Atlantis neden gerçektir?



Neden “Atlantis gerçektir” gibi iddialı bir makale yazdım?   
ÖNSÖZ:
Atlantis konusunda binlerce makale ve kitap yazılmıştır. Ancak bunların hiçbiri Eflatun’un vurguladığı şu noktaları dikkate almamışlardır:
1)      Eflatun Atlantis adasının bulunduğu gölün çevresinde 540 km uzunluğunda 190 km eninde ve içinden ırmak akan bir ovanın varlığını vurgular. Bu Ova'nın kuzeyinde yüksek bir dağ kuşağı bulunur. Ve buranın yakınındaki bir boğazdan büyük bir okyanusa geçilir.
2)      Eflatun Atlantislilerin her yıl tekrarlan sel felaketlerine uğradıklarını, bu sel felaketleri nedeniyle kuzeydeki dağların yamaçlarının çırıl-çıplak bırakıldığını,
3)      Dağlardan gelen bu çamurlarla Atlas gölünün dolarak deniz taşıtlarının hareketlerine mani olduğunu ve geçilmez bir bataklığa dönüştüğünü ve en sonunda bir gece tüm adanın suya gömüldüğünü yazar.
 Hangi Atlantis makalesinde veya kitabında yukarıda belirtilen özellikler bulunmaktadır?
Diğer önemli bir soru da şu:
Böylesine binlerce yıl süren bir doğa felaketler zinciri insanlığın hafızasına kazınıp, nesilden nesile aktarılmaz mı? Eflatun’un böylesine yaşanmış bir bilgiyi aktarması uydurma olabilir mi? İnsan nasıl böyle bir şey uydurabilir?

Benim yazdığım makalede Eflatun’un belirttiği tüm noktalar yerine getirilmektedir: Eflatun’un yazdıkları, Basra-Hürmüz arası ortamda 11-12 bin yıl önceleri gerçekleşmiş olmalıdır.  Söz konusu ortam şu an 30-40 metre deniz seviyesi altında olduğundan, arkeolojik kazılar yapılması olası değildir. Ancak  MÜON tomografisi denilen yeni yöntemlerle, derinlerdeki arkeolojik yapıların görüntülenmesi mümkün olabilmektedir.   
Şimdi Atlantis konusuna dönelim ve bizler için neden çok önemli olduğunu görelim. 
Tarih kitaplarında Orta-Asya kökenli olduğumuz vurgulanır. Arkeolojik bulgular yaklaşık 6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya çıktığını ve ilk toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya konduğunu gösterince, dünya kamu oyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin kullandıkları dil, günümüz dünyasının en gelişmiş ülkeleri olan batılı devletlerin sahip oldukları indo-german kökenli bir dil değildir. Aglütine dil grubu denilen çok farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde yaşayan temsilcileri ise, Türkçe, Macarca, Fince, ve diğer orta Asya ülkelerinde konuşulun Kırgız, Türkmen vs. toplumların dilleridir.
Bu durum, dil-bilimciler arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak adlandırılan Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende birleştirilebileceği tartışmaları ortaya çıkar. Bu nedenle, Sümerlerin Mezopotamya’ya Orta-Asya’dan göç etmiş olmaları yönünde bir görüş yaygınlaşır.
Anlaşılacağı üzere, bazı temel noktaların aydınlatılması gerekmektedir. 14-15 bin yıl önceleri dünyamızda yaşam koşulları nasıldı, 8-10 bin yıl önceleri nasıldı, 5-6 bin yıl önceleri nasıldı gibi konular bilinmeden, avcı-toplayıcı göçebe hayatından, tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik hayat geçişin ne zaman, nasıl ve nerede başladığı konusu aydınlatılamaz.
Dünyamızın nasıl oluşup-geliştiği, bu dünya üzerindeki hayat sisteminin nasıl geliştiği, insanlığın bu sistem içindeki yeri ve nasıl geliştiği konularıyla haşır-neşir olmuş biri olarak, 1980li yılların sonunda, arkeolojik-antropolojik araştırmaları incelerken BRENTJES’in, (1981), “Völker am Euphrat und Tigris = Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırma sonucu Basra-Körfezi’nin geçmişiyle ilgili şu şekildeki durumu gördüm:


Bunu görür görmez beynimde bir şimşek çaktı: Atlantis: Kayıp Ülke!
Hemen Atlantis konusunu araştırmaya başlayıp, zor da olsa Eflatun’un ilgili eserlerine ulaşmayı başardım. (O yıllarda internet olanakları olmadığından, Trabzon gibi zengin kütüphane kaynakları olmayan bir yerde ne kadar zor bu yayınlara ulaştığımı tasarlayın)
İnsanlığın ne zaman toplumsallaşmaya başladığı konusunda yazılı tek belge Eflatun’a aittir.  Eflatun Kritias ve Timaios adlı iki eserinde, insanlığın ilk toplumsal birliğe 11600 yıl önceleri ulaşıldığı yönünde Mısırlı rahiplerden kaynaklanan bilgiler vermektedir.
Eflatun’un Atlantis konusunda verdiği bilgiler şu açıdan çok önemlidir ve ciddi olarak üzerinde durulmasını ve dikkate alınmasını gerektirir:
1-      Eflatun söz konusu ortamın bir göl (veya deniz) içindeki bir adada gerçekleştiğini;
2-      Bu gölün her yıl süren sürekli taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;
3-      Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;
4-      Ve bir gece aniden sulara gömüldüğünü;
5-      Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini vurgular. (11600 yıl öncelerinde sıcaklığın aniden yükselmeye başladığı ve buzul devrinin sona erdiği jeolojik verilerle sabittir.)
Bu olaylar çok tipik bir dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir dönemin anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın. Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle bir taşkın olması çok olasıdır.
Eflatun bunun yanı-sıra ortamın şu özelliklere sahip olduğunu vurgular.
6-      Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut Cennet-ülke olarak adlandırdığım, deniz sularının çekilmiş olduğu Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır)
7-      Bu ovanın su kanalları ile döşenerek, her tarafında yaşama uygun koşulların oluşturulduğunu; (Bu koşul şu nedenle gerekli: Henüz çanak-çömlek gibi su taşıyıcı eşyaların bulunmadığı bir zamanda, insanlar ılıman iklimli bu ovanın her tarafının yaşama açılmasına çabalamış olmalılar. Dicle-Fırat ırmakları sularının, kanallar kazılarak ovanın her yerine dağıtılıp-yaygınlaştırılması yaşam ortamının genişletilmesi için tek çaredir. Böyle bir kanalizasyon neden gerekti? Çünkü Buzul devri yaklaşık 100 bin yıl sürmüştür; bu uzun sürede, o ılıman iklimde yaşamak için insanlar her türlü çareye başvurur. En basit çare ise, obsidiyen baltaları ile, yumuşak zemin üzerinde kanallar kazarak, yaşanılacak ortamı genişletmektir.

8-      Gölün yakınlarında bir “Herakles-sütünları” terimiyle ifade edin bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.
9-      Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi bir sürü özel meyvenin bulunması

Bu kadar tesadüfi çakışma olamazdı.
Bunun üzerine 1992 yılında GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.  adlı makale yayınlandı.
Zaman içindeki gelişmelere uygun olarak, o ilk makale geliştirilerek bu yeni versiyon yayınlandı.
,Şu noktayı kesin bir şekilde vurgulamak istiyorum: Atlantis olayı bir hikaye veya Efsane değildir, kesinlikle yaşanmış bir durumdur. Bunun ıspatı için şu birkaç verinin sıralanması yeterli olmalıdır.
İnsanların durup-dururken
1- "Ülkenin kuzeyindeki dağların yamaçlarında her yıl toprak kaymaları oluyordu ve bu nedenle dağ yamaçları çırıl-çıplak kalmıştı.
2-Bu toprak kaymaları bir taşkınla birlikte oluyordu ve o taşkın sonucu Atlas- denizi gittikçe çamurla doluyordu.
3- Önceleri deniz taşıtlarının rahatça dolaştığı bu deniz (aslında bir göl) bu nedenle çamurlarla doldu ve artık üzerinde taşıtlar geçemez oldu.
4- En sonunda öyle büyük bir felaket oldu ki, göl üzerindeki üzerinde yaşadığımız adamız batıverdi.
5- Tüm bu olaylar da 11600 yıl önceleri oldu.
şeklinde bir hikayenin yaşanılmadan uydurulması mümkün müdür?
Ve tüm bu anlatılan olayların gerçekten dünyamızın bir bölgesinde yaşanmış olmuş olması gerekliliği jeolojik ve arkeolojik verilere göre saptanmış ise, böyle bir yazı nasıl efsane, masal, hayal-ürünü vs olarak görülür?
Lütfen bundan sonraki bölümlerde bu noktayı dikkate alarak değerlendirme yapmanızı rica edeceğim.

Bu durum ve bilgiler ışığında, insanlığın toplumsallaşması konusunda bu verilerin ne kadar önemli olduğunu sizlerin takdirine bırakıyorum.

Toplumsallaşma Tarihimiz ve Atlantis - Sümer – Türk Bağlantıları

İnsanlık yaklaşık 2.5 milyon yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıkmış ve Homo habilis, Homo erectus, Homo sapiens gibi türler oluşturarak günümüz insanlığının oluşumuna kadar gelişmiştir.
Bu çalışmada Homo sapiens sapiens adıyla tanımlanan son insan türünün dünyanın neresinde, nasıl ve ne zaman toplumsal bir yaşam tarzına geçtiği açıklanacaktır.

Jeolojik-Arkeolojik bulgulara göre insanlığın kültürel gelişimi

Herhangi bir alet yapabilen ilk “insan” » 2.5 milyon yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan dünyanın diğer bölgelerine yayılmıştır. » 1.5 milyon yıl önce Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının her tarafına ulaşabilen insan, Amerika’ya ancak » 20 bin yıl önce geçebilmiştir.
         İnsanın zihinsel gelişimi: » 2.5 milyon yıl önceleri sert taşlardan kesici parçalar elde etmekle başlamış;
         » 500.000 yıl önceleri ateşi kontrol etmeyi başarmış;
         » 300.000 yıl önceleri ölülerini gömmeye;
         » 30.000 yıl önce aile toplulukları halinde ve zıpkın, vs. yaparak çadırlarda yaşamaya başlamış;
         » 10-11 bin yıl önce, tarım ve hayvancılığı keşfederek köyler şeklinde ilk yerleşik toplumsallaşmayı başlatmış;
         » 6.000 yıl önce, sanatsal yaşamın da dahil olduğu ilk kentsel hayat tarzına geçmiş;
         » 3.000 yıl önce ilk bölgesel devletlerin oluşumu gerçekleşmiş; ve günümüzde, sanayi ve teknolojinin aşırı gelişmesi sonucu, devletler arası sınırlar anlamını yitirmeye başlamış, globalleşme zorunluluk olmuş, dil-din-ırk, vs. ayrımının gözetilmediği, dünya ölçeğinde ortak bir toplumsal yaşam sistemi oluşturulmasının çabaları yürütülmektedir.
         “Atalarımız ilk defa sıcak bir çorbayı ne zaman içti?” şeklinde bir soruya verilecek yanıt ise: “yaklaşık 8.000 yıl önce!” olur, çünkü, daha önceleri çanak-çömlek yapmasını bilmiyordu! Şekilde görüldüğü üzere, insanlığın zeka düzeyi zamanla gelişmektedir; »30.000 yıl öncesine kadar insan zekası çok az bir gelişim gösterirken, ondan sonra çok hızlı bir yükselişe geçmiş ve bunun sonucu yarattığı ürünlerin sayısı hızla artmaya başlamıştır.
Şekil 1: Arkeolojik veriler toplumsallaşmanın başlangıcının yaklaşık 12-13 bin yıl önceleri Güney-Batı Asya'da gerçekleştiğini göstermektedir.

Zekasının gelişmesi doğal sorunlarını çözmesine yaramış, bunun sonucu, bireysel-bağımsız-göçebe hayatından sıyrılarak, karşılıklı-bağımlılığa dayanan toplumsal hayatı başlatmış, zeka ve mantığının daha da gelişmesiyle, toplumsal birimlerin çapını köylerden kentlere, bölgesel devlet oluşumuna ve nihayet dünya ölçeğinde bir toplumsallaşmaya ulaştırmıştır. Bağımsız-bireysel yaşayan bir insan "toplu iğne" bile yapamazken, karşılıklı-bağımlılığa ve iş-birliğine dayalı yaşam tarzıyla (daha geniş çapta insanlığın katılımıyla), daha büyük ve daha komplike kültür ürünleri oluşturulabilmekte (motor, uydu, bilgisayar, vs.) ve insanlığın yaşam standardı biraz daha yükseltilmektedir.
Arkeolojik veriler, toplumsal hayata geçişin yaklaşık 10-12 bin yıl önceleri olması yanında, bu geçişin ilk defa dünyanın neresinde gerçekleşmiş olduğu hakkında da gerekli ip-ucunu vermektedir: Güneybatı Asya!  Dolayısıyla Atlantis denilen ilk sivilizasyon merkezi, Güney-Batı-Asya konumlu olmak zorundadır.
Şekilde ayrıca, bilgi, dolayısıyla kültür düzeyinin, eski zamanlarda dünyanın bir yerinden diğerine ne kadar uzun bir sürede aktarıldığını görmekteyiz. Örneğin Mezopotamya'da 9-10 bin yıl önceleri başlatılan kasaba-kültürü Kuzeybatı Avrupa'ya yaklaşık 4 bin yıl sonra ulaşabilmiştir! 
Ayrıca, toplumsallaşma, sanat, yazılı-belgeler, mimari-eserler gibi kültürel gelişimlerin, Mısırdan bin-yıl kadar önce, Basra çevresi olarak kabul edilebilecek “Güney-Batı-Asya”da ortaya çıktığı, Braidwood’un çalışmasında görülmektedir. Bu saptama, Atlantis’in konumunun saptanmasında kullanılacak delillerden birini oluşturması bakımından çok önemlidir.
Sadece Braidwood slaytında verilen bilgiler, Atlantis uygarlığının nerede aranması gerektiği konusunda en temel delilleri sunmaktadır. Diğer jeolojik vs deliller ise devam edecek sayfalarda sunulacaktır.


Buzul devrinin "Cennet-ülkesi" = Platonun “Atlantis” ülkesi

Şimdi önce 15 bin yıl ile 115 bin yıl önceleri dünyamızda egemen olan buzul devri coğrafyasını görelim.
Şekilde ROBERTS, N., (1984)den alınan son buzul devrinin coğrafik görüntüsü görülmektedir. Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m.lik bir deniz seviyesi alçalması demektir!

Şekle dikkatle bakıldığında, günümüzde denizlerle kaplı olan birçok bölgenin, buzul-devrinde kara halinde olduğu fark edilir. Örneğin Avusturalya ile Güney-doğu Asya birleşmiş gibidir,  Basra körfezi yoktur, kara haline geçmiştir, vs.  Buna karşın İngiltere, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Kanada gibi birçok ülke ise tamamen buzullarla kaplıdırlar. Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?


Şekil 2: Son buzul devri coğrafik görüntüsü (Roberts 1984’den). Ve o dönemde Basra Körfezinin durumu.  Son buzul devri süresince Basra Körfezinde sular çekilmiş ve büyük bir ova haline dönüşmüştür. Hürmüz boğazına yakın yerinde ise şekilde görülen büyüklükte bir göl kalmıştır.  

15 – 115 bin yılları arası dünyamız iklimi çok çok soğuktur; insan yaşamına uygun bölgeler çok sınırlıdır. Buzul devrinde dünyamız o kadar soğuktur ki, yaşam ancak bir-kaç yüz metre yüksekliği geçmeyen bölgelerde mümkündür, çünkü daha yüksek yerler soğuk ve karlıdırlar. İnsan nüfusunun yoğun olabileceği yerler Nil, Dicle-Fırat, İndus, Ganj, Mekong vadileri gibi, suyun bulunduğu, ekvator bölgesine ve deniz seviyesine yakın bölgeler olmak zorundadır. “Suyun bol bulunduğu” dememizin nedeni, o zamanlarda insanların kültür düzeyi su taşımak için gerekli çanak-çömlek gibi ürünleri yapacak düzeyde olmamasından dolayıdır. 

Bu seçenekler arasında en ideali - Arkeolojik bulguların gerektirdiği Güneybatı Asya konumlu tek bölge olan -  Dicle-Fırat vadisi ve Basra-Hürmüz-Ovası’dır, çünkü deniz seviyesinin bile altındadır ve kuzey rüzgarlarından korunmuştur ve üstelik üzerinde çok sığ ama çok büyük bir tatlı su gölü (içinde de bir sürü adası) bulunmaktadır. Zagros, Himalaya gibi dağ kuşakları üzerinde ise yoğun bir kar ve buz örtüsü bulunmaktadır.

Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu vadi, buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence vadisine dönüşmüştür. Çünkü yüksek dağların tepelerinde ve yamaçlarında bulunan kar-buz örtüleri, iklimin gittikçe ısınması nedeniyle ergimeye başlamışlar; kar ve buzların ergimesiyle oluşan sulara, buzlar altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Solifluksiyon olayı!). (Nil vadisi hariç, zira besleme havzası ekvatorda olduğu için buzul örtüsünden yoksundur ve solifluksiyona dayalı sel felaketleri oluşmamaktadır. Nil ırmağını diğer ırmaklardan ayıran bu farkın eski Mısır’lı bilginlerce bilindiği Eflatun’un Timaos ve Kritias adlı eserlerinde vurgulanır!).

Eflatun’un Atlantis anlatımının bir uydurma- bir hayal ürünü olamayacağı ve dünyanın bir yerinde mutlaka gerçekleşmiş olacağı konusunda şu anlatımların da dikkate alınması gerekir.
i-Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut Cennet-ülke olarak adlandırdığım, deniz sularının çekilmiş olduğu Basra-Hürmüz arası bölgeye tam uymaktadır)
ii-Bu ovanın su kanalları ile döşenerek, her tarafında yaşama uygun koşulların oluşturulduğunu; (Bu koşul şu nedenle gerekli: Henüz çanak-çömlek gibi su taşıyıcı eşyaların bulunmadığı bir zamanda, insanlar ılıman iklimli bu ovanın her tarafının yaşama açılmasına çabalamış olmalılar. Dicle-Fırat ırmakları sularının, kanallar kazılarak ovanın her yerine dağıtılıp-yaygınlaştırılması yaşam ortamının genişletilmesi için tek çaredir. Böyle bir kanalizasyon neden gerekti? Çünkü Buzul devri yaklaşık 100 bin yıl sürmüştür; bu uzun sürede, o ılıman iklimde yaşamak için insanlar her türlü çareye başvurur. En basit çare ise, obsidiyen baltaları ile, yumuşak zemin üzerinde kanallar kazarak, yaşanılacak ortamı genişletmektir.
Atlantis konusunda yüzlerce kitap ve makale yazılmıştır. Ama hiçbirinde bu konu dikkate alınmamıştır. Bu nedenle Eflatun’un anlatımlarındaki tüm kriterleri yerine getiren tek makale burada sunulan bu yazı olmaktadır. Umarım insanlar objektif olarak davranıp, böyle bir yazıya gereken değeri verirler.


 “Cennet-Ülke” nasıl “Cehenneme” dönüştü? 


Şekilde, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırmalara göre Basra Körfezinin buzul dönemi sonu tekrar dolması aşamaları gösterilmektedir. Buzulların kaybolması sonucu, hem dünya iklimi daha sıcak olmaya, hem de insanların yaşam ortamları gittikçe artmaya başlamıştır; ama bir istisna ile: Buzul devirlerinin Basra-Hürmüz ovası  üzerindeki göldeki adalarda ve deniz seviyesinin tekrar yükselmesiyle bağımsız adalara dönüşen diğer Basra ovası tümseklerinde!

Şekil 3: Deutsche Forschungs Gesellschaft- Meteor denizdibi araştırma gemisi tarafından yapılan araştırma sonuçları, Basra-Körfezinin Buzul devri süresince (yani 15 bin yıl öncelerine kadar) kara halinde olduğunu göstermektedir.

Çünkü buzulların ergimesiyle oluşan suların denizlere dolmasıyla, deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1 cm kadar yükselmekte, dolayısıyla denizlere komşu olan tüm ovalar ve vadiler yavaş yavaş tekrar deniz suları ile kaplanmaktadır. Bu adalarda yaşayan insanlar, hem her yıl tekrarlanan sel felaketleriyle, hem de yaşadıkları ortamın her sene biraz daha deniz suları altında kalmasıyla boğuşmak zorunda kalmışlardır.

Çareyi ise, bağımsız aileler halindeki göçebe hayattan vazgeçerek, “karşılıklı bağımlılık sistemi oluşturmada” bulmuşlardır. Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgulken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla bitkisel ve hayvansal besin maddesi elde etme çabası içine girmiş ve bu sayede, çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler ortaya çıkmış  ve TOPLUMSALLAŞMANIN İLK ADIMI atılmıştır!

Yani zor durumda kalan insanlar, birbirleriyle anlaşıp uzlaşmak zorunda kalmışlardır ki, bu dinamik sistemler teorisinin öngördüğü bir sonuçtur.

Günümüz toplumları da çok zor durumdadırlar ve sürekli kavga ve savaşlarla birbirlerine zarar vermekteler, ama dinamik sistemli (kendi aralarındaki etkileşimlere dayalı) değil de statik sistemli düşünce ve davranış (tepedeki birilerinin etkisi) içinde olduklarından, anlaşıp-uzlaşmaları olası değildir, çünkü statik sistem gereği, tepeden bir yerlerden gelen emirlere göre davranmaktadırlar. Halbuki animist veya paganist inançlı ataları gibi dinamik sistemli düşünüp, tepeden birileri tarafından yönlendirilmeden - emir almadan, kendi kaderlerini kendileri belirleyecek şekilde davransalar, kesinlikle anlaşıp-uzlaşacaklardır.

İnsanların bir araya gelip toplumsal hayat sistemini oluşturmasına yol açan zorlayıcı ortam koşulları, işte bu durumdur! Bunun sonucu insanlar arası karşılıklı etkileşim kritik değere ulaşmış ve insanlar, toplum hayatı denilen yeni bir üst sistem oluşturmuşlardır. Ama sistemin sahipliği konusunda çok büyük bir hata yapmışlardır. Kuvvet dediğimiz yaptırımcı faktörün varlıkların dışında olduğunu varsaydıkları, tanrısal güçleri temsil ettiklerine inandıkları bir ‘tepedekiler’ anlayışı bırakmışlardır.
Her şey bir ihtiyaçtan doğar ve ihtiyaçlar bilgi oluşturularak giderilirler. Her darda kalan, sıkışan öğe, sorunu aşmak için arayışlara girer ve bunun sonucu bilgiler üretilmeye başlanır. İnsanların insanlaşması, yani vahşi davranışlı hayat tarzından, uygar ve birbirlerine karşılıklı saygı duyan bireylere dönüşmesi de bir ihtiyaçtan doğmuştur. Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan bir adada mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.

O zamana kadar herkes birbirlerini rakip veya düşman olarak görürken ve birbirlerinden bağımsız olarak avcılık ve yabani meyve toplayıcılığı ile geçinirken, doğanın karşılarına çıkardığı bu her yıl tekrarlanan sel felaketleri ve gittikçe yükselen deniz seviyesi karşısında, gidecek başka yerleri olmadığı için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşime girmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar (ve çevre faktörleri) arası etkileşimler doruk noktasına ulaştığında, karşılıklı uzlaşma sağlanacak bir “order parameter= düzen ölçütü” oluşturulmuş ve insanlar bu düzen ölçütüne uyarak toplumsallaşmayı başlatmışlardır.

Adanın çevresine set şeklinde duvarlar örmek, taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir. Duvar örme ve sürekli olarak bu duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli insanların görevlendirilmesi gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak besin maddelerini de başkalarının temin etmesi gerekmiş, bu şekilde insanlar arası karşılıklı bağımlılık sistemi, yani toplumsallaşma başlatılmıştır!
Bir insanın normal olarak toplayacağı yabani meyve veya avlayacağı canlı sadece kendi ihtiyacını karşılayacak kadardır; halbuki duvar yapımı ile uğraşan insanların besinlerini karşılamak da onlara düşünce, çözüm arayışına girmişlerdir.

Tavukları yabanda avlamak yerine, onları “kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla” gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde “tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp, işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.

Görüldüğü üzere dinamik sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar. Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıktı. Öyleyse, başka meslekler de oluşturulmak zorunda, çünkü, duvarcının ihtiyaçlarının karşılanması gerek! Eskiden herkesin bağımsız olarak yaşadığını ve her türlü ihtiyacını kendisinin karşıladığını düşünürsek, şimdi karşılıklı bağımlılık içinde bir hayat sistemi oluşturulması söz konusudur. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor.

Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine girmişlerdir. Böylelikle toplumsallaşmanın ilk adımı atılmıştır!

İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.
Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler oluşturulmasıyla mümkündür.
Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir sorunla karşı-karşıya getirmiştir. Arkeolojik-paleoantropolojik bulguların gösterdiği üzere, ilk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden oluşur.  Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.

Böyle bir ortamda toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin, tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılmasının nedeni budur.

Özetle:
—Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası = Atlantis-Ovası“ diye adlandırdığımız bu 20-30 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilincindedirler. Ve Batı Asya ve Avrupa’daki insanların büyük çoğunluğu bu cennet ülkede yaşamaktadır. Diğer bölgelerde yaşam sadece mağaralardadır.
—Buzul devrinin sona ermesiyle, hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki yaşam, adanın yüksekliğine göre, birkaç bin yıl sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar. 
—Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Zaman geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama deniz seviyesi yükselmesi, ~14 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1.5-2 cm kadar).
—Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.
—Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.
Sümerlerin, “denizden iki ırmak ülkesine geldik” şeklindeki yazılı belgelerinin arkasındaki gizem bu noktadan kaynaklanır.  
Olaylar bu şekilde yorumlanırlarsa, her şey anlamlı bir duruma gelir. Görüldüğü üzere, kutsal kitaplardaki cennet ve yaratılış hakkındaki sayfalar, jeolojik ve arkeolojik bulgulara göre ortaya konulan çağdaş bilimsel görüşlere genelde ters düşmemektedir; sadece, atalarımızın neleri nasıl yorumlamış oldukları konusunda gerçeklere uygun çağdaş bir yorumlama gerekmektedir.


Atlantis hikayesini kim ortaya atmıştır?
 Atlantis adını duymayan yoktur sanırım. MÖ 429 - MÖ 347 tarihleri arasında yaşamış olan  Platon (Eflatun) Timaeus ve Critias adlı eserlerinde doğayı ve insanlığın gelişimini açıklamaya çalışır. O zamana kadar insanlık tarihi hakkında pek yazılı bilgiler yoktur. Yunanlılar da kendi tarihlerini 1-2 bin yıl kadar daha eskilere ancak götürebilmektedirler. Sokrates’in öğrencisi olan Platon, Sokrates’in öğrencileri arasındaki bir sohbet sırasında, Kritias adlı bir öğrencinin, MÖ. 640-558 arasında yaşamış olan Solon adlı Yunan bilgininin, dedesine, Mısır’a yaptığı bir seyahatte, Mısırlı bir rahibin kendi tarihlerini MÖ 9 bin yıl öncesine kadar uzatabildiklerini öğrenir.
Felsefe dediğimiz, hayatla ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı amaçlayan bilim dalının babası kabul edilen Platon, zamanının tüm bilgilerini derleyerek, Timaios ve Kritias adlı iki eserinde, insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya çalışmıştır.
Solon adlı yunan bilgini Mısır ziyareti sırasında, Mısırlı rahiplerden bu gerçeği öğrenmiş ve Kritias’ın dedesine, o da bu bilgileri torununa aktarmış, Platon da bunları ilk defa yazılı hale getirmiştir. Platon’un bu yazdıklarına dayanılarak, insanlığın ilk defa nerede uygarlık oluşturmaya başladığı, Atlantis denilen efsanevi batık kentin nerede olduğu konusunda yüzlerce yayın yapılmıştır. Bunlardan biri de benim tarafımdan yapılmış olan şu yayındır: GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.
Bu makalemin yazılması, DOM-sistemi bilgilerini olgunlaştırmaya başladığım yılların başlangıç evresine denk gelmektedir. Bu nedenle DOM-bilgileri içinde önemli bir yer tutmaktadır, çünkü Cennet ve öteki-dünya, Nuh-Tufanı gibi birçok konu ile yakından bağlantı söz konusudur.
Bu nedenle, hem insanların kafasındaki Atlantis konusu ile ilgili bulanıklığı gidermek, hem de toplumsallaşmanın jeolojik-arkeolojik olaylarla bağlantısını göstermek açısından, Atlantis konusu bir-kaç bölümlük kısa yazılar olarak arkadaşlarımızla paylaşılacaktır.

Platon Atlantis konusunda neler anlatıyor? 

Eflatun tarafından hazırlanan insanlık tarihi bilgileri

Hayatla ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı amaçlayan felsefe dediğimiz bilim dalının babası kabul edilen Eflatun, zamanının tüm bilgilerini derleyerek, Timaios ve Kritias adlı iki eserinde, insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya çalışmıştır.

Şekilde Atlantis hikayesinin aktarım aşamaları gösterilmektedir. Platon’un ulaştığı bilgi kaynaklarına göre, insanlığın geçmişi hakkında en eski bilgiler Mısır’daki tapınaklarda muhafaza edilmektedir; çünkü dünyanın diğer yerlerinde eskiden çok yaygın olarak oluşmuş olan sel felaketleri, oralardaki tüm insanlığı ve bilgiyi yok ederken, Nil vadisi boyunca böyle felaketler olmamış, dolayısıyla, bilgiler korunmuştur!

Şekil 4: Atlantis hikayesi, 11600 yıl önceleri gerçekleştiği söylenen ve Mısır tapınaklarından birinde bulunduğu belirtilen bir belgeye dayandırılır. Şekilde Atlantis hikayesinin aktarım aşamaları gösterilmektedir.

 Timaios ve Kritias’da neler anlatılıyor?

         11 600 yıl önceleri Atlantis’liler kuzeylerindeki bir ülkeye göç-saldırı yaparlar.
         10 600 yıl önceleri batıdaki Mısır ülkesine göç- saldırı yaparlar.
         Bu saldırıyla kutsal bir kraliçe Mısır’a uygarlık tohumları getirir ve bu bilgiler bir tapınağın duvarına kaydedilir.
         Bu bilgiler Mısırlı bir rahip tarafından Solon’a söylenir.
         Solon bu bilgileri Kritiasın dedesine aktarır.
         Dede bu bilgileri torunu Kritias’a anlatır.
         Kritias bu bilgileri Platon’a aktarır ve Platon Timaos ve Kritias adlı eserlerde bu bilgileri işler.

Eflatun (Platon) insanlığın ne zaman toplumsallaşmaya başladığı hakkında eski kaynaklara dayanarak yazılı bilgiler veren temel iki eser bırakmıştır.

Solon adlı yunan bilgini Mısır ziyareti sırasında, Mısırlı bir bilginden insanlığın geçmişi hakkındaki gerçeği öğrenmiş ve Kritias’ın dedesine aktarmış; o da bu bilgileri torununa aktarmış; Eflatun da bunları ilk defa yazılı hale getirmiştir.

Mısırlı bir ihtiyar rahip Solon’a insanlığın geçmişi hakkında en eski bilgilerin Mısır’daki tapınaklarda muhafaza edildiğini anlatır. Çünkü dünyanın diğer yerlerinde eskiden çok yaygın olarak oluşmuş olan sel felaketleri, oralardaki tüm insanlığı ve bilgiyi yok ederken, Nil vadisi boyunca böyle felaketler olmamış, dolayısıyla, bilgiler korunmuştur! 

Bu bilgilere göre, Mısır kültürü 8 bin yıl önce bir kadın-tanrı tarafından oluşturulmuştur. Aynı kadın-tanrı, iklimi çok ılımlı ve toprakları çok verimli başka bir ülkede, bin yıl daha önce (yani o zamana göre 9 bin yıl önce, günümüze göre 11600 yıl önce) bu kültürü oluşturmuştur. (Bu başka ülkeyi Solon (Eflatun) Helen olarak kabul ediyor. Ancak Mısır’daki belgede bu ülkenin adı belirtilmiyor, sadece Mısırdan önce uygarlığın başlatıldığı bir yer olduğu vurgulanıyor. Sümer uygarlığının Mısır kültüründen daha önce oluşturulduğu düşünülürse, bu ülkenin Basra - Umman arasında bir yerde olması gerekliliği ortaya çıkar.)

Bu kadın-tanrının geldiği ülke Atlantis ülkesidir. Atlantis ülkesi bir boğazla büyük bir okyanusa açılan bir deniz (göl) (Atlas denizi) içinde bulunan bir (yarım?)-adadır. Bu boğazın iç-tarafında yaşayanlarla dış-tarafında yaşayanlar arasında 11600 yıl önce çok büyük bir savaş olur. Boğazın iç-tarafında yaşayanlar, kendilerine saldıran dış-taraf güçlerini mağlup edeler. Bu arada büyük bir tufan olur ve Atlantis sulara gömülerek yok olur.

“Vaktiyle tanrılar bütün dünyayı, yer yer, kendi aralarında paylaşmışlardı. ….  Bu adaletli paylaşmada her biri hoşuna giden payı aldıktan sonra, hepsi kendilerine düşen yerlere yerleştiler. Yerleştikten sonra da, kendi malları, kendi yetiştirmeleri olan bizleri, çobanların sürülerini besledikleri gibi beslediler.”

Deniz tanrısı Poseidon’un payına Atlantis düşer. Poseidon Atlantis’in yerli halkından Cleito adlı bir kızla evlenir ve 5 ikiz oğulları olur. Ülkesini bu 10 yarı-tanrı oğulları arasında bölüştürür ve en yaşlısı Atlas’ın başkanlığında birlikte yaşamalarını sağlar.

“On kraldan her biri, kendi payına düşen topraklarda, kendi şehrinde halka hükmediyor, yasaların çoğunu kendisi koyuyor, dilediği kimseyi cezalandırıyor, dilediğini öldürtüyordu. Ama kralların birbirleri üzerindeki nüfuzu ile aralarındaki karşılıklı bağlar Posedion'un emirlerine göre düzenleniyordu. … Posedion tapınağına diktikleri oreikhalkon'dan sütun üzerine kazılmış yazılara uyarak, böyle davranıyorlardı.”
“İşte o zamanlar bu ülkenin kuvveti, erkesi çok büyüktü, Tanrı bu büyük erkeyi, anlattıklarına göre, şu yüzden bize karşı çevirmiş:

Birçok nesiller boyunca, tanrıca yaradılış yönleri üstün geldikçe, yasalara boyun eğdiler, kanlarına karışan Tanrıca öze bağlı kaldılar. …. Birçok ölümlülerle sık sık birleşmeleri yüzünden, kendilerindeki tanrıca öz gitgide azalıp insanlık özü üstün gelmeğe başlayınca, o zaman, içinde yaşadıkları refahı hazmedemeyerek, soysuzlaşmaya başladılar; görmesini bilenlere çirkin göründüler, çünkü en değerli şeylerin en güzellerini kaybetmişlerdi. … Yasalara göre hükmeden, böyle şeyleri çok iyi görebilen tanrıların Tanrısı Zeus, işte o zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsızlığını fark ederek, onların aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi. Bütün tanrıları, evren'in ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki:”
Eflatun’un anlatımları aniden kesilir ve hikâyenin sonu bilinmez; çünkü yaşanılan toprakların aniden denize gömüldüğü ve Atlantis uygarlığının kayıp olduğu, bu nedenle de bilgilerin burada kesildiği ima edilir.
Görüldüğü üzere, 10 tanrı-soylu kral ve namus-ahlak bozulmasına bağlanan bir tufan hikâyesi karşımıza çıkıyor.

Atlantis’in diğer önemli özellikleri arasında Timaios ve Kritias’da neler anlatılıyor?
Bir ön bilgi: Bu hikayedeki özel isimler iki defa değiştirilmişler ve ilgili halkın diline çevrilmişlerdir; önce Mısırlılar, sonra da Solon tarafından!

Şekil 5: Atlantis’in bulunduğu bölge, kuzeyi yüksek dağlarla çevrili, bir boğazla büyük bir okyanusa açılan bir deniz içinde bir (yarım-ada) ada ve içinden ırmaklar akan ve 540 x 360 km boyutlarında çok verimli bir ovaya sahip bir ülkedir.

1.  MÖ. 9600’lerden önceleri, Atlas denilen ve gemilerle geçilebilen bir deniz vardır; bu Atlas denizi, çok büyük bir okyanusa açılan bir boğazın iç tarafında bulunmaktadır.
2. Bu Atlas denizinin boğaza yakın tarafında, Atlantis adında BİR ADA VARDIR Kİ, ASYA VE AFRİKA’DAN BÜYÜKTÜR.  Bu adadan diğer adalara ve gölü çevreleyen karaya geçilebilmektedir.
3. Gölü çevreleyen kara gerçekten büyüktür ve çok yüksek dağlarla kaplıdır. Bu dağlar adaları ve göl çevresindeki ovayı kuzey rüzgarlarından korumaktadır. Bu yüksek kara, (boğazın olduğu yerde) bir dil gibi denize uzanmaktadır ve yanından bir ırmak akmaktadır.
4. Eskiden çok sayıda sel felaketi olmuştur ve bu sellerle öyle toprak kaymaları olmuştur ki, çevredeki dağların yamaçları çırıl-çıplak kalmışlardır.
5- Gölün çevresinde dikdörtgenimsi bir ova vardır; boyutu » 540 x 190 km'dir, Tüm bu ova derin ve geniş bir su kanalıyla çevrelenmiştir. Ayrıca tüm ovayı enine ve boyuna kesen çok sayıda başka su kanalları vardır.
6-   Ülkede (ovada ve adalarda) dünyanın en verimli toprakları bulunmaktadır, öylesine ki her türlü bitki ve sebze yetişebilmektedir; hem de öylesine bol miktarda ki, fil gibi hayvanlar bile beslenebilmektedir. İklim öylesine uygundur ki, her türlü baharat ve meyve (nar, narenciye, hindistan cevizi, vs) yetişmektedir.     
7- Bu Atlantis ülkesinde, bir ucu okyanus kenarındaki boğaza, diğer tarafta Mısır ve Adriyatik’e kadar etkili olan bir imparatorluk kurulmuştur. Günün birinde (11600 yıl önce) bu devlet tüm kuvvetlerini toplayarak önce (kuzeydeki? devletine, sonra Mısır’a saldırır.
Şekil 6: Dağ tepelerindeki buzulların ergimesi her yıl tekrarlanan sellenmelerle vadileri çamurlarla kaplarlar. En sona kalan buzul parçası ise, "Glacial Outburst flood" adı verilen muazzam bir tufan oluşturur.
Bu arada korkunç sarsıntılar ve sel felaketleri olur ve her şey ve herkes çamurlara gömülür. Atlantis adası da bu arada gömülerek yok olur. Her şeyin çamurlara gömülmesi nedeniyle, eskiden gemilerin geçebildiği bu deniz, bir bataklığa dönüşür ve geçilmez olur! (Solifluksiyon olayı sonucu gölün çamurla dolması olayı)

Şekil 7:Buzul devirlerinde yüksek dağların tepeleri ve yamaçları buzullarla kaplıdır ve deniz seviyesi yaklaşık 130 m daha düşüktür. Bu durumda, Basra Körfezi kurumuştur ve ucunda yaklaşık 20 m. derinliğinde bir göl bulunmaktadır

Şekilde buzul devri süresinde Basra Körfezi ve çevresinin coğrafik tasarımı verilmiştir. Görüldüğü üzere, Basra körfezi suları çekilmiş ve Hürmüz Boğazı (Bahreyn) yakınlarında kalan küçük bir göl artığı kalmıştır. Eflatun’un anlatımında sözü edilen deniz bu olmak zorundadır, çünkü “eskiden gemilerin geçebildiği bu deniz, bir bataklığa dönüşür ve geçilmez olur” ifadesi ancak böyle bir ortam için geçerli olabilir.

Yaklaşık 15 bin yıl önce buzul devrinin sona ermesiyle, deniz suları tekrar yükselmeye başlar. Hint okyanusu kıyılarında yaşayan insanlar yükselen deniz sularından kurtulmak için göç edecek yerler aramaya başlamak zorunda kalırlar. Boğazın dış-tarafındakilerle, iç-tarafındakiler arasında olduğu söylenen savaş, göçe zorlanan bu kavimlerden kaynaklanmış olmalıdır. 

Atlantis neden bir hayal ürünü olamaz ve kesinlikle gerçeklere dayalıdır?

Neden Platon’un Atlantis aktarımı bir hayal ürünü olamaz ve mutlaka gerçeklere dayalıdır?
1- Hikaye, jeologların SOLİFLUKSİYON dedikleri bir olayla başlamaktadır: Eskiden çok sık sel felaketleri ve toprak kaymaları olduğu ve bunlarla dağ yamaçlarının tamamen çırıl-çıplak kaldığı, ama bu tür sel felaketlerinin Nil vadisinde hiç olmadığı, vs..
 Böyle bir olay jeolojik verilerle tamamen uyum içindedir ve yaşanılmadan uydurulması mümkün değildir.

2- İlk kentleri 6000 yıl önceleri Basra çevresinde ortaya koyan Sümerler “denizden iki ırmak ülkesine” geldiklerini belirtmektedirler (Ceram 1972). Bu durumda, Sümerler Basra Körfezinde denize gömülen bir yerden kaçıp, Basra yöresine ulaşmış olmak zorundadırlar. (O ada da, daha önceleri batan adalardan gelenlerin bir ara istasyonu olabilir).

3- Mısır’daki tapınaklarda eski belgelere rastlanılmıştır. Bunlar arasında Hermetisgust adlı bir bilge veya kahinin MÖ 10000lerde Mısır kültürünün temelini attığına dair hiyoroglifler vardır . 
4- Kutsal Kitapların Yaratılış bölümünde, “Doğuda bir yerdeki Eden Bahçesinden = Cennet’ten” ve o bahçede akan Dicle, Fırat, Pişon ve Gihon adlı, günümüzde ikisi mevcut olmayan ırmaktan söz edilmektedir. Allah insanı bu bahçede yaratır, ama onlar orada günah işledikleri için o bahçeden kovulurlar ve yeni dünyalarına sürgün edilirler! Atlantis anlatımında da, benzer bir ortam tanıtılmakta ve: “ Asil soylu Efendilerin zamanla ahlakları bozulduğu için, Tanrılar onları cezalandırmaya karar verirler ve ....” şeklinde bitmeyen bir cümleyle olay sonlandırılmaktadır.

5- Atlantis adasının bulunduğu denizin, önceleri gemilerin dolaşabildiği bir ortam iken, sel felaketleri sonunda bir bataklığa dönüşmesi ve taşıtların dolaşmasına mani olması olayı solifluksiyon olayının doğal bir sonucudur ve buzul dönemi sonu Basra-Hürmüz ovası üzerindeki gölde mutlaka gerçekleşmiştir.

6- 560 km uzunluğunda ve 190 km genişliğinde bir ova, Basra-Hürmüz arasına tam uymaktadır.

7-  "Herkül Sütunları'nın ötesinde" büyük bir okyanusa açılmaktadır. (Herkül sütünları Hürmüz boğazı olarak kabul edildiğine, hemen Hint Okyanusu’na geçilir. vs.
Daha bunlar gibi birçok gerekçe, Eflatun’un aktardıklarının kesinlikle gerçeklere dayalı olduğunu göstermektedir.

Ancak Platon’un olayı yazılı hale getirmesinden önceki binlerce yıllık sözlü aktarımlarda, çok büyük boyutlara ulaşan çarpıtılmaların olaya karışmış olması kaçınılmazdır. Örneğin: Asya ve Afrika’dan daha büyük olan bir ADA! Vs..
Burada çok büyük abartmalar söz konusu olmak zorundadır. Çünkü:
1-      Atlantis gölü çevresindeki ovanın boyutu 560 X 190 km olarak belirtilmiş. Göl bu ova içinde olduğuna göre, çok daha küçük boyutlu olmalıdır.
2-      Hikayede anlatılan “deniz” bir DENİZ olamaz, çünkü sel felaketleriyle çamurla dolup, “gemilerle gezilemeyen” bir bataklığa dönüştüğü yazılıdır. Dolayısıyla bir göl söz konusudur.
3-      Asya ve Afrika’dan daha büyük bir ada ifadesi de yine aynı nedenle çok büyük bir abartıdır.
4-      Burada yapılan abartma o adada gelişmiş uygarlığın, tüm çevre kıtalardaki kültürel gelişimlerden daha üstün olduğunu ima etmek için yapılmış olabilir.

Bir genel müdürden yardımcısına şu şekilde bir sözlü talimat verilir: "Önümüzdeki Cuma günü takriben saat 17.00 civarında 76 yılda bir kez gerçekleşen bir olay meydana gelecek ve Halley Kuyruklu Yıldızı'nı bölgemizde görmek mümkün olacaktır. Lütfen memurları bahçede toplayınız, kendilerine bu ender görülen olayı açıklayacağım. Havanın yağmurlu olması halinde gözlem yapmak mümkün olmayacağından, memurları kantinde toplayınız, kendilerine bu konuda bir film gösterilecektir.“
        Müdür yardımcısının daire başkanlarına talimatı ise şöyle olmuştur: "Genel Müdürün emri üzerine: Halley Kuyruklu Yıldızı önümüzdeki Cuma günü saat 17.00 de binamızın üzerinde gözükecektir. Dışarıda yağmur yağdığı takdirde, personeli kantinde toplayınız ve bu çok ender olan olay sadece 76 yılda bir olduğu gibi kantinde gösterilecektir.“
         Bir-iki ara aktarmadan sonra, en son olarak personele şu talimat verilir: "Cuma günü saat 17.00de yağmur yağdığı takdirde ender olarak görülen 76 yaşındaki Mr. Halley ve yıldızlan Genel Müdür ile birlikte, binanın dışından kantine doğru gireceklerdir."

Onun için, Platon’un aktardıklarını bilimsel verilerin süzgecinden geçirerek değerlendirmek gerekir. Örneğin: 15-20 bin yıl önceleri insanlar henüz çanak-çömlek yapmasını bilmiyorlardı, bu nedenle de su kaynaklarından uzaklarda yaşamaları olanaksızdı. Basra-Hürmüz Ovası adını taktığımız o zamanın verimli düzlüğünün su olmayan yerlerinde yaşayabilmek için, buzul devirleri süresince toprağı kazarak yer altı suyuna ulaşmış olmaları, veyahut Dicle-Fırat ırmağı sularını kanallar kazarak, yaymış olmaları; buzul devrinin sona ermesiyle başlayan sürekli sel felaketleri karşısında ise, kazdıkları bu su kaynaklarını birbirleriyle birleştirerek, sel sularının kendilerine en az zarar verecek şekilde kanalize etmiş olmaları çok büyük bir olasılıktır. Dolayısıyla, tüm ovayı kapsayan devasa su kanalları sistemi bu şekilde yorumlanabilir.  Aynı şekilde, Atlantis adasını çevreleyen iç içe üç duvar, sel felaketleri ve sürekli yükselen deniz seviyesi karşısında başvurulması zorunlu olan korunma yöntemleridir.  Vs.

Platon’un anlatımında geçen tüm verileri bir haritaya yerleştirmeye çalışırsak, bu konumların kesişim noktası bize Atlantis’in konumunu verecektir:          
1- Fil sadece Asya ve Afrika’ya özgü bir hayvandır; öyleyse tüm diğer kıtalar devre dışı bırakılmak zorundadır.                     
2- Hindistan cevizi, nar, narenciye vs. sadece tropik kuşakta yetişirler; tüm diğer bölgeler devre dışı bırakılmalıdır.         
 3- İçinden büyük bir ırmağın geçtiği, 560 x 190 km boyutlarında bir ovanın bir ucunda “geçilebilir bir deniz” ve bu denizde adalar olacak ve buradan bir boğazla büyük bir okyanusa ulaşılacak!
4- Adanın hemen kuzeyinde çok yüksek bir sıra-dağ kuşağı bulunacaktır.
5- Arkeolojik veriler sivilizasyon başlangıcının Güney-Batı-Asya konumlu olduğunu gösterdiğinden (Braidwwod 1885), bu coğrafik ortamda bulunması gerekir.

Bunlara uygun tek bir nokta vardır: 15-20 bin yıl öncelerinin dünya coğrafyasındaki Basra-Hürmüz-Ovası ve uç kısmındaki göldeki bir ada!

Bu gerekçeler ışığında, artık Atlantis konusunda tartışılacak bir nokta olmamalı ve asırlardır aranan efsanevi ortamın bu günkü Basra Körfezinin Hürmüz Boğazına yakın bir yerinde, Dubai – Bender-e-Lengeh eşiği’nin hemen batısında olması kabul edilmelidir. Bu iddiayı destekleyen diğer önemli bir veri ise, Basra-Hürmüz arası bölgenin bir petrol-ve zift sızıntıları bölgesi olmasıdır. Şöyle ki, Atlantis-adasındakilerin diğer dünya ile etkileşim ve ticaret içinde olması gerekir, çünkü o zamanlar kesici alet olarak çakmaktaşından (obsidiyen) başka bir şey bilinmiyordu ve insanların tek aleti bu kesicilerdi. Bu taş ise Cennet-Ülke olarak tanımladığımız bölgede yoktur ve mutlaka başka yerlerden getirilmesi gerekir.  Su taşımacılığından kullanılacak kayık gibi nesnelerin su geçirilmez yapılması gerekir. Bunu sağlayacak yegane madde ise zifttir. Zift ise Cennet-Ülkede en sık rastlanılan maddedir. Henüz metalik ürünlerden yoksun insanlar, ancak sazlardan, dallardan bir kayık gibi taşıyıcı yapabilir ve bunun su geçirmezliği zift ile sağlanabilinir.  


Atlantis’in Sümer belgeleri ve Kutsal-kitap-bilgileriyle bağlantıları

Atlantis - Cennet Ülke –Adn (Eden Bahçesi) –Nuh tufanı ilişkileri

Hayatın başlangıcı konusundaki dinsel bilgiler
 Kutsal kitaplar, atalarımızın dünya görüşlerinin, bizlere aktarıldıkları kaynaklardır; dolayısıyla, önemli tarihsel belgelerdir. Bu belgeleri, önyargısız ve objektif bir bakış açısı ile okuyup değerlendirirsek, birçok soruya yanıt bulabiliriz.
Kutsal kitaplara göre,
— Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);
— sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);
— sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
— sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);
— sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün);
— ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün). 
Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla Adem'le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir.

Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Adem'le Havva bir "günah" işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler?
 Bu soruya verilebilecek mantıklı bir yanıt geçmişimizi doğru yorumlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu sorunun yanıtı ise 15-20 bin yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden geçer:
—Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası“ diye adlandırdığımız bu 15-20 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler. 
—Buzul devrinin sona ermesiyle hem sel felaketleri başlar, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki yaşam 3–4 bin yıl kadar sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar. 
—Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Zaman geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama deniz seviyesi yükselmesi, ~12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1cm kadar).
—Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.
—Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.

Sümerlerin, “denizden iki ırmak ülkesine geldik” şeklindeki yazılı belgelerinin arkasındaki gizem bu noktadan kaynaklanır.  

Olaylar bu şekilde yorumlanırlarsa, her şey anlamlı bir duruma gelir. Görüldüğü üzere, kutsal kitaplardaki cennet ve yaratılış hakkındaki sayfalar, jeolojik ve arkeolojik bulgulara göre ortaya konulan çağdaş bilimsel görüşlere genelde ters düşmemektedir; sadece atalarımızın neleri nasıl yorumlamış oldukları konusunda gerçeklere uygun çağdaş bir yorumlama gerekmektedir.

Tufan olayı konusunda Sümerler’in görüşü ve Sümer kültürünün Atlantis kültürü ile bağlantısı

Sümerlerin tufan olayı hakkındaki görüşleri bıraktıkları çivi-yazılı kil tabletlerde şöyle ifade edilmektedir (Kramer 1956, 1961, 1963): 

Tanrılar Meclisinde insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve ahlaklarının bozulduğuna bu nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden kaldırılmasına karar verilir. Büyük bir tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular altında bırakılarak insanlık yok edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı pek beğenmez ve Ziusudra adlı inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen iyi bir kralı bu karardan haberdar eder ve bir gemi yaparak yakınlarını ve her canlıdan bir çifti içine yükleyerek bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Ziusudra öğütleneni yapar ve yedi gün süren büyük bir tufandan sonra gemisinin tekrar karaya oturmasıyla tufandan kurtulur.

Tufan olayı tüm toplumların tarihsel değerlendirmelerinde temel bir dönüm noktası oluşturur ve her toplumda “tufandan önce- tufandan sonra” ayrımı yapılmaya başlanır. Sümer tarihi kayıtlarında “Sümer Kralları Listesi” diye bilinen kil tabletlerde tufandan önceki dönemde 10 ADET KUTSAL SOYLU KRAL ADI BULUNUR VE BUNLARIN KRALLIKLARIN BİNLERCE YIL ÖMÜRLÜ OLDUĞU YAZILIDIR. Bu tufan hikâyesi ve krallar listesi, Sümerlerden sonraki Mezopotamya kökenli kültürlerin hepsine girer ve ufak-tefek değişiklikler yapılarak, çeşitli adlar altında her toplumun kendisine has bir şekle dönüştürülür. Örneğin Sümerlerden sonraki Asur-Babil kültüründe, Gılgamış destanı oluşturulur ve Ziusudra adlı kralın yerini Utnapiştim alır. Tufan öncesine ait 10 adet kutsal soylu kral (veya peygamber) adları ve bunların ömürleri de toplumdan topluma değiştirilir ama sayı hep 10 olarak kalır.

Hayatla ilgili her şeyi anlamayı ve yorumlamayı amaçlayan felsefe dediğimiz bilim dalının babası kabul edilen Eflatun, zamanının tüm bilgilerini derleyerek, Timaios ve Kritias adlı iki eserinde, insanlığın tarihçesini de ortaya koymaya çalışmıştır.

Platon’un aktardığı bilgilere göre, Mısır kültürü 8 bin (günümüzden 10600) yıl önce bir kadın-tanrı tarafından oluşturulmuştur. Aynı kadın-tanrı, iklimi çok ılımlı ve toprakları çok verimli başka bir ülkede, bin yıl daha önce (yani o zamana göre 9 bin (günümüze göre 11600) yıl önce) bu kültürü oluşturmuştur. (Bu başka ülkeyi Solon (Platon) Yunan = Helen olarak kabul ediyorlar. Ancak Mısır’daki belgede bu ülkenin adı belirtilmiyor, sadece Mısırdan önce uygarlığın başlatıldığı bir yer olduğu vurgulanıyor. Sümer uygarlığının Mısır kültüründen daha önce oluşturulduğu düşünülürse, bu ülkenin Ur-Eridu gibi Mezopotamya’da bir yerler olması gerekliliği ortaya çıkar) Bu kadın-tanrının geldiği ülke Atlantis ülkesidir. Atlantis ülkesi bir boğazla büyük bir okyanusa açılan bir deniz (göl) (Atlas denizi) içinde bulunan bir (yarım?)-adadır. Bu boğazın iç-tarafında yaşayanlarla dış-tarafında yaşayanlar arasında 9 bin (11600) yıl önce çok büyük bir savaş olur. Boğazın iç-tarafında yaşayanlar, kendilerine saldıran dış-taraf güçlerini mağlup edeler. Bu arada büyük bir tufan olur ve Atlantis sulara gömülerek yok olur.

“Bütün tanrıları, evren'in ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki:”
Platon’un anlatımları aniden kesilir ve hikâyenin sonu bilinmez; çünkü yaşanılan toprakların aniden denize gömüldüğü ve Atlantis uygarlığının kayıp olduğu, bu nedenle de bilgilerin burada kesildiği ima edilir. Görüldüğü üzere, 10 tanrı-soylu kral ve namus-ahlak bozulmasına bağlanan bir tufan hikâyesi yine karşımıza çıkıyor.

 Yaklaşık 15 bin yıl önce buzul devrinin sona ermesiyle, deniz suları tekrar yükselmeye başlar. Hint okyanusu kıyılarında yaşayan insanlar yükselen deniz sularından kurtulmak için göç edecek yerler aramaya başlamak zorunda kalırlar. Boğazın dış-tarafındakilerle, iç-tarafındakiler arasında olduğu söylenen savaş, göçe zorlanan bu kavimlerden kaynaklanmış olmalıdır. 

Kutsal Kitapların Yaratılış bölümünde, “Doğuda bir yerdeki Eden Bahçesinden = Cennet’ten” ve o bahçede akan Dicle, Fırat, Pişon ve Gihon adlı, günümüzde ikisi mevcut olmayan ırmaktan söz edilmektedir. Allah insanı bu bahçede yaratır, ama onlar orada günah işledikleri için o bahçeden kovulurlar ve yeni dünyalarına sürgün edilirler! Atlantis anlatımında da, benzer bir ortam tanıtılmakta ve: “ Asil soylu Efendilerin zamanla ahlakları bozulduğu için, Tanrılar onları cezalandırmaya karar verirler ve ....” şeklinde bitmeyen bir cümleyle olay sonlandırılmaktadır.

Atlantis adasının bulunduğu denizin, önceleri gemilerin dolaşabildiği bir ortam iken, sel felaketleri sonunda bir bataklığa dönüşmesi ve taşıtların dolaşmasına mani olması olayı solifluksiyon olayının doğal bir sonucudur ve buzul dönemi sonu Basra-Hürmüz ovası ucundaki gölde mutlaka gerçekleşmiştir.

Arkeolojik bulgular, insanların geçmişte nasıl yaşadıkları hakkında çok önemli bilgiler içermektedirler. Bu veriler arasında, toplumsal hayata geçişin yaklaşık 12 bin yıl önceleri olması yanında, bu geçişin ilk defa dünyanın neresinde gerçekleşmiş olduğu hakkında da gerekli ipuçları verilmektedir. Bu bölge Mezopotamya adı verilen, Dicle-Fırat ırmaklarının Basra Körfezine döküldüğü yöreler ve o bölgeye komşu çevrelerdir (Irak merkez olacak şekilde, Türkiye’nin Güneyi ve Güneydoğusu, İran’ın Güney-Batısı, Suriye-Mısır arası). Arkeolojik verilerden ayrıca, kültür düzeyinin eski zamanlarda dünyanın bir yerinden diğerine ne kadar uzun bir sürede aktarıldığını da görmekteyiz. Örneğin Mezopotamya'da 9-10 bin yıl önceleri başlatılan kasaba-kültürü, Kuzeybatı Avrupa'ya yaklaşık 4 bin yıl sonra ulaşabilmiştir! Tüm eski toplumsal yaşam noktalarının bu hilal (yarım-ay) şekilli bölgede bulunması, yöreye “Fertile Crescent” (bereketli hilal) yakıştırması yapılmasının nedenidir.

Yine arkeolojik bulgular, yöredeki bu muazzam gelişmenin Sümerler denilen bir kavmin buraya gelmesiyle başladığını ortaya koymaktadır. Sümer ismi, yörede yaşayan semitik (Arap-İsrail) ırka mensup Akad’ların dilinde "land of the civilised lords = kültürlü efendilerin ülkesi" anlamında “Sumeru” sözcüğünden gelmektedir. Sümerler ise kendilerini "the black-headed people = kara başlı toplum" olarak tanımlamışlar ve denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972). Sümerler insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır.

Sümerler yazılarını çivi yazısı şeklinde, kurutulmuş kil tabletler üzerine yazmışlardır. Bu çivi yazısı tabletler 1920’lerde başlayan arkeolojik kazılarda bulunmaya başlanmış ve o tarihten sonra da, insanlığın kültürel gelişim tarihi, Klasik Yunan kaynaklı eserlerin etkisinden biraz kurtularak daha gerçekçi şekilde değerlendirilmektedir.

Arkeolojik kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği, insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.

İlk insanın yaratılışı da Dilmun’da olur. Bir örneği Louvre Müzesinde, diğeri Philadelphia Üniversite Müzesinde bulunan iki ayrı Sümer belgesinde, "İnsanın yaratılışı" işlenmektedir. Bu tablette, 'insanın çamurdan yaratılışı olayı ve yaratılış gerekçesi (tanrıların yiyeceklerini sağlamak, vs.)" olarak işlenmiştir (Kramer 1961):

Görüldüğü üzere, Sümerler insanın oluşumunu atomik-hücresel bir sistemde tasarlayamamışlardır, çünkü kuvvet dediğimiz gücü,  güneş, ay, rüzgâr, deniz gibi büyük sistemlerde görmüşlerdir. Bu nedenle gökte hareket eden her varlığı bir tanrı olarak kabul etmişler ve saptayabildikleri hareketli varlık (gezegen) sayısı 7 olduğundan, her birine bir gün atfederek 7 günden oluşan haftalık zaman birimini oluşturmuşlardır. Güneşe atfen Sun-day, aya atfen Mond-day, Marsa atfen Mardi (veya Tues-day), Merküre atfen Mercredi (veya Wednes-day), Jüpitere atfen Jeudi (veya Thurs-day), Venüse atfen Vendredi (veya Fri-day), Satürne atfen Samedi (veya Satur-day)!!! Bazı kültürlerde ise bu gök cisimleri, görünür büyüklüklerine göre sıraya konularak; en büyüğü Güneş’e atfen 1. gün, ikinci büyüğe (Ay) göre 2. gün, .. 4. gün (car-ü-şembeh=çarşamba), 5. gün (penç-ü-şembeh = Perşembe), vs. şeklinde isimlendirmeler yapılmıştır. Bu nedenle yedi günlük, hafta denilen bir zaman birimi oluşturulmuştur. Diğer 3 gezegen – Uranüs, Neptun, Pluto– gravite kuvvetinin keşfi ve Dünya’mızın Güneş etrafında dönen bir gezegen olduğunun saptanmasından sonra bulunmuşlardır; yoksa, bir hafta 10 günden oluşturulmuş olacaktı!!).

Kuvvet sahibi olarak sadece gözle görülen büyük varlıklar kabul edilince, doğadaki her şeyin de bu büyük güçler tarafından oluşturulmuş olması gerekeceği varsayımıyla, insanların oluşumu da yukarıda sunulduğu şekilde tasarlanmıştır. Doğada önce büyük tanrılar bulunduğuna göre, o tanrılara hizmet etmek, onların ihtiyaçlarını gidermek için de insanlar oluşturulur.  Oluşturulan bu insanlarda tanrı-özlü (asil soylu) olanlar uzun ömürlü olurlar ve ilahi güçlerin toplumlardaki temsilcileridirler. Onlara “me” adını taşıyan toplumsal hayata ait kutsal bilgiler verilir. (Sümerlerde bilgiler kil tabletlere yazılı olduğundan, bu “me” tabletlerinin bir sandık içinde saklandığı belirtilir. Bu sandığı ele geçirme savaşları olduğu bilinmektedir.)

Tanrıların gökten inerek yeryüzünde ilk insan uygarlığını (Dilmun’da) başlatmasından sonra; Tanrılar Meclisinde, insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve ahlaklarının bozulduğuna, bu nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden kaldırılmasına karar verilir. Büyük bir tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular altında bırakılarak insanlık yok edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı pek beğenmez ve Ziusudra adlı, inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen iyi bir kralı bu karardan haberdar eder, bir gemi yaparak yakınlarını ve her canlıdan bir çifti içine yükleyip bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Bu şekilde ilk insan uygarlığı yeryüzünden yok olurken, Ziusudra ve soyu gemiyle kurtulur.
Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden (Adn), Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Zaman içinde de, eskiden yaşadıkları o ortam, öteki dünya olarak başka bir kavrama dönüşür.

İnsanlığın Doğa Hakkında Bilgi Oluşturmaya Başlamasının Aşamaları

Geçmiş bölümlerde aktarılan tüm bu olaylar ve gelişimler yeryuvarı tarihi yıllıklarında kayıtlıyken ve biz insanlar bu bilgilere ancak son asır içinde ulaşabilmişken; beyinleri henüz yeni yeni gelişen ve doğa ve dünyamız hakkında ilk fikirleri oluşturmaya başlayan insanların ne tür aşamalardan geçtiklerini, yine yeryuvarı yıllıklarından takip edelim.

İnsanlar, doğa ve dünya hakkında fikir üretimine, yaklaşık 30 bin yıl önceleri, kadınların çocuk doğurarak yeni bir canlı dünyaya getirmesini “yaratıcılık” sayıp, hamile kadın heykelcikleri yaparak başlamışlardır. Yaklaşık 15 bin yıl önceleri, “hayat” sorusunu irdelemiş olmalılar ki, ölümden sonra insanların tekrar canlanacakları inancıyla, ihtiyaç duyacakları tüm değerli eşyalarıyla birlikte ölülerini gömmeye başlamışlardır.

Toplumsallaşmayı ilk defa başlatan ve insanlığa ilk yazılı belgeleri miras bırakan Sümerlere göreyse ( Kramer 1956, 1961, 1963; Çığ 1995, Gılgamış destanı):
       -Tanrılar doğa ve dünyanın sahibi ve yaratıcısıdırlar; doğadaki her şeyin bir tanrısı (sahibi) vardır. Tanrı(lar) insanları kendilerine hizmet etsin diye çamurdan yaratmışlardır. Tanrılar insanlarla evlenirler ve onlardan doğanlar yarı-tanrı olurlar (binlerce yıl yaşayabilirler).
       -Tüm bilgiler Tanrı(lar) tarafından insanlığa verilmiştir; özel insanlara görünüp, onlar vasıtasıyla insanlığa gerekli bilgileri ve uymaları gereken kuralları bildirirler. Her topluma kendi diliyle bir temsilci (peygamber) gönderilir. “Me” adıyla bilinen ilahi mesajlar (kitabı) vardır ve kim buna sahipse, onun toplumunda işlerin iyi gideceğine inanılır. Doğadaki tüm değişim-dönüşümler tanrılar tarafından insanlara ceza veya ödül olarak oluşturulurlar.  Dolayısıyla toplumsal yaşamda işlerin yolunda gitmesi, toplumun başına gelenlerin tanrılarla ilişkilerinin iyi olmalarına bağlanır. 
       -Buharlaşma denilen bir olaydan habersizdirler ve yağmur denilen olayın, denizlerdeki suyun buharlaşmasıyla yükselen su buharının atmosferde yoğunlaşıp, tekrar yeryüzüne düşmesi olduğunu bilmemektedirler. Sümerlere göre yağmur, gök kubbede kapılar-pencereler açılarak, gök okyanusundaki tatlı suyun yeryüzüne bırakılması olayıdır, dolayısıyla Tanrı, dünya okyanuslarındaki acı-tuzlu suyla, gökteki tatlı suyu birbirinden ayırmıştır. Bu nedenle gökyüzünde fanus şeklinde bir kubbe ve onun dışında bir tatlı su okyanusu ve cennet dünyası tasarlamışlardır. Tanrılar bu gök kubbede kapılar açarak, dünyaya yağmur gönderirler!
       -Hücre denilen minicik canlıların var olduklarından da habersizdirler ve bu nedenle de:
       i- Toprağa gömülen bir bedenin neden ve nasıl yok olduğunu anlayamayıp, bu bedenlerin Tanrılar tarafından alındığına inanıyorlar veyahut Tanrılara sundukları kurban etlerinin uzun süre yenmeden kalması ve en sonunda mikro-organizmalarca ortadan kaldırılması olayını, “Tanrıların kokuşmuş yiyecek yedikleri” şeklinde yorumluyorlar!
       ii- Beden içindeki oluşan hücreler arası metabolik değişim dönüşüm olaylarının insanlarda oluşturdukları duygu-düşünce vs. gibi etkileri bilmiyorlar ve bu nedenle “ruh” dedikleri, bedene girip-çıkan ve kalpte yerleşik olduğuna inanılan bir kavramla açıklıyorlar.
       İşte bu hata, yani canlılığımızın beden içindeki hücrelerimize değil de, beden dışı hayali bir “ruh” kavramına bağlanması, insanlığın geleceğini karartan en büyük yanlışlık olmuştur. Hücreler oluşturdukları bedenin hangi faktörlere bağımlı olduğunu, nelerden nasıl etkileneceğini, vs. çok ayrıntılı şekilde bilmektedirler, çünkü bu bilgiler onların genetik bilgi depolarında bulunmaktadır. Bu genetik bilgiler arasında “ruh” diye bir etkileyici kuvvet sistemi bulunmadığından, böyle bir hayali kavramın onlara belletilmesi, onların işletim sistemini allak-bullak etmiştir. (Ruh kavramının atalarımız tarafından nasıl algılandığı “Atalarımızın Doğa Anlayışı” adlı bölümde aydınlanılacaktır.)
       - Gravite (yer-çekimi) denilen kuvvetten habersiz olduklarından, dünyayı yuvarlak olarak düşünemiyorlar! Onlar için sadece aşağı ve yukarı olarak iki yön var. İnsanlar ayaklar aşağı, başlar yukarı olacak şekilde dururlar ve bu nedenle dünya tabak şeklinde düz olmalıdır. ‘Elma gibi bir şey üzerinde düşmeden nasıl durulabilir’ düşüncesinden hareketle; dünyayı yuvarlak değil, tabak şeklinde tasarlıyorlar. Bu nedenle dünyayı ve evreni "sandviç-yapılı" gibi düşünüyorlar: En altta "“yer altı-dünyası = cehennem”; en üstte, tatlı suyun geldiği ve (iyi?) tanrıların yaşadığı “gök-dünyası = cennet”; Bu ikisi arasında da  "insanların geçici bir süre için yaşadığı Yer".  Çok basit bir şekilde özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz: Cennet – cehennem gibi kavramlar, insanların yaşadıkları dünyayı yuvarlak düşünemeyip, sandviç dilimleri gibi tasarladıkları, öldükten sonra ya aşağıdaki veya yukarıdaki bir ebedi dünyaya göç edeceklerini sandıkları bir doğa görüşü ürünüdürler! Günümüzdeki bilgiler ise, değişim-dönüşüm içindeki, yani 4 boyutlu, bir evrende yaşadığımızı ortaya koymaktadır.
       Hayatı oluşturucu güç sistemini bedenlerin içindeki sistemlerde (hücrelerde) değil de, bedenlerin dışındaki harici bir varlıkta aramaları, insanların doğum ve ölüm olayının nedenini, dolayısıyla hayatın anlamını kavrayamamalarına neden olmuştur.
       İnsanlığın geçmişi hakkında en eski yazılı belgeleri Sümerler denilen bir kavmin bıraktığı çivi yazılı kil tabletler oluşturmaktadır. Bilgiler bir toplumdan diğerine aktarılırken ufak-tefek değişikliklere uğrarlar. Bu değişiklikler insan kültürünün oluşumunda izlenebilmektedir. Şöyle ki: Dünyamızda hemen hemen her toplumda “tufan” denilen tarihi bir olayın izleri bulunmaktadır. Tufan olayı, yukarıdaki paragraflarda açıklanan buzul devri sonrasının çok doğal olan jeolojik olaylarıdır. Ancak bilgi denilen olgu zamanla geliştiğinden ve o zamanın insanları doğa ve dünya hakkında henüz yeterli bilgiye sahip olmadığından, doğa olaylarını yorumlamakta hatalar yapmışlardır.

İnsanların bilgi düzeyi zamanla gelişmektedir.
Bunu arkeolojik verilerle açıklamak için atalarımızın dünya hakkındaki görüşlerini yansıtan harita tasarımlarına bakmak yeterlidir.

Irak’da bulunan ve günümüzde British Museum’da sergilenmekte olan bu kil tablette dünya hakkında yapılmış ilk harita görülmektedir. 

Tablette “dünya” sarı renkteki alanda gösterilmekte ve çevresi mavi halka şeklindeki bir çemberle = denizle gösterilmektedir. Çember “Bitter river= Acı ırmak = tuzlu su” olarak işaretlenmiştir.  Bu “tuzlu-su”nun dışında yıldız şeklindeki oklarla “bilinmeyen sistemler = adalar” tasarlanmıştır. Çember içinde “bilinen dünya” yerleştirilmiştir.
Peki neler bilinmektedir?
1- numarayla kuzeyde dağlık bölge (Zagroslar ve Toroslar)
), 2- bir kent?, 3- Urartu, 4-Asur, 6-bilinmiyor, 7-Bataklık, 8-Elam, 9- Kanal, (denize bağlantı), 10-Bit-Yakin?, 11- bir  kent?, 12-Habban, 13-“dikdörtgen” Fırat nehriyle ikiye bölünmüş Babilonya, 14-17 Acı-su = Okyanus?Deniz.
Evet, o zamanın insanlarının tüm dünyası bu kadar!

İnsanların dünya hakkındaki görüşleri böyle olan bir geçmişimiz var.

Yaşadıkları dünya hakkında böylesine çok az bir bilgiye sahip olan insanların, başka bir ahiret dünyası (cennet-cehennem) tasarlamaları acaba nasıl oldu? Daha yaşadıkları dünyayı doğru-dürüst tasarlayamayan insanlar, başka bir dünyayı nasıl tasarlar?  Cennet, veya öteki ahiret dünyası nasıl düşünülmüş?

Önce cennet denilen en güzel yaşam ortamı kavramının neden ortaya atıldığını görelim. 

Neden cennet?
Homo sapiens denilen modern insan yaklaşık 200 bin yıl önce Afrika’nın kuzey-doğusunda ortaya çıkar ve oradan Asya ve Avrupa’ya dağılır. İnsanlığın yaşam dönemi dünyamızın buzul devri ve buzul-arası dönemler geçirdiği çok çalkantılı zamana rastlar. Buzul dönemleri çok uzun (yaklaşık yüzbin) yıl sürerken, buzul arası dönemler çok kısa (yaklaşık onbin yıl) sürer. 

Buzul dönemlerinde deniz seviyesi yaklaşık 100 metre düşer. Bu nedenle sığ denizler kara haline geçerler. Son buzul devrinde yani 115 bin ile 15 bin yılları arasında Basra körfezinin kara haline geçmesi bu nedenledir.

115 bin ile 15 bin yıl önceleri arası Dünya-Coğrafyası yandaki haritadaki gibidir.

Resim yazısı ekle

Kanada, ABDlerinin kuzey eyaletleri, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya, Litvanya gibi ülkeler yoktur, çünkü üzerlerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul örtüsü vardır. Bu kadar büyük bir buzul örtüsünün oluşması için deniz düzeyinin 130 m. kadar düşmesi gerekmiştir ve bu nedenle haritada yeşil olarak gösterilen bölgelerden deniz çekilmiş ve o alanlar kara haline geçmişlerdir. Kara haline geçen bu bölgelerden biri de Basra-Hürmüz boğazı arasıdır. Arkeolojik verilerin (Braidwood 1995) toplumsal hayatın başlatıldığı yer olarak önerdikleri Güney-Batı Asya’daki bir yer işte bu ovadır.  

—Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası“ diye adlandırdığımız bu 15-115 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. 
Çünkü:
Hem kuzey rüzgarlarından Zagros Dağlarıyla korunmaktadır;
Hem ekvatora yakındır;
Hem normal deniz düzeyinin bile altındadır;
Hem henüz çanak çömlek yapmayı bile henüz keşfetmemiş insanların ihtiyaçları olan su, ova boyunca akan iki ırmakla sağlanmaktadır;
Hem de ırmak alüvyonlu bu alan her türlü bitki ve hayvan için ideal bir ortam durumundadır, bu da avcılık-toplayıcılıkla yaşayan o zaman insanları için büyük bir nimettir.
 Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler. (Çünkü çakmaktaşı ticareti yapanlar, dünyanın diğer bölgelerinin (örn. Anadolu, İran) çok soğuk ve kar-buz örtüsü altında olduğu bilgisini vermektedirler.)
—Buzul devrinin sona ermesiyle hem sel felaketleri, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki yaşam 3–4 bin yıl kadar sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar. 
— Ovanın kuzeyindeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altındadır ve iklimin ısınması nedeniyle her yıl bahar aylarında yamaçlardaki kar-ve buzların ergimesi sonucu muazzam sel taşkınları olmaktadır. Kar örtüsü altındaki toprağın gözeneklerindeki donmuş suların da ergimesiyle, toprak örtüsü bir çamur yığınına dönüşür ve ergiyen kar sularıyla birlikte muazzam bir çamur seli oluşur. Her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar.
—Adalarda sıkışıp kalan insanlar bir de bu her yıl tekrarlanan çamur seliyle uğraşmak zorundadırlar. Hapis konumuna düşene kadar insanlar birbirlerini rakip olarak görürken, zor durum karşısında karşılıklı olarak birbirleriyle ortaklık kurmak zorunda kalırlar. Toplumsallaşmanın ilk adımı bu zorda kalma sonucu atılır. 2-3 metre yüksekliğindeki taşkınlara karşı ada çevresine duvar örmek tek çaredir. Bir kısım insan duvar örmek ve duvarları onarmakla meşgulken, bir kısım insan daha fazla tohum toplamak, bir kısım insan tavukları bir kümeste yetiştirmeye çalışarak daha fazla besin elde etmek gibi farklı işlere soyunurlar. Böylelikle daha önceleri birbirlerini rakip olarak görüp, hiçbir konuda ortak davranışta bulunmayan insanlar bağımlılık içine girmek zorunda kalırlar.  Komşularını düşman olarak görmediklerinden, hem geceleri rahat uyurlar, hem de farklı alanlarda uzmanlaştıklarından daha fazla üretim ortaya çıkar.
—Deniz seviyesi yükselmesi, ~15 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1.5 cm kadar). Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.

Şimdi neden böyle bir uyutulmaya gidildiğini görelim.

İnsanların birlikte, toplumsal ortaklık içinde yaşamaya başlamasının, “zor-durumda” kalmaları sonucu, yani dinamik sistemler fiziği gereği oluştuğunu gördük. Doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin bu dinamik sistemler fiziği kurallarına uyularak gerçekleştiği ise “Dinamik Sistemler Fiziği- Sinerjetik” adlı videoda gösterilmiştir. Bu ve ondan önce oluşturulan şu videolar, doğayı ve hayatı anlayabilmenin ön-koşullarıdır:
5- Dinamik sistemler fiziği- Sinerjetik: https://www.facebook.com/ismet.gedik40/videos/10217124145508806/

Görüleceği üzere doğa alt-sistem – üst-sistem yapılarından oluşmaktadır. Örneğin bedenler, hücrelerin oluşturduğu üst-sistemlerdir. Hücreler oluşturdukları bedenin sahibi olduğunun bilincindedirler ve bu nedenle parmağımız kesildiğinde, hemen o yarayı tamir etmeye koyulurlar. Bunu yapmaları için kimse onlara emir vermez. Bu dürtü onların fiziko-kimyasal bileşimlerine kaydedilmiştir. Yani doğada bir şeyi yapma, yönlendirme yetkisi alt-sistemlere aittir. Üst-sistemler sadece hedef gösterirler. Yani özetleyecek olursak, doğadaki yapıcılık-yönlendiricilik gücü hep alt-sistemlerdedir. Halbuki tüm geleneksel sistemler doğada bu yetkinin doğa-üstü bir güç sisteminde olduğu şeklinde bir bilgiyi insanlara doğar-doğmaz aşılamakta ve insanlar da otomatik olarak bu görüşe göre şartlandırılmaktadırlar.
Bu şartlandırmanın ne zamandan beri devam ettiğini arkeolojik belgeler ve dinsel öğretilerden çıkartmak mümkündür.

Irak’ta bulunan 3050 yıl öncelerine ait bu kabartma eski insanların görüşlerini anlayabilmemizi sağlar.

Kul ve Efendi ilişkili Sistem: “Sahip tepede”

Eserde hayatın doğa-üstü bir güç sistemince sahiplenilip-yönlendirildiği, asil (kutsal) soyluların da bu doğa-üstü gücün temsilcisi olduğu vurgulanmaktadır. Doğa-üstü güç «GÜNEŞ» simgesiyle, hem kutsal-asil-soylu efendinin üzerinde, hem de MAKAM koltuğunun üzerinde tasvir edilmiştir. Makam koltuğunun arkası 2 parçalıdır: hem yöneticiyi hem de doğa-üstü gücü simgeleyecek şekildedir. Sıradan insan çökerek dua eder, ama asil soylu ayaktadır ve kuluna nasıl davranacağı bilgisini vermektedir.

Görüldüğü üzere doğayı yönlendirici güç doğa-üstü bir sistemde tasarlanmış ve o tarihten beri de gelenek-göreneklere işlenerek aynı şekilde devam ettirilmiştir.

İşte insanlığın doğal sistemden saptırılması bu şekilde olmuştur. İnsan-toplumu diye bir birliktelik değil, tepedeki bir Efendi, Rab, Lord vs. gibi kişilerin sahiplendiği onlara ait bir mülk düşünülmüştür. Onun için adına DEVLET denilmiştir. “Devletlu” denilen bir sözcük vardır, anlamı “güç sahibi”dir. Toplum terimi kullanılmamıştır.

Bu nokta çok önemlidir, çünkü toplum bir ortak yaşam sistemi olarak düşünülmemiştir. Tepedeki birilerinin sahiplenmesi gereken bir şey, bir mülk olarak düşünülmüştür.

Bu durum günümüzde hala devam etmektedir. Çünkü yaratıcı tüm varlıkların sahibi olan bir canlı olarak kabul edilmiştir. Halbuki yaratıcılık-yönlendiricilik varlıkların içlerindeki öğelerdedir, kuantsal sistemdedir.

Görüldüğü üzere, atalarımız doğadaki yapıcı-yönlendirici güç sistemini varlıkların içsel bileşenlerinde değil, dışlarında tasarladıkları hayali bir sisteme atfetmişlerdir. Bu güç sistemi de doğa ve dünyadaki herşeyin sahibi, efendisi olarak tasarlanmıştır. Bu nedenle de Alevilik-bektaşilik-sufilik gibi içsel öğelere atıflı görüşlere karşı acımasızca davranmışlardır.

İnsanları anlamakta zorluk çektikleri kavramların biri de “RUH” kavramıdır. Ruh hem canlılık veren, hem de bilinç sahipliği anlamında kullanılmıştır. Kuantum aleminin canlı ve bilinçli olduğu bilinmediğinden, insanlar ruhların doğa-üstü bir yerden kaynaklandığını düşünmüşlerdir. Halbuki, kuantsal sistem canlı ve bilinçlidir. Dolayısıyla ruh kuantsal kökenlidir.


Önceki sayfalarda açıklandığı üzere, Atlantis Ovasının tekrar denizle kaplanması nedeniyle oralardaki adalar (yükseltiler) üzerinde yaşayan insanlar sal veya teknelere binerek kurtulurlar. Ama yüzbin yıldan fazla süren geçmişlerini, dünyanın diğer yerlerine oranla çok verimli ve ılıman bir ortamda geçirmiş olduklarının bilincindirler.

Binlerce yıl süreyle mutlu olarak yaşadıkları adalarının neden denize gömüldüğünü anlayamayan ve bunu yaratıcının kendilerini cezalandırması olarak kabul eden insanlık, hayatın “doğum-ölüm” döngüsü üzerine oturtulduğunu da bilmediğinden, tepedeki hanedanlar sınıfının da işine gelen bir öteki dünya hayatı kavramıyla uyutulmaya başlatılmıştır.

Şimdi bu konuyu açıklamaya çalışalım.

İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçektir.
İnsan beyni, "bilgi" faktörünü en ön sıraya alan bir hücresel tasarımdır. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur.

"Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır.

Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir.
Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.

Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir. Yukarıdaki “Kul ve Efendi ilişkili Sistem” başlığı altında atalarımızın toplum-hayatını nasıl anladıkları gösterilmiş ve insanların toplum diye bir ortak yaşam sistemi değil, tepedeki bir efendiler zümresince sahiplenilen bir mülk olarak kabul edildiği vurgulanmıştı. Bu insanlığın yaptığı en büyük hata olmuştur, çünkü doğadaki sahiplenme tepedeki bir doğa-üstü güç sisteminde değil, tabandaki doğa-altı bir güç sistemindedir. Biz hücrelerimizin sahibi veya efendisi değiliz, hücreler bizim bedenimizin sahibidirler.

Şimdi atalarımızın yaptığı diğer çok önemli bir hatayı görelim.
Gılgamış destanı veya Enuma Eliş gibi eski arkeolojik belgelerde, kendilerini asıl-soylu kutsal varlıklar olarak gören kral, vs. gibi devlet sahiplerinin, ebedi ömürlü olmak için uğraşma çabaları anlatılmaktadır. Yani atalarımız doğada tanrı dedikleri ama göremedikleri varlıkların ebedi ömürlü olduğuna inanmaktadırlar ve onların soyundan geldikleri için kendilerinin de ebedi ömürlü olmalarını istemektedirler. Bu durum atalarımızın doğa ve dünyanın dinamik bir sistemde oluşup-geliştiği şeklindeki gerçek durumu anlayamamış olmalarından kaynaklanır. Bu tür mantıksal çarpıklıkların temelinde, (1) zaman kavramının yanlış yorumlanması, (2) kuantum fiziğinin bilinmemesi, (3) Dinamik Sistemler Fiziğinin bilinmemesi başta gelir. Bu bilinmezlikler günümüzde de hala devam etmekte ve insanların büyük çoğunluğu, ölümden sonra ebedi bir “ahiret hayatının” kendilerini beklediklerine inanmaktadırlar. Yukarıda sözü edilen videoların mutlaka izlenmesi bu nedenle gereklidir.

Öteki dünya veya “ahiret” gibi bir kavramın oluşmasına neden olan ilk faktör, yukarıdaki bölümlerde “Atlantis ovası üzerindeki adalarda yaşayanların adalarının batması ve insanların da bir günah işledikleri için yaratıcı tarafından cezalandırıldıkları” şeklinde açıklanmıştı.

Bu olguya dayanılarak, kutsal kitaplar oluşturulmuş ve kutsal kitap emirlerine uyularak yaşanılırsa, ölümden sonra cennet denilen bir mekanda ebedi bir yaşama kavuşulacağı vaat edilmiştir.

Cennet tanrıların ebedi olarak yaşadığı ortam olarak kabul edildiğinden ve tanrıların da gökte (gök-kubbe üzerinde) bir yerde yaşadıkları düşünüldüğünden, ölümden sonra gidilecek cennet Göklerdeki Cennet olarak şekildeki gibi bir ortamda tasarlanmıştır. (Cennet bahçesi Eden insanları kovulmadan önceki yaşadıkları eski dünya ortamıdır. Göklerin cenneti başkadır.)

Gök-kubbe sabit-camsı bir yapı olarak tasarlanmış, yıldızların bu sabit camsı kubbede yerleşik oldukları sanılmıştır. Bu gök-kubbenin üzerinde bir gök-okyanusu (tatlı-su) olduğu ve gökkubbede açılan kapılardan yeryüzüne yağmur yağdırıldığı düşünülmüştür.

Cehennem ise, tabak şeklindeki dünyanın derinlerindeki volkanların yükseldikleri bir yerde tasarlanmıştır.

Görüldüğü üzere atalarımızın dünya ve uzay bilgisi çok sınırlıdır. Kutsal kitaplarda iki suyun birbirinden ayrılmış olduğu yazılı olması, şekilde gösterilen türde bir dünya tasarlanmış olmasındandır.

Günümüzde fizik, jeoloji, astronomi gibi bilimler öyle ilerledi ki, dünyamızın Güneş çevresinde dönen bir gezegen olduğu, uzayda Güneş gibi daha milyarlarca yıldız bulunduğu gibi çok daha fazla bilgilere sahibiz.  Dünyamızın dışında bir gök-cenneti olmadığı kesin bir şekilde bilinmektedir. Uzayın oldukça ayrıntılı haritalanması yapılmış ve ne cennet ne cehennem gibi ahiret ortamları olmadığı kesinlikle saptanmıştır.

Ölümden sonra bir cennet hayatına inanan insanlarımız acaba bu cennetin olmadığını, ebedi ömür gibi bir durumun olamayacağını, çünkü her şeyin sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içinde olması gerektiğini acaba ne zaman anlayacaklar? Din adamları, ilahiyat profesörleri bu gerçekleri acaba ne zaman kabul edip, insanların kandırılmalarına bir son verecekler?


Verilerin Değerlendirilmesi

Görüldüğü üzere,  
Hem Sümerlerin çivi yazısı tabletlerinde,
Hem Platonun Atlantis anlatımlarında,
Hem kutsal kitap verilerinde 10 tane uzun-ömürlü, kutsal-soylu kraldan söz edilmektedir.
Bunlara ek olarak
Sümerler Dilmun denilen bir cennet ülkeden
Kutsal kitaplar Eden (Adn) bahçesinden,
Kutsal kitaplar bir Nuh tufanından,
Sümerler bir Ziusudra Utnapiştim tufanından,
Platon bir tufan sonrası Atlantis-adası gömülmesinden
Söz edilmektedir.
Sizce bunların hepsi birbirleriyle ilişkili değiller mi?

Atlantis hikayesinde verilen bilgilerle, Sümer tabletlerindeki benzerlikler dikkate alındığında bu ikisinin tam çakıştıkları görülür. Bu ortak noktalar, Sümerlerin, Atlantis adasından kurtulanlardan oluşmuş olmasını gerektirir. Yani Atlantislilerle Sümerler aynı toplum olmalılar.

Sümerlerin Mezopotamya’ya gelişleri ve ilk kent devletlerini oluşturmaları yaklaşık 7300 yıl öncelerine dayanır. Halbuki Atlantis adasının suya gömülmesi 11600 yıl önceleri olmuştur. Dolayısıyla, Sümerler, ilk yaşam ortamları olan adadan, (veya Dilmun’dan) ayrıldıktan sonra, (11600 – 7300 = 4300) yani yaklaşık 4 bin  yıl kadar bir süre daha, Basra-Körfezi dibindeki yükseltilerde  konaklamış olmalılar. Bir başka deyişle, Dubai – Bender-e-lengeh sırtı yakınındaki bir adadan, Ur – Uruk gibi noktalara gelene kadar 4 bin yıl boyunca, denizdeki bir veya daha fazla ada üzerinde yaşamış olmalılar.  

Sümercenin Türkçe gibi aglütine bir dil olması aralarında bir tarihsel bağ gerektirir, Türklerin ana vatanının, Orta-Asya değil, Atlantis-Ovası olması zorunludur.

“GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.” başlıklı makalede şu nokta vurgulanmıştı.
Türkçe ile Sümerce’nin aglütüne dil gurubuna ait dillerdir.
Bu dil grubun diğer tüm dil gruplarından çok farklı bir özelliği vardır. O da şudur: “Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.
Ayrıca uzmanlar çok ortak sözcükler içerdiklerini belirtirler. Birkaç örnek vermek gerekirse:
kagaraşa = kargaşa
kabkagak = kap  kacak
kuş  eb  =  'kuş  evi
abba = yaşlı (abi),
adda = ata (yaşlı)
haşgaga: kahkaha
duri = durmak
iri: büyük (iri)
zirdum = zeytin
udun = odun
us = us, akıl (uslu ol)
egi = ece (prenses)
gadun = hatun
çibin = sinek, (cibinlik)
kaskadu = kaskatı
yu =  yıkamak (yudum-yıkadım)

 Bu nedenle tarihsel geçmişlerinde bir yerde birlikte yaşamış olmaları gerekir.
Sümerologlar bu nedenle Sümerlerin ana-vatanının, Orta-Asya olması gerektiğini ileri sürerler.
Halbuki durum tam tersinedir; Türklerin ana vatanı Atlantis ovası olmalıdır.

Şimdi bu konuya ışık tutacak bir başka araştırmadan söz edilmesi gerekiyor. O da şu:
Değerli arkadaşım Yakup Ustabaş, Sümerce ile Türkçe arasındaki bağlantıları konu alan bir araştırmaya dikkatimi çekerek, çok önemli bazı noktaların belirtilmesi gerektiğini hatırlatmıştır.
1.  Sümerlerle Türkler arasında dil bakımından tarihi bir ilgi bulunduğu hususu bu  168  kelime  ve gerekli  açıklamalarla  ispatlanmış olduğu;
2. Türklerin en azından 5500 yıl önceleri Türkiye’nin Doğu  bölgesinde bulunduğunun tesbit edildiği (aslında çok daha eski); 
3.  Türk Dili'nin zamanımızdan 5500 yıl önce müstakil ve iki kollu bir dil olarak varlığının ispatlandığı; 
4. Eğer doğuştan, Sümerlerle  temasa geldikleri zamana kadarki çözülme hızı sabit ise, İlk Türkçe veya Ana Türkçe'nin muazzam bir zaman önce yaşamış olması gerektiği;
5. Bu zamanın, Türk Dili'nin, archeology  ve  glottochronology araştırmalarından hareketle ileri sürülen  8500 yıl yaşına denk geldiği;
6. Ana Türkçe'den Ana Doğu ve Batı Türkçe 'sine kadar geçen zaman da hesaba katılırsa, bu devreden zamanımıza kadar geçen  5500  yılın  ikiye  katlanmasının  mümkün olduğu; yani Sümerlerle Türklerin ayrılma zamanının 10-11 bin yıl öncelerine denk gelmesi gerektiği;
7.  Bugün, yaşayan Dünya dilleri arasında, en eski yazılı belgelere sahip olan dilin, Türk Dili' olduğu gibi çok önemli sonuçlar ortaya koymuştur.
Türkçe ile Sümerce arasında linguistik (dil-bilim) araştırmasına dayanılarak yapılan bu saptamalar neden çok önemlidir?
Çünkü jeolojik ve arkeolojik araştırmalara göre önceki bölümlerde ortaya konulan, 11600 yıl önceki bir tufan olayı ve onu takip eden toplumsal göç olayları ile tamı-tamına uyuşmaktadır.

Jeolojik-arkeolojik bakış açısıyla yorumlamaya devam edersek:
    i- Türkler Orta Asya’da zamanla kuruyan bir “iç denizin” kaybolması nedeniyle çeşitli yönlere doğru göçe mecbur kalan bir kavim olarak bilinmektedir;
    ii- Sümerlerle aynı kökenli bir dil konuşması aynı yörede birlikte yaşamayı gerektirir;
    iii- Söz konusu “iç denizin” oluşması ve kuruması, buzulların ergimeye başlaması ve ergimenin sona ermesi dönemine (yani 14 bin yıl ile 4 -5 bin yıl önceleri arasına) denk gelmektedir.

 Tüm bu olayları birbirleriyle ilişki içine sokacak bir yorum ise ancak şöyle olasıdır.
“Denizden iki ırmak ülkesine” gelmek ve “kuruyan bir iç-denizin kenarında” yaşayan bir kavim olma olguları nasıl karşılıklı bir uyumla, ortak bir çıkış noktasında buluşturula bilinir?
Bu sorunun çözümü buzul devri sonrasının coğrafik görüntülerinin tasarımıyla mümkündür.
Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar devam eder.

Bundan sonra ise söz konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergimesi, dolayısıyla göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonya’lılar 4-5 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini oluştururlar.

Öyleyse Orta-Asya “iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 12-13 bin ile 3-4 bin yıl önceleri arasında oluşan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13 bin yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük, deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumadır.

Sümerlerin ve bizlerin atalarının bu eski Mezopotamya ovasında ortak bir yaşam sürdürdükleri ve bu nedenle ortak bir dil konuştuklarını kabul edecek olursak, 12-13 bin yıl önceleri buzulların ergimeye ve deniz seviyesinin tekrar yükselmeye başlaması sonucu bu ovalarda yaşayan insanların ovalardan çekilmek ve yüksek tepelere veya dağlara doğru kaçmaktan başka çareleri yoktur. Türk kavimlerinin atalarını kuzeydeki dağlara doğru göçmeye başlayan bir topluluk olarak düşünürsek, birçok sorun çözüme kavuşur.

Birincisi, Azerilerin kökeni konusunun aydınlatılmasıdır: İran, pers ve Azeri karışımı bir toplumdur. Azerilerin kökeni şimdiye dek açıklanamamıştır. En kolay göç yolunun, ırmak vadileri boyunca olacağı düşünülürse, Dicle - Fırat vadisi boyunca göçler başlamış olmalı, Azeriler İran’ın batı kesimi ve Azerbaycan’da yerleşen bir kavim olmalılar.

İkincisi şudur: Orta Asya’da yeni oluşmaya başlayan bir “iç-deniz” (göl) çevresine yerleşmiş olan Türk boyları, göçmeye devam eden bir topluluk olmalıdır. Bu durumda, Sümerler’le olan dil akrabalığı da anlamlı bir yoruma kavuşur.

Üçüncüsü, Sümerler ile Atlantis’liler arası bağlantı sağlanır. Atlantis’liler Atlantis-gölü üzerindeki batan adalarda yaşayan ilk kültürlü insanlar ise, onların devamı ancak, yazı, takvim, vs. gibi bir çok kültürel gelişime imza atan Sümerler olmalıdır. Çünkü Sümerler çivi yazılı tabletlerinde, “denizden iki-ırmak vadisine geldiklerini” belirtmektedirler. Atlantis’liler ise, denize gömülen bir adada yaşayan bir toplumdur.

Dördüncüsü, Anadolu’daki, 10-12 bin yıl önceleri oluşmaya başlayan uygarlıkların (Göbekli-Tepe, Çay-önü, Çatalhöyük, vb.) açıklanmasının sağlanmasıdır. Hatırlarsak, buzul devri süresince, Anadolu, Kafkaslar, vs. çok soğuk olduğundan, oralarda insan yoğunluğu çok-çok azdır; sadece mağara gibi ortamlarda yaşanabilinmektedir. Buzul devri sona erince, bu bölgeler yaşama elverişli olmaya başlarlar ve Atlantis-Ovasından kaçan insanlar da buralarda yerleşerek ilk kasabaları oluşturmaya başlarlar.

Dünyanın diğer yerlerinde de Büyük-Tufan (Nuh-tufanı) olayının izler bırakmış olması gerektiği ve Mu- (veya Lemuria) kültürü

Yukarıda açıklanan buzul devri ve sonrası etkilerinin, sadece Basra-Hürmüz ovasında değil, dünyanın her yerinde benzer türde yaşam gelişimlerine neden olacağı kesindir.
Sivilizasyon = uygarlaşma, insanların zor bir durumda kalmaları durumunda, bu zorlukla nasıl başa çıkacağı konusundaki arayışlarının sonucudur ve dinamik sistemler fiziği ilkeleri uyarınca, karşılıklı uzlaşmalarla bir üst-sistem oluşturularak çözülür. Yaşadıkları ortamın gittikçe denize gömülmesi nedeniyle, daha dar bir alanda yaşamaya zorlanan insanlar da, uzlaşarak ilk toplumsallaşmayı = sivilizasyonu başlatmışlardır. Deniz seviyesi yükselmesi sadece Basra-Hürmüz arasında değil, diğer tüm dünyada da olmuştur. Örneğin Avusturalya ile Asya arasının büyük kısmı, buzul devrinde karaya dönüşmüş ve bu iki kıta neredeyse birbirleriyle birleşmiştir. Buzul devri sona erince, deniz çekilmesi sonucu karaya dönüşen bu yöreler, tekrar denizle kaplanmaya başlar. Derinliklerine göre binlerce yıl süren bir süreçte tekrar denizle kaplanırlar.
O ortamlarda yaşayan insanlar da, aynı Atlantis'liler gibi çok zorluklar yaşamışlar, ve elbette Atlantisliler kadar değilse de, belli düzeyde ortaklıklar kurarak, sorunlarının üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Mu veya Lemurya uygarlıkları bu ortamlarda (Asya-Avusturalya arasındaki bölgede) oluşmuş olmalılar. (Amerika’ya o zamanlarda insanlık henüz ulaşamamış olduğundan, oralarda bu olaylar gelişmemiştir.) 

Nitekim Hindistan ve Güney-Doğu Asya ülkelerindeki eski efsanelerde de, Atlantis olayına benzer türde toplumsal hayat başlangıcı oluşumlarının yaşandığı anlatılmaktadır. “Lost continent Mu or Lemuria” olarak bilinen yazılarda, gittikçe denize gömülen bir adada insanların toplumsallaşmayı başlatıcı bilgileri oluşturması ve bu adadan kurtulan insanların (Mu’nun çocuklarının) bu toplumsallaşma bilgilerini gittikleri yerlerde yaymaya başladıkları konusu anlatılmaktadır.

İnsan beyninin yorumlama yeteneğinin kötüye kullanımı
Günümüz dünyasındaki insanları oluşturan atom ve moleküller, on milyon yıl önceleri daha başka varlıkların yapıtaşları olarak görev yapıyorlardı. 5 milyar yıl öncesindeki doğada mineral, hücre gibi öğeler yoktu ve bu öğeleri oluşturan varlıklar H, He gibi daha basit yapıtaşları olarak bulunuyorlardı. Dolayısıyla doğada var olan kuvvet alanları (bilgi sinyalleri) varlıkların kombinasyon düzeyleri ve dereceleri ile sürekli değişmekte ve çeşitlenmektedir. Bu değişim-dönüşümler maksimum enformasyon düzeyi oluşturacak şekilde gerçekleşmektedir. Zaman denilen olgu da bu değişim-dönüşümler ve enformasyon düzeyi artışlarının bir sonucudur.

Şekil 10: İnsan bilgi oluşturmaya en fazla ağırlık veren canlı türüdür.

Yani özetlersek, doğada bilgiye dayalı bir düzen oluşturma eğilimi vardır ve bu yönlenme Chaisson-diyagramı ile kesinlik kazanmıştır. Bu konuda gerekli açıklamaları  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html   ve devam dosyalarında bulabilirsiniz.
Bilgi oluşturma, doğaya uyumun “olmazsa olmazıdır.” Bir örümcek, ağını yapacağı ipliğin çelikten daha dayanıklı ve her iplikten daha esnek olacak şekilde oluşturacak bilgiye; bir midye, kavkısını en sert dalgalarda bile kırılmayacak derecede sağlam yapacak bilgiye sahiptir.

Bilgi oluşturmanın çok önemli olduğu doğada (dünyamızda) bir grup hücre, yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri, daha değişik bir sistem denemesine girişir. O zamana kadarki hücreler çevrede o an egemen olan değişim-dönüşüm koşullarına ve ürünlerine uyumlu beden tasarımlarına öncelik verirlerken, bu yeni hücre kolonisi, mevcut verileri yorumlayıcı, dolayısıyla geleceğe yönelik taktik arayışları oluşturucu bir bilgi işlem sistemi oluşturulmasına ağırlık vermiştir. Bu amaçla, koşma, koklama, görme gibi birçok yeteneğin azaltılması pahasına, veri-yorumlayıcı hücre sayısını artırıcı bir sisteme yatırım yapmışlardır. Bunun sonucu, kafatası ve beyin hacmi gittikçe büyüyen ve çok daha farklı ortamlara uyum sağlayabilme yeteneğine sahip olan bir kombinasyon oluşturmuşlardır. Bu yeni hücreler kolonisi kılıfının ilk temsilcisine Homo habilis adı verilmiştir. Bu ilk insanların beyni ve kafatası başlangıçtaki ilk türünde (Homo habilis'te) çok küçüktür (yaklaşık 600 cm3); ama, onu takip eden ikinci türü Homo erectus'da, oldukça büyümüştür ( yaklaşık 900 cm3). Bu ikinci tür (Homo erectus s.l.), Afrika'dan başlayarak, tüm Asya, Avrupa ve Afrika'ya yayılmıştır. Beyin hacmi 1400cm3’e ulaşmış olan son insan türü Homo sapiens ise yine Afrika’da ortaya çıkmış (yaklaşık 120 bin yıl önceleri) ve dünyanın her yerine dağılmıştır.

Bu arada dünyamız coğrafyasında oluşan değişimler, dünyamız ikliminde de büyük çalkantılara yol açar ve dünyamız, çok soğuk buzul devirleri ve bu buzul devirleri arasında ılıman devirlerden geçmeye başlar.

Homo= İnsan cinsini oluşturan hücre kolonilerinin, beynin yorumlayıcı hücre sayısını artırıcı denemeleri devam eder. Gittikçe daha iyi bilgi işleyen ve bilgi biriktiren bir beyin yapısına doğru ilerlenir. Önce ateşi kendisi yakabilen, sonra el ve beyin organlarını oluşturan hücreleri birbirleriyle çok iyi bir karşılıklı etkileşim içine sokmayı beceren bir program geliştirerek, taştan baltalar, kemik uçlu mızraklar, vs. den başlayan ve günümüzün en gelişmiş aletlerine kadar uzanan teknolojiyi geliştirmeyi başarırlar. Homo sapiens sapiens denilen bu canlı türünün, diğer canlılara oranla dünya üzerindeki bu başarısının temel nedeni, beynindeki hücreler arasında gerçekleştirilen yeni görev dağıtımı sistemi olmuştur. Diğer tüm omurgalı hayvanlarda, beyindeki veri yorumlayıcı (asosiyasyon) hücre sayısı, veri toplayıcı hücre sayısına oranla az iken, "insan" dediğimiz Homo sapiens sapiens'de bu oran tam tersine ayarlanmıştır. Beyindeki bu yorumlama yeteneği, özel bir "bilinç sistemi devresi" oluşturulmasına götürmüş ve "bilinç ve bilgi" sistemi oluşumuna paralel olarak da "kültür" denilen insana özgü oluşumun doğmasına yol açmıştır.

Bilgi oluşturma yeteneği insanların binde-birinden daha az oranında kişide görülür, yani 1000 kişinin, sadece 1’i yaratıcı olabilir ve bir şeyler keşfeder, diğer 999u mevcut bilgileri uygulayıcıdır, yapılanları taklit eder. Bu durumu, ilk zeki insanlar da fark etmiş olmalılar ki, kendilerindeki yeni bir şey yapma yeteneğini “efendilik-yaratıcılık” unsuru olarak öne çıkarıp, diğer insanların kendilerine hizmet için yaratılmış oldukları görüşünü onların bilinç-altına yerleştirerek, asil = tanrı-soylu, adi-soylu insanlar gibi sınıf ayrımcılığı ortaya atmış olmalılar.

İnsanların, zihinsel yeteneklerini kötüye kullanması, insanoğlunu doğal sisteme en zararlı bir canlı haline getirmiş ve günümüzdeki savaş ve ekolojik felaketlerin temel sorumlusu olmasına yol açmıştır.

Göbekli tepe ile Atlantis (veya)Sümer Uygarlığının ortak noktası

Göbekli Tepe yaklaşık 11 600 yıl önceleri yapılmaya başlanılan bir dinsel tapınak yeridir. Atlantis hikayesi ise, yine 11 600 yıl önceleri sulara gömülen ilk toplumsallaşma yapısıdır.
Peki 11 600 yıl önceleri ne tür bir olağan-üstü olay olmuş olmalı ki, böylesine farklı iki olayın başlangıcı oldu?


Şekil 11: 11600 yıl önceleri dünyamızda 10 dereceye ulaşan ani ve hızlı bir sıcaklık yükselmesi gerçekleşmiştir.

11600 yıl önceleri ne olduğunu anlamak için yine dünyamızın geçmiş tarihini, yani jeolojik bilgilere bakmak gerek. Jeolojik bilgiler dünyamızın ikliminin sürekli değiştiğini göstermektedir. Dünyamızdaki sıcaklık değişimlerinin nasıl olduğu, buzul içlerindeki hava kabarcıklarının analizlerinden saptanabilinmektedir. Grönland buzullarında yapılan sondajlarla ulaşılan sonuçlar aşağıdaki şekilde sunulmuştur. Şekilde görüldüğü üzere, dünyamız 11600 yıl önceleri muazzam bir sıcaklık değişimine uğramıştır.  Daha önceleri çok soğuk olan dünyamız (buzul devri koşulları) 11600 yıl önceleri aniden ve çok hızlı bir şekilde ısınmaya başlamıştır.

Cennet-Ülkeden başlayan Göçler

Buzul devri süresince dünyamızın yaklaşık 500 metreden yüksek yöreleri kar örtüsü altında olduğundan, bitki ve hayvan topluluğu çok fakirdir ve bu nedenle insanlar çok dar bir sahil kuşağında yaşamaya mecburdurlar. (Bir not: Burada yapılan yorumlar ülkemizin de içinde bulunduğu orta-yakın-doğu bölgeleri dikkate alınarak yapılmaktadır.) Bu nedenle insanlar yaşamak için önceki bölümlerde tanımlanan “Cennet-ülke” bölgesinde yoğunlaşmışlardır.

Şekil 12: Cennet-Ülke'yi terk etmek zorunda olan insanların Göç-güzergahları
11600’lü yıllarda başlayan sıcaklık yükselmesi nedeniyle, yaşamaya elverişli bölgeler gittikçe büyümeye başlar. Cennet-Ülkenin gittikçe deniz sularınca kaplanması nedeniyle, oraları terk etmek zorunda kalan insanlar da, Bereketli-Hilal denilen bölgelere doğru yayılmaya başlarlar.

İnsanlık tarihinin ilk göç dalgasının başlamasının iki çok önemli nedeni vardır:

Birincisi, deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle “Cennet-Ülkenin” gittikçe denizle kaplanması ve yaşadıkları ortamın sular altında kalan insanların göç mecbur olmaları;
İkincisi, sıcaklığın artması nedeniyle kuzeydeki yüksek platoların yaşama uygun ortamlara dönüşmeleri.
Göbekli Tepe gibi tapınma merkezlerini yapan ve Çayönü, Çatalhöyük gibi eski yerleşim yerlerini oluşturan insanların buralara gelmeleri bu göçler sonucu olmuştur.

Göç ederek buralara gelen insanlarla, Sümerler gibi 4-5 bin yıldan fazla bir süre Basra-körfezi üzerindeki tümseklerde yaşamlarına devam eden insanlar arasında sürekli bir ticaret sistemi olmak zorundadır, Nedeni ise 8-10 bin yıl önceleri henüz madencilik keşfedilmemiş olduğundan, insanlar kesici alet olarak obsidiyen (çakmak-taşı) denilen taşları kullanmaya mecbur olmalarıdır. Basra-körfezi üzerindeki hiçbir adada veya yükseltide obsidiyen yoktur. Obsidiyen olmayan yörelerde yaşayan insanlarla, obsidiyen kayaçları bulunan yöre insanları arasında sürekli bir ticaret olması kaçınılmazdır. 

Obsidiyen volkanik bir kayaçtır, Anadolu’da Niğde, Adıyaman, Van, Kars gibi bölgelerdeki volkanik kayaçlarda bol bulunurlar. Suriye’deki Yabroud II mağarasında bulunan obsidiyenlerin Niğde yöresindeki Göllü Dağ’dan; Kuzey Irak’taki Shanidar mağarasında bulunan obsidiyenlerin, Nemrut Dağından  geldiği kimyasal incelemelerle saptanmıştır. Yani buzul devrinin zor koşullarında bile beş-altı yüz kilometre uzaklıktaki yerlerde yaşayan insanlar arasında ticaret yapılmıştır.

Şekil 13: Toplumsal hayata geçmeden önce de insanlar arasında ticaret ilişkileri vardır.

Basra-Körfezi üzerindeki adlarda hala yükselen deniz seviyesi nedeniyle sürekli sıkıntılı yaşamakta olan Sümerler, tarım ve hayvancılığı keşfetmiş, tekerlek, cam, çanak-çömlek gibi gittikçe artan bir kültür düzeyine yükselmişlerdir.
Ticaret yapan insanlar arasında bilgi alış-verişleri de olduğundan, ada toplumu olan Sümerler ile hem ticaret yapanlarla, hem de göçlerle çevreye yayılan insanlar kanalıyla bilgi aktarımları olmuştur. Bu nedenle 12-13 bin yıl öncelerine kadar avcı-toplayıcı olarak yaşayan insanlar, yaklaşık 10-11 bin yıl önceleri yerleşik hayata geçmeye başlamıştır.

Tarım ürünlerinin ekim ve biçim zamanlarının bilinmesi bu ürünlerin elde edilmesinde çok önemli olduğundan, sıcaklık, yağış, vs gibi faktörlerin nelere göre değiştiği bilgilerinin bilinmesi gerekmektedir. Bu nedenle mevsimlerin nasıl oluşup değiştiğini saptamaya yönelik takvim bilgileri oluşturulmuştur.

Takvim, güneş, ay, yıldızlar gibi gök cisimlerinin incelenmesiyle oluşturulabildiğinden, astronomik gözlemler yapılmaya başlanmıştır.
  
Doğada bir oluşumun, bir erkekle bir dişinin birleşmesi sonucu gerçekleştiğini gören insanlar, doğal sistemi oluşturanların da, bir erkek (Güneş) ve bir dişi (Ay) gibi göksel güç sisteminin oluşturdukları Tanrılar olarak tasarlamış olmalılar ki, Ay ve Güneş’in üst-üste çakıştığı Güneş-tutulması olayını, kutsal bir imge olarak tüm tanrısal figürlerde kullanmışlardır. Kutsal bir kişinin doğacağı mesajını veren Orion takım yıldızı 3-kral olarak simgelenmiştir.

Yontma Taş devrinin henüz düşünme ve doğal olayları anlama yeteneği gelişmemiş insanlarının torunları olan Sümerler, bedenlerimizin içlerinde canlı varlıklar olduğundan habersizdirler.
Bedenlerimizin bu minik yaratıklar tarafından, değişen doğa koşullarına uyum sağlayacak şekilde belli bir süreliğine oluşturulduğunu, dolayısıyla, bir süre sonra ölmesi ve tekrar moleküllerine ayrılarak, değişen dünya koşullarına göre yeniden organize edilmeleri gerekliğini de bilmemektedirler. Hayatın doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş bir evrimsel gelişim olduğunu bilmeyen Sümerler, ebedi bir hayat özlemine uygun hikayeler tasarlamışlar, Gılgamış destanı gibi eserler bırakmışlardır.

İnsanlık doğadaki yaratıcılığı (Tanrı?) anlamak istemektedir. Yaratılan şeylerin kimler tarafından yapıldığına bakmak sorunu çözer. Bilgisayar, araba, köprü, vs insanlar tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla onların tasarımcısı da, yapımcısı da insandır.

Eski insanlar da, “mademki ben bir heykel, bir mızrak, bir iğne, bir resim yapıp, bir şey yaratıyorum, o zaman beni ve diğer canlı-cansız varlıkları da yaratan bir varlık olmalı” şeklinde düşünerek, “tanrı” dedikleri bir yaratıcı tasarlamışlardır. Bunu insanlığın yaptığı ilk ve en eski tapınaklardan (Göbekli Tepe) öğreniyoruz.

  Bu nedenle doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlamışlardır.
 Kutsal evlilik kavramı
Doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan T-şekilli sütunlar erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak tasarlanmışlardır.

Atalarımızın tanrıları, doğayı yaratan erkek-dişi varlıklar olarak algıladıklarını, yine çivi yazılı eski Sümer belgelerinden anlıyoruz.

Şöyle ki:
Doğada canlılık mevsimsel döngü gösterir. Baharda doğa canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın çürüme ve ayrışma başlar. Dolayısıyla insanların tasarladıkları tanrıların bu döngüyü yansıtmaları gerekir.

 “Tanrıça İnanna ile bazı tanrılar evlenmek ister. Bunların arasında Çoban tanrısı Dumuzi ve Çiftçi Tanrısı Enkimdu en ateşlileridir.

İnanna’nın’nın Çiftçi Tanrısı’na gönlü daha yatkındır, fakat kardeşi Güneş Tanrısı Utu’nun önerisi ile Çoban Tanrısı Dumuzi’yi seçer ve onunla evlenir.

Bir süre sonra İnanna yer altı dünyasının hakimesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider. Ereşkigal, İnanna’nın yer altı hakimiyetini de alacağından korkmaktadır ve yer-altı kuralı olarak onu cesede çevirir. Onun geri dönmediğini gören veziresi Ninşubur tanrılar meclisine giderek onu kurtarmalarını rica eder. Bu ricaya yalnız Bilgelik Tanrısı Enki kulak verip kurtarmak için yol gösterir.
Tanrıça dirilip tam yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini bırakmam gerek’ derler.

İnanna yerine bırakacağını birini düşünürken, kocasının bulunduğu yere gelir. Bir de ne görsün! Dumuzi karısının yokluğunda hiç üzüntü duymadan en güzel giysileriyle tahtında kurulmuş oturuyor. Büyük bir kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’ der.

Böylece cinler Dumuzi’yi yaka paça yeraltına götürür. Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. Onun yardımıyla bir ara yeraltından kurtulsa da tekrar yakalanır.

En sonunda Dumuzi’nin kız kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl özgür bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir. Böylece ülkeye bereket gelir.”

Bu nedenle eski toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir baş rahibenin yer aldığı düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur.

Bu şenliklerin en yaygın olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz dönemine geçişe denk gelen nevruz şenlikleridir.

Dünyamızda hem karalar, hem denizler, hem iklim koşulları, vs. hepsi sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Canlılar da zorunlu olarak, doğadaki bu değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelebilmek için, yapısal durumlarını sürekli değiştirmek zorunda kalırlar. Bunun için de çevrelerinde nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun vadeli düşünerek, geleceğin hangi yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu nedenle “BİLGİ” denilen mucizevi bir faktörden yararlanılır ve doğada her şey “information & self-organisation = Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik-sistemler fiziğine göre işler. 

Geçmişimiz hakkında bilinmesi gereken temel bilgiler

Biz Anadolu halkı olarak geçmişimiz hakkında göz önünde bulundurmamız gereken önemli noktalar şunlardır:
1-      Yaklaşık 100 bin yıl süreyle, yani 115 bin yıldan 15 bin yıl öncesine kadar dünyamızda buzul devri vardı. Buzul devri süresince 400 veya 500 metreden yüksek yerler sürekli kar veya buz örtüsü halindeydi.
2-      Anadolu’da 400 metreden alçak yerler çok sınırlı bir sahil şerididir; dolayısıyla Anadolu’nun tümü sürekli kar (Yüksek dağlar ise buzul) örtüsü altındadır.

3-      Bu nedenle yaşam koşulları Anadolu genelinde çok kötüdür. 4-      İnsanlık henüz çanak-çömlek yapmaktan aciz olduğundan, sadece su kaynakları yakınında yaşamaya mecburdurlar.

5-      İnsanlık ev-gibi bir sığınak yapamadıklarından, sadece mağara gibi sığınaklarda yaşayabilirler.
Tüm bu faktörlerin hepsini dikkate alırsak, Anadolu’da 15 bin yıldan daha eski devirlerde, sadece mağaralarda yaşayan insanlık mevcut olabilir, onlar da genelde sahil boyunca bulunacak, bir su kaynağına yakın mağaralarda yaşayan insanlardır. Dolayısıyla Anadolu boş sayılacak bir ülkedir.
Halbuki söz konusu bu 115000 ile 15000 yılları arasında, Atlantis-Ovası olarak tanımlanan ortam çok yoğun bir insan nüfusu içermektedir. Ova ılıman iklimli ve her türlü bitki ve hayvan yetişmesine uygun olduğundan, bu alandaki insan nüfusu gittikçe artmış olmalıdır. Çanak-çömlek yapmaktan aciz olan insanlar, Nüfus arttıkça, ovadan akan Dicle ve Fırat ırmağının sularını, kanallar yaparak, ovanın her tarafına yayarak, artan nüfuslarını barındıracak yeni alanlar oluşturmuş olmalılar. Bu şekilde Atlantis-Ovası, yaklaşık yüzbin yıl gibi çok uzun olan buzul devrinde, çok yoğun bir insan nüfusu içeren bir cennet ülkeye dönüşür. 

Ancak bu cennet ülke, buzul devrinin sona ermesiyle cehenneme dönüşür, çünkü dünyanın bir kısmını kaplayan buzulların ergimeleriyle oluşan sular tekrar denizlere dolmaya ve deniz düzeyi tekrar yükselmeye başlar. Bu nedenle Atlantis-Ovası tekrar su altında kalmaya başlar. Atlantis-Ovasının insanları da, bulundukları yerleri terk ederek, şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya ve kendilerine yeni yaşam ortamları bulmaya çalışırlar.

Atlantis-Ovası gibi bir yerde sıkışık bir alanda binlerce yıl iç-içe, yan-yana yaşamış, hatta ova üzerindeki tümseklerde hapis kalarak, karşılıklı toplumsal ortaklık ilişkileri geliştirmiş aglütine bir dil (Türkçe) konuşan insanlar ise, ülkeleri denizle kaplanınca, göç etmeye mecbur kalmışlardır. Göç edilecek en uygun bölge ise Anadolu topraklarıdır; çünkü üzerinde sadece bir su kaynağı yakınındaki mağaralarda yaşayan insanlar bulunmaktadır, ki bu da yok denecek kadar azdır.

Atlantis Ovasından göç-edenler yeni yurtlarında nasıl bir yaşam sürdüler

Önce Atlantis-Ovasında toplumsallaşma kültürü oluşturarak, dünyanın diğer yerlerine bu toplumsal yaşam sistemini aktarmaya başlayan insanların yaşamlarına bakalım.

Toplumsal yaşam tarım ve hayvancılık temeline dayanır. Buzul devri sonrası yaşama açılan Anadolu, Kafkaslar, İran gibi Kuzey bölgeleri için tam yerleşik ve yarım-yerleşik (göçebe) şeklinde iki farklı toplumsal yaşam türü ortaya çıkar. Çünkü bu bölgelerin coğrafyası çok engebelidir. Bazı bölgeler bin metreden az yükseklikte düz-ovalık iken diğer bölgeler 2-3 bin metrelik “yayla” denilen yüksekliklerdedir. Böyle bir coğrafyada tarım hayatı yerleşik düzen gerektirirken, hayvancılık göçebe hayatı gerektirir.

Neden göçebelik gerektirdiğine gelince: Yayla denilen 2-3 bin metre yüksekliğindeki yerler kış mevsiminde karla kaplanırken, bahar ve yaz aylarında hayvan otlatmaya çok elverişli olurlar. Dolayısıyla hayvancılıkla geçinenler, yazın bu yaylalara göç ederler, son kış yaklaştığında ise, “cenik” denilen kışlık yaşam ortamlarına dönerler.

Göçebe hayatı yaşayanlar sürekli taşınma içinde olduklarından, at gibi hayvanları daha çok kullanırlar. Atlar ise, kavimler arası savaşlarda en etkili araçtırlar. Bu nedenle göçebe toplumlar, yerleşik toplumları sık sık istila etmişlerdir. Bu durum, belli bir coğrafik alanda kurulan devletlerin yıkılıp, yerlerine yeni devletler oluşturulmaların en önemli nedenidir. Sümerler gibi tam yerleşik toplumların, göçebe yaşamlı kavimlerce ele geçirilmesi bu nedene dayalıdır.

Kent devletleri şeklinde başlayan ve daha sonraları bölgesel devletlere dönüşen tüm sivilizasyonlarda, toplum sadece tepedeki bir hanedan sınıfı tarafından sahiplenilmiştir. Halk tepedeki bu hanedan zümresinin kuludur, ona hizmet için vardır. Bu nedenle, devletlerin ele geçirilmesi, sadece hanedanlık merkezinin ele geçirilmesiyle gerçekleşir.  Halk yeni hanedanın uşağı-kulu olur. Büyük İskender’in Makedonya’dan başlayıp, tüm Anadolu’yu, Orta-doğu devletlerini Hindistan’a  kadar 4 yılda fethetmesi sırf bu nedenle mümkün olmuştur.  

Aglütine dil konuşan Atlantis- Ovalıların yerleştiği bir Anadolu düşünün; daha önceleri sadece mağaralarda yaşam olanağı olduğu için çok az sayıda insanın mevcut olduğu bir ortama gelmiş ve sivilizasyon bilgisine sahip olan insanlar mutlaka her elverişli ortamda tarım ve hayvancılık yapmaya başlayacaktır. Toplumsal hayat kavramına sahip olan bu yeni gelenler, oralardaki az sayıdaki yabani insanları mutlaka etkileyip, kendi yaşamlarına uyduracaklarıdır.

Acaba Anadolu’ya gelerek orayı yurt edinen ilk yerel kavimler nasıl bir dil konuşuyorlardı?

Uygarlık Aglütine dil konuşan Atlantis-Ovalılar tarafından keşfedilmiştir. Şimdi önce aglütine dillerin temel iki özelliğini vurgulayalım:
1-      Sözcüklerin arkasına eklentiler yapılarak farklı anlamlar elde edilir. Örn. Masa, masanın, masada, masaya, masadan, masanınki, halbuki indo-german dillerde “masa = table” “table” sabit kalır, ve onun önüne “on the table, at the table, to the table” gibi ön ekler getirilerek faklı anlamlar oluşturulur.
2-      Dilde cinsiyet ayrımı yoktur; halbuki diğer yaygın dillerde erkek-dişi ayrımı vardır, örn. ben-sen-o derken, İngilizcede 3.şahıs “o” erkek ise “he”, dişi ise “she” olarak tanımlanır. Halbuki Türkçe gibi aglütine dillerde erkek veya dişi fark etmez: “o”dur.

Şimdi bu iki temel farkı dikkate alarak, Anadolu’da yaşamış eski kavimlerin hangi dilde konuştuklarını, dolayısıyla, Atlantis-ovalıların aglütine dilini mi yoksa kuzey komşularında konuşulan bir indo-german dil mi konuştuklarını görelim. (Güney komşuların dilleri semitik -Arapça, vs.- olduğundan, Anadolu gibi kuzey konumlu coğrafyada etkileri görülmez.)

Şimdi arkeolojik belgelere bakarak, Anadolu’da yaşayanların hangi dili konuşan toplumlar olduklarını görelim.

Anadolu’da en eski tarihli yazılı belgeler MÖ 2. bine ait olan Boğazköy kaynaklarında bulunur. Hitit devletine ait olan o belgelere göre, Hitit devletini kuran hanedanlar, orayı istila edip, yerleştiklerinde, o bölgede Hatti denilen bir kavim varmış ve bu kavmin dili aglütine imiş. Hattice’nin kaçıncı bin yıla kadar geriye gittiği hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. 
Hatti’lerden sonra M.Ö. 1900lü yıllarda Hitit hanedanlığına dayalı bir devlet oluşturulur.
Dil-bilimciler, Hititçe’yi proto-indogerman olarak tanımlarlar. Buradaki “proto” öneki, bu dilin tipik bir indogerman dil olmadığını belirtmek için kullanılmıştır.  Hitit hanedanlığı (Eti devletinin) konuşma dilinin aglütine özellikler taşıdığını Hititoloji uzmanı Mustafa Selçuk Ar’dan aktarılan şu örnekler göstermektedir: (http://eskianadoludilleri.blogspot.com/2010/11/civi-yazili-kaynaklara-gore-turkce.html)

1)- Labarna-an—Labarna-(n)ın,
UDUhi.a-an ,= Koyunlar-ın,
DlNGlRmeş-an==Tanrılar-ın; (Dingir sözcüğünün Orta-Asya Türkleri dillerinde de tanrı anlamında kullanıldığını hatırlayın)
ERlNmeş-an=Piyadeler-in,
DUMUmes-an=Oğullar-ın.
Bu birkaç misalden açık olarak anlaşılacağı gibi Etilerin yazı dilinde yazılmış yazıtlannda geçen isimlerin “-in„ hallerini teşkil etmek için kullanılmış olan “-an„ eki ile Türkçemizin öz malı olan “-in„ eki
arasında hiçbir fark yoktur.


2)- İsimlerden sıfat yapmağa yarayan, aynı zamanda aidiyet eki vazifesini gören “-li„ eki de Türkçe ile hititce arasındaki benzerliği gösterir:
Tıpkı Türkçemizide kullandığımız Ankara-lı, Parti­-li, Lonca-lı, Halkev-li ifadelerinde olduğu gibi.
Taşkuriya-li = Taşkuriya-lı
Alişa-li = Alişa-Iı
Miyanti-Ii = meyve-li

3)- Diğer taraftan bu “-li„ ekinin kullanıldığı kaynaklar yalnız Eti sahasına kapanıp kalmamaktadır. Etrüsk dilinde, Trova şehrine mensup bir adamdan bahsedilmek istenildiği zaman Trova-lı demek olan 'Truial, denilmektedir ki bu da diğer misallerde olduğu gibi aynı birliği göstermektedir. Etrüsk dilinde buna benzer daha birçok misalleri bulmak kabildir.

 
4)- Diğer taraftan aynı özelliğin Lidya dilinde de mevcut olduğunu göste­ren örnekler vardır: Bu dilde Baki şehrinde oturan bir rahipten bahsedileceği zaman 'kavis bakillis' denir. Buradaki 'Bakillis' in Türk­çedeki' Baki-li'den farkı yoktur. 'Manelis = Mane-li' kelimesi başka bir örnektir. Bergama'daki hanedan krallarından 'atalis' “ata-lı” anlamındadır.

5)- Hurri dilindeki “-he” veya “-hi” ekleri de türkçedeki “-li” ekine karşılık gelir.
Kizvatna-hi = Kizvatna-lı
Arinna-hi = Arinna-lı

6)- Anadolu’da yerleşmiş ilk insanların konuştukları dillerde cinsiyet ayrımı olmaması, bu dillerin Türkçe ile yakın akrabalığının diğer önemli bir delilini oluşturur.

Görüldüğü üzere, Anadolu’da kurulmuş farklı devletlerin dilleri, aglütine dil özellikleri göstermektedir. İndogerman kökenli bir dilden kökenlenmiş olsalardı, “Alişa-li” yerine “from Alişa” derlerdi. 

Atlantis-Ovasından göç edenler nerelere göç etmişlerdir?

 Atlantis-ovası deniz yükselmesi nedeniyle 12 bin yıl önceleri tekrar denizle kaplandıkça, ovada yaşayanlar şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya başlarlar. En sona olarak da Sümerler adlı kavim 6-7 bin yıl önceleri UR-Uruk denilen arkeolojik noktalara çıkar ve ilk kent devletlerini kurarlar. Ama daha önce ovayı terke eden topluluklar, Anadolu uygarlıklarının çekirdek noktaları olan Göbekli Tepe, Çatalhöyük gibi 10-11 bin yıl öncelerine dayanan toplu yerleşim noktaları oluşturmuşlardır.

Dünyanın diğer noktalarında ilk uygarlık tohumları da, yine agglütine dil konuşan kavimlerce (Etrüskler ve Roma Uygarlığı, Giritlilier ve Minos Uygarlığı) oluşturulmuşlardır. Anadolu’daki Truva,  Lidya, Hatti vs gibi diğer devletleri oluşturan kavimlerin de aglütine dil konuşan kavimlerden oluşması aynı nedene dayanır. 

Azeriler de Atlantis-Ovasından göçmüşlerdir.

Neden Azeriler İran’ın batısında ve Azerbaycan’da yaygındır? Onlar oraya ne zaman gelmişlerdir?
Gerek İran’ın batısı, gerek Kafkasya bölgesi, 115 bin ile 15 bin yıllar arası süren son buzul devri süresince, yaşanılacak ortam değillerdir, çünkü çok yüksek dağ ve platolardan oluşurlar, dolayısıyla sürekli bir kar ve buz örtüsü altındadırlar. Kar ve buz örtülü ortamlarda hayat, sadece su kenarlarındaki mağaralarda mümkündür, tabii çevrelerinde avlanacak hayvanlar varsa. Dolayısıyla, günümüzde o bölgelerde yaşayan halk. Sonradan o bölgelere göçmüş-gelmiş olmalılar. Kuzey ülkeler zaten karlı-buzlu olduklarından, göç edecek insanların geldikleri yerler, göç verebilecek bölgelerden olmak zorundadır. Göç verebilecek ülke ise Atlantis-ovalılardır.

Anadolu’ya yerleşen Atlantis-Ovalılar: Aleviler (Türkmenler vs.)

Anadolu’da Alevilik denilen Türk diline dayanan bir kültür gelişmiştir. Bu kültür Alevilerin Anadolu’ya yerleşmiş ilk uygarlık olduğunu gösterir, çünkü 12-13 bin yıl önceleri Anadolu kar ve buzlarla kaplı bir bölge idi. Henüz çanak çömlekten yoksun olan insanlık, ancak ve ancak bir su kaynağına yakın bir mağarada yaşayabiliyordu. Bu nedenle 12-13 bin yıldan önceleri Anadolu boştu denilebilir.
Bu boş Anadolu, 12- bin yıl önceleri Atlantis-Ovasından başlayan göçlerle insanlarla dolmaya başlar. Göç yapan insanlar ise, Türkçe yani aglütine dil konuşan Atlantis-ovalılar (Türklerdir).
Azerilerin binlerce yıldır İran ve Kafkasya’da yaşadıkları gibi, daha batıda bulunan Anadolu’ya da ilk gelen topluluklar Aleviler olmalıdır. Aleviler Anadolu’ya göç eden ilk Türk kavmi olmak zorundadır. Çünkü Göktürk’lerin Orta-Asya’dan göçleri 9. Asırdan sonra başlar. Halbuki Aleviler’in Anadoluda çok daha eski çağlarda, örn. 4. Asırda yaşadıklarına ait kayıtlar bulunmaktadır (Çınar 2012).

Erdoğan Çınar’ın “Aleviliğin Kökleri” adlı kitabında şu bilgiler yer alır:
“325 yılında, yani 1700 yıl evvel..  Bizans İmparatoru 1. Konstantin İznik’te bir konsey toplar.  Konseyin gündemi İmparatorluğun dinini kararlaştırmaktır. İmparatorun dediği olur ve Devletin dini Ortodoks Hristiyanlık kararı alınır. Çıkan bu karar İmparatorluğun tüm tebaasına duyurulur, Ardından tüm tebaanın Hristiyanlığı kabul etmeleri emredilir.  O tarihlerde  Anadolu’da Aleviler de yaşamaktadırlar. Aleviler, inanışlarını terk edip, Hristiyanlığı kabul etmek istemezler. Hristiyanlığı kabul etmeleri için zorlanırlar, zorlamalar giderek baskıya dönüşür.  600 lü yıllarda baskılar şiddete dönüşür. Tüm Alevi Tapınakları basılıp dağıtılır. Mabetleri ateşe verilir Alevilerin el yazmaları yasaklanır. Yani Alevi inanışının tüm belgeleri yasaklanır. Hatta Alevi inanışının kutsal kitabı olan  ‘’KUDRET’’ de yasaklanır. Kudret ve diğer el yazmalarını bulunduranlar, mutlak ölümle cezalandırılır. 

Bakınız, Ortodoks Kilisesi kaynaklı bir Bizans belgesi ne diyor. “Bu adamların öğretilerine ve İncil’e muhalefet eden, KUDRET denilen kitabı kabul edip şereflendirenlere lanet olsun.”
Bu belgeden anlaşıldığı gibi, Alevilerin o tarihlerde KUDRET adında Kutsal bir kitapları vardır. Maalesef o kitap tamamen yok edilmiştir. Ancak KUDRET kitabının sadece cismini yok ettiler, Ruhunu yok edemediler.  Aşık-ı sadıklar, Kudretin içindekileri nefeslere, değişlere yazdılar, yani dile yazdılar. Şimdi Kudret Aşık-ı Sadıkların nefeslerine yaşamaya devam etmektedir.

Alevi nefeslerinde KUDRET vurgulamasına yer yer rastlanır.  Ortodoks Kiliselerinin arşivlerinde, Alevi kıyımı ile ilgili, çok sayıda belge vardır küfür doludur ve lanetle sonlanırlar. O tarihlerde, bir topluluğu veya bir kişiyi lanetlemek. ‘’Öldürülmeleri gerekir’’

Alevi toplumu, bu baskılar karşısında sinmek zorunda kalırlar. Görünüşte, biz de Hiristyanız derler Ama Kiliseye gitmezler. Hristiyanların kutsal saydıklarını kutsamazlar, Ayin-i Cem’lerini yürütmeye devam ederler. Yani takiyye yaparlar.  Bununla ilgili Bizans belgelerinden bir tanesi aynen şöyledir: ‘’Papazlarımızı ve hiyerarşinin diğer özellerini reddediyorlar. Kendi Papazlarına Pir veya Rehber diyorlar. Ve onların papazları kıyafet ve diyetleriyle, yaşam biçimleri ile, topluluklarından ayırt edilmiyorlar’’ Yani, Alevi önderlerinin kıyafetleri, beslenmeleri yaşam biçimleri topluluklarından farklı değilmiş. Geçimlerini temin etmek için de çalışırlarmış.

Bakınız bir başka belge ne diyor: ‘’Sıradan bir insan için, en iyisi onların farkına varmak. Ancak onlarla herhangi bir şekilde konuşmamaktır. Çünkü deneyimsiz olanlarla sohbet ederek kendilerini tehlikeye atarlar. Kendilerini kaptırırlar bazı kişiler onların fikir istilalarından kaçınmaları çok zordur.
Küfür ve iftira dolu belgeler var bunlardan bir tanesi aynen şöyle.   ‘’Kız kardeşleri, kayınvalideleri veya görümceleriyle kirlenmiş olanlara, ziyafet için toplanıp içki içtikten sonra, ışıkları söndüren ve alem yapanlara lanet olsun’’ Her lanet fetvası, ardından yeni baskılar getirir. Bunlara rağmen, Alevi Toplumunu bir türlü kiliseye çekemezler.”

Alevi kültürüne karşı düşmanca tavırların, diğer bir kutsal-kitaba inanan Osmanlı devleti zamanında da devam etmiştir. Yani bir alevi vatandaşın deyişiyle: “Aleviler, binlerce yıldan beri kendilerine ağır düşmanlık besleyen, varlıklarına tahammül göstermeyen ve canlarına kasteden dinlerin ve mezheplerin hüküm sürdüğü coğrafyalarda, çaresizlikten doğan en doğal haklarını kullandılar, kimliklerini ve asıl inanışlarını sakladılar. Zamana, zemine ve etrafını çevreleyen koşullara göre, değişik dış görünüşlere büründüler. Sürekli isim değiştirdiler.
Alevi inanışı, Alevilerin kendileri için çağlar boyunca en dayanılmaz koşullarda bile vazgeçilmez bir tutku ve sonsuz vefa ile bağlandıkları bir yol oldu. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Alevileri sarsılmaz bağlarla kavrayan bu inanışa asla tahammül gösteremediler. Aleviliği mutlaka yok edilmesi gereken, kendi inanışlarının en büyük tehdidi saydılar. Ortodokslarla başlayan, Katoliklerle devam eden, Aleviliğe karşı işlenmiş insanlık suçlarının ve sonu gelmez Alevi düşmanlığının sebebini, Alevilerin, semavi dinlerin kabullerinin çok dışındaki inanç sisteminde aramak gerekir.”

Peki kutsal-kitaplı inanç sahipleri neden Alevi kültürüne düşmanlık besledi?

Kutsal-kitaplar doğadaki yaratıcılığı, varlıkların içsel sistemlerinde değil, dışsal bir sistemde tasarlamışlardır. Alevilik ise, “bir ben vardır, bende benden içeri” deyişinde görüldüğü üzere, doğal sisteme uygun olarak içsel bir sistemde bir yaratıcılık tasarlamışlardır.

Alevilerin aşağıda sunulan görüşünün, Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) görüşüne ne kadar yakın olduğunu fark edebiliyor musunuz?

 Alevi inancını semavi dinlerden ayıran ve sonu gelmez düşmanlıklara altyapı oluşturan bir diğer önemli farklılık da, Alevilikte ölümden sonra öteki dünya inanışının olmayışıdır. Kendisine inananların bağlılığını ve kendi kurdukları dünya düzeninin emniyetini, ölümden sonra bir başka dünyada vaat edilen ödül ve ceza sistemi üzerine inşa eden semavi dinler, Alevilikte öbür dünya inancının olmayışını hiç kabullenemediler. Alevi inanışına göre insan, sürekli beden-biçim değiştiren ilahi ruhun parçasıdır. Vücut bulmuş enerjidir. Işık’tır. Asla ölmez.”


İşte Aleviler bu nedenle Anadolu’ya gelen ilk kavim olarak kabul edilme zorundadır.  Geniş Anadolu topraklarında birçok yerel devlet oluşturulmuştur ve bu devletler tarih boyunca sık sık farklı yörelerden gelen kavimlerce istilaya uğramış, hanedanlıklar değişmiştir. İstilalarda genellikle erkekler öldürülür, ama kadın ve çocuklar bırakılır. Bu nedenle Anadolu’nun yerli halkının temel yapısı genelde korunmuş olur, çünkü çocukların dili ve gelenekleri temelde analar tarafından aktarılmaya devam etmiştir.

"Alevî" teriminin eski bir Anadolu uygarlığı olan Luvilerden geldigini, ve Luvi sözcüğünün Hitit dilinde "Işık İnsanları" anlamına geldiğini öne sürülmektedir.

Uygarlık Aglütine dil konuşan Atlantis-Ovalılar tarafından keşfedilmiştir. Atlantis-ovası deniz yükselmesi nedeniyle 12 bin yıl önceleri tekrar denizle kaplandıkça, ovada yaşayanlar şekilde gösterilen yönlerde kaçmaya başlarlar. En sona olarak da Sümerler adlı kavim 6-7 bin yıl önceleri UR-Uruk denilen arkeolojik noktalara çıkar ve ilk kent devletlerini kurarlar. Ama daha önce ovayı terke eden topluluklar, Anadolu uygarlıklarının çekirdek noktaları olan Göbekli Tepe, Çatalhöyük gibi 10-11 bin yıl öncelerine dayanan toplu yerleşim noktaları oluşturmuşlardır.

Şimdi aglütine dil konuşan Atlantis- Ovalıların yerleştiği bir Anadolu düşünün; daha önceleri sadece mağaralarda yaşam olanağı olduğu için çok az sayıda insanın mevcut olduğu bir ortama gelmiş ve sivilizasyon bilgisine sahip olan insanlar mutlaka her elverişli ortamda tarım ve hayvancılık yapmaya başlayacaktır ve yabani yaşayan az sayıda yerel halkı etkileyecektir. Bunlar bize Anadolu’nun yerel halkının aglütüne (yani günümüz Türkçesine benzer) bir dil konuşan kavimlerden olduğunun gerekçeleridir.

Bu geniş Anadolu topraklarında birçok yerel devlet oluşturulmuştur ve bu devletler tarih boyunca sık sık farklı yörelerden gelen kavimlerce istilaya uğramış, hanedanlıklar değişmiştir. İstilalarda genellikle erkekler öldürülür, ama kadın ve çocuklar bırakılır. Bu nedenle Anadolu’nun yerli halkının temel yapısı genelde korunmuş olur, çünkü çocukların dili ve gelenekleri temelde analar tarafından aktarılmaya devam etmiştir.

Böyle bir paragrafı neden yazdığıma gelince: Anadolu’da Alevilik denilen ve Türk diline dayanan bir kültür gelişmiştir. Bu kültür Osmanlıların Sünni inancına ters olduğundan, aleviler Osmanlılarca sürekli baskı altında tutulmuşlardır. Peki bu aleviler Anadolu’ya yeni gelen Selçuklulardan bağımsız olarak eskiden beri Anadolu’da yerleşik kavim değil de başka ne olabilir?

Kesin olan şudur:
1-      Göbekli Tepeliler  (ve Çayönü, Çatalhöyük, vs. toplulukları) Cennet-Ülkeden göç ederek oraya yerleşmişlerdir ve Sümer toplumları ile karşılıklı bir etkileşim içinde olmuşlardır.
2-      Göç dalgası böyle dar çaplı noktalarla sınırlı kalmamış, Sümerler gibi aglütine bir dil konuşan Türki ırkının da, Cennet-Ülkeyi terk ederek, Batı-İran, Azerbaycan, Türkmenistan vs Orta-Asya-bölgelerine göçmelerine yol açmıştır. Günümüz İran’ında Halaçça, Kaşkayca, Afşarca gibi Türkçe benzeri dil konuşan kavimlerin bulunması, bu toplumların aglütine dil konuşan Atlantis-ovalıların kalıntıları olduğunun başka bir delilidir.  
3-      Orta-Asya’daki ‘iç-denizin’ kuruması nedeniyle Türki toplumlar tekrar göçe mecbur kalmışlar ve kimi kuzeye, kimi batıya, kimi Güney-Batıya göç etmişlerdir.
4-      Aleviler Anadolu’ya göç eden Atlantis-Ovalıları temsil etmektedirler.
5-      Dolayısıyla biz Türkler aşağıdaki şekildeki gibi bir göç döngüsü yaşamızdır.
6-      Sonuç olarak da şunu vurgulamak gerekir: Bizler geçmişimiz itibariyle birbirleriyle çok yakın ilişkisi olan insanlarız.

Şekil 14: Anadolu Türk toplumunun Göç Döngüsü

Şekilde Anadolu Türk toplumunun Göç Döngüsü gösterilmiştir. 15 bin yıl öncelerinde dünyamız buzul devri içinde olduğundan, Anadolu, Orta- Asya gibi yüksek platolarda yaşam sadece mağara içlerinde mümkündür ve oralarda çok ama çok az sayıda insan yaşamaktadır. Halbuki Cennet-Ülke olarak tanımladığımız bölge, Dünyada yaşanılacak en ideal ortamdır ve çok yoğun bir yaşam ortamı oluşturmaktadır. Hem hayvan ve bitkiler açısından hem de onlara bağımlı yaşayan insanlık açısından.
Buzul devrinin sona ermesi sonucu, Cennet-Ülkenin tekrar sularla kaplanması nedeniyle oradaki yoğun insan nüfusu göçmeye başlar. Güneyde deniz vardır, kuzey-doğuda yüksek bir dağ kuşağı, Güney-batıda susuz kurak bir çöl ortamı olduğundan, göç Kuzey-Batı yönünde gerçekleşir. Bereketli Hilal denilen bölge bu şekilde oluşturulur.
Dünya genelinde iklimin gittikçe ılımanlaşması nedeniyle, Anadolu, Orta-Asya gibi bölgeler yaşama uygun ortamlar oluştururlar. Hele Orta Asya çok elverişli bir yaşam ortamına dönüşür, çünkü Altay, Himalayalar gibi yüksek dağ kuşakları üzerindeki buzulların ergimesi sonucu oluşan sular, Orta-Asya^daki Tarım-havzası gibi çukur ortamlarda depolanarak büyük bir göl oluştururlar. Göç eden insanlar için en ideal bir ortam söz konusudur. Ve Türkçe konuşan bir grup insan oralara yerleşir.
Dağ kuşakları üzerindeki buzulların ergiyip yok olmaları sonucu, göle gelen su kaynakları azalmaya ve göl gittikçe kurumaya başlar.
Türk dilli toplumlar tekrar göçe başlarlar ve sonrası tarih kitaplarında anlatılan, Hun, Selçuk vs. ile bilinir.
Anadolu genelinde aglütine dil konuşan insanların 5-10 bin yıl öncelerinden beri yaygın olduğuna dair görüşümü belirtmek isterim. O da şudur: 
Yani biz Anadolu Türkleri tekrar ilk ana-vatanımız olan ve şimdi deniz suları altında kalmış olan Cennet-Ülkeye yakın konumlu eski göç güzergahımıza geri dönmüş oluruz.
Yani biz Türkler, kuzenlerimizle tekrar buluşup, birlikte yaşamaya başlayan bir nesli temsil ediyoruz.

DEVAMI için TIKLA

KAYNAKÇA:
Bibel- Martin Luther’s Übersetzung. Württembergische Bibelanstalt- Stuttgart.+
BRAIDWOOD, R.J. 1995: Prehistoric Man – Tarih Öncesi İnsan. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 290 s.
BRENTJES, B., 1981: Völker am Euphrat und Tigris. Koehler & Amelang, Leipzig, 263 s.
CERAM, C.W., 1972: Götter, Graeber and Gelehrte. Rowohlt, 447 s.
Çınar, Erdoğan – 2012: Aleviliğin Kökleri. Kalkedon Yayınları 54, 265 s. İstanbul.
Diker, Selahi. 2000: Anadolu’da On bin Yıl, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı. Oral Matbbası, İzmir.562 s.
EFLATUN, Timaios (Çevirenler: Erol Güney ve Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 1133, Ankara,1989.
EFLATUN, Kritias (Çevirenler: Erol Güney ve Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 905, Ankara,1989.
HAKEN, H. 2000: Information and Self-Organization. A Macroscopic Approach to Complex Systems. Springer Verlag, 222 pp. 62 figs.
HAYS, J.D., IMBRIE, J. ve SCHACKLETON, N.J., 1976: Variations in the earth’s orbit: pacemaker of the ice ages. Science, 194, s. 1121-1132.
IMBRIE J., HAYS J.D., MARTINSON D.G., McINTYRE A., MIX A.C., MORLEY J.J., PISIAS N.G., PRELL W.L., ve SCHACKLETON N.J., 1984: The orbital theory of Pleistocene climate: Support from a revised chronology of the marine delta 18O record. In BERGER A.L. ve diğ., eds.. Milankovitch and climate: understanding the response to astronomical forcing, Part I, 169-305, Boston, Reidel.
KRAMER, S.N. 1956: History begins at Sumer. Newyork 1956. (Tarih Sümer'de başlar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul)
ROBERTS, N., 1984: Pleistocene environments in time and space. In R. Foley, ed. Hominid evolution and community ecology. s. 25-53, London, Academic Press.
Meteor-Forschungsergebnisse. - Borntraeger 1971. Reihe C. Geologie und Geophysik / Red.: E. Seibold u. H. Closs
No. 4. Oberflächensedimente im Persischen Golf und Golf von Oman. 1. Geologisch-hydrologischer Rahmen und erste sedimentologische Ergebnisse. Von M. Hartmann [u.a.] 76 S., mit Ktn. : Mit 47 Abb. u. 12 Tab. im Text
Swift, S. A. and Bower, A. S.- 2003: Formation and circulation of dense water in the Persian/Arabian Gulf. JOURNAL OF GEOPHYSICAL RESEARCH, VOL. 108, NO. C1, 3004, doi:10.1029/2002JC001360
Tuna O.N.- 1990: Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi ilgisi ile Türk Dili’nin Yaşı Meselesi. Atatürk kültür, dil ve tarih yüksek kurumu, Türk dil kurumu yayınları 561. ISBN 975-16-0249-1
Yao, Fengchao, 2008: "Water Mass Formation and Circulation in the Persian Gulf and Water Exchange with the Indian Ocean" . Open Access Dissertations. Paper 183.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder