insanın gelişimi

Doğadaki oluşumların varlıkların çevrelerindeki değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelme çabaları sonucu gerçekleştiğini gördükten sonra: 
Şimdi “insan” cinsinin ortaya çıkış yeri ve zamanı hakkında gerekli bilgileri görelim.
Dinamik sistemlerde yeni bir ekolojik sistemin ve canlı türlerinin ortaya çıkması şöyle gerçekleşir: Doğal sistemde belli bir ortamda özel sınırlayıcı koşullar ortaya çıkınca, bu sınırlayıcı ortamdaki öğeler arası etkileşimlerin karşılıklı olarak birbirleriyle sürekli etki-tepki yapmalarına bağlı olarak, “düzen oluşturma = order parameter)” denilen düzenlenme sistemi oluşur ve bu yeni düzen ölçütlerine uygun yeni yapısal unsurlar ortaya çıkar. Yeni oluşan bir göl veya adadaki ekolojik koşullar bu şekilde değişirler. Galapagos adalarındaki veya Hazar Denizi, Karadeniz, Tanganika, vs. göllerindeki yeni ekolojik sistemler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. 

Doğu Afrika'nın yandaki haritada gösterilen bu yöresi, iç dinamik kuvvetlerin etkisiyle, bir taraftan yükselirken, diğer taraftan da yarılmaya başlar. Bu durum karşısında, elbette bölgenin hem iklimi değişir hem de bu iklim değişikliğine paralel olarak bitki örtüsü değişmeye başlar. Bitki örtüsünün değişmesi, yöredeki hayvanların, daha doğrusu, hayvanları oluşturan hücre kolonilerinin de yeni kombinasyonlar oluşturarak, bu değişen koşullara uyumlu "yeni kılıflar= yeni hayvan türleri" oluşturmalarına neden olur.
Dünyamız sürekli değişim-dönüşüm içindedir ve bu değişim-dönüşümler coğrafik durumu da çok değiştirir. Örn. 250 milyon yıl önce dünyadaki tüm kıtalar birleşmiş halde iken, 250 milyon yıl önceleri parçalanmaya başlar. Parçalanma Atlantik okyanusunun olgunlaşmasıyla devam eder ve bu arada Afrika’dan büyük kıta parçaları kopar. Bu  parçalardan biri de Hindistandır ve yaklaşık 10 milyon yıl önce Asya kıtası ile birleşir. Bu birleşme sırasında aralarındaki denizde milyonlarca yıldır birikmiş olan tortullar sıkışarak yükselirler ve günümüzün en yüksek dağ-kuşağını Himalayaları oluştururlar. 
Yaklaşık 5 milyon yıl önceleri, dört ayaklı memeli yaratıklardan iki ayaklı insansı (hominid) yaratıkların oluşması olayı, bir ortam değişikliği sonucu oluşmuştur. Doğu Afrika, ~10-12 milyon yıl öncelerine kadar, tropik ormanlarla kaplı bir bölge iken, ~10 milyon yıl önceleri, Doğu Afrika Rifti denilen yerkabuğu yükselmesine dayalı yırtılma olayı sonucu, hem binlerce metreye varan bir yükselmeye uğramış, hem de yırtılma sonucu, sarp yamaçlarla çevrili derin bir vadi sistemi oluşturmuştur. Bu jeolojik olay sonucu, özel sınırlanmış bir ortam ortaya çıkmıştır. Bölgenin yükselmesi zorunlu olarak bitki örtüsünde değişikliğe yol açmış, tropik orman örtüsünün yerini savana ortamı almıştır. Ormanlarda ve ağaçlar üzerinde yaşamaya alışık 4 ayaklı bir memeli yaratık grubunun, yaşam ortamlarının savana ortamına dönüşmesi ve bu değişik ortamda izole (hapis) kalmaları sonucu, beslenme-savunma sistemlerinde değişiklikler oluşmaya başlamış, ve bu değişikliklerin çok uzun yıllar sürmesi sonucu, ağaçlarda-dört-ayaklı-yaşama sisteminden, savanlar-arasında-iki-ayak-üzerinde-yaşam tarzına geçiş zorunlu olmuş ve hominid (insansı) denilen iki ayaklı yeni bir cins (Australaopitechus) ortaya çıkmıştır.
Şekil: İki ayaklıların (Hominidlerin) son 5 milyon yıllık zaman içerisindeki çeşitli türleri (Gedik 1998’den). Australopitechus diye adlandırılan cins yeryüzünün ilk iki ayaklı yaratığıdır. Belden altı "insansı", belden üstü "maymunsu" görünüşlü bu iki-ayaklı yaratık, yaklaşık 1.5 m boyundadır ve kafatası, ancak bir bebeğinki kadar bir büyüklüktedir. İki ayağı üzerinde yürümesi nedeniyle "el" denilen bir organla karşı karşıya kalan bu yaratık, bu "el" organını, bazı şeyleri "sopa" olarak kullanarak değişik bir yaşam tarzının (modasının) başlangıcını yapmıştır. Bu ilk iki-ayaklı yaratığın da değişik ortamlara uyumlu değişik türleri oluşmuştur: Kimi daha çok bitkisel ağırlıklı bir beslenmeye yönelirken, kimi etçil ağırlıklı beslenmeye yönelmiş, kimi her ikisini dengeli şekilde kullanmıştır. Bu farklı yaşam şekillerine uygun olarak da farklı kemik ve kas yapıları tipleri oluşturmuşlardır.
Daha sonraları başka birçok değişiklikler olması karşısında, bu çok farklı türdeki değişimleri daha iyi değerlendirebilecek, gelişmiş bir veri-yorumlama sistemi oluşturma yöntemine geçilmiş ve gittikçe büyüyen bir beyin sistemi oluşturulmuş ve Homo habilis'le başlayıp, Homo erectus'la devam edip, Homo sapiens'le sürmekte olan farklı insan türleri hayata geçmişlerdir. 
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende şu anda neler olup-bitiyor ve gelecekte neler değişebilir, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. Diğer canlılar daha iyi koku-alma, daha iyi-görme, daha hızlı koşabilme gibi yeteneklerini geliştirmeye ağırlık vermişler ve bu yönleriyle doğaya uyumlu olmaya çalışmışlardır. İnsanı oluşturan hücreler ise, tüm bu alanlardaki yeteneklerinden feragat ederek, doğada neler nasıl oluyor, bunları nasıl takip edip, onlardan yararlanabilirim, gelecekte neler nasıl değişebilir gibi “yorumlama” yeteneğine yatırım yapmışlardır. Hücreler, zaman içinde çevrelerinde birçok şeyin değişebileceğinin farkında olduklarından, beyin-denilen yönlendirici sistemin hücrelerini sabit-değişmez olarak değil, sürekli değişip, çevre faktörlerine uyum sağlayacak bir yetenekle donatmışlardır. Bu yeteneğe, beyin hücrelerinin değişen çevre koşullarına uyum sağlayabilmeleri anlamına gelen “Neuroplasticity” denir.
Beyin konusundaki araştırmalar, sık-sık tekrarlanan olayların, beyindeki bağlantıların oluşturulmasında temel rol oynadığını göstermiştir. Hafıza kaydının yapıldığı sinir hücrelerinin her biri, 10.000den fazla farklı türde faktörü dikkate alıp- değerlendirecek şekilde bir yapıya sahiptirler (Lisman ve diğ.2018).
Hücreler değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de! 
.             Bilgi ve yaratıcılık ilişkisi

 Hücrelerin “Bilgi oluşturarak, bir şeyler yaratan” İnsanı Oluşturması
Her canlı hücrelerden oluşur ve hücreler canlının gereksinimlerine uygun şekilde organ veya organeller oluşturarak canlının doğal koşullara uyumlu davranmasını sağlarlar.
İnsanı oluşturan hücreler bu temel ilkeden biraz saparak, insan beynini, çok farklı senaryolar üretecek, çok geniş çerçeveli düşünüp- davranacak bir yetenekle donatmışlardır.
Bir katılımcı, “insan yaratıcı ise neden bir hücre oluşturamıyor?” şeklinde insanın yaratıcılığına itiraz etmişti. Yanıtım şu idi:
Doğada yaratıcılık alt-sistemlere aittir, onlar doğadaki değişim-dönüşümlere uyabilmek için çeşitli üst-sistemler oluştururlar. Hücreler alt-sistemdir, insanlar (bedenler) üst-sistemdir. İnsan hücre oluşturamaz, hücreler insan oluşturur. Önceki bölümlerde açıklandığı gibi, insan da doğadaki değişimlere uygun bir beden oluşturma amacıyla hücrelerce oluşturulmuşlardır. İnsanın yaratıcılığı ise, insanlığın karşı-karşıya olduğu sorunları çözecek şekilde bir üst-sistem (yani toplum) oluşturmaktır. İnsanlığın oluşturduğu (yarattığı) ürünlere bakılırsa, hepsi toplumsal yaşamın gereksinimleri olan şeylerdir. Bu ürünler, hücrelerin beden oluşturmak için oluşturdukları kalp, böbrek, beyin, el, ayak, vs. gibi organlara denk gelirler. O organlarla da farklı bedenler oluşturulmuştur. Yani insanlık eninde-sonunda doğal-sisteme uygun bir gerçek ekolojik toplum oluşturacaktır. Bu girişimi engelleyenler, Tepe’den yönetimli düşünüp-davranan bilim-insanları, din-adamları, para-babaları, siyasetçiler vs.dir.
Canlılar çevresinde kendisini etkileyecek faktörleri algılayacak organlar-organeller, proteinler, vs oluşturulur. Bu sayede doğadaki farklı koşullara uyum sağlayarak yaşamını sürdürür. Biz insanlar onlar kadar bu konuda başarılı değiliz.
Bir örnek verelim:
Jeoloji öğrencileriyle saha çalışmaları yaptığımız bir yaz gününde, hava güllük-güneşlik iken, birdenbire ani bir fırtına kopar ve ceviz büyüklüğünde dolu taneleri başımıza yağmaya başlar. Kafamızda şişliklerle, bir süre sonra öğrenci yurduna döneriz ama ıslanmayan, zarar görmeyen kimse yoktur.
Aklıma şu soru gelir: Arılar bu güzel günde mutlaka kırlarda çiçeklerden nektar topluyor olmalılar. Böyle yok edici bir felakette hepsinin ölmesi gerekir. Acaba onlara ne oldu?
Ertesi gün, saha çalışması yaptığımız yere yakın bir yerde arı-kovanları bulunan birine gidip, bu soruyu sordum. Verdiği cevap ilginçti: Dolu yağmurunun başlamasından kısa bir süre önce, sürüler halinde tüm arılar kovanlarına dönmüşlerdi!
Sadece fırtına değil, deprem, volkan patlaması gibi felaketlerden etkilenecek hayvanlar da, bu felaketleri önceden algılayıp, önlem almaktalar.
Peki insanı oluşturan hücreler neden bu konuyu dikkate almayıp, bizleri bu tür yeteneklerden mahrum bıraktılar?
Çünkü insanı oluşturan hücreler çok daha geniş bir bakış açısıyla   hayatı ve doğayı algılamaya ve ona uygun çözümler üretecek çok geniş spektrumlu bir beden ortaya koymaya kalktılar. 
İnsan hariç hiçbir canlı, dünyamız nasıl oluştu, evren nasıl oluştu gibi sorularla uğraşmaz, ama biz uğraşırız. Bu nedenle, bir insan nasıl doğuyor, il insan nasıl oluştu? Dünyamız nasıl oluştu? gibi binlerce soruyu kendine sormaya başlar.
İnsanlığı kültür gelişimi grafiğinden anlaşıldığı kadarıyla, bu soruları sormak yaklaşık 300 bin yıl  başlamış, çünkü o zamandan beri ölülerini gömmeye;  45 bin yıl önce duvarlara, taşlara resimler yapmaya; 27-28 bin yıl önceleri, insan nasıl oluşmakta sorusunu sorup,  doğurganlığı temsil eden hamile kadın heykelcikleri yapmaya; 15-20 bin yıl önceleri ölümden sonra tekrar dirilmeyi tasarlamışlar ki, ölenleri en değerli eşyalarıyla birlikte gömmeye; 12 bin yıl önceleri ay-güneş ve yıldızların hayatı nasıl etkilediğini sorgulamışlar ki, gök-yüzündeki bu öğeleri gösteren şekiller çizmeye başlamışlardır.
Zaman olgusunun önceki bölümlerde açıklanan gelişim aşamaları, doğal sistemin sürekli bir gelişme içinde olduğunu ve bu gelişmelerin de bilgi oluşturularak yapıldığını göstermektedir. Doğadaki değişim-dönüşümler olarak karşımıza çıkan zaman olgusu, atom-altı-öğelerin çevrelerini algılayarak, oluşan yeniliklere göre, yeni üst-sistemler oluşturduklarını göstermektedir.
İnsanlık doğadaki yaratıcılığı (Tanrıyı) anlamak istemektedir. Yaratılan şeylerin kimler tarafından yapıldığına bakmak sorunu çözer. Bilgisayar, araba, vs insanlar tarafından; insan, koyun, balık, vs. hücreler tarafından oluşturulmaktadır. Öyleyse bunların yaratıcısı, alt-sistemleri olan hücrelerdir. Hücreler atomlar-moleküller tarafından oluşturulurlar, atomlar atom-altı-öğeler denilen kuantsal sistemle oluşturulduğundan, doğadaki tüm yaratıcılık sisteminin oluşturucusu kuantum alemi olmaktadır.  
Yaratıcılık hep alt-sistemlerle başlar, atom-altı-öğeler atomları; atomlar molekülleri; moleküller hücreleri, hücreler bedenleri oluştururlar ve sahiplenirler; ömürlerini belirlerler. O ömür sonunda üst-sistem tekrar alt-sistemlerine ayrışır; ve doğadaki değişim-dönüşümlere göre yeni üst-sistem oluşumları tekrar başlatılır. Yani doğal sistemin yaratıcılığı, tabandan yönetilmeye dayanır, sürekli-değişim-dönüşüme göre çalışmaktadır. Bu nedenle evrensel ölçekte bir gelişme, bir evrim vardır.
Zamanın dünyamızdaki gelişim aşamaları, canlılığın kuantsal sistemle başladığını göstermektedir. Dolayısıyla hayat sistemi gittikçe evrimleşmektedir. Bu evrimleşme bilgi faktörü ile olmaktadır. Yani yaratıcılık, dinsel öğretilerin öngördüğü gibi “olsun” denildiğinde oluşan bir sistem değil, enerjinin gittikçe daha yoğun bir şekilde kullanılmasına yönelik arayışlar, olasılık hesapları ve en olası sistem arayışı şeklinde olmaktadır. 
Yani her şeyi önceden bilen ve ona göre doğa ve dünyayı yaratan bir yaratıcı değil, olasılık hesapları yaparak, en iyi yapıların gelişmesini, kötülerin elenmesini sağlayan bir yaratıcılık söz konudur. Bu nedenle farklı düzeylerde yaratıcılık ortaya çıkmış, önceleri hücresel düzeydeki yaratıcılık egemen olmuştur. 5 milyon yıl önceleri ise, sadece bu dünya üzerindeki koşullara dikkate alarak yeni bedenler oluşturan bir beden değil, evrensel ölçekte düşünerek yaşamayı ön-plana alan bir cins oluşturmaya geçiş başlamıştır.
İnsanlar neden diğer canlılardan farklıdır?
İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiştir. Dolayısıyla insanın diğer canlılar farkı genetik kodlamalarda mevcuttur.
Şekil: İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya alan bir hücresel tasarımdır. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.
"Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.
Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısına gittiklerini anlamak kolaylaşır.
 Şimdi bunu görelim.
Araştırma sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır. Bu bölgenin özellikle beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya konmuştur. Reelin ise, öğrenme ve hafıza oluşturmada etkili olan bir proteindir.
Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır.
Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.
Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde, dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını çekmekteyiz.
İnsanlara, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum hayatına başlıyor.
Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur. Yine Tepe’den yönetimli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Halbuki doğa tabandan yönetilen sistemde çalışmaktadır ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur
Günümüz dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da, doğada tabandan yönetimli bir hayat görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta, hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.
Gelişmiş ülke halkları, geri kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”
Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca, sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız gerekir.
Yani BİLGİ faktörü doğadaki oluşum ve gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür. Ve bilgi üstel (yani eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim göstermektedir.
Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen tabandan yönetilen sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını yönlendirir.  Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.
Doğadaki her canlı, organları tarafından algılanan sinyallere göre davranır.
Doğada her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu değişimleri algılayacak şekilde reseptörler oluştururlar ve onların verilerine göre davranırlar. İnsanlar ise yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden geldiği inancına göre beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal sisteme uygun davranamamaktadırlar.

İnsanların hayat hakkında görüş oluşturmaları
 Hayatın-doğum-ölüm döngülü ve de atom-altı-öğelerle başlatıldığının bilinmediği zamanlarda, insanlar hayvanların çiftleşmeyle oluştuklarını görüyorlardı. İnsanlar kendilerinin de ana-babaların çiftleşmeleriyle oluştuklarının farkındaydılar. Bu nedenle yaratıcılığı atalara ait bir özellik olarak düşünmüşlerdir.
İnsanların ateş yakmasını, mızrak, ok, sal, kayık gibi bir sürü yenilik ortaya koyduğunu, diğer hiçbir hayvanın böyle bir yapma-yaratma yeteneği olmadığını da fark etmiş olmalılar.
Birçok eski toplumda kafatası-kültü denilen bir gelenek olduğu görülür. Bu inanç nedeniyle ölenlerin kafaları bedenden ayrılarak saklanırlar. Birçok eski kültürlerde, mezarlarda kafatasının bulunmamasının nedeni bu olabilir.
İnsanlar düşünme, bilgi oluşturma, yapma-yaratma yeteneğinin kafa içinde olduğunu hissetmişlerdir. Atalarının kafataslarını saklayarak, bu yaratıcılık-güç-kuvvet özelliklerini korumayı, kendilerine geçirmeyi amaçlamış olmalılar. Şamanların maskeler takmaları bundadır. Veyahut düşmanlarının kafataslarını alarak, onların güçlerini zayıflattıklarını da düşünmüş olabilirler.
Göbekli Tepe’deki gibi kafası olmayan insansı sütunların yapılması böyle bir düşünce sistemi etkisiyle olabilir.
Atalarımız güç-kuvvet, yaratıcılık gibi yeteneklerin, içsel (hücresel-atomik) bileşenlerden değil de, harici bir güç sisteminden kaynaklandığını düşünmüşlerdir.  Doğadaki en güçlü canlıların resimlerini-heykellerini yaratıcı olarak tasarladıkları ata-tanrıları figürlerine işlemeleri, onları yüceltme çabaları olarak görülebilir.

Doğadaki yaratıcığı süper-güçlü varlıklar olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan T-şekilli sütunlar erkek-dişi kutsal ata-tanrı figürleri olarak düşünülmüş olabilirler.

Göbekli tepede birçok dairesel şekilli yapıların yan-yana bulunması, bunların farklı kabilelerin görüşlerini temsil ettikleri olarak düşünülebilir.  
Doğa ve dünyamızın gelişimi konusuna atalarımız tarafından iki farklı şekilde yaklaşıldığı görülmektedir. Biri “yaratıcılık”, diğeri “oluşumculuk” olarak adlandırılabilir.
Yaratıcılık bir insanın taştan heykel yontması, veya bir tohumu ekip, ondan buğday elde etmesi gibidir. Yani eserin ortaya çıkışı, o eserin dışındaki bir varlık tarafından gerçekleştirilmiş olarak düşünülmüştür.
Oluşumculuk, eserin ortaya çıkışında çevresel faktörlerin de rolü olduğu görüşüne dayalıdır ve animizm-paganizm gibi inanç sistemlerinin temelini oluşturur.
Göbekli tepe yapılarının üzerlerinin sonradan taşlarla örtülmesi, bu tür inanç sistemleri arasında bir dönüşüm olması olarak düşünülebilir.

ARIMIZIN YAPTIKLARI YANLIŞLIKLAR “EBEDIYET VE ÖTEKI DÜNYA ANLAYIŞI”
Hayatın provası yoktur. Hayatımızı doğal sistem işleyişine uygun olarak düzenleyip gereken şeyleri gereken zamanda yaparak yaşamımızı sürdürdüysek, gözümüz arkada kalmadan mutlu bir yaşamdan sonra tekrar hücrelerimize, moleküllerimize ayrışırız. Diğer durumda ise, mutsuz bir yaşamdan sonra, gözümüz arkada, yine hücrelerimize, moleküllerimize ayrışırız. Yaşamımızı doğadaki sistemle uyumlu olarak yaşayabildikse, yaşadık oluyor. Yoksa bir ömür geçiyor ve hücreler yeni bir varlık içinde yarışlarına devam ediyorlar.
Hücrelerimiz de yeni bir yaşam oluşturacak şekilde doğadaki bilgi edinme ve bu bilgilere göre kendilerini yeniden örgütleme işlemlerine devam ederler. Hayat bu şekilde devam eden bilgi edinme ve bu bilgilere göre tekrar örgütlenme yarışlarından oluşur. Çünkü zaman denilen faktör, maddelerin bu tür bir değişim-dönüşüm sistemi içinde olmasını gerekli kılar. Ebediyet, sonsuzluk gibi bir şey olması mümkün değildir. Varlıklar (maddeler) birbirlerine dönüşmeyecek olurlarsa, zaman denilen şey durmuş olur.

Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, insanların düşünce ve davranışları, kalıtsal devreler yanı sıra ana-babalardan (ve çevreden) aktarılan görsel ve sözel bilgilerle (hikayeler, gelenek ve görenekler, vs.) şekillenmektedir. Aktarılan bu bilgilerin çoğunluğu sözlü olarak aktarılmaktaysa da, yaklaşık 5 bin yıldan beri yazılı aktarımlar gittikçe ağırlık kazanmaktadır.    
Hücreler değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen (sarı hattın üstündeki) beyin kesimindeki hücrelerin örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de!
Çocuklarımıza vereceğimiz bilgilere ve göstereceğimiz hedeflere göre, onların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları da değişik oranlarda oluşmaktadırlar. Çocukluk evresinde onlara hangi konu ile ilgili bilgiler aktarıyorsak ve onlara nasıl bir hedef gösteriyorsak, çocukların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları, o konularda daha fazla olacak şekilde ayarlanırlar ve çocuklarımız o konularda daha başarılı olurlar.(Elbette çocukların genetik olarak daha yetenekli oldukları alanlar vardır ve bizler çocuklarımızın o genetik yetenekli oldukları alanları keşfedip, onların o yönde kendilerini geliştirmelerini sağlarsak, o zaman çok daha yetenekli, hatta “dahi” denilecek elemanlar yetiştirebiliriz).
İnsanın zihinsel gelişimi:

 ~500.000 yıl önceleri ateşi kontrol etmeyi başarmış;
~200.000 yıl önceleri ölülerini gömmeyen başlamıştır.
Yaklaşık 75 bin yıl önceleri Endonezya’nı Sumatra adasında bulunan Toba gölünün bulunduğu yerde muazzam bir volkan patlaması oluşur. Bu Toba-Volkanı patlaması dünyada saptanan en büyük volkan patlamasıdır; atmosfere saçtığı küller ve zehirli gazlar nedeniyle doğal hayat zinciri büyük zarar görür. O zamanlar Asya ve Avrupa’da buzul devri vardır ve iklim zaten çok soğuktur. Bir de bu volkan patlaması eklenince, birkaç yıl süren “güneşsiz” yıllar bitki ve hayvan gelişimini bu bölgelerde nerdeyse sıfırlar. Sadece mağaralarda yaşayabilen Asya ve Avrupa insanları bu felaketten çok etkilenirlerken, Afrika’da yaşayanlar bu felaketten daha az etkilenirler, çünkü güney yarıkürede buzul devri etkisi pek yoktur. Bu nedenle dünya genelinde insan nüfusunun 10-15 bine düştüğü ve muazzam bir yok oluş gerçekleştiği hesaplanır.
Alttan ısıtılmaya başlanılan bir kazanın içindeki su molekülleri zor durumda kaldıklarında, yani ısı çok arttığında, birbirleriyle haberleşerek, ortak kanallar boyunca yükselip, tabandan aldıkları ısıyı yüzeye taşırlar ve biraz soğurlar. Sonra içlerine hava alarak kanal çeperi boyunca tekrar derine inerler ve kazan tabanındaki ısıyı tekrar alırlar ve kanal ortasından tekrar yüzeye çıkarlar ve hava kabarcıkları bırakırlar. Bu şekilde zor durumdan kurtulmuş olurlar. Buna sinerjetik davranış denir.
İnsanlık da, 70 bin yıl önceleri nüfusun azalmasına yol açan böyle bir zor-durum karşısında zihinsel yeteneklerini artırarak yeni bir dönem başlatmış olmalıdır. Bu yeni dönemi şu olgulardan anlayabiliyoruz:
Genetik araştırmaları Doğu-Afrika’da yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri modern insan genomuna yakın bir genetik oluşum gerçekleştiğini ve oradan yayılarak tekrar Asya ve Avrupa’ya dağıldığını göstermektedir. Bu yeni neslin bireylerinin zihinsel yetenekleri öylesine gelişmiştir ki, denizde yolculuklar yapacak sal veya tekne gibi araçlar yaparak (ve belki de yelken gibi rüzgar enerjisinden yararlanarak) uzak deniz yolculukları yapacak bir düzeye ulaşılmıştır. Avusturalya gibi okyanus içindeki bölgelere 50-55 bin yıl önceleri ulaşılmış olması bunun delilidir.
İnsan zekasının 50-60 bin yıl önceleri büyük bir sıçrama-patlama yapmasının bir başka delilini, okyanus içinde, hiç göremedikleri kara parçalarını, adaları veya Avustralya gibi bir kıtayı nasıl tasarlamış olmalarından anlarız. İnsanlar göçmen kuşların uçuş güzergahlarını izleyerek, onların uçtukları yönde bir kara parçası bulunması gerektiğini hesaplayabilmiş olmalılar. Yoksa uçsuz bucaksız okyanusta, çoluk-çocuklarıyla, böyle bir maceraya atılmış olabilirler mi?  
 
~ Yani yaklaşık 70 bin yıl önceleri insanın zihinsel gelişiminde, ateş kontrolünden sonraki ikinci büyük gelişim adımı atılmış ve
~ 50-55 bin yıl önceleri sal-kayık gibi deniz taşıtları yapılabilinmiş;
~45-50.000 bin yıl önceleri mağara duvarlarına resim yapılmaya başlanmış;
~30.000 yıl önce aile toplulukları halinde ve zıpkın, kemikten iğne vs. yaparak çadırlarda yaşamaya başlamış;
~11-12 bin yıl önce, tarım ve hayvancılığı keşfederek köyler şeklinde ilk yerleşik toplumsallaşmayı başlatmış;
~6.000 yıl önce, sanatsal yaşamın da dahil olduğu ilk kentsel hayat tarzına geçilmiş;
~3.000 yıl önce ilk bölgesel devletlerin oluşumu gerçekleşmiş;
~ ve günümüzde, sanayi ve teknolojinin aşırı gelişmesi sonucu, devletler arası sınırlar anlamını yitirmeye başlamış, globalleşme zorunluluk olmuş ve dil-din-ırk, vs. ayrımının gözetilmediği, dünya ölçeğinde bir ortak toplumsal yaşam sistemi oluşturulmasının çabaları yürütülmektedir.
“İlk sıcak bir çorbayı atalarımız ilk defa ne zaman içti?” şeklinde bir soruya verilecek yanıt ise: “~8.000 yıl önce!” olur, çünkü daha önceleri çanak-çömlek yapmasını bilmiyorlardı!

İnsanlığın zeka düzeyi zamanla gelişmektedir; ~70.000 yıl öncesine kadar insan zekası çok az bir gelişim gösterirken, ondan sonra çok hızlı bir yükselişe geçmiş ve bunun sonucu yarattığı ürünlerin sayısı hızla artmaya başlamıştır.

 Zekânın gelişmesi doğal sorunlarını çözmesine yaramış, bunun sonucu, bireysel-bağımsız-göçebe hayatından sıyrılarak, karşılıklı-bağımlılığa dayanan toplumsal hayatı başlatmış ve zeka ve mantığının daha da gelişmesiyle, toplumsal birimlerin çapını köylerden kentlere, bölgesel devlet oluşumuna ve nihayet dünya ölçeğinde bir toplumsallaşmaya ulaştırmıştır. Bağımsız-bireysel yaşayan bir insan "toplu iğne" bile yapamazken, karşılıklı-bağımlılığa ve iş-birliğine dayalı yaşam tarzıyla (daha geniş çapta insanlığın katılımıyla), daha büyük ve daha komplike kültür ürünleri yapılabilmekte (motor, baraj, uydu, bilgisayar, vs.) ve insanlığın yaşam standardı biraz daha yükseltilmektedir.

Doğa ve dünya sürekli değişmektedir. Zeka düzeyi son 50-60 bin yıl içinde artmaya başlayan insanların bu son 60 bin yıldaki durumuna ve çevresinde gerçekleşen değişimlere bakalım.
60 bin yıl önceleri dünya çok soğuktu ve buzul devri içindeydi.  
Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?

Şekil: Son buzul devri coğrafik görüntüsü (Roberts 1984’den). Ve o dönemde Basra Körfezinin durumu.  Son buzul devri süresince Basra Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline dönüşmüştür. Hürmüz boğazına yakın yerinde ise şekilde görülen büyüklükte bir göl kalmıştır.   

 Şimdi buzul devri süresince dünyada kimlerin nerede yaşadıklarına bakalım.
Yüz bin yıllık bir süreçte devam eden buzul devrinde insanlık henüz çanak-çömlek yapmasını bilmediğinden, sadece su kaynakları çevresinde bulunan mağaralarda veya ılıman iklimli ortamlarda yaşayabiliyordu. Bu iki koşulu yerine getiren bölgeler ise yüksekliği 400-500 metreden az, ekvatora yakın ve bir ırmak vadisi kenarlarıdır. Bunların nerelere denk geldiği yandaki haritada kırmızı hatlar içinde gösterilmiştir. Diğer bölgeler ise 4-5 yüz metreden yüksek platolar olduklarından, çok soğukturlar ve yaşam sadece mağaralarda mümkündür. Bu nedenle o soğuk bölgelerde sadece soğuk ortamlarda yaşamış olan Neandertal insanları kalıntıları bulunmuştur. Üstelik bu ortamlarda insan yoğunluğu çok çok azdır. Halbuki kırmızı hatlarla gösterilen bilgelerde insan yoğunluğu çok fazladır.

Aşağıdaki şekilde, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırmalara göre Basra Körfezinin buzul dönemi sonu tekrar dolması aşamaları gösterilmektedir. Buzulların kaybolması sonucu, hem dünya iklimi daha sıcak olmaya, hem de insanların yaşam ortamları gittikçe artmaya başlamıştır; ama bir istisnayla: Buzul devirlerinin Basra-Hürmüz ovası  üzerindeki göldeki adalarda ve deniz seviyesinin tekrar yükselmesiyle bağımsız adalara dönüşen diğer Basra ovası tümseklerinde! Çünkü buzulların ergimesiyle oluşan suların denizlere dolmasıyla, deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1 cm kadar yükselmekte, dolayısıyla denizlere komşu olan tüm ovalar ve vadiler yavaş yavaş tekrar deniz suları ile kaplanmaktadır. Bu adalarda yaşayan insanlar, hem her yıl tekrarlanan sel felaketleriyle, hem de yaşadıkları ortamın her sene biraz daha deniz suları altında kalmasıyla boğuşmak zorunda kalmışlardır. 
Şekil: Meteor'un araştırma sonuçlarına göre Basra körfezi gelişimi
İnsanların bir araya gelip toplumsal hayat sistemini oluşturmasına yol açan sınırlayıcı ortam koşulları, işte bu durumdur! Bunun sonucu insanlar arası karşılıklı etkileşim kritik değere ulaşmış ve insanlar, toplum hayatı denilen yeni bir üst sistem oluşturmuşlardır. Ama sistemin sahipliği konusunda çok büyük bir hata yapmışlardır. Kuvvet dediğimiz yaptırımcı faktörün varlıkların dışında olduğunu varsaydıkları, tanrısal güçleri temsil ettiklerine inandıkları bir ‘tepedekiler’ anlayışı bırakmışlardır.
Her şey bir ihtiyaçtan doğar ve ihtiyaçlar bilgi oluşturularak giderilirler. Her darda kalan, sıkışan öğe, sorunu aşmak için arayışlara girer ve bunun sonucu bilgiler üretilmeye başlanır. İnsanların insanlaşması, yani vahşi davranışlı hayat tarzından, uygar ve birbirlerine karşılıklı saygı duyan bireylere dönüşmesi de bir ihtiyaçtan doğmuştur. Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan bir adada mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.
O zamana kadar herkes birbirlerini rakip veya düşman olarak görürken ve birbirlerinden bağımsız olarak avcılık ve yabani meyve toplayıcılığı ile geçinirken, doğanın karşılarına çıkardığı bu her yıl tekrarlanan sel felaketleri ve gittikçe yükselen deniz seviyesi karşısında, gidecek başka yerleri olmadığı için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşime girmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar (ve çevre faktörleri) arası etkileşimler doruk noktasına ulaştığında, karşılıklı uzlaşma sağlanacak bir “order parameter= düzen ölçütü” oluşturulmuş ve insanlar bu düzen ölçütüne uyarak toplumsallaşmayı başlatmışlardır.
Adanın çevresine set şeklinde duvarlar örmek, taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir. Duvar örme ve sürekli olarak bu duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli insanların görevlendirilmesi gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak besin maddelerini de başkalarının temin etmesi gerekmiş, bu şekilde insanlar arası karşılıklı bağımlılık sistemi, yani toplumsallaşma başlatılmıştır!
Bir insanın normal olarak toplayacağı yabani meyve veya avlayacağı canlı sadece kendi ihtiyacını karşılayacak kadardır; halbuki duvar yapımı ile uğraşan insanların besinlerini karşılamak da onlara düşünce, çözüm arayışına girmişlerdir.
Tavukları yabanda avlamak yerine, onları “kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla” gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde “tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp, işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.
Görüldüğü üzere sinerjetik sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar. Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıktı. Öyleyse, başka meslekler de oluşturulmak zorunda, çünkü, duvarcının ihtiyaçlarının karşılanması gerek! Eskiden herkesin bağımsız olarak yaşadığını ve her türlü ihtiyacını kendisinin karşıladığını düşünürsek, şimdi karşılıklı bağımlılık içinde bir hayat sistemi oluşturulması söz konusudur. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor.
Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine girmişlerdir. Böylelikle TOPLUMSALLAŞMANIN İLK ADIMI atılmıştır!
İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.
Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler oluşturulmasıyla mümkündür.
Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir sorunla karşı-karşıya getirmiştir. Arkeolojik-paleoantropolojik bulguların gösterdiği üzere, ilk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden oluşur.  Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.
 İnsanlığın Doğal Sistem Hakkında Bilgi Oluşturmaya Başlamasının Aşamaları
Geçmiş bölümlerde aktarılan tüm bu olaylar ve gelişimler yeryuvarı tarihi yıllıklarında kayıtlıyken ve biz insanlar bu bilgilere ancak son asır içinde ulaşabilmişken; beyinleri henüz yeni yeni gelişen ve doğa ve dünyamız hakkında ilk fikirleri oluşturmaya başlayan insanların ne tür aşamalardan geçtiklerini, yine yeryuvarı yıllıklarından takip edelim.
İnsanlar, doğa ve dünya hakkında fikir üretimine, yaklaşık 30 bin yıl önceleri, kadınların çocuk doğurarak yeni bir canlı dünyaya getirmesini “yaratıcılık” sayıp, hamile kadın heykelcikleri yaparak başlamışlardır. Yaklaşık 15 bin yıl önceleri, “hayat” sorusunu irdelemiş olmalılar ki, ölümden sonra insanların tekrar canlanacakları inancıyla, ihtiyaç duyacakları tüm değerli eşyalarıyla birlikte ölülerini gömmeye başlamışlardır.

Toplum hayatında cinsel ilişkiler neden yasaklar kategorisine alınmıştır?
Gerek Sümer belgelerinde, gerekse Eflatun’un kitaplarında, insanlığın oluşumu ve dünyaya yayılışı anlatılırken, kutsal soylu olduklarına inanılan yönetici kesimin, adi soylu olduğuna inanılan halk tabakasının kızlarıyla birleşmeleri sonucu, asil-kutsal özlerinin kaybolmaya başladığı ve soysuzlaştıkları ve bu nedenle de egemen oldukları toplumlarda işlerin kötüye gitmeye başladığı vurgulanır. Bu bilgiler dinsel öğretiler içine alınıp, gelenek-göreneklere işlenmiştir. Bu gelenek ve görenekler altında yetişen insanlarda, felaketlerin bu nedenle geldiği, toplumsal hayatta denge ve düzenin bu nedenle bozulduğu inancı yaygındır.
“Kıyamet günü” gibi bir kavram neden insanlık tarihine girmiştir?
Tarihsel bilgiler atalarımızın yaşadıkları ve gördükleri olaylar dizininden oluşurlar. Bu bilgiler arasında “kıyamet günü” diye bir kavram da mevcut olduğuna göre, hangi yaşanılmış olaydan kaynaklandığının bilinmesi önem taşır.
Yukarki paragraflarda verilen bilgiler, atalarımızı etkileyen en önemli olayların başında, tufan olayının bulunduğunu göstermektedir. Tufan olayının jeolojik nedenleri yukarıda açıklanmıştı. Sümerler tatlı su olan yağmur suyunun, acı su olan deniz suyundan ayrı olduğu ve gökkubbe dedikleri camsı bir fanusla gökyüzü okyanusunda tutulduğu şeklinde bir dünya görüşüne sahiptiler. Bu gökkubbede kapılar açılmasıyla yağmurun yağdığına inanılırdı. Tufan olayında yaşadıkları adaların tamamen sular altında kalmasına yetecek kadar büyük bir yağmur felaketinin olması, gökkubbenin tamamen açılması veya (kırılması) şeklinde kıyamet olarak yorumlanmıştır. Ve gelecekte insanlığın yine bu tür felaketlere uğrayacağı, kıyamet günü geleceği, vs. gibi inançlar böyle bir geçmiş deneyimden kaynaklanmaktadır.
Atalarımızın ebediyet ve öteki dünya yanılgısı
     Sümerlerin doğa ve dünya görüşü günümüz bilgilerinden çok farklıdır. Onlara göre, dünya sabit ve değişmez olarak oluşturulmuş ve evrenin merkezinde ters dönmüş bir tabak şeklindedir. Üzerinde “gök” denilen camsı bir kubbe vardır. Bu camsı kubbenin üstünde tatlı su okyanusu bulunmakta ve kubbede kapılar açıldığında yağmur yağmaktadır. Tabak şeklindeki düz dünyanın altında ise yer-altı dünyası (cehennem) bulunmaktadır. Tüm bu oluşumları yapanlalar ise, bu sistemlerin sahibi olan ölümsüz Tanrılardır. Zaman ise tanrıların ebediliğine dayalı bir sonsuzluktur. 
    Böylesine ebedi bir sonsuzluk sistemi içinde, insanlar neden kendilerinin ölümlü olduklarını anlayamamışlar ve ebedi bir hayat sistemi tasarlamışlardır. Bu şekilde “ ahiret = öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır.

Sümerlerin DÜNYA tasarımı
Sümerler doğa ve dünyayı, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde (yani doğum-ölüm döngülü) dinamik bir sistem olarak düşünememişlerdir. Bu nedenle de insanları da iki farklı kökenli olarak tasarlamışlardır. Biri tanrı-soylu, uzun ömürlü asil insanlar, diğeri ise bu asil soylulara hizmet etmek için çamurdan yaratılmış köle insanlar. (Sümerlerin krallar listesinin yazıldığı bir tablette yirmi-otuz bin yıl yaşayan krallardan söz edilir. Kutsal kitaplarda da, ilk on peygamberin dokuz yüz küsur yıla ulaşan ömürleri olduğu yazılıdır.)
    Yani sözün kısası, toplumsallaşmayı ilk defa başlatan toplum, toplum hayatının sevk ve idaresini, asil-soylu olduklarına inanılan kişilere bırakmışlardır. Sıradan insanlar ise bu asil soylulara hizmet etmek üzere yaratılmış köleler olarak kabul edilmişler ve ticari mal gibi alınıp-satılmışlardır.
    Bu şekilde başlayan toplumsal hayat yönetimi, orta çağa kadar ufak değişikliklerle sürmüştür. Nitekim bizde de 1-2 asır öncesine kadar padişahlık vardı. Ülke ve topraklar padişahın mülküydü ve padişah bu mülkünü ağalık- beylik gibi belli unvanlar verdiği kişilere bir fermanla veriyor ve o ağalar-beyler fermanda belirtilen tüm toprakların ve de üzerindeki tüm canlı-cansız varlıkların sahibi oluyorlardı. Dolayısıyla, o topraklarda yaşayan insanlar da o ağanın uşakları-hizmetçileri oluyorlardı. Böyle bir toplumsal hayat sisteminde bürokrasi çarkı tüm malların sahibi olan kişi (padişah, kral, sultan, vs.) için çalışıyorlar, tüm işlemleri onun çıkarları doğrultusunda yapıyorlardı. Bu nedenle devletlerin adları da bu sahip-ailelerin adlarını taşıyordu: Frank-Reich (Frank’ın egemenlik bölgesi), Osmanlı-İmparatorluğu, vs. gibi.
Yukarıda açıklandığı üzere, doğadaki bağımlılık yönünün hatalı yorumlanmış olması nedeniyle toplumsal hayat sisteminin temeli, tepedeki bir kişi veya zümreye bağımlılık içinde oluşturulacak şekilde atılmış olunur ve günümüze kadar hep bu şekliyle devam eder. Tepedekilerin biri gelir, diğeri gider; tepedekilerin görüşlerindeki değişikliklere göre, çeşitli toplumsal hayat modelleri ortaya atılır: çeşitli teokratik hayat görüşleri, çeşitli …izmler birbirini takip eder ve günümüze gelinir.
Hepsinin ortak noktası, doğa ve dünyanın harici bir sahibi olduğu yönündedir. Bu sahiplik, yaratılış görüşünde “Allah”, evrimci görüşte ise doğa olarak kabul edilmiştir
 Doğa ve dünyanın sahibi olarak harici bir varlık (harici bir güç sistemi) ve zaman da bu harici varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk kabul edilince, bireysel hayatların neden doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu çözülemez bir sorun olmuştur. Bu nedenle insanlık hayata bir anlam veremez duruma düşmüş ve başka dünyalarda ebedi yaşam senaryoları üretmeye başlamıştır.
Gerçek doğada varlıkların sahipleri ve oluşturucuları, onların bileşenleri iken, insanlığın geleneksel düşünce sisteminde bu sahiplik ve yönlendiricilik, varlıkların dışında-üstünde olduğu sanılan hayali bir şeye atfedilmiştir.
Böyle olunca, içlerimizdeki ve çevremizdeki hücrelere ve diğer küçük öğelere karşı duyarlı davranmak yerine, (hayali) harici bir seçici veya yaratıcı güç sistemi öğretilerine göre davranmaktadırlar. Bunun sonucu, doğadaki varlıklar arası ilişkilerde eskiden beri süregelen doğal denge bozulmakta ve bu bozukluklar iklimsel bozulmalardan tutun, toplum sağlığının ve kişisel sağlığımızın bozulmasına kadar tüm alanlarda kendini göstermektedir.
Bu durumun toplum hayatımızdaki negatif etkileri önceki bölümlerde özetlenmişti.
Bireysel sağlığımızdaki negatif etkileri ise şunlardır:
Hücrelerin genetik bilgi depolarında, değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadıklarının ve doğada her an her şey olabileceğinin kayıtları vardır ve bu nedenle tüm canlılar nelere bağlı olarak, ne zaman neler yapmaları gerektiği konusunda sürekli veri toplarlar. Hücreler bedenleri bu verilere göre tasarlayıp-oluşturuyorlar. Duyu organları bunun için oluşturuluyor.
Bir bedeni oluşturan hücreler, bedenin sahibinin kendileri olduğunu bilirler. Bunun kesin delilleri şunlardır:
i- yaralandığımızda hücreler kendi eserleri olan bedenleri hemen tamire koyulurlar;
ii- Ortam değiştirdiğimizde, ortamdaki değişimleri algılayıp, sahibi oldukları bedende gerekli değişiklikleri yaparlar, örneğin deniz kenarından kalkıp yüksek bir dağın tepesine çıktığımızda, hemen bedendeki alyuvar sayısını artırıp, bedende yeterli oksijen bulunmasını sağlarlar;
iii- Bedende bir yer hasar görmeye başladığında, hücreler bedeni “acı” duygusu ile uyarırlar ve acı duyulan noktada sorun olduğunu bildirirler. Acı duygusu gelişmeyen bedenler de olabilmektedir ve yaralanmalar olduğunda, bedenin acı duygusu olmadığından, kan kaybından beden ölmek zorunda kalmaktadır.
 iv- Bu olgulara ek olarak şu durum hücrelerimizin, oluşturdukları bedenlere ne denli sahip çıktıklarının bir başka delilidir: Tabana bağımlılık olgusu, yani bedenlerimizin sahipliğinin hücrelerimize ait olduğu gerçeği, kişisel sağlığımızın düzenlenmesinde bizlere çok önemli ip-uçları verir. Şöyle ki: Hücreler bedenlerimizi, yaşanılan doğa ortamına uyum sağlamak üzere oluştururlar. Bizlerin hayat görüşleri bu açıdan çok önemlidir. Bizler yaşadığımız toplumda ve çevrede işlerin iyiye doğru gideceği, doğa ve dünyamızın iyi ve güzel olduğu şeklinde düşünüp, öyle davranırsak, hücreler oluşturdukları bedenlerin amaçlarına uygun olduğu yönünde davranırlar ve bu bedenleri bu durumda tutmak için çabalarına devam ederler. Sonuç şu olur: Hücreler bedenlerin hep sağlıklı şekilde çalışmasına devam ederler, sağlıklı ve mutlu bir beden oluşumu ortaya çıkar. Tersi durumda, dünyanın çekilmez bir yer olduğu, toplumun hayatının berbat olduğu, yaşanılan ortamın çok kötü (sıcak, nemli, bunaltıcı, vs.) olduğu şeklinde bir hayat görüşü (yaşam felsefesi) ile yaşıyorsak, hücreler oluşturdukları bedenin başarısız bir deneme olduğu ve o ortama uygun olmadığı şeklinde bir değerlendirme yaparlar. Sonuç şu olur: bedenin sağlıklı şekilde işletilmesinde pek istekli ve aktif davranmazlar,  her şeye boş-vermeye başlarlar, beden sık sık hastalanır vs.
Hücre-beden ilişkilerinin bu şekilde gerçekleştiği tıbbi araştırmalarla da saptanmıştır.  Sheldon ve diğ. 2003’nin gösterdikleri üzere, pozitif insanların soğuk algınlığı ve benzeri hastalıklara yol açan virüslere karşı daha dayanıklı oldukları, hastalık kapma olasılığının düşük olduğu,  hastalığı kapanlarda da semptomların daha az şiddetli olduğu saptanmıştır.
Bu nedenle, doğa ve dünyamızın sahipleri, onların bileşenleridir. Harici bir sahiplik söz konusu değildir.
Hedef gösterme ve yorumlama burada çok önem taşıyor. Bu hedef gösterme ve yorumlama işlemlerinde yaptığımız en önemli hataların başında ise şunlar geliyor:
Bedenimizin canlılığını, “ruh” dediğimiz, ama ne olduğunu bilmediğimiz, bedene girip-çıktığını varsaydığımız hayali bir şeye bağlıyoruz ve hücrelerimize aktarıyoruz. Hücreler değişim-dönüşümlü bir doğa ve dünya içinde oluşup geliştiklerinden, doğada her türlü olayın mümkün olabileceği varsayımı ile olayı değerlendiriyorlar. Ve çoğu hastalıklarımızın temeli bu şekilde atılmış olunuyor. Çünkü hücreler bunu şöyle değerlendiriyorlar: Dışarıda bir başka varlık oluşmuş ve benim oluşturduğum bedenin içine girip çıkarak, sağlığını etkileyebiliyor! Aman yandık! (Bu nedenle, ölüm korkusu, hastalanma korkusu, başarısızlık korkusu, vs. gibi hayatımızı cehenneme çeviren yıkıcı etkenler devreye girmiş olurlar.)
Bedenlerimizin tasarımcısı ve bakımcısı hücrelerimizken, bizler beden sağlığımızla ilgili düşünceler üzerinde durmaya başlarız, yani yanlış hedefe kilitleniriz. Acaba başım ağrıyacak mı? Tansiyonum yükselecek mi? Kanser olacak mıyım?
Hâlbuki bu konular bizi ilgilendirmez, çünkü bunlar doğrudan doğruya hücrelerimizin kendi aralarındaki iç sorunlarıdır.
Görüldüğü üzere, hem toplumsal sorunlarımız, hem bedensel sorunlarımız, doğa ve dünyanın yanlış anlaşılıp, yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadırlar.
İnsanların bilgi düzeyi zaman içinde gelişmektedir. Dolayısıyla, insanların “ilk yaratıldıkları ve kovulduktan sonra geldikleri yerlerin dünyada olmak zorunda” olduğu olgusu, bu çerçevede ele alınmalıdır. 4 – 5 bin yıl öncelerinin insanları, dünyamızın ne kadar büyük veya küçük olduğunu bilmiyorlardı. Tüm hayvan, bitki ve insanların "hücre" denilen ve gözle görülemeyen minicik canlılardan oluştuklarını da bilmiyorlardı! Dünyamızın yuvarlak ve güneş etrafında dönen küçük bir gezegen olduğundan da habersizdiler. Dünyamızın sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olduğunu da bilmiyorlardı; karasal alanların jeolojik olaylar sonucu, deniz suları altına girebileceğini veya zamanla deniz sularının çekilerek, eskiden deniz altındaki bölgelerin kara haline dönüşebileceği gibi jeolojik bilgilerden de yoksundular! Binlerce yıl küçük bir adada yaşayan bu tür insanların “dünyaları”, üzerlerinde yaşadıkları bu adadır! (Eski zaman insanlarının böyle düşündüklerine ait yaşanmış bir örnek vardır: Kolomb Amerika’ya seyahatlerinden birinde, Karayib Denizindeki bir adaya uğrar ve tercüman vasıtasıyla yerli halktan yaşadıkları adanın adının ne olduğunu öğrenmeye çalışır. Aldığı cevap çok ilginçtir: Dünya!!! Çünkü binlerce yıldır o adada yaşayan insanlar için, “dünya” yaşadıkları o adadır, onlar başka yaşam ortamlarından habersizdirler!)  Binlerce yıl tekrarlanan sel felaketleriyle boğuşan bu bilgisiz insanların, yaşadıkları adanın nihayet sulara gömülmesi karşısında, tanrının kendilerini cezalandırdığı sonucuna ulaşmaları ve batan adalarını “kovuldukları bir cennet (Eden, Adn) bahçesi” kabul etmeleri anlaşılır bir durumdur. Sallarla veya başka araçlarla deniz sularından kurtularak (ve başka insanlarla mücadele içinde yaşamak zorunda oldukları) bir yeni ortamı başka bir dünya olarak görmeleri de yine normal bir gelişimdir.
Ama atalarımız sanki hayatın müsveddesi varmış, bu dünya hayatı geçici, öteki dünya hayatı ebediymiş gibi bir düşünce oluşturmuşlardır. Peki, atalarımız neden “öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır?
Bu sorunun yanıtı devam dosyasındadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder