ZAMAN NEDİR- NASIL OLUŞMAKTADIR?

 İnsanlık kendisinin ve doğal sistemin nasıl oluşturulduğunu, nereden gelip nereye gideceğini bilmek istiyor.

Bu bilgiler nasıl elde edilebilir?

Jeoloji bilim dalı verileri bize hem dünyamızın nasıl oluşturulduğu hem de insanlığın ne zaman nerede oluşturulduğu konusunda kesin veriler sunuyor.

Şimdi hayatı ve doğal sistemin nasıl oluşup geliştiğini anlayabilmek için, dünyamızın geçmişinin nasıl olduğunu öğrenmeliyiz. Bunu öğrenmenin yolu, jeoloji biliminden yararlanmaktır. Şöyle ki: Doğa ve dünya sürekli değişip-dönüşmektedir. Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler yoktur, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu.

 


Şekil 1: Dağlık alanlar sürekli aşınmakta, aşınmış olanlar ise yağmur ve rüzgarlarla denizlere taşınarak depolanmaktadır.

Yaklaşık 15-20 bin yılda birkaç cm kalınlığında katmanlar oluşturulur. Üstteki katman genç, alttaki katman daha yaşlıdır.

Katmanlarda dünyadaki her olay kaydedilir.

Nerede ne zaman bir deprem olduğu,

Nerde ne zaman bir volkan patladığı,

Dünyanın neresinde ve ne zaman ne tür bir canlı yaşadığı, bu canlının ne zaman ortaya çıktığı ne zaman kaybolduğu; Vs.

 

Doğada gerçekleşen olaylar ve oluşumlar sürekli olarak denizlerdeki katmanlarda kaydedilir. Böylelikle dünyamızın geçmişi jeolojik katmanlara yazılmış olur. Geçmişe ait bu doğal kayıtlar sıraya konulup- incelenerek, doğa ve dünyamızın (ve de insanlığın) oluşum ve gelişimi gerçeklere uygun şekliyle ortaya koyulabilmektedir!

 

Yeryuvarının Arşiv Sayfaları

 

Dünyamızın ARŞİV SAYFALARINDA geçmişimiz hakkında neler anlatılmaktadır?

Dünyamızın arşiv sayfalarına bakarak geçmişe gidildikçe nelerin değiştiğini, yani nelerin görünmediğini görelim. Bir şey yoksa, o şeyi yapma bilgisi henüz oluşmamış demektir. 

 



Şekil 2:Bu yöntemle dünyamızın geçmişi jeolojik katmanlara yazılmış olmaktadır, bunlar ARŞİV-SAYFALARIDIR

20 bin yıl geri gidildiğinde çatal-bıçak, radyo-tv, araba-uçak gibi insanların yaptıkları şeyler yok olur. Çünkü o zamanın insanları bunları yapacak bilgiden yoksundu.

5 milyon yıl eskiye gidildiğinde, insan denilen canlı yok. Yok olmak, atomlarına-moleküllerine ayrışmak demektir. Buna bileşenlerine ayrışmak diyelim. Böylelikle düzenli bir yapı içinde BİLGİ ile bir araya gelen öğeler dağılırlar, düzenli bir üst-sistem yok olur ve düzensizlik artar.

100 milyon yıl geri gidildiğinde, at, inek, meyve ağaçları yok olur ve bileşenlerine ayrışmış olurlar. Böylelikle düzenli bir yapı içinde BİLGİ ile bir araya gelen öğeler dağılırlar, düzenli bir üst-sistem yok olur ve düzensizlik artar.

300 milyon yıl geri gidildiğinde, dinozor gibi canlılar yok olur ve bileşenlerine ayrışmış olurlar. Böylelikle düzenli bir yapı içinde BİLGİ ile bir araya gelen öğeler dağılırlar, düzenli bir üst-sistem yok olur ve düzensizlik artar.

700 milyon yıl geri gidildiğinde tüm omurgalı ve omurgasız canlılar yok olur ve bileşenlerine ayrışmış olurlar. Böylelikle BİLGİ ile düzenli bir yapı içinde bir araya gelen öğeler dağılırlar, düzenli bir üst-sistem yok olur ve düzensizlik daha da artar.

4 milyar yıl geri gidildiğinde tüm canlılar alemi yok oluyor. Bileşenlerine ayrışmışlar. Böylelikle canlılar alemi düzenli yapıları tamamen yok olur ve her şey bileşenlerine dönüşmüş olur.

Arşiv sayfaları dünyamızın yaklaşık 4.6 milyar yıl yaşında olduğunu, hayatın 3.5 milyar yıl önceleri oluşmaya başlayıp, 550 milyon yıl önceleri patlamalı gelişme evresine girdiğini, insanlığın ise sadece son 2.5 milyon yıldır var olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü üzere, geçmişe gidildikçe, varlık oluşturma bilgisi tamamen kaybolmaktadır. Yani geçmişe gidildikçe, BİLGİ denilen bir şey yapma bilgisi yok oluyor.

5 milyar yıl geri gidildiğinde ise, dünyamız ve Güneş sistemimiz de yok olmaktadır. Dünya yok olunca, dünyadaki H2O, CO2 , kuars gibi moleküller bileşenlerine ayrışıyorlar ve  yıldızlar – galaksiler evresine  dönülüyor. Galaksi ve yıldızlar %75 hidrojen ve %23 helyum %2 diğer element bileşimlidir. Yani galaksi ve yıldızlar bir-iki protonlu basit kimyasal elementlerden oluşmaktadır.

13 milyar yıl öncesine gidildiğinde, tüm yıldız ve galaksiler yok oluyor, bileşenlerine ayrışıyorlar. Bileşenler deyince bir açıklama yapılmalı. Hidrojen bir proton ve bir elektrondan oluşur. Helyum 2 proton 2 nötron ve 2 elektrondan; karbon 6 proton, 6 nötron 6 elektrondan oluşur. Yani doğa ve dünyamız proton-nötron-elektron denilen atom-altı-öğelerden oluşmaktadır.  

 

Evrensel sistemin başlangıcına gidildiğinde ise herşey daha da ufak en temel bileşenlerine ayrışmış oluyorlar. 1900 yılında Max Planck adlı bir alman fizikçi doğadaki bu en temel unsurun kuantum denilen ve (h) simgesiyle gösterilen “Elementares Wirkungsquantum = the least amount of action, yani en ufak eylem-işlem yapıcı öğe miktarı” unsurları oldukları gösteriliyor. Planck bu en temel eylem yapıcılarının asla bölünemeyeceğini ve quantization = kuantlanma şeklinde birbirlerine eklenerek daha büyük üst-düzey sistemler oluşturacaklarını ifade etmiştir.

Bu arada quantum kavramının ve kuantum fiziğinin neden çok önemli olduğunu açıklamak için şu bilgiyi vermek gerek. 1900lü yıllara dek, enerji denilen faktörün istenildiği kadar artırılıp istenildiği kadar azaltıla bilinen bir şey olduğu düşünülmekteydi. Kuantum ve kuantizasyon (kuantlanma) kavramı ise, tam tersine bir durum oluşturuyordu: doğada herşey kuant denilen bu en temel unsurun asla parçalanamayacağını ve hep bir bütün olarak kullanılması gerektiğini ortaya koyuyordu.

Geleneksel görüşlerde doğa ve dünyanın yaratıcısının her şeyi istediği gibi kullanabileceği, dolayısıyla enerjinin dağıtımını da istediği gibi düzenleyebileceği görüşü egemen olduğundan kuantum fiziği geleneksel görüşlerle uyuşmaz.

Evrensel sistemin başında varlıkların ayrışmaları sonucu ortaya çıkan bu en temel bileşenler devasa bir sayıya ulaşıyor.  Yani evrenin 10 üzeri yüz-küsur gibi devasa sayıda bir temel unsurdan oluşmaya başlamış olduğu anlaşılmaktadır.

Geçmişe gidildikçe bilgi denilen sinyaller gittikçe yok oluyor ne radyo dalgaları ne bir kuş cıvıltısı, ne bir yaprak hışırtısı, hiçbir şey kalmıyor. Ne dünya ne diğer gezegenler ne bir yıldız var, hepsi yok olmuşlar ve madde dediğimiz mineral, su, taş-toprak gibi her şey bileşenlerine ayrışmış durumda. Yani evrenin başına gidildiğinde 10 üzeri yüz-küsur gibi devasa sayıda bir temel unsurdan oluşan kaotik bir enerji kümeleşmesiyle karşı-karşıya kalınıyor.

Bu kaotik enerji kümeleşmesi acaba tüm evrene dağılmış durumda mıydı, yoksa hepsi toplu halde bir aradalar mıydı? Astrofizikçiler bu enerji kümeleşmesinin toplu olarak bir arada olduğu görüşündeler, çünkü evrenin başlangıcında büyük bir genleşme olduğu yönünde veriler var.

 

Arşiv sayfaları ve astrofizik verileri kesin bir şekilde doğa ve dünyanın ve de üzerindeki tüm canlıların tanrı denilen ve herşeyi önceden bilen bir yaratıcı tarafından değil de, kuant denilen ve sayıları 10 üzeri yüz-küsur sayıda olduğu hesaplanan temel canlılık öğeleri tarafından zaman içinde oluşturulduğunu gösteriyor. Yani evren sürekli bir gelişim içinde ve bu gelişimler BİLGİ oluşturma potansiyeline bağlı olarak gelişiyor.

Geçmişe gidildikçe düzenli varlıklar azalıyor, düzensiz varlıklar artıyor. Yani doğa ve dünya fizikçilerin dedikleri gibi düzensizliğe doğru gitmiyor. Tam tersine doğa gittikçe düzenli varlık oluşturma yönünde ilerliyor.

Doğadaki oluşumlar BİLGİ oluşturularak gerçekleştiriliyor, yani varlıklar birer robot değil, bilinçli davranan öğelerdir. Bilinçsiz varlıkların rastlantıyla bir araya gelmeleriyle oluşmuş değillerdir.

Doğa ve dünya, herşeyi önceden bilen bir varlık tarafından hiç-yoktan ve aniden oluşturulmamış, tam tersine milyarlarca yıllık bir süreç içinde oluşturularak geliştirilmiştir. Önce atom gibi en temel elementler, sonra atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle bitki ve hayvan gibi diğer canlılar oluşturulmuştur. Böylelikle alt-düzey, üst-düzey tarzında evrilmeli-gelişmeli, birbirlerine bağımlı olan bütünleşmiş bir sistem ortaya çıkmıştır.

Böylelikle “doğa yaratıldı mı, yoksa oluşmakta mı?” sorusu yanıtlanmış olmaktadır: Doğa oluşmaktadır! Ve oluşumlar kimyasal bileşimler şeklinde olduğundan, zaman kimyasal bileşimlerdeki değişimler olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Zaman nedir?

Zaman kavramı şimdiye dek hep “ebedi bir yaratıcının verdiği tik-taklara göre işleyen, başı-sonu olmayan ebedi bir sonsuzluk” şeklinde yorumlanmıştır. Yeryuvarı arşiv sayfaları ise, zamanın, varlıkların kimyasal bileşimlerinde gerçekleşen yapılaşmalara uygun görüntü değişiklikleri olduğunu göstermektedir. Yani ZAMAN varlıkların yapılarında gerçekleşen değişim-dönüşüm sonuçlarıdır. Yani bir başlangıcı vardır ve bir yönde ilerlemektedir.



Zaman nedir? Bilgilen ve örgütlen dürtüsü

 

Şimdiye dek insanlık zaman denilen şeyi, dünyayı yaratan ilahi bir gücün ömrüne endeksli bir sonsuzluk olarak kabul etmiştir. Doğa-dünya ve tüm varlıkların oluşturulduğu andan itibaren zamanın başladığı inancı şimdiye dek egemen olmuştur. İnsanların böyle düşünmelerinin nedeni ise, yaratıcının ebedi ömürlü bir varlık (doğa-üstü insan benzeri bir yaratıcı) olarak tasarlanması olmuştur. Yaratıcı ölümlü olursa, doğa ve dünyanın da yok olacağı varsayılmıştır. Bu görüş kutsal kitaplara da yansımış ve kutsal kitap verilerine dayanılarak da dünyamızın yaşı, 4 bin ile 6 bin yıllar arasında kabul edilmiştir (1650’de din adamı J. Usher tarafından İncil’e dayanılarak 4004 yıl).

 

Jeoloji denilen bilim dalı 1800lerden sonra gelişir ve dünyamızın yaşının önce milyonlarca, sonra milyarlarca yıl olduğunu ortaya koyar. Ve o zamandan beri kutsal kitap savunucuları, kutsal kitaplardaki gün ve yıl değerlerini çok farklı yorumlamaya çalışarak, kutsal kitapları savunmaya devam ederler.

 

 

Geleneklerimizin en yanlış olanı zamanı yanlış belletmeleridir. Zaman ebedi bir varlığın verdiği tik-taklara göre işleyen bir süreç ve doğadaki oluşumlar da bu tik-taklara göre gerçekleşen oluşumlar olarak kabul edilmiştir. Einstein dahil, tüm fizikçiler böyle düşünmüşlerdir. Oysaki maddeleri etkileyip- yönlendiren kuvvet oluşumu, madde bileşimlerinde gerçekleşen kimyasal atom değişikliklerine ve bu değişimlerle aktarılan enerji aktarımları sayesinde oluşmaktadırlar. Doğada her varlık ne zaman ne yapılacağını algılar ve ona göre davranır. Bir koyun ne zaman çiftleşip ne zaman doğuracağını, çevre koşullarını algılayarak (otların en bol olduğu dönemde yavrulayacak şekilde) ayarlar. Bir bitki ne zaman çiçek açıp, tohumlarını yayacağını iklim koşullarını dikkate alarak yapar. Her varlığın yapısında nasıl davranacağı, neyi-ne zaman yapması gerektiği bilgileri, vs. kayıt altına alınmıştır. Yani zaman kavramı şimdiye dek en yanlış anlaşılan kavram olmuştur. Zaman doğadaki oluşum ve gelişimlerin sıralanma düzeni anlamındaki bir kavramdır.

Atalarımız evrenin Doğa-Üstü-Güç (DÜG) tarafından, yani varlıkların dışında olan bir güç-kuvvet sistemi tarafından yaratıldığına inanmıştır. Böyle bir inanç zamanın bu DÜG sisteminin ömrüne endeksli bir sonsuzluk olmasının gerektirir, çünkü sonlu olursa yaratıcı da ölmüş olur. O zaman da doğa diye bir şey kalmaz. İşte bu yanlış doğa görüşü insanlığı yanıltan en temel hata olmuştur.

 

Bu yanlışlığın başını ise fizikçiler çeker. Fizikçiler zamanı hep bir cismin hareket ettiği süreçle ilişkili düşünürler. Kullanılan zaman (t= time) terimi hep saat veya saniye gibi “saat” dediğimiz bir aletle ölçülen bir değişim-dönüşüm sürecidir. Oysaki değişim-dönüşümler bir saatin verdiği tik-taklara göre değil, “BİLGİ” denilen bir yönlendirme faktörüne bağlı olarak gelişiyor. Oysaki fizikçilerin formülasyonlarında “BİLGİ” diye bir faktör yoktur. Bu nedenle de çoğu fiziksel tasarımlar doğal sistemle uyuşmaz.

 

Özet olarak Fizikçiler:

1)- ZAMAN kavramını yanlış anlamışlardır;

2)- BİLGİ diye bir parametre kullanmamışlardır, oysaki doğada her şey bilgiyle yapılmaktadır;

3)- Entropi denilen terimi düzensizliğe gidiş olarak yorumladıklarından zaman içinde varlıkların dağılacağını düşünürler, oysaki doğadaki gidişat bilgi oluşturarak düzen oluşturma yönündedir.

Enerji akışını yönlendiren trafik levhaları görevi yapan Bilgi-faktöründen habersiz olan fizikçilerin her söylediğine inanmamak gerekir. Hele hele ZAMAN olgusunu ebedi bir varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk olduğu varsayımına göre teorik formüller oluşturan fizikçilerin mantıklarının ne kadar sağlam olduğunu siz düşünün.

 

Zaman dediğimiz şey, doğadaki herşeyin sürekli bir değişim-dönüşüm dönüsü içinde olmasından kaynaklanır. “Tık” denilince herkesin her tür hareketi durdurup, donmuş gibi davranması oyununu düşünün. Böyle bir oyun evrende oynanmış olsa ne olurdu? Dünya ne kendi ekseni etrafında, ne güneş etrafında dönmese, tüm gezegenler, tüm yıldızlar donup-kalsalar, hiçbir yıldız içinde bir olay olmasa, insanlar donup-kalsalar ve içlerindeki tüm hücreler donup kalsalar, moleküller, atomlar donup-kalsalar zaman denilen bir şey ortaya çıkar mıydı? O durumda zaman denilen bir şey oluşmazdı.

 

Zamanın değişim-dönüşüm olayları sonucu ortaya çıkan bir olgu olması, değişim-dönüşümlerin algılanarak BİLGİYE dönüştürülüp, o bilgilere uygun yeni üst-düzey varlıklar oluşturulması şeklinde bir sistem ortaya çıkarmıştır. Dinamik sistemler bu şekilde doğada yerini almıştır.

 

Varlıklarda BİLGİ oluşturma yeteneği olmasaydı, dünyamızda gelişme denilen bir şey olmazdı. Bunu bir örnekle açıklayalım. Yeryuvarının arşiv sayfaları 66 milyon yıl öncelerinin dünyasında dinozorların egemen olduğunu göstermektedir. 65 milyon yıl önceleri dünyamıza büyük bir göktaşı (meteor) çarpar ve dünyayı bir yangın alanına dönüştürür. Tüm ormanlar yanar-kül olur. Güneş ışığının yeryüzüne ulaşması yoğun bir gaz-toz bulutu tarafından yıllarca engellenir. Dinozorlar dahil yeryüzündeki canlıların dörtte üçü yok olur.

Tüm canlılar robot gibi bilinçsiz olsalardı, doğadaki bu muazzam değişim-dönüşümü algılayıp, robotsu varlıklar onlardan bir bilgi oluşturup, bedenlerini o bilgilere göre yeniden yapılandıramazlardı. Dolayısıyla hayat o fakirleşmiş şekliyle devam ederdi. Oysaki, yeryuvarının arşiv-sayfaları hayatın bir sürü yeni canlı grubu oluşumuyla tekrar gelişip-çeşitlendiğini ve dinozorların yerini memeliler denilen bir başka grubun alarak günümüz dünyası canlılar aleminin ortaya çıktığını göstermektedir.

 

 

Kutsal kitaplar gerçekten kutsal mı?

 

Kutsal kitaplar hanedanlarca yazdırılmışlardır

Doğa ve dünyanın nasıl oluştuğu önceki bölümlerde açıklanmıştı ve özet olarak şöyleydi:

ARŞİV-SAYFALARI verileri yaratıcılığın varlıkların içlerinde bulunan en temel bir içsel-dürtü öğesi (İÇ-GÜDÜ)= “elementares Wirkungs-QUANTUM” tarafından başlatıldığını göstermektedir. Bu içsel dürtü öğesine OLUŞTURUCU demek gerekir, çünkü tüm maddeler bu temel öğenin katlanarak çoğalmasıyla (quantisation) oluşturulmaya başlanır. Bu oluşturucu güç varlıkları oluşturdukları bilgi derecesine göre değerlendirerek, dahi iyi bilgi oluşturanları destekleyip, kötülerden desteğini çeken bir özelliktedir.

Arşiv-sayfaları ve astrofizik verileri bu en temel canlılık öğelerinin 12-13 milyar yıl önceleri, kuantizasyonla, yani katlanıp- birleşerek evreni oluşturmaya başladığını gösteriyor. İlk oluşturulan üst-düzey varlıkların atom-altı-öğeler olarak bilinen proton-nötron-elektron olduğu görülüyor. Bu atom-altı-öğelerin birleşmeleriyle atom denilen temel kimyasal elementler ortaya çıkmıştır. Bu şekilde doğal sistemin küçük boyutlu alt-düzey öğelerin birleşerek daha büyük üst-düzey öğeler oluşturması şeklinde geliştiği anlaşılmaktadır.

 Günlük hayatımızda kullandığımız her 2-3 sözcükten biri Allah veya Tanrıdır. Allah doğa ve dünya dahil herşeyi yaratan olarak kabul edilir. Tanrı terimi çok eskilerden beri kullanılmaktadır, ancak bu terimden ne anlaşılması gerektiği konusunda yazılı bir eser yoktur. Ama Allah terimi kutsal kitaplarla hayatımıza girmiştir. Dolayısıyla hangi anlamda kullanıldığı kesin olarak bellidir.

Kutsal kitaplarda Musa, Yakup, Yusuf gibi Mısır firavunları ile yoğun ilişkileri olduğu belirtilen peygamberlerden söz edilmektedir. Mısır firavunlarının tüm hayat hikayeleri kral mezarlarında ayrıntılı olarak yazılmışlardır. Mısır hiyerogliflerinin okunabilmesinden sonra tüm mezarlar açılıp, mısır tarihi ayrıntılı olarak ortaya konulmaya başlandığında Kutsal Kitap taraftarları kutsal kitap bilgilerinin doğrulanacağını ummuşlardı. Ama mısır tarihindeki hiçbir firavun döneminde ne İsrailoğulları, ne Musa-Yakup-Yusuf gibi kişilerden söz edilmediği ortaya çıkınca, kutsal kitap taraftarları çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardır.

Buna ek olarak Şlomo Sand (2011) adlı bir tarih profesörü “Yahudi halkı nasıl icat edildi” adlı eserinde arkeolojik araştırmaların Tevrat bilgilerini doğrulamadığını vurguladıktan sonra şunu belirtir:  MÖ VI. yüzyıl sonundan II. yüzyıl başına dek yazılmış, üzerinde çalışılmış ve gözden geçirilmiş çok sayıda çalışmadan oluşturulmuş bir Tevrat söz konusudur. 

Kutsal kitaplar hanedanlarca yazdırılmışlardır

Tanrı terimi çok eskilerden beri kullanılmaktadır, ancak bu terimden ne anlaşılması gerektiği konusunda yazılı bir eser yoktur. Ama Allah terimi kutsal kitaplarla hayatımıza girmiştir. Dolayısıyla hangi anlamda kullanıldığı kesin olarak bellidir.

 Şimdi Kuran verilerine göre Allah’ın nasıl yorumlandığını görelim.

 Kuran’dan sure ve ayet numaraları vererek, kutsal kitabın yaratıcısının doğa ve dünyayı nasıl tasarladığı, yaratıcının insanlar arasında ayrımcılık yaptığı, bilginin varlıkların kimyasal bileşimlerinde kayıtlı olduğunu bilmediği gibi çok konuda yanlışlıklar bulunduğunu gösterelim.



Şekil 56: Kutsal kitaplar 3-4 bin yıl önceki insanların doğa algılamasına göre zamanın yöneticileri tarafından hazırlanmışlardır. 

1.1.     Gök-kubbe kavramı ve tatlı su ile, tuzlu suyun neden birbirinden ayrı oldukları konusu

13/2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, … Allah'tır.

25/53. Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur.

31/10. O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, …

78/12. Üstünüzde yedi kat sağlam göğü bina ettik.

Bu ayetler kutsal kitabın yaratıcısının “Yağmurun denizlerdeki tuzlu suyun buharlaşmasıyla atmosfere yükselen su buharlarının yoğunlaşmasıyla oluştuğunu” bilmediğini gösterir. 

1.2.     Kuran’ın Arapça olması:

41/44. Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? …

Dünyada yüzlerce farklı dil konuşan ulus var. Onların bu soruyu sorma hakkı yok mu?

 

1.3.    Kutsal kitabın Allah’ı yarattığı insanlar arasında ayrım yapmaktadır ve bir ırkı seçilmiş ırk ilan etmektedir:

45/16. Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık.

Uluslar arasında ayrım yapıp, bir ulusu diğerlerine üstün kılan bir yaratıcı sizlerin kafasındaki yaratıcı olabilir mi?

1.4.    Bilgi oluşturma konulu ayetler:

2/31.  Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. …

2/33.  Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.”  Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince …

İnsanlığın şekilde gösterilen bir evrilme içinde olduğu jeolojik-paleontolojik-antropolojik-arkeolojik ve genetik araştırmalardan anlaşılmaktadır. Kuran’daki Allah’ın Adem’i bu diyagramda nereye konulabilir? 

Şekil 57: Kutsal kitapların ADEM'i bu diyagramda nereye konulur?

Doğal sistemin yaratıcısı, varlıkların davranışlarını onların kimyasal yapılarına işlemiştir. Genom denilen kalıtsal bilgiler hem canlının bedeninin nasıl oluşacağı hem de canlının nasıl davranacağı bilgilerini içerirler. Bir somon balığı hayatını geçirdiği okyanuslardan binlerce km yüzerek doğduğu ırmağa döner. Irmak boyunca karşısına çıkan şelaleri büyük çabalarla atlamaya çalışır, kendilerini yemeye çalışan ayılardan kaçar ve doğduğu dere yatağına ulaştığında yumurtalarını bırakır ve hayatı sona erer. Van gölü inci kefali de aynı şekilde davranır. Bu balıklar neden genetik bilgilerini gelecek nesle aktarmak için hayatlarını feda ederler? Çünkü bu davranış tarzı onların genomlarına yazılmıştır, yaratıcı kuantsal-kimyasal bir dil kullanır ve her varlığın hem bedeninin nasıl yapılacağı hem de gelecek hayatında nasıl davranması gerektiğini onun kimyasal bileşimine yazmıştır. 

1.5.    Kıyamet Korkutması

Kuran’ın “mutlaka gerçekleşecek olan kıyamet” anlamına gelen 69. dan Hâkka suresi tümüyle KIYAMET konusundadır.

69 HÂKKA SÛRESİ

1.  Gerçekleşecek olan kıyamet!

2.  …

3.  …

4.  Semûd ve Âd kavimleri, yüreklerini hoplatacak olan büyük felaketi (Kıyameti) yalanladılar.

5.  Semûd kavmi korkunç bir sarsıntı ile helâk edildi.

6.  Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli bir rüzgârla helâk edildi.

7.  …

8.  …

9.  Firavun, ondan öncekiler ve yerle bir olan şehirler (halkı olan Lût kavmi) hep o suçu işlediler.

10.  …

11,12. Şüphesiz, (Nûh zamanında) su bastığı vakit, sizi gemide biz taşıdık ki, bu olayı sizin için bir uyarı yapalım ve belleyecek kulaklar da onu bellesin.

13,14,15. …

16.  Gök de yarılmış ve artık o gün o da çökmeye yüz tutmuştur.

17.  Melekler onun kıyılarındadır. …

18.  …

19.  İşte o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!”

20.  …

21.  …

22.  Yüksek bir cennettedir.

23.  Onun meyveleri sarkar.

24.  (Onlara şöyle denir:) “Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık, afiyetle yiyin, için.

25.  Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke kitabım bana verilmeseydi.”

26.  “Hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim.”

27.  “Keşke ölüm her şeyi bitirseydi.”

28.  “Malım bana hiçbir yarar sağlamadı.”

29.  “Saltanatım da yok olup gitti.”

30.  (Allah, şöyle der:) “Onu yakalayıp bağlayın.”

31.  “Sonra onu cehenneme atın.”

32.  “Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu.”

33.  “…”

34.  “...”

35.  “...”

36.  “Kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.”

37.  ….”

38,39,40. Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’an), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür.

41.  O, bir şairin sözü değildir. …

42.  …

43.  O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.

44,45. …

46.  ...

47.  ...

48.  Şüphesiz Kur’an, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.

49.  ...

50.  ...

51.  Şüphesiz Kur’an, gerçek kesin bilgidir.

52.  ..sen, yüce Rabbinin adıyla tespih et.           

Bu surenin haricinde daha birçok başka surede KIYAMET konulu ayet vardır. Örnekler:

3/185.  Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten  kurtuluşa  ermiştir.  Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.

30/14.  Kıyametin kopacağı gün, işte o gün mü’minler ve kâfirler birbirinden ayrılacaklardır.

            54/1.  Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.

57/20. Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. ... Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.

73/14. O gün (kıyamet günü) yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına döner.

75/1.  Kıyamet gününe yemin ederim. 

Doğal afetlerin insanların Allah’ın emirlerine uymadıkları için ceza olarak verildiği Kutsal kitap felsefesinin temelini oluşturur. Kutsallık ve Kutsal Kitap kavramı Sümerler tarafından ortaya atılmıştır. Sümerler tarafından 5500 yıl önceleri temelleri atılan otoriter sistem tepeden yönetime dayanır. Tepedeki yöneticiler halka “krallığın gökten indirildiğini ve kendilerinin gökten inen kutsalların soyundan geldiklerini, emirlerine uyanların, öldüklerinde RAB nezdinde hoş görülüp cennete alınacakları, uymayanların cehenneme gidecekleri” şeklinde bir görüşü sunarak, devlet yöneticilerine biat etme geleneğini ortaya koymuşlardır. Tamamen korkutmaya dayalı bu görüş, doğar doğmaz insanlara belletilince, insanların bilinç-altına yerleşmiş olur ve ondan sonra da din adamları vasıtasıyla sürekli olarak körüklenerek günümüze kadar sürdürülmektedir. 

Şekil 58: Eskiden tüm doğal afetler gökte oturan bir EFENDİNİN (RAB) insanlara cezası olarak görülmüştür. 

Hâkka suresinde adı geçen Semûd ve Âd kavimleri, Lût kavmi (+Sodom\Gomorra kavimleri) Ölü-Deniz-Fayı denilen yırtılma hattı bölgesinde yaşamışlardır.

Kızıldeniz’den Kuzeye doğru uzanan "Ölü Deniz Fayı" yeryüzünün en meşhur kırık zonlarından biridir. Yeryuvarının bu tür büyük yırtılma zonlarının her iki tarafındaki zemin, birbirine göre, sağa\sola, ve aşağıya \yukarıya doğru, sık sık kaymalara uğramakta, ve bunun sonucunda da buralarda depremler ve volkan patlamaları gerçekleşmektedir. Her defasında kırık zonunun bir başka yerinde, onlarca veya yüzlerce yıllık aralıklarla, bu gibi doğal olaylar (yani depremler ve volkan patlamaları) gelişmektedir. Kırık zonlarındaki yerleşim yerleri ve insanlar, bu olaylardan en fazla zararı görürken, kırık zonundan uzakta bulunanlar, ya hiç zarar görmezler, veya çok az etkilenirler.

Bu fay ülkemizdeki Doğu-Anadolu-Fayı ile birleşmektedir. 6 şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ta meydana gelen ve tüm çevresinde çok büyük yıkımlara neden olan deprem felaketi, birkaç bin yıl önceleri Semûd ve Âd veya Sodom-Gomorra yörelerini yerle bir eden yerkabuğu hareketlerinin bir devamıdır. Bu tür yerkabuğu hareketleri hep davam edecektir, çünkü dünyamız hareketli-canlı bir gezegendir. Yerkabuğunun çok hareketli olmadığı çok büyük bölgeler de vardır. Örneğin Ukrayna, Rusya gibi devasa büyüklükteki alanlarda deprem olmaz. Yani deprem, volkan püskürmesi vs. gibi olaylar doğayı yaratanın yaptırımları değildirler. Canlı-devingen olmak zorunda olan gezegenlerin değişim-dönüşüm sonuçlarıdır.

 Görüldüğü üzere Kuranda birçok surede dünyamızda KIYAMET gibi çok büyük bir felaket olacağı ve bu felaketle insanların hepsinin öleceği, cennet-cehennemli öteki dünyaya gideceği, kutsal kitaba uygun yaşamayanların öteki dünyada çok büyük azap içinde olacakları gibi çok korkutucu ifadeler yer almaktadır. 

1.6.     Cennet- Cehennem konusu:

18/ 31. İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın dîbâdan yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!

61/12. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.

64/9. Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. Kim Allah'a inanır ve yararlı iş yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini), içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur.

98/8. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler) içindir. 

Kuran kurslarıyla eğitilen çocukların davranışlarını düşünün. Çocuklarımızın bu dünya koşullarına uyum sağlamaları gerekir. Onların olmayan bir öteki dünya yaşamına inandırılmaları topluma karşı işlenilen en büyük günah değil midir?  

Kuran’da bu dünya hayatının geçici olduğu, gerçek ebedi bir hayatın ahiret hayatı olduğu, Allah’ın yolunda çabalayanların ahirette Adn cennetlerinde yaşayacakları, Adn cennetinin içinden ırmaklar akan her türlü meyve vs.nin bulunduğu bir verimli yer olduğu gibi ayetler vardır. Adn sözcüğü diğer kutsal kitaplarda “Garden Eden” olarak geçer ve Sümerce ova anlamındaki “eden” teriminden alınmıştır. 

Şimdi Sümer tarihine kısa bir göz atalım. Sümerler denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini yazmışlardır (Ceram 1972). Denizde insan yaşayamadığından, şimdiye dek Sümerlerin nerden Basra Çevresine geldikleri hep muamma olarak kalmıştır.

 

Şekil 59: Kutsal Kitaplar tamamen 5 bin yıl önceki Sümer kavminin doğa görüşüne göredirler. 

Sümerlerin çivi yazılı "Krallar listesi” kil tabletinde Tufandan önce 5 farklı şehirde yaşadıkları; zamanla şehirlerin "düştüğü=battığı" ve krallık gemisinin başka bir yere taşındığı belirtiliyor. Büyük bir selin sonunda son şehrin tamamen yok olduğu, selden sonra Basra çevresinde yeni krallıklarla hayatın devam ettiği yazılıyor. 

Başka bir tablette, insanlığın ilk doğduğu ve çok mutlu yaşadığı bir Dilmun yöresinden söz ediliyor. 

Yukarıdaki şekilde Basra Körfezinin 3 farklı zamana ait haritaları verilmiştir. En sağdaki 5 dolum haritası Meteor Araştırma gemisi verilerine göre Basra körfezinin 15 bin yıldan 7 bin yıl öncesine kadar dolum aşamalarını gösteriyor.  (1) nolu harita buzul dönemindeki durumdur, deniz tamamen çekilmiş, Basra körfezi kara haline geçmiştir. Hürmüz boğazına yakın bir yerde büyük bir göl kalmıştır. Gölde birkaç ada vardır, bunlardan biri Dilmun olmalıdır. 70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanın ataları, yaklaşık 60 bin yıl önceleri bu cennet ülkeye gelerek, günümüz insanlarının gelişmelerini sağlamışlardır. 800 km uzunluğunda ve 200 km genişliğinde olan ve içinden Dicle ve Fırat ırmaklarıyla sulanan bu Atlantis ovası buzul devrinin soğuğunda ılıman iklimiyle insanlığa en ideal yaşam koşullarını sunmuştur. Bu cennet ülkeye gelen insanların büyük çoğunluğu ırmaklarla sulanan ova düzlüğünde, ama bir kısmı da göldeki adalarda yaşamaya başlamış olmalıdır. Adalarda yaşayanlar Sümerlerdir, çünkü Basra-Körfezi tamamen dolana kadar, bir adadan diğerine göç ederek tam beş göç yaptıklarını yazmışlardır.   

Anlaşılacağı üzere, Sümerlerin Dilmun adını verdikleri ebedi ömürlü tanrılarının yaşadıklarını varsaydıkları Dilmun, Basra Körfezi suları altında kalmış göldeki bir adadır. Ama zamanın devasa ovasında yaşayan insanlar için de tüm verimli ova bir cennet ülkedir, çünkü Dicle- Fırat ırmaklarıyla sulanmakta ve ılıman ikliminde her tür meyve ve av bulunmaktadır. Kutsal kitaplarda adı geçen Adn cennetleri, Sümerlerin eden-bahçeleri adını verdikleri bu verimli topraklardır. 

Şimdi aşağıdaki haritaya bakalım ve bin yıl önceki insanların Ademle Havva’nın yaratıldığı Cennetin neden Kudüs’ün doğusunda bir yerde gösterildiğini anlamaya çalışalım.

Şekil 60: Sümerlerin doğa görüşü bin yıl öncelerine kadar tüm dünyada kabul görmüştür. 

Bin yıl önceleri sadece Asya – Avrupa ve Afrika kıtaları var sanılıyordu. Beatus haritası olarak bilinen bu harita, Ortaçağ boyunca etkili ve yaygın dünya görüşünü yansıtır (Wood 1993)). Haritalar, yapıldıkları zamanın insanlarının “dünya” görüşlerinin tam bir aynasını oluştururlar. Haritada görüldüğü gibi, “dünya” Sümerler’in görüşlerine uygun olarak, bir dünya okyanusu içindeki bir tabak gibidir ve doğuda bir yerde (haritanın doğusu üstte) “Cennet Bahçesi ve Adem’le Havva” konuşlandırılmıştır. Yani, Orta Çağ dediğimiz dönemde Kutsal Kitaplardaki dogmatik görüşlerin etkili olduğu toplumlardaki tüm insanlar “Cennetin” dünyanın doğusunda bir yerde olduğuna kesinlikle inanıyorlardı. Bu nedenle “Cennet-bahçesi” doğuda bir yerde gösterilmiş. 

Neden doğuda bir yerde? Çünkü kutsal kitaplarda Kudüs merkez olarak düşünülmüştür. Yukarıda özetlenen Sümer tarihi verileri de insanlığın Atlantis Ovası olarak adlandırdığım Basra-Hürmüz-Ovasında geliştiğini ve oradan dünyaya yayıldığını göstermektedir. 

Yukarıdaki ayetleri anlayabilmek için şu tarihsel gelişim bilinmelidir: “Kutsallık” kavramı Sümerlerce oluşturulmuştur. Oluşturulma nedeni, binlerce kişiden oluşan toplumsal kalabalıkların sevk ve idaresinin kolaylaştırılmasıdır. Sümerler “Krallık gökten indikten sonra” kavramlı bir yönetim tasarlayıp, gökte oturan tanrılarca belli insanlara kutsal kitap (ME) gönderilerek halkın bu kitaptaki görüşlere uyarak yaşamaları halinde halkın kolayca yönlendirilebileceğini tasarlamışlardır. Ve nitekim de öyle olmuş, insanlık 4-5 bin yıldan beri, zombileştirilerek, bir koyun sürüsü gibi güdülmüştür ve hala da güdülmektedir. 

Ahiret ve cennet konularındaki tüm ayetler, doğa bilimsel verilere terstir. Ayetler doğal sistemin yaratıcısına ait olamaz, çünkü doğayı yaratan yarattığı sisteme ters görüş bildirmez. Dolayısıyla kutsal kitaplar toplumları yönetmeye kalkan hanedanlar sınıflarınca halkı uyutup, birer robot gibi davranmalarını sağlamak için oluşturulmuşlardır. Bu nedenle din adamlarımız halkımıza karşı asırlardır büyük bir suç işlemektedirler. Doğal sistem verilerine tamamen ters olan bir durum söz konusu. Kutsal kitapları gönderdiğine inanılan gökteki bir RAB sizin kafanızda tasarladığınız ALLAH olabilir mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizlerin bir koyun sürüsü gibi davranmanızın temel suçlusu değiller mi? 

1.7.    Dört-Cennet konusu

Er-Rahman Suresi “Cennet” hakkında bilgi veren en önemli suredir.

 55:46 - Rabbinin makamından korkan kimselere İKİ CENNET vardır.

 55:48 - İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.

 55:50 - İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.

 55:52 - İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.

 55:62 - Bu ikisinden başka İKİ CENNET DAHA vardır.

 55:64 - (Bu cennetler) yemyeşildirler.

 55:66 - İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

 55:68 - İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

 

Şimdi soru şu: kutsal kitabımızda 2+2 = 4 adet cennetten söz ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? O cennetlerde yetişen meyvelerden “hurma ve nar” hangi dünya parçasını simgeler? 

Bu soruyu Diyanet işleri başkanlığı ilgililerinden 15 yetkiliye- ve İlahiyat Fakültelerinden yine 15 profesöre de yönelttim, ama hiçbir yanıt gelmedi. 

Şimdi bu konuyu jeolojik- arkeolojik verilerden yararlanarak, doğa-bilimsel bakış açısıyla biz açıklamaya çalışalım. 

Şekil 61:  15–115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok soğuktur ve Würm-buzul devri denilen bir dönemden geçmektedir (İmbrie ve diğ. 1984, Hays ve diğ. 1976).

Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da sıcaklığın en düşük olduğu 20 binyıl öncesinde yaklaşık 130 metrelik bir deniz seviyesi alçalması demektir. 

Deniz seviyesinin bu kadar alçalması, en fazla coğrafik değişikliği Basra-Hürmüz-boğazı arasındaki bölgede gösterir. Çünkü Basra körfezinin en derin noktası yaklaşık 90 metredir ve Dubai – Bander-e Lengeh hattının hemen batı tarafında bulunmaktadır. Dubai – Bander-e Lengeh hattı ise yaklaşık 70 m. derinlikte bir sırt şeklinde İran ile Dubai arasında uzanır. 

Bu coğrafik özellikler nedeniyle, deniz seviyesi 130 m. düşünce, tüm Basra Körfezinden deniz çekilmiş olur ve bu devasa bölge, iki tane büyük ırmakla sulanan çok verimli bir ovaya dönüşür. Sadece güney-doğu ucunda 20 m. derinliğinde sığ bir GÖL kalır. Bu gölün suyu da, birkaç yıl içinde tatlı suya dönüşür. Üzerinde ise yoğun insan yaşamlı birkaç tane adası vardır . 

Kuzeydeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altında, güneydeki Arabistan düzlüğü susuz kurak bir bölge olarak yaşama pek imkan vermez iken, bu devasa ova, hem soğuk kuzey rüzgarlarından korunmuş olması, hem deniz seviyesinin bile altında olması ve iki büyük ırmak tarafından sulanır olması nedeniyle, orada yaşayanlar için büyük bir nimettir. Bu verimli ovada her tür meyve ve sebze bol olarak yetişmekte, onlara bağlı olarak da yoğun bir hayvan topluluğu bulunmakta, bu ise avcılık ve toplayıcılıkla geçinen o devir insanları için olağan-üstü bir yaşam ortamı sunmaktadır. Yani tam bir CENNET – ÜLKEsidir. 

Şimdi bu ideal CENNET-ÜLKENİN sonunun nasıl olduğunu görelim. 

Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu CENNET-ÜLKE, buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence ortamına dönüşmüştür. Çünkü Zağros Dağlarının tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin ısınmaya başlaması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara, buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Jeolojide solifluksiyon olarak bilinen olay). 

Her yıl tekrarlanan bu çamurlu sel felaketlerine, bir yeni felaket daha eklenir: Deniz ilerlemesi ve yükselmesi. 15 bin yıl öncelerine gelindiğinde, buzul devri sona ermiş, sıcaklık artmaya başlamıştır. Yani buzullar tekrar ergimeye ve deniz seviyesini yükseltmeye başlamıştır.  14 bin yıl önceleri, deniz tekrar Basra Körfezine girmiş ve CENNET-ÜLKE yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Denizin istila ettiği düzlüklerde yaşayan insanlar:

►-ya ırmak vadileri boyunca kuzey-batıya doğru gitmek,

►- ya kuzeydeki Zagros dağları yönünde kaçmak,

►- ya güneydeki Arabistan düzlüklerine kaçmak,

►- ya da, bu devasa ovada rastlayacakları  50-60 m. yüksekliğindeki yükseltilere sığınmak zorunda kalmışlardır.

Bunlardan ilk üç şıktan birini tercih edenler, bu felaketler zincirinden kurtulmuşlardır. Ama son seçeneği tercih edenler (ve daha önceleri zaten bir ada üzerinde yaşayanlar) için işkenceler daha yeni başlamaktadır. Çünkü onlar bu yükseltilerde hapsedilmişlerdir! Deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1.5 cm kadar yükselmektedir dolayısıyla, Basra-körfezinin tekrar denizle kaplanması –yani sel felaketleri ve deniz seviyesi yükselmesi- yaklaşık 7-8 bin yıl daha sürecektir (Brentjes 1981). 

Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan adalarda mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler. Bu zor koşullar insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar.  

Sözün kısası, CENNET-ÜLKEnin adalarında hapis kalan insanlar, zorluklarla mücadele ederek, bilgi düzeylerini geliştirmişler, karşılıklı hizmet-alış-verişi sistemi olan toplumsal hayatı başlatmışlar, ama son tufan olayıyla birlikte, yaşadıkları adadan sallarla, sandallarla, vs kaçarak, kendilerini kaderlerine terk etmişledir. 

Sümerler insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır. Arkeolojik kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği, insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.  

Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden = Adn, Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Öteki-dünya kavramı oluşturulmasının tek nedeni budur. 

Sümerlerin doğa anlayışı statik sistemli (yani değişmez-ebedi bir yaratıcılığa dayalı) olduğundan, dinamik sistemli doğum-ölüm döngüsünü anlayamamışlardır. Bu nedenle de, öteki dünya şeklinde bir tasarım, ebedi bir hayata orada devam edileceği şeklinde bir hayat anlayışı oluşturulmasına vesile olmuştur. 

Şimdi önce “Öteki-dünya” ile “cennet” arasındaki bağlantıyı oluşturalım:  

Cennet Neresi? 

Kutsal kitaplara göre,

– Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);

– Sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);

– Sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);

– Sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);

– Sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün); – Ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).              

(Tekvin, 1.Musa, Martin Luther tercümesi -Bibel)   

Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu aşikardır. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir. 

Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler?

Bu sorunun yanıtı ise 15-20 bin yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:

– Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası” diye adlandırdığımız bu CENNET-ÜLKE ovasındaki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler.

– Buzul devrinin sona ermesiyle hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmesi başlar.

– Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki tepeler üzerine çıkarlar; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Adalar üzerindeki yaşam binlerce yıl sürer. Dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.

– Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Ama deniz seviyesi yükselmesi, 14–15 bin yıl öncelerinden başlayarak, 7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder. (Bu konuda Atlantis’in yazarı Eflatun’un Kritias ve Timaios adlı eserlerine bakınız).

– Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar. (Eflatun ve Sümer belgeleri)

– Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.

– Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..

– Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur. 

Şimdi 2+2=4 cennet konusunu aydınlatmaya çalışalım.  

Verilen  “CENNET-ÜLKE” haritasında, KB ve GD olarak işaretlenmiş iki farklı bölgeyi düşünün. Çok farklı konumdalar ve çok farklı çevre-şekillerine sahipler. O zamanın insanlarının coğrafik bilgileri de çok sınırlı. Doğal olarak o bölgede yaşayan insanlar bu ırmakları farklı adlandıracaklardır. Örn. KB’da yaşayanlar Dicle ve Fırat olarak adlandırmışlardır. 

 Güney-Doğudakilerin nasıl adlandırıldığını ise şu paragrafları okuduktan sonra anlayacaksınız:

 "7. Böylece Efendi Tanrı topraktan insan yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve böylelikle insan canlılık kazandı.

8. Ve Efendi Tanrı doğuda (Kudüs gibi kutsal topraklara oranla, Eden Bahçesi (Cennet), "doğuda" olacaktır; Basra Körfezi dibindeki eski verim­li ovalar da, doğudadır!) bir yerde Eden bahçesini dikti ve yarattığı insanı bu bahçenin içine koydu.

9. Ve Efendi Tanrı, yeryüzünde, güzel görünüşlü ve tadlarına doyum olmayan ağaçlar büyüttü, ve bahçenin ortasında, iyi ve kötüyü ayırt etme ağacını, hayat ağacını yeşertti.

10. Bu Eden bahçesinde, bahçeyi sulamak için bir ırmak akıyordu, ve orada dört kola ayrılıyordu.

11. Birinci kolun adı Pişon'du ve altın ülkesi Hevila yöresinde akardı;

12. ve bu ülkenin altını değerlidir. Orada ayrıca Bedolak-zifti ile Şoham süstaşı bulunur.

 13. İkinci ırmağın adı Gihon olup, Kuş ülkesi yöresinde akar.

14. Üçüncü ırmağın adı Dicle olup, Asur ülkesinin doğusunda akar. Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır.

15. Ve Efendi Tanrı insanı alıp, bahçeyi işleyip bakması için Eden bahçesine bıraktı."  (Tekvin, 1.Musa, 1.2 bab, 7-15) 

Bu paragrafları okuduktan sonra, Kurandaki o ayetlerin anlaşılması kolay olmadı mı? 

“Hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu” bile açıklamaktan aciz olan “kutsal kitapların” ilahi bir kaynağı olabilir mi? 

Dolayısıyla kutsal kitaplar toplumları yönetmeye kalkan hanedanlar sınıflarınca halkı uyutup, birer robot gibi davranmalarını sağlamak için oluşturulmuşlardır. Toplum yönetimini eline geçirmiş olan tepedeki efendiler camiası, halkın kendilerine itaatkâr olması için kutsallık dedikleri bir hikâye uydurmuşlardır ve kutsal emirlere uyanların öldükten sonra cennet denilen bire mekanda ebedi olarak yaşayacaklarını vaat etmişlerdir. Tepedeki birileri egemenliklerini koruyup-sürdürebilmek için halkı sürekli baskı altında tutmaya çalışırlar. En etkili baskı KORKU yaymaktır. Kıyamet konulu ayetlerde görüldüğü üzere, eski zamanlarda yaşanmış felaketler örnek verilerek, önceki peygamberlere inanmayan kavimlerin nasıl cezalandırıldıkları örnek gösterilip, kutsal kitaba (dolayısıyla Muhammed’e) inanılması öğütlenmektedir. Âyetlerde, Kıyamet gününün dehşeti içinde insanların en kıymetli mallarından bile vazgeçip terk edecekleri şeklinde korkutucu ifadeler bulunmaktadır. 

Mısır tarihi kral mezarları yazıtlarıyla en iyi araştırılan tarihsel dokümanlar sunmaktadır. Bu tarihsel verilerde Musa, Yakup, Joseph gibi kutsal kitap kişilikleri hakkında hiçbir ibare bulunmadığı ortaya çıkmış ve kutsal kitapların tamamen uydurma oldukları anlaşılmıştır. Yani kutsal kitapların doğal-sistemin yaratıcısı ile hiç ilişkisi yoktur ve kesinlikle devlet yönetimindeki hanedanlar, rahipler gibi tepedeki bir zümre tarafından halkın kendilerine biat etmeleri için yazdırılmışlardır (Dick Harfield 2023, https://qr.ae/pyaYk4). 

Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin, insanları öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır? 

Dolayısıyla, Kuran dahil tüm kutsal kitaplar hanedanlarca yazdırılmış, yöneticilerin halkı yönlendirmesini kolaylaştırmaya yarayan derleme eserlerdir. Arapça harflerle yazılan Kuran halk arasında öylesine “kutsal” sayılmaktadır ki, insanlar arapça yazılmış bir kağıt parçasını bile kutsal sayıp, onu saklayıp-korumaktadır. Bu konuda yaşanmış bir olayı anlatarak, bu şartlandırmanın insanları nasıl mantıksız yaptığını görelim.

-Bir Levhanın İlginç Hikayesi-

Resimde görmüş olduğunuz Arap alfabesi ile yazılmış, ebru sanatıyla süslenmiş eski Türkçe yazılı levhanın ilginç hikayesini öğrenince bilgisayarıma indirdim ve yazıcıdan çoğaltıp sokaklarda kendimce bir iki deneme yaptım…

Resmi bir caminin yakınında yere bıraktığımda, resmi gören hemen hemen herkesin resmi üç kez öpüp başına koyarak ya cebine koyduğunu ya da yüksek bir yere koyduğunu gördüm…

Daha sonra sokakta bazı kimselere (çoğunlukla yaşlı amca ve teyzelere) resimde ne yazdığını sordum, ezici çoğunluk anlamından bahsetmeden ayet dedi birkaç kişi ise eski Türkçe yazı dedi…

Bir caminin bahçesinde herkesin görebileceği şekilde resme bakıp buruşturup yere attığımda ise neredeyse dayak yiyecektim…
Bu denemeleri yaptıktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Önce bu levhada ne yazdığı ile daha doğrusu bu levhanın ilginç hikayesi ile başlayalım yazımıza…
Resimdeki ebru sanatıyla süslenmiş levhada Arapça abecesiyle eski Türkçe “şimdi b.ku yedik” yazıyor…

Levhanın hikayesi ise şöyle…
“Bu levha Necmeddin Okyay’a ait ebruyla süslenmiş ve “celi sülüs” yazı çeşidiyle yazılmış olan ibaresi ile meşhur…
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermeniler’den Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açmıştı.

Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakmıştı ama savaşla birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her geçen gün bir öncekini aratmaktaydı.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943’un sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştı.

Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte’ye, Nisan başında ise Viyana’ya girerek Berlin’e doğru ilerlediler ve 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar.

Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağında kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler.

Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı.
Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir işti.
Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asil mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı.
Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı.
Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktı.

Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu.
Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmedi.

Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi.
Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi.

Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaştı ve elini uzattı.
Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan’ın şakağına dayadı.

Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş karısına döndü ve ağzından,
– “Şimdi b.ku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sordu:

– “Ne dedung? Ne dedung?…”
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:

– “Simdi b.ku yedik”.
O anda sanki bir mucize oldu.
Asker ani bir hareketle silahını indirerek yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarıldı.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu.

Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız Türkçesi ağzıyla,
“Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam” yani “Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyrediyordu.

Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yasamışlardı.
Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes aldı.

Askerler özür dilediler, çaylar içildi, konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaptılar.
Sovyet ordusunda farklı milletlerden askerler vardı.

Bu iki Kırgız asker de Sovyet ordusu ile Berlin’e kadar gelmişlerdi ve 1945’te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin’e diken üç Sovyet askerinden biri de, Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov idi.

Savaş bitmiş, sıkıntılı günler geride kalmıştı.
Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin’deki mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanıştılar ve gazeteciyi evlerine davet ettiler.
Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlattılar.

Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylediler.

Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek üzere hattat ve mucellid Emin Barın’ın Çemberlitaş’taki atölyesine gitti.

Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi (şimdi b.ku yedik) duyunca şaşırdı.
Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karsılaşıyordu.

Hemen “Yazarım” diyemedi, düşünmek için zaman istedi ve kendisi de Almanya’da cilt eğitimi sırasında yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul etti.

Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi yazabileceğini söyleyerek bu fotoğrafını görmüş olduğunuz “celi sülüs” levhayı hazırladı.

Levhanın etrafı “Hatip ebrusu” ile süslendi ve Almanya’ya doğru yola çıktı.
Levhanın hikâyesi işte böyle…
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü…

Emin Barın, dostlarına daha sonraları “Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek zorunda kaldım” diyecekti.

Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin’e götürüldü ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete’ye de “Levhaya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı” başlığıyla haber oldu…

Şimdi levhada ne yazdığını, levhanın ilginç hikayesini ve bu levhanın yazılışından tam elli yıl sonra sokakta yaptığım denemeleri öğrenmiş oldunuz…

O zaman başlıktaki soruyu tekrar sorayım mı?
Bugün Müslüman Türk için kutsal olan ne?
Allah Kelâmı Kur’an ve anlamı mı yoksa arap abecesi mi?
Saygılarımla…
Murat Çalık 15.11.2019 

 

 Günlük hayatımızda kullandığımız her 2-3 sözcükten biri Allah’tır. Allah herşeyi yaratan olarak kabul edilir. Günümüzde dünyamızın Güneş etrafında dönen 8 gezgenden biri olduğunu, Güneşin Samanyolu galaksisi içindeki milyarlarca yıldızdan biri olduğunu, evrende ise Samanyolu gibi daha milyarlarca galaksi bulunduğunu biliyoruz. Ve o yaratıcının dünyadaki bakterilerden başlayıp, bitkiler, hayvanlar, insanlar gibi tüm canlılar alemini yarattığına inanıyoruz.

Peki Allah kavramını ilk ortaya atan insanların dünyası ve evreni nasıldı?

Halbuki 4-5 bin yıl öncelerinin insanları Allah deyince farklı düşüncelere sahipti. Çünkü onların dünyası ve evreni çok sınırlıydı.

4-5 bin yıl öncelerinin insanlarının kafasında yukarıda sıralanan kavramlardan çoğu yoktu. Onlar atom ve molekül gibi temel öğelerden habersizdiler. Bu temel öğelerin birleşmeleriyle 3.5 milyar yıl önceleri bakteri gibi tek hücreli canlılarla hayatın başlatıldığını da bilmiyorlardı. Canlı-cansız tüm varlıkların yüz kadar atom denilen kimyasal elementin farklı kombinasyonlarından oluştuklarını bilmeyen atalarımızın dünyamızın coğrafik görüntüsü hakkında bildikleri de çok sınırlıydı. İnsanların jeoloji, biyoloji gibi doğal bilimlerden hiç haberleri yoktur. Dünya coğrafyası hakkındaki görüşleri de yok denilecek kadar sınırlıydı.

Allah terimi 4-5 bin yıl önceki insanların doğa anlayışına göre oluşturulmuştur. O zamanlarda insanlık Sümerler’in  "krallık gökten indikten sonra" görüşündeydi. Yani toplumu yöneteceklere gökteki Allah kutsal kitap gönderiyordu. Kutsal kitapların Allah’ı bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir RAB = EFENDİ idi.

 Peki günümüz insanlarının kafasında Allah deyince ne tür bir varlık tasarlanıyor?

Allah deyince iyi düşünmek gerekir. Çünkü günümüz insanları Allah deyince, evreni, dünyayı oluşturan, doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkları ve onlar arası ilişkileri düzenleyen bir yapıcı-oluşturucu güç sistemi tasarlar. Çünkü günümüz bilgileri doğada herşeyin atomlarla oluşmaya başladığını, sonra molekül-hücre beden gibi gittikçe büyüyerek gelişen bir sistemde olduğunu göstermektedir.

Oysaki 3-4 bin yıl öncelerinin insanları doğa ve dünyanı göğün 7 katında oturan RAB yani bir süper-insan =EFENDİ tarafından 6 günde yaratıldığı ve ilk insan ADEM’in de çamurdan yaratılıp, içine RAB tarafından ruh üflenerek canlılık kazandığı şeklinde bir bilgiye sahptiler.

Bu RAB her kavimden bir kişiyi sevgili kulu olarak seçip, ona bir kutsal kitap gönderir, ve o  kavim halkı da bu kutsal kitap-bilgilerine göre yaşardı. Kutsal Kitaba uygun yaşayanlar öldüklerinde CENNET denilen ebedi bir ahiret hayatıyla ödüllendirilir, diğerleri CEHENNEM denilen ebedi bir azaba mahkum olurlardı.

Peki günümüz insanlarının kafasında Allah deyince ne tür bir varlık tasarlanıyor?

(A)-Bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir Allah mı?

(B)-Yoksa, 13 milyar yıl önceleri evreni oluşturmaya başlayan kuantsal canlılık sisteminini mi?  Önce atomları, sonra molekülleri, sonra hücreleri, sonra bedenleri milyarlarca süren bir zaman içinde BİLGİye dayalı olarak oluşturan ve sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğal sistem oluşturmaya devam eden bir Allah mı?

Bu konuyu iyi düşünün, çünkü dinciler hala (A) şıkkındaki gibi tanımlanan bir Allah kavramını insanlığa aşılamaya çalışıyor. Halbuki normal bir insan (B) şıkkındaki gibi bir Allah düşünür.

Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindeki dinamik bir sistemdir. Kutsal-Kitaplı yaratıcılık sistemi ise hiç değişmeyen ve herşeyi önceden bilerek yapmış olan sabit-değişmez, yani statik sistemli bir hayat görüşüdür ve ebedi bir öteki-dünya vaat eder. Böyle bir görüş doğal sistemin dinamik olmasına tamamen terstir. Yani ALLAH kavramı sabit değişmez bir güç sistemi olamaz.

 Devamı var