Doğa ve dünyanın nasıl oluştuğu
önceki bölümlerde açıklanmıştı ve özet olarak şöyleydi:
ARŞİV-SAYFALARI verileri
yaratıcılığın varlıkların içlerinde bulunan en temel bir içsel-dürtü öğesi
(İÇ-GÜDÜ)= “elementares Wirkungs-QUANTUM” tarafından başlatıldığını
göstermektedir. Bu içsel dürtü öğesine OLUŞTURUCU demek gerekir, çünkü tüm
maddeler bu temel öğenin katlanarak çoğalmasıyla (quantisation) oluşturulmaya
başlanır. Bu oluşturucu güç varlıkları oluşturdukları bilgi derecesine göre
değerlendirerek, dahi iyi bilgi oluşturanları destekleyip, kötülerden desteğini
çeken bir özelliktedir.
Arşiv-sayfaları ve astrofizik
verileri bu en temel canlılık öğelerinin 12-13 milyar yıl önceleri,
kuantizasyonla, yani katlanıp- birleşerek evreni oluşturmaya başladığını
gösteriyor. İlk oluşturulan üst-düzey varlıkların atom-altı-öğeler olarak
bilinen proton-nötron-elektron olduğu görülüyor. Bu atom-altı-öğelerin
birleşmeleriyle atom denilen temel kimyasal elementler ortaya çıkmıştır. Bu
şekilde doğal sistemin küçük boyutlu alt-düzey öğelerin birleşerek daha büyük
üst-düzey öğeler oluşturması şeklinde geliştiği anlaşılmaktadır.
Günlük hayatımızda kullandığımız
her 2-3 sözcükten biri Allah veya Tanrıdır. Allah doğa ve dünya dahil herşeyi
yaratan olarak kabul edilir. Tanrı terimi çok eskilerden beri kullanılmaktadır,
ancak bu terimden ne anlaşılması gerektiği konusunda yazılı bir eser yoktur.
Ama Allah terimi kutsal kitaplarla hayatımıza girmiştir. Dolayısıyla hangi
anlamda kullanıldığı kesin olarak bellidir.
Kutsal kitaplarda Musa, Yakup,
Yusuf gibi Mısır firavunları ile yoğun ilişkileri olduğu belirtilen
peygamberlerden söz edilmektedir. Mısır firavunlarının tüm hayat hikayeleri
kral mezarlarında ayrıntılı olarak yazılmışlardır. Mısır hiyerogliflerinin okunabilmesinden
sonra tüm mezarlar açılıp, mısır tarihi ayrıntılı olarak ortaya konulmaya
başlandığında Kutsal Kitap taraftarları kutsal kitap bilgilerinin
doğrulanacağını ummuşlardı. Ama mısır tarihindeki hiçbir firavun döneminde ne
İsrailoğulları, ne Musa-Yakup-Yusuf gibi kişilerden söz edilmediği ortaya
çıkınca, kutsal kitap taraftarları çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardır.
Buna ek olarak Şlomo Sand (2011)
adlı bir tarih profesörü “Yahudi halkı nasıl icat edildi” adlı eserinde
arkeolojik araştırmaların Tevrat bilgilerini doğrulamadığını vurguladıktan
sonra şunu belirtir: MÖ VI. yüzyıl sonundan
II. yüzyıl başına dek yazılmış, üzerinde çalışılmış ve gözden geçirilmiş çok
sayıda çalışmadan oluşturulmuş bir Tevrat söz konusudur.
Kutsal
kitaplar hanedanlarca yazdırılmışlardır
Tanrı terimi çok eskilerden beri
kullanılmaktadır, ancak bu terimden ne anlaşılması gerektiği konusunda yazılı
bir eser yoktur. Ama Allah terimi kutsal kitaplarla hayatımıza girmiştir.
Dolayısıyla hangi anlamda kullanıldığı kesin olarak bellidir.
Şimdi Kuran verilerine göre
Allah’ın nasıl yorumlandığını görelim.
Kuran’dan sure ve ayet
numaraları vererek, kutsal kitabın yaratıcısının doğa ve dünyayı nasıl
tasarladığı, yaratıcının insanlar arasında ayrımcılık yaptığı, bilginin
varlıkların kimyasal bileşimlerinde kayıtlı olduğunu bilmediği gibi çok konuda
yanlışlıklar bulunduğunu gösterelim.
Şekil 56:
Kutsal kitaplar 3-4 bin yıl önceki insanların doğa algılamasına göre zamanın
yöneticileri tarafından hazırlanmışlardır.
1.1. Gök-kubbe kavramı ve tatlı su ile, tuzlu suyun
neden birbirinden ayrı oldukları konusu
13/2.
Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, … Allah'tır.
25/53.
Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi
salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur.
31/10. O,
gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, …
78/12.
Üstünüzde yedi kat sağlam göğü bina ettik.
Bu ayetler kutsal kitabın
yaratıcısının “Yağmurun denizlerdeki tuzlu suyun buharlaşmasıyla atmosfere
yükselen su buharlarının yoğunlaşmasıyla oluştuğunu” bilmediğini gösterir.
1.2. Kuran’ın Arapça olması:
41/44. Eğer
biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri
tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur
mu? …
Dünyada yüzlerce farklı dil
konuşan ulus var. Onların bu soruyu sorma hakkı yok mu?
1.3. Kutsal kitabın Allah’ı yarattığı insanlar
arasında ayrım yapmaktadır ve bir ırkı seçilmiş ırk ilan etmektedir:
45/16.
Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları
güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık.
Uluslar arasında ayrım yapıp,
bir ulusu diğerlerine üstün kılan bir yaratıcı sizlerin kafasındaki yaratıcı
olabilir mi?
1.4. Bilgi oluşturma konulu ayetler:
2/31. Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini
öğretti. …
2/33. Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların
isimlerini söyle.” Âdem, meleklere
onların isimlerini bildirince …
İnsanlığın şekilde gösterilen
bir evrilme içinde olduğu jeolojik-paleontolojik-antropolojik-arkeolojik ve
genetik araştırmalardan anlaşılmaktadır. Kuran’daki Allah’ın Adem’i bu
diyagramda nereye konulabilir?
Şekil 57: Kutsal kitapların ADEM'i
bu diyagramda nereye konulur?
Doğal sistemin yaratıcısı,
varlıkların davranışlarını onların kimyasal yapılarına işlemiştir. Genom
denilen kalıtsal bilgiler hem canlının bedeninin nasıl oluşacağı hem de
canlının nasıl davranacağı bilgilerini içerirler. Bir somon balığı hayatını
geçirdiği okyanuslardan binlerce km yüzerek doğduğu ırmağa döner. Irmak boyunca
karşısına çıkan şelaleri büyük çabalarla atlamaya çalışır, kendilerini yemeye
çalışan ayılardan kaçar ve doğduğu dere yatağına ulaştığında yumurtalarını
bırakır ve hayatı sona erer. Van gölü inci kefali de aynı şekilde davranır. Bu
balıklar neden genetik bilgilerini gelecek nesle aktarmak için hayatlarını feda
ederler? Çünkü bu davranış tarzı onların genomlarına yazılmıştır, yaratıcı
kuantsal-kimyasal bir dil kullanır ve her varlığın hem bedeninin nasıl
yapılacağı hem de gelecek hayatında nasıl davranması gerektiğini onun kimyasal
bileşimine yazmıştır.
1.5. Kıyamet Korkutması
Kuran’ın “mutlaka gerçekleşecek
olan kıyamet” anlamına gelen 69. dan Hâkka suresi tümüyle KIYAMET konusundadır.
69 HÂKKA SÛRESİ
1. Gerçekleşecek olan kıyamet!
2. …
3. …
4. Semûd ve Âd kavimleri, yüreklerini hoplatacak
olan büyük felaketi (Kıyameti) yalanladılar.
5. Semûd kavmi korkunç bir sarsıntı ile helâk
edildi.
6. Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve
dondurucu şiddetli bir rüzgârla helâk edildi.
7. …
8. …
9. Firavun, ondan öncekiler ve yerle bir olan
şehirler (halkı olan Lût kavmi) hep o suçu işlediler.
10. …
11,12. Şüphesiz, (Nûh zamanında)
su bastığı vakit, sizi gemide biz taşıdık ki, bu olayı sizin için bir uyarı
yapalım ve belleyecek kulaklar da onu bellesin.
13,14,15. …
16. Gök de yarılmış ve artık o gün o da çökmeye
yüz tutmuştur.
17. Melekler onun kıyılarındadır. …
18. …
19. İşte o vakit, kitabı kendisine sağından
verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!”
20. …
21. …
22. Yüksek bir cennettedir.
23. Onun meyveleri sarkar.
24. (Onlara şöyle denir:) “Geçmiş günlerde
yaptıklarınıza karşılık, afiyetle yiyin, için.
25. Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise
şöyle der: “Keşke kitabım bana verilmeseydi.”
26. “Hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim.”
27. “Keşke ölüm her şeyi bitirseydi.”
28. “Malım bana hiçbir yarar sağlamadı.”
29. “Saltanatım da yok olup gitti.”
30. (Allah, şöyle der:) “Onu yakalayıp bağlayın.”
31. “Sonra onu cehenneme atın.”
32. “Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire
vurun onu.”
33. “…”
34. “...”
35. “...”
36. “Kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.”
37. ….”
38,39,40. Görebildiklerinize ve
göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’an), hiç şüphesiz çok şerefli bir
elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür.
41. O, bir şairin sözü değildir. …
42. …
43. O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
44,45. …
46. ...
47. ...
48. Şüphesiz Kur’an, Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara bir öğüttür.
49. ...
50. ...
51. Şüphesiz Kur’an, gerçek kesin bilgidir.
52. ..sen, yüce Rabbinin adıyla tespih et.
Bu surenin haricinde daha birçok
başka surede KIYAMET konulu ayet vardır. Örnekler:
3/185. Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet
günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden
uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten
kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey
değildir.
30/14. Kıyametin kopacağı gün, işte o gün mü’minler
ve kâfirler birbirinden ayrılacaklardır.
54/1. Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.
57/20. Bilin ki dünya hayatı
ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât
sahibi olma isteğinden ibarettir. ... Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten
başka bir şey değildir.
73/14. O gün (kıyamet günü)
yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına döner.
75/1. Kıyamet gününe yemin ederim.
Doğal afetlerin insanların
Allah’ın emirlerine uymadıkları için ceza olarak verildiği Kutsal kitap
felsefesinin temelini oluşturur. Kutsallık ve Kutsal Kitap kavramı Sümerler
tarafından ortaya atılmıştır. Sümerler tarafından 5500 yıl önceleri temelleri atılan
otoriter sistem tepeden yönetime dayanır. Tepedeki yöneticiler halka “krallığın
gökten indirildiğini ve kendilerinin gökten inen kutsalların soyundan
geldiklerini, emirlerine uyanların, öldüklerinde RAB nezdinde hoş görülüp
cennete alınacakları, uymayanların cehenneme gidecekleri” şeklinde bir görüşü
sunarak, devlet yöneticilerine biat etme geleneğini ortaya koymuşlardır.
Tamamen korkutmaya dayalı bu görüş, doğar doğmaz insanlara belletilince,
insanların bilinç-altına yerleşmiş olur ve ondan sonra da din adamları
vasıtasıyla sürekli olarak körüklenerek günümüze kadar sürdürülmektedir.
Şekil
58: Eskiden tüm doğal afetler gökte oturan bir EFENDİNİN
(RAB) insanlara cezası olarak görülmüştür.
Hâkka suresinde adı geçen Semûd
ve Âd kavimleri, Lût kavmi (+Sodom\Gomorra kavimleri) Ölü-Deniz-Fayı denilen
yırtılma hattı bölgesinde yaşamışlardır.
Kızıldeniz’den Kuzeye doğru
uzanan "Ölü Deniz Fayı" yeryüzünün en meşhur kırık zonlarından
biridir. Yeryuvarının bu tür büyük yırtılma zonlarının her iki tarafındaki
zemin, birbirine göre, sağa\sola, ve aşağıya \yukarıya doğru, sık sık kaymalara
uğramakta, ve bunun sonucunda da buralarda depremler ve volkan patlamaları
gerçekleşmektedir. Her defasında kırık zonunun bir başka yerinde, onlarca veya
yüzlerce yıllık aralıklarla, bu gibi doğal olaylar (yani depremler ve volkan
patlamaları) gelişmektedir. Kırık zonlarındaki yerleşim yerleri ve insanlar, bu
olaylardan en fazla zararı görürken, kırık zonundan uzakta bulunanlar, ya hiç
zarar görmezler, veya çok az etkilenirler.
Bu fay ülkemizdeki
Doğu-Anadolu-Fayı ile birleşmektedir. 6 şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ta
meydana gelen ve tüm çevresinde çok büyük yıkımlara neden olan deprem felaketi,
birkaç bin yıl önceleri Semûd ve Âd veya Sodom-Gomorra yörelerini yerle bir eden
yerkabuğu hareketlerinin bir devamıdır. Bu tür yerkabuğu hareketleri hep davam
edecektir, çünkü dünyamız hareketli-canlı bir gezegendir. Yerkabuğunun çok
hareketli olmadığı çok büyük bölgeler de vardır. Örneğin Ukrayna, Rusya gibi
devasa büyüklükteki alanlarda deprem olmaz. Yani deprem, volkan püskürmesi vs.
gibi olaylar doğayı yaratanın yaptırımları değildirler. Canlı-devingen olmak
zorunda olan gezegenlerin değişim-dönüşüm sonuçlarıdır.
Görüldüğü üzere Kuranda birçok surede
dünyamızda KIYAMET gibi çok büyük bir felaket olacağı ve bu felaketle
insanların hepsinin öleceği, cennet-cehennemli öteki dünyaya gideceği, kutsal
kitaba uygun yaşamayanların öteki dünyada çok büyük azap içinde olacakları gibi
çok korkutucu ifadeler yer almaktadır.
1.6. Cennet- Cehennem konusu:
18/ 31. İşte onlara, alt
taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde
tahtlar üzerine kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın
dîbâdan yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!
61/12. İşte bu takdirde O, sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.
64/9. Mahşer vaktinde sizi
toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. Kim Allah'a inanır ve yararlı iş
yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini), içinde ebedî
kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur.
98/8. Onların Rableri katındaki
mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn
cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut
olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler)
içindir.
Kuran kurslarıyla eğitilen çocukların
davranışlarını düşünün. Çocuklarımızın bu dünya koşullarına uyum sağlamaları
gerekir. Onların olmayan bir öteki dünya yaşamına inandırılmaları topluma karşı
işlenilen en büyük günah değil midir?
Kuran’da bu dünya hayatının
geçici olduğu, gerçek ebedi bir hayatın ahiret hayatı olduğu, Allah’ın yolunda
çabalayanların ahirette Adn cennetlerinde yaşayacakları, Adn cennetinin içinden
ırmaklar akan her türlü meyve vs.nin bulunduğu bir verimli yer olduğu gibi
ayetler vardır. Adn sözcüğü diğer kutsal kitaplarda “Garden Eden” olarak geçer
ve Sümerce ova anlamındaki “eden” teriminden alınmıştır.
Şimdi Sümer tarihine kısa bir
göz atalım. Sümerler denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini yazmışlardır
(Ceram 1972). Denizde insan yaşayamadığından, şimdiye dek Sümerlerin nerden
Basra Çevresine geldikleri hep muamma olarak kalmıştır.
Şekil 59: Kutsal
Kitaplar tamamen 5 bin yıl önceki Sümer kavminin doğa görüşüne göredirler.
Sümerlerin çivi yazılı
"Krallar listesi” kil tabletinde Tufandan önce 5 farklı şehirde
yaşadıkları; zamanla şehirlerin "düştüğü=battığı" ve krallık
gemisinin başka bir yere taşındığı belirtiliyor. Büyük bir selin sonunda son
şehrin tamamen yok olduğu, selden sonra Basra çevresinde yeni krallıklarla
hayatın devam ettiği yazılıyor.
Başka bir tablette, insanlığın
ilk doğduğu ve çok mutlu yaşadığı bir Dilmun yöresinden söz ediliyor.
Yukarıdaki şekilde Basra
Körfezinin 3 farklı zamana ait haritaları verilmiştir. En sağdaki 5 dolum
haritası Meteor Araştırma gemisi verilerine göre Basra körfezinin 15 bin yıldan
7 bin yıl öncesine kadar dolum aşamalarını gösteriyor. (1) nolu harita buzul dönemindeki durumdur,
deniz tamamen çekilmiş, Basra körfezi kara haline geçmiştir. Hürmüz boğazına
yakın bir yerde büyük bir göl kalmıştır. Gölde birkaç ada vardır, bunlardan
biri Dilmun olmalıdır. 70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern
insanın ataları, yaklaşık 60 bin yıl önceleri bu cennet ülkeye gelerek, günümüz
insanlarının gelişmelerini sağlamışlardır. 800 km uzunluğunda ve 200 km
genişliğinde olan ve içinden Dicle ve Fırat ırmaklarıyla sulanan bu Atlantis
ovası buzul devrinin soğuğunda ılıman iklimiyle insanlığa en ideal yaşam
koşullarını sunmuştur. Bu cennet ülkeye gelen insanların büyük çoğunluğu
ırmaklarla sulanan ova düzlüğünde, ama bir kısmı da göldeki adalarda yaşamaya
başlamış olmalıdır. Adalarda yaşayanlar Sümerlerdir, çünkü Basra-Körfezi
tamamen dolana kadar, bir adadan diğerine göç ederek tam beş göç yaptıklarını
yazmışlardır.
Anlaşılacağı üzere, Sümerlerin
Dilmun adını verdikleri ebedi ömürlü tanrılarının yaşadıklarını varsaydıkları
Dilmun, Basra Körfezi suları altında kalmış göldeki bir adadır. Ama zamanın
devasa ovasında yaşayan insanlar için de tüm verimli ova bir cennet ülkedir,
çünkü Dicle- Fırat ırmaklarıyla sulanmakta ve ılıman ikliminde her tür meyve ve
av bulunmaktadır. Kutsal kitaplarda adı geçen Adn cennetleri, Sümerlerin
eden-bahçeleri adını verdikleri bu verimli topraklardır.
Şimdi aşağıdaki haritaya bakalım
ve bin yıl önceki insanların Ademle Havva’nın yaratıldığı Cennetin neden
Kudüs’ün doğusunda bir yerde gösterildiğini anlamaya çalışalım.
Şekil 60:
Sümerlerin doğa görüşü bin yıl öncelerine kadar tüm dünyada kabul görmüştür.
Bin yıl önceleri sadece Asya –
Avrupa ve Afrika kıtaları var sanılıyordu. Beatus haritası olarak bilinen bu
harita, Ortaçağ boyunca etkili ve yaygın dünya görüşünü yansıtır (Wood 1993)).
Haritalar, yapıldıkları zamanın insanlarının “dünya” görüşlerinin tam bir
aynasını oluştururlar. Haritada görüldüğü gibi, “dünya” Sümerler’in görüşlerine
uygun olarak, bir dünya okyanusu içindeki bir tabak gibidir ve doğuda bir yerde
(haritanın
doğusu üstte) “Cennet Bahçesi ve Adem’le Havva”
konuşlandırılmıştır. Yani, Orta Çağ dediğimiz dönemde Kutsal Kitaplardaki
dogmatik görüşlerin etkili olduğu toplumlardaki tüm insanlar “Cennetin”
dünyanın doğusunda bir yerde olduğuna kesinlikle inanıyorlardı. Bu nedenle
“Cennet-bahçesi” doğuda bir yerde gösterilmiş.
Neden doğuda bir yerde? Çünkü
kutsal kitaplarda Kudüs merkez olarak düşünülmüştür. Yukarıda özetlenen Sümer
tarihi verileri de insanlığın Atlantis Ovası olarak adlandırdığım
Basra-Hürmüz-Ovasında geliştiğini ve oradan dünyaya yayıldığını göstermektedir.
Yukarıdaki ayetleri anlayabilmek
için şu tarihsel gelişim bilinmelidir: “Kutsallık” kavramı Sümerlerce
oluşturulmuştur. Oluşturulma nedeni, binlerce kişiden oluşan toplumsal
kalabalıkların sevk ve idaresinin kolaylaştırılmasıdır. Sümerler “Krallık
gökten indikten sonra” kavramlı bir yönetim tasarlayıp, gökte oturan tanrılarca
belli insanlara kutsal kitap (ME) gönderilerek halkın bu kitaptaki görüşlere
uyarak yaşamaları halinde halkın kolayca yönlendirilebileceğini
tasarlamışlardır. Ve nitekim de öyle olmuş, insanlık 4-5 bin yıldan beri,
zombileştirilerek, bir koyun sürüsü gibi güdülmüştür ve hala da güdülmektedir.
Ahiret ve cennet konularındaki
tüm ayetler, doğa bilimsel verilere terstir. Ayetler doğal sistemin
yaratıcısına ait olamaz, çünkü doğayı yaratan yarattığı sisteme ters görüş
bildirmez. Dolayısıyla kutsal kitaplar toplumları yönetmeye kalkan hanedanlar
sınıflarınca halkı uyutup, birer robot gibi davranmalarını sağlamak için
oluşturulmuşlardır. Bu nedenle din adamlarımız halkımıza karşı asırlardır büyük
bir suç işlemektedirler. Doğal sistem verilerine tamamen ters olan bir durum
söz konusu. Kutsal kitapları gönderdiğine inanılan gökteki bir RAB sizin
kafanızda tasarladığınız ALLAH olabilir mi? Böyle yanlış bilgi içeren bir
kitabı Allah’ın sözleri olarak sunan din adamları sizlerin bir koyun sürüsü
gibi davranmanızın temel suçlusu değiller mi?
1.7. Dört-Cennet konusu
Er-Rahman Suresi “Cennet”
hakkında bilgi veren en önemli suredir.
55:46 - Rabbinin makamından korkan
kimselere İKİ CENNET vardır.
55:48 -
İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.
55:50 -
İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.
55:52 -
İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.
55:62 - Bu ikisinden başka İKİ CENNET
DAHA vardır.
55:64 -
(Bu cennetler) yemyeşildirler.
55:66 -
İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.
55:68 -
İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.
Şimdi soru şu: kutsal
kitabımızda 2+2 = 4 adet cennetten söz ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? O
cennetlerde yetişen meyvelerden “hurma ve nar” hangi dünya parçasını simgeler?
Bu soruyu Diyanet işleri
başkanlığı ilgililerinden 15 yetkiliye- ve İlahiyat Fakültelerinden yine 15
profesöre de yönelttim, ama hiçbir yanıt gelmedi.
Şimdi bu konuyu jeolojik-
arkeolojik verilerden yararlanarak, doğa-bilimsel bakış açısıyla biz açıklamaya
çalışalım.
Şekil 61: 15–115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok
soğuktur ve Würm-buzul devri denilen bir dönemden geçmektedir (İmbrie ve diğ.
1984, Hays ve diğ. 1976).
Buzullar denizlerdeki suyun
buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan,
denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede
düşüktür; bu da sıcaklığın en düşük olduğu 20 binyıl öncesinde yaklaşık 130 metrelik
bir deniz seviyesi alçalması demektir.
Deniz seviyesinin bu kadar
alçalması, en fazla coğrafik değişikliği Basra-Hürmüz-boğazı arasındaki bölgede
gösterir. Çünkü Basra körfezinin en derin noktası yaklaşık 90 metredir ve Dubai
– Bander-e Lengeh hattının hemen batı tarafında bulunmaktadır. Dubai – Bander-e
Lengeh hattı ise yaklaşık 70 m. derinlikte bir sırt şeklinde İran ile Dubai
arasında uzanır.
Bu coğrafik özellikler
nedeniyle, deniz seviyesi 130 m. düşünce, tüm Basra Körfezinden deniz
çekilmiş olur ve bu devasa bölge, iki tane büyük ırmakla sulanan çok verimli
bir ovaya dönüşür. Sadece güney-doğu ucunda 20 m. derinliğinde sığ bir GÖL kalır.
Bu gölün suyu da, birkaç yıl içinde tatlı suya dönüşür. Üzerinde ise yoğun
insan yaşamlı birkaç tane adası vardır .
Kuzeydeki Zagros dağları kar ve
buz örtüsü altında, güneydeki Arabistan düzlüğü susuz kurak bir bölge olarak
yaşama pek imkan vermez iken, bu devasa ova, hem soğuk kuzey rüzgarlarından
korunmuş olması, hem deniz seviyesinin bile altında olması ve iki büyük ırmak
tarafından sulanır olması nedeniyle, orada yaşayanlar için büyük bir nimettir.
Bu verimli ovada her tür meyve ve sebze bol olarak yetişmekte, onlara bağlı
olarak da yoğun bir hayvan topluluğu bulunmakta, bu ise avcılık ve
toplayıcılıkla geçinen o devir insanları için olağan-üstü bir yaşam ortamı
sunmaktadır. Yani tam bir CENNET – ÜLKEsidir.
Şimdi bu ideal CENNET-ÜLKENİN
sonunun nasıl olduğunu görelim.
Buzul devri süresince en ideal
yaşam yeri olan bu CENNET-ÜLKE, buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir
işkence ortamına dönüşmüştür. Çünkü Zağros Dağlarının tepelerinde ve
yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin ısınmaya başlaması nedeniyle ergimeye
başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara, buzul örtüsü altındaki
donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen
toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel
felaketleri oluşmaya başlar. (Jeolojide solifluksiyon olarak bilinen olay).
Her yıl tekrarlanan bu çamurlu
sel felaketlerine, bir yeni felaket daha eklenir: Deniz ilerlemesi ve
yükselmesi. 15 bin yıl öncelerine gelindiğinde, buzul devri sona ermiş,
sıcaklık artmaya başlamıştır. Yani buzullar tekrar ergimeye ve deniz seviyesini
yükseltmeye başlamıştır. 14 bin yıl önceleri, deniz tekrar Basra
Körfezine girmiş ve CENNET-ÜLKE yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Denizin
istila ettiği düzlüklerde yaşayan insanlar:
►-ya ırmak vadileri boyunca
kuzey-batıya doğru gitmek,
►- ya kuzeydeki Zagros dağları
yönünde kaçmak,
►- ya güneydeki Arabistan
düzlüklerine kaçmak,
►- ya da, bu devasa ovada
rastlayacakları 50-60 m. yüksekliğindeki yükseltilere sığınmak zorunda
kalmışlardır.
Bunlardan ilk üç şıktan birini
tercih edenler, bu felaketler zincirinden kurtulmuşlardır. Ama son seçeneği
tercih edenler (ve daha önceleri zaten bir ada üzerinde yaşayanlar) için
işkenceler daha yeni başlamaktadır. Çünkü onlar bu yükseltilerde hapsedilmişlerdir!
Deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1.5 cm kadar yükselmektedir dolayısıyla,
Basra-körfezinin tekrar denizle kaplanması –yani sel felaketleri ve deniz
seviyesi yükselmesi- yaklaşık 7-8 bin yıl daha sürecektir (Brentjes 1981).
Gittikçe sulara gömülen ve her
yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan adalarda mahsur kalan yabani
insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler. Bu zor koşullar
insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Avcılık ve
yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir
alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını
karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda
binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde
yatar.
Sözün kısası, CENNET-ÜLKEnin
adalarında hapis kalan insanlar, zorluklarla mücadele ederek, bilgi düzeylerini
geliştirmişler, karşılıklı hizmet-alış-verişi sistemi olan toplumsal hayatı
başlatmışlar, ama son tufan olayıyla birlikte, yaşadıkları adadan sallarla,
sandallarla, vs kaçarak, kendilerini kaderlerine terk etmişledir.
Sümerler insanlık tarihinde yazı
yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak
büyük önem taşır. Arkeolojik kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan
öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi
dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği,
insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir.
Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.
Bu şekilde atalarımızın
kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden = Adn, Cennet
bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya
kavramı oluşur. Öteki-dünya kavramı oluşturulmasının tek nedeni budur.
Sümerlerin doğa anlayışı statik
sistemli (yani değişmez-ebedi bir yaratıcılığa dayalı) olduğundan, dinamik
sistemli doğum-ölüm döngüsünü anlayamamışlardır. Bu nedenle de, öteki dünya
şeklinde bir tasarım, ebedi bir hayata orada devam edileceği şeklinde bir hayat
anlayışı oluşturulmasına vesile olmuştur.
Şimdi önce “Öteki-dünya” ile
“cennet” arasındaki bağlantıyı oluşturalım:
Cennet Neresi?
Kutsal kitaplara göre,
– Allah önce ışığı (geceyi
gündüzü) yaratır (1. gün);
– Sonra gök kubbeyi yaratarak,
gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);
– Sonra yeryüzünde karaları
denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
– Sonra güneşi, ayı ve diğer
ışık kaynaklarını (4. gün);
– Sonra denizlerdeki hayvanları
ve havalardaki kuşları, (5. Gün); – Ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu
yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6.
Gün).
(Tekvin, 1.Musa, Martin
Luther tercümesi -Bibel)
Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda
anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya
çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu aşikardır. Dolayısıyla
Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir.
Dünyamızdaki bu ilk yaratılış
noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak
zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri için, Cennetten
kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye
geldiler?
Bu sorunun yanıtı ise 15-20 bin
yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:
– Buzul devri süresince dünyanın
diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası” diye
adlandırdığımız bu CENNET-ÜLKE ovasındaki yaşam koşulları diğer bölgelere göre
çok daha iyidir. Burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki
soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler.
– Buzul devrinin sona ermesiyle
hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmesi başlar.
– Deniz seviyesi yükseldikçe
insanlar ovadaki tepeler üzerine çıkarlar; ama bu yükseltilerin deniz içinde
bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Adalar üzerindeki yaşam binlerce yıl
sürer. Dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde
yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde
başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde
yaşamaktadırlar.
– Buzul devrinin sona ermesi
sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı
adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya
başlarlar. Ama deniz seviyesi yükselmesi, 14–15 bin yıl öncelerinden başlayarak,
7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder. (Bu konuda Atlantis’in yazarı
Eflatun’un Kritias ve Timaios adlı eserlerine bakınız).
– Yaşadıkları bu dünyanın
(adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri
için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği”
inancındadırlar. (Eflatun ve Sümer belgeleri)
– Gelecek bahardaki taşkınla
birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs.
gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
– Dalgalar ve akıntılar
tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya
çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini
sanırlar; vs..
– Yeni geldikleri bu yer
parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet
dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın
sonucudur.
Şimdi 2+2=4 cennet konusunu
aydınlatmaya çalışalım.
Verilen “CENNET-ÜLKE”
haritasında, KB ve GD olarak işaretlenmiş iki farklı
bölgeyi düşünün. Çok farklı konumdalar ve çok farklı çevre-şekillerine
sahipler. O zamanın insanlarının coğrafik bilgileri de çok sınırlı. Doğal
olarak o bölgede yaşayan insanlar bu ırmakları farklı adlandıracaklardır. Örn.
KB’da yaşayanlar Dicle ve Fırat olarak adlandırmışlardır.
Güney-Doğudakilerin nasıl
adlandırıldığını ise şu paragrafları okuduktan sonra anlayacaksınız:
"7. Böylece Efendi Tanrı
topraktan insan yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve böylelikle
insan canlılık kazandı.
8. Ve Efendi Tanrı doğuda (Kudüs
gibi kutsal topraklara oranla, Eden Bahçesi (Cennet), "doğuda"
olacaktır; Basra Körfezi dibindeki eski verimli ovalar da, doğudadır!) bir
yerde Eden bahçesini dikti ve yarattığı insanı bu bahçenin içine koydu.
9. Ve Efendi Tanrı, yeryüzünde,
güzel görünüşlü ve tadlarına doyum olmayan ağaçlar büyüttü, ve bahçenin
ortasında, iyi ve kötüyü ayırt etme ağacını, hayat ağacını yeşertti.
10. Bu Eden bahçesinde, bahçeyi
sulamak için bir ırmak akıyordu, ve orada dört kola ayrılıyordu.
11. Birinci kolun adı Pişon'du
ve altın ülkesi Hevila yöresinde akardı;
12. ve bu ülkenin altını
değerlidir. Orada ayrıca Bedolak-zifti ile Şoham süstaşı bulunur.
13. İkinci ırmağın adı Gihon olup, Kuş ülkesi
yöresinde akar.
14. Üçüncü ırmağın adı Dicle
olup, Asur ülkesinin doğusunda akar. Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır.
15. Ve Efendi Tanrı insanı alıp,
bahçeyi işleyip bakması için Eden bahçesine bıraktı."
(Tekvin, 1.Musa, 1.2 bab, 7-15)
Bu paragrafları okuduktan sonra,
Kurandaki o ayetlerin anlaşılması kolay olmadı mı?
“Hayatın neden doğum-ölüm
döngüsü üzerine oturtulduğunu” bile açıklamaktan aciz olan “kutsal kitapların”
ilahi bir kaynağı olabilir mi?
Dolayısıyla kutsal kitaplar
toplumları yönetmeye kalkan hanedanlar sınıflarınca halkı uyutup, birer robot
gibi davranmalarını sağlamak için oluşturulmuşlardır. Toplum yönetimini eline
geçirmiş olan tepedeki efendiler camiası, halkın kendilerine itaatkâr olması
için kutsallık dedikleri bir hikâye uydurmuşlardır ve kutsal emirlere uyanların
öldükten sonra cennet denilen bire mekanda ebedi olarak yaşayacaklarını vaat
etmişlerdir. Tepedeki birileri egemenliklerini koruyup-sürdürebilmek için halkı
sürekli baskı altında tutmaya çalışırlar. En etkili baskı KORKU yaymaktır.
Kıyamet konulu ayetlerde görüldüğü üzere, eski zamanlarda yaşanmış felaketler
örnek verilerek, önceki peygamberlere inanmayan kavimlerin nasıl
cezalandırıldıkları örnek gösterilip, kutsal kitaba (dolayısıyla Muhammed’e)
inanılması öğütlenmektedir. Âyetlerde, Kıyamet gününün dehşeti içinde
insanların en kıymetli mallarından bile vazgeçip terk edecekleri şeklinde
korkutucu ifadeler bulunmaktadır.
Mısır tarihi kral mezarları
yazıtlarıyla en iyi araştırılan tarihsel dokümanlar sunmaktadır. Bu tarihsel
verilerde Musa, Yakup, Joseph gibi kutsal kitap kişilikleri hakkında hiçbir
ibare bulunmadığı ortaya çıkmış ve kutsal kitapların tamamen uydurma oldukları
anlaşılmıştır. Yani kutsal kitapların doğal-sistemin yaratıcısı ile hiç
ilişkisi yoktur ve kesinlikle devlet yönetimindeki hanedanlar, rahipler gibi
tepedeki bir zümre tarafından halkın kendilerine biat etmeleri için
yazdırılmışlardır (Dick Harfield 2023, https://qr.ae/pyaYk4).
Bu dünyada yaşamak üzere
oluşturulan insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler
kesiminin, insanları öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne
anlam taşır?
Dolayısıyla, Kuran dahil tüm
kutsal kitaplar hanedanlarca yazdırılmış, yöneticilerin halkı yönlendirmesini
kolaylaştırmaya yarayan derleme eserlerdir. Arapça harflerle yazılan Kuran halk
arasında öylesine “kutsal” sayılmaktadır ki, insanlar arapça yazılmış bir kağıt
parçasını bile kutsal sayıp, onu saklayıp-korumaktadır. Bu konuda yaşanmış bir
olayı anlatarak, bu şartlandırmanın insanları nasıl mantıksız yaptığını
görelim.
-Bir
Levhanın İlginç Hikayesi-
Resimde
görmüş olduğunuz Arap alfabesi ile yazılmış, ebru sanatıyla süslenmiş eski
Türkçe yazılı levhanın ilginç hikayesini öğrenince bilgisayarıma indirdim ve
yazıcıdan çoğaltıp sokaklarda kendimce bir iki deneme yaptım…
Resmi bir caminin yakınında yere bıraktığımda,
resmi gören hemen hemen herkesin resmi üç kez öpüp başına koyarak ya cebine
koyduğunu ya da yüksek bir yere koyduğunu gördüm…
Daha sonra sokakta bazı kimselere (çoğunlukla
yaşlı amca ve teyzelere) resimde ne yazdığını sordum, ezici çoğunluk anlamından
bahsetmeden ayet dedi birkaç kişi ise eski Türkçe yazı dedi…
Bir caminin bahçesinde herkesin görebileceği
şekilde resme bakıp buruşturup yere attığımda ise neredeyse dayak yiyecektim…
Bu denemeleri yaptıktan sonra bu yazıyı yazmaya
karar verdim.
Önce bu levhada ne yazdığı ile daha doğrusu bu
levhanın ilginç hikayesi ile başlayalım yazımıza…
Resimdeki ebru sanatıyla süslenmiş levhada
Arapça abecesiyle eski Türkçe “şimdi b.ku yedik” yazıyor…
Levhanın hikayesi ise şöyle…
“Bu levha Necmeddin Okyay’a ait ebruyla
süslenmiş ve “celi sülüs” yazı çeşidiyle yazılmış olan ibaresi ile meşhur…
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü
Ermeniler’den Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya
göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açmıştı.
Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş,
baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakmıştı ama savaşla
birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her geçen gün bir öncekini
aratmaktaydı.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943’un sonuna
doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün
kalmadığı ortaya çıkmıştı.
Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder
Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte’ye, Nisan başında ise Viyana’ya girerek Berlin’e
doğru ilerlediler ve 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar.
Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağında
kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler.
Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı.
Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir
işti.
Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o
günlerde asil mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı.
Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus
İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı.
Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus
askerlerine açık tutulacaktı.
Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla
gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu.
Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus
askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla
uzun sürmedi.
Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye
gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki
asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi.
Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri,
genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup
biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi.
Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan
sonra genç kıza doğru yaklaştı ve elini uzattı.
Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir
hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki
üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan’ın şakağına dayadı.
Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş karısına
döndü ve ağzından,
– “Şimdi b.ku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını
indirerek sordu:
– “Ne dedung? Ne dedung?…”
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister
istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:
– “Simdi b.ku yedik”.
O anda sanki bir mucize oldu.
Asker ani bir hareketle silahını indirerek
yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın
boynuna sarıldı.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu.
Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız
Türkçesi ağzıyla,
“Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam” yani
“Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini
hayretler içinde seyrediyordu.
Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız
askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık
yasamışlardı.
Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan
ailesi rahat bir nefes aldı.
Askerler özür dilediler, çaylar içildi,
konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik
yaptılar.
Sovyet ordusunda farklı milletlerden askerler
vardı.
Bu iki Kırgız asker de Sovyet ordusu ile
Berlin’e kadar gelmişlerdi ve 1945’te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı
zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin’e
diken üç Sovyet askerinden biri de, Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov idi.
Savaş bitmiş, sıkıntılı günler geride kalmıştı.
Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin’deki
mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanıştılar ve gazeteciyi evlerine davet
ettiler.
Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden
yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlattılar.
Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin
Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan
bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini
ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylediler.
Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı
olabileceğini söyledi ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek
üzere hattat ve mucellid Emin Barın’ın Çemberlitaş’taki atölyesine gitti.
Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi
(şimdi b.ku yedik) duyunca şaşırdı.
Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple
karsılaşıyordu.
Hemen “Yazarım” diyemedi, düşünmek için zaman
istedi ve kendisi de Almanya’da cilt eğitimi sırasında yaşadığı savaş günlerini
hatırlayınca işi kabul etti.
Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi
yazabileceğini söyleyerek bu fotoğrafını görmüş olduğunuz “celi sülüs” levhayı
hazırladı.
Levhanın etrafı “Hatip ebrusu” ile süslendi ve
Almanya’ya doğru yola çıktı.
Levhanın hikâyesi işte böyle…
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo
cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü…
Emin Barın, dostlarına daha sonraları “Hadise o
kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek
zorunda kaldım” diyecekti.
Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan
gazeteci tarafından Berlin’e götürüldü ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete’ye
de “Levhaya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı” başlığıyla haber
oldu…
Şimdi levhada ne yazdığını, levhanın ilginç
hikayesini ve bu levhanın yazılışından tam elli yıl sonra sokakta yaptığım
denemeleri öğrenmiş oldunuz…
O zaman başlıktaki soruyu tekrar sorayım mı?
Bugün Müslüman Türk için kutsal olan ne?
Allah Kelâmı Kur’an ve anlamı mı yoksa arap
abecesi mi?
Saygılarımla…
Murat Çalık 15.11.2019
Günlük hayatımızda kullandığımız
her 2-3 sözcükten biri Allah’tır. Allah herşeyi yaratan olarak kabul edilir.
Günümüzde dünyamızın Güneş etrafında dönen 8 gezgenden biri olduğunu, Güneşin
Samanyolu galaksisi içindeki milyarlarca yıldızdan biri olduğunu, evrende ise
Samanyolu gibi daha milyarlarca galaksi bulunduğunu biliyoruz. Ve o yaratıcının
dünyadaki bakterilerden başlayıp, bitkiler, hayvanlar, insanlar gibi tüm
canlılar alemini yarattığına inanıyoruz.
Peki Allah kavramını ilk ortaya
atan insanların dünyası ve evreni nasıldı?
Halbuki 4-5 bin yıl öncelerinin
insanları Allah deyince farklı düşüncelere sahipti. Çünkü onların dünyası ve
evreni çok sınırlıydı.
4-5 bin yıl öncelerinin insanlarının kafasında yukarıda
sıralanan kavramlardan çoğu yoktu. Onlar atom ve molekül gibi temel öğelerden
habersizdiler. Bu temel öğelerin birleşmeleriyle 3.5 milyar yıl önceleri
bakteri gibi tek hücreli canlılarla hayatın başlatıldığını da bilmiyorlardı.
Canlı-cansız tüm varlıkların yüz kadar atom denilen kimyasal elementin farklı
kombinasyonlarından oluştuklarını bilmeyen atalarımızın dünyamızın coğrafik
görüntüsü hakkında bildikleri de çok sınırlıydı. İnsanların jeoloji, biyoloji
gibi doğal bilimlerden hiç haberleri yoktur. Dünya coğrafyası hakkındaki
görüşleri de yok denilecek kadar sınırlıydı.
Allah terimi 4-5 bin yıl önceki insanların doğa anlayışına
göre oluşturulmuştur. O zamanlarda insanlık Sümerler’in "krallık gökten indikten sonra"
görüşündeydi. Yani toplumu yöneteceklere gökteki Allah kutsal kitap
gönderiyordu. Kutsal kitapların Allah’ı bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona
KUTSAL KİTAP gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir
RAB = EFENDİ idi.
Peki günümüz
insanlarının kafasında Allah deyince ne tür bir varlık tasarlanıyor?
Allah deyince iyi düşünmek gerekir. Çünkü günümüz
insanları Allah deyince, evreni, dünyayı oluşturan, doğadaki tüm canlı ve
cansız varlıkları ve onlar arası ilişkileri düzenleyen bir yapıcı-oluşturucu
güç sistemi tasarlar. Çünkü günümüz bilgileri doğada herşeyin atomlarla
oluşmaya başladığını, sonra molekül-hücre beden gibi gittikçe büyüyerek gelişen
bir sistemde olduğunu göstermektedir.
Oysaki 3-4 bin yıl öncelerinin insanları doğa ve dünyanı
göğün 7 katında oturan RAB yani bir süper-insan =EFENDİ tarafından 6 günde
yaratıldığı ve ilk insan ADEM’in de çamurdan yaratılıp, içine RAB tarafından ruh
üflenerek canlılık kazandığı şeklinde bir bilgiye sahptiler.
Bu RAB her kavimden bir kişiyi sevgili kulu olarak seçip,
ona bir kutsal kitap gönderir, ve o kavim
halkı da bu kutsal kitap-bilgilerine göre yaşardı. Kutsal Kitaba uygun
yaşayanlar öldüklerinde CENNET denilen ebedi bir ahiret hayatıyla ödüllendirilir,
diğerleri CEHENNEM denilen ebedi bir azaba mahkum olurlardı.
Peki günümüz insanlarının kafasında Allah deyince ne tür
bir varlık tasarlanıyor?
(A)-Bir ırktan bir insanı elçi atayıp, ona KUTSAL KİTAP
gönderip, o ırkın mensuplarını koruyup-kollayacağını vaat eden bir Allah mı?
(B)-Yoksa, 13 milyar yıl önceleri evreni oluşturmaya
başlayan kuantsal canlılık sisteminini mi? Önce atomları, sonra molekülleri, sonra
hücreleri, sonra bedenleri milyarlarca süren bir zaman içinde BİLGİye dayalı
olarak oluşturan ve sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğal sistem
oluşturmaya devam eden bir Allah mı?
Bu
konuyu iyi düşünün, çünkü dinciler hala (A) şıkkındaki gibi tanımlanan bir
Allah kavramını insanlığa aşılamaya çalışıyor. Halbuki normal bir insan (B)
şıkkındaki gibi bir Allah düşünür.
Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindeki dinamik bir
sistemdir. Kutsal-Kitaplı yaratıcılık sistemi ise hiç değişmeyen ve herşeyi
önceden bilerek yapmış olan sabit-değişmez, yani statik sistemli bir hayat
görüşüdür ve ebedi bir öteki-dünya vaat eder. Böyle bir görüş doğal sistemin
dinamik olmasına tamamen terstir. Yani ALLAH kavramı sabit değişmez bir güç
sistemi olamaz.
Devamı var