanın
vurgulanmasının nedeni, insanların henüz çanak-çömlek gibi su taşımaya yarayan
gereçleri henüz keşfetmedikleri bir zamanda, yani 11 600 yıl önceleri bu ayin
alanın yapılmaya başlandığını belirtmektir.
Her şeyden önce Göbekli Tepeyi yapan insanlar
hakkında bazı önemli bilgiler verilmesi gerekir.
•
İlk bilgi şudur: Göbekli Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak zorundadır, çünkü 14-15
bin yıl önceleri buzul devri koşulları nedeniyle Anadolu ıssız bir bölgedir,
halbuki Atlantis Ovası çok yoğun bir insan nüfusu barındırmaktadır. Bu nedenle
Anadolu (ve komşu İran platosu) Atlantis-Ovalılar tarafından yerleşime
açılmışlardır. Yani Anadolu buzul devri süresince, yani 15 bin yıl öncelerine
kadar, minimum sayıda insan barındırır, ki onlar da çanak-çömlek henüz
keşfedilmediğinden sadece deniz kenarına yakın ırmak çevresindeki mağaralarda
yaşayabilenlerdir. Dolayısıyla Anadolu Atlantis ovasından göçen insanların
ana-vatanı olmuştur
•
İkinci önemli bilgi ise şudur: Göbekli tepeliler göçebe bir avcı-toplayıcı
toplumu değil, yerleşik hayata alışmış bir avcı-toplayıcı toplumudur. Çünkü:
Atlantis-ovalılar Buzul devrinin yaşama zor koşullarında “cennet gibi bir ülke
olan” Atlantis-ovasında gittikçe artan nüfuslarına yer açabilmek için
karşılıklı yardımlaşmayı keşfetmiş bir neslin torunudurlar.
•
Şöyle ki: Toba Felaketi özellikle kuzey yarı-kürede etkili olmuştur, çünkü
volkan patlaması kuzey yarı-kürede olmuştur ve kuzey-yarı-küre ile güney
yarı-küre tamamen farklı atmosfer döngüsüne sahiptir. Volkanik gazlar ve küller
atmosfer akıntılarıyla kuzey yarıkürede etkili olmuştur. Dolayısıyla
Atlantis-ovası insanları da bu felaketten çok etkilenmişler ve büyük nüfus
kaybı olmuştur. Yaklaşık 50-60 bin yıl önceleri Afrika’da en son Homo sapiens sapiens
nesli ortaya çıkar ve dünyaya yayılmaya başlar. İlk yayıldığı Atlantis-Ovası
olmak zorundadır, çünkü en yakın ve en elverişli yer orasıdır. Bu yeni nesille
harmanlanan yeni bir Atlantis-ovalı nesil oluşur ve ovada yaşamaya başlar.
İnsanlık henüz çanak-çömlek yapmayı bilmediğinden, su kaynaklarından uzak
yerlerde yaşayamaz. Su ise sadece Dicle ve Fırat ırmakları boyunca vardır.
Halbuki ova çok geniştir ve çok daha fazla insan için yaşam ortamı olanağı
vardır. Ova çok verimli, iklim de ılıman olduğundan üzerinde zengin bir bitki
ve hayvan topluluğu vardır. Bu durumda avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan
insanlar ovanın her tarafında yaşayabilirler, ancak her tarafta su
bulunmamaktadır. Ovanın her tarafında bol bitki ve hayvan topluluğu var, ama
oralarda içecek su yok. İnsan nüfusu ise sürekli artıyor.
•
Toplum bir birleşme, ortak iş-yapma, dinamik sistemler fiziği terimiyle
“sinerjetik” eylem yapma işlevidir. Dinamik sistemler fiziği bölümünde
açıklandığı üzere, birlikte işlem yapacak öğeler zorlayıcı bir durumla
karşılaşmadıkları sürece, birleştirici bir kuvvet alanı ortaya çıkmaz.
•
Çevrelerinde bolca bulunan bu beslenme olanaklarından yararlanabilmenin tek
çıkar yolu düz ovadan akan ırmakların sularını kanallar kazarak, istedikleri
yere doğru uzatmak. Ama bu olay tek bir aile bireylerinin yapabileceği bir iş
değil, kesinlikle ortak bir davranış gerektirir. Nüfusu sürekli artmakta olan
insanlar bu zorluk karşısında dinamik sistemler fiziğinin birlikte işlem
yaparak zorluğu yenme kuralını uygular ve karşılıklı iş-birliği ile ovanın her
yerine su kanalları yapmayı başararak, toplumsal davranışın ilk adımın atar. Bu
durum yaklaşık 30-40 bin yıl önceleri veyahut daha sonraları gerçeklemiş
olmalıdır.
•
Eflatun’un eserlerinde böyle bir işlem yapıldığı ve Atlantis-Ovasının her
yerinin yaşama uygun duruma getirildiği anlatılmaktadır. Bu toplumsal davranış
bilgisi Atlantis ovalıların geleneklerine işlenmiş olmalı ki, ovadan göçe
mecbur kalıp, Anadolu’da Urfa yöresine yerleşen insanlar Göbekli Tepe’de
birlikte-iş yapma geleneğine uygulayarak 10-15 ton ağırlığında taş sütunları
taşıyıp, inançlarına uygun ayin ortamları hazırlamışlardır.
İşte bu nedenle Göbekli Tepeyi yapan insanlar
henüz tarım ve hayvancılık keşfedilmediği halde, karşılıklı iş birliği içine
girerek ortak bir projede bir araya gelmişlerdir. Dünyanın diğer yörelerindeki
avcı-toplayıcı insanlarda bu yetenek henüz oluşmamıştır. Bu Atlantis-ovalı
olmanın kazandırdığı bir bilgidir.
Alanının yapılması yaklaşık 11 600 yıl önce
başlatılmış ve yaklaşık 10 bin yıl önce üzeri taş-toprakla örtülerek terk
edilmiştir. Yani yaklaşık 1500 yıl boyunca kullanılmış bir alandır.
Kazı
çalışmaları Göbekli Tepe’de 300 m. genişliğindeki bir alan üzerinde,
En
altta 11 – 12 bin yılları arası yapılmış oval-yuvarlak şekilli mekanlar,
Üstte
ise 10 - 11 bin yıllarında yapılmış dikdörtgen şekilli mekanlar bulunduğu
ve
tüm bu mekanların üzerlerinin yapanlar tarafından sonradan çakıl ve toprakla
kapatıldığını göstermektedir.
Mekanlar yaklaşık 10 metre çaplı
yapılardan oluşur ve duvarlarla çevrilidir. Boyu 5 metreyi, ağırlığı 10-15 tonu
bulabilen 'T' formlu sütunlar duvarlar arasına ve alan ortasına yerleştirilmişlerdir.
Kazılar neticesinde bu mekanların altı tanesi ortaya çıkarılmış olsa da
jeomanyetik ölçümlerle en altta bulunan bu eski mekanların sayısının 20'yi
bulduğu biliniyor.
“T” şeklindeki sütunlar açıkça insan
vücudunun soyut bir tasviridir. Çünkü sütunlarda kollar, eller ve kemer ve bel
kıyafetleri gibi giysiler belirgindir. Çevredeki sütunlar daha küçüktür, ancak
merkezi sütunlara göre hayvan kabartmalarıyla daha zengin bir şekilde dekore
edilmiştir. Çevredekiler hep merkezi sütunlara doğru "bakıyorlar".
Kalıntılar
arasında insanların yediği etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiği, taş
parçası, taş aletlerin yapımı ve kullanımından kalan molozlar var. Ceylan,
geyik gibi hayvanların kemiklerine rastlanılan alan gösteriyor ki burayı inşa
edenler, o dönemde yaşayan taş baltalı avcı ve toplayıcılar. Yani Göbekli Tepe,
tarım öncesi bir topluluğun eseri. Kalıntılar arasında insanların yediği
etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiğinin bulunması bu alanda yemek
şölenlerinin düzenlendiğini gösteriyor. Bu durum çok sayıda insanın burada
olduğunu ispatlar.
Göbekli Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak
zorundadır, çünkü uygar insanlık davranışı sergilemişler, birbirlerini rakip
veya düşman olarak değil, karşılıklı yardımlaşma içinde olan aileler olarak
görmüşlerdir.
Göbekli
Tepe'deki en tabandaki yapılar birbirlerine tam yapışık değildir, aralarında
insan geçecek kadar aralık vardır. Ama üstteki genç tabakalarda yapılar (evler)
birbirlerine bitişiktir. Anadolu’da yapılan höyükler hep bu şekilde bitişik
nizamlıdırlar. Dolayısıyla Göbekli Tepe hem ayin hem yerleşim alanı olmalıdır.
Göbekli
Tepe'de ölüler gömülmemiş, mezar yok, cesetler dışarıda bırakılmış ve hayvanlar
onları yemiş olmalı. Dolayısıyla insanlar ruhun gökyüzüne gittiğine inanıyor
olmalılar. Hindu kültüründe de ölülerin yakılmasıyla ruhlarının göğe çıkacağı
ve tekrar yeni oluşacak canlıların yapılarında kullanılacakları, dolayısıyla
hayatın bir doğum-ölüm döngülü sistem olduğu inancı vardır. Orta Asya’da “Sky
Burial” “gökyüzüne gömülme” olarak adlandırılabilecek gelenekte, ölüler doğaya
bırakılır. Bunda amaç, ruhun
yeni bir yaşam döngüsüne gireceği inancıdır. Reenkarnasyon görüşü bu inançtan
kaynaklanıyor olmalıdır. Hem Hindistanlılar hem Orta-Asyalılar 10-11 bin yıl
önceleri Atlantis Ovasından göçen kavimlerden oluştuklarından, birbirine benzer inanç sistemlerine sahip
olmaları anlaşılır olmaktadır.
Daha sonraki yıllarda oluşturulan höyüklerde,
evlerin temellerinde çukurlar açılarak ölülerin gömüldüğü görülmektedir.
Göbekli
Tepe’liler on-bin yıl önceleri Göbekli Tepeyi neden terk ettiler?
Göbekli
tepe bir dağın yamacındaki bir burun üzerindedir ve zemin kireçtaşlarından
oluşmaktadır. Kireç taşlı arazilerde su kaynağı bulunmaz. Göbekli-Tepe gibi bir
yerde yaşayan insanlar su ihtiyacını ancak yakınlarındaki dağın tepesinde
bulunun kar ve buzların ergimesiyle oluşup, yamaçlardan aşağı akan sulardan
elde edebilirler.
Çevredeki
dağların üzerinde hala kar ve buz örtüsü vardır, çünkü buzul devrinden kalan
kar ve buzlar ergimeye devam etmektedir. Yamaçlarda sürekli su akıntıları
oluşması çok normaldir ve yamaçlardan gelen bu sızıntı suların toplanması için
oyuklar yapılması beklenir. Nitekim konaklama alanının çevresinde çok sayıda
oyuk açılmıştır. Bu oyuklar herhalde eğlence için açılmamışlardır. Çevredeki
kayaçlar üzerinde açılan oyuklar ise su biriktirme yerleri olmalılar. Dolayısıyla,
11600 yıl buralara gelen insanlar, dağların yamaçlarından süzülen suları
biriktirecek oyuklar açarak su gereksinimlerini gidermişlerdir.
Konutların
içlerinde de su toplama amaçlı çukurluklar vardır ve bu çukurlukların bir
tarafında bir kanal (oluk) bulunmaktadır. Bunların dağ tepelerinde eriyen kar
ve buz sularını biriktirmek için yapılmış olması gerekir.
Buzul
devri 15 bin yıl önce sona ermiş ve dağların tepelerindeki kar ve buz örtüsü
ergimeye başlamıştır. Buzulların ergimesinin 7 bin yıl öncelerine kadar sürdüğü
bilinmektedir. Urfa yöresindeki dağlar çok yüksek olmadıkları için
üzerlerindeki kar-buz örtüsünün erimesinin 9-10 bin yıl önceleri sona ermesi
beklenir. Dolayısıyla Göbekli Tepenin Kuzeyindeki dağların üzerindeki kar ve
buz örtüsü yaklaşık 10 bin yıl önceleri tamamen eriyip kaybolunca, Göbekli
Tepe’liler uzun süre yaşadıkları yurtlarını toprakla örtüp, daha uygun bir yere
göçmek zorunda kalmışlardır.
DOM-15i
Neden 4 bin yıl öncesine kadar olan yerleşimler Höyük
şeklinde iken, sonraları büyük saraylar ve onların çevresine dağılmış evler
şeklindedir?
Bu sorunun yanıtı hayata bakış açısında yatar.
İnsanlar, Anadolu gibi bakir topraklarda
karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı olarak on-iki bin yıldan beri
yaşamaktaydılar. Taa ki Sümerler denilen son Atlantisliler Basra çevresinde
tepeden yönetilen devlet sistemini ortaya çıkarana kadar. Sümerler toplumların
krallık denilen bir otoriter güç sistemince yönetimini öngörürler. Bu görüşe
varmalarının nedeni şu olmuştur:
Sümerlerin bıraktıkları çivi-yazılı
tabletlerden onların inanç sistemleri çıkartılabilmektedir. Bu bilgiler şunları
göstermektedir:
Eskiden yaşadıkları ortam gittikçe denize
gömülmeye başlamıştır. Bunun nedeni olarak insanların namus ve ahlaklarının
bozulmuş olması nedeniyle, tanrıların onları cezalandırması olarak
düşünülmektedir. Adalarının gelecekte beklenen bir sel ve tufanla tamamen
gömüleceği endişesi içindeki halkın içinden biri, rüyasında bir tanrının
kendisine bir mesajda, bir “gemi” yaparak bu felaketten kurtulabileceği
bilgisini verdiğini söyler, ve buna uyan halk son sel felaketinden kurtularak
karaya çıkarlar (Basra çevresinde).
İşte bu şekilde doğal felaketlerden korunmanın
ilahi mesajlar alan kişilere (kral- sultan, lider, vs) uyarak yaşamakla mümkün
olduğu görüşü insanlık aleminde yer almaya başlar ve tepeden yönetim şekli
dünyaya yayılır.
Kral gücünü
nerden alacaktır? Halkın ürettiklerinden. Halk ürettiğinin çoğunu efendisine verir.
Efendisi bu şekilde çok zengin olur ve parayla yanına muhafızlar, askerler
tutarak, hükmettiği bölgeyi daha da genişletmeye çalışır. Ganimetçilik ve
istila bu yönetim sisteminin temelini oluşturur. Devlet denilen tepeden
yönetimli sistem o tarihten beri yaygınlaşmış ve günümüze kadar devam eden bir
sömürü sistemi olarak hala sürdürülmektedir.
Höyük kültürü
Anadolu’daki eski
yerleşim yerleri genellikle höyük denilen tümsek yığışımlar şeklindedirler.
Tümseğin yüksekliği 20-30 metreyi bulur. İlk yapılan evler yaklaşık 2 m
yüksekliktedir. Evler birbirlerine yakın hatta bitişik olurlar. Bina yapımında
kullanılan malzeme kerpiç, ağaç ve kamıştır. Tavan üst örtüsü kamış üzerine
sıkıştırılmış kil topraktır. Evler tek katlı olup, eve giriş damda açılan bir
delikten, merdivenle olmaktadır. Odaların içinde ocaklar bulunmaktadır.
Yaklaşık yüz yılda bir evler yıkılıp, düzleştirilir ve üzerine yeniden yeni ev
yapılır. Bu şekilde gittikçe yükselen tümsek şekilli höyük görüntüleri oluşur. Ölüler
evin altına açılan çukura gömülürler. Ölülerin gömülmesi için sonraki asırlarda
özel yerler (sonraları da mezarlıklar) oluşturulmuştur.
Şekil: T-Sütunlarında ve heykellerdeki,
yaşam-enerjisini simgeleyen yılan figürleri = KUNDALİNİ. Canlılık enerjisinin
Gövdenin alt-kesiminde başlayıp, beyin kesimine kadar geliştiği düşünülmüştür.
Göbekli Tepeliler
ile günümüz Hindistan halkı arasında Kundalini denilen bir canlılık enerjisi
simgesinin ortak olduğu görülür. Her iki toplumun kökenlendiği yerin Atalantis-Ovası
olması bu ortak inanç sisteminin anlaşılır olmasını kolaylaştırır. Her ikisi de
yaklaşık 11 500 yıl önce Atlantis-Ovasından göçe mecbur kalan kavimlerdirler.
Biri kuzey-batıya (Anadolu’ya), diğeri Güney-doğuya göçmüştür.
Bilgiye Övgü anlamına gelen (Rigveda) İndus-Vadisi-kültürünün 3 500 yıl
öncelerinden kalma hayat görüşlerini içerir. Bunlar arasında o zaman
insanlarının kozmolojik bilgileri ve yaratılış görüşleri ön sırada yer alır.
Bereketli-Hilal-kültürünün 11-12 bin yıl önceleri doğuya doğru İndus vadisi ve
daha doğu yörelerine aktarıldığı genetik araştırmalarla ıspatlanmıştır Sahakyan
et al 2017. Dolayısıyla Anadolu halkının da benzer bir görüşte oldukları
anlaşılmaktadır.
Gerek Göbekli Tepe, gerek diğer eski antik
yerleşim yerleri kazıları, Anadolu’da yaşayan insanların karşılıklı
etkileşimlerle toplumsal hayatlarını düzenlediklerini göstermektedir. Yani
doğadaki dinamik oluşum sistemine uygun bir yaşam söz konusudur. Bir kral veya
sultan gibi tepedeki birilerinin kulu-kölesi değildirler. Bu nedenle yapılan
evler veya yerleşim bölgeleri sadece halkın kendileri içindir. Bu durum
Anadolu’da yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar devam eder ve ondan sonra
insanlar kendileri için değil, tepedeki bir efendi için yaşamaya başlarlar.
DOM-15j – MEZOPOTAMYA-EVRESİ
Önceleri karşılıklı
etkileşimlere dayanan toplum hayatının, TEPE’den yönlendirilmeye başlanması
İnsanlığın Gelişim
tarihinde bir dönüm noktası
Bir öğrencisi
Sokrates’e sorar:
─
Mesela yüz kişinin oy kullandığı bir yerde elli bir kişinin kararına mı uymak
daha adil ve doğru olur yoksa kırk dokuz kişinin kararına uymak mı? Hem çok
mümkündür ki daha çok insanın daha az insandan yanılma ihtimali daha azdır. Şu
halde sizin demokrasiye karşı çıkmanız doğru olmadığı gibi haklı da sayılmaz.
Bunun üzerine
Sokrates soru cevap yöntemini kullanarak o öğrencisine önce sorar.
─ Bize
söyler misin bilge olmak mı daha zordur yoksa cahil olmak mı daha zordur?
Öğrenci:
─ Elbette ve
hiç şüphesiz bilge olmak daha zordur. Bilge olmak için çok okumak araştırmak ve
yorulmak gerekirken cahil olmak için bir şey yapmaya gerek yoktur.
Sokrates:
─ Peki o
halde bize yine söyler misin toplumlarda cahil insanların sayısı mı çok olur
yoksa bilge insanların sayısı mı çok olur?
Öğrenci:
─ Elbette ve
hiç şüphesiz cahil insanların sayısı fazla olur.
Sokrates:
─ Peki bize
yine söyler misin bir gemide yüz yolcu bulunsa geminin nerede-nasıl ve hangi
yönde yelken açması gerektiğini kaptan mı daha iyi bilir yoksa o yüz yolcu mu?
Öğrenci:
─ Eğer
yolcular içinde Denizcilik bilgisi olan yoksa pek tabi en iyi bilen kaptandır.
Sokrates:
─ Peki o
halde diyebilir miyiz ki herkes her konuda karar veremez, herkes bildiği yerde
konuşmalı ve her iş ehline verilmeli?
Öğrenci:
─ Pek tabi
olması gereken budur.
Sokrates:
─ Peki o
halde bize yine söyler misin kimin hangi konuda bilgili olup olmadığını
bilmeden sadece çoğunluk oldukları için kararlarını doğru bulmak adil ve doğru
olabilir mi? Hem sen de kabul ettin ki bir toplumda cahillerin sayısı
bilgelerden hep daha çok olur…
Buna benzer
çıkarsamalar nedeniyle, Sokrates’in demokrasiye karşı olduğu iddia edilir.
Sokrates’in karşı
olduğu, tepeden yönetimli Devlet sistemi değil midir?
Peki bu çelişkili durum nasıl açıklanıp, toplum yönetiminin nasıl olacağı
nasıl çözülür?
Böyle bir
çıkmaza götüren neden insanların yaşadığı ortamın-ülkenin bir mülk olarak
görülmesi ve sahipliğinin de tepedeki birine aitmiş olarak kabul edilmiş
olmasıdır. Ülke kimsenin mülkü olamaz, çünkü o ortam hem insanlara hem de
oradaki tüm varlıklara aittir. Hiçbiri tarafından sahiplenilemez.
Ülkeler böyle
kabul edilince, her insan ve her varlık o ortamdaki kaynakları en ergonomik
şekilde kullanacak şekilde karşılıklı etkileşimli bilgi oluşturmaya çalışır.
Bunun sonucu çeşitli meslek grupları oluşur. Ve her meslek grubu kendisini
ilgilendiren konularda maksimum bilgi edinerek, toplum denilen ortak-yaşam
sistemini ayakta tutmaya çalışır. Böyle bir toplumsal sistemde cahil-bilge
ayrımı olur mu?
Bilgi mesleğe göre değişim gösterir, bir
demirci orak-bıçak yapma, bir madenci demir madeninin nasıl elde edilebileceği,
bir ziraatçı hangi bitkilerin ne zaman ekileceği, hangi toprakta hangi tür
bitkilerin yetişebileceği gibi bilgilere sahiptir. Dolayısıyla bir toplumda
(eskiden yüzlerce) günümüzde binlerce farklı meslek vardır. Peki toplum bu
mesleklerden hangisinin bilgisine sahip bir insan tarafından yönetilir?
İşte sorun bu noktada başlamıştır. Şimdi insanlığın böyle bir sorunla ne
zaman karşı-karşıya geldiğini görelim.
Dünyamızda
her olayın kayıtlarının tutulduğu arşiv sayfaları bulunduğunu belirtmiştik. Bu
arşiv sayfalarının başında jeolojik katmanlar gelir. Jeolojik bilgiler insan
denilen canlının yaklaşık 2.5 milyon yıl önce oldukça küçük (yaklaşık 650 cm3)
beyinli Homo habilis'le başladığını, sonra biraz daha büyük (yaklaşık 900 cm3)
beyinli Homo erectus’un ortaya çıktığını, sonra da daha gelişmiş (yaklaşık1400
cm3) beyinli Homo sapiens’in ortaya çıktığını göstermektedir.
Görüldüğü
üzere, atalarımız gittikçe gelişen, yani sürekli yeni bilgiler oluşturan bir beyin yapısı sergilerler. Bu gelişen beyin yapısı insanların
kültürel gelişim tarihi grafiğine de yansımıştır.
İnsanlığın neyi ne zaman başardığı bir zaman çizelgesine işlendiğinde, şekildeki gibi bir grafik ortaya çıkar. Bu grafikte şunlar dikkat çekmektedir:
•
İnsan 2.5 milyon yıl önceleri, sert taşlardan kesici yongalar
elde edip, bunları alet olarak kullanmaya başlamış.
•
Yaklaşık 500 bin yıl önceleri ateş yakmasını
öğrenmiş.
•
Yaklaşık 50 bin yıl öncelerinden itibaren,
mağara duvarlarına resim yapma,
•
40 bin yıl önceleri kemikten iğne, 30 bin
yıl önceleri mızrak, 18 bin yıl önceleri ok, ve yaklaşık 10 bin yıldan beri de,
tuğla, tarım ve hayvancılığın keşfi, çanak-çömlek, vs gibi ürünlerle günümüz
bilgisayarlı dönemine uzanan patlamalı bir bilgi oluşturma evresine girmiştir.
Grafikte
dikkat çeken diğer önemli bir nokta, patlamalı şekilde gelişmeye başlayan bilgi
oluşturma ve yeni ürünler oluşturma yeteneğinin (K) noktasında bir bükülmeye
uğradığı görülür. O bükülme olmasaydı, insanlık önceki mevcut ivmeyle gelişmeye
devam etseydi, bu günkü bilgisayarlı kültür düzeyine, yani (1) noktasına 2 bin yıldan önceleri ulaşmış olacaktı. Peki
insanlığı böylesine bir gelişme içinde ilerlemesini engelleyen olay nedir? O noktada insanlık tarihinde çok önemli bir
yanlışlık yapılmış olmalı ki, insanlık günümüzdeki bilgisayarlı kültür düzeyine
2 bin yıllık bir gecikmeyle ulaştı, üstelik yapılan yanlışlığın nedeni hala
bulunamadı ve bizler hala birbirimizin kuyusunu kazmakla uğraşıyoruz.
Bu sorunun
cevabı devam edilecek bölümlerde ayrıntılarıyla işlenecektir. Ama bir ön bilgi
olarak şu ip-ucu verilebilir:
Doğadaki
oluşturucu ve yönlendirici faktör her varlığın, her sistemin içsel bileşenlerindedir.
Yani siz bir şey düşünüp-yapıyorsanız, içinizdeki hücre ve atomların, çevreden
aldıkları bir sinyalle tetiklenmiş ve sizi buna yöneltmiştir. Kalp-durur, beyin
hücreleri arası haberleşme kesilirse, hücreler artık bir şey algılayamazlar ve
bedeniniz artık hiçbir iş-eylem yapamaz. Yani “ruh” denilen canlılık öğesi
kuantsal kökenlidir, ve bilgi denilen bir yönlendirici faktörle kimyasal
bileşimlerde gerçekleştirilen değişimlerle sürdürülür. Yani her şey içsel
bileşenlerimizde gerçekleşmektedir. Halbuki toplumların sevk-ve-idaresi 4-5 bin
yıldan beri tepeden olmaktadır. Tepedekilerde hiç bir güç ve enerji
olmadığından onlar halkı farklı yöntemlerle baskı altına alarak insanları
yönetmektedirler.
DOM-15k
Sümerlerin Basra yöresine
gelmelerinden önceki geçmişi neden iyi bilinmez?
Bilinmez, çünkü
jeolojik faktörler hiç dikkate alınmamıştır. Bu nedenle geçmişimizi mantıklı
analiz etmek istiyorsak, mutlaka jeolojik verilerden yararlanmak zorundayız.
Kutsallık postuna bürünmüş
kişilerce sahiplenilen devlet sistemi
Şekil: Sümerlerin
krallar listesi 8 adet tufan öncesi çok uzun ömürlü kral içerir. Tufan sonrası
kralların ömürleri ise önce birkaç binli yıllara, sonra birkaç yüz yıl ömürlü
krallara düşecek şekilde olduğu yazılır. (1922
veya 1923de Larsa’da bulunan Weld-Blundell Prism, Ashmolean Museum,
Oxford İngiltere). The translation of the Prism was published that year by
Stephen Langdon (1876-1937) who was Professor of Assyriology at Oxford
University.
Sümer denilen bir
toplumun Basra-Yakınlarında Ortaya Çıkmasıyla tepeden yönetimli DEVLET anlayışı
başlamıştır.
Atlantis-Ovası adını
verdiğimiz Buzul-devrinin en yaşama uygun ortamı olan Basra-Hürmüz arası, 14
bin yıl önceleri tekrar denizle kaplanmaya başlayınca, ovada yaşayanlar
yukarıda açıklandığı üzere başka bölgelere göç ederek kurtulurlar. Ancak Sümer
denilen bir kavim yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar adalar üzerinde
yaşamına devam eder ve en sonunda onlar da 6-7 bin yıl önceleri Basra
yakınlarında karaya çıkarlar.
Sümerlerin tufan
öncesi krallar listesi çok ilginçtir, çünkü tufan öncesi dönemde krallık
merkezinin önce Eridug adlı bir yerde kurulduğu, sonra buranın düştüğü ve KRAL
GEMİSİnin Bad-tibiria’ya götürüldüğü yazılıdır.
Buradaki sözcükleri
dikkatlice incelersek:
“KRALLIK MERKEZİNİN DÜŞTÜĞÜ” = o yerin denizle
kaplandığı, (Deniz düzeyinin yükseldiğini bilmeyen insanlar, adalarının suya
batmasını başka nasıl ifade eder?)
“KRAL GEMİSİnin
Bad-tibiria’ya götürüldüğü” = oradakilerin bir GEMİ ile başka bir yere
taşındığı
dolayısıyla bu
olayların bir denizel ortamda gerçekleştiği anlamı çıkmaz mı?
“Curuppag'da Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. … Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesi de tamamen jeolojik ve arkeolojik olaylarla uyumludur. Şimdi bunu açıklayalım.
Anadolu’da 12 bin yıl öncelerinden
başlayan toplumsal yerleşim yerleri var iken, neden onun Atlantis-Ovasıyla
bağlantısını oluşturan Mezopotamya’da 12 bin ile 6 bin yılları arasına ait
hiçbir yerleşim yok?
Haritada 9500 yıl öncelerine ait Anadolu
ve Mezopotamya (ve Basra körfezi) durumu görülmektedir.
Dağ buzullarının ergimelerinin en son
aşamasına kalan buzul kütleleri en büyük sel felaketlerine yol açarlar, çünkü
içi su dolu balon gibidirler (Glacier outburst flood) ve patladıklarında,
yıkılan barajlar gibi önlerine çıkan her şeyi sürükleyip denize taşırlar.
Zağros ve Toros dağları tepelerindeki buzulların ergimeleri 6 bin yıl
öncelerine kadar sürer ve bu nedenle Sarı-hatla çevrelenen bölge yerleşmeye
uygun olmaz.
Dağ-buzulları ergimeleri sonucu oluşan bu
sel taşkınlarının egemen olduğu bu buzul ergime dönemi sona erip, en son büyük
sel taşkınıyla Basra körfezi içindeki en son bir yükseltide yaşayan Sümerler
denize gömülen adalarından sallar-kayıklarla kaçarak, Basra kıyılarında karaya
çıkarlar ve “denizden iki-ırmak yöresine geldiklerini” belirtirler (Ceram 1972)
Ve ondan sonra Mezopotamya denilen sarı-hatlı bölgede insanlar kentler kurarak
yaşamaya başlarlar.
“Curuppag'da
Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. …
Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesinin de
tamamen jeolojik ve arkeolojik verilere uyumlu olduğu anlaşılmaktadır.
Yani büyük tufan
denilen bir olay söz konusudur ve Sümerlerin krallar listesi verileri buna
uygundur. Sadece belirtilen ömürler buna uymaz. Ömürlerin uygun olmamasını temel
nedeni, kutsal sayılan hanedanlıkların, halktan kopuk olarak, izole binalarda
yaşamalarıdır. Bu nedenle ancak hanedanlık değişirse, krallığın öldüğü fark
edilir.
Şimdi bu 5 tufan
öncesi krallık merkezinin, Meteor-araştırma gemisinin yaptığı Basra körfezinin
denizle kaplanma aşamalarını gösteren haritayla birlikte değerlendirsek,
Eridug merkezinin
Hürmüz Boğazına yakın yerdeki bir yükseltide (adada),
Bad-Tibira’nın 13-14
bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,
Larag’ın 11-12 bin
yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,
Zimbir’in 8-9 bin
yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,
Cruppag’ın da 6-7 bin yıl önceleri sulara
gömülen Basra’ya yakın bir adada kurulmuş merkezler olduğu ortaya çıkmaz mı?
Bu şekilde herşey
jeolojik ve arkeolojik bulgularla uyumlu ve anlamlı olmaz mı?
Çivi yazısı
tabletlerde “denizden iki-ırmak yöresine” geldiklerini belirten Sümerler (Ceram
1972), tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak
adlandırılırlar çünkü çıktıkları bölgedeki insanlara göre çok daha gelişmiş bir
yaşam düzeyine sahiptirler. Kendilerini “kara başlı halk” olarak tanıtan
Sümerler, yaşadıkları ülkeyi “ki-en-gi(-r) = place of the noble lords =
asil-soylular-ülkesi” olarak adlandırmışlardır.
Böyle bir ayrım
yapılması, asil-soylu, adi-soylu zıtlığının Sümerlerin tarihsel geçmişleriyle
ilintili olduğunu gösterir. Nitekim Sümerlerin krallar listesi tabletinde tufan
öncesi bir dönem yaşadıkları ve bu dönemde kutsal soylu oldukları için 8 tane
çok uzun ömürlü kralları olduğu yazılıdır. Her bir kralın 25-30 bin gibi
binlerce yıl hüküm sürdüğü yazılıdır.
Binlerce
yıllık insan ömrü günümüz bilimsel görüşüyle açıklanabilir bir olgu
olmadığından, eski zaman insanlarının bilgi ve inanç sistemleri konusunda çok
dikkatli olmamız gerekir.
DOM-15l
Ahiret Hayatı Kavramı nasıl Ortaya Çıktı?
Sümerler 115 bin
yıldan beri Atlantis-Ovası olarak tanımlanan Basra-Hürmüz arası düzlükteki
yükseltilerde yaşamışlardır. Buzul devrinde Atlantis-Ovası çok ılıman ve çok
verimli bir ova iken, Anadolu ve İran platoları kar ve buz örtüsü altındaydı. O
zamanın insanlarının Çakmak taşına ihtiyaç duyması ve bu taşın da Anadolu gibi
kar-buz örtüsü altındaki bölgelerden getirilmesi nedeniyle, dünyanın diğer
bölgelerinin yaşanılmaz, ama kendi yaşadıkları bu ortamın “cennet” gibi ideal
bir ortam olduğunun bilincindeydiler.
Buzul devri sona
erdiğinde ve deniz seviyesi yükselerek son sel felaketiyle adaları sulara
gömülünce Basra kıyısında bataklık bir ortama çıkarlar. Daha önceki cennet
şeklindeki yurtlarına hiç benzemeyen başka bir dünyaya geldiklerini görürler.
Eski yaşam ortamları onlar için bir cennet ülkedir. Neden yok olduğunu
bilemezler. Cennet ülkeden kovulup, başka bir dünyaya geldiklerini düşünürler.
Öteki dünya kavramı bu şekilde Sümerlerce ortaya atılır ve ondan sonraki
nesillere Nuh tufanı olayı olarak aktarılır.
Sümerlerin Krallar
listesi tabletinde “Krallık gökten indikten sonra…” ile başlar ve “5 şehirde 8
kral 241 000 yıl hüküm sürdü. Sonra sel silip süpürdü” cümlesiyle tufan öncesi
zaman özetlenir.
Burada dikkat
edilmesi gereken nokta, ortada çok büyük bir sel felaketiyle, binlerce yıl
sürdürülen bir yaşam sisteminin çok büyük bir sel felaketiyle silinip
süpürüldüğü, tüm izlerin yok edildiği vurgulanmaktadır. Bu da “Cenneten
kovulma” olarak geleneklere işlenmiştir.
Sümerler Basra
çevresine çıktıktan sonra Eridu, Ur, Uruk gibi ilk kent devletlerini kurarlar.
Devlet diye bir sistem ilk defa Sümerlerce 5 bin yıl önceleri Basra çevresinde
oluşturulmuştur ve krallarca sahiplenip yönetilmektedirler. Sümerler Devletin
gökten gönderilen kutsal soylu ve uzun ömürlü kişilerce
sahiplenilip-yönetildiğine inanırlardı. Krallar tüm bölgenin ve üzerinde
yaşayan insanların sahibi ve efendisi olarak görülüyordu. İnsanlar krala ait
arazide çalışırlar ve üretirler; ürettiklerinin çoğunu efendilerine verirler ve
kalanıyla da kendileri geçinirlerdi.
Zombileştirmenin Başlatılması
İnançları gereği,
her devletin tepesinde asil-soylu bir kral vardır ve o kral devletin sahibidir.
Devlet denilen ve hep tepedeki birilerince sahiplenilen yaşam sistemi böyle
başlatılmıştır. Devletin sahipliği ve yönetimi, kutsal özlü sayılan krallara
aittir. Halk krala ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak
çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk
yetinip-geçinmek zorunda kalır. Kralın gücü, tabandaki halkın ürünleriyle
oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Tepedekilere riayeti
sağlamlaştırmak adına her millete (devlete) kendi dillerinde bir peygamberle Me
adı verilen bir kutsal kitap gönderildiği ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak
yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Devlet denilen ve
tepedeki bir kutsal kişilikçe sahiplenilen sistemde tüm güç tepedeki kralda
olunca, tepedekiler bu mali güç sayesinde özel görevliler tutarak, tüm halkı ve
onların davranışlarını kontrol etme olanağına kavuşurlar. Halk kendi emeği ile
oluşturduğu gücü tepedekilere verince tepedeki halkın “parasıyla” halkı baskı
altında tutacak görevliler (asker vs.) tutarak, halkın ayaklanması veya karşı
çıkmasını sürekli engellemiştir. İşte o tarihten beri dünyada hak-hukuk
kalmamıştır. Tepedekiler bu olanağı sonuna kadar kullanıp, halkı sömürmeye ve
kendileri şatafat içinde yaşamaya başlarlar.
Halkın bir zombi
gibi davranıp, tepedeki efendisine körü-körüne itaat etmesini sağlamak için
gökten kendilerine ilahi mesajlar geldiği, bu kutsal mesajlara uyularak
yaşayanların ahiret hayatında çok mutlu bir ebedi hayat yaşayacağı gibi dinsel
bilgileri ilk ortaya atanlar da yine Sümer Kralları olmuşlardır.
Bu durum devletler
arasındaki mücadelelerde fark yaratır, çünkü kutsal kitap hükümlerine göre
yaşayanların ölümden sonraki hayatta cennette yaşanılacağı inancı savaşlardaki
askerlerin mücadele azmini muazzam etkiler.
Tüm bu inanç
sistemlerinde insanlara şu görüş aşılanmaktadır: Yaratıcının emirlerine göre
yaşanırsa öldüklerinde cennete gideceklerdir. Yaratıcının emirleri arasında,
onun görüşlerini yaymak için diğer kavimlerle yapılan savaşlarda ölenlerin de
şehit olacakları ve cennete gidecekleri şeklinde hükümler bulunması çok
düşündürücüdür. Çünkü tüm insanlığın değil, belli kavimlerin çıkarlarının ön
plana alındığı açıkça bellidir.
Bu yapılırken insanlara “hırsızlık yapmamak,
insan öldürmemek, vs.” gibi iyi niyet kavramları sunulmuştur. Ancak bu iyi
niyet terimlerinin tüm insanlık için olmadığı aşikardır, çünkü, inandıkları
kutsal kitap görüşünü yaygınlaştırmak için başka kavimleri öldürmek sevap
sayılmakta, cennetle ödüllendirilmektedir.
Kutsal görüş uğruna savaşırken ölenlerin
“şehit” olacakları ve öteki dünyada cennete gidecekleri vaadi tepedeki
efendilerin ganimetçilik hırslarının bir göstergesi değil midir?
Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan
insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin,
insanlara öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır?
Sümer
krallar listesi tabletlerinde görüldüğü üzere, Sümerler “Oluşturma –
Yönlendirme – Sahiplenme” konusunda tamamen dışsal bir sistemin doğada egemen
olduğu şeklinde bir görüşe sahipler. Ve bu görüş önceki 13 bölümde aktarılan
jeolojik-astrofiziksel-biyolojik-nörofizyolojik gibi doğa-bilimsel verilere
tamamen terstir.
Sümerlerin
oluşturduğu bu yaşam modeli insanların yaşamında maalesef çok etkili olmuştur.
Günümüzde de hala tüm devletler hep tepedekilerce sahiplenilmeye devam
edilmektedir. Anadolu kültürünün ürünü olan ahilik gibi meslekler arası
örgütlenmeye dayalı toplumsal sistemler hep bastırılmıştır.
DOM-15m
Doğada "tepeden
yönetim", "tepeden icazet alma" gibi hiçbir şey yoktur, çünkü
enerji denilen bir eylem yapma-erki sadece en tabandaki kuantsal sistemde
vardır. Bu nedenle her varlık içsel bileşenlerine bağımlıdır.
İnsanlığın kültürel
gelişim grafiği insanlığın ne zaman “doğal” = “doğru” yolda ilerlendiğini, ne
zaman bu doğal güzergahtan sapıldığı çok net olarak göstermektedir.
(K) noktası, kuantsallık güzergahında gelişen
insanlık kültürünün, tepedeki kutsal kişilerce
sahiplenilen devlet-sistemine sapma noktasıdır.
Bu sapma tam anlamıyla bir doğru yoldan yanlış yola
sapma olayıdır. Yani gelenek-göreneklerimizin bozulmaya başladığı zamandır.
Şöyle ki:
4500 yıl öncelerine kadar insanlar HÖYÜK denilen ortak
yaşam yelerinde kendi evlerinde yaşamışlar, öldüklerinde evlerinin tabanında
(veya ortak bir mezarlıkta) açılan bir çukura gömülmüşlerdir.
Ama Kutsallık postuna bürünmüş kralların sahiplendiği
DEVLET sistemine sapıldıktan sonra, insanlık artık özgürlüklerini
kaybetmişlerdir. Bunu kesin olarak söyleyebiliriz, çünkü Leonard Woolley’in
1920-1930’lu yıllarda antik Ur-kentinde yaptığı kazılarda şunlar gözlenmiştir:
Kraliyet
mezarlarında ölen kral veya kraliçe tüm malı ve mülkü ile gömülmüşlerdir.
Gömütler arasında sadece değerli eşyaları değil, müzisyenleri, at-arabaları ve
sürücüleri, onlarca kadın ve erkek hizmetçi, vs. bulunmaktadır. Bu insanlar EFENDİLERİYLE
mezara gömülmüşler ve üzerleri toprakla örtülmüştür.
Kuantsallık Dönemi
Höyük şeklinde yaşam
süren toplumlar karşılıklı olarak birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları
bilinciyle yaşarlar. Birbirlerini rakip olarak değil, hizmetlerine ihtiyaç duyulan
yaşam ortakları olarak görürler. Çünkü değirmenci olmazsa un olmaz; madenci
olmazsa kazma-kürek yapılamaz; Kazma-kürek olmadan sebze-meyve-tahıl
yetiştirilemez; dokumacı olmazsa elbise yapılamaz, çömlekçi olmazsa su
taşınamaz, yemek pişirilemez, vs. Tüm bunların hepsini tek başına yapmak ise,
hem çok verimsiz olur, hem her insanın her işi yapacak doğal yeteneği yoktur.
Bu nedenle höyük yaşamlı insanlar dinamik sistemli, yani karşılıklı etkileşime
ve tabana dayalı olarak yaşamışlardır.
Bu basit gerçeği
görmemek olanaksızdır. Ve Bereketli Hilal’de HÖYÜK kültürü içinde yaşayanlar
bunun farkındadırlar. Bu gerçeğe göre yaşayan insanların Bereketli Hilal’de
bulunduğu höyük kültürü oluşumlarıyla kesin olarak anlaşılmaktadır.
Toplumlar artık birer mal-mülk gibi görülmeye, alınıp-satılmaya başlanır. Kulluk-kölelik dönemi başlamıştır.
DOM-15n
Atlantis-ovası
2 zıt hayat görüşlü toplum oluşumuna yataklık etmiştir: 1-yaratıcılığı beden
içi öğelerde varsayan, 2- yaratıcılığı beden dışında varsayan
Birincisi Atlantis-Ovasının düzlüklerinde
yaşayan insanların yaklaşık 12 bin yıl önceleri başlatılan göçlerince
oluşturulan ve Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerinde yeşeren ve
yaklaşık 4-5 bin yıl öncelerine kadar Anadolu’da egemen olan kültürdür;
İkincisi, Basra-Hürmüz-Ovasının Hürmüz boğazı
yakındaki (Eflatun’un Atlas denizi dediği) eski göl üzerindeki adalarda yaşayan
kavim veya kavimlerin oluşturdukları kültürdür.
Bu göldeki adalarda yaşayanların, deniz
yükseldikçe, daha kuzey-batı yönlerindeki adalara göç ederek, sürekli adalar
üzerinde yaşamaya devam ettikleri Sümer krallar listesi kayıtlarından
anlaşılmaktadır.
Şöyle ki:
Tufan öncesi ilk Sümer krallığı Eridug’dadır;
sonra Eridug düşer (batar) ve krallık gemisi Bad-Tibiria’ya götürülür.
Sonra Bad-Tibira düşer (batar) ve krallık
Larag’a götürülür;
Sonra Larag düşer (batar) ve krallık Zimbir’e
götürülür;
Sonra Zimbir düşer (batar) ve krallık
Cruppag’a götürülür;
Ve en son tufandan sonra da İki-Irmak (Basra)
yöresine çıkılır.
Anlaşılacağı üzere,
Sümerler sürekli olarak adalar üzerinde yaşamışlar ve en son ada da batınca,
Basra yöresinde karaya çıkmışlar.
Adalar üzerinde
yaşayan Sümer kültürü ile, ova düzlüklerinde yaşayanların zaman içinde farklı
kültürler geliştirdiği anlaşılmaktadır. Önceki bölümlerde belirtildiği üzere,
ova-düzlüklerinde yaşayanlar karşılıklı-ortaklık ve hizmet-alışverişlerine
dayalı (yani günümüz tanımıyla kuantsal sisteme uygun) bir kültür
geliştirmişlerdir. Halbuki Sümerler asil-soyluluğa (kutsallığa) ve tepeden
yönetime dayalı otoriter sistem kültürü oluşturmuşlardır.
Bu nedenle Kutsallık Kuantsallığın
tam tersidir.
Sümerlerin Krallar listesi tabletinde görüldüğü üzere,
Sümreler toplumları tepedeki kutsal kişilerce güdülmesi gereken hayvan sürüleri
olarak görmüşlerdir.
Asil soylular her şeyin sahibidirler, insanlar onlara
hizmet için yaratılmıştır. (Çamurdan yaratılış konusunu hatırlayın.)
İşte insanların
“doğru yoldan sapmaları” bu şekilde asalete bağlı tepeden yönetim sisteminin
hayata sokulmasıyla başlatılmıştır.
Zaman geçtikçe
insanlar biraz daha “akıllanmışlar” ve kulluk-köleliğe isyan ederek,
“eşitlik-özgürlük-kardeşlik” hakları talep etmeye başlamışlardır. Asil
kralların yerini “lider” denilen insanlar almışlardır.
Ama tepeden yönetim sistemi hep korunmuştur. Zamanla asil insanın yerini zengin insan almıştır.
Şimdi bir soru: İnsanlık 4500 yıl
öncelerine kadar neden çok hızlı bir gelişim gösterebildi?
İnsanlık
doğadaki dinamik sistemler fiziği kurallarına uyarak,
1.
Maksimum Enformasyon Prensibini uyguladı ve patlamalı (üstel = eksponansiyel)
bilgi oluşturma evresine geçti.
2. Yine
dinamik sistemler fiziğinin zor durumlar karşısında karşılıklı uzlaşmaya
giderek bir ortak görüşte birleşti ve güçler üst-üste çakışarak bir güç-KUDRET
sistemi oluşturuldu.
İnsanların 4500 yıl
öncelerine kadar karşılıklı-etkileşimlere ve bilgi oluşturmaya dayalı bir
gelişim içinde olduğunun delilini Göbekli Tepe ve diğer Anadolu- höyüklerinde
ortaya çıkan arkeolojik verilerden çıkartabiliriz. Şöyle ki: gerek Göbekli
Tepede gerek Çayönü gibi eski höyüklerde kafataslarına çok önem verildiği
görülmektedir. Neden? Çünkü “bilgi” denilen düşünce ve davranış belirleyicilik
faktörünün kafa-içinde olduğunun farkındadırlar.
Göbekli Tepelilerin
“Bilgiye” önem verdiklerini gösteren diğer bir veri de, insanı tasvir eden
T-şeklindeki sütunlardır. Sütunlar insanı simgelediklerine göre, bu sütunlar
atalar-kültü geleneğinin söz konusu olduğu anlamına gelir. Atalara saygı ise,
çoğu bilgilerin atalardan devralındığının bilinmesidir ki, yine o eski zaman
insanlarının “bilgi” edinmeye verdikleri önemi akla getirir.
Sonra insanlığın
düşünce sisteminde çok büyük bir hata oluşmuş olmalı. İnsanlık tabana dayalı,
içsel faktörlerle (yani Doğa-İçi-Güç sistemiyle) değil de, dışsal bir
Doğa-Dışı-Güç-sistemiyle yaratılıp-yönlendirildiği şeklinde bir görüşle Tepeye
Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) etkisi altına girmiş olmalı. Çünkü TBÖlü sistemler tüm
toplumsal ve ekolojik sorunların kaynağıdır ve bu nedenle insanlık o zamandan
beri hem doğal sisteme zarar verecek tarzda davranmaktadır hem de toplumsal
sorunlar yumağı içine sürüklenmiştir. Ve hala da bu sorunlar içinde boğularak
yaşamaya devam etmektedir.
Tabana dayalı, yani dinamik sistemli yaşam
görüşünden, tepeye bağımlı efendi-kul ilişkili sisteme geçişin ne zaman
gerçekleştiği konusunda iki farklı yoldan bilgi edinmek mümkündür.
Birincisi Höyüklerin incelenmesinden
geçer. Şöyle ki:
Kültepe arkeolojik verilerinin sunduğu
olanak: Kültepe’de iki farklı yerleşim vardır. Biri yerel halkın yaşadığı eski
tarihli höyük kesimidir; diğeri MÖ 2000’li yıllardan sonra kurulan Karum adlı
yeni yerleşimdir. Eski yerleşimde tüm evler birbirlerinin benzeridir. Yeni
yerleşimde ise insanlar arasında zenginlik düzeyine bağlı farklı yapılar,
saraylar vs. Vardır. Dolayısıyla doğal sistemin tapulanması ve
sahiplenilmesinin başlatıldığı, zenginlerin “Efendiler” olarak farklı muamele
gördükleri anlaşılmaktadır.
İkinci yöntem, insanlık tarihindeki
gelişimlerin hızlarındaki değişimlere bakmak: Şöyle ki:
İnsanlığın kültürel gelişim tarihi bir
grafik tabloda izlendiğinde şekildeki gibi bir görüntü ortaya çıkar.
Grafikte görüldüğü üzere insanlığın bilgi
oluşturma hızı yaklaşık 50 bin yıl önceleri patlamalı (üstel=eksponansiyel)
yükselme aşamasına (II. Evre) geçmiştir ve (1) nolu güzergah boyunca
ilerlemektedir. Ama (K) noktasına gelindiğinde (yani yaklaşık 4500 yıl
önceleri) bu hız, ilerlemesi gereken güzergahtan sapar ve daha yavaş bir hızla
(III. Evre) devam eder. Bu da 4000 yıl önceleri insanlığın düşünce ve davranış
sisteminde çok önemli bir olay olduğunu gösterir. Bu olay ise doğal sistemin
yönlendiricilik faktörünün tabana bağlı, karşılıklı etkileşimli olmaktan
alınıp, tepedeki bir sisteme tepeye bağımlı kılınmaya başlanmasıdır.
(Bir ara bilgisi daha: III. Evredeki yavaş
gelişme, yaklaşık 5 asır önce Rönesans-reform geçiren toplumlarda tekrar
yükselişe (IV. Evre) geçişe olanak sağlarken, böyle bir Rönesans ve reform
yapamayan toplumların hala III. Evre hızıyla yaşamaya devam etmekte oldukları
görülmektedir.)
Yani yaklaşık 4-5 bin yıl öncelerine
kadar:
•
İnsanlar arasında eşitlik ve kardeşlik-arkadaşlık ruhu var; kimse diğerinden
üstün görülmüyor,
•
Doğa ile iç-içe ve tüm doğal sistemle birlikte karşılıklı
ilişkili bir hayat yaşanıyor,
•
Doğa ve dünyanın parsellenip sahiplenilmesi gibi bir durum
yok.
Ama insanların
oluşturdukları bu çarpık “devlet” sistemi içinde, bazı meslekler hor
görülürken, bazıları çok saygın kabul edilirler. O zaman bu insanlar nasıl
gerçek bir toplum oluşturabilirler?
Bir toplum içindeki tüm insanlar değerlidir. Her bir insanın farklı olması, toplum hayatında binlerce farklı meslek olması nedeniyledir. Hücreler herkesi müzisyen veya matematikçi yetenekli yapsaydı, balıkçı, hamal vs. gibi meslekleri kim yürütürdü?
5 bin yıldan beri insanlığın kültürel gelişim hızında düşme
görülmesinin nedeni ise şu olmuştur:
Toplum hayatı tepedeki birileri tarafından
sahiplenilince,
Kamu malları hor kullanılmaya başlanmış,
Tepedekilere yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,
Halk bilgisiz bırakıldığından verimli üretim
olmamış,
İnsanlar arası dayanışma ve komşuluk ruhu
kaybolmuş, komşular birbirlerine yabancılaşmışlar,
Hak ve hukuk sistemi tepedekiler lehine
işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,
“Devletin malı deniz, yemeyen keriz” sistemi
oluşmuş,
Yani günümüz toplumlarında görülen tüm
toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet” denilen tepeye bağımlı
hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.
MÖ 650lerde hüküm
süren Ashurbanipal’in Ninova'daki kraliyet kütüphanesindeki yazıtı: “Ben,
Ashurbanipal, evrenin kralı, tanrıların zeka bahşettiği, bilimsel bilgi
edinmenin en uzlaşmacı ayrıntıları için delici zeka sahibi, bu tabletleri
hayatım ve ruhumun refahı için Nineveh'teki kütüphaneye, kraliyet ismimin
temellerini sürdürmek için yerleştirdim.” —
Görüldüğü üzere, devletlerin başına geçenler kendilerinin özel yaratılmış
kişiler olduğuna inanırlar ve halklarını da inandırırlar.
İnsanlığın kültürel
gelişim eğirişinde “Reform” güzergahı olarak işaretlen bir hızlı gelişme
görülür. Bu hızlı gelişmenin nedeni, tepedekilerin halkı tam dışlamayıp, “özgür
düşünme ve fikir üretme, eşit haklara sahip olma, toplumun insanların
vergileriyle sürdürülebildiği, vs“ gibi yukarıda sıralanan olumsuz faktörlerin
bir kısmının ortadan kaldırılmasıyla sağlanmıştır. Ama tepeden sahiplenilen
“devlet” anlayışı korunmuş olduğundan, kendi halkını değil de, komşu devlet
halklarını sömürme işlemleri aynen devam etmektedir.
Karşılıklı etkileşim
ve tabandakilerce yönlendirilme sadece insanlar arasında değil, insan ve tüm
diğer varlıklar arasındaki ilişkileri de kapsar. İnsan hücreleri çevredeki tüm
diğer organik ve inorganik varlıklarla etkileşim içindedir, çünkü besin
kaynağını doğadaki moleküller oluşturur. Doğadaki moleküller ise çevredeki
değişim-dönüşümlerden etkilenerek sürekli değişirler. Bu değişimler doğrudan
insan sağlığını etkiler. Şöyle ki:
Beslenme ve bağırsak florası sindirim sistemini
bozabilmekte, bunun sonucu bağırsak hareketlerini düzenleyen sinirsel sistem
bozulmaktadır, Obata, Y. et al. (2020).
Hücre içinde bozulan proteinlerin yok edilmesini sağlayan
organeller aşırı ozmotik basınçla zarar görmekte, hücre sağlığı bozulmaktadır. Yasuda, S. et al (2020)
Sindirim sistemindeki mikro-organizmaların salgıladıkları
kısa-zincirli-yağ-asitleri insanların iç-saat sistemini etkilemektedir.
Gün-ışığı döngülü davranışlı olan mikro-organizmalar beslenme tarzları onların
iç-saat sistemlerinde değişiklik yapmakta, bu da doğrudan beden sağlığına
yansımaktadır, kalp hastalıkları, kanser, zihinsel bozukluklar, vs. Tahara, Y.
(2020)
DOM-15n
Asil-soyluluk, Irkçılığa yol açar
ve asil soylu olduğunu savunan Bozkır-Göçebe-yöneticileri istilacılığa
başlarlar
Asil soy diye bir şey yoktur, çünkü her insan farklı
bir yetenekle donatılır. Her insan aynı olsaydı, binlerce farklı meslek nasıl
yürütülürdü?
Hint-Avrupa
veya İndo-German dil grubunun ortaya çıkışı ve eski kültürleri istila etmeleri
Avrasya bozkırı, Karadeniz’in kuzeyinden
(Ukrayna’dan) başlar ve Kazakistan’ı doğusuna kadar uzanan çok geniş bir
bölgeyi kapsayan devasa bir düzliktür.r. Arazi deniz seviyesinden çok az bir
yüksekliktedir. Kuzey bölgesinde bulunduğundan iklimi serttir, yağış azdır Bu
nedenle çayır ve bodur bitkiler egemen bitki örtüsüdür. Bu tür bitki örtülü
alanda da ona uygun hayvan topluluğu yaşar. Dolayısıyla insanların geçim
kaynağı ziraat ve hayvancılık olmuştur.
Atlar bu bölgede yaşayan hayvanlar
arasındadır ve yaklaşık 5500 yıl önceleri evcilleştirilmiştir.
Tunç devri başında at gibi hızlı koşucu ve
yük taşıyıcı hayvanın evcilleştirilmesi, toplumlar arası ilişkileri çok
hızlandırır. At gibi hızlı bir hayvanın evcilleştirilmesi tunç gibi çok sert ve
dayanıklı maddenin yaşama girmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık
kolaylaşmış olur. Bu kolaylaştırma özellikle askerlerin yiyecek-giyecek-yatacak
gibi çok gerekli ve karşılanması zor konularda muazzam olanak sağlamasıyla
ilgilidir. Atın eti ve sütü yiyecek ihtiyacını, atın çektiği bir araba giyecek
ve çadır gibi konaklama gereksinimini karşılamaktadır. Böyle olunca da
at-kültürüne sahip olan toplumlar muazzam bir fark yaratırlar.
Mezopotamya, Anadolu gibi bölgelerde
yaşayanlar genelde sürekli yerleşik bir toplum hayatı sürdürürken, Karadeniz
kuzeyindeki ve Orta-Asya’daki steplere genelde göçebe hayatı daha yaygındır.
Göçebe hayatında at en önemli unsurdur, çünkü yer değiştirmede çok kolaylık
sağlar. Dolayısıyla kuzeyin steplerinde yaşayan toplumlar savaş tekniğinde daha
avantajlıdırlar.
Tunç gibi sert ve dayanıklı maddenin keşfiyle
zırh-mızrak gibi güçlü silahların ortaya çıkışı ve at gibi hızlı koşan ve ağır
yük taşımaya uygun havanın evcilleştirilmesi dünyadaki dengeler hızla değişmeye
başlar.
Yaklaşık 5 bin yıl öncelerine kadar
Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da etkili ve egemen olmuştur.
Ama 5300 yılından sonra bu bölgelerdeki dengeler değişmeye başlar.
Çünkü:
Sümerler asalete dayalı tepeden yönetilen ve
sahiplenilen Devlet sistemini ortaya çıkarırlar. Bu sistem dünyanın parsellenip
sahiplenmesi anlamına da gelir. Asil soyluluk liderleri megalomanyak yapar ve
güçsüz çiftçilerin ülkelerinin yağmalanması ve sahiplenilmesi dönemi başlar. Bu
dönemin Hint-Avrupa dilli Yamnaya göçebelerinde başlaması, at bibi çok hızlı
bir hayvanın bu bozkırlarda evcilleştirilip, asil soylu efendilerin hizmetkarı
olduğuna inanan bölge halkını güçlü duruma getirmiştir. Ve ganimetçiliğe dayalı
devlet oluşumları ve sürekli savaşan bir dünya hayatı bu şekilde başlatılmış olur.
Haritada Yamnaya-göçebelerinin Avrupa’ya göç
güzergahında bulunan Tollense adlı bir yer gösterilmektedir. Bu noktada 1996
yılında tamamen şans eseri çok eski bir katliamı yansıtan bir kemik
bulunmuştur.
Bunun üzerine o nokta civarında kazılar
yapılarak bu kemiğin çok büyük bir savaşın delili olduğu ortaya çıkmıştır.
1996 yılında Almanya’nın Mecklenburg
eyaletindeki Tollense Deresi vadisinde üst-kol-kemiğine bir çakmaktaşı
saplanmış haldeki bir kalıntı amatör bir arkeoloğun dikkatini çekmiştir.
Sonra 2009 -2015 yılları arasında bölgede
arkeolojik kazılar yapılmış ve 3-kmlik bir dere şeridi boyunca o yörede korkunç
bir savaş (Tollense river battle) yaşandığı ortaya çıkarılmıştır.
2013
yılında bölgede yapılan jeomagnetik araştırmalar savaşın gerçekleştiği alanda
120 m. uzunluğunda bir köprü bulunduğunu ve savaşın bu köprü çevresinde
yoğunlaştığını göstermiştir.
Kemik ve dişlerde yapılan stronsiyum, karbon
ve oksijen izotop analizleri insanların o bölgenin yerlisi mi yabancısı mı
olduğunu gösterebilmektedir. Bu tip analizlerin sonucunda, savaşan taraflardan
birinin yerel toplum olduğu, diğerinin ise çok uzaklardan gelmiş olduğu
anlaşılmıştır. Gene izotop analizleri uzaklardan gelmesi gereken savaşçıların
“darı= millet” ile beslenmiş olduklarını göstermektedir. Bu “darı = millet”
bitkisinin ise 8-10 bin yıl önceleri Çin gibi Doğu-Asya’da yetiştirilmeye
başlandığı, 5 bin yıl öncelerine doğru Karadeniz kuzeyine kadar yayıldığı
bilinmektedir.
Savaş alanında çok sayıda at iskeleti
bulunmuştur. At yaklaşık 5 bin yıl önceleri Kazakistan’da evcilleştirilmiş ve
ondan sonra da Yamnaya göçebelerinin kullandıkları en önemli binek hayvanı ve
savaş yardımcısı olmuştur.
Tollense savaşı tam bir katliam savaşıdır
çünkü bir tarafta sadece çiftçilikle geçinen ve ellerinde ziraat aletlerinden
başka bir şey bulunmayan toplum mensupları vardır. Diğer tarafta örgütlü bir
savaş ordusu vardır. Üstelik bu örgütlü ordu sadece silahlı erlerden değil,
atlı-süvarilerden oluşmaktadır.
İşte Yamnaya-göçebeleri Avrupa’yı böyle
istila etmişler ve indo-german dilini ve kültürünü Avrupa toplumlarına böyle
kabul ettirmişlerdir. Hint-Avrupa dili etkisini kabul ettiremedikleri tek
toplum Bask toplumu olarak hala direnmektedir.
DOM-15p
Toplumların yönetimi EN GÜÇLÜlere bırakılınca, GÜÇ SAHİPLERİ
dünyayı yağmalamaya başlarlar.
İkinci
Örnek: Hitit istilası
İndo-german dil
grubundan başka savaşçı toplumların, barışçıl güney toplumlarını istila etme
örnekleri
Üçüncü örnek: Pers (Fars) istilası
Doğu bölgemizdeki
istilacıları da bilmemiz gerekir. İran platosunun ilk sakinleri Azeriler,
Elamlılar, Afşarlar, Kaşkaylar, Halaçlar gibi aglütine dil konuşan kavimlerdir.
Günümüz iran devletinin dili Persçe (farsça) indo-german dil grubundandır ve
persler de yaklaşık 4 bin yıl önceleri kuzeyden gelerek İran platosuna
yerleşmiş bir istilacı kavimdir.
Anadolu’nun
doğusunda bulunan Atlantis-Ovalıların toprakları MÖ binlerde yine kuzeyden
gelen İndo-german dilli bir kavim tarafından (Persler) istilaya uğrar.
Perslerin kurduğu ilk devlet Med-krallığıdır ve Anadolu’nun Doğu kesimini de
istila eder.
Farsça ya yakın dil
konuşan Kürtler ya o zaman oralara yerleşirler veyahut fars kültürü etkisi
altına giren yerli halktırlar. Aynen batı Anadolu ve Ege bölgesi yerli halkının
Yunan kültürü etkisi altına alınmış olmaları gibi Kürt halkının da pers kültürü
etkisine girmiş olması çok büyük bir olasılıktır. (Yunan istilası ve yerli
halkları baskılamaları bir sonraki bölümde sunulacaktır.)
Gürcüler, Lazlar,
Çerkezler, Çeçenler, Dağistanlılar ise aglütine dillidirler dolayısıyla yerli
kavimlerdir.
Dördüncü örnek: Yunan istilası
Bizler
geçmişimizi bilmezsek, “Su başlarını tutan canavarlardan” kurtulamayız.
Herodot’un meşhur
tarih kitabında şunları yazdığını biliyor muydunuz?
“Batı Anadolu’da Yunan
kolonileri kuranların içinde hiç kadın yoktu, erkekler Karyalı kadınlarla
evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Greklerin Karya soyundan geldiği
anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un
Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı
değildir. Grekler Karya’ya hâkimdiler ama halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi
ve kendi yerel dillerini konuşurlardı” (Zangger 2019)
Aşağıda biz Anadolular ve komşularımız için dikkat edilmesi ve
bilinmesi gereken önemli noktalar vurgulanacaktır.
Yamnaya Göçebeleri
Sümerlerin ortaya koydukları güçlü krallık sistemleri ve de hızlı at-arabaları
sayesinde muazzam bir istila gücüne kavuşurlar. Halbuki ilk Atlantis-Ovalı
göçleriyle dünyaya yayılmış topluluklar hala karşılıklı
hizmet-alışverişleriyle, tepede bir güç merkezi olmayan bir hayat
sürdürmektedirler.
Hint-Avrupa dilli
kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri
5 bin yıl önceleri başlar.
Tepedeki krallar
paralı askerleriyle kolayca tüm Avrupa ve Asya’daki krallıksız toplumları
istila etmeleri pek kolay olur ve İndo-german dilli toplumlar dünyaya egemen
olmaya başlarlar.
Hint-Avrupa
(İndo-german) kültürü Ukrayna- Kazakistan arası bölgede 5500 yıl önceleri
oluşmaya başlar. At gibi hızlı ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi,
yaşamı çok hızlandırır. Çünkü tunç gibi çok sert ve dayanıklı madde At gibi bir
hayvanın evcilleştirilmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış
olur.
Kuzeydekiler özel
yetiştirilmiş paralı askerler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler
eşeklerin çektiği arabalarla işlerini görebilirler. Böyle olunca da
at-kültürüne sahip olan toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya
göçebeleri yağmacılığı oluşturulur.
Birkaç asır önce,
Devlet denilen tepeden sahiplenici ve yönlendirici hayat görüşü Yamnaya Toplumu
ile birlikte düşünülünce, yanına birkaç bin paralı asker toplayan kabileler
(devlet sahipleri) karşılıklı ortaklık içinde yaşayan barışçıl toplumları
kolayca istila etmeye başlarlar.
Biz Anadolular için
batımız ve doğumuzun hangi indo-german dilli kavimlerin istilasına uğradığını
bilmemiz gerekir.
Batıda Yunanlılar
3600 yıl önceleri kuzeyden Ege bölgesine inerler ve Atlantis kökenli yerli
halkın (Pelasg’ların) tepesine çökerler. Önce Girit adasında gelişmiş olan
Minos uygarlığını yerle-bir ederler.
Sonra Bodrum, Efes,
İzmir, Bergama, Truva gibi önemli ticaret merkezlerini ele geçirirler.,
Herodotos’a göre
(1.146) Batı Anadolu’da Grek kolonileri kurulurken işin içinde Yunanistan’dan
hiçbir kadın yoktu, erkekler de Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales
veya Herodotos gibi Karya’nın şehirlerinde doğmuş ünlü Greklerin yarı Karyalı
olduğu ve Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un (1.171)
Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Her
ne kadar bu dönemde Grekler Karya’nın kıyı kentlerine hâkim idiyse de, halkın
büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı. (Zangger
2019)
Sonra Karadeniz’e
geçip, Sinop, Giresun, Trabzon gibi kentlerde ticaret merkezleri kurarlar.
Vs
MÖ 334de Büyük
İskender fetih ve istilalara başlar, bir yıl sonra Anadolu, 2 yıl sonra Suriye
ve Mısır, 3 yıl sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl sonra Türkmenistan ve Afganistan
ele geçirilir ve 8 yıl sonunda Hindistan’dadır.
Bir kralın 8 yılda
Balkanlardan Hindistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır?
Bunun olması devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması,
halkın devleti hiç sahiplenmemesi gerçeğinden kaynaklanır.
Bulgarlar türk
kökenlidir ve Anadolu’daki Türkmenler (aleviler vs) ile birlikte eskiden beri
balkanlarda yaşamaktadır. Sonradan slav kültürü etkisine girmişlerdir. Benzer
şekilde balkanlardaki, batı Avrupa’daki birçok ulus sonradan slavlaştırılmış,
germanlaştırılmış, abglo-saksonlaştırılmış, vs. Batı Avrupa’da kendi öz
benliğini koruyan tek Bask toplumu kalmıştır.
DOM-15q: Kim uygar, Kim Barbar?
Tüm insanların ataları birer zenciydi. 50-100 bin yıl önceleri dünyaya yayıldılar ve değişen çevre faktörleri nedeniyle farklı renk ve görünüşlere dönüştüler. Kendilerini uygar gören devletler atalarının ülkelerini sömürge yaparken, zencileri köle olarak alıp-satarken bu gerçeği hiç düşündüler mi?
Yamnaya kültürünün temsilcileri olan Hint-Avrupa dilli kavimlerin kendilerini “uygar” olarak, diğer toplukları ise “barbar” olarak tanımlayarak o bölgelerin ilk sakinlerini aşağılamaları, dünya insanlığı için ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunun tarihsel bir belgesidir.
Yukarıdaki haritada günümüzün en gelişmiş
devletleri olan Avrupalıların köklerinin Avrasya bozkırlarının 5 bin yıl önceki
göçebe kabileleri oldukları görülmektedir. Onlardan önce Avrupa’da yaşayanlar
ise, uygarlığı ilk başlatan aglütine-bitişimli dilli Atlantis-Ovası
göçmenleridir. Yamnaya-kültürünün oluştuğu bölgede 3 - 4 bin yıl önceleri büyük
bir iklim değişikliği olmuş olmalı ki, buradan 4 bin yıl önceleri Hititler
Anadolu’ya, 3 bin yıldan önceleri persler günümüz İran bölgesine, 3600lerde
yunanlar Ege bölgesine inmişler ve yerel toplumları Tollense- katliamına benzer
şekilde kırmışlardır. Girit adasındaki Minos uygarlığının yok edilişi bu
katliamın bir göstergesidir.
Avrupalıların kendilerini uygar, onlardan
önce orada yaşayanları barbar olarak görmelerinin en belirgin delillerinden
birini istila ettikleri halkın kültürünü yok varsayıp, kendi kültürlerini,
kendi dillerini onlara empoze edip, eski kültürlerin yok olmasını yol
açmalarıdır. Girit’te (Minos uygarlığında) “Linear A” denilen bir alfabe
kullanıldığı bilinmektedir. “Linear A” Kıbrıs ve Limni gibi diğer ege
adalarında da kullanılmaktadır. Ancak bu alfabe, değişik bir dil-grubuna
uygundur. Bu dilin aglütine bir dil olması gerektiği aşikardır.
Arkeolojik kazılarda hem “Linear A” tipi
belgeler, hem de Yunanlıların değiştirdikleri “Linear B” alfabesiyle yazılan
belgeler bulunmaktadır. Günümüz bilim alemi indo-german dilli Avrupalıların
egemenliği altında olduğundan, “Linear A” alfabesinin çözülemediği, “Linear B” alfabesi belgeleriyle işlemler- yorumlar
yapılmaya devam edilmektedir. Bu eski kültürlerin dillerinin aglütine olduğu
gerçeği günümüz dünyasında bu şekilde hasır-altı edilmiş olmaktadır.
Yunan denilen kavim, MÖ 2000li yıllarda
kuzeyden saldırarak ege bölgesine gelmişlerdir, bu durum genetik haplogrup
analizleri sonucu kesinleşmiştir. Halbuki Anadolu ve tüm Akdeniz ülkeleri
halkı, 10 bin yıl önceleri, Atlantis-ovasından göçerek o topraklara
yerleşmişlerdir. O toprakların ilk sakinleridiler, çünkü daha önceki zamanlarda
bu ülkeler buzul devri nedeniyle çok tenha idiler ve sadece neanderthal
insanları mağaralarda yaşıyordu. Ama Atlantis-ovalılar tarım-ve hayvancılığı
keşfeden ilk uygar insanlar olarak Anadolu ve Avrupa’ya uygar yaşamı
getirmişlerdir.
Durum böyle iken Heredot tarihi başta olmak
üzere, tüm tarih kitaplarında Yunanlılar uygarlığı getiren toplum olarak,
onlardan önce oralarda yaşayanlar “barbar” olarak tanıtıla gelmiştir. Gerek
Heredot gerek Strabon gibi yazarlar, hep “başka dil konuşan, barbar toplumlardan”
söz etmişlerdir. Neden barbar oldukları konusunda ise hiçbir şey
söylenmemiştir.
M.Ö. on üçüncü yüzyılın sonlarına doğru,
uluslararası sistem yıkılmaya başlar. Orta Doğu’daki büyük imparatorluklar ile
küçük devletler arasındaki temaslar özellikle ticareti çok geliştirir. Ancak
sistem, elit kesimi çok zengin ve fakirleri daha da fakir yapan bir sistemdir.
Bu nedenle giderek artan sayıda insan borçlarından kaçmak için şehirleri terk
etmeye başlar ve habiru gibi haydut gruplar oluştururlar.
Kuraklık gibi faktörlerin de hayatı
zorlaştırması bu sosyal gerginliğe eklenince haydutluk ve soygunlar çığ gibi
artar ve MÖ 1200lerde Anadolu’daki Hititler, Ege-Bölgesindeki Mikenler gibi
birçok uygarlığın yıkılmasına neden olur. Yıkımlar Mısır’a kadar çok etkili
olur ve doğudaki Asurlar, Babiller ve Elamlar en az zararla kurtulurlar.
Bu sosyal felaket “Deniz halkları istilası”
ve “Tunç-devri-çöküşü” olarak tarihe geçer. MÖ 1210larda başlayan bu olaylar,
MÖ 1140lara kadar sürer.
Özet olarak şunu belirtmek gerek:
Basra-Hürmüz Ovası (Atlantis) halkının, ovayı
terk etme zamanına göre ayrılan iki farklı hayat görüşüne sahip olduğu görülür.
Bunlardan ilki, Atlantis-Ovasını ilk terk
edenlerdir, Göbekli-tepe, Çatalhöyük gibi, Jericho gibi berketli hilal
kültürünü oluşturanlardır. Hayatın evrensel bir kökenden kaynaklandığı ve tüm
varlıklar arası etkileşimlere dayandığı, dolayısıyla mülkiyet gibi tepeden bir
sahiplenmenin söz konusu olmadığı bir yaşam sistemi söz konusudur. Toplum
hayatını bir ortaklık olarak kabul ederler ve toplum kuralları meslekler arası
etkileşimlere göre oluşturulur (daha sonraki asırlardaki ahilik gibi).
Diğer ikinci görüş Atlantis-ovasını en son
terk eden Sümerlerce 5-6 bin yıl önceleri oluşturulur, ve toplum değil devlet
sistemli bir yaşam savunulur. Yani doğa ve dünyanın tepede bir yaratıcısı
olduğu ve bu yaratıcının doğa ve dünyanın sahibi olduğu temel inancına
dayalıdır. Bu yaratıcı, her topluma (kente) kutsal soylu bir temsilci gönderir
ve halk bu kutsal soylunun buyruklarına uyarak yaşadığı bir sistemdir. Böyle
bir kutsal soylu kral öldüğünde, ona büyük bir mezar yapılır ve o mezara kralın
tüm yakınları onunla birlikte canlı-canlı gömülür, çünkü öteki dünya gibi bir
yerde onların tekrar hayata döneceklerine inanılmaktadır. Bu inanç kuzeydeki
toplumlarda da kabul edilmiştir ve kurgan denilen özel mezarlar yapılarak
kutsal soylu varsayılanlar tüm varlıklarıyla gömülmüşlerdir.
Bu şekilde tepedekilerce sahiplenilen devlet
ve o devletin sahibine ait mülkiyet sistemi, yani o devlet tebasının yaşadığı
ortam olan vatan kavramı ortaya çıkar. Ve zamandan beri devlet sahipleri
mülkiyetlerini artırıcı fetih politikaları peşinden koşmuşlardır.
Sümerler zamanında oluşturulan kent
devletleri arasında, büyüme ve diğer devleti ele-geçirme yarışları başlar. Bu
hayatı yanlış yorumlamanın bir sonucudur. Hayat karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla
daha rahat bir üst sistem oluşturma prensibine göre işlemektedir. Yani
tabandaki öğeler (insanlar) karşılıklı uzlaşarak toplum gibi bir üst-sistem
oluşturur. Halbuki Sümer inancı, insanın (dolayısıyla hayatın) tepedeki
birileri tarafından kendilerine hizmet etmek üzere yaratıldığına dayandığından,
halk dahil her şeyi sahiplenici davranılmaktadır. Böyle olunca da, tepedekiler
arasında hep daha zengin olabilme yarışları başlar.
Sümerlerin devlet anlayışı çevre toplumlar
arasına da yayılır ve 5000 yıl önceleri İran’da Elam denilen bir Devlet
kurulur. (Elamlıların dillerinin de tam-aglütine olması, onların Atlantis
Ovasında İran platosuna göç eden ilk kavimlerden olduğunu gösterir.
Orta-Asya’ya göç eden Türklerin de bu güzergah boyunca göçtükleri, Kaşkay,
Afşar, Halaç gibi türki dilli kavimlerin hala İran’da yaşamasından
anlaşılmaktadır. Günümüzde farsça konuşan halkın İran’a geliş tarihi yaklaşık 4
bin yıl öncelerindedir.)
Anadolu’da da 5000 yıl öncelerinden itibaren
Truva, Hatti, Luwi gibi birçok topluluk yaşadığı bilinmektedir. Bu topluluk
dillerinin de tam-aglütine olması, Anadolu toplumlarının Atlantis-Ovalı kökenli
olduğunu gösterir.
Bizlere, doğa ve dünyanın
sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa
tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm
varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere
ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin
çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist
sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere
terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı
kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir güç sistemi ortaya çıkmış
olur. Bu hayat görüşünde, tepedeki efendiler (kral, vs) ilahi gücün dünyadaki
temsilcisi olarak görülürler. Devlet sahibi olan bu kişilere kutsal mesajlar
gönderildiğine inanılır. Bu kutsal mesajları yaymak uğruna savaşanlar ölürlerse
şehit olarak ahiret hayatında ödüllendirileceklerine inandırılmışlardır. Bu
onları birer ölüm makinesine dönüştürür ve dünyada gerçekleştirilen sayısız
katliam oluşmasına yol açar.
Kutsal özlü veya
asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Tepedeki bu güç parayla
kiralık askerler tutarak mülkünü koruyacak ve genişletecek bir ordu oluşturur.
Doğada karıncası- kurdu-
kuşu ile tüm varlıkların karşılıklı bir etkileşim içinde olduğu ve doğanın tüm
bu varlıklara ait olduğu şeklinde bir hayat görüşüne sahip toplumlarda doğanın
kişisel bir mülk olarak görülmesi ve sahiplenilmesi gibi bir durum yoktur.
Toplumlarda her şey karşılıklı hizmet alışverişlerine dayalı olarak
işlemektedir. Her meslek sahibi o konuda bilgi edinerek ve bu bilgileri
geliştirerek toplumsal sistemi ayakta tutmaktadır. Mülkiyet kavramının olmadığı
böyle sistemlerde yukarıda tanımlanan türde bir ordu olmadığından, bu
toplumlar, “devlet” şeklinde sahiplenilip-örgütlenilen kavimler karşısında,
savaş gücü bakımından son derece zayıf kalmaktadırlar. Savaşlardaki bu zayıf
kalmanın diğer bir nedeni de, kuzeydeki savaşçıların at gibi çok hızli manevra yeteneğine sahip bir
hayvandan yararlanmaları, diğer toplumların ise ancak eşek gibi bir hayvana
sahip olmalarıdır.
Burada çok önemli bir
başka noktayı da vurgulayarak, kimin uygar kimin barbar olduğunu göstermek
gerekiyor. Asil-soyluluk etiketli bu devlet yöneticileri, istila edecekleri
ülkeye sadece erkeklerden oluşan bir ordu ile girerler; yerli halkın
erkeklerini öldürürler ve kadınlarını kullanarak o bölgelerde egemen güç
oluştururlar. Bunun böyle olduğunu bizzat yunanlı tarihçi Heredot
yazmaktadır:
“Ana babalarını
öldürdükleri Karialı kadınları almışlardır.
Bu cinayetten ötürü kadınlar, kendi aralarında yeminle berkittikleri bir
yasa koymuşlar ve bu yasayı anadan kıza sürdürmüşlerdir. Bu yasa, erkeklerle birlikte yemeğe
oturmamak, kocalarının adını anmamaktır; böyle yapmakla babalarının, ilk
kocalarının ve oğullarının ölümünü ödetmek istemişlerdir, bu cinayeti
işledikten sonra kendileriyle beraber yaşamaya kalkışanlara. Bu olayların
geçmiş olduğu yer Miletos'tur.” (Heredot Tarihi s.81)
Yani Hint-Avrupa dilli ve
kültürlü Yamnaya göçebeleri, asil-soylu devlet yöneticileri sıfatıyla, sahip
oldukları toprakları genişletmek için, yaklaşık 4 bin yıl öncelerinden
başlayarak, Tüm Avrupa ve Anadolu- İran gibi Yakın-doğu-Asya ülkelerini istila
etmişler ve yerel halkları vergiye bağlamışlardır. Kendilerini uygar, istila
ettikleri ülke halklarını barbar olarak tanımlamışlardır. Bu bilgileri de
bizlere tarih bilgileri olarak kabul ettirmişlerdir. Yunan kültürü bu şekilde 3
500 yılından 2 bin yıl öncesine kadar egemen olmuş, onların yerini ise 2 bin
yıl öncesinden itibaren Roma-Bizans-yönetimleri almıştır.
Anadolunun Milet, Bodrum,
Efes, Bergama, vs gibi kentlerinde yetişmiş filozof ve diğer bilim insanlarının
hepsinin anaları, bitişimli dil konuşan Atlantis-Ovalı kökenlidirler. Bir
insanın genetik malzemesinin % 90dan fazlası ana tarafından sağlandığına göre,
Anadolu veya Ege bölgesi veya adalarında yetişen bu melez insanlar
yamnaya-kökenli mi, yoksa Atlantis-ovalı (bitişimli dil kültürlü) insanlar
olarak mı kabul edilmeli? Kim barbar, kim uygar?
MÖ 2500lerde Karadenizin kuzeyindeki
bozkırlarda yaşayan göçebeler genellikle hayvancılıkla geçinirlerdi ve At gibi
hızlı koşucu ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi sonucu muazzam bir
savaşçı kabileye dönüştüler. Sümerlerin teoeden sahiplenilen ve yönetilen
devlet sistemini de kabul eden bu savaşçı kabileler, sahiplendikleri mülkleri
genişletmeye başlarlar. Genetik
haplogrub analizleri sonucuna göre, MÖ 2.700 lerden başlayarak Avrupa ve
Asya’yı istila etmeye başlarlar. Hint-Avrupa veya İndo-german dil grubuna ait
bu savaşçı kabileler Avrupa ve Asya’ya binlerce yıl önce yerleşmiş
Atlantis-kültürlü toplumların ülkelerini istila ederek, dünyada hala günümüzde
de sürdürdükleri sömürgecilik politikalarını devam ettirirler. Yunan denilen
indogerman dilli kavmin ege bölgesine yerleşmeleri de bu istilacılığın bir
kolunu oluşturur. İşin en ironik yanı ise, kendilerini uygar toplum, istila
ettikleri ülke halklarını ise barbar toplumlar olarak görmeleri ve bu bencil
tutumlarını tarih kitaplarına geçirtecek derecede kapitalist bir görüşle
dünyaya yayabilmeleri olmuştur. Acaba gerçekte kimler daha uygardı? Tarım,
hayvancılık ve diğer sanayi kollarında çalışarak, birbirleriyle karşılıklı
hizmet alış-verişi sistemi içinde yaşayan Atlantis-ovası kökenli toplumlar mı,
yoksa, tepedeki bir kralın egemenliği ve emri altında, kralın mülkiyet alanını
genişleteme savaşları vererek, yerel kavimleri kendilerine vergi-haraç vermeye
zorlayan savaşçı kavimler mi?
DOM-15r: Basra-Hürmüz
Ovasında Uygar yaşama geçildiğinin bilinmemesi nelere yol açtı?
Şimdi
sizlere tarihsel geçmişimiz hakkında yanlış bilgilere sahip olmanın oluşturduğu
üzücü durumumuzu göstermek istiyorum.
Bizlere
Malazgirt savaşıyla Anadolu’ya geldiğimiz öğretilir.
Malazgirt
savaşından önce Anadolu’da kimler yaşıyordu? Bizanslar.
Bizanslılar
kimdi? Roma imparatorluğunun doğudaki uzantısıydılar.
Bizanslılardan
önce Anadolu’da kimler egemendi? Yunanlılar.
Yunanlılardan
önce Anadolu’da kimler egemendi? İşte bizim tarih bilgimiz burada sona erer,
çünkü biz arkeolojik kazıları kendimiz yapmayız-yapamayız ve batılı devletlerin
görüşlerine göre yaşarız.
Şimdi batı aleminin önemli kişiliklerinden Friedrich
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabının 30-35
sayfaları arasında dünyada uygarlığı kimin başlattığı hakkında neler yazılmış.
“Davar
evcilleştirilip yetiştirilmesi ve hayli geniş sürülerin oluşturulması, Ariyenlerin
ve Semitlerin, öbür barbarlar yığınından ayrılması sonucunu vermişe benzer.
Hayvan adları, Avrupa ve Asya Ariyenleri arasında aynı kalmıştır; ama bitki
adları, hemen hiç de böyle değildir.
Sürü
oluşturulması uygun ortamlarda çobanlık hayatına yol açtı; Semitik toplumlar
Dicle ve Fırat'ın; Ariyenler ise, Hindistan, Amuderya (Oxus), Sirderya Qax-arte)\
Don ve Dinyeper'in çayırlarında çobanlık yaşamına başladılar. Hayvanların
evcilleştirilmesi bu otlak alanlar yöresinde başlatılmış olmalıdır. Çobanlık
hayatı, sonraki nesillere insanlığın (uygarlığın) beşiği olmaktan çok uzak
olarak görünebilir, çünkü ilkel insanlar, hatta barbarlığın aşağı aşamasındaki
insanlar için bu durum hemen hemen yaşanılmaz olmalıdır. Tersine, orta aşama
barbarları, çobanlık yaşamına alışsalardı, ırmak boylarının çayırlık ovalarını
kendi istekleriyle bırakarak, atalarının yurdu ormanlık bölgelere dönmeyi
akıllarına bile getiremezlerdi. Hatta çoban hayatı yaşayan Semitler ve Ariyenler
Kuzeye ve Batıya doğru göçmeye zorlandıklarında, tahıl ekimiyle hayvanlarını
besleme olanakları sağlanmadan ve de kışı geçirecek durum oluşturulmadan Batı
Asya ve Avrupa'nın ormanlık bölgelerine yerleşmezlerdi. Bu bölgelerde tahıl
ekiminin, önce hayvan sürülerinin ot gereksinmesini karşılamak, daha sonra ise
insanların kendileri için yetiştirilmiş olması olasıdır.
Ariyen
ve Semit ırkların üstün gelişmesini, belki de, bu ırkların beslenmesinde et ve
sütün bolluğuna ve özellikle bu bolluğun çocukların gelişmesi üzerindeki olumlu
etkilerine bağlamak gerekir. Gerçekten, hemen hemen tamamen bitkisel bir
beslenmeyle yaşayan Yeni-Meksika'nın Peııblos'lu yerlileri, daha çok et ve balık
yiyerek yaşayan barbarlığın aşağı aşamasındaki yerlilerden daha küçük bir beyne
sahiptirler. Ama herhalde, bu aşama boyunca, yamyamlık yavaş yavaş ortadan
kalkar ve ancak dinsel bir eylem, ya da hemen hemen aynı anlamda büyücülük
şeklinde sürüp gider.
3. Yukarı
aşama. - Demir madenin eritilmesi ve dökümüyle başlar ve abecenin keşfi ve bunun yazıda kullanılmasıyla, barbarlıktan
uygarlığa geçilir. Önce de belirttiğimiz gibi, yalnız Doğu yarıküresinde
bağımsız bir gelişme gösteren bu aşama, üretimdeki ilerleme bakımından, bütün
önceki aşamaların topundan daha zengindir. Kahramanlık çağının Yunanlıları,
Roma'nın kurulmasından az önceki İtalyan aşiretleri, Tacite'nin Cermenleri,
Vikingler çağının Normanları bu aşamada bulunuyorlardı.
Her
şeyden önce, büyük ölçüde tarla ekimini, tarımı olanaklı kılan hayvanlar
tarafından çekilen demirden sabanı, ilk olarak, bu dönemde görürüz. Bunun
sonucu, yaşam araçlarında, çağın koşulları bakımından sınırsız bir artış
görülür. Demirden balta ve demirden bel olmaksızın, geniş ölçüde gerçekleşmesi
olanaksız bir dönüşüm, ormanların açılarak tarla ve çayır haline dönüştürülmesi
de, gene sabanın türetimine bağlıdır. Ama bütün bunların sonucu, nüfusun hızla
artışı ve küçük bir alan üzerinde yoğunlaşması oldu. Tarımın olanaklı
olmasından önce, örneğin yarım milyon insanın bir tek merkezî yönetim altında
toplanabilmesi için, zorunlu olarak, tamamen istisnaî koşulların bir arada
bulunması gerekirdi; büyük bir olasılıkla, bu durum hiç gerçekleşmemiştir.
Barbarlığın
yukarı aşamasının doruğu, kendini bize Homeros'un şiirinde, özellikle İlyada'da
gösteriyor. Gelişmiş demir aletler, körük, kol-değirmeni, çömlekçi tornası,
zeytinyağı ve şarap yapımı; madenlerin ustalıklı bir biçimde işlenmesi, yük ve
savaş arabaları, kalas ve tahtalarla gemi yapımı, sanat olarak mimarlığın
başlangıcı, kuleli ve mazgallı duvarlarla çevrilmiş kentler, Homeros'un destanı
ve bütün mitoloji - işte Yunanlıların barbarlıktan uygarlığa geçirdikleri
belli-başlı miras budur. Bununla, Homeros’un Yunanlıların, daha yüksek bir
dereceye geçmeye hazırlandıkları bu kültür aşamasının başlarında bulunan
Cermenler üzerine Sezar ve hatta Tacite'in anlattıklannı karşılaştırırsak,
barbarlığın yukarı aşamasının, üretimde ne zengin bir gelişmeyi kapsadığını
görürüz.
Burada,
Morgan'a dayanarak kaba taslak çizdiğim, insanlığın yabanıllık ve barbarlık
durumundan uygarlık başlangıçlarına kadar gidişini gösteren tablo, yeni
çizgiler bakımından oldukça zengindir ve özellikle, doğrudan üretimden
yararlanılarak hazırlandığı için, hiç sözgötürmez. Ama gene de, uzak ülkelerde
yapacağımız gezi sonucu gözler önüne serilecek freskle karşılaştırılırsa, bu
tablonun donuk ve yoksul kaldığı görülecektir. Barbarlıktan uygarlığa geçişi ve
barbarlıkla uygarlık arasındaki çarpıcı karşıtlığı iyice aydınlatmak, ancak bu
gezinin sonunda mümkün olacaktır. Şimdilik Morgan'ın düzenlediği sınıflamayı
aşağıdaki gibi genelleştirebiliriz: Yabanıllık: Doğa ürünlerinden,
onları hiç değiştirmeden yararlanmanın ağır bastığı dönem. İnsan eliyle yapılan
üretim, her şeyden önce bu yararlanmayı kolaylaştıran aletlerin üretimidir. Barbarlık:
Hayvan yetiştirme, tarım ve insanın faaliyeti sayesinde doğal ürünlerin
üretimini artırmayı sağlayan yöntemlerin öğrenilmesi dönemi. Uygarlık : İnsanın
doğal ürünleri hammadde olarak kullanmayı öğrendiği dönem; asıl anlamda sanayi
ve ustalık dönemi.”
Sunulan
belgede uygarlığı başlatanların çobanlıkla geçinen ariyen ve semitik kavimler
olduğu yazılıdır. Bu tipik bir ırkçı yaklaşımdır. Anadolu ve diğer bölgelerde
yaşayan aglütine dilli toplumlar yok sayılmış ve barbar olarak görülmüştür.
Görüldüğü
üzere asırlardır okullarda bizler çok yanlış bir insanlık tarihi çizilmiş.
Yunanlılardan önce Anadolu’da başka bir dil konuşan kavimler yaşadığı Homeros
ve Strabon tarafından itiraf ediliyor. O başka dil şimdiye dek hiç
araştırılmamış. Neden? Çünkü indogerman dil grubuyla taban-tabana zıt: Biri
bitişimli-aglütine, diğeri parçalanmalı:
Kurtardıklarımızdansın = you're one of those we saved
Günümüzde bilimsel araştırmalar Batı-Alemi
öncülüğünde ve onların bakış açılarına göre yürütülmektedir. Batı alemi deyince
de akla Avrupa-kültürülü toplumlar gelir. Avrupa-kültürlü toplumlar yaklaşık 5
bin yıl önceleri dünya sahnesine çıkarlar ve ondan sonra da hızla yayılarak tüm
dünyaya hakim olurlar. Burada "hakim olma" tam manasıyla bir sömürme
sistemi anlamındadır. Avrupalı deyince “Hint-Avrupa-dil” grubu olarak
tanımlanan dil ve kültür sahibi toplumlar akla gelir. Bunlar 5-6 bin yıl
önceleri Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan kavimlerce
oluşturulmuştur. Atların tam bu bölgede 5.500 yıl önceleri evcilleştirilmeleriyle
o bölge halkları muazzam bir savaş tekniği üstünlüğü elde edince, bu
üstünlüklerini dünyayı istila etmeye başlayarak sömürgecilik sistemini
başlatmışlardır. Sömürü düzeni bozulmasın diye, Atlantis denilen ve çok daha
eskiye dayanan bir uygarlık gelişiminin duyulup-yaygınlaşmasını istemezler.
Çünkü, Avrupalılar kendilerini “uygar”, diğer tüm toplumları “barbar” olarak
tanımlayıp- dünyaya öyle tanıtmışlardır.
Görüldüğü üzere herşey bir çıkar savaşıdır.
Atlantis denilen ve 12 bin yıl önceleri Anadolu üzerinden başlayarak tüm
dünyaya yayılan ilk uygar davranış kültürünün ortaya çıkması hiçbir batılı
sömürücü ülke tarafından desteklenmez.
Halbuki Atlantis kültürü 12 bin yıl öncelerine kadar uzanan bir geçmişe dayanır ve dünyadaki ilk uygar toplumsal davranış sisteminin çekirdeğini oluşturur. Avrupalılar ise 5 bin yıldan beri dünyada söz sahibidirler ve sömürücülüğe dayalıdırlar. Bu nedenle Avrupalılar Atlantis gibi ilk uygarlığın beşiği olan bir sistem görüşünün duyulup-yaygınlaştırılmasını istemezler, çünkü o zaman kendilerinin aryan ırkı, ilk uygar toplum olma iddiaları havada kalır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder