ZAMANLAMANIN ÖNEMİ ve Karşılıklı etkileşimlerle değişimler
Zamanın anlamını kavrayabilmek için önce zamanın küçük bir
dilimini oluşturan, bir canlının “ömür” grafiğine bakalım.
2 kg.lık bir ağırlıkla dünyaya gelen bir bebek, aldığı
besinlerle büyür. Büyüme dediğimiz olay, alınan besinlerin sindirim yoluyla amino-asit gibi küçük
bileşenlerine ayrılması ve bu amino asit parçalarının, bedenin ihtiyaçlarına
göre tekrar farklı şekillerde birleştirilerek, bedenin yaşanılan ortam koşullarına
uyabilecek şekilde düzenlenmesidir. Bebeğin 2-3-4-5, 10, 20 kg şeklinde büyümesi,
bedende gittikçe çoğalan molekül yığışımları sonucu gerçekleşir. Moleküllerin
yığışımları ise, ana hatlarıyla atalardan devralınan kalıtsal bilgilere ve de
çevre koşullarında gerçekleşen yeniliklere uyacak şekilde olur. Çevre
koşullarındaki değişimler, ortamdaki enerji alanına yansır, çünkü her varlık
bileşimine uygun bir sinyal yayacak şekilde doğal sistemde yer alır. Ortamdaki
enerji alanları da hücrelerin genel şekillerinin belirlenmesine yansır.
Şöyle
ki:
Hücrelerin genel şeklinin belirlenmesi, “cytoskeleton”
denilen çatı-oluşturucu proteinler olan actin-iplikçikleri (çok ince=6nm)
ve mikrotübüller (microtubule= 23nm)
tarafından sağlanır. Çatı-oluşturucu proteinler değişik kalınlıkta çubuksu
öğelerdir ve elektromanytik (pozitif- negatif) ve de başka türlerde kutuplaşma
gösterirler. Dolayısıyla yönlenmeleri, çevredeki enerji-alanlarına ve kuvvet
sistemlerine bağlı olarak gelişirler. Dolayısıyla bir hücrenin içyapısı,
doğadaki enerji-alanlarına göre oluşur! Bir canlının organlarının şekli de,
hücrelerce belirlendiğinden, bedenlerin genel görünüşünü belirleyen öğeler de
bu mikrotübüller ve diğer ipliksi öğeler olmuş olurlar. (Bu çubuksu öğeler hem
hücrelerin, dolayısıyla hayvanın, genel
şeklinin belirlenmesini sağlarlar, hem de hücre içindeki alış-verişlerde
güzergah rolünü üstlenirler. Bu güzergahlar boyunca motor-proteinleri denilen
kargo-taşıyıcıları, hücre içindeki alış-veriş ürünlerini taşırlar. Örn.
Myosin’ler actin-iplikçikleri yolunu kullanarak hücre içinde bir organelden
diğer organelle kargo taşıyıcılığı yaparlarken, kinesin’ler ve dynein’ler microtubule güzergahını kullanarak daha hızlı
bir kargo-taşımacılığı yaparlar.)
Bebek doğduğunda kendi kendine bakacak durumda değildir,
mutlaka ana-baba yardımına muhtaçtır. Ana-babalar da, soylarının devamı (ve
yaşlılıkta kendilerine bakacak birilerine gereksinimleri) nedeniyle bebeklerine
gerekli ihtimamı gösterirler. Ana-babaların yaşlanmaları gibi, bebekler de,
çocukluk – ergenlik –olgunluk ve yaşlılık gibi dönemler geçirirler. Bu
dönemler, bedendeki hücrelerin yapısallaşma ve örgütlenme durumlarıyla
bağlantılı görüntülerdir. Bebek büyüdükçe, daha fazla hücre oluşur, kilo ve boy
gelişir. Yani bedende depolanan H, C, N, P, O, Ca, vs. gibi kimyasal
elementlerin sayısı gittikçe artar. Yeni yetişen bir çocukla, ataları arasında
genel görünüş bakımından çok büyük benzerlik olsa da, (yani kromozom ve temel
gen sayısı aynı) ayrıntılara girildiğinde, önemli farklar vardır.
Bu farklar:
►1- Genetik bilgilerdeki amino-asit dizilimlerinde ufak
farklar olması;
►2- Yeni oluşan bedendeki kimyasal elementlerin spin,
polarizasyon gibi davranış belirleyici özelliklerinin farklı olması gibi ayrıntılarda yatar.
Bedenler, hücrelerin oluşturdukları bir holdingleşmedir. Her
organ farklı bir ürün üretir: Her ay şu kadar saç, şu kadar tırnak, şu kadar
deri, şu kadar tuz-ruhu (midede), şu kadar diş, şu kadar şu şekilde kemik, vs.
üretilir. Bu ürünler bedenin bulunduğu ortama uyum içindirler. Kaçmaya yönelik
yaşam tarzına uymuş hayvanın kemikleri farklıdır, yüzmeye yatkın yaşam tarzına
uymuş hayvanın kemik şekli farklıdır. Et-obur canlının dişi ayrı, ot-obur
canlının dişi ayrıdır.
Bedeni oluşturan hücrelerde SimKırKölSab üçlü faktörü ana
hatlarıyla canlının hayata başlangıç zamanı koşullarına uyacak şekilde
yapısallaşırlar. Canlı büyüdükçe, yeni hücreler doğarlar ve onlar da bu mevcut
SimKırKölSab yapısallaşmasına uygun davranırlar. Kalp ve beyindeki hücreler
hariç, tüm diğer organların hücreleri her birkaç ayda bir yenilenirler, yani
yaşlananlar parçalanıp amino-asitlerine dönüştürülürler ve o aminoasitleriyle
tekrar yeni organ hücreleri oluşurlar.
Hayat veya ömür, varlıkların içlerinde gerçekleşen kimyasal
değişim-dönüşümlerin (reaksiyonların) periyodik dalgalanmalarını yansıtırlar.
Malum, kimyasal reaksiyonlar ısı ve basınca göre değişip- dalgalanma
gösterirler; örn., yaz mevsimi sıcak (enerji bol), kış soğuk (enerji az) olur.
Bu değişime göre, bitkilerin büyümesi de yazın artar, kışın azalır. Mevsimlik
bitkilerin ömürleri bu sıcaklık-soğukluk ardışımına bağlı olarak gelişir.
Her türlü işlem veya oluşum mutlaka enerji gerektirir. Tüm
enerjilerin kökenini ise kuantlar, yani fotonlar oluşturur. Fotonların
maddelere bağlanma şekline en güzel örnek, fotosentez olayında görülür.
Fotosentez olayında, bitkilerin yapraklarında bulunan kloroplast adlı madde,
bir fabrika gibi işlem yapar ve eşitliğin sol tarafından aldıklarını, sağ
tarafındaki ürünlere dönüştürür.
6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen
fotonlar è C6H12O6
+ 6O2
Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ
tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6
olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu
molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri H2O ve
CO2. moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden
farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş
enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı
oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef
(dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü
doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde
bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün
sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki
değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur.
Düşünün ki, bir varlığın hiç alıcısı –yani onu tekrar
parçalarına ayıran bir başka varlık– yok. O durumda, o varlık için zaman durmuş
olur, çünkü ömrü sonsuzlaşmıştır! O durumda, çevresindeki her şey
değişip-dönüşürken, o varlık çevresiyle ilişkisiz bir sistem oluşturmuş olur
ki, doğada çevresinden etkilenmeyen, çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem
yoktur. Bu nedenle zaman “değişim-dönüşüm” ürünü, sonucu ve göstergesidir.
Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut ebediyet
gibi bir sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine
oturtulmuştur.
İşte bu durum atalarımız tarafından anlaşılamamıştır.
Atalarımız canlılık oluşturan, enerji veren şeyi, varlıkların kendi iç
bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde olduğunu varsaydıkları ebedî bir
ekstra varlıkta aramışlardır. Dolayısıyla sürekli değişim-dönüşüm içinde bilgi
oluşturarak kendi kendilerine örgütlenip-gelişen, zaman içinde daha karmaşık üst-sistemler
oluşturacak şekilde bir evrimsel gelişim düşünülememiştir.
Dağdaki bitki türleri farklıdır, ovadaki farklı, denizdeki
farklıdır. Her bir farklı bitki türüne uyum sağlamış bir sürü canlı oluşur. Bu
canlıların yedikleri bitkiler farklı olduğundan, kendi bileşimleri de değişik
protein bileşimleri gösterirler. Bu defa bu canlıların gövdelerini yiyecek
başka canlı türleri oluşur. Kısacası doğada sürekli yeni “attractor=çekim
merkezi, hedef”ler ortaya çıkar.
Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan
ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri (veya foton
türleri) oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin
kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır.
Tüm enerjiler Planck-sabiti denilen ve (h) ile gösterilen en
küçük enerji birimlerinden oluşurlar. Doğamızda mevcut tüm temel elementler bu
(h)nın tamsayılı katları (1h, 2h, 5h, vs.) şeklinde enerji alırlar veya
verirler. Atomlar arası alış-verişte kullanılan bu enerji alış-verişi öğeleri
foton olarak bilinirler ve doğadaki en yaygın radyasyon türlerini oluştururlar.
Doğada bu şekilde sürekli bir yapısal bileşim değişimi
gerçekleşmektedir. Her yeni oluşan bileşim değişik bir yeni özellik
oluşturmaktadır. Örneğin yukarıdaki örnekte verilen şeker molekülü “tat”
denilen bir özelliğe sahiptir ve bu maddedeki enerjiden yararlanmak isteyen
diğer varlıklar, tat duyusuna sahip organ veya organeller geliştirmek
zorundadırlar.
Doğadaki bir sürü varlık fotosentezle oluşturulan bu şeker
moleküllerini kullanarak başka türlerde maddelere (değişik proteinlere vs.)
dönüştürmüştür. Bu şekilde ortamdaki madde çeşitliliği gittikçe çoğalır. Her
madde değişik bir özelliğe sahip olduğundan ve bu özelliğini çevresine yayarak
çevredeki diğer varlıklarla etkileşim içine girdiğinden, ortamdaki “etkileşme =
haberleşme” sinyalleri sayısı gittikçe artar.
Her varlık varlığını sürdürebilmek için enerjiye ihtiyaç
duyar. Bu nedenle de bağımlı olduğu enerji kaynağının nasıl oluştuğu, nerelerde
bulunacağı, vs. gibi konularda sürekli bilgi toplar. Bunun için tüm varlıklarda
bir biyolojik iç-saat sistemi vardır. Bu biyolojik iç saatler, bizlerin
kullandığı saatlerin tik-taklarına göre değil, doğadaki maddelerin
değişim-dönüşüm oranlarına, yani göreceli yoğunluklarına göre işlerler. Bu
nedenledir ki, bir yumurta (veyahut ana-karnındaki) cenin gelişiminde
hücrelerin kaderleri, ortamdaki belli maddelerin yoğunluk derecesine göre
ayarlanırlar ve kafa-gövde-ayak; veyahut sırt-karın gibi temel görev yerlerinin
saptanması gerçekleşir.
Giriş bölümünde gösterildiği üzere, doğadaki yönlendirici-yapıcı
güç sistemi varlıkların içsel bileşenlerinde bulunmakta ve information &
self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler teorisi kurallarına göre
doğadaki oluşum ve gelişimleri yönlendirmektedir. Yani can (ruh) ve madde
iç-içedir. Dolayısıyla doğada dinamik bir sistemli bir hayat görüşü geçerlidir.
Dinamik sistemli hayat görüşünde “zaman + bilgi + madde kompozisyonu” üçlüsü,
karşılıklı bir etkileşim içinde, hep daha ekonomik yapısallaşmalar oluşturacak
şekilde ortaklaşa işlem görürler. Doğadaki tüm kuvvet oluşturucu sistemler
enerjilerini kuantsal sistemden aldıklarından ve kuantsal enerji
atom-molekül-hücre gibi gittikçe büyüyen yapısallaşmalar olarak değişim-dönüşüm
sistemi içinde olduğundan, her varlık sürekli çevresini yoklayarak değişen
enerji kaynaklarını algılayacak ve değerlendirecek şekilde sürekli bilgi
oluşturmak zorundadır. Dolayısıyla zaman “bu madde kombinasyonları
değişimlerine göre” algılanmaktadır.
(Tüm evrenin ve dünyamızın aynı anda bir
resminin çekilerek, her şeyin o resimdeki gibi dondurulmuş olduğunu tasarlayın.
İnsanlar heykeller gibi donup kalsınlar ve bedenler içindeki hücrelerde her
türlü faaliyet durmuş olsun; rüzgar esmesin, ışık dursun, dünyamız dönmesin,
ay-güneş-yıldız sistemleri birbirlerine göre hiç hareket etmesinler, hiç
birinin üzerinde en ufak bir faaliyet olmasın! O zaman, ne yaşam oluşur, ne
gün, ne gece, ne ay, ne de yıl! Yani o durumda “zaman” oluşmaz. Dolayısıyla,
“zaman” bir “hareketlilik, bir akım-aktarım, vs.”, basit bir ifadeyle “bir
değişim-dönüşüm” göstergesidir. Maddeler sabit, kararlı, duraylı ve değişmez
değiller; öyle olsalardı, zaman dediğimiz “değişim-dönüşüm göstergesi”
oluşmayacaktı.)
Şekil 25: Enerji-Bilgi-Bileşim arası
ilişkilere göre gelişen zaman olgusu.
2- Bu nedenle “bilgi” dediğimiz enerjinin nerden
nereye aktarılması verilerini yönlendiren olgu, zaman içinde sürekli
geliştirilmek zorundadır.
Doğal sistemin canlılığında zaman
faktörü
Hayatın ne
olduğu, neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğu, zamanın ne olduğu gibi
temel konularda bilgileri olmayan insanların da, doğal sisteme uygun bir
toplumsal hayat modeli oluşturmaları olası değildir.
Şimdi bu
konuya bakalım.
Hayatı anlamak
için zamanı anlamak gerekir, çünkü hayat = ömür; ömür de zamanın bir dilimdir.
Şekil
24: Zaman varlıkların kimyasal bileşimlerinin değişmesiyle oluşan bir
değişim-dönüşüm göstergesidir.
Doğadaki her
şey 92 kimyasal elementten oluşur.
5 milyar yıl
önceleri bu elementler sadece inorganik moleküller şeklinde birleşmişlerdi. (A)
3 milyar yıl
önceleri bakteri denilen canlıları oluşturan bileşimler de öncekilere eklendi
ve böylelikle önceki zamanlara ait inorganik moleküller azaldı-değişti. (B)
500 milyon yıl
önceleri denizel canlıları oluşturan bileşimler de öncekilere eklendi ve önceki
zamanlardaki organik ve inorganik molekül bileşimleri azaldı-değişti. (C)
200 milyon yıl
önceleri dinozorları oluşturan bileşimler de öncekilere eklendi ve önceki
zamanlardaki organik ve inorganik molekül bileşimleri tekrar değişti. (D)
Tüm bu olaylar
birer doğum-ölüm döngüsü olarak görülebilirler.
Sonuç:
Madde
bileşimlerinde gerçekleşen değişim-dönüşümler ardalanması (doğum-ölüm
döngüleri) “zamanı” oluşturmaktadır. Maddeler ise, sürekli daha az enerji
kullanılmasına yönelik yeni kombinasyon oluşumları şeklinde değişmektedirler.
70-80 yıl
önceki arabaların 100 km’de 20 litre benzin yakarken, günümüz arabalarının 3-4
litre yakması örneğindeki gibi, “yeni bilgi” oluşumları ile daha az enerji
kullanılması sağlanmaktadır.
Varlıklar bilgilere
göre sürekli yeniden re-organize edilerek, tavuk-yumurta ilişkileri
çerçevesinde yeniden düzenlenip, yeniden oluşturulurlar. Yani zaman dediğimiz
olgu, gelişen bilgiye göre maddelerin tekrar re-organizasyonu sonucu
oluşmaktadır.
Yani
doğum-ölüm döngüleri sonucu oluşan madde bileşimleri re-organizasyonu zamanı
oluşturmaktadır.
Zaman = Enerji
1 Bilgi 1 Madde etkileşimleri sonucu oluşan değişim-dönüşümlerdir, re-organizasyonlardır,
tavuk-yumurta döngüleridir. Ve reorganizasyonlar bilgi edinilerek
oluşturulmaktadırlar.
Bilgi
faktörü
Ateş-yakması
bilinmeden, maden elde edilemez.
Maden olmadan,
motorlu aygıtlar üretilemez.
Motorlu aygıt
olmadan elektrikli aletler yapılamaz.
Bu nedenle tüm
oluşumlar, birbirleriyle karşılıklı bir bağımlılık ve bilgi alış-verişi, yani “heterarşik”
bir bağ içindedirler.
Her yeni
oluşturulan eşya veya bilgi, onu takip eden bir başka şeyin oluşum koşullarını
hazırlar
Aynı türde
heterarşik ilişkiler doğadaki tüm oluşumlarda görülür.
1- Atomlar
olmadan, moleküller oluşturulamaz, moleküller oluşturulmadan, hücreler;
hücreler oluşturulmadan bitkiler ve hayvanlar oluşturulamaz.
3- Bilgi
olgusu varlıkların kimyasal bileşimlerine ve fiziksel dokularına kayıt edilerek
depolanıp-saklanır ve gelecek nesillere aktarılır.
4- Bu şekilde
eksponansiyel (üssel) gelişim içinde olan bir “bilgi” sistemi ortaya çıkar.
Bilgi
oluşumundaki üssellik evrensel ölçekte de mevcuttur. Chaisson’un “Energy Rate
Density = Enerji Akış Yoğunluğu” hesaplamaları, evrensel düzeyde bilginin üssel
geliştiğini ortaya koymaktadır.
Şekil
26: Chaisson-diyagramı.
“Bilgi”
faktörünün üssel (eksponansiyel) şekilde gelişmiş olması, bilgi’nin varlıkların
en temel yapıtaşlarından kökenleniyor olmasını zorunlu kılar.
Çünkü:
Eksponansiyel fonksiyonların türevleri hep eksponansiyel olarak kalırlar; bu
matematiğin bir ilkesidir.
Peki zaman nasıl başlar? Zamanı kim veya ne başlatır?
Biz insanların bedeninde zaman (ömür) hücrelerimizin
karşılıklı etkileşimleriyle başlar ve hücreler arası etkileşimin durmasıyla da
son bulur. Yani bizler için zaman hücreler arası değişim-dönüşümlerle
belirlenir. Hücreler arasında etkileşimler (değişim-dönüşümler olmazsa, bizler
için hayat (ömür de) oluşmaz. İnsanlar yaklaşık 3 milyon yıldır var olduklarına
göre, bizler için zaman 3 milyon yıldır işleyen bir değişim-dönüşüm sisteminin
bir sonucudur. Hayvanlar yaklaşık 500
milyon yıldan beri vardır; dolayısıyla onlar için zaman bu süreçle sınırlıdır.
Ökaryot hücreler 2 milyar yıldır var olduklarından, onların değişim-dönüşüm
döngü sistemleri 2 milyar yıldan beri vardır. Prokaryotlar 3,5 milyar yıldan
beri var olduklarına göre, onlar için geçerli değişim-dönüşüm sistemi 3,5
milyar yıldan beri var demektir.
Görüldüğü gibi, doğadaki değişim-dönüşüm döngüleri
varlıkların karmaşıklık düzeyine bağlı olarak gittikçe ortadan kalkıyor. Peki,
zamanın başlangıcı nerde?
Hücreler molekül ve atomlardan oluştuklarına göre,
moleküller arası değişim-dönüşümler canlılar aleminde zamanın başlangıcını
oluştururlar. Moleküller atomlardan oluşurlar, dolayısıyla atomlar arası
değişim-dönüşümler molekül dünyasındaki zamanın başlangıcını belirler. Atomlar
proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğelerden oluşurlar, öyleyse atom-altı-öğeler
dünyasında da değişim-dönüşümler olmalı ki, atomların ömürleri ve zamanları
oluşsun.
Evet doğadaki canlılık da gerçekten atom-altı-öğeler
dünyasında başlar. Kuantum denilen en temel enerji biriminin keşfiyle başlayan
atom-altı-öğeler dünyasındaki araştırmalar, proton-nötron-elektron sistemleri
arasındaki Quantum Electro Dynamic (QED) ve proton-nötronlar arasında (çekirdek
içi güçlü-kuvvet oluşumunu açıklayan) Quantum Chromo Dynamic (QCD) adı verilen
fizik dalları oluşumuna yol açmıştır. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi
atom-altı-öğeler dünyasında çok yoğun içsel değişim-dönüşümler vardır. Ve
doğadaki tüm diğer varlıkların sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olmalarına
neden olan en temel değişim-dönüşümler, atomların içlerinde, atom-altı-öğeler dünyasından
start almakta ve atom < molekül < hücre < beden gibi gittikçe
karmaşıklaşan üst sistemler şeklinde devam etmektedir. Yani zamanı başlatan
atom-altı-öğelerdir.
Fizikçiler zamanı sabit değişmez bir sistem olarak
algılayıp, ona göre teorik hesaplamalar ve öngörülerde bulunmaktadırlar.
Hâlbuki yukarıda sunulan veriler dünyamızda sabit, değişmeyen bir zaman birimi
olamayacağını göstermektedir. Dolayısıyla, fizikçilerin günümüzdeki saniye
değerine dayanarak teorik hesaplamalar ve öngörülerde bulunmaları çok hatalı
bir işlem olmaktadır.
Doğadaki her türlü eylem ve işlem varlıkların içlerindeki
küçük bileşenlerince ayarlanır ve yapılır. Bu ayarlama işleminin kökeni
kuantsal sisteme dayanır. Fizik deneylerinin gösterdiği üzere, atom-altı-öğeler
dünyasında her atom-altı-öğe, çevresini algılar. Çevresinde kendisiyle ilişkiye
girmek isteyen (kendisini gözlemleyen) biri (bir şey) varsa, onun gösterdiği
hedefe gider. Kendisini gözlemleyen yoksa çevre koşullarını algılar ve olasılık
hesaplamaları yaparak en ekonomik konuma göçecek şekilde davranır!
Atom-altı-öğelerin bu davranışları, onlardan türemiş olan tüm diğer üst
sistemlerde de devam eder. Bu nedenle kuantlar, atomlar ► moleküller ► hücreler
► bedenler (hayvanlar, bitkiler) ►toplumlar gibi üst sistemler içine
girdiklerinde, kendilerinin gözlendiklerini sürekli olarak hissederler ve hep
üst-sistemin oluşturduğu hedefe (niyete) uyacak şekilde davranırlar. Ve bu
şekilde doğadaki tüm oluşum gelişimler kuantlara hedef gösterilmesi ve
kuantların de enerjilerini bu hedefe ulaşacak şekilde devreye sokmaları
şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla niyet (hedef oluşturma) çok çok önemlidir.
İnanç sistemleri de birer niyet (hedef) göstergesi olduklarından, toplum
hayatının düzenlenmesinde en ön planda yer alırlar. Yani, “herkes istediği
inanç sistemine sahip olsun” şeklinde bir tutum sergileyenlerin bu
düşüncelerinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu tekrar gözden geçirmeleri
gerekmez mi?
Anlaşılacağı üzere,
zaman kavramı “informasyon=bilgi” faktörü ile iç-içedir. Halbuki, Einstein
dahil, geleneksel fizikçilerin hiçbirinin kafasında bilgi ile zaman faktörü
birlikte değerlendirilmediği (yani fiziksel formüllerde bilgi faktörü
bulunmadığı) için, oluşturulan doğal sistem senaryoları kökten hatalı
olmaktadır.
Zaman faktörünü “bilgi” ile bağlantılı değil de, harici bir
varlığın tik-tak gibi sinyallerine göre oluştuğu görüşünde olan ve ona uygun
fiziksel görüşler ortaya atan fizikçilerin en meşhuru Einstein’dır. Einstein’ın
“rölativite = görecelik” teorisi, zamanı tik-tak şeklinde bir sinyal şeklinde
işleyen bağımsız bir faktör olarak görür. Işık hızına yakın hızlarda ilerleyen
bir cisimle, yavaş ilerleyen bir cismin zaman ve mekan algılamasının farklı
olacağını, hızlı ilerleyen cisimde zamanın yavaş, yavaş ilerleyende hızlı
geçeceğini ileri sürer.
Philipp M. Kanarev. 2003: Einstein’ın zaman kavramında
yaptığı bu hatayı sergiler ve “Axiom of Unity of space – matter – time =
uzay-madde ve zaman’ın birlikteliği aksiyomu” ilişkisine dikkat çekerek:
►1- Einstein’in görecelik teorisinin yanlışlığını;
►2- O teoriye dayanılarak oluşturulmuş olan “big-bang”,
“kara-delik” gibi fiziksel varsayımların tamamen yanlış olduğunu ileri sürer.
►3- “I am sorry for modern young people, whose heads go on
to be filled with this rubbish.= Günümüz gençliğinin kafasının bu tür
saçmalıklarla doldurulmasına çok üzülüyorum” diye duygularını dile getirir.
Kanarev’in
görüşlerinin, DOM-sistemi bilgileriyle uyumluluğu çok dikkat çekicidir. Ayrıca
Big-bang’ın olmadığı başka bir yaklaşımla, yani bir astrofizikçi olan Halton
Arp (1998) tarafından da ileri sürülür; bak ( http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/10/bigbang-var-m-yok-mu.html
)
Geleneksel fizikçilerin görüşlerine uygun olmayan bu tür
çalışmalar ise, “su başlarını devler tutmuş” misali, bilimsel medyada hep
bastırılır ve yaygınlaşmasına müsaade edilmez. Bu da SimKırKölSab faktörünün
bilim dünyasına yansımasından kaynaklanmaktadır.
Bilgi varlıkların yapısal-dokusal durumlarına işlenerek
oluşturulmakta ve korunmaktadır. Yani bizler bir şey öğrendiğimizde, beyindeki
sinir-hücreleri arasındaki sinaps yapısallaşmalarında kimyasal değişiklikler
gerçekleşir. Aynı şekilde, kalıtsal bilgiler hücrelerin genetik kayıtlarında
kimyasal değişiklikler olarak kayıt altına alınırlar. Dolayısıyla, bilgi
doğadaki varlıkların yapısal-dokusal durumlarında oluşturulurlar. Bu nedenle
“zaman” değiştikçe (yeni bilgiler oluştukça) varlıkların yapısal-dokusal
durumları da değişmektedir. Bu şekilde madde - zaman (+bilgi) – uzay entegre
bir sistem oluşturmaktadır. Birinde yapılan bir değişiklik, tüm diğerlerini de
etkilemektedir.
Kanarev (2003) de, sırf fiziksel argümanlardan giderek,
doğal sistemin “unity of Space-Matter-Time” birlikteliğinden söz etmektedir ki
bu da yukarıda farklı argümanlardan gidilerek ulaşılan sonuçla tamamen
örtüşmektedir.
Doğadaki tüm
oluşumlar, varlıkların çevrelerini algılamaları (bilgi oluşturma) ve bu
bilgilere göre yapısal-dokusal durumlarının ayarlamaları (madde değişimi) ve bunların
sonuçlarına göre de mekansal (uzay) değişimlerin ortaya çıkması şeklinde
gerçekleşir.
Zaman, hariçteki bir tik-tak vericinin sinyaline göre oluşan
bir şey değildir.
DOM-sisteminde tanımlanan zaman, doğadaki gerçeklere uygun
bir tanımlamadır. Fizikçilerin, biyologların, vs., doğadaki olayları doğru
yorumlayamamalarının temelindeki neden de, onların zamanı harici bir tik-tak
vericinin sinyallerine göre olan bir değişim olarak değerlendirme
yanlışlığıdır. Einstein’ın ışık hızına yakın ilerleyen varlıklarda zamanın
yavaşlayacağı (time dilation) olacağı öngörüsü, bu nedenle hatalıdır.
Yani doğadaki varlıklar için “zaman” kavramı, madde
bileşimleri oranlarının saptanmasına yönelik bir algılama türüdür ve varlıklar
arası karşılıklı etkileşimlere bağlıdır. Biz insanların zaman kavramı ise,
varlıkların karşılıklı etkileşimlerine değil, harici bir tik-tak sinyali
vericinin düdüğüne göre gerçekleştiğine inanılan bir süreçtir. Böyle bir şey
ise doğada mevcut değildir. Bu nedenle
fizikçi biyolog gibi bilim adamlarının oluşturdukları doğal sistem görüşleri
kökten hatalı olmak zorundadırlar. Einstein’ın rölativite teorisinde ileri
sürülen ışık hızıyla giden bir saatin yavaşlaması (time dilation=zaman uzaması)
gibi varsayımlar ve bu varsayımlara dayalı olarak oluşturulan “karadelik” vs.
gibi hayali kavramlar hep havada kalmak zorundadırlar, çünkü doğada ışık
hızıyla giden bir tik-tak verici-yapıcı saat sistemi yoktur.
Karşılıklı Etkileşimlerle değişip-dönüşen bir dünya
►1- Bir odada asılı duran bir sarkaç (çekül) düşünün. Çevrede ani bir volkan patlamasıyla bir yüksek dağ oluşmuş olsun. Çekül anında, o yeni oluşan dağın kendisine olan uzaklığını (r) ve dağın kütlesini m2 en hassas şekilde algılar, kendi ağırlığı olan m1 ile kıyaslar ve m1 (çarpı)x m2 (bölü)/r2 formülüne göre, bir hesaplama yapar ve çıkan değere uygun şekilde dağın bulunduğu yöne doğru konumunu değiştirir.
►2- Elinizdeki pusulanın veya cep-telefonunuzun ibresinin konumunu gözlemleyin. Her şey sakin olsun. O an Güneşte bir patlama olsun ve dünyamız atmosferi o radyasyondan etkilenmiş olsun. Binlerce km uzaklıktaki bu elektromanyetik radyasyonun şiddeti anında pusulamızın ibresi tarafından algılanır, ve yukarıdaki formüle benzer şekilde bir hesaplama yapılarak, belli bir derece kadar bir yöne doğru bir dönme gerçekleşir.
Devamı
Karşılıklı Etkileşimlerle değişip-dönüşen bir dünya
Varlıklar arası anında karşılıklı etkileşimleri açıklamak için birkaç örnek verelim.

Bunlar gözle görülebilen maddelerin çevrelerini algılama ve anında tepki verme örnekleridir. Peki maddeleri oluşturan atom ve atom-altı-öğelerin çevre algılama ve tepki verme yetenekleri nasıldır?
►3- Blog-sayfamızın ►2: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/domun-ozu.html
“ En-Temel-Canlılık” başlıklı makalesinde gösterildiği üzere, atom ve atom-altı-öğelerin oluşturdukları kuantsal sistemde karşılıklı etkileşimler çok daha etkilidir. Şöyle ki:
• EPR- etkisi adlı olayda görüldüğü üzere, kuantsal düzeyde, evrensel ölçekte anında bir etkileşme vardır.
• Tünelleme etkisi adlı olayda görüldüğü üzere, kuantsal sistemde öğeler, çevrelerinde algıladıkları daha ekonomik bir yapısal öğeye göç edebilmek için önlerinde bulunan en büyük engeli dahi aşacak düzeyde bir enerjiyi “kuantsal enerji-ağından” ödünç alıp, o ekonomik yapıya göç ederler ve bu şekilde daha kötü olan bir yapısal unsurdan, daha iyi bir yapısal unsura geçerek, iyilerin gelişmesini, kötülerin gerilemesini sağlayıcı ekolojik işlevlerini yerine getirirler.
Yani doğadaki tüm varlıklar kendilerini etkileyen faktörleri anında algılayıp, gerekli hesaplamaları yapıp, durumlarını ona göre ayarlarlar.
►4- Bir şey yapılması-oluşturulması için enerji gerekir. Enerji ise sadece atom-altı-öğeler dünyası diyebileceğimiz kuantsal sistemin denetim ve kontrolündedir. Bu nedenle doğadaki her şey atom-altı-öğeler dünyası dediğimiz alt-sistemler tarafından oluşturulmaya başlanır. Böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle bir sistemde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemli ilke şudur:
• Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Buraya kadar anlatılanlar, doğadaki denge ve düzenin kuantsal sistemin etkileyici ve yönlendiriciliği çerçevesinde gerçekleştiğini göstermekte ve dinamik sistem olarak bilinmektedir. Buna göre “devlet” olarak bildiğimiz üst-sistemin biz halka hedef göstermesi gerekmektedir.
►Devletlerin yönetimini elinde bulunduranların insanlara gösterdikleri hedef ise şöyledir: Etkileyici-yönlendirici güç sistemi, dışınızdaki-tepedeki bir görünmez güç-sistemindedir. Bu tepedeki güç-sistemini temsil eden liderler de sizleri yönlendireceklerdir! (Bu sisteme statik sistem denir.)
►Halbuki dinamik sistemli doğada değişim-dönüşümler bedenlerimizdeki hücreler ve onların içlerindeki moleküller-atomlar tarafından algılanıp, o değişimlere uygun tepkiler verilmekte, değişim-dönüşümler önce içimizde başlamakta, sonra dışa yansıtılmaktadır.
• Yani halkımız binlerce yıldır devleti sahiplenme ve yönlendirme yetkisinin, kendilerinde değil, tepedeki birilerinin elinde olduğu yanlış bilgisi ile aldatılıyor-kandırılıyor.
• Bir iş veya eylem için enerji gerekir. Doğadaki tüm enerjilerin kaynağını ise kuantsal sistem oluşturur, yani güç-kuvvet oluşumu hep alt-sistemlerdedir. Peki, tepedeki bir lider toplumu yönlendirecek gücü nerden-nasıl alacak?
• Bu sorun, doğadaki her şeyin sahipliğinin tepedeki güç sisteminde olduğu, dolayısıyla vatan denilen devlet arazilerinin sahipliğinin krallara-sultanlara ait olduğu şeklinde bir inanç oluşturulmasıyla çözülmüştür. Halk, üzerinde yaşadığı araziden elde ettiği ürünlerin yarısını (hatta üçte-ikisini) toprak ağalarına verir ve tepedekilerin güç kaynağı bu şekilde oluşturulmuş olunur. (Doğadaki ekolojik dengenin bozulmasının günahının statik sistemli hayat görüşü sahiplerinin sırtında olduğunun net bir kanıtı!)
• “Para” denilen toplumsal alış-veriş sisteminin ortaya çıkışı ile, tepedekilerin güç kaynağı toprak-ağalığının elinden alınıp, banka sahibi zenginler-kulübü üyelerinin denetimine girmiştir.
• Özetleyecek olursak, halkımız binlerce yıldır, statik sistemli bir hayat görüşü ile kandırılmaktadır. Bu kandırılma işleminde kullanılan en etkili meslek grubunu ise din-adamları oluşturmaktadır. Geçimlerini tepedeki para-babalarından aldıkları için onların istekleri doğrultusunda davranmakla, halkın, bilerek veya bilmeyerek, kandırılmasında en etkili rolü oynamaktadırlar. Bir müftü olarak görev yaparken, Cennet-Ülke slaytı ve açıklamalarındaki gerçeği öğrendikten sonra müftülük görevinden istifa ederek, geçimini çaycılıkla sağlayan merhum Turan Dursun’un şu sözü bu durumu güzel açıklamaktadır: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim, halka gerçeği anlatma uğruna ölümü göze mi alayım?”
• ►Her gün masum insanlar ölürken, kimsenin can güvenliği yokken, hak-hukuk sistemi işlemezken;
• ►Enflasyon-işsizlik her geçen gün artarak devam ederken;
• ►Tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağını statik sistemli tepeye bağımlılık olduğu bilimsel verileriyle ortaya konmuşken,
• Başta din-adamları olmak üzere, bilim insanlarının ve “aydın” olduğuna inandığımız kişilerin hala yapraklarla uğraşmaya devam edip, ormanı görememelerini protesto ediyor, onların topluma karşı suç işlediklerini iddia ediyorum. Onlara karşı dava açıp, cezalandırılmalarını sağlamak mevcut hukuksal düzende mümkün olmadığından, vicdanlarında içten-içe bu suçluluğu hissetmeleri dileğimle.
Katılıyorsanız, paylaşın ki, çığ gibi çoğalıp, kritik sayıya ulaşılsın ve sağır-sultanlar bile duysun. Yoksa, daha çooook bir kurtarıcı beklersiniz.
Devamı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder