Doğal
ortamdaki değişikliklere göre canlıların farklı yapılar oluşturmaları
Galapagos adalar zincirindeki adalardan
birinde (Daphne Major) 1973 yılından itibaren 20 yıl boyunca ispinozların
yaşamlarını araştıran Princeton Üniversitesi evrimsel biyoloji
uzmanları Peter ve Rosemary Grant, aşırı yağış ve aşırı kuraklık gibi
iklimsel faktörlerin ispinozlar üzerindeki etkilerini ortaya koymuşlardır.
Yağmur yağması veya yağmamasının, bitkilerin büyük veya küçük boyutta
olmalarına neden olduğunu ve ispinozların gaga şekillerinin de, hangi türde
bitkinin yaygın olmasına göre değiştiklerini saptamışlardır. [40 Years of
Evolution: Darwin's Finches on Daphne Major Island - Peter & Rosemary
Grant - (Princeton University Press, 2014) ISBN 978-0-691-16046-7]
(Bu iki araştırmacının başarısı,
‘Jonathan Weiner’ adlı yazarı “The Beak of the
Finch: A Story of Evolution in Our Time = İspinozun gagası:
Günümüzdeki bir evrimin hikayesi” (New York: 1994. Alfred A. Knopf,
Inc. ISBN 0-679-40003-6)adıyla Pulitzer ödülü kazanan bir kitap
yazmaya sevk etmiştir.)
Günümüzde gerçekleşen böyle bir evrimsel
olayın moleküler düzeyde nasıl olduğu birçok araştırmacının merakını
uyandırmıştır. Bu araştırmacılardan bir grup, Wu ve diğ. 2004,
kemik-şekillendirme-proteini olarak bilinen Bmp4 proteininin
gaga şeklinin değiştirilmesinde rol oynadığını saptamışlardır. Araştırmacılar
embriyo-gaga büyüme bölgesindeki Bmp4 proteininin
miktarını artırıp-eksiltmekle gaga şeklinin değiştirildiğini deneylerle
göstermişlerdir.
Diğer bir araştırmacı grubu Abzhanov
ve diğ. 2004 ise,Geospiza cinsinin 6 türünün gaga yapısallaşma
farklarının moleküler temelini incelemişlerdir. Bu cinsin üç türü, tohum
kırmaya yönelik, farklı boyutlarda geniş-derin gagalıdırlar. Diğer üç türü ise,
kaktüs çiçeği nektarı veyahut meyve yemeye uygun olacak şekilde ince
gagalıdırlar. Araştırma sonunda Bmp4 geninin büyük
gagalı türlerde daha erken evrede oluşturulmaya, dolayısıyla daha büyük gagalar
oluşumuna neden olduğu saptanmıştır.
Bu araştırmalar doğadaki oluşum ve
gelişimlerin tamamen varlıkların çevreleriyle etkileşimleri, yani çevresindeki
değişim-dönüşümleri algılamaları ve durumlarını-yapılarını ona göre
düzeltmeleri sonucu gerçekleştiğini net bir şekilde göstermektedir. Ortada ne
rastgele bir oluşum vardır, ne de dış bir varlık onlara emir vermekte veyahut
onların kaderini belirlemektedir. İşte “Information & self-organisation=
bilgi edin ve ona göre yapısallaş (örgütlen)” budur!
Diğer genetik-moleküler araştırmalar
(Nüsslein-Volhard 1996, Kandel 2001, Sakaue-Sawano et al. 2008, vd.) da
birlikte değerlendirildiğinde, canlılar alemindeki tüm gövde şekilleri ve
yapılarının belli kimyasal moleküllerin, belli zamanlarda, belli yerlerde,
belli ardalanmalarla devreye sokulmalarıyla oluştukları ortaya çıkmış olur! Bu
“belli” yer veya zaman konularının saptanması- belirlenmesi işlemi ise,
rastgele değil, varlıkların bizzat çevrelerini algılayıp, o çevre faktörlerine
göre davranmaları, yani bilgi oluşturmalarıyla gerçekleşir. Şimdi bunun tipik
bir örneğini, yine bir kuş gagası oluşumunda görelim.
“Hummingbird = sinek kuşu” adını
çıkardığı sesten alır. Bu küçük kuşlar uçarken sinek vızıltısına benzer bir
sesçıkarırlar; adlarının da o ses benzerliğinden kaynaklandığı belirtilir.
Sinek kuşları genellikle çiçek tozlarıyla veya nektarıyla beslenirler ve bu
nedenle çiçek gövdelerinin derinliklerine ulaşacak şekilde ince-uzun gagaları
vardır. En ince ve en uzun gagalı bir türleri “kılıç gagalı sinek kuşu” olarak
adlandırılmıştır, çünkü gagası kılıç gibi uzundur ve nerdeyse gövdesine yakın
bir uzunluktadır.
Bu kuşun gagasının bu kadar uzun
olmasının nedeni ise, ana besin kaynağını oluşturan çiçeğin uzun bir gövdeye
sahip olmasındandır. Passiflora mixta adındaki bu çiçeğin gövdesi çok uzundur
ve nektarı o uzun gövdenin dibindedir. O derinlikteki bir nektardan yararlanmak
isteyen kuş, zorunlu olarak o derinliğe ulaşacak boyda bir gagaya sahip olmak
zorundadır. Kuş nektarı alırken, çiçeğin döllenmesi işlemini gerçekleştirmiş
olur ve bu şekilde karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı yaşam sistemi devreye
girer.
Şekil: Passiflora mixta ve
“Sword-billed Hummingbird = Kılıç gagalı sinek kuşu” ilişkisi
Önceki paragraflarda gösterildiği üzere,
bir organın oluşum ve gelişimi biyokimyasal faktörlere bağımlıdır. Ancak doğal
sistemde bağımlılık çok yönlüdür. Aşağıdaki paragraflarda gösterileceği üzere,
bir organın oluşum ve gelişimi biyofiziksel faktörlere de bağımlıdır.
Şimdi bir canlının bir organının
bir yöne doğru çok, diğer yönlerde az büyümesini etkileyen biyofiziksel faktörü
görelim.
Hücrelerin hangi yöne doğru büyüdükleri
veya çoğaldıkları konusunda ilk gözlemlerin Rus biyofizikçisi Alexander
Gurwiç’in 1920’lerde yaptığı deneylere dayandığı belirtilir (Gurwiç 1932, Popp
2002, 2003).
►1-
Gurwiç, soğan kökleri hücrelerinin çoğalma hızları üzerinde deneyler yaparken,
soğan kökünün belli bir yerinde hücre çoğalmasının çok arttığını fark eder. O
artışa neden olan faktörün ise, o noktaya bakan ikinci bir soğan kökü olduğunu
keşfeder.
►2-
Bu iki soğan kökü arasına normal bir cam yerleştirdiğinde, hücre çoğalmasının
azaldığını görür. Normal cam yerine kuvars camı yerleştirdiğinde, çoğalmanın
tekrar arttığını fark eder. Kuvars camı ultraviyole ışınları geçirir, ama
normal cam geçirmez.
Bundan çıkarılacak sonuç, hücrelerin ultraviyole ışınlarıyla haberleştikleri gerçeğidir ki bunların 300-800 nm aralığında olduğu daha sonraları ölçülecektir, Popp (2002).
Bundan çıkarılacak sonuç, hücrelerin ultraviyole ışınlarıyla haberleştikleri gerçeğidir ki bunların 300-800 nm aralığında olduğu daha sonraları ölçülecektir, Popp (2002).
►3-
Gurwiç yaptığı diğer deneylerde, hücrelerin çoğalma evresinden (doğumundan,
yani sürgün vermelerinden 20-30 dakika önce) bir “prämitotisches Aufleuchten = çoğalma-öncesi-ışını”
yaydığını saptar.
►4-
Narkoz, donma, zehirlenme gibi zararlı etkiler karşısında ölmelerinden önce,
hücrenin “eziyet gören hücre-çığlığı = "Todesschrei
der gequälten Zelle” yaydıklarını saptar.
►5-
1965de Kaznacejev, hücreler arasında, “Cytopathische Spiegeleffect = Sitopatik
ayna-etkisi = Hücre-rahatsızlığı-yansıtılması” adı verilen bir etkileşim
sistemi bulunduğunu saptar. Karanlık ortamlarda hücrelerin birbirlerinden
etkilendiklerini, bir grup hücre zehirli veya başka türde bir strese uğradıysa,
karşısında onu gören bir hücre grubunun bu stresten aynen etkilendiğini
gösterir.
►6-
İlerleyen yıllarda Kaznacejev ve ekibi Sitopatik
ayna-etkisi olayında, biyofoton-yoğunluğunun Ocak – Mayıs ayları arasında
azaldığını, eylül – aralık arasında tekrar arttığını saptarlar. Buna ek olarak
biyofoton yoğunluğunun yeryuvarındaki jeomanyetik alan ve güneş-radyasyonu
değişimlerinden de etkilenerek, artış veya-azalış gösterdiklerini gözlemlerler
(Kaznaçejev & Michailova 1981). Bu
durum hücreler aleminin evrensel ölçekteki sinyallerden de etkilendiklerini
göstermektedir.
Yani
her canlının bedeninde bir biyofoton alanı vardır ve bu alan doğadaki
elektromanyetik alanlarla rezonans ilişkileri gösterir. Dolayısıyla canlılar güneş
sisteminin bir parçası olarak davranırlar.
Tüm
varlıkların kuantsal sisteme bağlı olması ve kuantsal sistemin de evrensel
sistemin yönlendiricisi olması, tüm bu sistemler arasında “global scaling”
(Hartmut Müller 2018) adlı bir karşılıklı etkileşim ağı olduğunu
göstermektedir. Bizler izole, bağımsız birimler değil, evrensel hayat
sisteminin bir parçasıyız (H. Müller 2018).
Sovyetler
birliği ile batı dünyası arası ilişkilerin “soğuk savaş” dönemlerinde olmasının
da etkisiyle, Rusya’da yapılan bu araştırmalar batı dünyasında pek yankı
bulmaz. Taa ki 1970’li yıllarda Fritz-Albert Popp adlı bir alman
biyofizikçisinin de bu konuya merak salmasına kadar.
Popp canlılar aleminde hücreler arası bir
haberleşme sistemi olmasının gerekliliğini şu gerekçeyle düşünür (Bischof
2001):
‘Bir farenin bedenindeki tüm hücreler 1-2
ay içerisinde, bir insan bedenindeki hücreler bir-kaç yılda tümüyle
yenilenirler. Bir bedende trilyonlarca hücre bulunur. Hücrelerin bu yenilenme
oranları dikkate alındığında, bedendeki her hücrenin, diğer hücrelerin
ölümlerinden anında haberdar olmaları gerekliliği ortaya çıkar. Böyle bir anında
haberleşmenin kimyasal sinyallerle gerçekleşmesi olası değildir. Bu nedenle bir
ışınlamayla haberleşme her bedende bulunmak zorundadır. Bedenlerde böyle bir
haberleşme sistemi olarak Biyofoton denilen özel bir ışınlama sistemi bulunması
gerekir.
Bedenimizde bir saniyede 10 milyon hücre
ölmektedir. Bedende işlerin aksamadan yürütülebilmesi için her ölen hücrenin
yerine hemen bir yenisinin eklenmesi gerekir. Bu ise ölenin yerini hemen
birinin almasını gerektirir. Bunun için ölenin bir ölüm sinyali vermesi ve
sinyalin de bir diğeri tarafından algılanıp hemen yeni bir hücre oluşturması bölünmeye
başlaması gerekir. Tüm bu olaylar beden içinde muazzam bir haberleşme trafiği
olmasını gerektirir. Biyofoton olarak ölçülen ve adlandırılan radyasyonlar bu
işlevlerin görüntüleridir. Canlı organizmaların ‘hücre çoğalmasını tetikleyen
ışınlama’ anlamında “mitogenetische Strahlung” adını verilen bir etkileşim
sistemine sahip olduklarının anlaşılması, Mitogenetik ışınlama adı verilen bu
sinyallerin, mitoz-başlatma sinyalleri olduklarını ortaya koyar. Yani bu
sinyali alan hücre mitoz’a başlar, bölünüp çoğalır.
Bir tohumun filizlenme öncesinde de “doğum
öncesi parlama” diyebileceğimiz =“premitotik Aufleuchten” yaydıkları
saptanmıştır. Bu sinyallerin, ani soğuma, narkoz, donma, zehirlenme gibi zarar
verici durumlarda çok daha belirginleştiği gözlenmiştir. Bunlara “eziyet gören
hücre-çığlığı = "Todesschrei der
gequälten Zelle” denmesi bundandır.
Foton denilen
sinyaller doğadaki varlıklar arası etkileşimlerde kullanılan en temel araçtır.
Tüm varlıklar ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını bu sinyallerle
gerçekleştirirler. Ancak bu sinyal çok düşük bir enerji düzeyine sahiptir:
6.63 * 10-27 erg.s. veyahut 4.135 × 10−15 eV. Böylesine
düşük değerli bir sinyali ölçmek ve algılamak normal aletlerle olası değildir.
Bu nedenle bu sinyali güçlendirici aygıtlar yapılarak bu sinyaller
ölçülebilmektedir.
Daha sonraki yıllarda bu biyofoton
detektörleri geliştirilerek çok farklı amaçlarda kullanılırlar. Yalan
makineleri bu farklı kullanım alanlarından biridir. Bu detektörler her tür
hücrenin yaydığı çok düşük enerjili fotonları algılayabildiklerinden,
bitkilerin yaydıkları sinyalleri de algılayabilmekte ve bu sayede bitkilerin de
çevrelerinden nasıl etkilendikleri anlaşılabilmektedir.
Popp hücrelerin haberleşme amaçlı
fotonlar yaydıklarını saptayıp-ölçtükten sonra, bunlarla güvenilir ve sağlam
haberleşme yapılabilmesi için biyofoton adını verdiği bu ışınların “coherent,
koherent = uyumlu” özellikli olmaları gerektiğini düşünüp, biyofotonların
“koherent” özellikli olup olmadıklarını araştırır. Ve gerçekten de canlıların
kendi aralarında haberleşmek için kullandıkları bu sinyal sisteminin “koherent”
özellikli olduğunu görür. “koherent” sinyaller, laser ışını gibidirler, aynı
dalga boyu, aynı faz ve aynı polarizasyon düzlemli sinyallerden oluşurlar ve
hiç dağılmadan çok uzak mesafelere gidebilirler. Bu nedenle sağlam bir bilgi
taşıyıcı özelliğe sahiptirler (Bischof 2001, Popp 2002).
Koherent terimi, “birbirleriyle
ortak davranışlı, ilişkili” anlamındadır. Yani ortak davranışta bulunmak söz
konusudur. Bir bedendeki tüm hücreler aynı fazda, aynı frekansta ve aynı
polarizasyonda ortak bir dil kullandıklarından, birbirleriyle ışık hızıyla
haberleşip, dertlerini-durumlarını birbirlerine iletebilirler ve bir bütün, bir
üst-sistem olarak davranabilirler.
Bedenler hücrelerin belli bir ekolojik
boşluğu doldurup, o ortamdaki olanaklardan yararlanabilmek için oluşturulan
ortaklık sistemidirler. Bir midyenin dalgalı deniz kıyılarındaki kayaçlar
üzerine yapışarak, o ortamdaki besin kaynaklarından yararlanabilmesi için, o
sert kayalara yapışacak kaslar ve o sert dalgalara dayanıklı kavkı üretmesi
gerekir. Midyeyi oluşturacak hücrelerin böyle bir beden oluşturmaya yönelik bir
ortak davranış içinde olacak şekilde simetrilerinin kırılması ve bu ortak yaşam
şartlarına uyulacak tarzda bilgilerinin (kimyasal bileşimlerinin)
sabitleştirilmesi gerekir. Bunun için de tüm hücrelerin çevre
değerlendirmeleri dikkate alınarak ortak bir sinyalde uzlaşılır ve tüm hücreler
bu ortak sinyal ile ilişkilerini-işlerini yaparlar.
Sovyet biyofizikçisi Viktor Inyushin
biyofoton sinyallerinin hücre çekirdeğindeki DNA-sarmalları tarafından oluşturulduğunu
öne sürmüştü. Popp biyofotonların DNA-sarmallarının açılması-kapanması gibi
faktörlerle oluştuğunu göstererek, bu görüşün doğruluğunu deneysel olarak
(1974) ıspatlar (Bischof 2001, Popp 2002). Sonraları 1983 de Çinli laser-fiziği
uzmanı Ke-Hsueh Li, hücre çekirdeklerindeki DNA yapılarının ışınlamaları
depolayıp- tekrar salabildiklerini ve böylece biyolojik laser olarak işlev
gördüklerini (yani koherent ışınlar oluşturduklarını) saptar (Bischof 2001).
Popp
sağlıklı bir bedenden yayılan ışınsamanın “geordnet, ruhig = düzenli, sakin“
olduğunu, ama hastalıklı bedenlerin yaydıkları biyofotonların daha düzensiz
olduklarını saptar. Örn kanserli organlar çok kaotik biyofoton yayarlar.
Çok
düşük enerjili biofoton sinyalleri biyomoleküllerin etkileşim hızarını çok
artırmaktadır; ayrıca hücrelerin tüm metabolik faaliyetlerini ve DNA
verilerinin aktarılmasını yönlendirmektedirler.
Canlıların çevreleriyle ilişkilerini özel
sinyaller (biyofotonlar) yayarak düzenlediklerini saptanması çok farklı konularda
uygulama alanı bulur.
·
Akupunktur tedavisinin bedenden yayılan
sinyallerin belli meridiyenler boyunca olmasıyla ilişkisi,
·
kanser tedavisinde biofotonlardan
yararlanma,
·
reiki tedavisinin biyoenerjiyle ilişkisi
gibi birçok konunun anlaşılmasını sağlar.
·
Besin maddelerinin durumları hakkında
bilgi edinilmesini sağlarlar. Yandaki şekilde görüldüğü üzere, taze meyve ile
bayat meyvenin saldıkları biyofoton oranı farklıdır.
Yukarıdaki biyofiziksel ve biyokimyasal
verilerden sonra, doğadaki oluşum mekanizmasının (DOM) nasıl gerçekleştiği daha
kolay anlaşılır olmaktadır. Doğada her hücre çevresini algılamakta ve
çevresiyle biyofoton alışverişleri yaparak daha rahat bir yaşam düzeyine
ulaşabileceği yapılaşmalar oluşturmaktadır. Kılıç-gagalı sinek kuşu ile
Passiflora mixta çiçeği arasındaki ilişki bu tür bir karşılıklı etkileşimin
sonucudur. Her iki tür de bu ortaklıktan kazanç sağlamaktadır. Milyarlarca
hücrenin bir midye gibi çok hücreli yapı içinde birleşmeleri de biyofoton gibi
karşılıklı haberleşme yöntemleriyle anlaşıp-uzlaşarak, hırçın deniz
dalgalarının egemen olduğu bir ortamda tutunarak oradaki besin kaynaklarından
yararlanabilmelerini sağlayacak bir ortak yaşam içindir.
Bedenimizin her santimetre karesinden
saniyede 100 civarında biyofoton çevreye yayılmakta ve çevredeki diğer
varlıklarla etkileşime geçilmektedir (Popp 2002). Ayrıca bedenimizde 60
trilyonu aşkın hücre bulunmakta ve her bir hücre saniyede 100.000 kimyasal
işlem yapmaktadır (McTaggart 2008). Yani bedenimizde her saniye
60.000.000.000.000 x 100.000= 6.000.000.000.000.000.000 farklı işlem
olmaktadır! Her bir işlem kimyasal elementlerce yapılmakta ve tüm kimyasal
işlemlerde elektron-proton-nötronlar arası alış-veriş olmaktadır. Her bir
elektron bir işleme girmeden önce, çevresindeki milyarlarca başka elektron,
proton ve nötronun enerji durumlarını dikkate alıp, bir olasılık hesabı yaparak
en ekonomik işleme karar vermektedir. Ve bizlerin bir düşünce veya eylemde
bulunmamız sırasında, tüm bu zilyonlarca olay gerçekleşmekte ve doğada biz bir
şey yapmış olmaktayız. Biz bir şey yaparken, içlerimizdeki hücrelerde ve
atomlarda bu kadar değişim-dönüşüm gerçekleşmektedir. Bu şekilde doğa ve
dünyamızın sahipleri olan atom-altı-öğeleri doğadaki işlemleri yapmakta-
yürütmekte ve evrensel ölçekte de karşılıklı haberleşerek en ekonomik sistem
oluşumlarını teşvik edici davranışlarını sürdürmektedirler.
Biyofoton denilen hücreler arası
haberleşme ve etkileşim sisteminin keşfi, en çok evrimin rastgele mutasyon
oluşumlarına bağlı olarak değil de, DOM-sisteminin ön-gördüğü “bilgi
oluşturmaya dayalı yapılaşmalarla” gerçekleştiğini göstermesidir. Nitekim biyofotonik
adlı yeni bir biyofizik araştırma kolu oluşumuna öncülük eden Popp evrimin
varlıkların bilinçli davranışlarıyla, yani “doğal-seleksiyonsuz” olduğuna dair
şu makaleyi yazmıştır:
Ho, M.W. & Popp, F.A.: The evolution
of biological form and organization without natural selection. Proceedings of
the AAAS symposium on nonrandom evolution: "Matter, life,
mind".Washington, DC, 14.-19. February 1991.
Bilimsel değil kıstası
Bilim alemi günümüzde fizikçi – evrimci gibi bilim-insanlarınca
kontrol edilmekte ve yönetilmektedir. Onların sahip oldukları bilgilere göre, varlıklar
bilinçsizdirler ve doğa-yasalarına birer robot gibi uyarlar. Halbuki doğada her
şey tabandaki öğelerden enerjilerini alırlar. Bu nedenle her şey tabana
dayalıdır. En tabandaki öğeler ise kuantlar alemidir. Ve kuantlar alemi robotsu
davranmaz, tam tersine çevresindeki her şeyle etkileşim içindedir ve olasılık
hesapları yaparak en olası duruma göre davranırlar. Ve en önemlisi,
observer-effect = gözlemci etkisi denilen bir özelliğe sahiptirler.
Fotonlar tipik birer kuant’tırlar. Çevresindeki
varlıklar kendileriyle ilgileniyorlarsa, onların niyetlerine göre davranırlar.
Tüm medya ve bilimsel dergiler para-babaları
tarafından sahiplenmişlerdir ve onların kontrolündedirler. Bilim alemi denilen
tepedeki zümre tamamen bu tepedekilerce yönlendirilmektedirler. Aşağıda
verilen Benveniste olayı ve benzeri birçok araştırma bilim alemince “bilimsel
olmamakla” damgalanmıştır ve ancak yıllar geçtikten sonra insanlar tarafında
kabul edilmeye başlanmaktadır.
Bilim aleminin “bilimsel değil” kıstası
nasıl bir şeydir?
Bilim-insanlarına göre bilimsel olmanın
koşulu şudur: Her yerde aynı sonucun elde edilmesi gerekir!
Halbuki kuantlar aleminde varlıklar
kendilerini gözlemleyenin niyetine göre davranırlar. Yani her yerde aynı
tepkiyi vermezler.
Bilim alemi yukarıda özetlendiği gibi,
varlıkları bilinçsiz sayar. Bu düşüncedeki bir bilim adamının bir biyofoton
detektörü ile su moleküllerinin bilinçli mi bilinçsiz mi davrandıklarını
ölçmeye çalıştığını düşünün. Su çevreye fotonlar gönderiyor, ama o fotonu
algılayacak olan insan suyun bilinçsiz olduğuna inandığından fotonların bilgi
içermediklerini düşünür. Fotonlar gözlemcinin bu niyetini algıladıkları için
ona uygun davranırlar ve hiçbir bilgi sahibi değilmiş gibi davranırlar.
Bilim insanlarının önyargılı davranıp, bazı
araştırmaları bilimsel olarak kabul etmeyerek, insanlığı yanlış
etkilediklerinin birkaç örneği aşağıda sunulmaktadır.
BENVENISTE-ETKISI:
VARLIKLAR BIRBIRLERIYLE ETKILEŞEREK IŞLEM YAPARLAR
Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı
etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda
yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef
temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin
birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden
biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu
özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara
dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor”
etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar
hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce
algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında,
Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok
tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin
E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi
konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe
sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar.
Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak
etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca,
farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu
deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin
uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur.
Benveniste deneylerinden etkilenen Nobel ödüllü bir
virüs-uzmanı (Montagnier) bakteri, virüs gibi mikroplara karşı üretilen
antikorların, o mikroplardaki belli DNA sinyalleriyle tetiklenmiş olabileceğini
düşünür. Çünkü bu durum Benveniste tarafından tahmin edilmiş, ve bu konuda
araştırmalara başlanmıştı. Bu tür DNA sinyallerinin var-olup olmadığını
araştırır, var olduğunu görür ve o sinyalleri bilgisayarlarla önce analog
olarak kaydeder, sonra onları dijitalleştirir, yani 0 ve 1 sayılarından oluşan
dalgalanmalara dönüştürür. (Bu vesileyle bir ara notu: Hücrelerin
birbirleriyle özel biyofoton sinyalleriyle haberleştikleri ve bu biyofoton
sinyallerinin de, hücre çekirdeğindeki DNA-sarmalları tarafından oluşturuldukları
alman biyofizikçisi Popp (1974) ve daha sonra de Çinli laser-fiziği uzmanı Ke-Hsueh Li (1983)
tarafından gösterilmişlerdi. Ondan sonra bu sinyaller kopyalanıp-aktarılabilir
olmuşlardır.)
Sonra bu sinyaller ile tüplere konmuş su molekülleri
arasında “rezonans” oluşturacak elektromanyetik alan ortamı hazırlar ve su
moleküllerinin bu DNA sinyalleriyle rezonans oluşturmaları için belli bir süre
o sinyal etkisi altında tutar. Sonra o tüpteki suda antikor moleküllerinin
oluşturulduğu saptanır.
Bu sinyalleri farklı araştırma laboratuvarlarındaki
tanıdıklarına göndererek, aynı yöntemin uygulanması istenir. Ve farklı
laboratuvarlarda da aynı antikorların DNA-sinyalleriyle rezonansa
sokulmuş su moleküllerince de oluşturulduğu teyit edilmiş olur. Bak: Montagnier
L, Del Giudice E, Aïssa J, Lavallee C, Motschwiller S, Capolupo A, Polcari A,
Romano P, Tedeschi A, Vitiello G. 2014: Transduction of DNA information through
water and electromagnetic waves. Electromagnetic Biology and Medicine.
34: 106-112. https://www.youtube.com/watch?v=R8VyUsVOic0
Aşırı derecede sulandırılmış bir ortamda, hala ilk
ortam bilgilerinden etkilenmiş moleküller var ise, o moleküllerde o ilk ortam
koşullarını hatırlama bilgisi vardır. Ama bu bilgilere sahip moleküllerin
aktive olması için, o bilgi sinyallerinin, ya o bilgilere sahip bir insanın
deney ortamında bulunması ve su moleküllerini aktive edecek sinyali göndermesi;
ya da, Montagnier deneyinde olduğu gibi, bir DNA-sinyalinin moleküllere
iletilmesi gerekir. Bu işlem bir aktivasyon enerjisi veya sinyali görevini
görür ve su-molekülleri, o bilgiyi hatırlayıp, o işlevi yerine
getirirler.
Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su
hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca
araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri,
varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Burada kullanılan “Su-hafızası” kavramı, su
moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre
ayarlamaları olarak değerlendirilmelidir.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları
elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak
şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar
gösterebilmektedir.
Günümüz insanlığı, varlıklar arası karşılıklı bilinçli
bir etkileşim olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre, varlıklar
bilinçsizdirler ve insan davranışından etkilenmezler. Halbuki Benveniste
deneyi, insanlarla su molekülleri arasında bir rezonans oluşturulursa, o su
moleküllerinin kendileriyle rezonansta olan insanlardan etkileneceğini
göstermektedir.
Bilim insanlarının günahı başlıklı makalede
belirtildiği üzere, bilim insanları atom-molekül gibi küçük öğelerin
canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve çevrelerini algılayarak, ona uygun bir
davranışta bulunduklarını kabul edemediklerinden, kavgalar ve anlaşmazlıklar
hep süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.
Yani özetleyecek olursak, “Bilim-insanları”
hala dogmatik gelenek görüş etkisi altında davranmaktadırlar.
Nedir bu dogmatik görüş?
Doğadaki oluşum ve gelişimler doğa-üstü bir güç
sistemi tarafından yönlendirilirler; varlıkların bilinçli davranmazlar, rastgele
davranışlar söz konusudur, doğa-yasalarına birer robot gibi uyarlar, doğa-üstü
bir güç iyileri seçer.
Halbuki doğada her şey tabandaki öğelerden
enerjilerini alırlar. Bu nedenle her şey tabana dayalıdır.
Bilim insanlarının önyargılı davranıp, bazı araştırmaları bilimsel olarak kabul etmeyerek, insanlığı yanlış etkilediklerinin birkaç örneği aşağıda sunulmaktadır.
“Das kluge Pferd = akıllı at” Hans olayı
Bu
durum ilgililerin dikkatini çeker ve bir komisyon kurularak, olay araştırılmaya
başlanır. Uzun süren araştırmalar sonunda, at’da, insan mimiklerini ve insanların yaydıkları
sinyalleri algılayabilen bir rezonans devresi oluşturulduğu anlaşılır. Soruyu
soran kişi, sorunun cevabını biliyorsa, “Hans” doğru cevap verebilmektedir; ama
soruyu soran cevabı bilmiyorsa, cevap verememektedir.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları
elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak
şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar
gösterebilmektedir.
Bilgi aktarımı, rezonans oluşturularak
gerçekleşen bir olaydır. Hayvanlarla insanlar arası ilişkilerde de rezonans
oluşturulursa, canlılar birbirlerini anlayabilmektedirler.
Canlılığın bağımlı olduğu en temel unsur SU’dur.
Doğadaki tüm oluşumlar “bilgi” ile
oluyor. Canlıların yaşamında da en önemli faktör su olduğuna göre, bilgi
aktarımlarında su moleküllerinin çok büyük bir rolü olmalı.
Daha sonra Masaru Emoto bu konuda
araştırmalarda bulunmuş ve farklı çevresel etkilere maruz kalmış su damlalarını
inceleyerek her farklı çevresel faktörün, su moleküllerinde farklı izler
bıraktığını göstermişti. Bu amaç için aynı kaynaktan alınan su moleküllerini,
farklı sinyaller etkisi altına almış; sonra bu farklı sulardan aldığı
damlacıkları dondurarak, ne tür kristaller oluşturduklarını gözlemlediğinde su
moleküllerinin farklı tepkiler gösterdiklerini saptamıştı. Bunlara ait örnekler
şekilde gösterilmiştir.
Burada dikkati çeken temel nokta, insan
davranışlarının su üzerindeki etkisidir. İnsanlar iyi niyet ve sevgi ile su
moleküllerine yaklaşırsa, su molekülleri de güzel kristaller oluşturarak tepki
veriyor.
Bu tür araştırmalar son yıllarda hız
kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi, Stuttgart üniversitesi profesörlerinden
Bernd Helmut Kröplin ve ekibi tarafından başlatılan bir araştırmadır.
Bu araştırmada “dark field microscope =
karanlık alan mikroskobu” denilen bir aletle su damlalarının özellikleri
araştırılmıştır.
Araştırmanın ilk aşamasında, bir grup
öğrenci, aynı kap içindeki bir sudan, aynı anda bir şırınga ile su almıştır.
Aldıkları bu suyu, mikroskop altına konacak bir cam (lam) üzerine küçük
damlalar şeklinde dağıtmışlardır. Bu damlacıklar mikroskop altında
incelendiğinde, damlaların her birinin bir diğerinden farklı olduğu, ama her
farklı öğrencinin damlalarının kişiye has bir özellik taşıdığı dikkat
çekmiştir.
İkinci bardağa bir karanfil batırılır;
Üçüncü bardağa bir taş bırakılır.
Sonra bu bardaklardan alınan su damlaları
incelendiğinde şekildeki farklılıklar dikkat çeker.
Görüldüğü üzere, aynı kaynaktan gelen su
damlaları, hangi madde ile etkileşime girdiyse, o maddeyi simgeleyen bir
görüntü sunarlar.
Düşünme-dua-konsantrasyon etkisi
altındaki su damlacıklarının merkezinde bir yoğunlaşma oluşmuştur. Diğer
bardaktaki su damlacıklarının merkezinde bir yoğunlaşma olmamıştır.
Bedenimizin %70- %80i sudan oluşmaktadır.
Su molekülleri çevredeki her değişimi algıladıklarından, çevredeki değişimlere
göre, bedenimizdeki işlevlerde de farklılıklar ortaya koyacaklardır.
Dinlediğimiz her müzik, çevremizdeki her
kavga, savaş, hırsızlık, yolsuzluk, vs., gerek su molekülleri gerek onun gibi
daha yüzlerce faktör tarafından bedenimize yansıtılır ve bizlerin bedensel ve
ruhsal durumumuzu kontrol ederler.
Toprak bir sürü canlının yaşam ortamıdır.
Bunlardan biri olan solucanlar, toprağın kimyasal bileşimini değiştiren önemli
organizmaların başında gelirler. Bir solucan 10 saniyede bir gram toprağı
bedenine alır, yani “yer”. Bu yılda 3 ton eder. Solucan gövdesinden geçen
toprağın kimyası çok değişir, topraktaki azot 5 kat, kireç 2 kat, magnezyum 2.5
kat, fosfor 7 kat, potasyum 11 kat artmış olur. Solucanların toprağı ne kadar
verimli hale getirdikleri daha iyi anlaşıldı mı?
Yani doğa, kendi dengesini sağlayacak bir
mekanizmaya sahiptir.
Dinamik sistemler fiziği ve DOM-bilgileri
de, doğadaki tüm değişim-dönüşümlerin canlılar alemindeki gibi, varlıkların
bilinçli davranışlarıyla gerçekleştiğini ortaya koymaktadırlar.
Evrim denilen olayın bilgiye dayalı
olarak gerçekleştiğinin anlaşılmasından sonra, insan denilen canlının neden
muazzam bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış olduğu daha kolay anlaşılır
olmuştur.
İnsan denilen canlı
türünün ortaya çıkışı, hücre dediğimiz beden oluşturucu temel canlıların
“bilgi” denilen sisteme ne kadar önem verdiklerinin en güzel örneğini sunar. Devam edecek bölümde insanların bu gelişim serüveni
işlenecektir.
çıkarırlar; adlarının da o ses benzerliğinden kaynaklandığı belirtilir. Sinek kuşları genellikle çiçek tozlarıyla veya nektarıyla beslenirler ve bu nedenle çiçek gövdelerinin derinliklerine ulaşacak şekilde ince-uzun gagaları vardır. En ince ve en uzun gagalı bir türleri “kılıç gagalı sinek kuşu” olarak adlandırılmıştır, çünkü gagası kılıç gibi uzundur ve nerdeyse gövdesine yakın bir uzunluktadır.
Bu kuşun gagasının bu kadar uzun olmasının
nedeni ise, ana besin kaynağını oluşturan çiçeğin uzun bir gövdeye sahip
olmasındandır. Passiflora mixta adındaki bu çiçeğin gövdesi çok uzundur ve
nektarı o uzun gövdenin dibindedir. O derinlikteki bir nektardan yararlanmak
isteyen kuş, zorunlu olarak o derinliğe ulaşacak boyda bir gagaya sahip olmak
zorundadır. Kuş nektarı alırken, çiçeğin döllenmesi işlemini gerçekleştirmiş
olur ve bu şekilde karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı yaşam sistemi devreye
girer.
Şekil: Passiflora mixta ve
“Sword-billed Hummingbird = Kılıç gagalı sinek kuşu” ilişkisi
Önceki paragraflarda gösterildiği üzere,
bir organın oluşum ve gelişimi biyokimyasal faktörlere bağımlıdır. Ancak doğal
sistemde bağımlılık çok yönlüdür. Aşağıdaki paragraflarda gösterileceği üzere,
bir organın oluşum ve gelişimi biyofiziksel faktörlere de bağımlıdır.
Şimdi bir canlının bir organının bir
yöne doğru çok, diğer yönlerde az büyümesini etkileyen biyofiziksel faktörü
görelim.
Hücrelerin hangi yöne doğru büyüdükleri
veya çoğaldıkları konusunda ilk gözlemlerin Rus biyofizikçisi Alexander
Gurwiç’in 1920’lerde yaptığı deneylere dayandığı belirtilir (Gurwiç 1932, Popp
2002, 2003).
►1- Gurwiç, soğan kökleri hücrelerinin çoğalma hızları üzerinde
deneyler yaparken, soğan kökünün belli bir yerinde hücre çoğalmasının çok arttığını
fark eder. O artışa neden olan faktörün ise, o noktaya bakan ikinci bir soğan
kökü olduğunu keşfeder.
►2- Bu iki soğan kökü arasına normal bir cam
yerleştirdiğinde, hücre çoğalmasının azaldığını görür. Normal cam yerine kuvars
camı yerleştirdiğinde, çoğalmanın tekrar arttığını fark eder. Kuvars camı
ultraviyole ışınları geçirir, ama normal cam geçirmez.
Bundan çıkarılacak sonuç, hücrelerin ultraviyole ışınlarıyla haberleştikleri gerçeğidir ki bunların 300-800 nm aralığında olduğu daha sonraları ölçülecektir, Popp (2002).
Bundan çıkarılacak sonuç, hücrelerin ultraviyole ışınlarıyla haberleştikleri gerçeğidir ki bunların 300-800 nm aralığında olduğu daha sonraları ölçülecektir, Popp (2002).
►3- Popp yaptığı diğer deneylerde,
hücrelerin çoğalma evresinden (doğumundan, yani sürgün vermelerinden 20-30
dakika önce) bir “prämitotisches
Aufleuchten = çoğalma-öncesi-ışını” yaydığını saptar.
►4- Narkoz, donma, zehirlenme gibi zararlı etkiler karşısında
ölmelerinden önce, hücrenin “eziyet gören hücre-çığlığı = "Todesschrei der gequälten Zelle” yaydıklarını saptar.
Bu deneylere dayanarak canlı organizmaların
‘hücre çoğalmasını etkileyen ışınlama’ anlamında “mitogenetische Strahlung”
adını verdiği bir etkileşim sistemine sahip olduklarını ileri sürer.
Sovyetler birliği ile batı dünyası arası
ilişkilerin “soğuk savaş” dönemlerinde olmasının da etkisiyle, Rusya’da yapılan
bu araştırmalar batı dünyasında pek yankı bulmaz. Taa ki 1970’li yıllarda
Fritz-Albert Popp adlı bir alman biyofizikçisinin de bu konuya merak salmasına
kadar.
Popp canlılar aleminde hücreler arası bir
haberleşme sistemi olmasının gerekliliğini şu gerekçeyle düşünür (Bischof
2001):
‘Bir farenin bedenindeki tüm hücreler 1-2
ay içerisinde, bir insan bedenindeki hücreler bir-kaç yılda tümüyle
yenilenirler. Bir bedende trilyon mertebesinde hücre bulunduğu ve hücrelerin bu
yenilenme oranları dikkate alındığında, bedendeki her hücrenin, diğer
hücrelerin ölümlerinden haberdar olmaları gerekliliği ortaya çıkar, yoksa
yüzlerce farklı organdaki hangi hücrenin yerine yeni bir hücre ekleneceği
belirlenmesi olanaksızlaşır.’
Benzer bir yaklaşımla gidildiğinde,
doğadaki tüm varlıkların karşılıklı bir ilişki ve bağımlılık bağı içinde olduğu
düşünüldüğünde, her canlının bağımlı olduğu diğer varlıkların yerlerini ve
oranlarını algılaması gerektiği ortaya çıkar, ki bu da daha geniş ölçekte
canlılar arası bir etkileşim (haberleşme) ağının bulunmasını zorunlu kılar. Popp
hücrelerin haberleşme amaçlı fotonlar yaydıklarını saptayıp-ölçtükten sonra,
bunlarla güvenilir ve sağlam haberleşme yapılabilmesi için biyofoton adını
verdiği bu ışınların “coherent, koherent = uyumlu” özellikli olmaları
gerektiğini düşünüp, biyofotonların “koherent” özellikli olup olmadıklarını
araştırır. Ve gerçekten de canlıların kendi aralarında haberleşmek için
kullandıkları bu sinyal sisteminin “koherent” özellikli olduğunu görür. “koherent”
sinyaller, laser ışını gibidirler, aynı dalga boyu, aynı faz ve aynı
polarizasyon düzlemli sinyallerden oluşurlar ve hiç dağılmadan çok uzak
mesafelere gidebilirler. Bu nedenle sağlam bir bilgi taşıyıcı özelliğe
sahiptirler (Bischof 2001, Popp 2002).
Koherent
terimi, “birbirleriyle ortak, ilişkili”
anlamındadır. Yani ortak davranışta bulunmak söz konusudur.
Bedenler hücrelerin belli bir ekolojik boşluğu
doldurup, o ortamdaki olanaklardan yararlanabilmek için oluşturulan ortaklık
sistemidirler. Bir midyenin dalgalı deniz kıyılarındaki kayaçlar üzerine
yapışarak, o ortamdaki besin kaynaklarından yararlanabilmesi için, o sert
kayalara yapışacak kaslar ve o sert dalgalara dayanıklı kavkı üretmesi gerekir.
Midyeyi oluşturacak hücrelerin böyle bir beden oluşturmaya yönelik bir ortak
davranış içinde olacak şekilde simetrilerinin kırılması ve bu ortak yaşam
şartlarına uyulacak tarzda bilgilerinin (kimyasal bileşimlerinin) sabitleştirilmesi
gerekir. Bunun için de tüm hücrelerin çevre değerlendirmeleri dikkate
alınarak ortak bir sinyalde uzlaşılır ve tüm hücreler bu ortak sinyal ile
ilişkilerini-işlerini yaparlar.
Sovyet
biyofizikçisi Viktor Inyushin biyofoton sinyallerinin hücre çekirdeğindeki
DNA-sarmalları tarafından oluşturulduğunu öne sürmüştü. Popp biyofotonların
DNA-sarmallarının açılması-kapanması gibi faktörlerle oluştuğunu göstererek, bu
görüşün doğruluğunu deneysel olarak ıspatlar (Bischof 2001, Popp 2002).
Canlıların
çevreleriyle ilişkilerini özel sinyaller (biyofotonlar) yayarak
düzenlediklerini saptanması çok farklı konularda uygulama alanı bulur.
►- Akupunktur tedavisinin bedenden yayılan sinyallerin belli meridiyenler boyunca olmasıyla ilişkisi,
►- kanser tedavisinde biofotonlardan yararlanma,
►- reiki tedavisinin biyoenerjiyle ilişkisi gibi birçok konunun anlaşılmasını sağlar.
►- Akupunktur tedavisinin bedenden yayılan sinyallerin belli meridiyenler boyunca olmasıyla ilişkisi,
►- kanser tedavisinde biofotonlardan yararlanma,
►- reiki tedavisinin biyoenerjiyle ilişkisi gibi birçok konunun anlaşılmasını sağlar.
Yukarıdaki biyofiziksel ve biyokimyasal
verilerden sonra, doğadaki oluşum mekanizmasının (DOM) nasıl gerçekleştiği daha
kolay anlaşılır olmaktadır. Doğada her hücre çevresini algılamakta ve
çevresiyle biyofoton alışverişleri yaparak daha rahat bir yaşam düzeyine
ulaşabileceği yapılaşmalar oluşturmaktadır. Kılıç-gagalı sinek kuşu ile
Passiflora mixta çiçeği arasındaki ilişki bu tür bir karşılıklı etkileşimin
sonucudur. Her iki tür de bu ortaklıktan kazanç sağlamaktadır. Milyarlarca
hücrenin bir midye gibi çok hücreli yapı içinde birleşmeleri de biyofoton gibi
karşılıklı haberleşme yöntemleriyle anlaşıp-uzlaşarak, hırçın deniz
dalgalarının egemen olduğu bir ortamda tutunarak oradaki besin kaynaklarından
yararlanabilmelerini sağlayacak bir ortak yaşam içindir.
Bedenimizin her santimetre karesinden
saniyede 100 civarında biyofoton çevreye yayılmakta ve çevredeki diğer
varlıklarla etkileşime geçilmektedir (Popp 2002). Ayrıca bedenimizde 60
trilyonu aşkın hücre bulunmakta ve her bir hücre saniyede 100.000 kimyasal
işlem yapmaktadır (McTaggart 2008). Yani bedenimizde her saniye
60.000.000.000.000 x 100.000= 6.000.000.000.000.000.000 farklı işlem
olmaktadır! Her bir işlem kimyasal elementlerce yapılmakta ve tüm kimyasal
işlemlerde elektron-proton-nötronlar arası alış-veriş olmaktadır. Her bir
elektron bir işleme girmeden önce, çevresindeki milyarlarca başka elektron,
proton ve nötronun enerji durumlarını dikkate alıp, bir olasılık hesabı yaparak
en ekonomik işleme karar vermektedir. Ve bizlerin bir düşünce veya eylemde
bulunmamız sırasında, tüm bu zilyonlarca olay gerçekleşmekte ve doğada biz bir
şey yapmış olmaktayız. Biz bir şey yaparken, içlerimizdeki hücrelerde ve
atomlarda bu kadar değişim-dönüşüm gerçekleşmektedir. Bu şekilde doğa ve
dünyamızın sahipleri olan atom-altı-öğeleri doğadaki işlemleri yapmakta-
yürütmekte ve evrensel ölçekte de karşılıklı haberleşerek en ekonomik sistem
oluşumlarını teşvik edici davranışlarını sürdürmektedirler.
Biyofoton denilen hücreler arası haberleşme
ve etkileşim sisteminin keşfi, en çok evrimin rastgele mutasyon oluşumlarına
bağlı olarak değil de, DOM-sisteminin ön-gördüğü “bilgi oluşturmaya dayalı
yapılaşmalarla” gerçekleştiğini göstermesidir. Nitekim biyofotonik adlı yeni
bir biyofizik araştırma kolu oluşumuna öncülük eden Popp evrimin varlıkların
bilinçli davranışlarıyla, yani “doğal-seleksiyonsuz” olduğuna dair şu makaleyi yazmıştır:
Ho, M.W. & Popp, F.A.: The evolution of
biological form and organization without natural selection. Proceedings of the
AAAS symposium on nonrandom evolution: "Matter, life,
mind".Washington, DC, 14.-19. February 1991.
Görüldüğü üzere canlıların evrimi, bilim
insanlarının dedikleri gibi bir doğal seleksiyonla değil, varlıkların bilinçli
değerlendirmelerine göre gerçekleşmektedir. Dinamik sistemler fiziği ve
DOM-bilgileri de, doğadaki tüm değişim-dönüşümlerin canlılar alemindeki gibi,
varlıkların bilinçli davranışlarıyla gerçekleştiğini ortaya koymaktadırlar.
Evrim denilen olayın bilgiye dayalı olarak gerçekleştiğinin anlaşılmasından sonra, insan denilen canlının neden muazzam bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış olduğu daha kolay anlaşılır olmuştur.
DEVAMI için TIKLA
Evrim denilen olayın bilgiye dayalı olarak gerçekleştiğinin anlaşılmasından sonra, insan denilen canlının neden muazzam bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış olduğu daha kolay anlaşılır olmuştur.
İnsan denilen
canlı türünün ortaya çıkışı, hücre dediğimiz beden oluşturucu temel canlıların
“bilgi” denilen sisteme ne kadar önem verdiklerinin en güzel örneğini sunar. Devam edecek bölümde insanların bu gelişim serüveni işlenecektir.
DEVAMI için TIKLA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder