İnsan doğa
ve dünyayı anlamak ve bu sistem içinde kendi hayatına bir anlam bulmak arayışı
içindedir.
Gelecekte ne olduğunu bilemeyiz, ama geçmişimiz hakkında bilgi edinecek
kaynaklara sahibiz. Bu kaynakların başında arkeoloji ve jeoloji bulunur. Bu
yolla nasıl bilgilere ulaşılacağı önceki bölümlerde gösterilmişti.
O bilgilerden öğrendiğimize göre, 12 bin yıl öncelerinden beri toplumsal
bir yaşam sistemine geçtiğimiz anlaşılmaktadır. Bunun en güzel delilini de
Göbekli-Tepe arkeolojik kazıları sunmaktadır. Göbekli tepe 12 bin yıl öncelerinde
Anadolu’da oluşturulan ilk höyüktür. İki farklı yerleşim stili vardır. En altta
11-12 bin yıllarında yapılmış dairesel şekilli 20 kadar yerleşim vardır. Ama
onların üzerine 9-10 bin yıl önceleri yapılan dörtgenimsi ev sayısı çok
fazladır ve Anadolu’da daha sonraki zamanlarda yapılan höyüklerle tamamen benzer
şekilli bitişik-nizamlı evlerdir. Neden ilk yerleşim yerleri dairesel ve
birbirlerinden ayrık iken sonradan yapılanlar dörtgenimsi ve birbirleriyle
bitişik?
Göbekli-Tepe’yi oluşturan insanlar resimde görüldüğü gibi, daire şeklinde
duvarlar içinde ortada ana-babayı temsil edebilecek çok büyük T-şeklinde 2-sütun
dikmişlerdir. Onların çevrelerinde ise daha küçük ama yine T-şeklinde 12 adet sütun
yerleştirmişlerdir.
Neden merkezdekilerin çevresinde 12 adet ekstra T-sütunu var?
Bunun nedenini kesin olarak söylemek zor, ama hayatın yıllık
değişim-dönüşümler göstermesine dayalı 12 aylık bir döngüye işaret ediyor
olabilir.
Sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğada yaşama olgusu, hayatımızın-ömrümüzün
de sürekli değişim-dönüşüme uğrayacağı olgusunu da içerdiğinden, doğum-ölüm
farklı değerlendirilmek zorundadır. Ölüm bedenlerin doğadaki
değişim-dönüşümlere uymakta zorlandığı için, tekrar bileşenlerine ayrılmasıdır.
Bileşenler de, doğadaki değişimlerle tekrar harmanlanarak kalibrasyona uğrarlar
ve yeni bedenler içinde tekrar doğayı oluşturmaya devam ederler. Ama kah bir
bitki bedeninde, kah bir başka canlı bedeni içinde. İşte bu nedenle Şamanizm, Ur-Alevilik,
animizm, paganizm, Taoizm, Budizm gibi inanç sistemleri, RUH dediğimiz canlılık
belirtisinin diğer canlılarla da ortaklık içinde olduğu şeklinde düşünmüşler ve
onlara saygılı olmak gibi bir yaşam benimsemişlerdir. Bunlar arasında Taoizm yaratıcılığın
kökünde “yin ve yang” gibi birbirinin zıttı olan faktörlerin devrede olduğunu
ileri sürerek kuantsal sisteme çok yakın bir görüş ortaya koymuştur.
Günümüz insanları doğadaki oluşumların atomlardan başlanarak molekül-
hücre-beden gibi gittikçe büyüyen bir sistem içinde gerçekleştiğini bilmekte.
Her şey tabandaki kuantsal
sistemle yapılıyor, çünkü enerji onlarda var. Enerjinin nerden nereye akacağı
ise “bilgi” faktörü ile oluyor. Bilgiler enerji akışı yönünü belirleyen trafik
işaretleri görevini üstlenirler. Doğada atomlardan moleküllere geçişle, bir
sürü yeni madde ortaya çıkar, ve bu maddelerin her biri farklı anizotropi
özelliğine sahiptir. Anizotropi, enerjinin nerede fazla, nerde daha az
dağılacağını belirler. Örn. Hidrojen atomu yanıcı, Oksijen atomu yakıcı bir
element iken H2O molekülü söndürücüdür, tamamen farklı özellikler gösterir.
Yani H ve O atomları Su molekülü içinde öz özelliklerini bırakıp, başka
özellikli olmuşlardır.
Su molekülleri diğer
moleküllerle etkileşerek, protein, şeker gibi daha büyük molekül kompleksleri
oluştururlar. Bu kompleks moleküller birleşerek hücre gibi daha kompleks
varlıklar oluştururlar, vs. Bu şekilde gittikçe karmaşıklaşan yeni
üst-sistemler ortaya çıkar.
Ama tüm bu yeni oluşan
üst-sistemler, hep bir alt-düzeydekilere bağımlıdır, çünkü enerjilerini onlardan
alırlar.
Atalarımız
doğayı ve zamanı tamamen yanlış anlamışlardır. Onlara göre, varlıkların
dışındaki olağan-üstü bir güç, varlıkların içine “ruh” üfleyerek, varlıklara
hareketlilik kazandırır, dolayısıyla, doğadaki her şeyin sahipliği bu
olağan-üstü güce aittir. Halbuki, her şey, varlıkların içlerindeki bileşenleri
tarafından yapılır, çünkü bir iş veya eylem yapılması için gereken enerji
sadece varlıkların içsel bileşenlerinde bulunur, en temeldeki içsel bileşenimiz
ise kuantsal öğelerdir ve evrendeki tüm enerjilerin kaynağını
oluşturmaktadırlar. Proton-nötron-elektron gibi kuantsal öğelerin
birleşmeleriyle önce atomlar oluşur, onların birleşmeleriyle moleküller,
moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle de
bedenlerimiz oluşur. Bizlerin birleşmemizle de toplum oluşturulur. Tabandan
tepeye doğru gelişmiş olan bu sisteme, “information & self-organisation”
olarak özetlenen dinamik sistem denir.
Peki atalarımız bu konular hakkında ne biliyorlardı? Yazının keşfinden sonra
bu konuda kesin bilgilere ulaşıyoruz.
Yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri insanlık yazıyı keşfetmiştir ve o zamandan
beri eski kültürlerde insanların doğa – dünya ve hayat hakkında ne düşündüklerini
kesin olarak anlayabilmekteyiz. Bu tür arkeolojik belgelerin başında Sümerler
denilen ve 6-7 bin yıl önceleri Basra yöresinde ortaya çıkmış olan bir kavmin
bıraktıkları çivi-yazısı kil tabletler gelir.
Şimdi Sümer belgelerini en iyi araştıran Sümerologlardan biri S.N. Kramer’in
eserlerinden yararlanarak, doğa ve dünya ve hayatın oluşumunun nasıl tasarlandığını
görelim.
Aşağıdaki bölümde yazılanlar S.N. Kramer 1963 (Sumerians) ve 1972 (Sumerian
Mithology) adlı eserlerinden alınmıştır. Kramer insanlığın kültürel gelişiminin
buzul devrinin Basra-Hürmüz (veya Atlantis) Ovasında geliştiği bilgisine sahip
olmadığından, Sümerlerin Basra yöresine gelmeden önceki yaşamları hakkında bir
şey bilmemektedir. Bu nedenle Sümerce metinleri yorumlamakta zorluklarla
karşılaşmakta ve yorumlayamamaktadır. Bu gibi durumlarda köşeli parantezler
[..] içinde ek açıklamalar tarafımdan eklenmiştir, yani bana, İsmet Gedik’e
aittir.
Sümerlere
göre yaradılış
Çevrilen Sümerce pasajlardaki italikler yabancı sözcüklerin yanında kuşkulu
ifadeleri de belirtir.
Sümerlerin evrenin yaratılışı anlayışlarının ana kaynağı “Gılgamış, Enkıdu
ve Ölüler Diyarı” adlı bir Sümer şiiridir.
Şiir, Gılgamış’la ve öykünün
olay örgüsüyle hiç
ilgisi olmayan iki kısa
pasajdan ibaret bir
girişle başlar. İlk pasaj, göğün ve
yerin birbirinden ayrılması da
dahil olmak üzere
ilahi yaradılış eylemleriyle
ilgilidir ve bu nedenle Sümer
kozmogonisi ve kozmolojisi için büyük
önem taşır. Sümerlerin evrenin yaratılışı kavramları
üzerine en önemli malzemeyi
sağlayan bu yapıtın giriş
kısmıdır. Girişin okunabilen
kısmı aşağıdaki gibidir:
Gök yerden uzaklaştıktan sonra,
Yer gökten ayrıldıktan sonra,
İnsanın adı konduktan sonra;
An göğü ele geçirdikten sonra,
Enlil yeri ele geçirdikten sonra,
Ereşkigal Kur'un ödülü olarak ele geçirilip götürüldükten sonra;
O denize açıldıktan sonra, o denize
açıldıktan sonra,
Baba Kur’a doğru denize açıldıktan sonra,
Enki Kur’a doğru denize açıldıktan sonra;
(Kur) krala ufak taşlar fırlattı,
Enki’ye koca taşlar fırlattı;
Onun küçük taşları, el kadar taşlar,
Onun koca taşları, ... kamışların taşları,
Enki’nin gemisinin omurgası,
Saldıran kasırgaya benzeyen savaşta yenildi;
Krala karşı, geminin serenindeki sular,
Kurt gibi yutuyordu,
Enki’ye karşı, geminin ardındaki sular,
Aslan gibi vuruyordu.
[Bu yazılanları anlayabilmek için, “İnsanlık Tarihi”
adlı blog-sayfası bilgilerini okumak gerekir. Çünkü modern insanların ataları yaklaşık
70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Asya ve Avrupa’ya
yayılır. İlk yerleştikleri yer ise buzul devri koşulları nedeniyle o zamanlar
kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz-(veyahut Atlantis) Ovası dediğimiz bir
yerdir. Afrika kökenli olduklarından kendilerine “kara-kafalılar” derler.
Sümerler 70 bin yıldan 15 bin yıl öncelerine kadar bu Atlantis bölgesindeki
adalarda yaşarlar. 15 bin yıl önceleri buzul devri sona erince deniz tekrar
yükselmeye ve Basra körfezini doldurmaya başlar. Sümerler gittikçe daha
kuzeydeki bir adaya göçerler. Ama bu7-8 binyıl süren göç sırasında, kuzeydeki
Zağros dağlarını kaplayan kar ve buz örtüsü de her yıl ergimeye devam eder. Her
yıl oluşan taşkınlar ve sellenmeler adalarda yaşayanlara çok büyük zararlar
verir. 7 bin yıl yıl önce ise dağ tepelerinde kalan en son buzul kütlesi
patlayan bir balon gibi çok büyük bir sel felaketi oluşturur ve büyük tufan
denilen olayla Sümerlerin yaşadığı en son adayı da suya batırır. Sümerler de
sallar-kayıklar vs ile kaçıp, Basra sahillerine çıkarlar. Basra sahilinde
yerleşilen ilk yer Ubaid kültürünün oluşturulduğu Eridu’dudur. Eridu’nun kutsal
tanrısının Enki olması ve Sümer inancının temellerini oluşturduğuna inanılan me’lerin
başlangıçta Enki’de olması buna dayanır.
Sümer dilinde “kur” sözcüğü dağ veya ülke anlamına
gelir. Zağros dağları buzul devrinde kar-ve buzlarla kaplıdır. Buzul devri
sonunda da solifluksiyon nedeniyle sel ve taşkınlara yol açması ve en sonunda
da büyük tufan oluşturması nedeniyle, Sümerler tarafında “düşman” anlamında
kullanılmıştır.
“Kur” konulu tabletler incelendiğinde bu durum net bir
şekilde ortaya çıkar. Örn. “Kur yok edildiği zaman, bu sular
yeryüzüne yükselmiş ve
bunun sonucunda tarım
yapmak olanaksız hale
gelmiştir.” gibi ifadeler bunun delilidir.]
Şiirin devamında Gılgamış’ın İnanna, Enkidu arasında geçen olaylar ve
yer-altı dünyası maceraları, Sümerlerin ölüm sonrası hayat hakkında
düşüncelerini yansıtan görüşler anlatılır.
Bu pasajın içeriğini başka sözcüklerle açıklar ve incelersek şöyle
söylenebilir:
Aslında bütün olan gök ile yer ayrıldı ve birbirinden uzaklaştı ve böylece
insanın yaratılışı buyuruldu. Sonra gök-tanrısı An göğü ele geçirdi buna
karşılık hava-tanrısı Enlil yeri ele geçirdi.
Bütün bunlar bir plana göre gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Buna karşın, sonrasında bir karışıklık ortaya
çıkar. Çünkü ölüler diyarının kraliçesi
olarak bildiğimiz, ama Yunanlı
Persephone’un karşılık gelen ve aslında büyük bir olasılıkla bir gökyüzü
tanrıçası olan tanrıça Ereşkigal, kuşkusuz Kur aracılığıyla ölüler diyarını ele
geçirdi.
Elbette bunun öcünü almak için su-tanrısı Enki, Kur’a saldırmak için denize
açıldı. Bir canavar ya da ejderha olarak
canlandırıldığı açık olan Kur boş durmadı, sular Enki’nin gemisine önden ve
arkadan hücum ederken o da geminin omurgasına irili ufaklı taşlar fırlattı.
Şiirimiz Enki ve Kur arasındaki bu mücadelenin sonunu belirtmez, çünkü
kozmogonik ya da evrenin yaratılışına ilişkin girişinin Gılgamış
yapıtımızın ana içeriğiyle
bir ilgisi yoktur;
şiirin başında yer
alışının tek nedeni, Sümer
kâtiplerin öykülerine yaratılışla
ilgili giriş türünden çeşitli dizelerle başlamayı alışkanlık haline getirmelerindendir.
Bu girişin ilk yansından aşağıdaki kozmogonik kavramları çıkarıyoruz:
1. Bir zamanlar gök ile yer birdi.
2. Gök ile yerin ayrılmasından önce
bazı tanrılar vardı.
3. Gök ile yerin ayrılması üzerine,
bekleneceği gibi, gök-tanrısı göğü ele geçirdi, ama yeri ele getçiren
hava-tanrısı Enlil oldu.
Bu pasajda dile getirilmeyen ya da belirtilmeyen can alıcı noktalardan
bazıları şunlardır:
1. Gök ile yerin yaratıldığı mı
düşünülüyordu, eğer yaratılmışsa kimin tarafından?
'2.. Sümerlerce gök ile yerin biçimi
nasıl düşünülüyordu?
3. Göğü yerden ayıran kimdi?
Neyse ki, bu üç sorunun yanıtı günümüze gelen diğer Sümer metinlerinden
çıkarılabilir. Böylece:
1. Sümer tanrılarının listesini
veren bir tablette “deniz” ideogramı ile yazılmış olan tanrıça Nammu “gök ile
yere yaşam veren ana” olarak betimlenmiştir. Şu hâlde Sümerler gök ile yeri
ilksel denizin yarattığı ürünler olarak kabul ediyorlardı.
2. Sığır ve tahıl ruhlarının gökte
doğumlarını, sonra da insanlığa bolluk bereket getirmek için yeryüzüne
gönderilişlerini anlatan “Sığır ve Tahıl” miti şu dizelerle başlar:
Gök ile yer dağının ardında,
An, Anunnakiler’i (ardıllarını) dölledi, ...
Bundan hareketle, gök ile yerin birliğinin, eteği yerin altı, zirvesi de
göğün tepesi olan bir dağ olarak düşünüldüğünü söylemek mantıklıdır.
3. Kazmanın, bu değerli tarım
aletinin yapılışını ve kutsanmasını anlatan “Kazmanın Yaratılışı”
miti şu bölümle
başlar:
Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı
olan
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil
Yerden göğü ayırmayı düşündü,
Gökten yeri ayırmayı düşündü.
Böylece üçüncü sorumuzun yanıtını buluyoruz; yerden göğü ayırıp
uzaklaştıran hava-tanrısı Enlil’di.
Şimdi Sümerlerin kozmogonik ya da evrenin yaratılışı görüşlerini
özetleyecek olursak, evrenin kökeninin açıklanmasının gelişimi aşağıdaki gibi
ifade edilebilir:
1. Başlangıçta ilksel deniz
vardı; kökeni veya doğuşu konusunda bir şey söylenmemektedir. Sümerler onu her
zaman varmış gibi düşünmüş olabilirler.
2 . İlksel deniz gök ile
yerin birliğinden oluşan kozmik dağı vücuda getirdi.
3. Tanrılar insan biçiminde
kişileştirildiğinde, An (gök) eril, Ki (yer) dişildi. Onların birleşmelerinden
hava-tanrısı Enlil doğdu.
4. Hava-tanrısı Enlil yerden göğü
ayırdı ve babası An göğü ele geçirirken, Enlil annesi Ki’yi, yeri ele
geçirdi. Enlil ile annesi Ki’nin birleşmesi evrenin düzenlenmesini, insanın
yaratılışı ve uygarlığın
kuruluşunu başlattı. (Tarihsel
devirlerde Ninmah, “yüce kraliçe”; Ninhursag, “(kozmik) dağın
kraliçesi”; Nintu, “doğurgan kraliçe”
gibi çeşitli adlar
verilen tanrıçayla özdeşleştirilmiş olabilir.)
E V R E N İ N D Ü Z E N L E N M E S
İ
“Evren”in Sümerce ifadesi, sözcüğü sözcüğüne “gök-yer” anlamına gelen
an-ki’dir. Bundan dolayı evren gök ve yere ait altbölümler halinde düzenlenmiş
olmalıdır. Gök, gökyüzü ve “yukarıdaki büyük” denilen göğün üstündeki uzayı
kapsar; gök tanrıları burada oturur.
Yer, yeryüzünü ve “aşağıdaki büyük” denilen yeraltını kapsar; yeraltı ya
da ölüler diyarının tanrıları
burada oturur. Göğün düzenlenmesiyle ilgili elimizde var
olan göreceli olarak küçük bir mitolojik malzeme şöyle açıklanabilir:
Ay-tanrısı Nanna, Sümerlerin yıldızlarla
ilgili Baş tanrısı olan hava-tanrısı Enlil ve onun karısı hava-tanrıçası
Ninlil’den doğmuştur. Göklerde bir gufa’yla yolculuk ettiği düşünülen ve
bundan dolayı zifiri karanlık lacivert taşı renkli göğe ışık getiren ay-tanrısı
Nanna. “Küçükler” yıldızlar, üstünde tohum gibi saçılırken “büyükler” belki de
gezegenler, yabani öküzler gibi etrafında gezinirler.”
Ay-tanrısı Nanna ve eşi Ningal, “doğu dağı”nda yükselip, “batı dağı”nda batan
güneş-tanrısı Utu’nun ana
babasıdırlar. Bununla birlikte güneş-tanrısı Utu’nun göğü geçmek için
kullandığı bir kayık ya da iki tekerlekli arabadan söz edildiğine rastlamadık.
Geceleri ne yaptığı da açık değildir. Günün sonunda “batı dağına” vardığı ve yolculuğunu yeraltı
dünyasında sürdürdüğü, şafakta “doğu dağı”na vardığı gibi akla yatkın bir varsayım eldeki verilerden çıkmamaktadır. Bir fikir vermesi için, güneş-tanrısına
edilen bir duada şöyle denir:
Ey Utu, ülkenin çobanı, kara-kafalı halkların
babası,
Sen yattığın zaman, insanlar da yatar.
Ey yiğit Utu, sen kalktığın zaman, insanlar da
kalkar.
veya şafağın söküşü şöyle
betimlenir:
Gün ağarırken, ufuk çizgisi yarılırken, ...
Utu ganunu'sundan çıkarken,
ya da güneşin batışı şöyle betimlenir:
Başını anası Ningal’in göğsüne doğru uzatmış,
gidiyor Utu;
Sümerler Utu’nun gece boyunca uyuduğunu düşünür
gibidirler.
Evrenin düzenlenmesine dönersek, “iyi
günlerin gelmesini sağlayan”ın
hava-tanrısı Enlil olduğunu öğreniyoruz; “topraktan tohum çıkarmayı” ve
ülkeye hegal’i, yani bolluk, bereket ve mutluluk getirmeyi aklına
koyan Enlil’dir. İnsan tarafından kullanılan tarım aletlerinin ilk örnekleri olan kazmaya ve belki sabana da ilk biçim veren yine bu
aynı Enlil’dir; çiftçi-tanrı Enten’i
sadık ve güvenilir rençperi olarak atayan odur. Diğer yandan, bitki tanrıçası
Uttu’ya yaşam veren su-tanrısı Enki’dir. Dahası, gerçekte yeryüzünü, özellikle
Sümer ve onu çevreleyen komşularının bulunduğu bölgeyi, düzenleyen Enki’dir.
Sümer, Ur ve Meluhha’nın yazgılarını o belirler ve belirli işler için ikinci
derece ilahlar atar. Ve, sığırlarını ve
tohumlarını çoğaltmak için sığır-tanrısı Lahar’ı ve tahıl-tanrıçası
Aşnan’ı gökyüzünden yeryüzüne Enlil ve Enki, hava-tanrısı ve
su tanrısı, birlikte
göndermişlerdir.
Yukarıda çizilen evrenin düzeni taslağı, şimdi içeriklerinin büyük bölümüne
sahip olduğumuz dokuz Sümer mitine dayanır. Bunlardan ikisi ay-tanrısı
Nanna’yla ilgilidir: Enlil ile Ninlil
Nanna’nın Döllenm esi; Nanna’nın
Nippur’a Yolculuğu.
Sümerlilerin yeryüzünde kültür ve uygarlığın kuruluşu ve kökeniyle ilgili
görüşleri açısından kalan yedisi büyük önem taşır. Bunlar, Emeş ile Enten: Enlil Çiftçi-Tanrıyı Seçer; Kazmanın Yaratılışı; Sığır ve Tahıl; Enki ve Ninhursag: Su-tanrısının
işleri; Enki ve Sümer: Yeryüzünün Düzenlenmesi ve
Kültürel Süreçleri; Enki ve
Eridu: Su-tannsının Nippur’a Yolculuğu;
inanna ve Enki:
Eridu’dan Uruk’a Uygarlık Sanatlarının
Geçişi.
Şimdi sırasıyla bu mitlerin içeriklerini kısaca
özetleyeceğiz; zenginlik ve
çeşitliliklerinin okura,
Sümer mitolojik kavramlarını
tinsel ve dinsel
etkileriyle birlikte değerlendirmekte yardımcı
olacağını umuyoruz.
ENLİL İLE NİNLİL: NANNA’NIN
DÖLLENMESİ"
Bu, 152 dizelik metinden oluşan
hoş mit neredeyse tamamlanmıştır. Ay-tanrısı Nanna’nın yanı sıra üç yeraltı
tanrısının döllenmelerini de bir
dereceye kadar açıklar (Nergal,
Ninazu ve adı
okunamayan bir tanesi). Eğer doğru olarak yorumlanmışsa, bu
şiir bize bir tanrının başkalaşımının
bilinen ilk örneğini vermektedir;
Enlil’in, üç yeraltı dünyası tanrısıyla karısı Ninlil’i gebe bırakırken
üç ayrı kişiliğe girdiği kabul edilir.
Şiir Nippur kentini tanıtan bir giriş bölümüyle başlar, Nippur’un insanın
yaratılışından önce de var olduğu düşünülür gibidir:
Işte “göğün ve yerin kemiği” kent, ...
Işte Nippur, kent, ...
Işte “gönülden duvar,” kent, ...
İşte Idsalla, onun duru ırmağı,
İşte
Karkurunna, onun rıhtımı,
İşte Karasarra, kayıkların durduğu rıhtımı,
Işte Pulal,
onun güzel suyunun, kaynağı,
Işte Idnunbirdu, onun arı kanalı,
İşte Enlil,
onun delikanlısı,
İşte Ninlil,
onun genç kızı,
Işte Nunbarşegunu, onun ihtiyar kadını.
Bu kısa arka plan anlatımından sonra asıl öykü başlar. Ninlil’in annesi,
Nippur’un ihtiyar kadını Nunbarşegunu kızına Enlil’in sevgisini nasıl
kazanacağı yolunda öğütler verir:
O günlerde ana, dünyaya getirdiği genç kıza
öğüt verdi,
Nunbarşegunu Ninlil’e öğüt verdi:
“Duru ırmakta, ey kız, duru ırmakta yıkan,
Ey Ninlil, Idnunbirdu ırmağının kıyısı boyunca
yürü,
Işıltılı gözlü, efendi, ışıltılı gözlü,
‘Yüce dağ,’
Enlil baba, ışıltılı
gözlü, görecek seni.
Çoban
... yazgıları belirleyen,
ışıltılı gözlü görecek seni,
O ....
öpecek seni.”
Ninlil annesinin öğütlerini tutar ve sonuç olarak Enlil’in “tohum”uyla döllenip
ay-tanrısı Nanna’ya gebe
kalır.
Ondan sonra Enlil ölüler diyarına gitmek üzere Nippur’dan ayrılır, ama Ninlil
peşinden gider. Enlil kapıdan çıkarken “kapının adamı”na meraklı
Ninlil’e kendisinin nerelerde
olduğunu söylememesini tembihler.
Ninlil “kapının adamı”na
gelir ve Enlil’nin
nereye gittiğini bilip
bilmediğini sorar. O
zaman Enlil “kapının adamı”nın biçimine girip onun yerine yanıt verir.
Bu kısım henüz anlaşılmış değildir;
Enlil’in nerede olduğunu
söylemeyi reddeder gibidir.
Bunun üzerine Ninlil
ona, haklı olarak,
Enlil’in onun kralı
ve kendisinin kraliçesi
olduğunu anımsatır. Daha
sonra, hâlâ “kapının
adamı” kılığında olan Enlil,
Ninlil ile beraber
olup onu döller.
Bunun sonuncunda Ninlil daha çok ölüler diyarının kralı Nergal olarak
bilinen Meslamtaea’ya gebe kalır.
Okunamayan bölümlere karşın, bu olağanüstü pasajın
tadı aşağıda yapılan
alıntıdan kolayca alınabilir:
Enlil
... kentten ayrıldı,
»
Nunamnir (Enlil’in adlarından)... kentten
ayrıldı.
Enlil
yürüdü, Ninlil peşinden
gitti,
Nunamnir yürüdü, genç kız peşinden gitti,
Enlil
kapının adamına şöyle dedi:
“Ey
kapının adamı, kilidin
adamı,
Ey sürgünün adamı, som
kilidin adamı,
Kraliçen
Ninlil geliyor;
Sana beni sorarsa,
Nerede olduğumu söyleme.”
Ninlil kapının adamına yanaştı:
“Ey kapının adamı, kilidin adamı,
Ey sürgünün adamı, som
kilidin adamı,
Enlil, kralın, nereye gidiyor?"
Enlil
kapının adami yerine yanıtladı:
“Enlil,
bütün ülkelerin kralı,
bana emretti”:
Bu emrin özünü içeren dört dize vardır, ancak anlamları belirsizdir. Bundan sonra Ninlil ve “kapının adamı”nın
kılığına giren Enlil arasındaki diyalog gelir:
Ninlil:
“Elbette, Enlil senin
kralın, ama ben de kraliçenim.”
Enlil:
“Eğer kraliçemsen, izin ver
de dokunayım ...”
Ninlil:
“Kralının ‘tohum’u, ışıldayan
‘tohum’ dölyatağımdadır,
Nanna’nın ‘tohum’u, ışıldayan tohum dölyatağımdadır.”
Enlil:
“Kralımın ‘tohum’u bırak
göğe çıksın, bırak yere
insin,
Benim ‘tohum’um, kralımın ‘tohum’u gibi, toprağa düşsün."
Enlil,
kapının adamı kılığında ... uzandı,
Onu okşadı, birleşti onunla,
Onu okşayarak, onunla birleşerek,
... Meslamtaea’nın
“tohum"unu (onun) dölyatağına akıttı.
Bundan sonra şiir ölüler diyarı ilahı Ninazu’nun döllenmesiyle devam eder;
bu kez Enlil, “insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının adamı”
kılığındadır. Pasaj hemen her yönden, Meslamtaea’nın döllenmesinin
betimlemesinin bir tekrarıdır:
Enlil
yürüdü, Ninlil peşinden gitti,
Nunamnir yürüdü, genç kız peşinden gitti,
Enlil insan-yutan ırmak,
ölüler diyarı ırmağının
adamına şöyle dedi:
“Ey insan-yutan
ırmak, ölüler diyarı ırmağının
adamı,-
Kraliçen Ninlil geliyor;
Sana beni sorarsa,
Nerede olduğumu söyleme.”
Ninlil, insan-yutan ırmak, ölüler diyarı
ırmağının adamına yanaştı:
“Ey insan-yutan
ırmak, ölüler diyarı ırmağının
adamı,
Enlil, kralın, nereye gidiyor?”
Enlil insan-yutan ırmak, ölüler
diyarı ırmağının adamı yerine
yanıtladı:
“Enlil, bütün ülkelerin kralı, bana emretti.”
Emrin içeriği okunamamıştır.
Bundan sonsa Ninlil ve “insan-yutan ırmak, ölüler diyarı ırmağının
adamı”nın yerine geçen Enlil arasındaki diyalog gelir:
Ninlil: “Elbette, Enlil
senin kralın, ama ben de
kraliçenim.”
Enlil:
“Eğer kraliçemsen, izin ver de
dokunayım ...”
Ninlil:
“Kralının ‘tohum’u, ışıldayan
‘tohum’ dölyatağımdadır,
Nanna’nın 'tohum’u, ışıldayan tohum dölyatağımdadır.”
Enlil:
“Kralımın ‘tohum’u bırak göğe çıksın,
bırak yere insin,
Benim ‘tohum’um, kralımın
‘tohum’u gibi, toprağa düşsün.”
Enlil,
kapının adamı kılığında ...
uzandı,
Onu okşadı, birleşti onunla,
Onu okşayarak, onunla birleşerek,
... nın
kralı, Ninazu’nun “tohum”unu, (onun)
dölyatağına akıttı.
Daha sonra şiir adı
okunamayan üçüncü bir
yeraltı dünyası tanrısının
döllenmesiyle sürer; Enlil
bu kez “kayıkçı adam”ın yerine
geçer. Mitimiz, Enlil’i
bolluğun efendisi ve emirleri
değiştirilmez kral olarak
öven kısa bir
ilahiyle sona erer.
NANNA’NIN NİPPUR’A YOLCULUĞU
Nippur, İ.Ö. üçüncü binyılda yaşayan
Sümerler için ülkelerinin
tinsel merkeziydi. Onun koruyucu tanrısı Enlil, Sümer
panteonunun baş tanrısıydı; tapınağı Ekur, Sümer’deki en önemli
tapınaktı. Bundan dolayı,
Eridu ve
Ur gibi diğer önemli
Sümer kentlerinde refah
ve bolluğun sağlanması
için Enlil’in kutsaması temel
bir gereklilikti. Bu kentlerin koruyucu tanrılarının, kutsanmak
için Nippur tanrısı
ve tapınağına götürdükleri armağanlarla
yüklü olarak yolculuk
ettikleri düşünülmektedir. Mitimiz, Ur’un koruyucu tanrısı, ay-tanrısı
Nanna’nın (Sin ve
Aşgirbabbar olarak da
bilinir) Ur’dan Nippur’a
yaptığı böyle bir
yolculuğu anlatmaktadır. Önceki Enlil- Ninlil yapıtında
olduğu gibi, bu
mitte de Nippur ve Ur
gibi kentler tamamıyla kurulmuş,
hayvan ve bitki
yaşamı bakımından zengin
gibi görünürler, buna
karşın insanın varlığına
rastlanmaz.
Nippur’un görkeminin
anlatılmasıyla başlayan şiirimiz, Nanna’nın babasının
kentini ziyaret etmeye
karar vermesini anlatan bir
pasajla devam eder:
Onun kentine gitmeyi, babasının huzuruna
çıkmayı, Aşgirbabbar aklına koydu:
“Kahraman
olan ben, kentim
için giderim, babamın
huzuruna çıkarım;
Ben,
Sin, kentim için giderim, babamın
huzuruna çıkarım,
Babam Enlil’in huzuruna çıkarım;
Ben, kentim için giderim, anam
Ninlil'in huzuruna çıkarım.
Babamın huzuruna çıkarım.”
Böylece gufasını her türden ağaç, bitki ve hayvanla doldurur. Ur’dan Nippur’a yaptığı yolculukta, Nanna
gemisiyle beş kentte mola
verir: İm (?),
Larsa, Uruk ve
adları okunamayan iki kent;
Nanna bunların her
birinde ayrı ayrı
koruyucu tanrılarla karşılaşır
ve selamlaşır. Sonunda
NippurJa varır:
Lacivert
taşından rıhtıma, Enlil’in
rıhtımına,
Nanna-Sin gemisini yanaştırdı,
Ak
rıhtıma, Enlil’in rıhtımına,
Aşgirbabbar
gemisini yanaştırdı,
Babanın, vücuda getirenin ...
üstünde, demir attı,
Enlil’in kapıcısına şöyle dedi:
“Aç
evi, kapıcı, aç
evi,
Aç evi,
ey koruyucu cin, aç evi,
Aç evi,
ağaçlan filizlendiren, aç evi.
Ey
..., ağaçlan filizlendiren, aç
evi,
Kapıcı,
aç evi, ey koruyucu
cin, aç evi.”
Sonra kapıcıya gemisinde
getirmiş olduğu armağanları
teker teker sayar
ve konuşmasını şöyle
bağlar:
Kapıcı, aç evi, ey koruyucu cin, aç evi,
Geminin baş tarafında olanı, baş tarafta olanı,
Sana veririm,
Geminin arkasında olanı, arka tarafta olanı,
Sana veririm.”
Kapıcı, Nanna’ya kapıyı açar:
Neşeyle, kapıcı kapıyı neşeyle açtı;
Koruyucu cin, ağaçlan filizlendiren, neşeyle,
Kapıcı kapıyı neşeyle açtı;
Ağaçlan filizlendiren, neşeyle,
Kapıcı kapıyı neşeyle açtı;
Sin
ile Enlil sevindi.
İki tanrı ziyafet verir; sonra Nanna
babası Enlil’e aşağıdaki gibi seslenir:
“İrmakta
bol su ver bana,
Tarlada daha çok tahıl ver bana,
Bataklıkta ot ve hamiş ver bana,
Ormanlarda ... ver bana,
Ovada ... ver bana,
Hurma bahçelerinde, bağlarda bal ve şarap ver
bana,
Sarayda uzun ömür ver bana,
Gideceğim Ur’a.”
Ve Enlil oğlunun
isteklerini kabul eder:
Ona verdi, Enlil ona verdi,
Ur’a giıti.
Irmakta ona bol su verdi,
Tarlada ona daha çok tahıl verdi,
Bataklıkta ot ve kamış verdi,
Ormanlarda ona ... verdi,
Ovada ona ...
verdi,
Hurma bahçelerinde, bağlarda ona bal ve şarap
verdi,
Sarayda ona uzun ömür verdi.
EMEŞ İLE ENTEN: ENLİL ÇİFTÇİ
TANRIYI SEÇER
Bu mit Kutsal Kitap’taki Habil-Kabil öyküsünün günümüze ulaşmış en yakın
Sümer karşılığıdır, buna karşın cinayetle değil uzlaşmayla sonuçlanır. Üç
binden fazla dizeden oluşan mitin yalnızca yansına yakını tamamlanmıştır,
sayısız kırık nedeniyle metnin anlamını kavramak çoğu yerde güçtür. Şiirin
içeriği şimdilik şöyle açıklanabilir:
Hava-tanrısı Enlil, her tür ağaç ve bitkiyi filizlendirmeyi ve ülkeye
bolluk ve refahı getirmeyi aklına koyar. Bu amaçla iki kültürel varlık olan
Emeş ile Enten kardeşleri yaratır ve her
birine özel görevler verir. Metin bu noktada fena halde hasar gördüğünden bu
görevlerin kesin niteliklerini çıkarmak olanaksızdır; aşağıdaki kısa
bölüm en azından
genel yönelimleri konusunda bir fikir verebilir:
Enten dişi koyunlara kuzular, dişi keçilere
oğlaklar doğurttu,
İnek ve buzağıyı çoğalttı, kaymağı ve sütü
bollaştırdı,
Ovada, yaban keçisini, koyunu ve eşeği
sevindirdi,
Gökyüzünün kuşlarına engin yeryüzünde yuva
kurdurdu,
Denizin balıklarına, bataklıklara yumurtalarını
koydurdu.
Hurma bahçelerinde ve bağlarda balı ve şarabı
bolarttı,
Yetiştikleri her yerde ağaçlara meyve
verdirtti,
Karıklar ...,
Tahıl ve ürünleri çoğalttı,
iyi huylu bakire Aşnan gibi (tahıl
tanrıçası) gürbüzleşmelerini sağladı.
Emeş ağaçları ve tarlaları var etti, ahırları
ve ağılları genişletti,
Çiftliklerde ürünleri çoğalttı,
...
toprağı kapladı,
Evlere bol ürün girmesini, ambarlara tepeleme,
yığılmasını sağladı.
Ama esas görevlerinin niteliği neyse, iki kardeşin arasında şiddetli bir
kavga çıkar. Tartışmalar yaşanır ve
sonunda Emeş, Enten’in “tanrıların
çiftçisi” olma iddiasına
meydan okur. Böylece Enlil’in önünde durumlarını ifade
ettikleri Nippur’a giderler. Enten,
Enlil’e şöyle yakınır:
“Ey Enlil baba, bana bilgi verdin, bol su
getirdim,
Çiftlik üstüne çiftlik koydum, ambarları
tepeleme doldurdum,
iyi huylu bakire, Aşnan gibi, gürbüzleşmelerini sağladım;
Şimdi,
..., küstah, tarlalardan
bi’haber olan Emeş,
Benim baş kudretime, baş kuvvetime el uzatıyor;
Kralın sarayında..."
Enlil’in lütfunu kazanmak için dalkavukça cümlelerle söze
girişen Emeş’in kavgaya
ilişkin söyledikleri kısadır, ancak
henüz anlaşılamamıştır. Bundan
sonra: Enlil, Emeş ve
Enten’e yanıt verir:
“Bütün ülkelere yaşam veren sular,
Enten’den 'sorulur,'
Tanrıların çiftçisi olarak, her şeyi o üretir,
Emeş, oğlum, kendini kardeşin Enten’le nasıl
bir tutarsın?"
Enlil’in derin anlamlı, yüce sözleri,
Verilen karar değişmez, karşı çıkmak kimin
haddine!
Emeş,
Enten’in önünde diz çöktü,
Evine ..., şarap, hurma getirdi,
Emeş,
Enten’e altın, gümüş ve
lacivert taşı armağan etti,
Kardeşlik ve dostlukla, neşeyle içki saçtılar,
Birlikte akıllıca ve iyi davranmayı
kararlaştırdılar.
Emeş ile
Enten arasındaki kavgada,
Tanrıların sadık çiftçisi Enten, Emeş’den üstün
olduğunu kanıtlar,
...
Ey Enlil baba,
şükürler olsun sana!
KAZMANIN YARATILIŞI
108 dizeden oluşan bu şiir
birkaç pasajın karanlıkta
kalmasına ve anlaşılamamasına karşın,
hemen hemen tamamlanmıştır. Evrenin
yaratılışı ve düzenlenmesiyle ilgili
Sümer görüşü açısından
ana öneme sahip
olan uzun bir
giriş bölümüyle başlar. Bu önemli pasajın aşağıda verilen çevirisi
donuk, fazla soğuk ve çapraşık gelirse, okura şunu anımsatmakta yarar
vardır; Sümerce sözcük
ve deyimlerin çoğunun
anlamı bilinmekle birlikte,
bunların uyumlu sesleri,
çağrışımları ve imalarında
hâlâ pek az
bilgiye sahibiz. Çünkü bu sözcük ve
deyimlerin ifade ettikleri
ve bulundukları varsayılan
zemin ve konum
bizim için hâlâ
bilinmezdir; Sümerlerin mitolojik
ve dinsel örüntülerinin ana
kısmı da bu
zemin ve konumdur,
Sümer şair ve onun “okur”unun çok iyi bildiği bu örüntü, metni tam
olarak anlamak için
dirimsel önem taşır.
Sadece Sümer edebiyatının
canlı kavramlarının giderek
birikmesiyle bu güçlüğün üstesinden
gelmeyi umut edebiliriz;
şimdilik sözcüğün anlamına sadık
kalmak en iyisidir.
Giriş pasajı şöyledir:"
Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı
olan
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yerden göğü ayırmayı düşündü,
Gökten yeri ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile yerin kemiğinde (Nippur) ... yaydı.
Kazmayı var etti, “gün”ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
Kazmaya ve sepete “kudret” yükledi.
Enlil, kazmasını yüceltti,
Başı lacivert taşından olan altın kazmasını,
Gümüş ve altın
.... evinin kazmasını,
Lacivert taşından ...,
Geniş bir duvara çıkan tek boynuzlu bir öküzden
çıkıntısı olan kazmasını.
Efendi kazmayı çağırdı, yazgısını belirledi,
Kutsal taç kindu’yu başına koydu,
Çamurdan insanın başını biçimledi,
Enlil’in önünde o (insan?) ülkesini kapladı,
Kara-kafalı halkının üstünde sebatla durdu.
Yanında duran Anunnaki’lerin,
Armağan olarak ellerine onu (kazma?) koydu,
Enlil’i duayla yatıştırdılar,
Kazmayı tutmaları için kara-kafalı halka
verdiler.
Enlil kazmayı yarattıktan ve yüce yazgısını belirledikten sonra, diğer
önemli tanrılar ona güç ve yararlılık eklerler.
Şiir, kazmanın yararının parlak terimlerle betimlendiği uzun bir pasajla
sona erer; son dizeler şöyledir:
Kazma ve sepet kentler kurar,
Sağlam evi kazma yapar, sağlam evi kazma kurar,
Sağlam eve bereket gelmesini sağlar.
Kralına karşı çıkan eve,
Kralına boyun eğmeyen eve,
Kazma boyun eğdirir.
Kötü ... bitkilerin başını o ezer,
Köklerini çeker çıkarır, başlarını koparır,
...
bitkileri kazma kurtarır;
Kazmanın yazgısını Enlil baba belirledi,
Kazma yüceltildi.
SIĞIR VE TAHIL
Sığır-tanrısı Lahar’ı ve kız kardeşi
tahıl-tanrıçası Aşnan’ı
içeren mit,-” Yakın Doğu mitolojisindeki Habil-Kabil motifinin
bir başka yorumunu
sunar. Mitimize göre, Lahar
ve Aşnan, hava-tanrısı
An’ın çocukları ve
izleyenleri olan Anunnakilerin
yiyecek yemek ve giyecek giysiye
sahip olabilmeleri için tanrıların yaratma odasında
yaratılmışlardı. Ancak
Anunnakiler bu tanrıların
ürünlerini etkin bir
biçimde kullanamıyorlardı; insan, bu
durumu düzeltmek için
yaratıldı. Bütün bunlar bir giriş
pasajında anlatılmaktadır, insanın yaratılışının Sümer düşüncesindeki
önemini gösterdiğinden 137-139
sayfalarda tamamıyla alıntılanmıştır. Girişi izleyen pasaj bir diğer şiirsel
cevherdir; Lahar ve Aşnan’ın gökyüzünden
yeryüzüne inişlerini ve kültürel
nimetleri insanlara nasıl
bağışladıklarını anlatır:
O günlerde Enki, Enlil’e
dedi ki:
“Enlil baba, Lahar ile Aşnan’ı,
Dulkug’da yaratılanları,
Dulkug’dan
indirelim. ”
Enki ve Enlil’in kutsal buyruğu üzerine,
Lahar ve Aşnan
Dulkug’dan indirildiler.
Lahar için (Enki ve
Enlil) ağıl kurdu,
Bitkiler, otlar ve ... armağan
ettiler ona;
Aşnan için bir ev kurdular,
Saban ve boyunduruk armağan ettiler ona.
Lahar ağılında,
Ağılının cömertliklerini çoğaltan bir çobandır;
Aşnan ekinlerin ortasında,
içten ve eli
açık bir bakiredir.
...
göğün bolluğunu,
Lahar ve Aşnan
taşıdı,
Topluma bolluk getirdiler,
Ülkeye yaşam soluğunu getirdiler,
Tanrı yasalarını uyguladılar,
Ambarların içindekini çoğalttılar,
Depoları doldurdular.
,
Yoksulların toz toprak dolu evine,
Girip bolluk getirirler;
Her ikisi de, ayak bastıkları yere,
Evlere bolluk bereket getirirler;
Yerleştikleri yeri doyururlar, oturdukları yeri
beslerler,
An ile Enlil’in yüreğini sevinçle doldurur
onlar.
Ama sonra Lahar ve Aşnan öyle çok şarap içerler ki çiftliklerde ve
tarlalarda ağız dalaşma girerlerUzun tartışmalarda, her tanrı
kendi başarılarıyla övünür
ve diğerininkileri aşağılar. Sonunda Enlil ve Enki araya girer
ancak kararlarını içeren şiirin sonu hâlâ eksiktir.
ENKİ VE NINHURSAG: SU-TANRISIN1N İŞLERİ
Öykünün karmaşıklığı ve biçeminin basitliği açısından, bu mit bütün
gruplarımız içinde en
dikkat çekici olanlardan
biridir. Kahramanı Sümerlerin
büyük su-tanrısı, Sümer’in dört yaratıcı
tanrısından biri olan
Enki’dir. Öykümüz, Basra Körfezi’nin doğu kıyılarıyla özdeşleştirilebilecek
ve bu
nedenle tarihsel devirlerde
aslında Sümer sınırları
dışında kalan Dilmun
diye bir bölgede
geçer. Şiirimiz Dilmun’un saflık
ve neşe ülkesi olarak
tanımlanmasıyla başlar:
Dilmun ülkesi saf bir yerdir, Dilmun ülkesi temiz
bir yerdir,
Dilmun ülkesi temiz bir yerdir, Dilmun ülkesi
aydınlık bir yerdir;
Dilmun’da sözü geçen tek odur,
Enki’nin karısıyla yattığı yer,
Ora temizdir, ora aydınlıktır;
Dilmun’da sözü geçen tek odur,
Enki’nin Ninsikil’le yattığı yer,
Ora temizdir, ora aydınlıktır.
Dilmun’da kuzgun sesini çıkarmaz,
Çaylak, çaylak sesi çıkarmaz,
Aslan öldürmez,
Kurt kuzuyu kapmaz,
Oğlak-boğazlıyan köpek bilinmez,
Tahıl yiyen yabani domuz bilinmez,
...
yüksekteki kuşun yavrusu yoktur,
...
güvercinin başı yoktur.
Gözü ağrıyan “gözüm ağrıyor” demez,
Başı ağrıyan “başım ağrıyor” demez,
(Dilmun’un) ihtiyar kadını, “ben ihtiyar bir
kadınım” demez,
İhtiyar erkeği, “Ben ihtiyar bir adamım” demez,
Yıkanmayan genç kızı kentte ... değildir,
Irmağı geçen ... demez,
Ustabaşı ... yapmaz,
Şarkıcı ağıt yakmaz,
Kentin çevresinde hiç yas tutmaz.
Bununla birlikte, bu cennet ülkesinde eksik olan şey tatlı sudur. Böylece
Dilmun tanrıçası Ninsikil, taze su için Enki’ye yakarır. Enki yakarıyı dikkate alır ve güneş-tanrısı
Utu’ya, yeryüzünden Dilmun’a
taze su getirmesini
buyurur. Sonuçta:
Onun kenti kana kana su içer,
Dilmun kana kana su içer,
Acı su kaynakları iyi su kaynağı oluyor bak,
Tarlaları ve çiftlikleri ekinler ve tahıllar
üretir,
Onun kenti, ülkenin rıhtımları ve sahillerinin
evi oluyor bak,
Dilmun, ülkenin rıhtımları ve sahillerinin evi
oluyor bak.
[Bir not: Dilmun Sümerlerin Basra-Hürmüz-Ovasındaki Atlas Gölündeki bir ada olmalıdır. Adada su sıkıntısı olduğu anlaşılmaktadır. Basra körfezindeki adalar tuz-domu sistemli kubbemsi oluşumlardır. Gerek petrol, gerek yeraltı suları bu kubbemsi yapıları oluşturan kayaçların gözenekleri içinde bulunur. Dolayısıyla kayaçlardan hem zift gibi ürünler hem de su çıkabilmektedir. Bazı durumlarda sular artezyen-suları gibi basınçlı çıkabilir ve ortama bol su sağlar.,
Dilmun’da gerçekleşmiş olan durum bu olmalıdır. Zift çıkarmak için açılan bir kuyudan belli bir derinlikte aninde basınçlı bir suya rastlanılır ve yeryüzüne tatlı su fışkırır.
Sümerler tatlı suyun sadece gök-kubbede açılan
kapılarla yeryüzüne indiğine inandıklarından, adada ortaya çıkan bu tatlı suyun
gök tanrısının göndermiş olduğu şeklinde bir tasarım yapmış olmalılar.
Sümerologlar bu nedenle Sümer tabletlerini
okuyup-anlamaya çalışırlarken, bu jeolojik geçmiş dönem bilgilerini dikkate
almak zorundadırlar. Görüldüğü üzere, Kramer gibi en deneyimli bir Sümerolog
bile Jeolojik geçmiş hakkında bilgi sahibi olmadığı için birçok konuda Sümer
yazıtlarını yorumlayamadıklarını yazar.]
Dilmun’a su getirilişinden sonra şiirimiz bitki tanrıçası Uttu’nun doğumunu
anlatır; oldukça karmaşık bir süreci izleyen bir doğum. Enki, önce tanrıça
Ninhursag’ı ya da
daha önceki devirlerde toprak
ana Ki ile
özdeşleştirilebilecek Sümer tanrıçası,
bir başka adıyla
Nintu’yu, döller. Bunu dokuz gün süren bir gebelik dönemi
izler, şair her günün insanın gebelik dönemindeki bir ayı karşıladığını
özellikle belirtir; bu birleşmeden tanrıça
Ninsar varlık bulur. Bu ilginç pasaj şöyledir:
Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
...
kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağ gibi,
Ülkenin anası Nintu, ...
kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağ gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.
[Bir not: Sümerler bu yazıları Basra yöresine vardıktan
sonra yazmışlardır. Halbuki Basra yöresine gelmeden önce, yaklaşık 50 bin yıl
süreyle Atlantis ovası dediğimiz yöredeki bir adada (Dilmun) yaşamışlardır.
Eskiden uzun bir süre yaşadıkları o ortamda geçen zamanın ne kadar uzun
olduğunu ima etmek için, eskiden yaşanılan bir günün bir ay kadar uzun olduğu
şeklinde bir çağrıştırma söz konusu olmalıdır.]
Ninsar daha sonra, babası Enki tarafından gebe bırakılır ve gebeliğinin
üstünden dokuz gün geçtikten sonra tanrıça
Ninkur’u doğurur. Ninkur da Enki tarafından gebe bırakılır ve böylece
bitki tanrıçası Uttu doğar. Sonra bu
bitki-tanrıçasına, Enki ile ilişkisi kurması için öğüt veren büyük büyükannesi Ninhursag görünür.
Pasajın bir kısmı kırık, kırık olmayan kısmını ise şimdiye değin
anlayabilmiş değilim. Ama Uttu verilen
öğüde en ince ayrıntısına kadar uyar. Sonuçta o da Enki tarafından döllenir ve
sekiz farklı bitki sürgün verir. Ama Enki bitkileri yiyip bitirir; bundan
sonra;
Enki, bataklıklarda, bataklıklarda çevresine bakınır,
Ulağı İsimud’a şöyle der:
“Bu (bitki) nedir, bu (bitki) nedir?”
Ulağı İsimud yanıt verir;
“Kralım, bu “ağaç-bitkisi”dir,
der ona.
Onu Enki için keser, o da yer.
Enki: “Bu nedir, bu nedir?”
İsimud: “Kralım, bu bal-bitkisidir.”
Onu Enki için keser, o da yer.
Enki böylece sekiz bitkinin hepsini yer.
Bunun üzerine, anımsanacağı gibi, gerçekte bu bitkilerin yaratılmasından
sorumlu olan Ninhursag Enki’yi lanetler. Lanet şöyledir:
“Sen ölünceye değin, sana ‘yaşamın gözüyle’ bakmayacağım."
Enki’yi lanetleyen Ninhursag gözden kaybolur. Tanrılar allak bullak
olurlar; “aşağılanırlar.” Bunun üzerine
tilki Enlil’e şöyle der:
Sana Ninhursag’ı getirirsem, ödülüm ne olacak?”
Enlil tilkiye gerektiği biçim de ödüllendirileceği yolunda söz verir ve
tilki onu geri
getirmeyi başarır; bununla
birlikte, metnin bu
parçası kırık olduğundan
ve eldeki bölüm ün
büyük kısmı henüz anlaşılamadığından tilkinin
bu işi nasıl
becerdiği açık değildir. Böylece Ninhursag durumu hızla kötüleşen
Enki’den lanetin etkisini
kaldırmaya girişir. Enki’nin
ağrıyan her yeri için
özel bir tanrı
doğurmakla bunun üstesinden
gelir.
Şiirimizin bu bölümü şöyledir:
Ninhursag: “Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “ ...m
ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrı Abu’ya yaşam verdim senin
için.”
Ninhursag: “Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “Kalçam ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrı Ninlul’a yaşam verdim senin
için.”
Ninhursag: “Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “Dişim ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrıça Nintul’a yaşam verdim
senin için.”
Ninhursag:
“Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “Ağzım ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrıça Ninkasi’ye yaşam verdim
senin için.”
Ninhursag: “Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “...m ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrı Nazi’ye yaşam verdim
senin için.”
Ninhursag: “Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “Yanlarım ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrıça Dazimua’ya yaşam verdim
senin için.”
Ninhursag: “Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “Kaburgam ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrıça Ninti’ye yaşam verdim
senin için.”
Ninhursag: “Kardeşim, neren ağrıyor?”
Enki: “...m ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrı Enşagag’a yaşam verdim senin
için."
Ninhursag: “Yaşam verdiğim küçükler için...”
Enki: “Abu bitkilerin kralı olsun,
Nintul, Magan’ın efendisi olsun,
Ninsutu,
Ninazu ile evlensin,
Ninkasi, yüreği doyuran (tanrıça)
olsun,
Nazi, Nindar ile evlensin,
Dazimua, Ningişzida ile evlensin,
Ninti ayların kraliçesi olsun,
Enşagag Dilmun’un efendisi olsun.”
Ey Enki Baba, sana şükürler olsun!
Böylece, okurun da gördüğü gibi, sekiz bitkiyi yediği için Enki’ye ceza
olarak verilen sekiz ağrı ve sızı Ninhursag’ın bu amaçla yaşam verdiği
sekiz tanrı tarafından iyileştirilir.
Üstelik, mitimizin bu kapanış bölümünde belirtilen kavramların yüzeyselliği ve
yavan yapaylığı, İngilizce
çevirisinden anlaşılmamasına karşın
Sümerce aslında oldukça
açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Çünkü işin aslı, bu “şifa” tanrıları
ile iyileştikleri varsayılan
hastalıklar arasındaki gerçek
ilişki yalnızca sözel
ve sözdedir; bu
ilişki tanrıların adlarının, Enki’nin
gövdesinin ağrıyan kısmına
karşılık gelen sözcüğün
bir bölümünü ya
da hepsini içermesi
gerçeğiyle kendini gösterir.
Kısacası, mit yaratıcısını ikisi arasında ilişki kurmaya yönelten,
sadece tanrı adlarının
hasta olan uzvun
adıyla benzeşmesidir;
aslında ikisi arasında
hiçbir organik bağ
yoktur.
ENKİ VE SÜMER: YERYÜZÜNÜN VE KÜLTÜREL Süreçlerinin DÜZENLENMESİ
Bu yapıt bize, Sümerlerin bilgelik tanrısı, su-tanrısı Enki’nin, yeryüzünün düzenlenmesi ve
işleyiş kuralları diye
tanımlanabilecek yasaların oluşturulması
etkinliklerinin ayrıntılı bir
açıklamasını sağlar. Şiirimizin yaklaşık yüz dizelik ilk bölümü, içeriğini
yeniden kurmak için
fazla bölük pörçüktür.
Şiir anlaşılır hale geldiğinde, Enki Sümer’in yazgısını belirlemektedir:
“Ey Sümer, evrendeki ülkelerin yüce ülkesi.
Hep ışıkla dolu olan, gün batımından gün
doğumuna kutsal yasaya uyan halk,
Senin yasaların yüce, erişilmez yasalardır,
Yüreğin derin, sırrına erilmezdir,
Senin ...
gökyüzü gibi, erişilmezdir
“Yaşam verdiğin kral, ölümsüz mücevherle
süslenir,
Yaşam verdiğin efendi başında taç taşır,
Efendin kutlu bir efendidir; kral An ile birlikte
gök kubbede oturur, .
Senin ortanı mesken tuttular,
Yiyeceklerini senin engin koruluklarından
sağlarlar.
“Ey Sümer’in evi, ahırların çok olsun,
ineklerin çoğalsın,
Ağılların çok, koyunun sayısız olsun,
Senin ...
kalksın,
Sarsılmaz ... ellerini göğe açsın,
Anunnakiler senin ortanda yazgıları belirlesin.
Sonra Enki, kuşkusuz şiirimiz yazıldığında Sümer’in başkenti olan Ur’a
gider ve kentin yazgısını
belirler:
“Anunnakiler, büyük tanrılar,
Kralın koca dağ, Enlil babadır,
Bütün ülkelerin babası... gibi.
Ur’a geldi.
Deniz dibinin kralı Enki, yazgıyı belirledi:
“Ey kent, bakımlı, bol suyla yıkanmış, sağlam yapılı öküz,
Ülkenin kutsal bolluk ambarı, dizleri ayrık,
‘dağ’ gibi yemyeşil,
Iiaşur-ormanı, geniş gölgelik, kahramanca ...,
Senin kusursuz yasalarını o buyurdu,
Koca dağ Enlil, evrende senin yüce adını
söyler;
Ey kent, yazgısını Enki’nin belirlediği,
Ey kutsal Ur, göğe kadar yükselmelisin.”
Daha sonra Enki, Afrika’nın doğu kıyısıyla özdeşleştirilebilecek, “kara
dağ” Meluhha’ya varır.
Oldukça dikkat çekici bir biçimde, Enki bu ülkeyi de Sümer’e gösterdiği
özenle düzenler. Ağaçlarını, sazlarını, sığırlarını ve
kuşlarını, gümüşünü, altınını, tuncunu ve bakırını ve halkını kutsar. Enki Meluhha’dan
Dicle ve Fırat
ırmaklarına gider. Onları ışıldayan sularla doldurur ve ırmakların "ondan sorulduğu,” tanrı
Enbililu’yu onlardan sorumlu kılar.
Sonra ırmakları balıklarla doldurur ve bunların sorumluluğunu “Keş’in oğlu”
olarak tanımlanan tanrıya verir. Ve denize (Basra körfezi)
dönen Enki onun kurallarını koyar, sorumluluğunu da tanrıça
Sirara’ya verir.
Daha sonra Enki rüzgârları çağırır ve başlarına “göğün ‘yürek’inin gümüş
kilidi”nden sorumlu tanrı
Işkur’u getirir. Sırada saban ve boyunduruk, tarlalar ve bitki
örtüsü vardır:
Sabanı ve boyunduruğu o gösterdi,
Yüce prens Enki ... öküzün ... sağladı;
Saf ekine o kükredi,
Sonsuz tarlada tahılı yeşertti;
Ovanın mücevheri ve süsü olan efendiye,
...
Enlil’in çiftçisine,
Kanalların ve hendeklerin sorumluluğunu
Enkimdu’ya verdi Enki.
Sonsuz tarlaya seslendi efendi, bol tahıl vermesini
sağladı,
Enki onun iri, ufak bakla vermesini sağladı ...
...
tahıllarını ambara tepeleme doldurdu,
Enki ambara ambar ekledi,
Enlil ile ülkedeki bolluğu artırır;
Başı
... olan, yüzü ...,
... olan
hanıma, ülkenin kudreti, kara-kafalıların yılmaz destekçisi,
Her şeyin gücü, Aşnan’a,
Enki bunların sorumluluğunu verdi.
Daha sonra Enki kazma ve tuğla kalıbıyla ilgilenir ve bunlardan
tuğla-tanrısı Kabta’yı sorumlu
kılar. Böylece sıra gugun
denilen inşaat aletine
gelir, temeller atar,
evler kurar ve
bunların sorumluluğunu “Enlil’in
büyük inşaatçısı” Muşdamma’ya verir. Sonra
ovayı bitkisel ve
hayvansal yaşamla doldurur
ve bunların gözetimini “dağ
kralı” Sumugan’a verir.
En sonunda Enki ahırlar, ağıllar kurar, bunları süt ve kaymakla doldurur
ve bunların koruyuculuğunu çoban-tanrı
Dumuzi’ye verir.
Metnin kalanı tahrip olduğundan şiirin nasıl sona erdiğini bilemiyoruz.
ENKİ VE ERİDU: SU-TANR1SININ NİPPUR’A YOLCULUĞU'
Sümer’deki en eski ve saygın kentlerden birisi, bugün EbuŞehreyn höyüğünde
gömülü olan Eridu kentiydi;
bu önemli yerde tam
anlamıyla yapılacak bir
kazının, Sümer kültürü
ve uygarlığı bilgimize her
anlamda, özellikle tinsel
açılardan, büyük katkılar
sağlayacağı kesindir. Bir Sümer geleneğine göre bu, Sümer’deki en
eski kentti, ilk beş kent taşkından
önce kurulmuştu; diğer yandan, mitimiz Nippur kentinin ondan
çağlar önce kurulduğunu
söyler. Kadim devirlerde Basra
Körfezi üstüne kurulmuş olması gereken bu kentte, su-tanrısı Enki,
Nudimmud olarak da bilinir,
kendi “deniz-evi”ni kurar.
Yaratılış suyu belirlendikten sonra,
Hegal (bolluk) adı gökte doğduktan sonra,
Bitki ve ot ülkeyi bürümüştü,
Deniz dibinin efendisi, kral Enki,
Yazgıları belirleyen efendi, Enki,
Gümüş ve lacivert taşından evini kurdu;
Gümüş ve lacivert taşına, parıldayan ışık gibi,
Denizin dibinde uygun biçimi verdi baba.
*
Parlak çehreli ve bilge (yaratıklar), denizin
dibinden çıktılar,
Efendi Nudimmud’un çevresini aldılar;
Saf evi kurdu, lacivert taşıyla donattı,
Bol altınla süsledi,
Eridu’da su-kıyısı evini yaptı,
Tuğla-işçiliği, söz söylemesi, öğüt vermesi,
...ı kükreyen bir öküz gibi,
Enki’nin evi, der kahinler.
Bunu, Enki’nin ulağı lsimud’un “deniz-evi”ne övgüler düzdüğü uzun bir bölüm
izler. Sonra Enki, denizin
derinliklerinden Eridu’ya yükselir ve
onu yüksek bir
dağ gibi su üstünde
yüzdürür. Yeşil, meyve-yüklü
bahçelerini kuşlarla doldurur; balıkları da çoğaltır. Artık Enki, yeni yaptığı
kenti ve tapınağı Enlil’in kutsaması
için gemiyle Nippur’a
gitmeye hazırdır. Denizin dibinden çıkışının nedeni budur:
Enki yükseldiği zaman ... balıklar yükselir,
Denizin dibi merak içinde kalır,
Denize neşe gelir,
Korku derinlerden çıkar,
Yüce ırmakları dehşet kaplar.
Güney Rüzgârı Fırat’ı dalgalarla doldurur.
[Bir not: Enki’nin “deniz-evi” gibi bir yerde
yaşadığı, Sümerlerin Basra-Hürmüz-Ovasının buzul devri sonunda denizle
kaplanması sonucu, sallar ve kayıklarla yaşadıkları adadan kurtularak Basra
yöresine çıktıkları, yani atalarının denizde yaşamış olduklarını ima etmeleri
anlamına gelir.]
Böylece Enki gemisine biner ve önce Eridu’ya varır;
burada birçok öküz ve
koyun keser. Ondan sonra Nippur’a gider ve varır
varmaz ilk iş
olarak tanrılar, özellikle
Enlil için her
türden içki hazırlar.
Sonra:
Enki kutsal Nippur’da,
Babası Enlil’e yesin diye ekmek verir.
Önce An’ı (gök-tanrısı) oturtur,
An’ın yanına Enlil’i oturtur,
Nintu’yu
“büyük taraf’a oturtur,
Anunnakiler yan yana otururlar.
Tanrılar yürekleri “neşelenene”
değin böylece yerler,
içerler, sonunda Enlil
kutsamaya hazır hale
gelir:
Enlil Anunnakilere şöyle der:
“Burada hazır bulunan siz büyük tanrılar,
Oğlum, kral Enki, bir yurt kurdu;
Eridu’yu, bir dağ gibi, yeryüzünde yükseltti,
Onu güzel bir yere kurdu.
Kimsenin giremediği, temiz yer, Eridu,
Gümüşten yapılan, lacivert taşıyla donanan
yurt.
Büyülü sözlerle yedi “lir-şarkısı” ile
yönetilen yurt,
Saf şarkılarla...
Deniz dibi, Enki’nin tanrıçalarının tahtı,
kutsal yasalara uyar,
Eridu, saf yurt kuruldu,
Ey Enki, şükürler olsun sana!”
İNANNA VE ENKİ: UYGARLIK SANATLARININ ERÎDU’DAN URUK’A AKTARILIŞI
Özellikle, gök-kraliçesi İnanna ve bilgeliğin efendisi Enki’yi içeren
büyüleyici öyküsüyle olağanüstü
bir mittir bu.
içeriği uygarlık tarihi ve
gelişimi çalışmaları için
büyük önem taşır,
çünkü Sümer kâtipleri
ve düşünürlerinin az çok yüzeysel çözümlemelerine göre,
Sümer uygarlığını iplik
iplik dokumuş bütün bu
kültürel başarıları yöneten
yüzden fazla kutsal
yasanın bir listesini
içerir. Bu mite ait
olan ve Philadelphia
Üniversite Müzesi’nde bulunan
bir parça ilk
olarak 1911 ’de David W. Myhrman tarafından yayımlandı. Bundan üç yıl sonra, Arno Poebel
yapıtın bir başka
kısmını içeren bir
diğer Philadelphia tabletini
yayımladı. Bu büyük, iyi-korunmuş,
üst sol köşesi kırık
olan altı sütunlu
bir tabletti. Bu kırık köşeyi 1937 yılında,
yirmiüç yıl sonra,
İstanbul’da Eski Şark
Eserleri Müzesi’nde bulacak kadar
şanslıydım. Bu nedenle, ilk
olarak 1914 yılında mitin büyük
bölümü kopyalandı ve
yayımlandı. Bununla birlikte, bütün
bu yıllar boyunca
hiçbir çeviri girişiminde
bulunulmadı, çünkü öyküden
bütünlüklü bir anlam çıkar
gibi görünmüyordu; anlaşılabildiği biçimiyle
zekice bir ana fikirden yoksundu.
1937 ’de, kayıp ipucunu
veren küçük bir parçayı
bulup kopyaladım ve
sonuç olarak hepsi
de fazlasıyla insancıl
olan Sümer tanrılarının bu öyküsü artık anlatılabilir hale
geldi.
Gök kraliçesi ve Uruk’un koruyucu tanrıçası İnanna, kentinin
refah ve mutluluğunu
artırmaya ve onu
Sümer uygarlığının merkezi
haline getirip kendi
adını ve ününü
yüceltmeye can atar. Bunun için, Bilgeliğin Efendisi,
“tanrıların yüreklerini okuyan”
Enki’nin, sulu yeraltı
Abzu’da yaşadığı, Sümer
uygarlığının kadim ve
saygın beşiği Eridu’ya
gitmeye karar verir. Çünkü Enki uygarlığın bütün temel
tanrısal yasalarını elinde tutmaktadır.
Eğer tanrıça bunları herhangi bir yoldan
ele geçirebilir ve sevgili kenti
Uruk’a getirebilirse, kentin
şanı ve onun egemenliği
gerçekten erişilmez olacaktır.
Eridu’nun Abzu’suna yaklaşırken,
kuşkusuz onun çekiciliğine
kapılan Enki ulağını çağırır
ve şöyle der:
“Gel, ulağım, İsimud, emirlerime kulak ver,
Sana bir söz söyleyeceğim, dinle.
Genç kız, tek başına, adımlarını Abzu'ya
yöneltti,
lnanna, tek başına, adımlarını Abzu’ya yöneltti,
Genç kızı Eridu’nun Abzu’suna buyur et,
Inanna’yı Eridu’nun Abzu’suna buyur et,
Yemesi için tereyağlı arpa çöreği ver,
Yüreği serinleten soğuk sudan ikram et,
Aslan yüzü’ içinde hurma-şarabı sun ona,
... onun
için ..., onun için
...,
Kutsal sofrada, gök sofrasında,
İNANNA VE
ENKİ: UYGARLIK SANATLARININ ERIDU’DAN
URUKA AKTARILIŞ1
Bu pasajdaki bir diğer önemli bölüm şöyledir:
“Kudretim
adına, kudretim adına,
Işıltılı Inanna’ya, kızıma, ... armağan
edeceğim.
Ahşap işçiliği, metal işçiliği, yazı, alet yapımı,
deri işçiliği, ...
yapımı, sepet örme sanatlarını,’’
Kutsal lnanna aldı onları.
Inanna’yı hoş sözlerle karşıla.”
İsimud efendisinin emirlerini sözcüğü sözcüğüne yerine getirir ve
böylece İnanna ile
Enki ziyafet sofrasına
otururlar, içkiyle keyifleri yerine
geldikten sonra, Enki
haykırır:
“Kudretim adına, kudretim adına,
Kutsal lnanna’ya, kızıma, ... armağan edeceğim,
Efendiliği, ...liği, tanrılığı, yüce ve sonsuz
tacı, krallık tahtını.”
Kutsal İnanna aldı onları.
Böylece Sümer uygarlığının temel
taşlarını oluşturan 100den fazla tanrısal yasayı aynı anda İnanna’ya sunar. Bu
mitin İ.Ö. 2000 kadar erken bir tarihte yazıldığı ve
içerdiği kavramlar göz önüne alındığında, Mısırlılarınki dışında hiçbir uygarlığın,
çağ ve
nitelik bakımlarından Sümerlilerinkiyle karşılaştırılamayacağını söylemek
hiç de abartı
değildir. Enki tarafından İnanna’ya
armağan edilen kutsal
yasalar arasında şunlar sayılır; efendilik,
tanrılık, yüce ve
sonsuz taç, krallık
tahtı, yüce krallık
asası, yüce alam etler,
çobanlık, krallık, sayısız
rahiplik görevi, doğruluk,
yeraltı dünyasına iniş
ve oradan çıkış, “sancak,” tufan,
cinsel ilişki ve
fahişelik, resmi dil
ve konuşma dili, sanat,
kutsal kült odaları,
“göğün hizmetkârları,” müzik, yaşlılık, kahramanlık
ve kudret, düşmanlık,
dürüstlük, kentlerin yok
edilmesi ve mersiye,
yüreğin sevinci, yalan,
asi ülke, erdem ve
adalet, marangozluk sanatı,
metal işçisi, kâtip,
demirci, deri işçisi, duvarcı,
sepet örücü, bilgelik
ve anlayış, arınma, korku
ve haykırış, tutuşan
alev ve sönen
alev, bezginlik, zafer
haykırışı, sağduyu, sıkıntılı
yürek, yargı ve
karar, coşkunluk, müzik aletleri.
İnanna sarhoş Enki’nin kendisine sunduğu
armağanları almaktan pek
mutlu olur. Bunları alır, “gök kayığı”na yükler ve
değerli yükü ile
birlikte Uruk’un yolunu
tutar. Ama şölenin etkisi
geçtikten sonra, Enki kutsal yasalarının
her zamanki yerlerinde durmadıklarım
fark eder. İsimud’a
sorar, o da
kendisinin bunları kızı
İnanna’ya armağan ettiğini
söyler. Altüst olan Enki
cömertliğinden dolayı büyük pişmanlık
duyar ve gök kayığın
Uruk'a yanaşmasına engel
olmaya karar verir.
Böylece ulağı İsimud’u bir grup deniz canavarıyla birlikte, Eridu’nun
Abzu’su ile Uruk
arasındaki yedi mola
yerinin ilkine gitmeleri için
İnanna ve kayığının
peşine salar. Burada deniz canavarları “gök kayığı”nı Inanna’dan
alacaklar, buna karşın İnanna’yı Uruk’a yolculuğunu
yürüyerek sürdürmesi için
bırakacaklardır. Enki’nin
İsimud’a verdiği emirleri ve İsimud’un, babası Enki’yi “Bir eliyle
verdiğini ötekiyle alan
biri” olarak kınayan İnanna
ile konuşmasını içeren,
başlı başına klasik
bir şiir cevheri olan
pasaj şöyledir:
Prens ulağı İsimud’u
çağırır,
Enki “göğün güzel adı”na konuşur:
“Ey ulağım İsimud, ‘göğün güzel
adı’m.”
"Ey kralım Enki, işte buradayım, sonsuza
değin övülen.”
“
‘Gök kayığı’ şimdi
nereye vardı?”
“İdal rıhtımına vardı."
“Git, onu deniz canavarlarına yakalattır.”
İsimud emri yerine getirir, “gök kayığı”na yetişir ve İnanna’ya
şöyle der:
“Ey kraliçem, beni baban gönderdi,
Ey lnanna, beni baban gönderdi,
Sözleri yüce babanın,
Söylevleri yüce Enki’nin,
Ulu sözleri yabana atılmaz."
Kutsal lnanna şöyle karşılık verir:
“Babam seninle ne konuştu ne dedi sana?
Yabana atılmaması gereken sözleri nedir, rica
ederim?
“Kralım benimle konuştu,
Enki bana dedi ki:
‘Bırak İnanna Uruk’a gitsin,
Ama
sen, “gök kayığı”nı
bana, Eridu’ya geri
getir.
Kutsal İnanna ulak Isimud’a şöyle der:
“Babam, bana verdiği sözden niye vazgeçti, rica ederim,
Bana verdiği erdemli sözden niye döndü,
Bana verdiği yüce söze niye saygısızlık etti?
Babam bana yalan söyledi, yalan söyledi,
Kudreti adına, Abzu adına yalan sözler
söyledi.”
Tam bu sözcükleri söylemişken,
Deniz canavarları “gök kayığı”nı
ele geçirir.
İnanna ulağı Ninşubur’a şöyle der:
“Gel,
Eanna’nın sadık ulağı,
Güzel sözcükler iletenim,
Doğru sözcükler taşıyanım,
Elleri asla titremeyen, ayakları asla
titremeyen,
‘Gök kayığını ve İnanna’ya armağan edilmiş
yasaları kurtar.”
Ninşubur denileni yapar. Ama Enki
inat eder, İsimud’u ve beraberindeki deniz canavarlarım “gök kayığı”nı yakalamaları için Eridu
ile Uruk arasındaki
yedi mola yerinin
hepsine gönderir. Her defasında Ninşubur İnanna’nın imdadına
yetişir. Sonunda İnanna ve kayığı Uruk’a sağ salim ulaşırlar; sevinç
içindeki halkın düzenlediği
ziyafetler ve şenliklerle
kutsal yasaları kayığından
birer birer boşaltır.
Şiir, Enki’nin İnanna’ya verdiği bir söylevle sona erer, ancak
metin fazlasıyla zarar görmüş
olduğundan özünde uzlaşma
mı yoksa misilleme
mi yapıldığı açık değildir.
INSANIN YARATILIŞI
İnsanın yaratılışını anlatan yapıt iki ayrı tablete yazılmış olarak
bulunmuştur: birisi şimdi Üniversite
Müzesi’nde bulunan bir
Nippur tabletidir; bir
antikacıdan satın alınan
diğeri ise Louvre’dadır. 1934 yılında Louvre tableti
ve Üniversite tabletinin büyük
bölümü kopyalanmış ve
yayımlanmış olmasına karşın içerikleri anlaşılamamıştır. Bu üzücü durumun başlıca nedeni, Louvre’daki
parçadan daha iyi korunmuş
olan Üniversite Müzesi tabletinin
Philadelphia’ya kırk elli
yıl kadar önce, dört
parça halinde gelmiş
olmasıdır. 1919 yılında
parçalardan ikisi belirlendi
ve birleştirildi; bunlar
Stephen Langdon tarafından
kopyalanıp yayımlanmışlardır. 1934
’de Edward Chiera üçüncü parçayı yayımladı ancak bunun 1919’da Langdon
tarafından yayımlanan iki
parçaya eklendiğini anlayamadı.
Ben, yayımlanan üç parçayla birleştirilen henüz yayımlanmamış dördüncü
tableti belirlemekle, şiiri uygun biçim de düzenleyebildim. Burada şiirimizin
metnini oluşturan yaklaşık yüz elli dizenin hâlâ sayısız kırığı olduğu
vurgulanmalıdır; dizelerin çoğu oldukça kötü durumdadır. Dahası, bu yapıttaki
linguistik zorluklar özellikle sıkıntı vericidir; Sümer edebiyatında,
ilk kez bu
yapıtta karşılaşılan çok sayıda
önemli sözcük vardır. Bu nedenle çeviri kesintilerle doludur ve
bunun yalnızca bir deneme olduğunun altı çizilmelidir. Yine de, İÖ. üçüncü binyılda Sümer’de geçerli olan insanın
yaratılışı ile ilgili
kavramların tam bir betimlemesini
sunar.
Insanın yaratılışı konusunda bilinen en eski görüşler îbranilerin ve
Babillilerin görüşleridir;
Birincisi Tekvin kitabında anlatılır, İkincisi Babillilerin “Yaratılış
Destanı”nın bir parçasını
oluşturur. Kitab-ı Mukaddes’teki
öykülere göre ya
da en azından bunun yorumlarından birine
göre, insan, bütün
hayvanları yönetmesi amacıyla
kilden biçimlenmiştir. Babil mitinde, insan, en baş belası
tanrılardan birinin bu amaçla öldürülmesiyle onun kanından
yapılmıştı; yaratılış nedeni
temelde tanrılara hizmet etmesi
ve ekmekleri için
onların yerine çalışmasıydı.
İbrani ve Babil yorumundan bin yıl önceye tarihlenen Sümer şiirimize
göre, Babil yorumunda olduğu gibi kilden biçimlenen insanın yaratılış amacı,
yine, tanrıların geçimleri için
emek harcamak zorundan
kurtarmaktı.
Şiir, tanrıların ekmeklerini sağlamakta, özellikle, tahmin edilebileceği
gibi dişi ilahlar varlık
bulduktan sonra, çektikleri
güçlüklerin betimlenmesi denilebilecek
bir girişle başlar. Tanrılar yakınırlar, ama su-tanrısı
Enki, Sümerlerin bilgelik tanrısı
da olduğundan onlara
yardım edebilecekken, öyle
derin uyumaktadır ki onları
işitmez. Bunun üzerine annesi, “bütün
tanrıları doğuran ana” ilksel deniz,
tanrıların gözyaşlarını ona
getirir ve şöyle
der:
“Ey oğul, kalk yatağından, ...dan bilgeliğini göster,
Tanrılara hizmetkârlar biçimle, onların
... onlar üretsin.”
Enki konu üstüne düşünür, “iyi
ve soylu şekilleyici’lerin başına
geçer ve annesi
Nammu’ya, ilksel denize
şöyle der:
Ey ana, sözünü ettiğin yaratık, var edildi,
Onun üstüne tanrıların ... yerleştir;
Deniz dibinin yüzeyindeki kilden yüreğini
yoğur,
İyi ve soylu şekilleyiciler kili berkitecekler,
Sen, sen onun uzuvlarını ortaya çıkar;
Ninmah (toprak-ana tanrıça) senin üstünde
çalışacak,
...
(doğum tanrıçaları) sen biçimlerken yanında olacaklar;
Ey ana, (yeni doğanın) yazgısını belirle,
Ninmah onun üstüne tanrıların ... yerleştirecek,
...
insan olarak ...
İçerikleri açıklanabilirse çok aydınlatıcı olacak birkaç kırık dizeden
sonra şiir, Enki’nin, insanın yaratılışı onuruna tanrılara verdiği bir ziyafeti
anlatır. Bu ziyafette Enki ve Ninmah çok
fazla şarap içer ve çakırkeyif olurlar. Bunun üzerine Ninmah denizin dibinden
bir parça kil alır ve altı değişik tipte bireyi şekillendirir. Enki de onların yazgılarını belirler ve
onlara yiyecek ekmek verir. Yalnızca son
iki tipin nitelikleri okunabilmekte; bunlardan biri kısır kadın ve
diğeri cinsiyetsiz ya da hadım tiptir.
Dizeler şöyle:
...
(Ninmah) doğurganlığı olmayan bir kadın yaptı.
Doğurganlığı olmayan bu kadını gören Enki,
Onun yazgısını belirledi, “kadın evi’’nde
kalmasını yazgıladı.
...
(Ninmah) erkeklik organından yoksun, kadınlık organından yoksun bir
varlık yaptı.
Erkeklik organından yoksun, kadınlık,
organından yoksun bu varlığı gören
Enki,
Onun yazgısını kralın önünde durmak olarak
belirledi.
Ninmah’ın bu altı
insan tipini yaratması
üzerine, Enki de kendi
başına bir şeyler
yaratmaya karar verir.
Bu noktaya nasıl gelindiği
açık olmamakla birlikte,
sonuçta ortaya çıkan
yaratık başarısızdır; vücut
ve zekâca cılız
ve geridir. Endişelenen Enki, Ninmah’tan bu
umutsuz yaratığa yardım
etmesini ister; ona şunları söyler:
“Senin elinle şekillenenin yazgısını
belirledim,
Ona yiyecek ekmek verdim;
Sen de benim elimde şekillenenin yazgısını
belirle,
Sen de ona yiyecek ekmek ver.”
Ninmah yaratık için elinden geleni yapar, ama işe yaramaz. Onunla konuşur, ama o yanıt veremez. Ona ekmek verir, ama o uzanıp da alamaz. Ne oturabilir, ne ayakta durabilir, ne de
dizlerini bükebilir. Bunu, Enki ile Ninmah arasında geçen uzun
bir konuşma izler,
ancak tabletler öyle
kırık ki bir anlam
çıkarmak olanaksız. Bir olasılık, sonunda Ninmah Enki’yi böyle
hasta, cansız yaratıklar yarattığı için lanetler ve görünüşe bakılırsa Enki de bunu hak ettiğini düşünür.
Yukarıda ana hatlarıyla verilen yaratılış şiirine ek
olarak, insanoğlunun
yaratılış amacının ayrıntılı
bir betimlemesi “Sığır
ve Tahıl” mitinin
girişinde bulunur; bu
bölümün öyküsü şöyledir;
Anunnaki’lerden sonra, gök-tanrıları doğmuştu, ama
sığır-tanrısı Lahar ve
tahıl-tanrıçası Aşnan’dan
önce ne
sığır ne de
tahıl vardı. Bu nedenle tanrılar ekmek yemeyi ya da giysi giymeyi
“bilmezlerdi.” Sonra sığır-tanrısı Lahar
ve tahıl-tanrıçası Aşnan
göğün yaratılış odasında
yaratıldılar, ancak tanrılar
hâlâ açtı. O zaman tanrıların “iyi şeyleri” ve ağılların
refahı hatırına insana “soluk
verildi.” Bu giriş şöyledir:
Gök ile yer dağından sonra,
An (gök-tanrısı) Anunnaki’lerin (ardılları)
doğumuna neden oldu,
Aşnan (tahıl-tanrısı) adı henüz doğmadığından,
henüz biçimlenmediğinden,
Utlu (bitki-tanrıçası) henüz
biçimlenmediğinden,
Uttu için hiçbir kutsal alan kurulmadığından,
Hiç koyun yoktu, hiç kuzu inmemişti,
Hiç keçi yoktu, hiç oğlak inmemişti,
Koyun iki kuzusunu yavrulamıyordu,
Keçi üç oğlağını yavrulamıyordu.
Çünkü bilge Aşnan’ın ve Lahar’ın
(sığır-tanrısı) adını,
Anunnakiler, büyük tanrılar, bilmiyordu,
Otuz günlük ...
tohumu henüz yoktu,
Kırk günlük ...
tohumu henüz yoktu,
Küçük tohumlar, dağ tohumu, saf canlı
yaratıkların tohumu henüz yoktu.
Uttu henüz doğmadığından, (bitkilerin?) tacı henüz yetişmediğinden,
...
efendi henüz doğmadığından,
Ova tanrısı Sumugan henüz ortaya çıkmadığından,
İnsanoğlunun ilk yaratıldığı zaman gibi,
Onlar (Anunnakiler) ekmek yemeyi bilmiyorlardı,
Giysi giymeyi bilmiyorlardı,
Koyunlar gibi ağızlarıyla ot yiyorlardı,
Arklardan su içiyorlardı.
O günlerde, tanrıların yaratma odasında,
Dulkug evlerinde, Lahar ve Aşnan biçimlendi;
Lahar ve Aşnan’ın ürünlerini,
Dulkug’un
Anunnakileri yiyor, ama doymuyorlardı;
Has ağıllarındaki sütü, ... ve
iyi şeyleri,
Dulkug’un
Anuıınakileri içiyor, ama doymuyorlardı;
Has ağıllarındaki iyi şeylerin hatırına, insana
soluk verildi.
[Bir Not: Günümüzde birçok insan Anunnaki’lerin başka
bir gezegenden dünyamıza geldiğine inanmaktadır. Anunnaki kavramı Sümerler
tarafında ortaya atılmıştır. Sümerlere göre Anunnakiler Gök tanrısı An’ın
çocuklarıdır. Sümer belgelerinde şu görüşler de yer aldığına göre:
“An’ın çocukları ve izleyenleri olan Anunnakilerin
yiyecek yemek ve giyecek giysiye sahip olabilmeleri için tanrıların yaratma
odasında yaratılmışlardı. Ancak
Anunnakiler bu tanrıların ürünlerini etkin bir biçimde kullanamıyorlardı; insan,
bu durumu düzeltmek için
yaratıldı.”
“Anunnaki’lerden sonra, gök-tanrıları doğmuştu, ama
sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan’dan önce ne sığır ne de tahıl vardı. Bu nedenle tanrılar ekmek yemeyi
ya da giysi giymeyi “bilmezlerdi.” Sonra
sığır-tanrısı Lahar ve tahıl-tanrıçası Aşnan göğün yaratılış odasında
yaratıldılar, ancak tanrılar hâlâ açtı. O zaman tanrıların “iyi şeyleri” ve ağılların
refahı hatırına insana soluk verildi.”
Bu durumda ister istemez akla iki faklı insan grubu
geliyor. Biri çok adi ve sadece daha bilgili ve yaratıcı efendiler hizmet için yaratılmışlar.
Diğeri ise daha zeki oldukları için diğer adi insanların hizmetleriyle
yaşıyorlar.
Bu durum karşısında Homo sapiens neandertalensis türü
insanlar ve Homo sapiens sapiens (modern insan) türü insanlar aklımıza geliyor.
Acaba 70 bin yıl önceleri Afrika’dan Basra-Hürmüz Ovasına gelen modern insanlar
kendilerini “gökten gelen” insanlar olarak görüp, yerli neandertal insanlarını kendilerine
hizmet için yaratılmış adi insanlar olarak mı değerlendirdiler?]
Evrenin kökenini, tanrılar ve insanların varoluşunu açıklamak için
Sümerlerce geliştirilmiş kuramlar ve kavramlardan oluşan Sümer kozmolojisi
incelememiz, insanın yaratılışıyla sona eriyor. Sümerlerin kozmogonik
kavramlarının, erken olmakla birlikte hiçbir biçim de ilkel
olmadıkları yeterince vurgulanamamış olabilir.
Bunlar, doğanın güçlerini ve kendi
varoluşunu düşünen Sümerlinin
olgun düşüncesini ve
düşünce uslamlamasını
yansıtırlar. Bu kavramlar
çözümlendiğinde; tanrıbilimsel paravan ve çok-tanrıcı süslemeler kaldırıldığı
zaman (buna karşın,
malzemem izin sınırlı olmasının
yanısıra içeriğini anlayışımız
ve yorumlayışımız da sınırlı
kalacağından günümüzde bu her
zaman olanaklı değildir),
Sümerlerin yaratılış kavramları
keskin bir gözlem
anlayışıyla birlikte gözlenen
verilerden uygun sonucu
çıkarıp bunu ifade
etme yeteneği de göstermektedir. Bundan yola çıkarak, akılcı bir biçimde ifade
edilen Sümer kozmogonik görüşleri şöyle özetlenebilir:
1. Başlangıçta ilksel deniz vardı;
Sümerlerin bu denizi ezeli ve yaratılmamış olarak kabul etmiş olmaları
mümkündür.
2. İlksel deniz birleşik haldeki
göğü ve yeri ortaya çıkardı.
3. Gök ile yer, katı öğeler olarak
düşünülmüştü. Bununla birlikte,
aralarında, ana niteliği genişlemek olan, onlardan çıkan hava öğesi vardı.
Böylece gök ile yer genişleyen hava öğesi tarafından ayrıldı.
4. Gök ile yerden daha hafif ve
yoğunluğu çok daha az olan hava, Sümerlerce belki de havayla aynı maddeden
olduğu düşünülen ayı meydana
getirmekte başarılı oldu.
Güneşin aydan doğduğu düşünülüyordu; yani, ayın havadan ortaya çıkıp
gelişmesi gibi o da aydan ortaya çıkıp gelişmişti.
5. Gök ile yer birbirinden
ayrıldıktan sonra, yeryüzünde bitki, hayvan ve insan yaşamı olanaklı hale
geldi; yaşam hava, toprak ve su
bileşiminin bir sonucu
olarak düşünülmüş gibi görünmektedir; kuşkusuz
güneş de buna
dahildi. Yeryüzündeki bitki
ve hayvan yaşamının
ortaya çıkışı ve
üremeleri konusunda elimizdeki
malzemeden bir şey
çıkarmak ne yazık
ki güçtür.
Sümerlerin tanrıbilimsel dile aktarılan bu usçu kavramları şöyle
tanımlanabilir:
1. Başlangıçta ilksel denizle
kişileştirilen tanrıça Nammu vardı.
2. Tanrıça Nammu eril gök-tanrısı An
ile yer-tanrıçası Ki’yi doğurdu.
3. An ve Ki’nin birleşmesinden, gök-baba An’ı
toprak-ana Ki’den ayıran hava-tanrısı
Enlil doğdu.
4. Hava-tanrısı Enlil kendini, Sümerlerce
tavanı ve duvarlarını koyu lacivert taşı rengi gökyüzünün ve yerini yer yüzeyinin
oluşturduğu düşünülen evinde, zifiri karanlıkta bulur. Ve evinin karanlığını
aydınlatması için ay-tanrısı Nanna'ya
yaşam verir. Sonra da ay-tanrısı Nanna, babasından daha parlak olan
güneş-tanrısı Utu’ya yaşam
verir. Burada, yaşam verilen
oğulun, yaşam veren babadan daha güçlü olması düşüncesi- daha derin anlamıyla
ilerleme dediğimiz gelişimin içinde gerçekten meydana gelen de budur- Yakın
Doğu felsefesi ve
psikolojisi için oldukça
doğaldır. Örneğin, tarihsel devirler
içinde hava-tannsı Enlil, babası gök-tanrısı
An’dan daha güçlü
hale gelir. Daha sonra Sami Babillilerin
tanrısı Marduk, babası
su-tanrısı Enki’den daha
güçlü hale gelir.
Hıristiyan öğretisinde, oğul İsa, birçok bakımdan insanlığın kurtuluşu
için baba Tanrı’dan daha önemli ve başarılı hale gelir.
5. Bundan sonra hava-tannsı Enlil
annesi yer-tanrıçası Ki ile birleşir. Bu
birleşme ve su-tanrısı Enki’nin büyük yardımı sonucunda yeryüzünde bitkisel ve
hayvansal yaşam yaratılır. Öte yandan insan, ilksel deniz,
tanrıça Nammu, toprak ana, Ki ile özdeşleştirilebilecek tanrıça Ninmah ve su-tanrısı
Enki’nin ortaklaşa çabalarının bir ürünü gibidir. Bu belirli bileşimin içeriği
için -ve zamana ait
az çok yüzeysel verilerle bunun
ardında sağlam bir mantık bulunduğuna, sadece hoş bir fantezi olmadığına inanmak
için her türlü neden vardır- bugün elimizde
bulunan malzeme ve
sınırlı anlayışımızdan bir
sonuç çıkarmak güçtür.
Sümerler hakkında Kramer’den aktarılan bilgiler yukarıdaki kadardır.
Yukarıda sunulan bilgilerden anlaşıldığına göre, Sümerler insanların
binlerce yıllık deneyimleri sonucu oluşturdukları kazma, saban dahil her şeyi
tanrıların yaptıklarına inanmışlar. İnsanlar, tanrıların ve onların atadıkları
aracıların emirlerine uyan birer robotturlar. Ve sadece tanrılara ve
yardakçılarına hizmet etmek için yaratılmışlardır. “İnsanın yaratılışı”
başlıklı bölümde belirtildiği üzere insana “Has ağıllarındaki iyi şeylerin
hatırına, insana soluk verildi”, yani insanın ruhu sadece bundan oluşuyordu.
Sümerler 4-5 bin yıl önceleri edubba adı verilen okullar oluşturmuşlar ve
okuma-yazmayı öğretmeye başlamışlar. Matematik, ziraat, teoloji, coğrafya,
zooloji, botanik, vs. öğretilmiş. Erkekler okulu!!!! Okullarda katı disiplin uygulanır ve günümüz
orta-doğu ülkelerinde halen sürdürülmekte olan “dogmatik bilgiler” öğretilir.
Bu nedenle insanlarda sorgulama yeteneği gelişmez.
Sümerlerden 5-6 bin yıl önceleri
Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi yerlerde oluşturulun toplumlarda insanlar
doğadaki tüm hayatın varlıkların içlerindeki bir yaşam dürtüsünden
kaynaklandığını görmüşler ve tabana dayalı, küçükten büyüğe doğru gelişen bir
doğal sistem tasarlamışlardı.
Halbuki Sümerler bunun tam tersi
bir görüş tasarlamışlardır. Onlara göre doğada herşey varlıkların dışında-üstünde
birileri tarafından oluşturulmuştur.
Sümerlerin doğa ve dünya görüşü,
insanların bilgi ve bilinç düzeyi geliştikçe değişiklilere uğratılır. Önce
birbirleriyle evlenerek farklı doğa olaylarını yönlendiren alt-düzey tanrıları
oluşumu görüşü kaldırılır. Sonra yer ve göğü yaratan tanrıların insansı
varlıklar olamayacağı onların çocukları olamayacağı görüşü oluşturulur. Sonra doğadaki
herşeyin yaratıcısı ve sahibi olduğu tasarlanan gökteki bir RAB’bin resul
denilen elçileriyle toplumlara nasıl davranmaları gerektiğini yazan kutsal kitaplar
gönderdiğine dayanan dinsel görüşler ortaya atılır. Ve günümüzdeki farklı dinler
ortaya çıkar.
Ve hayatımız ve dünyamız tüm bu olaylar çerçevesinde oluşup-gelişmektedir.
İnsanlık ise, tüm bu oluşum ve gelişimlerin RAB =Efendi olarak tanımladıkları
ve kendisine taptıkları tek bir varlık tarafından işletilip-yönlendirildiğine
inanmış olarak yaşamaktadır.
İşte bu insanlığın saplandığı en dramatik dogmatik görüştür. Bu saplantı
öylesine derinliğine insan hayatına etkilemektedir ki, devletler hep tepedeki
tek bir lider tarafından yönetilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder