Her kafadan bir ses çıkmalı mı

Her kafadan bir ses çıkmalı mı, yoksa belli kafalardan çıkan seslere göre mi davranılmalı?




Geleneksel görüşe göre, her kafadan bir ses çıkarsa, orada düzen oluşturulamaz. Bu nedenle insanlar toplumsal sistemde belli kişilerin (liderlerin) görüşlerine uyarak davranışlarını belirlerler.


Bir araştırmanın düşündürdükleri


Canlıların bir karar alırken nelerden etkilendiklerini, neleri dikkate aldıklarını araştırmak amacıyla yaptıkları bir araştırmada, Brunton ve diğ. (2013) çok ilginç bir sonuçla karşılaşırlar. 


Canlılar karar almalarında en etkili faktörlerden birinin, çevredeki gürültü (veya parazit sinyaller) olduğu görülmektedir.

Biz insanlar genelde çevremizdeki gürültüden (veya parazit sinyallerden) hiç hoşlanmazken, hücrelerimiz neden onlara çok değer verip, dikkate alıyorlar?

►1- İnsanların genelde “her kafadan bir ses çıkarsa, orda düzen oluşturulamaz” şeklinde bir anlayışa sahip olmasının kökeninde, doğadaki yönlendirici gücün, varlıkların içlerinden değil, dışlarındaki bir kaynaktan kökenleniyor olarak düşünülmüş olması yatar. Halbuki doğadaki yönlendirici güç sistemi kuantsal kökenlidir, yani hep varlıkların iç-bileşenleri vasıtasıyla gerçekleşir.

►2- İnsanların doğa ve dünyaya bakışını etkileyen temel faktörlerden birisi de “sahiplik” düşüncesidir. İnsanlar doğayı kendi malları olarak görmüşler ve onu parselleyerek tapulamışlar ve sahiplenmişlerdir. Benzer şekilde, dünyanın ve evrenin de bir sahibi olacağı şeklinde bir düşünce de bu davranışlarının bir sonucudur. İnsanların bu tür bir düşünceye sahip olmalarının temel nedeni ise, doğadaki kuvvet-oluşturucu, yönlendirici ve yapıcı gücü varlıkların dışında kabul etmeleri olgusudur. Bir şeyin sahibi, onu yapandır. Siz yapıcı gücü varlıkların dışında bir sisteme atfederseniz, doğadaki her şeyin harici bir sahibi olması gerektiği şeklinde bir inanca sahip olursunuz. Yukarıdaki paragrafta belirtildiği üzere, doğadaki kuvvet oluşturucu (yapıcı ve yönlendirici) güç sistemi varlıkların dışında değil, varlıkların iç-bileşenlerindedir. Bu nedenle “sahiplik” düşüncesinin tamamen tersine çevrilip, doğanın sahiplerinin atomlar-moleküller-hücreler gibi tabandaki öğeler olduğunun okullarda eğitilmesi gerekir.

Doğadaki kuvvet oluşturucu – yapıcı sistem neden varlıkların dışında varsayılmış?
Bunun nedeni ise tamamen bilim insanlarının suçudur. Şöyle ki: 
Dünyamıza gelmiş en büyük bilim adamı olduğu kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir (Newton, Opticks 1704):
Allah başlangıçta tüm madde parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen kuvvetleri) ve hareketin temel yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren hareket içine girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru gider.”
Benim görüşüme göre, Allah başlangıçta katı, yoğun, sert, geçirimsiz, hareketli parçacıkları, gerekli özellikleriyle ve uzay sisteminde olması gereken oranlarda, yaratış amacına uygun olacak boyutlarda ve şekillerde oluşturmuştur; katı olan bu temel parçacıklar, onlardan oluşan tüm diğer gözenekli yapılardan çok daha serttir, hatta öylesine serttirler ki, Allah’ın ilk başlangıçta yaptığı bu temel öğeler sonradan oluşturulacak hiçbir şeyle kırılıp, parçalanamazlar.” (Wilczek 2008’den)

Newton’un evrensel gravite yasası ve “the three lawsof motion = hareketin üç yasası” gibi doğa-bilimlerinin temel taşlarını oluşturan çok önemli buluşları onu o kadar meşhur etmiştir ki, yukarıda zikredilen “yaratıcılık-can vericilik” hakkındaki görüşleri de bilim dünyasını derinden etkilemiştir ve hala da etkilemektedir.

Günümüz evrimcilerinin ‘Hiçbir maddenin bilinci yoktur… Onlar fizik yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz’ şeklindeki görüşleri, veyahut günümüz fizikçilerinin atom-altı-öğeleri cansız birer bilye gibi düşünüp, onları birbirleriyle çarpıştırarak bilgi edinmeye çalışmaları, Newton’cu doğal sistem görüşünden kaynaklanırlar.

Bu tür görüşe statik sistemli doğa görüşü denir. Statik sistemli doğa görüşünün iki temel taşı vardır: 

Bir iş veya eylem yapan, planlayan veya düşünen hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”, bir ekstra “varlık” olarak tasarlanmıştır. Yani kuvvet oluşturucu güç sistemi, varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıkların dışında, hayali bir sistemde tasarlanmıştır. 

Zaman kavramı bu hayali varlığın ömrüne dayalı ve o varlığın verdiği tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak kabul edilmiştir.

Bu iki temel yaklaşım günümüzde hala hem fizikçi-kimyager-biyolog gibi bilim mensupları arasında, hem sosyal yaşamda tam manasıyla etkili ve yaygındır.
►1- Bu kavramlardan kuvvet oluşturucu faktörün varlıkların dışından değil, varlıkların içsel bileşenlerinden kökenlenip-kaynaklandığı ilk bölümlerde bilimsel argümanlarıyla gösterilmiştir.
►2- Zaman kavramının da, harici bir tik-tak sinyali vericinin düdüğüne göre gerçekleşen bir süreç değil, varlıkların bağımlı oldukları enerji-kaynağı türünü (ki bu herhangi bir madde olabilir) algılamaya, madde bileşimleri oranlarının saptanmasına yönelik bir algılama olgusu olduğu da açıklanmıştı.

Dolayısıyla doğa ve dünyamızı anlamak için, önce kuvvet oluşturucu sistem konusu, sonra zaman kavramının anlamı ve hayatla ilişkisi öğrenilmelidir.

Doğal sistemin sahibi, kuantsal öğelerdir.

Atalarımız canlılık oluşturan, enerji veren şeyi, varlıkların kendi iç bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde olduğunu varsaydıkları ebedî bir ekstra varlıkta aramışlardır. Dolayısıyla sürekli değişim-dönüşüm içinde bilgi oluşturarak kendi kendilerine örgütlenip-gelişen, zaman içinde daha karmaşık üst-sistemler oluşturacak şekilde bir evrimsel gelişim düşünülememiştir. 

Doğadaki her türlü eylem ve işlem varlıkların içlerindeki küçük bileşenlerince ayarlanır ve yapılır. Bu ayarlama işleminin kökeni kuantsal sisteme dayanır. Fizik deneylerinin gösterdiği üzere, atom-altı-öğeler dünyasında her atom-altı-öğe, çevresini algılar. Çevresinde kendisiyle ilişkiye girmek isteyen (kendisini gözlemleyen) biri (bir şey) varsa, onun gösterdiği hedefe gider. Kendisini gözlemleyen yoksa çevre koşullarını algılar ve olasılık hesaplamaları yaparak en ekonomik konuma göçecek şekilde davranır! 

Atom-altı-öğelerin bu davranışları, onlardan türemiş olan tüm diğer üst sistemlerde de devam eder. Bu nedenle kuantlar, atomlar ► moleküller ► hücreler ► bedenler (hayvanlar, bitkiler) ►toplumlar gibi üst sistemler içine girdiklerinde, kendilerinin gözlendiklerini sürekli olarak hissederler ve hep üst-sistemin oluşturduğu hedefe (niyete) uyacak şekilde davranırlar. Ve bu şekilde doğadaki tüm oluşum gelişimler kuantlara hedef gösterilmesi ve kuantların de enerjilerini bu hedefe ulaşacak şekilde devreye sokmaları şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla niyet (hedef oluşturma) çok çok önemlidir. İnanç sistemleri de birer niyet (hedef) göstergesi olduklarından, toplum hayatının düzenlenmesinde en ön planda yer alırlar. 

Doğada her varlığın çevresini algılayıp, veri toplaması (information = bilgi) ve bu bilgilere göre de yapısal-dokusal durumunda değişiklikler yapacak şekilde davranması sonucu da dinamik sistemli doğa ve dünya oluşur.

Bilginin doğada nasıl işlendiğine bakalım. 
Biz insanlar bilgilerimizi sözlü veya yazılı mesajlar halinde oluşturur ve saklarız. Her toplumun bir dili vardır. Her dilde mesajlar cümleler şeklinde oluşturulurlar. Cümlelerde özne – nesne – yüklem gibi öğeler vardır ve bu öğeler “Ali kalemi masaya koyar” örneğinde olduğu gibi, bir iş veya eylem yapımında enerjinin nerden nereye akacağı temel verilerini oluştururlar.

Yazılı bilgi aktarımında, cümleler belli harfler şeklinde bir yere yazılırlar. O yazıyı ve o dili bilen bir beyin, o yazıdaki bilgileri okuyup anlar ve bedendeki hücreler orada belirtilen sıralanamaya uygun olarak enerjinin akış güzergahını tesbit edip, uygulamaya geçirir ve bir iş, eylem veya bir alet yapar.

Bir dili veya yazıyı öğrenmek demek, beyinde o simgelere uygun yeni sinaps oluşumları ve o sinapslarda kullanılacak yeni protein türleri oluşturmak demektir. Yani bir dil veya yazıyı öğrenen bedendeki amino-asit dizilim kombinasyonları tamamen yeniden düzenlenmiş demektir.

Bir alet yapımı raporunu okuyup anlayan bir beyinde, o rapordaki bilgilere göre beyinde tekrar amino-asit-kombinasyonları dizilimleri gerçekleştirilir ve bedendeki proteinlerin amino-asit sıralanması çalkalanarak, yeniden dizilmiş olunur! Yani biz insanlara ait eğitsel bilgiler, hücrelerin dili olan amino-asit dizilimlerine aktarılmış olunur.

Bilgi içeren bir raporu okuyup-anlayamayan bir beyinde ise, o rapora karşı hiçbir tepkime oluşmaz, kişinin beynindeki amino-asit-dizilimleri çalkalanıp, yeniden dizilime uğramazlar.

Özetleyecek olursak, bizlerin tüm bilgileri, özde – temelde, hücrelerimiz tarafından işleme konulmuş olurlar.

Hücrelerin bu bilgileri nasıl işlediklerine gelince: 
Hücreler de enerjilerini başka varlıklardan alırlar ve onlardaki değişim-dönüşümlere bağımlıdırlar. Dolayısıyla hücrelerin davranışları da, bağımlı oldukları atomik-moleküler değişimlere bağlıdır. Öğrenimler nedeniyle (yani çevrelerindeki değişim-dönüşümlere bağlı olarak) bedendeki hücrelerin amino-asit-dizilimleri (dolayısıyla protein bileşimleri) değiştikçe bedendeki moleküller arasındaki enerji-gradyanları da değişikliğe uğrar. Atomlar – iyonlar arasında çok kesin ilişki sistemleri vardır ve bu ilişkilerin en önemlileri periyodik tablodaki konumlarında bulunur. Bir ortamda enerji gradyanlarının değişmesi, kimyasal elementler arasında elektron veya pozitron aktarımlarına (tünelleme etkisi) neden olur ve kimyasal elementler birbirlerine dönüşürler. Azot karbon elementine, karbon azot elementine, vs dönüşür. Bu şekilde canlının çevresindeki bir değişim-dönüşümü algılaması ve ona tepki vermesi (öğrenmesi) hücre içindeki atomlar-moleküller dünyasında çalkantılara yol açar ve kimyasal element oranları yeniden ayarlanırlar!

Atomik elementler oranlarındaki değişimler, atomlar arası etkileşimlere (haberleşmelere) yansır ve atom-altı-öğelerin spinleri, polarizasyonları, frakansları, yükleri, vs değişimlere uğrar.

Sonuç olarak şu durumla karşılaşılır: Bir varlığın çevresinde yeni bir şeyin ortaya çıkışı ve o şeyin o varlıkla etkileşimi, geri beslenmeli olarak, varlığın hücrelerine, hücrelerin moleküllerine-atomlarına, ve en sonunda atom-altı-öğelerine kadar gerisin geriye etki eder ve tüm varlıklarda bir çalkalanma oluşarak, doğadaki yeni oluşumlara uyumlu hale gelirler.

Çevrelerindeki yenilikleri ve değişim-dönüşümleri algılayan canlılar, o değişikliklere uygun şekilde beden içinde amino-asit-düzeltmeleri yaparak, çevrelerindeki oluşumlara uyumlu hale gelirler. Bu şekilde doğada bilgi edinme ve o bilgilere uygun şekilde yeniden yapısallaşmalara gidilir ve evrim denilen değişim-dönüşümler gerçekleştirilirler.

Doğadaki her varlık şeklini-yapısını, ortamdaki enerji düzeyine göre ayarlar. Ortamdaki enerji düzeyinin skalasını ise “noise” dediğimiz sinyaller çorbası oluşturur. Bu nedenle “noise” yapısallaşma oluşumunda en önemli veri kaynağı olmuş olur. Noise = etherdir.

Bu nedenle “noise” denilen çevresel gürültü+parazit sistemi varlıkların çevrelerini algılamalarında ve değerlendirmelerinde çok önemlidir.

Dinamik sistemlerde üst-sistem içinde geçerli olacak “order parameter =düzen-ölçütü” denilen kuralların oluşturulmasında, her bireyin (ortaklığa katılacak her varlığın) görüşünü bildirmesi zorunluluğu vardır. Her kafadan bir ses çıkması, bu açıdan da zaten çok çok önemlidir ve ‘olmazsa-olmaz’ niteliğindedir.

Bedenler hücrelerin belli bir ekolojik boşluğu doldurup, o ortamdaki olanaklardan yararlanabilmek oluşturulan ortaklık sistemidirler. Bir midyenın dalgalı deniz kıyılarındaki kayaçlar üzerine yapışarak, o ortamdaki besin kaynaklarından yararlanabilmesi için, o sert kayalara yapışacak kaslar ve o sert dalgalara dayanıklı kavkı üretmesi gerekir. Midyeyi oluşturacak hücrelerin böyle bir beden oluşturmaya yönelik bir ortak davranış içinde olacak şekilde simetrilerinin kırılması ve bu ortak yaşam şartlarına uyuiacak tarzda bilgilerinin (kimyasal bileşimlerinin) sabitleştirilmesi gerekir.

Popp canlılar aleminde hücreler arası bir haberleşme sistemi olmasının gerekliliğini şu gerekçeyle düşünür (Bischof 2001):
‘Bir farenin bedenindeki tüm hücreler 1-2 ay içerisinde, bir insan bedenindeki hücreler bir-kaç yılda tümüyle yenilenirler. Bir bedende trilyon mertebesinde hücre bulunduğu ve hücrelerin bu yenilenme oranları dikkate alındığında, bedendeki her hücrenin, diğer hücrelerin ölümlerinden haberdar olmaları gerekliliği ortaya çıkar, yoksa yüzlerce farklı organdaki hangi hücrenin yerine yeni bir hücre ekleneceği belirlenmesi olanaksızlaşır.’
Benzer bir yaklaşımla gidildiğinde, doğadaki tüm varlıkların karşılıklı bir ilişki ve bağımlılık bağı içinde olduğu düşünüldüğünde, her canlının bağımlı olduğu diğer varlıkların yerlerini ve oranlarını algılaması gerektiği ortaya çıkar, ki bu da daha geniş ölçekte canlılar arası bir etkileşim (haberleşme) ağının bulunmasını zorunlu kılar.
Popp hücrelerin haberleşme amaçlı fotonlar yaydıklarını saptayıp-ölçtükten sonra, bunlarla güvenilir ve sağlam haberleşme yapılabilmesi için biyofoton adını verdiği bu ışınların “coherent, koherent = uyumlu” özellikli olmaları gerektiğini düşünüp, biyofotonların “koherent” özellikli olup olmadıklarını araştırır. Ve gerçekten de canlıların kendi aralarında haberleşmek için kullandıkları bu sinyal sisteminin “koherent” özellikli olduğunu görür. “koherent” sinyaller, laser ışını gibidirler, aynı dalga boyu, aynı faz ve aynı polarizasyon düzlemli sinyallerden oluşurlar ve hiç dağılmadan çok uzak mesafelere gidebilirler. Bu nedenle sağlam bir bilgi taşıyıcı özelliğe sahiptirler (Bischof 2001, Popp 2002).
Koherent terimi, “birbirleriyle ortak, ilişkili” anlamındadır. Yani ortak davranışta bulunmak söz konusudur.  





Doğadaki ekolojik sistem ilişkilerinde, her varlığın bir yeri, bir önemi vardır. Yellowstone doğal parkında yaşanan kurt öldürme faciası bunun tipik örneğidir. 1926da Yellowstone doğal parkındaki kurtların öldürülmesi gerçekleşir. Kurtların yok olması geyik gibi büyük otçulların popülasyonunun artmasına yol açar. Otçulların artması, bitki gelişimini negatif yönde etkiler. Kurtların yerini Canis latrans denilen bir köpek türü alır. Fakat bu köpek türü büyük otçulları pek etkilemez, ama kızıl tilki, antilop, koyun gibi hayvanların gelişimini engeller, ve bu şekilde bir sürü bozukluk birbirini takip etmeye başlar. Ekolojik dengesizlik o kadar etkilidir ki, dere yataklarının şekli ve canlıları da çok zarar görmüştür. Dere kenarlarındaki çalılıklıların ve ağaçların azalması kunduz gibi “baraj” yapıcıların işlerini zorlaştırır ve yuvaları azalır. Kunduzların yaptıkları barajlarda yer bulan bir sürü balık, vs. artık yok olmuş olur. 1970’li yıllarda ekolojik bozukluk çok dikkat çeker ve 1980li yıllarda tekrar kurtların doğal park alanına geri getirilmesiyle, doğal denge yavaş yavaş sağlanır.

Ekolojik ortamda görülen bu doğal denge bozulması, toplum hayatında da aynen geçerlidir. Tüm toplum öğelerinin aktif olarak toplumsal sistemin kurallarının belirlenmesinde aktif rol almaları ve görüşlerini bildirmeleri bu nedenle de zaruridir.

Her kafadan bir ses çıkması denge ve düzen oluşumu için şart ve gereklidir. 

Doğa ve dünyadaki olaylar karşısında insanlar “benim bir işlemimle mi bu dünya düzelecek” şeklinde bir davranış içindedir. Bu tutum, hem kişinin kendi hayatını doğrudan etkileyen sosyal yaşamı için böyledir, hem yaşadığı doğal ortamdaki ekolojik sistem işleyişi açısından böyledir. 

İnsanlar genelde böyle bir tutum içinde olunca da, gerek sosyal yaşam sisteminin işleyişi, gerek çevresindeki doğal sistem işleyişi tamamen devlet(ler)i yöneten birkaç kişinin insiyatifine terk edilmiş olunur. 

Tepedekilerin bakış açılarına göre yetiştirilmiş insanlar, toplumun sahibinin kendileri olduğundan habersiz hayata baktığından, yaptığı işlere hile katarlar; ürünler (ve işlemler) insan ve çevre sağlığına zararlı olarak piyasaya çıkar. 

Sonuç: herkes birbirine (ve çevreye) zarar verecek bir yaşam içine girer. Kanserojen maddelerden, stresten, sinirden mahvoluruz, dünyamız cehenneme dönüşür.

Peki insanlık neden, hem kendisini doğrudan ilgilendiren sosyal yaşamına, hem de yaşadığı çevresel sisteme karşı böyle duyarsız ve pasif bir davranış içine girmiştir?  Bu sorunun cevabı bilimsel argümanlarıyla bu blog sayfalarında verilmektedir. 

Hayatı oluşturup-yönlendiren kuvvet sisteminin nasıl olduğunu bilirsek, ne tür bir kurgu-sistemiyle hayatın daha yaşanabilir olacağını da fark ederiz.

DOM-sistemi ile tüm diğer geleneksel sistemler arasındaki temel fark şöyle özetlenebilir 
►- DOM-sistemi hayata, atomların-hücrelerin bakış açılarıyla bakar, değerlendirir ve örgütlenir; 
►- Tüm diğer sistemler kralların, sultanların, liderlerin bakış açılarıyla hayatı değerlendirirler.

Bu iki sistem arasında kökten bir davranış farklılığı vardır. 
Kral veya liderlerin bakış açısına göre oluşturulan toplumsal sistemlerde, halkın pasif davranışlı olması ve tepedekilerin emir ve yönlendirmelerine uygun davranmaları gerekir. Bu nedenle “her kafadan bir ses çıkarsa, orada düzen oluşturulamaz” şeklinde bir inanç oluşturulmuştur. 

Önce bu görüşün çok yanlış olduğunu ve doğadaki tüm denge ve düzenlerin tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluştuğunu belirtelim. Bunun ıspatı olarak da, varlıkların davranışlarını belirlerken nelere dikkat edip, nelerden etkilendiklerini gösterelim. Söz konusu “insanlık” olduğuna göre, insanlarda yapılan bir araştırmanın sonucunu verelim. 

Brunton, B. W., Botvinick, M. M. & Brody, C.D. 2013: Rats and Humans Can Optimally Accumulate Evidence for Decision-Making. Science 5 April 2013: Vol. 340 no. 6128 pp. 95-98 adlı araştırmalarında, gerek insanların, gerek farelerin, çevrelerindeki gürültü-parazit vs. olarak adlandırdığımız İngilizcede “noise” olarak adlandırılan bir faktörden etkilenerek bir karara vardıklarını göstermişlerdir. “Noise” denilen çevresel sinyaller, ortamdaki tüm varlıkların yaydıkları sinyallerin bileşkesidir. Dolayısyla, her kafadan bir ses çıkması, beyinlerimizdeki hücrelerin doğru karar verebilmeleri için şart ve gereklidir! 

Couzin ve diğ. (2011)’nin yaptıkları bir araştırmada şu sonuca varılmıştır: ( Couzin, I. D., Ioannou, C. C., Demirel, G., Gross, G.T., Torney, C. J., Hartnett, A., Conradt, L., Levin, S.A. & Leonard, N. E. 2011: Uninformed Individuals Promote Democratic Consensus in Animal Groups. Science, Vol. 334 no. 6062 pp. 1578-1580 )

‘Ortak kararlar alınmasında karşılıklı menfaat çatışmalarına çok rastlanılır. Bu durumlarda bireyler, güçlü görüş sahibi aşırı-uçların, azınlıkların etkisi altına girerler. Yeterince aydınlatılmamış insan veya hayvan grupları bu tür kışkırtıcı ajanlardan çok etkilenirler ve grup kararları bu aşırı uçlarca belirlenirler. Ancak kendilerine hiçbir bilgi verilmemiş bireylerin davranışları, aşırı-uçların etkisini kırıp, demokratik bir karar oluşturulmasında etkili olur.’ Yani, hiçbir önyargı ile donatılmamış bireyler, topluluğun yararına karar alınmasına etki ederler. 

Bir odanın tavanına ince-uzun bir iplik bağlayıp, ipin alt ucuna tabana değecek derecede bir çekül bağladınız. Bu sistemin çevredeki hava cereyanlarından etkilenmemesi ve çekülün hep graviteye uygun olarak yer-merkezine doğru yönlenmesini kolaylaştırmak için camdan bir korumaya aldınız. Çekülü sivri ucunun gösterdiği noktayı bir kalemle hassas şekilde işaretlediniz. 

Birkaç gün sonra çok yakınınızda büyük bir volkan patladı ve çok yüksek bir dağ oluştu. Şimdi çekülünüzün sivri ucunu altındaki zemin üzerinde tekrar işaretleyecek olursanız, çekülün az da olsa yeni oluşan dağ yönünde bir sapmaya uğradığını görürsünüz. 

Doğadaki dinamik sistemde her varlık, kendi varlığını, kendine has bir sinyal yayarak çevresine bildiriyor, diğer varlıklar da, çevrelerindeki tüm sinyalleri (noise = gürültü) algılayıp değerlendirerek bir karar alıyorlar ve davranışlarını ona göre belirliyorlar. Her şey varlıkların çevrelerini algılamaları ve çevredeki değişim-dönüşümlere tepki vermelerine, yani bilgi oluşturmalarına göre gelişiyor.

Anlaşılacağı üzere, doğadaki tüm varlıklar, çevrelerindeki tüm varlıkların yaydıkları sinyalleri (noise) algılarlar ve kendilerine ona göre bir yön belirlerler. Beyinlerimizdeki hücreler de aynı yöntemi uygularlar. Biz insanların da aynı yöntemi uygulaması, alacağımız kararların “doğru” olması için gereklidir. Bu nedenle de çevremizdeki her insanın görüşlerini dile getirip, çevresindekilere duyurması, alacağımız kararların doğru olması açısından şart ve gereklidir.

Bu nedenle ortak akıl yani her kafadan çıkan seslerin dikkate alınmadığı otoriter veya liderli sistemlerde aşağıdaki gibi durumlar ortaya çıkar: 

Tepeden yönetimlerde ortaya çıkan olumsuzluklara örnekler

Statik sistemde toplumların kaderi, tepedeki bir lider sultası tarafından belirlenir. Tepedekiler ise kandırılıp, toplumun geleceğini karartabilirler. Aşağıda, çeşitli kaynaklardan derlenen böyle bir aldatılmışlık hikayesi aktarılacaktır.
Her şey "Çıkar-Enerji" savaşıdır. Toplumu (devleti) yönlendirmek için, onları bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın yolu, ekonomi (para) ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki efendilerin uşakları olurlar. Her şey tepedekilerin malı-olduğu için, uşaklar bu mülkler üzerinde çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve boğaz-tokluğuna yaşarlar. İnsanların böyle bir doğal sistemde yaşadığını insanlara kim belletecek?
Din-adamları ve bilim-insanları!
İşte statik sistemli hayat görüşünün temelinde bu hatalı hayat anlayışı yatar.
Dinamik sistemler fiziği, doğadaki her şeyin alt-sistem – üst-sistem ilişkili olduğunu, üst-sistemde geçerli olacak kuralların tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle, yani ortaklaşa alındığını ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıktığını göstermektedir.
Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinde şunu vurgular:
Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Yani gerçek bir toplumun oluşturulması, tamamen insanların girişimine kalmıştır. Yöneticiler, toplum oluşturma erkinin, halkta değil, tepedeki efendilerde olduğu şeklinde bir hedef göstererek zombi insanlar yetiştirir, zombiler de toplum oluşturamazlar.
İnsanlık binlerce yıldır statik sistemli bir doğa görüşü ile aldatılmaktadır. Bu iddianın gerçekleri yansıttığı http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html  adresli yazıda ve devam dosyalarında bilimsel verileriyle ıspat edilmektedir. 
Dinamik sistemli bir doğada yaşamak üzere oluşturulmuş insanlara, statik sistemli bir doğa görüşü belletilmesi, insanların mantıksal değerlendirme sistemini tamamen bozmuş ve sorunlarının nedenini göremez duruma sokmuştur. Bu nedenle de tepedeki bir çıkarcılar zümresi (asil-soylular, efendiler, zenginler kulübü, vs.) dünyayı kendilerinin sahiplendiği çeşitli devletler şeklinde parselleyerek, dünya halkını sömürgeleştirmişler ve onların sırtından geçinmişlerdir. Tarihsel geçmişimiz tamamen böyle sömürülmelerle geçmiştir. İmparatorluklar tepedekilerin tüm insanlığı sömürdüğü dönemlerdir.  
Örneklersek:
Roma İmparatorluğu (MÖ 27 - MS 395) yılları arasında;

BIZANS İMPARATORLUĞU (395-1453) YILLARI ARASINDA;

ROMA-CERMEN İMPARATORLUĞU (962-1806) YILLARI ARASINDA;

MOĞOL İMPARATORLUĞU (1206-1294) YILLARI ARASINDA;

OSMANLI İMPARATORLUĞU (1299-1923) YILLARI ARASINDA;

İSPANYOL İMPARATORLUĞU (1492-1898) YILLARI ARASINDA;

BÜYÜK BRITANYA KRALLIĞI (1707-1927) YILLARI ARASINDA;

RUS İMPARATORLUĞU (1547-1917 YILLARI ARASINDA;

FRANSA İMPARATORLUĞU (1804-1815) YILLARI ARASINDA;

AVUSTURYA İMPARATORLUĞU (1804-1918) YILLARI ARASINDA;

ALMAN İMPARATORLUĞU (1871-1918) YILLARI ARASINDA;

NAZI ALMANYASI (1933-1945) YILLARI ARASINDA;

SOSYALIST SOVYETLER CUMHURIYETI BIRLIĞI (1922-1991) YILLARI ARASINDA;

VE

AMERIKA BIRLEŞIK DEVLETLERI (ABD) (1776-GÜNÜMÜZ) DÜNYA HALKINI SÖMÜRMÜŞLERDIR.


Şimdi ABD’nin ülkemiz üzerindeki sömürüsünün nasıl gerçekleştiğini görelim:

BIRINCI ÖRNEK: BIR AVUÇ SÜT TOZU
İKINCI DÜNYA SAVAŞI SONA ERMIŞ, ABD KESENIN AĞZINI AÇMIŞ, EKONOMISI ÇÖKÜNTÜYE GIREN ÜLKELERI SOVYETLER’E KAPTIRMAMAK IÇIN MARSHALL PLANINI DEVREYE SOKMUŞTU. TÜRKIYE DAHIL 16 AVRUPA ÜLKESINE HIBE ŞEKLINDE GÖNDERILEN YARDIMLARIN EN ÖNEMLI KALEMI SÜT TOZU’YDU.

Sadece hibe etmiyorlar, ilkokul çocuklarına içirilmesini şart koşuyorlardı. Teneke kutularda gönderilen süt tozu, öğretmenler odasındaki gaz ocaklarında suyla karıştırılıyor, kaynatılıyor, çocukların evlerinden getirdikleri bardaklarla servis ediliyordu. Tadı sütten biraz farklıydı, ağır bi kokusu vardı, 1960’lara kadar zorla içirildi.
Raf ömrü uzundu, o dönemlerde buzdolabı filan olmadığı için sayın ahalimiz tarafından pek takdir edildi. E madem bu kadar beğendiler, hadi bakalım, sayın ahalimize süt tozu satılmaya başlandı. Amerikalılar bizi öz kardeşi gibi sevdiği için (!) kâr amacı gütmeden, sevabına sattılar. Sütün litresi 100 kuruş, süt tozunun kilosu 30 kuruştu, sayın ahalimiz üstüne atladı, adeta bağımlısı oldu.
Ucuz olmasına rağmen, Amerikan malı olduğu için “kaliteli” kabul ediliyordu. Süt tozu yerine süt kullanmak, ilkel bi davranıştı!
Bu arada süt üreticisi ölmüş, mandıralar iflas etmiş, amaaan bana ne’ydi.
Yardımlar sadece süt tozuyla sınırlı değildi. Para verildi, bisküvi verildi, margarin verildi, Amerikan bezi verildi, hurda savaş gemileri, dandik tanklar verildi. Bunların karşılığında İncirlik gibi askeri üsler alındı, petrol arama faaliyetlerimiz durduruldu, emekleme aşamasındaki uçak fabrikalarımız kapatıldı, yerli demiryolu hamlemiz takozlandı, tarım bağımsızlığımızda ilk gedik açıldı.
“Siz zahmet edip üretmeyin, yorulmayın, ben hepsini beleşe veririm” deniyordu. Yardım ayağıyla, açları besliyor, tembelliğe alıştırıyor, yerli üretimi durduruyor, kendine bağımlı hale getiriyor, üstüne “sempatik” görünüyordu. Allah ABD’ye zeval vermesin diye dua ediliyordu.
Böyle böyle, avantayı görünce yelkenleri suya indiren bir toplum yaratıldı, milli çıkarların yerini “beleş” aldı.
Sonuç olarak ABD “radyasyonlu” olduğu için kendi halkına yedirmediği şeyleri halkımıza yedirdi.
Bu tarihlerden sonra anadolu tarihinde ilk kez çocuk felci vakaları görüldü ve de sonraları çocuk felci aşısı ‘rutin aşılar’ arasına sokuldu. Bu aşılarda bizlere büyük paralarla satıldı.
Koskoca memleket bi avuç süt tozuna gitti.

İkinci Örnek: Soner Yalçın’dan: 11.11.2014   
Uğur Dün­da­r’­ın “Halk Are­na­sı­”n­da­ki ko­nu­ğu CHP Ge­nel Baş­ka­nı Ke­mal Kı­lıç­da­roğ­lu idi. Şöy­le de­di:
“Kay­se­ri­’de 1925’te uçak fab­ri­ka­sı kur­duk. Kay­se­ri­’den kal­kan ilk mil­li uça­ğı­mız An­ka­ra­’ya in­di. De­ni­zal­tı ya­pı­yor­duk. Son­ra Mars­hall Yar­dı­mı baş­la­dı; bi­ze şu­nu söy­le­di­ler, ‘ne ge­rek var uçak üre­ti­yor­su­nuz, ne ge­rek var ge­mi ya­pı­yor­su­nuz si­ze uçak ve­re­lim, si­ze ge­mi ve­re­lim.’ Uçak fab­ri­ka­la­rı­nı, ter­sa­ne­le­ri ka­pat­tık. Ulu­sal de­ğer­le­ri­mi­zi kö­rel­ten Mars­hall Yar­dım­la­rı­’dır.”
Ha­ri­ka tes­pit…. Pe­ki…
Siz şu tür­kü­yü bi­lir­si­niz:
“Zey­tin­yağ­lı yi­ye­mem aman, bas­ma da fis­tan gi­ye­mem aman.
Se­nin gi­bi ca­hi­le, ben efen­dim di­ye­mem aman…”
Bur­sa yö­re­si­ne ait tür­kü­nün do­ğu­mu 2 Ka­sım 1954..İh­san Kap­la­yan kay­nak gös­te­ri­le­rek Mu­zaf­fer Sa­rı­sö­zen ta­ra­fın­dan der­len­di.
Tür­kü­nün; Kı­lıç­da­roğ­lu­’nun de­dik­le­riy­le ya­kın­dan il­gi­si var; ama Mars­hall Yar­dı­mı me­se­le­si sa­de­ce uçak-ge­mi de­ğil­di.
İşin Ma­ni­sa/So­ma­’da ke­si­len zey­tin ağaç­la­rıy­la da il­gi­si var­dı! Şöy­le…
İkin­ci Dün­ya Sa­va­şı son­ra­sı…
ABD, Tru­man Dok­tri­ni ile Tür­ki­ye­’ye as­ke­ri yar­dım yap­tı. Fa­kat, as­ke­ri yar­dım ye­ter­li de­ğil­di; “e­ko­no­mik yar­dı­m” da yap­ma­lıy­dı! Ve bi­zim “11 Ey­lü­lü­mü­z” baş­la­dı; ABD Kon­gre­si 11 Ey­lül 1947’de Mars­hall Yar­dı­mı­’nı onay­la­dı.
Ço­ğu kim­se teh­li­ke­si­nin far­kın­da de­ğil­di….
En baş­ta zey­tin üre­ti­ci­le­ri…
ZEYTİNYAĞI YALANI
Zeytincilik, Cumhuriyet’le birlikte ülke tarımında hak ettiği yeri almaya başladı. Atatürk’ün 1929’da Yalova’daki direktifiyle zeytincilik seferberliği başladı. Yurt dışından getirtilen teknisyenlerle kurslar açıldı. Genç ziraat mühendisleri zeytincilik eğitimi için İtalya’ya gönderildi. 1937’de Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü’nün kurulması ile hızlandı. Zeytin bahçesine bakmayan ve bakım yaptırmayan üreticilere ceza veriliyordu. Ve keza, Atatürk’ün çok istediği 3573 sayılı “Özel Zeytin Kanunu” ölümünden 2.5 ay sonra çıkarıldı.
Zeytincilik hızla gelişti.
Savaştan sonra devreye Amerikan/Marshall girdi…
Amerika ne derse inanıyorduk; ve o günlerde başladı; “zeytinyağı ısınırsa kanser yapar” yalanı. Oysa zeytinyağı, dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağıydı.
Zeytin Anadolulu’ydu; anavatanı, Mardin, Kahramanmaraş ve Hatay üçgeniydi. Bütün ağaçların ilkiydi ve insan sağlığına en yararlı ağaçtı. Batı dillerindeki “oil” kelimesi, Eski Yunan’da zeytin ağacı anlamına gelen “eleia” kelimesinden türemişti.
Binlerce yıldır insanımızı doyuran zeytinyağı türkü siparişleriyle vs. gözden düşürüldü. Sabunu bile kullanılmamaya başlandı.
Zeytinyağına düşmanlığın sebebi şuydu:
ABD dünyanın en büyük mısır üreticisiydi ve mısırözü yağı ihracatını Marshall Yardımı kisvesi altında yaptı; -artık her daim yapacağı gibi- Türkiye’ye dedi ki, “ekonomik kalkınmanızı bana bırakın!”
Amerika’dan uzmanlar geldi; araştırma yaptılar; ve “Türkiye tarım ülkesidir” sonucuna vardılar!
Eeee!
Eee’si şuydu; Türkiye’de neyin üretileceğine, neyin tüketileceğine ABD karar verecekti.
Türkiye’den ilk isteği şu oldu; “benden mısırözü yağı alacaksınız!”
Aldık.
Kimse sormadı; (ki soranı “gomonist” diye hapse atıyorlardı) “yahu biz zaten tarım ülkesiyiz; alacaksak niye mısırözü yağı alalım; ülke olarak mısır üretiminde önemli bir potansiyele sahibiz. Ayrıca yağa ihtiyacımız yok.”
Ayrıca…
“Bu zeytinyağı zararlı ise Amerikalılar peşin dolar verip niye zeytinyağı alıyordu?”
Aynı Amerika mısırözü yağını, Türk lirası karşılığı borç olarak veriyordu! (Tabii aradan yıllar geçip Türk halkı zeytinyağdan soğuduktan sonra ABD, mısırözü yağını dolarla satmaya başladı.)
Türkiye boğazından düğümlenmeye başlanmıştı…
Öyle ki: Üç-beş ihraç kalemimizden biri zeytinyağı idi…
Zamanla yapılan (örneğin 12 Kasım 1956 tarihli) tarım anlaşmaları sonucu ABD, Türkiye’nin zeytinyağı ihracatını yılda 10 bin (sonra 6400) tonla sınırladı! Eğer zeytinyağı ihracatı ABD’nin izin verdiği miktarı aşarsa Türkiye, ABD’den aynı miktarda nebati yağ satın almak zorundaydı! Çünkü “dostumuz ABD”, nebati yağlarının satışının etkilenmesini istemiyordu! Zeytinyağda emre uyduk; fakat izinsiz buğday ihraç edince, Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren, 20 Ocak 1958’de Menderes Hükümeti’ne nota verdi!
Sonuçta… ABD tarımımızı ele geçirdi ve bunu yaparken; gümrük vergisi, özel idare ve belediyelere ait vergiler, resim ve harçlar, sundurma ve antrepo ücretleri, rıhtım resmi ve rıhtım ücretlerinden muaf tutuldu.
Bitmedi…
MÜSLÜMANLARA DOMUZ YAĞI
Sadece Mısırözü yağ değildi mesele…
Soya fasulyesi üretiminde dünya birincisi olan ABD, Türkiye’ye soya yağı ihracatına başladı. Yağın ucuz olması “Amerikan yardımı” gibi (hepsini paramızla aldık) yalandı; “ucuz vermek isteriz fakat, dünya tarım piyasa fiyatları üzerine tesir yapmaması için dünya piyasasına göre fiyat tespit etmek zorundayız” dediler.
Bu yağların büyük kısmı margarin yapımında kullanıldı. Eh tabii ki, doymuş yağ asidi içeren margarinin damar sertliği yaptığı söylenmeyecekti.  (Donmuş yağların içinde domuz yağı vardı ama bizim dincilerin “bağımsız Türkiye” diye bağıran öğrencileri dövmekten başka yaptıkları bir şey yoktu.)
İlk margarin fabrikası ABD’nin yardımıyla kuruldu.
Margarine alışkanlık o hale geldi ki, gün gelecek -aynı Şili’de olduğu gibi- o margarin kuyruklarıyla Ecevit Hükümeti yıkılacaktı.

Üçüncü Örnek: Nasıl Amarika-sever olduk?

Genelev bembeyaz badana yapıldı. Duvarlarına “hoşgeldiniz denizciler” yazıldı. Amerikalı bahriyelilere hastalık bulaşmasın diye, doktorlar gönderildi, genelev komple muayeneden geçirildi. Genelevde çalışan kadınlar, göbeklerine “welcome” yazdırdı.
Dolarlarını Türk parasına çevirsinler diye, Dolmabahçe’de döviz bürosu açıldı. Taksim meydanına dev boyutlu Missouri fotoğrafı yerleştirildi. TEKEL, Missouri markasıyla sigara üretti. PTT, Missouri anısına pul çıkardı. Vitali Hakko’nun Şen Şapka’sı “Hoşgeldin Missouri” yazılı eşarplar bastı. Amerikan bayraklı uçurtmalar uçuruldu.
İstanbul belediyesi, Beşiktaş’tan Karaköy’e kadar tüm binaları pırıl pırıl boyadı, asfaltı yeniledi. Sadece Amerikalılara hizmet vermesi için, Dolmabahçe’yle Taksim arasında çalışan, 12 adet belediye otobüsü tahsis edildi. Otobüsler ücretsizdi. Sinemalarda, tiyatrolarda 80’er adet koltuk Amerikalılara ayrıldı, bilet alınmayacaktı.
Ankara’da Missouri adıyla lokanta açıldı. Başkentin en iyi lokantalarından biri, adını Washington olarak değiştirdi.
Ve… “Rus salatası” aniden “Amerikan salatası” oluverdi!
Niko ve Aleko, iki kardeş, Rum vatandaşlarımızdı. İstiklal caddesinde, Atlantik ve Pasifik adıyla iki büfe işletiyorlar, tost, sahanda yumurta, sosis filan, bugünkü tabirle fastfood satıyorlardı. Uyanık Niko efendi, şööle cafcaflı bir tabela hazırladı, üstüne “Amerikan salatası 35 kuruş” yazdı, büfesinin camına yerleştirdi… İstanbul kuyruğa girdi!

SONUÇ Değerlendirmesi
Tüm devlet veya imparatorluklarda liderler halka şunu hedef göstermiştir: Şu bölgeyi alıp, vatanımızı büyütelim! (Yani oradaki halkı da sömürmeye başlayayım!) Bu düşünceyle dünyada huzurlu yaşam sağlanamaz, herkes fırsat kollayıp, diğerine hükmetmeye çalışır. Aynen günümüzde olduğu gibi.
 Halbuki insanlara dinamik sistemli doğa bilgisi verilse, farklı bölgelerde yaşayan insanlar, daha rahat yaşayabilmek için zaten birbirleriyle kaynaşıp, ortaklıklar oluşturacaklardır.
Toplumunuzun sevk ve idaresini, tepedeki birilerine bırakırsanız, tepedekiler gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. … Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, yabancıların siyasi emelleriyle birleştirebilirler.”
Tüm bu olumsuzluklardan kurtulmak için,
dinamik sistemde yaşadığını,
dinamik sistemde toplumun  halk tarafından oluşturulup-sahiplenildiğini, yani toplumun sahibinin siz halk (gençlik) olduğunu bileceksin ve   “Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin”.

Değerli dostlar, yukarıda açıklanan türde sömürülme, statik sistemli inancın doğal sonucudur. Çocuklarınızın geleceğini düşünüyorsanız, dinamik sistemli doğa görüşüne geçer ve toplumunuza sahip çıkmaya başlarsınız. O zaman dünyanın hiçbir devleti sizi sömüremeyecektir. 













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder