nasıl zombileştik


Nasıl Zombileştik

1.  Bölüm: Zombileşme Nasıl olmaktadır?

Her varlık (her canlı) kimyasal bileşimine uygun davranış gösterir. Bedenlerin kimyasal bileşimleri ise üç farklı yoldan değiştirilebilir:
 ►Birinci yöntem:  Bedene zerk edilen kimyasal bir madde ile.  Buna örnek olarak şu verilebilir: Bir eşek-arısı-türü, bir örümceğin hem ağzına belli bir zehir akıtır hem de o anda  gövdesine yumurtalarını aktarır.
Zehirin etkisiyle bir sure baygınlaşan örümcek kendine geldiğinde artık zombileşmiş olur, çünkü verilen zehirle, kimyasal bileşiminde değişiklik olmuştur. Önceleri (A)da gösterilen şekilde bir ağ ören örümcek, zombileştikten zonra (B)de gösterilen türde bir ağ örer. Bu ağ örümceğin avlarını yakalayacak şekilde değil, arının larvalarının korunmasını sağlayacak şekildedir. Canlı normal davranışından sapmıştır. Yani zombileşme, canlının kimyasal bileşimindeki değişikliklere uygun olarak normal davranışından saptırılması olayıdır.
Kuduz virüsü bulaşan insanların saldırganlaşarak çevredeki insanlara zarar vermesi de buna benzer bir zombileşme olayıdır.

İkinci türde Zombileşme, uyuşturucu madde kullananlarda  görülür, çünkü uyuşturucu etkisi altındaki insanlar, bedenin uzun vadeli çıkarlarını değil, kısa vadedeki o anlık çıkarına göre karar verirler ve geleceklerini bu şekilde zora sokarlar (Ostlund  Cui 2018). 


2.  Bölüm: Toplumların zombileşmesi üçüncü türde, yani  yanlış bilgi verilmesiyle olmaktadır:

►İkinci yöntem: Gelenek-göreneklerle bilinç-altına yerleştirilen bilgilerle: Şöyle ki:
Bir insanın davranışını, o insanın zihniyeti, yani hayata bakış açısı belirler. Zihniyetin ise iki farklı bileşeni vardır: Bilinç-altı ve Bilinç:
Bunlardan en etkili olanı  “BİLİNÇ-ALTI” sistemi bilgileridir.
“Bilinç-altı” bilgileri, ana-rahmine yerleştirildiğimiz andan itibaren ve de çocukluğumuzun ilk 6 yılı süresince, çevremizdekilerin davranışlarının, gelenek ve göreneklerin, kopyalanması ile edinilir. Bu bilgiler, atalarımızın asırlar boyu oluşturdukları verilerin özetlenmiş sonuçlarıdır. Otomatiğe bağlanmış davranışlarımızın bulunduğu bilinç-altı sistemimize kayıt edilirler.
Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve fil ondan sonra bu kopyalanmış şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar, ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.

Çevresinde 3-4 farklı dil bile konuşulsa, o dilleri aksansız konuşacak şekilde kopyalar. Çevresindeki insanların davranışlarını da aynen kopyalarlar. Bilinç-altı, kişinin hiçbir müdahalesi olmadan çevresindeki olaylardan etkilenerek kopyalanan, yani başka insanların düşünce ve davranışlarının kopyalanmış halleridir. Çevredeki insanlar da yine daha eski kuşaklardan kopyalanan bilgilere göre programlanmış-şartlanmış olduklarından, bu döngü böylece devam eder. Kişiler kopyalanmış bu davranışların etkisi altında davranmaya mecburdur, onlara göre programlanmış, onlara göre şartlanmışlardır.

Bilinç-altına alınan davranışların en büyük kısmını ise atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize aktardıkları davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis edilmiştir. Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden oluşurlar. Bir davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya başlandıysa, o davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine aktarılırlar. Bir araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu hatırlayın. Ama öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık yapılır olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı otomatiğe alınmış davranışlar topluluğudur. Her şeyi yeniden, sıfırdan başlayarak öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki buna hiçbir ömür yetmez. Bu nedenle, “information & self-organisation” olarak özetlenen “bilgiye dayalı” oluşum ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden edinilmiş bilgilerin kopyalanarak gelecek nesillere aktarılması temel bir prensiptir.
BİLİNÇ, o andaki arzular, beklentiler  ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o andaki duruma uyan davranış şeklidir. Okul dönemi ve sonrası evrede çok daha az etkili olanı ise edinilen bilgilere dayanırlar. “BİLİNÇ” sistemi verilerinin davranışlarımıza etki oranı %05den azdır. Yani bizler %95 oranında BİLİNÇ-ALTI sistemimizin etkisi altında davranmak zorundayız.
Halk tamamen gerçeklerden habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir. Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Devam edecek sayfalarda, gelenek ve göreneklerimizin temellerinin dayanakları daha ayrıntılı açıklandıktan sonra bu konu anlaşılır olacaktır. Biraz sabır!!!!!!!!!!!
Şimdi toplumsal sistemi oluşturacak insanların nasıl zombileşmiş oldukları ve neden perfekt bir toplumsal hayat sistemi oluşturamadıkları konusuna geçelim. 

3.  Bölüm: Hayatı sorgulamaya başlamamız

Henüz düşünme ve doğal olayları anlama yeteneği gelişmemiş Yontma Taş devri insanlarının torunları olan Sümerler, bedenlerimizin içlerinde canlı varlıklar olduğundan habersizdirler. Bedenlerimizin bu minik yaratıklar tarafından, değişen doğa koşullarına uyum sağlayacak şekilde belli bir süreliğine oluşturulduğunu, dolayısıyla, bir süre sonra ölmesi ve tekrar moleküllerine ayrılarak, değişen dünya koşullarına göre yeniden organize edilmeleri gerekliğini de bilmemektedirler. Hayatın doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş bir evrimsel gelişim olduğunu bilmeyen Sümerler, ebedi bir hayat özlemine uygun hikayeler tasarlamışlar, Gılgamış destanı gibi eserler bırakmışlardır.
Doğada bir oluşumun, bir erkekle bir dişinin birleşmesi sonucu gerçekleştiğini gören insanlar, doğal sistemi oluşturanların da, bir erkek (Güneş) ve bir dişi (Ay) gibi semavi güç sisteminin oluşturdukları Tanrılar olarak tasarlamış olmalılar ki, Ay ve Güneş’in üst-üste çakıştığı Güneş-tutulması olayını, kutsal bir imge olarak tüm tanrısal figürlerde kullanmışlardır. Kutsal bir kişinin doğacağı mesajını veren Orion takım yıldızı 3-kral olarak simgelenmiştir.

Yani, hayatın doğum-ölüm döngülü olduğunun bilinmediği zamanlarda, yaratma, bir şey yapma erki, tepedeki bir güç-sisteminde düşünülmüştür. Tepedeki bu güç sistemi de gök yüzünde görülen, güneş, ay, yıldızlar gibi öğeler olduğundan, yaratıcı bu gök cisimlerinde tasarlanmıştır.
Bu nedenle henüz yeni-yeni doğayı anlamaya ve yorumlamaya başlayan insanlar, doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlamışlardır. Toplumların yönetimlerinin de hep, ilahi güç sistemini temsil ettiğine inanılan tepedeki birilerine bırakılması bu nedenledir. Dünyadaki tüm devletler, tepedeki birilerince yönetile gelmişlerdir ve bu 5-6 bin yıl önceleri Sümerler tarafından oluşturulmaya başlanan ilk kent devletleri oluşumundan beri hep böyledir.

4.    Bölüm: Bilgi ve Tanrı ilişkisi

Zaman olgusunun önceki bölümlerde açıklanan gelişim aşamaları, doğal sistemin sürekli bir gelişme içinde olduğunu ve bu gelişmelerin de bilgi oluşturularak yapıldığını göstermektedir. Doğadaki değişim-dönüşümler olarak karşımıza çıkan zaman olgusu, atom-altı-öğelerin çevrelerini algılayarak, oluşan yeniliklere göre, yeni üst-sistemler oluşturduklarını göstermektedir.
Hayatın-doğum-ölüm döngülü olduğunun bilinmediği zamanlarda, yaratma-erki  tepedeki bir güç-sisteminde düşünülmüştür.
Bu nedenle doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlamışlardır.

Doğal sistemin oluşturucu ve yaratıcılarını, süper-insansı, erkek-dişi özellikli, ebedi ömürlü varlıklar olarak tasarlayan insanlar doğal olarak yaptıkları tapınaklarda bu inancı simgelemiş olmalılar. Yani Göbekli Tepe tapınaklarının merkezlerinde bulunan T-şekilli sütunlar erkek-dişi kutsal Tanrı figürleri olarak düşünülebilinir.
Göbekli Tepe’deki en eski yuvarlak şekilli yapılarda ortada iki büyük T- sütununun çevresinde 12 adet küçük boyutlu T-kolonlarının yılın 12 ayını temsil eden ve doğadaki periyodik canlılığı, mevsimleri vs. etkileyip yönlendirdikleri sanılan gök cismi tasarımları olarak düşünülebilinir. Daha sonraki zamanda yani MÖ. 8 binli yıllarda yapılan tapınakların değişik ( 12 değil de 10 T-sütunlu) tasarlanması, Sümer tarihinde 10 kutsal kral olmasıyla ilişkili olabilir.

5.    Bölüm: Kulluk fermanının kabulü:

 Tepedeki birilerince kurulup-sahiplenilen kent devletleri
İnsanların toplumsal hayatı böyle yanlış bir doğa bilgisiyle başlar ve yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri Ur, Uruk, Eridu, vs. gibi ilk kent-devletleri kurulur. Devletin sahipliği ve yönetimi, kutsal özlü (asil soylu) sayılan krallara aittir. Halk krala ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Kralın gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu, yani insanların tepedeki bir EFENDİ sistemine kul olmayı kabul edişinin fermanıdır.
Bilgi oluşturma yeteneği insanların binde-birinden daha azında görülür, yani 1000 kişinin, sadece 1’i yaratıcı olabilir ve bir şeyler keşfeder, diğer 999u kopyalayıcıdır ve yapılanları taklit eder. Bu durumu, ilk zeki insanlar da fark etmiş olmalılar ki, kendilerindeki yeni bir şey yapma yeteneğini “efendilik-yaratıcılık” unsuru olarak öne çıkarıp, diğer insanların kendilerine hizmet için yaratılmış oldukları görüşünü onların bilinç-altına yerleştirerek, asil = tanrı-soylu, adi-soylu insanlar gibi sınıf ayrımcılığı ortaya atmış olmalılar.
İnsanların, zihinsel yeteneklerini kötüye kullanması, insanoğlunu doğal sisteme en zararlı bir canlı haline getirmiş ve günümüzdeki savaş ve ekolojik felaketlerin temel sorumlusu olmasına yol açmıştır.
İlk devletler kent devletleri olarak ortaya çıkar. Her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) (Me adı verilen) bir kutsal mesaj gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Bu inanca uygun olarak, her yeni kurulan devlet, kendisine kutsal bir mesaj (kutsal kitap) gönderildiği şeklinde davranarak, halkının kendisine biat etmesi geleneğini sürdürülür. Tevrat’ta her kentin bir peygamberi olduğunu gösteren bir çok bölüm vardır. Nitekim Kuran’da da aynı mealde “Biz her millete kendi diliyle bir peygamber gönderdik” şeklinde bir çok ayet vardır. Arabistan bölgesinde 6. Yüzyıldan sonra kurulan devletlerin yeni bir dinsel inanç (İslamiyet) ortaya atmalarının temelinde Sümerlerden kaynaklanan bu temel görüş yer alır.  
Halkı köleleştirecek olan “güç veya para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Toplumların dinamizmi para ile denetlenir ve paranın kontrolü "tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur.

Toplumları yönetmenin, kontrol altında tutmanın formülü, yani siyaset-din-para kıskacı  bu şekilde bulunmuş olur ve 5-6 bin yıldan beri aynı şekilde uygulanmaya devam edilmektedir.  
Statik sistemde güç, yani yönlendirici (Allah veya doğal seçici), “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir.
•         Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz. Çünkü geçiminizi sağlayacak gelirden mahrum kalmamak için tepedekilere kulluk yapmaya mecbursunuz. 
Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.

6.  Bölüm: İkinci büyük yanlışlık

İki-buçuk milyon yıl önce sert taşlardan parçalar kopararak kesici bir nesne yapabilmeye; yaklaşık 500 bin yıl önceleri Ateşi kontrollü olarak kullanabilmeye; 40 bin yıl önceleri resim yapmaya, sonra kemik parçalarından çuvaldız yaparak bununla, avladıkları hayvanların derilerinden giysi ve çadır yapmaya; daha sonra taşlardan ve kemiklerden ok. zıpkın, mızrak uçları gibi aletler üretmeye; yaklaşık on bin yıl önceleri, çeşitli hayvanları evcilleştirerek. bitkileri ıslah ederek, insanlığa yaraşır bir uygarlık düzeyine ulaşmış ve yerleşik hayat tarzına geçmiştir. Yerleşik hayata geçişle birlikte "toplumsal yaşam örneği” vererek, çeşitli iş kollarında uzmanlaşmaya ve karşılıklı iş birliğine girerek ilk uygarlık eserlerini ortaya çıkarmışlardır. İlk madencilik bu dönemde başlamış, ilk dokuma atölyeleri bu dönemde ortaya çıkmış; insanlar, tarlalarını sürdükleri kara sabandan, tekerleğe, atlı arabaya, bıçağa, baltaya, aynaya, çanak çömleğe, ve daha bir çok kullanım eşyasına bu dönemde kavuşmuştur.

İnsanlığın şekilde gösterilen kültürel gelişiminin normalde mavi hat şeklinde devam etmesi gerekirdi. Ama yaklaşık 3.500 yıl öncelerine denk gelen (K) noktasında, insanlık tarihinde çok önemli bir şey olmuş olmalı ki, insanlığın bu hızlı üstel (eksponansiyel) gelişimi yavaşlamış ve gecikmeli bir şekilde devam etmiştir. Peki insanlığın gecikmeli bir evreye girmesinin nedeni ne olabilir?
Bir açıklama: İnsanlığın zihinsel gelişimi engellenmemiş olsaydı, insanlık yaklaşık 2000 yıl önce bu günkü uygarlık düzeyine ulaşmış olurdu. Peki insanlığın gelişiminin 2000 yıllık bir gecikmeyle sürmesine, üstelik doğadaki birçok canlının soyunun tükenmesine neden olan, denizlerin, karaların, atmosferin kirlenmesine yol açarak hem kendi sağlığını, hem diğer canlıların sağlıklı yaşamalarını engelleyen bir tutum ve davranış içinde olmasına yol açan bu zihinsel zehirlenme yapıcı ve zombileştirici faktör nedir?

7.    Bölüm:  3500’lü yıllarda dünyamızda insanlığın kaderini etkileyecek ne tür önemli bir olay oldu?


M.Ö. 15. yüzyıl İlk çeyreğinde (yani M.Ö. 1475-1470'lerde) Ege denizindeki Santorini adasında çok büyük bir volkan patlaması olduğu, jeolojik ve arkeolojik kayıtlardan, anlaşılmaktadır (Keller ve diğ., 1978; Sullivan, 1988; Ercan, 1990).
Deniz yüzeyine çok yakın bir yerde gerçekleşen bu volkan patlaması, tüm Ege ve Akdeniz’de muazzam bir tsunami oluşturur. Bunu kesinlikle söyleyebiliyoruz, çünkü Santorini’de püsküren volkanizmada oluşan süngerimsi özellikli ponza taşlarının bu tsunami dalgaları ile Suriye sahillerine kadar taşındığı jeolojik olarak saptanmıştır. Girit adasının kuzeyinde patlayan bu Santorini volkanı, Ege Denizindeki bir çok adadaki yerleşim yerlerinin yerle bir edilmesine neden olmuştur. Minos uygarlığı denilen bir kültürün yok oluşu, bu volkanik faaliyetin bir sonucudur.

Tevrat'a göre, Israil-oğullarının Mısır'dan göçü, (ay yılı ile) M.Ö.1510 olarak bilinir. Volkan patlamasının olduğu 1470-1475 yıllar arası, ay-yılı takvimine göre MÖ. 1510-1515 yıllarına denk gelir. Yani Santorini volkanının patlama yılı, tamı tamına İsrail-oğullarının Mısırdan göçtükleri yıla denk gelmektedir. Dolayısıyla, 20-30 metre yükseklikli bu dalgaların Mısır’ın sahil ovalarında kilometrelerce ilerleyip, oradaki insanların ölümlerine yol açmış olması kesindir. Nil Deltasında ziraatla uğraşan ve yaşayan Firavun adamlarının bu felaketten büyük ölçüde nasibini almalarından da daha doğal bir şey olamaz. Ovalardan biraz daha yüksek konumlu yamaçlarda hayvancılık ve çobanlıkla uğraşan İsrail oğullarının, bu dalgalardan daha az etkilenmiş olmalarından daha doğal bir şey de olamaz. Her zaman görülmeyen böylesine muazzam bir felaketin, insanlar tarafından unutulması, veya göz ardı edil­mesi de düşünülemez. Yani insanlar bu olayı mutlaka yıllar boyu hatırlamışlardır, ve nesilden nesile de aktarmışlardır. Peki olay nasıl aktarılmıştır?
Musa asasıyla denize vurur, deniz ikiye yarılır; denizin çekildiği aralıktan İsrail-oğulları kaçıp-kurtulurlar; onları takip etmeye çalışan firavun adamları, geri gelen deniz sularında boğulurlar!
Kutsal kitaplarda böyle anlatılan olayı bir de mantık açısından değerlendirelim: İsrail oğullarının Mısır’da yerleştikleri bölge Goşen olarak belirtilmiştir. Goşen ile İsrail oğullarının Mısır’dan ilk kaçtığı yer olan Sina bölgesi arasında, eskiden deniz yoktu ki, Musa Peygamber asasıyla denizi ikiye ayırıp da, Sina'ya kaçsın; Süveyş kanalı yaklaşık 1 asır önce açılmıştır. Dolayısıyla, Mısır'dan Sina'ya geçmek için, denizin ikiye yarılmasına gerek yoktur, ki, bu da olayın bir başka yönünü vurgular.

8.    Bölüm: İnsanların düşünce ve davranışları nasıl belirlenmektedir?

Şimdi önce çok kısa ve öz bir şekilde, insanların düşünce ve davranışlarının nasıl belirlendiğini göstermek gerekecek. Sadece insanların değil, tüm varlıkların davranışlarının belirlenmesi, içlerindeki bileşenleri tarafından gerçekleştirilir. Şu nedenle: Su dediğimiz madde, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomunun birleşmesiyle oluşur. Peki doğada önce su mu oluşmuştur, yoksa hidrojen ve oksijen mi? Bunu sormamızın nedeni, neyin neyi oluşturduğu konusunu aydınlatmak içindir. Önce su oluştuysa, oksijen ve hidrojen atomları sudan oluşmuş demektir. Ama önce hidrojen ve oksijen atomları oluştuysa, su onlar tarafından oluşturulmuş olur.
Doğadaki varlıkların hangi sırayla oluştuğu, “Nerelerden geçerek günümüze geldik” konusunun aydınlatıldığı makalede net delillerle gösterilmiştir, bak:
http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html.  O makale çok, ama çok önemlidir, çünkü doğa ve dünyamızın nasıl oluşup-geliştiği, jeolojik, fiziksel, kimyasal ve astrofiziksel delillerle itiraz edilemeyecek netlikte gösterilmiştir.
O makalede kesin bir şekilde ıspatlanan konular arasında şunlar önemlidir:
1-      Doğada her şey çok kısa ömürlü ve çok-çok devingen olan atom-altı-öğeler dünyası denilen kuantsal canlılık öğeleriyle başlamaktadır.
2-      Bu kuantsal canlılar birleşerek, daha uzun ömürlü ve daha az devingen üst-sistemler oluşturarak evrimleşen bir doğal sistem oluşturmaya başlarlar, atomlardan moleküllere, hücrelere, bitkilere, hayvanlara, hayvan kolonilerine doğru ilerleyen bir evrimleşme söz konusudur: yani atomlar molekülü oluşturur, moleküller atomları değil. Dolayısıyla, hücreler bedenleri oluşturur, insanlar da toplumları oluşturmalıdır.
Ama gel gör ki, günümüz dünyasında topum oluşturma görevi, insanlara değil, insan-üstü olduğuna inanılan asil-soylulara, veya kutsal özellikli kişilere bırakılmıştır. Çünkü doğadaki yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi.  Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. (Bu vesileyle kısa bir not: TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul edilmektedir.)
Peki halk neden kendisini kul-köle yapacak bir sisteme doğru kaymaktadır, neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Canlılar, çevrelerinden gelen sinyallere göre davranışlarını düzenlemek zorunda olduklarından, çevreden “dünyada işler böyle olmaktadır, kendini öyle ayarla” şeklinde bilgilerle eğitilen insanların beyinlerindeki sinapslarda da, bu bilgiye uygun moleküller oluşur ve kişi o bilgilere uyacak şekilde davranmaya başlar. Bu “ağaç yaşken eğilir + ne ekersen onu biçersin” etkisidir.
Kimyasal bir madde zerk edilmesiyle ancak bireysel bazda zombileştirme olurken, eğitsel yönlendirmelerle toplumsal düzeyde zombileştirme gerçekleşir. İnsanların toplumsal düzeyde bir zombileşme gösterdiğini ispatlamak içinse, hayatın ne olduğu ve nasıl yaşanması gerektiğinin bilinmesi şarttır.
Yani davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.


9.    Bölüm: Her şeyin tepedeki bir “EFENDİ zümresine” bağlı olduğu ŞEKLİNDEKİ YAŞAM anlayışı

1789 Fransız ihtilaline kadar, tüm dünyada insanlar tepedeki bir asil-soylular (efendiler) sınıfının kulları-köleleri olarak görülüyorlardı. İnsanların tepedeki bir asil-soylular sınıfına hizmet etmelerini sağlamanın en kestirme yolu da, taa Sümerler zamanında oluşturulan yaratılış görüşüne uygun olan, insanların kutsal-asil soylu efendiler kesimine hizmet etmek için yaratıldığı inancıydı.
Bu görüş gelenek-göreneklere işlenmişti ve her yeni doğan çocuğun bilinç-altına otomatik olarak kopyalanıyordu. Bu inanç gereği insanlar efendilerinin malı-mülkü üzerinde çalışır, ürettiğinin çoğunu efendisine verirdi, kalanıyla da boğaz tokluğuna yaşamak zorundaydı.
Efendiler sınıfı, surlarla çevrili bir merkezde yaşarlardı. Kulları ise, bu surların dışındaki efendilere ait olan topraklarda çalışırlardı.
Peki insanlık nasıl asil-soylu efendi-insanlar gibi özel bir insan grubunun olduğuna inanmıştı?
Bu inanç, Sümer kültürünün bir mirasıdır.   http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html ve http://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/06/sumerlerin-miraslari.html dosyalarında gösterildiği üzere, Sümer kültürü etkisi altında yetişen orta-doğu toplumları şu zihniyet etkisindedirler: 

1-    Doğadaki yaratıcılığın, insan-üstü ilahi varlıklara hizmet için, o ilahi varlıklar tarafından, kendilerine benzer şekilde yaratıldığına
2-    İlahi soylu efendilerin zamanla sıradan insanların güzel kızlarıyla evlenmeleri sonucu, ilahi özelliklerinin kaybolmaya başlayıp, yarı-tanrısal insanlar oluştuğuna,
3-    Zamanla dünyada namus-ahlakın bozulması sonucu, tanrıların NUH tufanı adı verilen bir felaketle tüm insanlığı yok etmeye karar verdiklerine, vs. inanarak
yaşamaktadırlar.
Bu nedenle, daha sonraki nesillerce hazırlanan hayat görüşlerinde bu temel zihniyetin izleri hep görülmektedir. Nitekim Tevrat’ın yaratılış (tekvin) bölümünün 6. Bab, 2. Ve 4. Ayetleri şöyledir: 
Yar.6: 2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. (Dip Not 6:2,4 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
Yar.6: 4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. (Dip Not 6:4 "Nefiller": İbranice sözcük "Düşmüş kişiler" anlamına gelir. Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Aynı sözcük Say.13:32-33 ayetlerinde de geçer.) 
Bu tür bir zihniyet etkisi altında binlerce yıl yaşayan insanların gelenek-göreneklerine, “EFENDİ” tipinde bir egemenlik kavramı oluşması normaldir.
Surlarla çevrili mekanlarda EFENDİLER otururlar, çevrede onların arazilerinde kul sınıfı insanlar efendilere hizmet için yaşarlar.

10.          Bölüm: “Peygamberlik” Nedir?

Kraliyet, yani Efendi-yönetici kadrosu ile kehanet (peygamberlik) arasında yakın bir ilişki vardır. Peygamberlik konusundaki eski kaynaklar, krallık arşivlerinde bulunurlar. Bu kaynaklar arasında Tunç devrinin önemli merkezlerinden biri olan Mari (Suriye’deki Abu Kamal kasabasının 11 km kuzey-batısında, Fırat Nehri kenarındaki antik yerleşim yeri) ve Irak’ın Musul kentinde bulunan antik Nineveh kraliyet arşivleri en önemli çivi-yazılı tabletleri bulundururlar. Bu kaynaklarda, kurban kesilmesi, dua edilmesi, tapınaklar yapılması, gibi, neler yapılırsa tanrının kralı güçlü kılacağı gibi konular, mucizevi olaylar vs. anlatılmaktadır.

Bu nedenle, kutsal kitapların düzenlenmesi hep krallık makamlarında olmuştur. Örn. Tevrat birkaç yüz yıl süren bir süreçte kraliyet saraylarında düzenlenmiştir. Bunu destekleyen verileri aşağıda verilecek örneklerde göreceksiniz. Bu konuda tam ayrıntılı bilgiler şu adrestedir:  https://en.wikipedia.org/wiki/Dating_the_Bible#Table_I:_Chronological_overview.
İncil 325 yılında İmparator Constantine tarafından İznik’te toplanan bir konsey tarafından düzenlenmiştir.
Amaç, tepedeki yöneticilerin yaptıkları işlerin doğadaki yaratıcı sistemle uyum içinde olduğuna insanları inandırmaktır.

Kutsal kitaplar kesinlikle Efendiler saraylarında düzenlenmişlerdir.

Kralların mutlak otoriter yönetici olduğu eski çağlarda, insanlığın tüm kaderi, kralın vereceği kararlara bağlıydı. Krallar da, geleceğin nasıl olacağını bilemediklerinden, kehanette bulunabilecek insanlara muhtaçlardı.  Krallar iki farklı kehanet yönteminden yararlanmışlardır:
Bunlardan birincisi “yorumlayıcı kehanet”tir: Gökteki (yıldızlar, gezegenler) veya dünyadaki olaylar veya oluşumların gidişatına bakarak ve geçmiş deneyimlerden yararlanarak gelecek hakkında öngörülerde bulunmaya çalışılır.
Diğeri ise peygamberliktir: A prophet is someone who acts as a ‘mouthpiece of a god’; a prophet is a human medium who is capable of receiving and transmitting a message from a deity (Nissinen 2004). Peygamberlerin, tanrıdan bir mesaj alıp bunu insanlara iletebilen, yani “tanrının ağzı” gibi davranan kişiler olduklarına inanılır.
Toplum yöneticileri (krallar vs.), toplumsallaşmanın başlatıldığı 12-13 bin yıldan beri, bu iki yöntemi de kullanmışlardır.
Toplumsallaşmanın nerede ve ne zaman başlatıldığı Atlantis konusunun işlendiği makalede jeolojik ve antropolojik delilleriyle açıklanmıştı. O makalede belirtildiği üzere, insanlar (Sümerler), toplumsallaşmayı ilk başlattıkları “Dilmun – Cennet ülkesinden” bir günah işledikleri için kovulduklarına, yaratıcının bu günah nedeniyle Nuh tufanı olarak tarihe geçen olayla herkesi cezalandırdığına inanmışlardır. Oradan kurtularak “İki-ırmak (Mezopotamya) ülkesine” gelen Sümerler, bu inancı tüm çevre toplumlarına aşılamıştır.
Sümer gelenekleri altındaki Ur kentinde doğan İbrahim (peygambere), Tanrısı şöyle der:
Bab12
RAB Avram'a, "Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git" dedi,
"Seni büyük bir ulus yapacağım, Seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, Bereket kaynağı olacaksın.
Seni kutsayanları kutsayacak, Seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar Senin aracılığınla kutsanacak."
Avram RAB'bin buyurduğu gibi yola çıktı. Lut da onunla birlikte gitti. Avram Harran'dan ayrıldığı zaman yetmiş beş yaşındaydı.  (Harran günümüzün Urfa kentidir)
Karısı Saray'ı, yeğeni Lut'u, Harran'da kazandıkları malları, edindikleri uşakları yanına alıp Kenan ülkesine doğru yola çıktı. Oraya vardılar.
Avram ülke boyunca Şekem'deki More meşesine kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu.
RAB Avram'a görünerek, "Bu toprakları senin soyuna vereceğim" dedi. Avram kendisine görünen RAB'be orada bir sunak yaptı.
Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a gitti.
(Bu olaylar M.Ö. 1900lerden sonra olur.)

Mısır’da mal-mülk edinerek zenginleşen Abraham, Tanrı’sının kendisine vaat ettiği Kudüs çevresindeki Kenan ülkesine yerleşir. Bu bölge deprem ve volkanizma gibi jeolojik olayların çok yoğun olduğu, “Dead-Sea-Rift = Ölü-Deniz-yırtılma zonu veya Fay vadisi” çevresinde bulunmaktadır. Yırtılma Arabistan levhasının kuzeye, Sina-Filistin- kesiminin ise güneye kayması sonucu oluşmaktadır. Bu hat üzerindeki Ölü-deniz gibi göller bu yırtılma sonucu oluşurlar.
Arkeolojik bulgular bölgenin Orta Tunç Çağında (MÖ y. 2000-1500) ekilebilir olduğunu, tarım yapmaya yeterli tatlı su kaynaklarının da bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle İbrahim peygamberin yeğeni ve ona inanan ilk kişilerden biri olan Lut, Ölü-Deniz-Fay vadisindeki Sodom kenti yakınına yerleşir.
Tevrat'da "günahkar bir toplum olduklarından gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği", sadece inançlı olan Lut’un kurtulduğu, ama karısı ve diğer insanların öldüğü yazılır. (Tekvin 19: 24- RAB Sodom ve Gomora'nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı). Jeolojik açıdan bakınca, bu iki kentin (Sodom ve Gomorra), Orta-Tunç-Çağında meydana gelen bir deprem ve ona eşlik eden volkanizma ile yok olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu kentler Dead-Sea-Rift = Ölü-Deniz-Yırtılma-Zonu denilen ve her birkaç yüzyılda muazzam depremler ve o depremlere zaman zaman eşlik edebilen volkanizmaların çok etkili olduğu bir yırtılma zonunda bulunmaktadır.
 Aynı şekilde, ölü Deniz Fay Zonunun, Ölü-deniz (Gölü) kuzeyindeki uzantısı üzerinde yer alan Jericho kenti de, en eski yerleşim yerlerinden biridir ve tarihinde bir çok defalar depremlerle yıkılmıştır. Aslen Kudüs  doğumlu bir yahudi olan Amos Nur İsimli bir yerbilimcinin 1992'de ıspatladığı üzere (National Geographlc Mayıs 1992), bu kentin duvarları o zaman, Tevrat'ın Joshua 6. bölümünde İddia edildiği gibi, lsrailoğulları askerleri­nin ve din adamlarının borazanları ve asker çığlıklarının etkisi ile değil, o zaman olmuş olan bir depremle yıkılmış, ve Israil-oğulları da kenti kolayca ele geçirmişlerdir. Yani, yine burada, bu doğal olay yanlış yorumlanmış, Allah'ın, Israil-oğullarının yanında yer aldığı şeklinde halka yansıtılmıştır.
Bu olay Tevrat’ın Joshua (veya Yeşu) bölümünde şöyle anlatılmıştır:

(Çok ayrıntıya girmemek için bazı satırlar çıkarılmıştır)
Yeşu.3: 1 Sabah erkenden kalkan Yeşu, bütün İsrail halkıyla birlikte Şittim'den yola çıkıp Şeria Irmağı'na kadar geldi. Irmağı geçmeden orada konakladılar.
Yeşu.3: 5 Yeşu halka, "Kendinizi kutsayın" dedi, "Çünkü RAB yarın aranızda mucizeler yaratacak."
Yeşu.3: 6 Yeşu kâhinlere, "Antlaşma Sandığı'nı yüklenip halkın önüne geçin" dedi. Böylece kâhinler sandığı yüklenip halkın önünde yürümeye başladılar.
Yeşu.3: 7 Bu arada RAB Yeşu'ya şöyle dedi: "Musa'yla birlikte olduğum gibi, seninle de birlikte olduğumu anlamaları için bugün seni bütün İsrail halkının gözünde yüceltmeye başlayacağım.
Yeşu.3: 11 Bütün yeryüzünün Egemeni'ne ait olan Antlaşma Sandığı, sizden önce Şeria Irmağı'nı geçecek.
Yeşu.3: 13 Bütün yeryüzünün Egemeni RAB'bin Antlaşma Sandığı'nı taşıyan kâhinlerin ayakları Şeria Irmağı'nın SULARINA DEĞER DEĞMEZ, YUKARIDAN AŞAĞIYA AKAN SULAR KESİLİP BİR YIĞIN HALİNDE BİRİKECEK."
Yeşu.3: 16 YUKARIDAN GELEN SULAR DURDU, çok uzaklarda, Saretan yakınında bulunan Adam Kenti'nde bir yığın halinde yükselmeye başladı. Öyle ki, Arava -Lut- Gölü'ne akan sular tümüyle kesildi. Halk Eriha'nın karşısından ırmağı geçti.
Yeşu.3: 17 RAB'BİN ANTLAŞMA SANDIĞI'NI TAŞIYAN KÂHİNLER, HALKIN TAMAMI IRMAĞI GEÇİNCEYE DEK KURUMUŞ IRMAK YATAĞININ ORTASINDA KIPIRDAMADAN DURDULAR. BÖYLECE BÜTÜN İSRAİL HALKI KURUMUŞ IRMAK YATAĞINDAN GEÇTİ.

Eriha'nın Düşüşü
Yeşu.5: 13 Yeşu Eriha'nın yakınındaydı. Başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördü. Ona yaklaşarak, "Sen bizden misin, karşı taraftan mı?" diye sordu.
Yeşu.5: 14 Adam, "Hiçbiri" dedi, "Ben RAB'bin ordusunun komutanıyım. Şimdi geldim." O zaman Yeşu yüzüstü yere kapanıp ona tapındı. "Efendimin kuluna buyruğu nedir?" diye sordu.
Yeşu.5: 15 RAB'bin ordusunun komutanı, "Çarığını çıkar" dedi, "Çünkü bastığın yer kutsaldır." Yeşu söyleneni yaptı.

BAB 6
Yeşu.6: 1 Eriha Kenti'nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı, ne de çıkan.
Yeşu.6: 2 RAB Yeşu'ya, "İşte Eriha'yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum" dedi,
Yeşu.6: 3 "Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız.
Yeşu.6: 4 Koç boynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın; bu arada kâhinler borularını çalsınlar.
Yeşu.6: 5 Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek."
Yeşu.6: 7 Sonra halka, "Kalkın, kentin çevresini dolanmaya başlayın" dedi, "Silahlı öncüler RAB'bin Sandığı'nın önünden gitsin."
Yeşu.6: 9 Silahlı öncüler boru çalan kâhinlerin önünden, artçılar da sandığın arkasından ilerliyor, bu arada borular çalınıyordu.
Yeşu.6: 10 Yeşu halka şu buyruğu verdi: "Savaş naraları atmayın, sesinizi yükseltmeyin. 'Bağırın diyeceğim güne dek ağzınızdan tek bir söz çıkmasın. Buyruğumu duyunca bağırın."
Yeşu.6: 11 Halk RAB'bin Sandığı'yla birlikte kentin çevresini bir kez dolandı, sonra ordugaha dönüp geceyi orada geçirdi.
Yeşu.6: 12 Ertesi sabah Yeşu erkenden kalktı. Kâhinler de RAB'bin Sandığı'nı yüklendiler.
Yeşu.6: 13 Koç boynuzu borular taşıyan yedi kâhin RAB'bin Sandığı'nın önünde ilerliyor, bir yandan da borularını çalıyorlardı. Silahlı öncüler onların önünden gidiyor, artçılar da RAB'bin Sandığı'nı izliyordu. Bu arada borular sürekli çalınıyordu.
Yeşu.6: 14 Böylece ikinci gün de kentin çevresini bir kez dolanıp ordugaha döndüler. Aynı şeyi altı gün yinelediler.
Yeşu.6: 15 Yedinci gün erkenden, şafak sökerken kalkıp kentin çevresini aynı şekilde yedi kez dolandılar. Kentin çevresini yalnız o gün yedi kez dolandılar.
Yeşu.6: 16 Kâhinler yedinci turda borularını çalınca, Yeşu halka, "Bağırın! RAB kenti size verdi" dedi,
Yeşu.6: 18 Sakın RAB'be adanan herhangi bir şeye el sürmeyin. Adadığınız şeyleri alırsanız İsrail'in ordugahını felakete ve yıkıma sürüklersiniz.
Yeşu.6: 19 Bütün altınla gümüş, tunç* ve demir eşya RAB'be ayrılmıştır. Bunlar RAB'bin hazinesine girecek."
Yeşu.6: 20 Halk bağırmaya başladı, kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. KENTİN SURLARI ÇÖKTÜ. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece kenti ele geçirdiler.
Yeşu.6: 21 Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeşu.6: 24 Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hazinesine koydular.

Kutsal Kitaplardaki Tanrı, tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır. Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ anlamındadır.

11.          Bölüm: Sümerler’e göre her topluma bir peygamber gönderilir:

Gerek çivi yazısı tabletlerde, gerek kutsal kitaplarda bu konuda bir çok ayet bulunmaktadır. Tevrat’tan bir örnek:
2. KRALLAR

2.Kr.1: 2 İsrail Kralı Ahazya Samiriye'de yaşadığı sarayın üst katındaki kafesli pencereden düşüp yaralandı. Habercilerine, "Gidin, Ekron ilahı Baalzevuv'a* danışın, yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenin" dedi.
2.Kr.1: 3 Ama RAB'bin meleği, Tişbeli İlyas'a şöyle dedi: "Kalk, Samiriye Kralı'nın habercilerini karşıla ve onlara de ki, 'İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmaya gidiyorsunuz?
2.Kr.1: 4 Kralınıza deyin ki, 'RAB, Yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin! diyor." Böylece İlyas oradan ayrıldı.
2.Kr.1: 5 Haberciler kralın yanına döndüler. Kral, "Neden geri döndünüz?" diye sordu.
2.Kr.1: 6 Şöyle karşılık verdiler: "Yolda bir adamla karşılaştık. Bize dedi ki, 'Gidin, sizi gönderen krala RAB şöyle diyor deyin: İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 7 Kral, "Sizi karşılayıp bu sözleri söyleyen nasıl bir adamdı?" diye sordu.
2.Kr.1: 8 "Üzerinde tüylü bir giysi, belinde deri bir kuşak vardı" diye yanıtladılar. Kral, "O Tişbeli İlyas'tır" dedi.
2.Kr.1: 9 Sonra bir komutanla birlikte elli adamını İlyas'a gönderdi. Komutan tepenin üstünde oturan İlyas'ın yanına çıkıp ona, "EyTanrı adamı, kral aşağı inmeni istiyor" dedi.
2.Kr.1: 10 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, şimdi göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 11 Bunun üzerine kral, İlyas'a başka bir komutanla birlikte elli adam daha gönderdi. Komutan İlyas'a, "Ey Tanrı adamı, kral hemen aşağı inmeni istiyor!" dedi.
2.Kr.1: 12 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.

2.Kr.1: 13 Kral üçüncü kez bir komutanla elli adam gönderdi. Üçüncükomutan çıkıp İlyas'ın önünde diz çöktü ve ona şöyle yalvardı: "Ey Tanrı adamı, lütfen bana ve adamlarıma acı, canımızı bağışla!
2.Kr.1: 14 Göklerden yağan ateş daha önce gelen iki komutanla ellişer adamını yakıp yok etti, ama lütfen bana acı."
2.Kr.1: 15 RAB'bin meleği, İlyas'a, "Onunla birlikte aşağı in, korkma" dedi. İlyas kalkıp komutanla birlikte kralın yanına gitti
2.Kr.1: 16 ve ona şöyle dedi: "RAB diyor ki, 'İsrail'de danışacak Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 17 RAB'bin İlyas aracılığıyla söylediği söz uyarınca Kral Ahazya öldü.
Her kente bir tanrı elçisi (peygamber) gönderilmesi Sümerler zamanından beri yaygın bir inanç olarak, toplum hayatının kent devletleri şeklinde sürdürüldüğü çağlarda yaygındır. Ve yukarıdaki ayetlerde bu durum açıkça görülmektedir. Bir toplumun başına bir felaket gelmesi, o toplumdaki insanların günah işledikleri için olur. Bazı kentlerde yaşam standardının düşmesi, o kentin yöneticilerinin tanrının emirlerine uygun davranmadıkları için tanrı tarafından bir cezalandırılması şeklinde yorumlanmaktadır.
   Kutsal Kitapların Tanrısı, doğa olaylarını kendi tuttuğu kavimlerin çıkarlarına göre yorumlar. Birkaç yılda bir tekrarlanan çekirge istilaları, bulaşıcı mikroplarla gerçekleşen toplu ölüm olayları vs. hep, tanrının insanları cezalandırmaları şeklinde yorumlanır.
M.Ö. 701 yılında, Asur kiralı Sanherib, bir çok kenti ele geçirdikten sonra, Ku­düs'ü de kuşatır. Sanherib'in ordusu, Kudüs surları dışındaki bir göletin kenarına kamp kurar. Elbette, göl ve kenarı, sivrisinek ve Plasmodium gibi mikroplarla doludur. Yörede yaşayan halk zamanla bu mikroplara karşı bağışıklık kazanmıştır. Ama bu mikroplarla hiç karşılaşmamış insanlar için bu mikroplar ölümcül olabilirler.
Kuşatma günlerce sürer ve bu arada her iki taraf da karşı tarafa elçiler göndererek, şartlarını iletmeye ve kan dökülmeden bir sonuca varmaya uğraşırlar. Kudüs'ün kralı Hiskia'nın danışmanlığını yapan Yesaya Peygamber, kendi halkına moral aşılamaya, karşı tarafın da moralini bozmaya yönelik fetvalar verir: "O bu şehire giremeye, bir ok bile atamaya, şehrin hiç bir duvarını oynatamaya". Bu arada da karşı tarafın ordusundaki askerler ateş alev yanmaktadır. Derken, bir sabah kalktıklarında ne görsünler, Sanherib'in ordusunun 185.000 askeri cansız yatmaktadır! Bunun üzerine Tevrat'a şu ayet yazılır: "İşte, Allah'ın melekleri Asurlular'ın ordusundan 185 000 adamı vurdu. Ve sabahleyin erkenden kalkmaya çalıştıklarında, baktılar ki, hepsi birer ölü ceset." Böylelikle, bu olay, bu peygamberin bir mucizesi olarak kutsal kitaplara işlenir! Bu mucizeyi gerçekleştiren "melekler" ise, bu günkü bilgimize göre, malaria tropica hastalığına yol açan Plasmodium'lardır, yani tek hücreli bir canlı, bir mikroptur.
Tevrat’ın ‘2. KRALLAR bölümünde bu olay şu ayetlerle anlatılır:
2.Kr.19: 32 "Bundan dolayı RAB Asur Kralı'na ilişkin şöyle diyor: 'Bu kente girmeyecek, ok atmayacak. Kente kalkanla yaklaşmayacak, Karşısında rampa kurmayacak.
2.Kr.19: 33 Geldiği yoldan dönecek ve kente girmeyecek diyor RAB,
2.Kr.19: 34 'Kendim için ve kulum Davut'un hatırı için Bu kenti savunup kurtaracağım diyor."
2.Kr.19: 35 O gece RAB'bin meleği gidip Asur ordugahında 185.000 kişiyi öldürdü. Ertesi sabah uyananlar salt cesetlerle karşılaştılar.
2.Kr.19: 36 Bunun üzerine Asur Kralı Sanherib ordugahını bırakıp çekildi. Ninova'ya döndü ve orada kaldı.

Yani vurgulamak ve üzerinde durmak istediğim nokta şudur: 1-2 asır öncesine kadar tüm toplumlar bir kral veya sultan gibi tepedeki bir efendi tarafından yönetilirlerdi. Halkın pasif kılıp, efendilerinin istekleri doğrultusunda davranmaları için, doğadaki yaratıcı gücün, peygamber denilen kişilerce insanlara kutsal kitaplarla mesajlar gönderdikleri ve bu mesajlara uyarak yaşarlarsa, öteki dünya gibi yerde ölümden sonra ebedi ve mutlu şekilde yaşayacakları bilgisi aşılanarak, birer robot gibi pasif davranmaları sağlanıyordu.
Günümüzde de bu mekanizma aynı şekilde işletilmektedir. Halk pasif kalmakta, yasa ve yönetmeliklerin tepedekiler-saraylardakiler tarafından oluşturulmasını kabul etmektedir. Tepedekiler de, halkın ürünleri ve-emekleriyle oluşan gücü kullanarak, insanları istedikleri şekilde yönetmektedirler. Ve bu sömürü düzenin temeli, doğadaki yaratıcılık-yönlendiricilik gücünün, doğal içgüdü sistemiyle, varlıkların kendi içlerinde olduğunun bilinmemesidir.
Kutsal kitap bilgilerine bakıldığında ise, böyle özelliklere sahip kişilerin hep Sami ırkı mensupları arasından çıktıkları fark edilir. Günümüzde bu durum aynen devam etmektedir. Para-Siyaset-Din kıskacına alınan insanlık, yaratıcılık kavramının tamamen yanlış tanıtılması ve bu yanlış hayat görüşünün dinsel-kutsal-bir görüş olarak geleneklere işlenmesi sonucu tüm çocuklar doğar doğamaz bu gelenekler nedeniyle statik sistemli hayat görüşü ile şartlandırılmakta ve artık ondan sonra mantıklı düşünemeyen zombi insanlar olarak toplumlarda yer almaktadırlar.



12.          Bölüm: EFENDİLER neden insanlığı kutuplaştırmıştır?


İbrahim peygamberin tanrısı (efendisi = Rab) ona şöyle der:
Bab 17
Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım.
Tanrı İbrahim'e, "Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız" dedi,
"Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak.

İbrahim peygamberin karısı Sara’dan olan İshak ve cariyesi Hacer’den olan İsmail adında iki oğlu vardır. Bu nedenle bu iki oğlunun soyundan gelenler sünnet olurlar. (Biz Türkler acaba neden sünnet oluyoruz?)
İshak’ın ve İsmail’in bir çok oğlu olur.

İshak’ın oğullarından biri olan Yakup’un tanrısı ona şöyle der: 
Bab 35,
1.   10-"Sana Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak" diyerek onun adını İsrail koydu.
2.   11-"Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım" dedi, "Verimli ol, çoğal. Senden bir ulus ve uluslar topluluğu doğacak. Kralların atası olacaksın.
3.   12-İbrahim'e, İshak'a verdiğim toprakları sana verecek, senden sonra da soyuna bağışlayacağım."

Bu şekilde İsrail-oğulları kavramı ortaya çıkmış olur. Yakub’un bir çok oğlu vardır, ama o en çok küçük oğullarından Yusuf’u sever. Diğer kardeşler onu kıskandıklarından, Yusuf’’u köle olarak satarlar ve Yusuf bir Mısır’lı bir ağanın yanına alınır. Yusuf’un İsrail-oğullarının tanrısıyla arası iyi olduğundan, tanrısı ona rüya yorumlamak gibi özel yetenek vermiştir. Mısır’da bir çok kişinin ve bu arada Firavun’un rüyasını çok iyi yorumlar, bu yorum neticesinde Mısır’da nüfuzu çok artar, hatta Firavun bir çok yetkisini ona devreder.
Yakup zamanında da ülkesinde kıtlık olur, ve Yakup, oğullarını tahıl almaları için Mısır’a gönderir. Mısır’da çok yetkili olan Yusuf, kardeşlerine kendisini tanıtmadan, onlara tahıl verir ve geri gönderir, vs.
Olaylar bu şekilde sürerken, Yakub’un yaşadığı yerde kıtlık devam eder. Ve bir gün tanrısı Yakub’a şöyle seslenir:
Bab 46
O gece Tanrı bir görümde İsrail'e, "Yakup, Yakup!" diye Seslendi. Yakup, "Buradayım" diye yanıtladı.
Tanrı, "Ben Tanrı'yım, babanın Tanrısı" dedi, "Mısır'a gitmekten çekinme. Soyunu orada büyük bir ulus yapacağım.
Seninle birlikte Mısır'a gelecek, soyunu bu ülkeye geri getireceğim. Senin gözlerini Yusuf'un elleri kapayacak."
Bab 47
Yusuf gidip firavuna, "Babamla kardeşlerim davarları, sığırları ve bütün eşyalarıyla Kenan ülkesinden geldiler" diye haber verdi, "Şu anda Goşen bölgesindeler."
Sonra kardeşlerinden beşini seçerek firavunun huzuruna çıkardı.
Firavun Yusuf'un kardeşlerine, "Ne iş yapıyorsunuz?" diye sordu. "Biz kulların atalarımız gibi çobanız" diye yanıtladılar,
"Bu ülkeye geçici bir süre için geldik. Çünkü Kenan ülkesinde şiddetli kıtlık var. Davarlarımız için otlak bulamıyoruz. İzin ver, Goşen bölgesine yerleşelim."
Firavun Yusuf'a, "Babanla kardeşlerin yanına geldiler" dedi,
"Mısır ülkesi senin sayılır. Onları ülkenin en iyi yerine yerleştir. Goşen bölgesine yerleşsinler. Sence aralarında becerikli olanlar varsa, davarlarıma bakmakla görevlendir."
Bu şekilde Yakup ve sülalesi Mısır’a göç etmiş olur. Yakup yaşlanıp ölünce, onu alıp, Kenan bölgesindeki kendisin satın aldığı yere gömerler ve tekrar Mısır’ dönerler. İsrail oğulları Mısır’da çok çoğalırlar, dolayısıyla zamanla Mısır’lılarla aralarında çekişmeler başlar, İsrail oğullarına kötü muamele yaygınlaşır
Çık.1: 6 Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü.
Çık.1: 7 Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.
Çık.1: 8 Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.
Çık.1: 9 Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,
Çık.1: 10 "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."
Çık.1: 11 Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
Çık.1: 12 Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
Çık.1: 13 İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.
Çık.1: 14 Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
Çık.1: 15 Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
Çık.1: 16 "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."
Bu şekilde İsrailoğullarının erkek çocukları öldürülmeye başlanır. Ama bu erkek çocuklardan birini öldürülmeyip, bir sepete konarak Nil nehrine bırakılır. Musa böyle bir çocuklukla hayata başlar. Neyse Musa büyür. Şimdi Tevrat’tan ayetlerle devam edelim:

BÖLÜM 3
Çık.3:1 Musa kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı Dağı'na, Horev'e vardı.
Çık.3:2 RAB'bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor.
Çık.3:3 "Çok garip" diye düşündü, "Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!"
Çık.3:4 RAB Tanrı Musa'nın yaklaştığını görünce, çalının içinden,"Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "Buyur!" diye yanıtladı.
Çık.3:5 Tanrı, "Fazla yaklaşma" dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.
Çık.3:6 Ben babanın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı'yım." Musa yüzünü kapadı, çünkü Tanrı'ya bakmaya korkuyordu.
Çık.3:7 RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
Çık.3:8 Bu yüzden onları Mısırlılar'ın elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit*, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim.
Çık.3:9 İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
Çık.3:10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim."
Çık.3:11 Musa, "Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
Çık.3:12 Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız."
Çık.3:13 Musa şöyle karşılık verdi: "İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir?' diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?"
Çık.3:14 Tanrı, "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler'e de ki, 'Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.'
Çık.3:15 "İsrailliler'e de ki, 'Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı RAB*fc* gönderdi.' Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.
Çık.3:16 Git, İsrail ileri gelenlerini topla, onlara şöyle de: 'Atalarınız İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB bana görünerek şunları söyledi: Sizinle ve Mısır'da size yapılanlarla yakından ilgileniyorum.
Çık.3:17 Söz verdim, sizi Mısır'da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.'
Çık.3:18 "İsrail ileri gelenleri seni dinleyecekler. Sonra birlikte Mısır Kralı'na gidip, 'İbraniler'in Tanrısı RAB bizimle görüştü' diyeceksiniz, 'Şimdi izin ver, Tanrımız RAB'be kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım.'
Çık.3:19 Ama biliyorum, güçlü bir el zorlamadıkça Mısır Kralı gitmenize izin vermeyecek.
Çık.3:20 Elimi uzatacak ve aralarında şaşılası işler yaparak Mısır'ı cezalandıracağım. O zaman sizi salıverecek.
Çık.3:21 "Halkımın Mısırlılar'ın gözünde lütuf bulmasını sağlayacağım. Gittiğinizde eli boş gitmeyeceksiniz.
Çık.3:22 Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlıları soyacaksınız."



Rab Musa'ya Belirtiler Gösteriyor
BÖLÜM 4
Çık.4: 1 Musa, "Ya bana inanmazlarsa?" dedi, "Sözümü dinlemez, 'RAB sana görünmedi' derlerse, ne olacak?"
Çık.4: 2 RAB, "Elinde ne var?" diye sordu. Musa, "Değnek" diye yanıtladı.
Çık.4: 3 RAB, "Onu yere at" dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı.
Çık.4: 4 RAB, "Elini uzat, kuyruğundan tut" dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu.
Çık.4: 5 RAB, "Bunu yap ki, ataları İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB'bin sana göründüğüne inansınlar" dedi.
Çık.4: 6 Sonra, "Elini koynuna koy" dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu.
Çık.4: 7 RAB, "Elini yine koynuna koy" dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski haline dönmüştü.
Çık.4: 8 RAB, "Eğer sana inanmaz, ilk belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilirler" dedi,
Çık.4: 9 "Bu iki belirtiye de inanmaz, sözünü dinlemezlerse, Nil'den biraz su alıp kuru toprağa dök. Irmaktan aldığın su toprakta kana dönecek."
Çık.4: 10 Musa RAB'be, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim."
Çık.4: 11 RAB, "Kim ağız verdi insana?" dedi, "İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?
Çık.4: 12 Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim."
Çık.4: 13 Musa, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ne olur, benim yerime başkasını gönder."
Çık.4: 14 RAB Musa'ya öfkelendi ve, "Ağabeyin Levili Harun var ya!" dedi, "Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek.
Çık.4: 15 Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim.
Çık.4: 16 O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sende onun için Tanrı gibi olacaksın.
Çık.4: 17 Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin."

İşte olaylar böyle devam ederken, Santorini volkanı patlaması olur ve tsunami dalgaları Mısır’ın düz sahil ovalarındaki Firavun askerlerini ve yandaşların öldürür. Goşen adlı biraz daha yüksek yerlerde yaşayan İsrailoğulları da kaçarak Sina bölgesine geçerler.
Tevrat’tan aktarılan pasajlarda görüldüğü üzere, Tevrat Musa Peygamber’e vahiyle gelen bir ilahi mesaj değil, farklı zamanlarda, farklı peygamberlere geldiği öne sürülen mesajlardan oluşmuştur. Dolayısıyla, çok sonraları kraliyet mensupları tarafından derlenmiş, eski menkıbelerden oluşmuştur.
İlk kutsal kitaptan önce, İbrahim  peygamber, Tanrısı tarafından seçilir ve soyu kutsal ilan edilir. Ondan sonra onun soyundan gelenler arasından peygamberler seçilirler ve onlara, Sina yarım-adasından Orta-Anadolu’ya kadar uzanan bir alanın “vaat edilen topraklar” olarak onlara sunulduğu ve kendilerinin soylarından gelecek insanlara tahsis edildiği şeklinde bir ilahi taahhüt yapılır. O topraklarda yaşayan insanlar, İbrahim’in soyundan olmadıklarından, onlarla savaşılıp, yok edileceklerdir; İbrahim’in tanrısı da, bu savaşlarda kendi kullarına yardım edecektir. Kutsal kitaplar bu temel inanç felsefesine dayanır.

Kutsal Kitaplarda İsrail-oğulları seçilmiş ırk olarak belirlenmiştir. Bu ırkçılık ve dinsel ayrımcılık oluşmasının, dolayısıyla toplumlar arası savaşların temel nedenidir.


13.          Bölüm: Neden peygamberli sistemden önce hızlı bir gelişme vardı?

Animizm – paganizm gibi inançlar, yorumlamalı kehanete dayalıdır. Hele animizm, doğayı canlı kabul eder, ki dinamik sistemle bu açıdan tam uyumludur. Bu inançlar putperestlik diye hor görülmüştür. Halbuki put denilen şey, doğadaki bir tür enerji kaynağını temsil eder ve doğada da enerji çeşitli sistemlerde depolanmıştır.
 
Bir şaman öğretisi şöyle der: "Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için doğurmaz. Rüzgar kendisi için esmez. Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz. Doğanın anayasasında ilk madde şudur: Her şey birbiri için yaşar. Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur. Eski çağlardan süre gelen bir anlayıştı bu. Bütünlüğü anlatırdı, özü iki cümleydi; Ben, biz olduğumuz zaman ben olurum; Ben, ben olduğum için sen, sensin..."
Halbuki statik (yani peygamberli) sistem tüm enerji ve bilginin varlıkların dışında olduğunu ve varlıklar arası etkileşimlerle değil, varlıkların dışındaki bir merkezden yönlendirildiğini savunur. Dolayısıyla peygamberlikten önceki dönem insanları, dinamik sistemin temeli olan karşılıklı etkileşime ağırlık verip, tepeden birilerinden bir emir-yönlendirme almadan yaşamı gerçekleştirmeye çalıştıklarından, başarılı olmuşlar ve şekilde mavi-hat boyunca geçekleşen ürünleri yaparak, insanlık kültürünün gelişmesinin ilk ve en temel adımlarını atmışlar ve hızlı bir üstel gelişim içine sokmuşlardır.


İnsanlığın hızlı bir şekilde devam eden kültürel gelişim yolundan saptırılarak, gecikmeli şekilde yaşamaya devam etmesinin nedeni, statik sistemli, dogmatik bir görüş etkisi içine sokulmuş olmasıdır. Yaklaşık 3500 yıl öncelerine kadar insanlık, paganizm tipli yorumlayıcı öngörüler oluşturmaya dayalı bir düşünce tarzıyla yaşarken, o tarihte, yukarıda açıklanan olaylar nedeniyle peygamberli sistem etkisi altına girmiştir. Dolayısıyla, daha önceleri dinamik sisteme yakın ve dogmatik olmayan bir tarzda düşünürken, artık tamamen statik sistemli, tepeye bağımlılık sistemi içine girilmiştir. Bu ise insanların pasif kalıp, her şeyi tepedeki birilerinden bekleyen bir toplum oluşturulmasına dönüştürmüştür. Bu durum batı-aleminde Rönesans ve reform sistemiyle kısmen düzeltilmiş ve batı aleminin bilim ve teknolojide ilerlemesinin yolunu açmıştır. Ama diğer katı dogmatik ve otoriter sistemler içinde yaşayan toplumlarda bir reform yapılmadığından, onlar batı-dünyasının sömürüsü altında yaşamaya devam etmektedirler.


14.          Bölüm: İnsanların bencil, kendini beğenmiş olmasının temel nedeni


Günümüz insanlığının en büyük hatası, kendisini diğer canlılardan çok farklı ve üstün görmesidir, ki buna arrogance=kendini beğenmişlik denir. İnsan kendisinin “özgür bir iradeye” sahip olduğu, diğer varlıkların ise, iç-güdüsel davrandığı şeklinde bir inanç içindedir. Bu nedenle de kendisini çok özel bir şey sanır. Kendini beğenmişlik, her alanda kendini gösterir, ırkçılık denilen toplumsal birlik ve bütünlüğü zedeleyici faktörün temelinde de vardır, doğadaki canlıları “hayvan” diye aşağılayıcı bir terimle belirleyip, kendisini “insan” diye üstün bir sınıf olarak görmesinin temelinde de bu kendini beğenmişlik vardır.
Bu kendisini üstün görme hastalığı, doğadaki oluşum mekanizmasının, yani yaratma-yönlendirme-etkileme sisteminin yanlış yorumlanmasından kaynaklanır.
 Şöyle ki:
Doğada bir şeyin yapılması için mutlaka enerji gerekir. Zamanın oluşum aşamaları da, evrensel sistemimiz başlangıcında her şeyin parçalarına ayrılmış ve enerjiye dönüşmüş olduğunu gösteriyor, bak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Çok kısa ömürlü ve çok hareketli kuantsal öğelerden oluşan bu enerji alemini 138 birimli bir temel sistem olarak düşünürsek, bu 138 birimin 137 birimi “strong-force = güçlü-kuvvet” adı verilen bir etkileşim sistemine tahsis edilmiştir. Geriye sadece 1 birimlik enerji kalmıştır ve bizlerin hayatı, ilişkileri vs. sadece bu BİR birimlik kalıntı ile sürdürülmektedir. Doğayı etkileyen-yönlendiren kuvvet sistemlerinin oranı 1/137 olmaktadır. 137 kat etkili olan kuvvet, hücrelerimizdeki atomların çekirdekleri içinde proton ve nötronları bir arada tutan kuvvettir, diğer 1 değerindeki oran ise, tüm diğer olaylarda kullanılan enerji miktarına denk gelir. Pozitif-yüklü protonların birbirlerini itmeden bir arada bulunabilmeleri gluon denilen bu güçlü etkileşim faktörü sayesinde olmaktadır. 
Bu zıtlığı neden belirtmek istediğime gelince:
Bir şeyi yapan-yönlendiren-etkileyen temel faktör enerjidir. Enerjinin %99.3 lük kısmı içlerimizdeki atomların çekirdeklerinde bulunur. Elektromanyetik kuvvet, yerçekimi gibi faktörlere kalan enerji oranı ise sadece binde 7 kadardır. Ve bu binde 7lik enerjinin yine en büyük kısmı bedenimiz içindeki elektromanyetik etkileşimlerdedir. Yani gerek biz insanların, gerek tüm diğer varlıkların davranışlarında etkili olan enerji, içsel kökenidir. Dışarıdan etkileyen enerji miktarı sıfır denilecek kadar azdır. Dolayısıyla iç-güdü denilen faktör doğadaki en etkileyici kuvvet türüdür ve içsel kökenidir; onun için adı İÇGÜDÜ olmuştur. Varlıkların davranışlarını, kimyasal bileşimleri belirler ve her varlık kimyasal bileşimine uygun bir iç-güdüye sahiptir. Dolayısıyla iç-güdü en doğal yönlendirici faktördür.
Bedenlerimiz içindeki atomlar birer kaynayan kazandırlar. Her saniye milyarlarca defa enerji-dönüşümleri gerçekleştirirler ve her dönüşümde elektron, pozitron, nötrino gibi atom-altı-öğeler çevrelerine yayarlar. Bu atom-altı-öğelerin bir kısmı beden içindeki diğer atomlarla etkileşime girip, onların davranışlarını değiştirirken, nötrinolar beden dışına çıkıp, çevreyle etkileşime geçerler. Doğadaki diğer varlıklardan yayılan nötrinolar da bedenlerimize girerler ve bedenimizdeki atom-altı-öğelerle etkileşirler. Yani doğadaki tüm varlıklar sürekli bir karşılıklı etkileşim içindedirler, ve bu etkileşimlerdeki tetikleyici güç, hep varlıkların kendi içlerinden başlar. 
 İç-güdü doğadaki her varlıkta bulunur. Yalnız olduklarında çok hareketli olmak zorunda olan atomların birleşerek bir molekül oluşturmaları içgüdüseldir; moleküllerin sıcaklık-basınç faktörlerini algılayarak bir yöne göçleri ve bir akıntı oluşturmaları içgüdüseldir; bir su damlasının sıcaklık arttığında buharlaşması, sıcaklık düştüğünde donması da içgüdüsel bir davranıştır; kurumaya başlayan bir meyvenin içindeki atomların oranlarının değişmesi de içgüdüseldir; bir toprağa düşen bir tohumun, nem ve sıcaklık değişimlerine uyarak filizlenmeye başlaması da bir iç-güdüsel davranıştır.
Tüm varlıklarda mevcut İçsel-dürtüler, varlıkların bilgi ve bilinçle hareket ederek ve olasılık hesaplarına göre işlem yaparak, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olmalarını gerektirmektedir. Ama bizler, arroganz nedeniyle bilgi-ve bilincin, sadece insan ve insan-üstü sistemlerde olduğu şeklinde bir görüşe saplanınca, yanlış yorumlamalar bir-birini izlemeye başlar. Einstein’ın “Allah zar atmaz” cümlesi bu yanlış yorumların başında yer alır.
     
Atom-altı-öğeler aleminin oluşturduğu kuantsal canlılar, bilgi ve bilinç sahibidirler. Hep daha ergonomik üst-sistem oluşturucu yönde, kimyasal bileşimleri değiştirerek yeni varlıklar oluşturmuşlardır. Bu yeni oluşturulan varlıklar da, yine bilgi ve bilinçli şekilde daha rahat yaşam sistemleri oluşturacak şekilde bir davranış içinde olmuşlardır. Bizlerin iç-güdü dediğimiz davranışın temelinde, otomatiğe alınmış geçmiş hayat döneminden kalma eski-öğrenilmiş-bilgiler yer alırlar.

Kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra tekrar doğarlar. Kuantlar aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Bedenlerimiz ortalama 70-80 yıllık bir ömür döngüsüne sahiptir. Ama o bedeni oluşturan hücrelerin ömür döngüleri, günler veya aylarla sınırlıdır; mide zarı hücreleri 2 günlük; bağırsak çevresi hücreleri 3-4 günlük, derimizi oluşturan hücreler 2-3 haftalık, kan hücreleri yaklaşık 1 aylık, karaciğer ve pankreas hücreleri yaklaşık 1 yıllık bir ömre sahiptirler. En uzun ömürlü hücrelerimiz, yaklaşık 10 yıllık bir ömre sahip olan kemik-hücreleridir. Yani bizler bir hücreler kolonisi olarak 70-80 yıl yaşarken, bedenimizi oluşturan hücreler defalarca doğup-ölmektedirler.
Hücreleri oluşturan moleküllerin ömürleri ise çok ama çok daha kısadır: Moleküllerin ömürleri, dakikalık – saatlik sürelerle belirlenir.
Molekülleri ve atomları oluşturan atom-altı-öğelerin ömürleri ise çok ama çok daha kısadır: saniyenin milyarlarda biri kadar kısa bir süreç!
Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç noktasıdırlar.
Anlaşılacağı üzere, Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Tanrı doğayı yaratan olarak tanımlanmıştır. Doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla  gösterildiğinden, TANRI kavramı da artık anlaşılır olmuştur.

Doğada her varlık enerjisini-besinini iç-bileşenlerinden alır: Bedenler enerjilerini hücrelerinden; hücreler moleküllerden; moleküller atomlardan; atomlarda kuantsal sistemden alırlar. Hiçbir üst-sistemde, yani tepede (yöneticilerde), bir enerji veya besleyici özellik yoktur.


                        

15.          Bölüm: Statik Sistemli Görüşte Hayat

İnsanlık asırlardır, doğa ve dünyanın tepedeki bir doğa-üstü-güç sistemiyle oluşturulup, yönetildiği bilgisiyle yetiştirilmektedir.

İnsanlara asırlardır şekilde özetlenen türde bir doğal-oluşum modeli belletilmektedir. Bu oluşum modelinde yaratıcı sabit ve değişmezdir. Yaratma-yapma gücü bu değişmez varlığa aittir.

Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, onlar tarafından ortaya konulmuştur.

Doğada karşılıklı etkileşime dayanmayan hiçbir şey yoktur. Zaman kavramının aydınlatılması bu konuya kesin bir açıklık getirmiştir. Toplum oluşturma görevi biz insanların görevidir. Yani hiç kimse, “ben senin görüşüne katılmıyorum, Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma” deme lüksüne sahip değildir, çünkü hepimiz aynı “gemideyiz, ve bu gemi batarsa, hepimiz batarız.”

Şimdi Kutsal Kitap verileriyle “kendini beğenmişlik- arrogans arası bir bağlantı vardır ve şöyledir.

Kutsal kitaplardan bu konuyla ilgili önemli ayetleri görelim:
1. Bab:
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.
Onları kutsayarak, "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
Yeryüzündeki bütün canlılar, denizdeki bütün balıklar sizin yönetiminize verilmiştir. Bütün canlılar size yiyecek olacak. Yeşil bitkiler gibi, hepsini size veriyorum

Bu ayetlerin insan davranışına etkisi: İnsan sadece kendisinin bilgili ve bilinçli olduğuna inanır, diğer canlıları bilinçsiz kabul eder; yeryüzünde diğer canlılara karşı her türlü acımasızlığı yapar, doğal, ekolojik dengenin bozulmasının temel suçlusu olur.
Kutsal Kitapların doğa dünyanın yaratılışı ve işleyişi hakkındaki görüşleri, yukarıda açıklandığı ve de şekilde özetlendiği gibidir.


16.          Bölüm: Dinamik Sistemli Görüşte Hayat

Yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı, doğal sistemin yaratılış öyküsü zaman, doğadaki yaratıcılığın kuantsal sistemle başladığını göstermektedir. Ama insanlık zaman kavramını anlamını bilmediğinden, yaratıcılığı da anlayamamıştır.
Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Ve bu öykü yeryuvarı arşivlerinde kayıtlıdır. Bak. http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
O makalede gösterildiği üzere, doğadaki her şey, varlıkların en küçük yapı-taşları olan çok kısa ömürlü ve çok hareketli atom-altı-öğelerle başlamaktadır. Daha uzun bir ömür ve daha rahat bir hayata ulaşmaya yönelik üst-sistemler içinde bir araya gelmek, onların temel amaçları olmuştur. Böylelikle, gittikçe büyüyen üst-sistem oluşumlarıyla, gittikçe daha ergonomik yapılar oluşturmaya yönelik etkileşimler sürdürülmektedir. Yani evren dinamik bir oluşum sistemiyle gittikçe gelişmektedir.


Tanrı veya doğa-üstü-güç doğayı yaratan veya oluşturan olarak tanımlandığına göre, doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla gösterildiğinden, TANRI kavramı (veya evrimcilerin doğal seçicisi) de artık anlaşılır olmuştur ve şu durum ortaya çıkmıştır:

Doğa sürekli değişim-dönüşüm içindedir. Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Doğal sistemin yaratıcısı olan kuantsal canlılar dahil, her şey sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içindedirler.



17.    Bölüm: Doğada neden kesin kurallar, Kutsal-Kitap gibi tepeden gelen yönergeler yoktur?


DİNAMİK SİSTEM olasılık hesaplarına göre işletilir.

Doğada dinamik sistem geçerlidir. Ve dinamik sistemde yaratma-oluşturma görevi en tabandaki atom-altı-öğelere, yani kuantsal-sisteme aittir. Kuantsal sistem canlıdır ve şekilde gösterilen temel özelliklere sahiptirler.
Bu özellikleri yanında kuantsal sistemin şu özelliğini de mutlaka bilmemiz gerekir:

Kuantsal sistemde kesinlik yoktur, her şey olabilir.

Şimdi atom-altı-öğelerle yapılan bir başka “2-seçenekli” ( 2 yarık değil de 2 küçük delik) deneyi göstererek, onların bilinçli mi yoksa robot gibi mi davrandıklarını görelim.
Şekilde görüldüğü gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve (5) noktasına da bir detektör (D) yerleştirilir. Aralarındaki perde üzerinde de (A) noktasına bir delik açılır.
Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek şekilde ayarlanır.
Aynı boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 ögeden 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir.   …  Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.
Daha önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç öge algılamadığı görülür.
Detektörün konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda dört tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.

Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelerin şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
İki delikten de geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka duvar üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda, dört ile sıfır arasında değişen dağılım gösterirler.

Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.  (D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:
Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir:
Örn. (A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.
Örn. (A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu.

Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu.
Öge bu iki değeri toplar: +1-1=0.  Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.
HAYRET! DELİKLER TEK TEK AÇIK OLDUKLARINDA HER DELİKTEN BİR ADET GEÇEBİLİYORDU, ŞİMDİ DELİKLERİN İKİSİ DE AÇIK, AMA HİÇBİR ŞEY DELİKTEN GEÇMİYOR. BU NASIL İŞ?
Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2.   2’nin karesi alınır: 4 eder.
Bu durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kayıt eder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!
YİNE HAYRET: BİR DELİKTEN GEÇEBİLECEK ÖĞE SAYISI BİR TANE İDİ, DELİKLERİN İKİSİ BİRDEN AÇILINCA, NASIL OLUYOR DA 2 YERİNE 4 TANE ÖĞE GEÇEBİLİYOR?
İşte kuantsal alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre davranmalarıdır.
Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler.
Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir.
Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.  Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?
Çünkü ögelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.
Ama iki delik birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir olasılık hesabı yaparak davranır.
Atomik öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama, önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.
Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem hedef, amaç gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler verir. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.
Burada iki noktanın vurgulanması gerekir:
Birinci nokta şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.
İkinci nokta ise, kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel deterministik görüşlü  fizikçilerin anlaşmazlığının kaynağını oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi, klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde değil, varlıların haricinde bir güç sisteminde olduğu “kutsal kitaplı” önyargıdan, kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir. Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.



18.          Bölüm: Doğadaki Tüm Olaylar rastgele veya tesadüfî değil, olasılık hesabına göredir.


Havadaki veya sudaki hiçbir molekül rastgele hareket etmez. Her bir molekül, kendisine komşu moleküllerin sıcaklık ve basınç değerlerini kendisininkiyle kıyaslar ve en düşük değer yönünde hareket eder. Tüm moleküller aynı şekilde davrandıklarından, havada veya suda aynı anda akıntılar başlar; rüzgârlar ve deniz içi akıntı sistemleri bu şekilde oluşurlar.
Moleküllerin çevre koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli yönlenme, bedenlerimizdeki (ve de hücrelerimizin içindeki) moleküllerde de görülür. Organik moleküllerde 3” ve 5” olarak tanımlanan kutuplaşmalar vardır ve tüm reaksiyonlar bu kutuplaşmalara göre gerçekleşir. Nobel ödüllü Blobel (1999)’in ispatladığı üzere, hücre içlerindeki proteinler belli adres-etiketlerine göre hareket etmektedirler.
Doğada rastgelelik veya tesadüf olmamasının nedeni şudur:
► 1- Her şey enerjiyle oluşur ve tüm enerjilerin kaynağı da kuantsal sistemdedir.
► 2- Kuantsal sistemdeki bu enerji, atom > molekül > hücre gibi üst sistemlerde depolandıkça, yeni oluşacak üst-sistemler, çevrelerindeki hangi tür enerji kaynağından yararlanabileceklerinin bilgilerini oluşturmaya başlarlar (çünkü bilgi, enerjinin nereden nereye aktarılması gerektiğinin verileridir).
► 3- Bilgiler, varlıkların yapı ve dokularındaki anizotropiler olarak kayıt altına alındıklarından, tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyallerin bu anizotropik yapısallaşma unsurları ile olan etkileşimlerine göre davranırlar.
► 4- Çıkartılacak sonuç şu olur: Tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyalleri değerlendirip olasılık hesapları yaparak davranışlarını belirlerler.

Beyin dediğimiz organ, hücrelerin doğada nelerin nelere dönüştüğü ve gelecekte ne tür değişim-dönüşümler olabileceği konusunda olasılık hesaplarına dayalı senaryolar üretmek için tasarlanmış bir organdır. Nelerin nelere nasıl dönüştüğü veya doğada nelerin olabileceği gibi konularda bilgi üretmenin önemi hücrelerce çok iyi bilinmektedir. Bu olgu deneylerle saptanmıştır. Şöyle ki:
Beyindeki hücrelerin, çeşitli ödül olasılıkları karşısında nasıl davrandıkları deneylerle ortaya konulmuştur. Hücreler arası haberleşmede kullanılan maddelerden biri dopamindir ve bu ürünün üretilmesi için beyinde özel dopamin nöronları oluşturulmuştur. Bu dopamin nöronlarının, çevre faktörlerini, işe-yararlılık, ödül-olasılığı, varsayım-hatası, vs. açılardan değerlendirerek diğer hücrelere aktardıkları belirlenmiştir (Schultz (1998)). Bu aktarma işlemlerinde dopamin nöronlarının neleri dikkate aldıklarını saptamaya yönelik araştırmalarda ise, (Fiorillo et al. (2003)), dopamin nöronlarının, olasılık oranlarının söz konusu olduğu verilere daha büyük önem verdikleri ortaya çıkmıştır.


Fiorillo ve diğ. (2003)’nin maymunlarla yaptıkları deneylerde, maymunların beyinlerindeki dopamin nöronlarına detektörler yerleştirilerek, (1. küçük-veya-orta boy bir ödül; 2. küçük-veya-büyük boy bir ödül; 3. orta-veya-büyük boy bir ödül, vs.) gibi çeşitli koşullarda nasıl davrandıkları araştırılmıştır.
Araştırma sonucunda:
► 1- Hücrelerin uzun vadeli olaylarla kısa vadeli olaylar arasında ayrım yaptıkları,
► 2- Kısa vadeli değerlendirmelerde, en büyük ödüle önem verip, onu tercih ettikleri;
► 3- Uzun vadeli değerlendirmelerde ise %50 olasılıklı duruma önem verip, onu tercih ettikleri ortaya çıkmıştır.
Hücreler olasılık hesaplarına göre davranırlar. Şekilde görüldüğü üzere, sıfır ile bir arasında değişen ödül alma olasılıkları tercihlerinde, uzun vadeli değerlendirmelerde dopamin nöronları, kesinlik arz eden “sıfır=hiç-ödül-yok” veya “bir=mutlaka-ödül-var” seçeneklerine değil, “elli-elli” seçeneğine ağırlık vermişlerdir. Yani hücreler çok bilgili ve bilinçli davranıyorlar; anlık, kısa vadeli olaylarda hemen en büyük değerdeki ödülü seçiyorlar, ama uzun vadeli davranış söz konusu olduğunda, doğadaki en yaygın olasılık değeri olan %50 (elli-elli) değerini tercih ediyorlar.
Bunun anlamı çok açıktır: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim dönüşüm sistemi içinde olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle, uzun vadeli değerlendirmelerde “kesin ödül yok veya kesin ödül var” seçeneklerine rağbet etmiyorlar! Doğada her şeyin olabileceği gerçeğinden giderek, hep olasılık hesabına önem veriyorlar.

19.          Bölüm: Diğer bir önemli nokta YETKİ – YÖNTEM  UYUMUDUR:

Beden hücrelerimizin üst-sistemidir. Hücrelerimiz gösterdiğimiz hedeflere ulaşacak şekilde işlevlere girişirler. Ancak gösterilen hedefe ulaşım yolu ve yöntemi doğadaki dinamik sisteme uygun olmak zorundadır, çünkü kuantsal sistemle beslenmekte olan hücreler, kuantsal canlılığın gerektirdiği doğal-sistem ilkelerine uygun davranmak zorundadırlar.

Yetki ve yöntemden kasıt, bir işlevi yapma yetkisinin kimde olduğu, kimin ipleri eline alması gerektiğidir.

Doğada bu yetki hep alt-sistemlerin elindedir, çünkü yaratıcılık kuantsal sistemle başlatılıp, sürdürülmektedir. 

Kutsal kitaplı yaratılış görüşünde yaratıcı varlıkların haricinde-üstündedir; Darwin’ci evrim görüşünde de doğal-seçici varlıkların haricindedir. İnsanlar, doğadaki yaratıcılığı ve doğal-seçilimi varlıkların üstündeki bir makamda varsayınca, bedenimizdeki hücrelerin mantığı allak-bullak olmuştur.

Günümüz insanlığı da, hücrelerimizin bu mantıksal ikilem içinde kalmasının sancılarını çekmektedir. Çünkü gelenek-görenekler bilinç-altı sistemimizi statik sistemli programlamaktadır. Statik sistemde ise yetki üst-sistemdedir. Hücreler ise dinamik sistemde oluşup-geliştiklerinden, otomatik olarak dinamik sistemli davranırlar ve yetkinin alt-sistemlerde olması gerektiği yönünde davranmak isterler. Ve tam bir ikilem içine girerler.

Hücrelerin doğaya uyumlu bedenler oluşturmadaki muazzam yeteneklerini anlayabilmek için, canlıların oluşum aşamalarını gösteren paleontoloji verilerine bakmak yeterlidir. Bu veriler hayatın milyarlarca yıl önce denizlerde başladığını ve ancak 350-400 milyon yıl önceleri karalara uyum sağlayacak düzeye ulaştığını gösterir. Memeli hayvanlar ise, dinozorların 65 milyon yıl önceki bir doğal felaket sonrası yok olmalarından doğan ekolojik boşluğu dolduracak şekilde gelişen bir canlı gurubudur.
Balina, yunus, fok gibi memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse, hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar, yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar değildirler. Onların ataları deniz kıyılarındaki  kara ortamlarında yaşayan akciğerlerle solunum yapan memeli hayvanlardandır. Balıklar gibi solungaçlarla değil, akciğerleriyle solunum yaparlar.
65 milyon yıl önceleri dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan  dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
Hücrelerin mucizevi yaratıcılık örneği  60 milyon önceleri tekrar kendisini gösterir ve bu defa kara hayatından tekrar deniz hayatına dönüşe uygun tasarımlar gerçekleşir. Balinalar, yunuslar foklar gibi denizde yaşayan memeliler bu doğal felaketten sonra hayat sisteminin yeniden düzenlenmesi işlemleri ve eylemleridir. Deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde, suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek yapılmıştır.


Biz insanlar bu temel ilişkiyi dikkate aldığımız takdirde, hücrelerimizin, doğa ve dünya koşullarına uygun sağlıklı bedenler oluşturacağından emin olabilirsiniz. Çünkü hücreler bedenlerimizin düşmanı değil, onun tasarımcısı ve koruyucusudurlar.


İnsanlık ise bu süreç içindeki en önemli oyunculardan biri olarak rol almakta ve dünyamızdaki hayat sisteminin geleceğini etkileyecek bir durumda bulunmaktadır.


Bedenlerimiz hücreler tarafından oluşturulup-yönlendirildiğine göre, neden bedenlerimizin tasarımcısı ve bakımcısı olan hücreler, kanser dahil bir sürü hastalığın ortaya çıkmasına müsaade ediyorlar? Konuyu aydınlatıcı bilgiler http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html dosyasında (gerekiyorsa devam eden dosyalarda) bulunmaktadır.


Doğada bir iş-eylem yapma yetkisi hep alt-sistemlerdedir. Siz hücrelerinize bu yetkinin bedenin dışındaki bir sistemde olduğu şeklinde bir görüş verdinizse, artık sağlığınızın yerinde olmasını bekleyemezsiniz.



20.          Bölüm: Bilgi Oluşturma ve Rahatlama Dürtüsü

Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Ve zaman kavramının yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı verileri, doğadaki oluşum ve gelişimlerin, varlıkların en küçük öğeleriyle (atom-altı-öğelerle) başlatılıp, bu küçük öğelerin gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde birleşerek, gittikçe daha ergonomik yapılar oluşturduklarını göstermektedir. Yani evren gittikçe gelişmektedir.
Peki neden bu atom-altı-öğeler zaman içinde, önce atomlar, sonra moleküller, sonra hücreler – bedenler gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde bir araya geldiler?
Bunu anlayabilmek için insanlığın gelişim tarihine bakalım. İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 10 bin yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama son 10 bin yıldan beri, önce aile, sonra kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?
Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içindedir. Hem sebze, tahıl üretecek; hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem pişirecek bir fırın, tabak, kaşık vs yapacak! Böyle bir koşuşturma içindeki insanın dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede çok daha az koşuşturur ve daha çok dinlenme zamanı olur.
Atom-altı-öğelerin birleşerek atom oluşturmaları da aynı tür bir rahatlama dürtüsü sonucudur. Şöyle ki: proton, nötron, elektron gibi atom-altı öğeler yalnız olduklarında çok enerji harcarlar, birleşip bir atom oluşturduklarında ise, daha rahat bir duruma kavuşurlar. (Birleşilen üst-sistemin kütlesi daha azdır.)

(Bir protonun kütlesi 1.007 atomik kütle birimi (akb), bir nötronun kütlesi ise, 1.008 akb’dir. Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise 12.01 akb’dir. Hâlbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.09 akb’dir. Yani öğeler birleştiklerinde 0.08 akb’lik bir tasarruf ortaya çıkmıştır. Bu enerji, atomların parçalanması sırasında E=mc2 formülüne göre ortaya çıkan MUAZZAM atom enerjisidir. Işık hızının karesiyle çarpılarak artırılan bir miktar söz konusu!)
Atomlar da yalnız olduklarında hala çok hareketlidirler. Bu nedenle onlar da birleşerek moleküller oluştururlar. Sodyum klorla birleşip, tuz molekülünü; hidrojen oksijenle birleşip su molekülünü, vs. oluştururlar. Moleküller de çevredeki basınç-sıcaklık değerlerine uyarak, katı-sıvı-gaz gibi çeşitli şekillere geçerek, doğadaki dinamik sistemi sürdürürler.
Bu nedenle, doğadaki tüm varlıklar, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için birleşme- birlikte yaşama- sistemleri oluşturma çabaları içindedirler. Bu ise “bilgi” oluşturularak yapılır. Bilgi oluşturma ise, varlıklar arası enerji-alış-verişi için gerekli karşılıklı rezonans durumunu oluşturmaktır. Bu nedenle doğada dur durak yoktur; sürekli DAHA RAHAT DURUMA ULAŞMA ÇABALARI vardır ve doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde, yani DİNAMİK SİSTEMli olmasının temel nedeni budur.


Tek başına yaşaya bir insan, yabani hayattan ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku uyuyamaz. Onun için 10-11 bin yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı toplum hayatına geçilmiştir. Ama ...



21.          Bölüm: Cahillik ile zır-cahilleşme arasında temel bir fark vardır.

Önce kısa bir tanım yaparak cahillikle zır-cahilleşme arasındaki farkı belirtmek gerek. Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama eğitim görmüş ama yanlış bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşün doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşmeye uğrarlar. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler.
Kutsal-kitaplar, tepedeki yöneticiler tarafından hazırlanmış senaryolardır. Amaç tepedeki bir EFENDİLER zümresine insanları itaatkar yapmaktır.  Bu durum, yukarıdaki bölümlerde gerekçeleriyle açıklanmıştır. Tepeye bağımlılık ise tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağıdır.
Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) tüm toplumsal sorunların kaynağıdır, şöyle ki:
1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise, temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
Biri muz derken, diğeri hıyar anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma sağlanamaz
2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil, toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan, 
a) İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir.
b) İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs.
Her şey tepedekilerce belirlenirse tabandakilerin yeteneği körleşir.
3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir.
Tembel veya çalışkan insan yetiştirmek sisteme bağlıdır.
Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel direğidir.
4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya çıkar. 
Kamu mallarına zarar veren insanlar, hatalı eğitilmiş olduklarından, kendi bindikleri dalı kestiklerinin farkında değillerdir.
Toplum malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.
5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit, suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
Tepedekilerin emirlerine uyularak, onlar gibi düşünmeyenlere işkenceler yapılır.
6- Devletin sahipliği tepedeki bir kişiye bırakıldığında, tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir.
Demokrasilerde Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü aydın kişi, tepedekiler gibi düşünmediklerinden, “devlet çıkarlarını koruma” adına öldürülürler.
7- TBÖ’de yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere” yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun geri kalmasına yol açar. El-Etek öpmek aşağılık kompleksi ürünüdür.
8- TBÖ’de toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir. Doğada her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.
9- Her insanın içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler.
Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. 1970’li yıllarda emniyet güçlerimiz “Pol-Bir” “Pol-Der” gibi sağcı-solcu olarak bölünmüştü.
Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon- Balyoz-davaları, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar.
11- “Sahip” tepedeki bir kişi olunca, tüm varlıklarıyla doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır; X- devleti, Y-devleti gibi bir sürü parçaya bölünür; sonra bu devlet-sahipleri ülkeyi çeşitli ağalara-beylere parsellerler. Doğa ve dünya bu şekilde parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip çıkamamıştır. Denizler kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme suyumuz bile pet-şişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur.
12- Sahiplenme tüm fabrika ve benzer iş-yerlerinde de devam etmiş, işçiler boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilmişlerdir. İşçilerin sendika gibi kuruluşlar içinde birleşerek, seslerini duyurabilmelerinden sonra işçi-işveren mücadeleleri devam etmektedir. Bu ise grev-lokavt gibi toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol açmaktadır.
13- Statik sistemli Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Para ile yaptırılamayacak bir kötülük var mıdır? YOKTUR! Statik sistemde “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olduğundan, dünyada huzur olması mümkün müdür? Para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olduğuna göre, Statik sistemli TBÖlü hayat görüşleri yok edilmediği sürece dünyada huzur olmayacaktır.
14- TBÖ’de, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs..

Özetle: Tepeye yerleştirilen lider ister en iyisi, ister en kötüsü olsun, yukarıda sıralanan toplumsal sorunların oluşması kaçınılmazdır. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal sorunlarımızın temel kaynağıdır. 
Tepeye bağımlılığın toplumsal sisteme bu kadar zararlı etkileri varsa, acaba doğada tepeye değil de, tabana bağımlılık sistemi mi var?
Bir düşünsel deneyle, toplumsal sistemin tabana bağımlı olduğu bir model tasarlayalım: 
         Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız, en iyi öğretmeni seçerdiniz;
         Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi düzenleyecek, elektrik işlerinizi yapacak kişiyi siz seçecek olsaydınız, en yetenekli, en bilgili kişileri seçerdiniz;
         İnsanlar meslek edinirken, iyi yapabilecekleri işlere soyunup, iyi bir eğitimden geçerek, bilgi ve beceri sahibi kişiler olarak toplumda yerlerini alırlardı;
         Kötü hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı.
         Toplum iş ve meslek mensuplarının hizmet takaslarına dayalı kredi sistemiyle işleseydi, kalpazan, vergi-kaçakçısı, kiralık-katil, sabotajcı gibi kişilikler nasıl iş bulurlardı?
         Toplumun bir hizmet ve ürün ortaklığı olduğunu bilen insanlar, ürünlerinin en iyi şekilde olması ve ihtiyaç sahiplerine ulaşması için kendi aralarında örgütlenirler ve hizmetin aksamaması için ne gerekiyorsa yaparlardı (tepedeki birilerine bağımlı olmazlardı).
        
 
Böyle bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez miydi?
Evet!!! Her şey düzeliyor.

Dinamik sistem insanlığın tüm toplumsal sorularını çözerken, insanlara özgürlük, kendine güven duygusu verirken,  hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahilleşmeden başka bir şeyle açıklanamaz. İnsanları zır-cahilleştiren faktör, yaratıcıyı yanlış olarak insanlara belleten efendiler sınıfınca düzenlenmiş kutsal kitaplı hayat görüşüdür. Bir kutsal kitaba inandığına yemin eden kişi, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olan bir görüşün egemenliğini kabul ettiği için toplumuna ihanet eden, çocuklarının geleceğini karartan kişidir.
Aynı şekilde bilgi ve bilincin insan ve insan-üstü bir sisteme ait olduğuna inan biri  (evrimci veya başka biri) aynı suçu işlemiş olur.
Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur. Öyleyse, statik sistemli hayat görüşü insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir görüş değil mi?

Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur.
Öyleyse, kutsal kitaplar insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir inanç sistemi değil mi?

Tek başına yaşaya bir insan, yabani hayattan ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku uyuyamaz. Onun için 10-11 bin yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı toplum hayatına geçilmiştir. Ama 3-4 bin yıl önceleri yasalar tepedeki birileri tarafından oluşturulmaya başlanınca, huzurlu-mutlu toplum hayatı tekrar cehennem hayatına dönmüş ve gün geçtikçe de daha kötüye gidilmektedir.



22.          Bölüm: ”Yaratıcılık Allah’a mahsustur” tam bir zır-cahillik ifadesidir.


Çünkü “Allah” kutsal kitapları tezgahlayanların RABBİdir, EFENDİsidir.
Doğal sistemin yaratıcısı ise, varlıkların içlerindeki kuantsal yaratıcılardır, onlara tapınılmaz, kurban kesilmez.
Şimdi bu farkı açıklayalım ve zihinsel zehirlemenin nasıl işlediğini gösterelim.
“Yaratıcılık Allah’a mahsustur” ifadesi toplumumuzda çok yaygın kullanılır. Ve bu ifade özellikle islam aleminde yaygındır, çünkü tüm bilgilerin kutsal kitapta yazıldığı, o kitabın iyi okunması ve anlaşılmasıyla, her şeyin yapılabileceği, tüm icat ve keşiflerin bu yöntemle gerçekleştirilebileceği  egemen görüştür.
Yandaki şekilde gösterildiği üzere, yaratıcılık kuantsal sisteme mahsustur. Ve kuantsal sistem, bedenimizin dışındaki bir efendide değil, bedenlerimiz içindeki hücrelerimizde ve de onların içlerindeki atomik sistemdedir.
Hücreler kendilerine gösterilen hedefe ulaşacak şekilde işlemler yaparlar. Hedef yüksek dallardaki yapraklara ulaşmak ise, uzun boyunlu bir yaratık, hedef yerlerdeki çimleri yemek ise, ona uygun bir yaratık oluşturulur.
Balina, yunus, fok gibi memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse, hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar, yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar değildirler. Onlar denizde yaşamaya başlayan balıkların, kara yaşamına uyum sağlayacak şekilde evrimleşmiş temsilcileridirler. Solungaç yerine akciğerleri vardır. Ama dünyamızda yaşam koşulları değişince, yani 65 milyon yıl önceleri dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan  dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
350 milyon yıl önceleri deniz hayatından kara hayatına geçişi gerçekleştiren hücreler, 60 milyon önceleri de,  bu defa kara hayatından tekrar deniz hayatına dönüşe uygun tasarımlar yapmışlar, deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde, suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek yapılmıştır.
Bir toplumdaki insanlara, “yaratıcılık  Allaha mahsustur” denildiğinde, o insanın beynindeki hücreler dumura uğratılmış olur, çünkü hücrelerin kendilerine yapıcı bir hedef gösterilmemiş, tersine, “tepedeki birilerinin yaratacağı şeyi bekleyin, ona göre davranın”, şeklinde bir hedef gösterilmiştir. O beyinler artık yaratıcı bir işleve girişmezler.
Halbuki doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve canlının bağımlı olduğu enerji kaynakları sürekli değişmektedir. İnsan da bu değişimlere uyumlu olmak ve geleceğini güvence altına alabilmek için bu değişim-dönüşümleri en ayrıntılı şekilde takip etmek zorundadır. Geleceğinin nasıl olacağını aktif şekilde takip etmeyen, bu takip işlemlerini bir başkasına (bir efendiye) bırakan insanlar  sömürülme ve uşaklığa mahkumdurlar. 
Bizlerin yapacağı işler, beyinlerimizdeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hücrelerin neyi nasıl yapacakları ise, onların öğrenmelerine-eğitilmelerine bağlıdır. Doğadaki yaratıcılığın, varlıkların dışında bir merkezden gerçekleştiği şeklinde bir veriyle doldurulan beyinlerin, aktif-yaratıcı bedenler oluşturması olanaksızdır. Batı-dünyasının son 500 yıl içinde binlerce keşif yapması ve yüzlerce Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmesi karşısında, islam aleminin tek bir Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmemesinin nedeni  beyinlerimizin bu şekilde şartlandırılmış olmasındandır.
Beyinlerimizdeki nöronlar, çok geniş bir veri-ağı kullanarak işlerini görürler; topluluk düzeyinde bir etkileşim sistemi ve ortak noktalarda uzlaşma söz konusudur.  (Golub et al.2018, s.607)
Beyinler gelecekteki davranışlarının en iyi şekilde olmasını sağlamak için, önemli olayları öngörücü veriler toplamaya çalışırlar.  . (Groessl et al 2018, s.952.)
Beyinler sürekli öngörülerde bulunmaya ve bu öngörülerin oluşan olaylarla örtüşüp-örtüşmediğine bakarlar. Öngörüler, olasılık hesapları yapılarak oluşturulur. Bir canlının hayatta başarılı olabilmesi, doğadaki olayların ilişkileri arasındaki kurabileceği olasılıklar hesaplarının güvenirliliğine  bağlıdır.  (Fiorillo et al. 2003, s.1898)
Böylesine bir belirsizlik içinde yaşadığını bilen bedenimiz hücrelerine, “siz pasif kalın, efendi sizin yaşamınız için gerekli kararları verir” zihniyetine bel bağlamış insanların ve toplumları geleceği nasıl olacaktır?
Batı dünyasının ortaçağdan sonra Rönesans ve reformla kutsal kitap etkilerinden kurtulması sonucu insanlarının yaratıcılık gücü artıp, toplumsal kalkınmaları gelişirken, Osmanlı devletinin hala sım-sıkı kutsal kitap inancına sarılıp devam etmesi, geri kalmışlığımızın temel nedenidir.  
Çünkü doğada yaratılış, doğum-ölüm, yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden üst-sistemlere  geçişler şeklindeki  bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.
Doğadaki tüm işlevler enerji ile yapılmaktadır Çalışan, iş yapanlar ise, hep varlıkların içsel bileşenleridir. Bu cehalet cümlesi etkisi altında kalan tüm toplumlar, geri-kalmışlığa mahkumdurlar, çünkü, insanların içlerindeki kendine güven duygusunu, bir şeyler yapabilme isteğini körleştirip, kısırlaşmış, pasif bir kişilik oluşumuna yol açılmaktadır.



23.          Bölüm: Statik sistemin yönlendiricisi para olmuştur.

İnsanlara asırlardır, doğadaki yağmur, fırtına, deprem, volkan patlaması, kuraklık, mikrobik salgınlar, çekirge-vs. istilaları gibi doğal olayların, doğa-üstü bir güç sisteminin insanları cezalandırması olduğu şeklinde yanlış bir bilgi verilerek mantıkları çarpıtılmaktadır. 
Bu yanlış bilgiler 5-6 bin yıldan beri sürekli aynı nakaratlarla aktarıla geldiğinden, artık toplumların gelenek-göreneklerine işlenmişlerdir. Dolayısıyla insanlar bilinç-altlarına otomatik olarak yerleştirilen bu yanlış bilgilerle hayata başlamaktadırlar.
Peki bu yanlış bilgilerin aktarılması kimlerin işine yaramaktadır, kimler bu yanlışlığın devamını istemektedir?
Bunun tek bir cevabı vardır: Efendiler sınıfı.
İnsanlık tarihinde yaklaşık 5 bin yıldan beri tepedeki bir “efendiler” sınıfının sahiplenip-yönettiği toplumsal hayat sistemi vardır. Bu Efendiler kesiminin kendilerinde bir doğal güç-veya-enerji olmadığından, tabandaki halk kesiminin ürettikleri ürün ve hizmetlere el koyarak oluşturdukları bir “para havuzu = kapital= toplum-hayatının-kanı” ile, halkı istedikleri gibi yönetebilmektedirler. Halkın pasif davranması, tepedekilerden gelecek yönlendirmelere uyacak şekilde davranmalarını sağlamak için, peygamberlik gibi bir yaratıcı-ağzı sistemi hayata geçirilmiş, ve doğal olayları-felaketleri önceden haber verebildikleri öne sürülen kişiler ayarlanarak veya tasarlanarak, halk korku ve baskı altına alınmıştır. “Her millete kendi dilinde bir peygamber gönderildiği” anlayışı ile insanlar arasında kutuplaşma-ayrımlaşma başlatılmıştır.

Bu yetmemiş, peygamberler sürekli cilalanıp-parlatılarak, olağan üstü doğum ve yaşam övgüleriyle tanıtılmaya, insanların gözünde hayranlık uyandırmaya çalışılmıştır. Bu yüceltme işlemleri öyle yaygınlaştırılmıştır ki, insanlar artık doğada yaratıcılık olaylarının nasıl gerçekleştiğiyle değil, peygamberlerin hayatları ile ilgilenir olmuşlardır. Hedef dağıtma ve ana konudan sapma bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu gün insanlar artık, doğadaki yaratıcılık nasıl oluyor konusunda değil, çeşitli dinsel görüşler veya peygamberlik konularıyla ilgilenir olmuşlar, her ay peygamberi anıcı-yüceltici bir ibadet veya tören düzenler durumdadırlar. İnsanlar peygamberleri simgeleyen yelere yönelerek dua ederler. Bu durum, yaratıcının değil, peygamberlerin ön plana alındığının bir başka göstergesidir. Yaratıcı orada mıdır ki, dua eden oraya yönelir?
Dünyamız bugün bile tepedeki bir “Efendiler » zenginler » holdingler » İMF » Dünya Bankası » Dolar’a endeksli ticaret, vs.” örgütü tarafından parsellenip, yönlendirilmektedir.
Bilinç-altımız statik-sistemli hayat görüşüne göre programlanmıştır. Bu görüş uyarıca, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilir. Doğa tepedekilerce parsellenip sahiplenilir ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze edilir. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu efendiler alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Toplumlarının dinamizmi para ile denetlenir ve paranın kontrolü "tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “efendiler” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir kukla sınıfı gelişir. Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir. Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde ortaya çıkar.
Sahiplenme devlet düzeyinde başlar, fabrika, çiftlik, konak, vs gibi yerlerle devam eder, çalışanlar boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilir. Tüm emek ve ürünler çalışanlara ait olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları baskı altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin köleleştirme etkisi).
•         Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı kesilirse:
● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. 
Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.
Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır.
Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz.
Öylesine körü-körüne inandırılmışız ki,
         halk geleceğini, çocuklarının geleceği olan bu dünyanın efendiler sınıfınca parsellenip-sahiplenilmesine,
         doğadaki dengenin sağlanmasında gerekli olan milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün yok olmasına,
         hak-hukuk sisteminin, para ile yer-değiştirmesine,
         özgür yaşam ile kul yaşamı arasındaki farkı unutup, Osmanlı padişahlığı dönemini geri getirmek isteyen yöneticilik anlayışına oy verip, onların yönetimi altına giriyor.

Ve tüm bunlar bir kutsal kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan kendisine sormuyor: Statik sistemli hayat görüşüne dayanan  Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak için değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?
          Toplum hayatında bir düzen oluşturmak içinse,  tam tersi durum oluyor, çünkü tüm toplumsal hastalıklarımız, tepeye bağımlılıktan kaynaklanıyor, zira kutsal kitaplar statik sistemli hayat ise dinamik sistemli.
         Öteki bir dünya hayatında cennet diye bir yerde ebedi hayat yaşamaksa, doğada ebedi olan yani değişip-dönüşmeden sürekli aynı kalan hiçbir varlık yok, çünkü zaman değişim-dönüşümlü dinamik sistemde var. Her şeyin donduğunu ve hiçbir değişim-dönüşüm olmadığını düşünün:
      Güneş dönmüyor ve donmuş (dolayısıyla içinde nükleer tepkime olmadığından, radyasyon yaymıyor ve dünyamız kap-karanlık);
      Dünya kendi ekseni ve de güneş etrafında dönmüyor (dolayısıyla yıl ve gün oluşmuyor);
      Ay dönmüyor (ay denilen zaman oluşmuyor);
      Bedenlerdeki hücreler donmuşlar (dolayısıyla buz gibi soğuk bir beden söz konusu);
      Hücrelerdeki atomlar donmuşlar, dolayısıyla çevrelerine hiç sinyal vermiyorlar, doğadaki tüm enerji alış-verişi sona ermiş.

         İşte böyle bir durumda ne yıl, ne ay, ne gün, ne saniye oluşur. Daha da vahimi her türlü canlılık, enerji alış-verişi son bulur. Yani doğa ölmüş olur. Dolayısıyla doğanın canlılığı ve hayat, kuantsal sistemle, atom-altı-öğelerle başlar ve onların 11. Bölümde açıklanan bilgi ile yeni üst-sistemler oluşturma çabaları şeklinde devam eder. Yani YARATICILIK kuantsal sisteme özgüdür, sürekli bir değişim-dönüşüm olması şart ve gereklidir. Ebedi hiçbir şey olmaz.

Peki kutsal kitaplar neden gönderildi?
         Öyle bir gönderilme yok, çünkü efendiler masasında, insanları itaatkâr kullara dönüştürmek için efendiler sınıfınca tasarlandı.
Düşünsenize, her şeyi yapmaya kadir olan bir güç sistemi, tüm insanlığa hitap edecek bir mesaj oluştursaydı, bu mesajını herkes tarafından görülüp-anlaşılan bir şekilde gönderemez miydi? Elbette böyle bir mesaj gönderebilirdi, ama doğadaki yaratıcı kuantsal kökenli ve sürekli değişim-dönüşüm içinde bir doğal sistem tasarladığından, sabit-değişmeyen bir kitap göndermez!!!!!!!!!!!!!

            Güç sistemini tepeye koyarsanız, tepedekilerin kölesi olursunuz. Güç sistemini tabana koyarsanız, toplumunuzu yönetme hakkı size ait olur.


24.          Bölüm: İnsanlarımız Şunu Nasıl Unutmuştur: 

Doğadaki yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait olduğu görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin yıldır gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul edilmektedir. ACABA HALK NEDEN BU KADAR BİLİNÇSİZ DAVRANMAKTADIR?
Çünkü halka yıllardır, mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik ve EFENDİ tanrısının onunla gönderdiğine inanılan bir kutsal kitap efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. Halk tamamen gerçek durumdan habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
 Davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Doğada Dinamik Oluşum Mekanizmasının (=DOM) geçerli olduğu ve dinamik sistemlerde güç sisteminin en tabandaki kuantsal canlılık öğelerinde bulunduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adresli makalede net bir şekilde doğa-bilimsel verileriyle ortaya konulmuştur. O makalede insanların zaman kavramını tamamen yanlış yorumladığı, dolayısıyla zamanın bir dilimi olan ömür = hayat olgusunu da anlayamamış olduğu da net bir şekilde gösterilmiştir. Yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı olan doğal sistemin yaratılış öyküsü (ki buna zaman denir), doğadaki yaratıcılığın kuantsal sistemle başladığını göstermektedir. Ama insanlık zaman kavramını bilmediğinden, yaratıcılığı da anlayamamıştır. Yani doğamızdaki güç sistemi içimizdeki atomlarda bulunmaktadır ve kuantsal canlılık öğelerindedir, Bu sisteme “DİNAMİK SİSTEM” denir. Yaratıcı güç sisteminin sürekli değişip-dönüşen ve evrimleşen bir güç sistemi olduğu anlamındadır.
Halbuki insanlarımızın çoğunluğu “La İlahe illallah = Allahtan başka allah yoktur » Yani Allahtan başka tapınılacak efendi, başka kanun kural koyucu yoktur” temel felsefesine dayanan bir inanç sistemine sahiptir. Bu inanç sisteminde yaratıcı, varlıkların dışında, sabit, değişmez, ebedi bir EFENDİ (kanun koyucu) olarak kabul edilir. Böyle bir sisteme de, yaratıcının değişmez-sabit olmasından dolayı STATİK SİSTEM denir.

“Zır-cahilleşme” kavramı önceki bir bölümde açıklanmıştı. Zır-cahilleşenler mantıklı çözümlere karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Dinamik sistem insanlığın tüm toplumsal sorularını çözerken, insanlara özgürlük, kendine güven duygusu verirken, hala kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahilleşmeden başka bir şeyle açıklanamaz. İnsanları zır-cahilleştiren faktör, yaratıcıyı yanlış olarak insanlara belleten efendiler sınıfınca düzenlenmiş kutsal kitaplı veya doğal-seçilimli hayat görüşleridir. Çünkü ikisi de statik sistemli bir doğada yaşanıldığına inanırlar. Bir kutsal kitaba inandığına yemin eden kişi, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olan bir görüşün egemenliğini kabul ettiği için toplumuna ihanet eden, çocuklarının geleceğini karartan kişidir. Zır-cahilleşme doğadaki kuantsal yaratıcılığa ihanet olduğundan bedensel ve toplumsal hastalıklara davetiyedirler.
Aynı şekilde bilgi ve bilincin insan ve insan-üstü bir sisteme ait olduğuna inan biri (evrimci veya başka biri) de aynı suçu işlemiş olur.
Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahil olur. Öyleyse, statik sistemli hayat görüşü, insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren en zararlı, en günahkar bir görüştür.
Tek başına yaşaya bir insan, yabani hayattan ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerektiğinden rahat uyku uyuyamaz. Onun için 10-11 bin yıl önceleri karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı toplum hayatına geçilmiştir. Ama 3-4 bin yıl önceleri yasalar tepedeki birileri tarafından oluşturulmaya başlanınca, huzurlu-mutlu toplum hayatı tekrar cehennem hayatına dönmüş ve gün geçtikçe de daha kötüye gidilmektedir.
GÜÇ SİSTEMİNİ TEPEYE KOYARSANIZ, TEPEDEKİLERİN KÖLESİ OLURSUNUZ.
GÜÇ SİSTEMİNİ TABANA KOYARSANIZ, TOPLUMUNUZU YÖNETME HAKKI SİZE AİT OLUR.

Peygamberlerin “Tanrı’nın sözcüsü” olarak, kesin, dogmatik, değiştirilemeyen yasalar getirdikleri inancı, Kutsal Kitapların doğada dinamik sistemli bir işleyiş olduğu gerçeğiyle taban tabana zıtlık içindedir. Çünkü:
1-Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları onlar için de geçerlidir.
3-Devleti sahiplenenlerce, çocuklarımızın yaşayacağı ovalar, denizler, ormanlar, dağlar, vs. kamusal alanların parsellenip satılması, veya kiralanması geleceğimizi karartmaktadır. Ve tüm bunlar statik-sistemli, tepeye bağımlılık sistemiyle yapılmaktadır; bunlara karşı çıkanlar ise, “din-elden gidiyor” yaygarası ile düşman ilan edilmektedir. Elden giden “Din, namus, ahlak” değildir, çünkü onlar “kafamızın içindeki programlamalardadır; ama bir şey elden gitmektedir: Çocuklarımıza bırakacağımız doğa. Doğa talan edilmektedir.   
4-Kutsal Kitaplar tepedeki efendiler kitlesi tarafından düzenlendiklerinden, “hak-hukuk-adalet-namus-ahlak” gibi kavramlar, sadece tepedekilerin isteklerine uygunsa vardır; “Yoksa, şu bölgeyi senin soyuna tahsis ettim; Allah istediğini, istediğine verir; Senin soyunla antlaşmamı yapıyorum, vs.” gibi görüşlerin, evrensel “hak-hukuk-namus-ahlak” ile ilişkisi olabilir mi?
5-Bu tür bir yaratıcı veya tanrı anlayışı, doğadaki dinamik sistemde geçerli olan “karşılıklı etkileşim” ve tabana (yani alt-sistemlere) bağımlılık ilkesine tamamen terstir. Bu nedenle bizlerin gelenek ve görenekleri kökten hatalıdır. Bilinç-altı sistemimiz tamamen yanlış olarak programlanmaktadır. Bu nedenle para-din-siyaset kıskacından kurtulmamız mümkün olmamaktadır.

25.          Bölüm: Osmanlı’dan bize ne kalmıştı?

Bir sürü borç kalmıştı, ve TC uzun yıllar bu borçları kapatmak için çalışmıştır. Başka neler kaldığını merak ediyorsanız, kısa bir döküm:
Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu ama kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Kadın, insan değildi. Tiyatro, müzik, resim, heykel yoktu. Dirhem, okka, çeki, arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlık, ne uzunluk birimiz dünyaya ayak uydurabiliyordu.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye'nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilimden çoook uzaktı. İbrahim Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı sadece 417'ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. 600 sene boyunca Türkçe'nin ırzına geçilmiş, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler karışımından oluşturulmuş Osmanlıca denilen  bir dil kullanılıyor, sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça'yla Türkçe yazılmaya çalışılırdı.

Dünya EFENDİLER KULÜBÜNCE yönetilmektedir. Ülkemiz Cumhuriyet dönemine geçip, modern bir ülke olma yönünde ilerlerken, petrol-bölgelerini denetimleri altında tutmak isteyen EFENDİLER KULÜBÜ, Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir devlet olmasını engellemek için ellerinden gelenin hepsini, uzun vadeli bir plan çerçevesinde yapmaya çalışmışlar ve de görüldüğü üzere, başarmışlardır.
Önce halkın bilgili ve bilinçli bir düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY  ENSTİTÜLERİ projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmamış topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma demokrasiye geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir; çocuğun kendisi karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur. Halk “din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların efendiler sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş senaryolar olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede olduğunu fark edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün oynadığı bu oyun devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa geçiş olan bir sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine girecek bir duruma getirilir. 
Biz TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat sistemidir.
Acaba halk neden bu kadar bilinçsiz davranmaktadır?

Çünkü halka yıllardır, mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. 
Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, bilinçli ve kötü-niyetle kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu, yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir.
Doğadaki yaratıcılık sistemi, kuantsaldır ve olasılık hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı etkileşimlerine dayanılarak oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir emir-yönlendirme yoktur. Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı inanç-sistemlerinin, devlet-yöneticileri tarafından ne zaman oluşturulup, gelenek-göreneklere aktarıldığı
 http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html adresli makalede, din-adamlarının insanları nasıl yanılttıkları ise:    http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html adresinde anlatılmaktadır.
Yani Dinsel inançlar, tepedeki efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.
Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir.
Statik sistemli hayat görüşü yanlış bir hayat görüşüdür, çünkü doğadaki yaratıcılık ve yönetimin varlıkların içlerindeki kuantsal sistemle değil, varlıkların dışında -üstünde olduğuna inanılan bir efendi (rab) tarafından gerçekleştirildiği bilgileri söz konusudur.
Ülkemizde ise tam bu görüş benimsenmiş ve nesilden nesile geleneklerle aktarılarak insanlar zır-cahilleştirilmiştir. Doğan çocukların kulaklarına bir kutsal kitaba inanç yemini üflenerek başlatılan zır-cahilleştirme eylemi, EFENDİLER camiası tarafından desteklenen dinsel çevrelerce ve okullarda sürekli vurgulanarak, bir kutsal kitaba yemin ettirilmesi aşamasıyla zirveye ulaştırılmıştır. Bir kutsal kitaba yemin etmek demek, toplum hayatında bir efendi zümresinin egemenliğini kabul ettiğine dair yemin etmektir. Efendilik sisteminin ise, tüm toplumsal hastalıkların temel kaynağı olduğu, önceki bölümlerde çok net bir şekilde ıspat edilmiştir.
Halk zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat anlayışının bir yan ürünüdür ve tamamen yanlış anlamda kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
 Davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Bu konuyla ilgili olarak şu makalenin okunması çok yararlı olur:
Bir efendinin (padişahın) kulu olarak değil, bir cumhuriyetin kendine güvenen özgür bireyler olarak yaşama hakkı kazanmalarını sağlama girişimi olan KÖY-ENSTİTÜLERİ projesinin baltalanması eylemini başlatan EFENDİLER-Kulübü (BATI-DÜNYASI) bu eylemlerini gittikçe daha çeşitli alanlara kaydırarak, amaçlarına tam ulaşmak üzeredirler. Ve bu eylemler hep halkın hala bir efendi, bir lider peşinde koşmasıyla sürdürülmektedir. Zavallı zır-cahilleştirilmiş halkım, dostlarım, yeğenlerim, arkadaşlarım, … Sizleri uyandırmak için acaba daha ne yapılmalı?

26.          Bölüm: İyi- kötü, namus-ahlak kavramları ve ilişkileri


Toplumlarda her zaman iyi ve kötü niyetli insanlar olacaktır. Ancak bunlardan hangisinin toplum hayatında egemen olacağı önemlidir. Şimdiye dek kötü-niyetlilerin egemen olduğu bir süreç içinde yaşanmıştır.
Acaba toplumlarda kötü niyetli insanlar mı daha çoktur, yoksa iyi niyetli insanlar mı?
Bu soru Yale Üniversitesinde araştırılmıştır.

İyi veya kötü insan oranı nasıldır?

Yale Üniversitesinde bir grup araştırmacı, insanlarda ahlak, iyilik, kötülük, uzlaşma gibi konuların, doğuştan mı yoksa sonradan verilen eğitimle mi olduğunu araştırmak için  bebeklerin davranışlarını incelemeye karar verirler ve bir  “Bebek laboratuarı”  kurarak, 3 aylık ve daha yaşlı bebeklerle deneyler yapıp, bu konuda bir rapor hazırlarlar:  Hamlin, J.K, Wynn, K. Bloom, P. 2007: Social evaluation by preverbal infants.  Nature 450, 557-559.   https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1711506018861042/

Bu araştırmada yapılan deneylerin sonucu aşağıdaki gibidir:
Bir kukla oyunu oynanır; üç kukla vardır, biri bir kutuyu açmaya çalışır
  İlk versiyonda, yeşil önlüklü kukla, kutuyu açmaya çalışan kuklaya yardım eder, kutu açılır.
  İkinci versiyonda, sarı önlüklü kukla kutunun açılmasına engel olur.
Oyun sonunda kuklalar bebeğin önüne konularak birini seçmesi beklenir. Bebeklerin %80 yeşil kuklayı beğenir; hatta 3 aylık bebeklerin %87si yeşil kuklayı beğenir.
  Diğer bir deneyde, bebeğe iki farklı krakerden birini seçmesi istenir ve sonra aynı krakerleri kuklaların seçmesi gösterilir. Deney sonunda, bebeğe hangi kuklayı beğendiği sorulduğunda, bebekler %87 oranında, kendileriyle aynı tercihi yapan kuklayı seçerler. Yani ön-yargılı davranma, taraf-tutmak, kendisi gibi olandan yana olmak, başka düşünenleri cezalandırmak doğuştandır.
Eğitimle çocukların davranışlarında değişimler oluşmaya başlar
  6-7 yaşlarındaki çocuklarda paylaşma veya eşit-hak konusu deneyleri yapılır, çocukların çoğunluğu, kendilerinin daha çok kazanacağı, ama karşıdakinin hiç kazanamayacağı şıkları tercih ederler.
  8 yaşlarındaki çocuklar bu deneylerde “eşitlikçi” davranış sergilerler.
  9-10 yaşlarındaki çocuklarda ise, fedakarlık duygusu gelişir: çocuk kendisi değil, karşısındakinin daha çok alması yönünde tercih yapar,
Ortaya çıkan sonuç şudur:
       İyilik, yardımlaşma, uzlaşma insanların genlerinde mevcuttur, sonradan verilen eğitimle bu oran sadece artırılabilinir veya eksiltilebilinir.
       Kötülük de temelde genetiktir. Bebeklerin %13ünün kötülük temsilcisi kuklayı seçmesi bu nedenledir.
       Önyargılı davranmak, eğitimle düzeltilebilinir. Irkçılık vs. eğitimle aşılabilir.
Bu konuyla ilgili bir başka araştırma ise Robert Hare adlı Kanadalı bir profesörün 1960lı yıllarda başlatılan kötü-ruhlu insanlar üzerine yaptığı bir araştırmadır. R.Hare, hapishanelerde bulunan psikopatik davranışlı insanların ortak özelliklerinin bulunup-bulunmadığı konusunu araştırmaya başlar ve ilginç ortak özellikler bulunduğunu fark ederek, “Psychopathy Checklist” = psikopatlık-testi adını koyduğu bir tanı-listesi hazırlar. Bu listede bulunan özellikleri olan insanların, doğuştan, yani genetik olarak “kötülüğe” meyilli oldukları, suç işleyen insanlar üzerinde testler yapılarak genel hatlarıyla doğrulanır.

Ancak istisna durumlar da görülür. Örneğin, James Fallon adlı bir akademisyen, bizzat psikiyatri uzmanıdır ve bu listedeki özelliklerin kendisinde de olduğunu belirtir. Ama kendisi topluma zararlı değil, yararlı bir kişi olarak yer almıştır. Bunun nedenleri araştırıldığında, James Fallon’un çok iyi bir aile ortamında yetiştiği gözlenerek, ortamsal faktörlerin, genetik hataların örtülmesinde etkili olduğu sonucuna varılır.
Bu araştırmalar, kötülük genli çocukların, James Fallon örneğinde ıspatlandığı üzere, çok iyi aile ve çevre ortamlarında yetiştiklerinde, normal insanlar olarak davrandıklarını ortaya koymuştur. 


27.          Bölüm: Bir toplumda İyi veya kötü niyetli insan sayısı değiştirilebilir mi?

Bilmemiz gereken gerçek budur: Evet, değiştirilebilirler.
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
       1-Çok iyi bir toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler.
        2-Yale üniversitesinde yapılan çalışmada orta çıkarılan “kötü niyetli” insan sayısı oranı, o zaman ve oradaki toplumsal bileşimi yansıtır. Dünyanın her yerinde aynı oranda olması beklenemez.
       3-Epigenetik adlı bilim dalı, insanların (canlıların) genetik yapılarının çevresiyle etkileşimlerine göre değiştirilebileceğini göstermektedir. Nitekim, evrim dediğimiz olay da ancak bu sayede mümkün olmaktadır. Balina, yunus, deniz-aslanı vs. gibi denizlerde yaşamaya geçmiş eski karasal ortam hayvanları, Epigenetik olmasaydı, asla tekrar deniz hayatına dönemezlerdi. Bu nedenle, insanların iyi-niyetli insan sayısını artırması, kötü-niyetli insan sayısını azaltması mümkündür. Ve bu tamamen toplum hayatında uygulanacak düzenlemelere bağlıdır. İyi bir toplumsal sistemde, kötü genler değiştirilip, iyi genlere dönüştürülebilirler. Epigenetik bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
 
         Memeli hayvanlarda 2 ön 2 arka bacak, bir kafa ve bir gövde gibi temel bir şablon bulunur. Bir memeli hayvan karadan deniz hayatına dönerse, bu temel şablon korunur, ama ön ve arka bacaklar farklı görevler üstlenecek şekilde değişime uğrarlar. Bu işlemlerin gerçekleştirilmesi epigenetik denilen bilim dalının keşfiyle anlaşılır olmuştur. Genetik milyarlarca yıl önceleri temelleri atılan hücresel temel etkileşim bilgileri olup, enerjisini nereden, nasıl sağlayacağı gibi temel davranış özelliklerini belirleyen bir şablon görevi görürler.  Ama bir canlının çevresindeki faktörlerin değişmesiyle bu faktörlere uyum sağlaması epigenetik olarak bilinir. Epigenetik faktörler, genleri aktif veya pasifleştirerek, canlının çevreye uyumuna yarayacak şekilde farklı protein üretmelerini sağlarlar.
         Yine şekilde görüleceği gibi, yediklerimiz, içtiklerimiz, çevremizdeki diğer varlıklardan etkilenme tarzımız, stres durumumuz gibi bir çok faktör epigenetik kararlar alınmasında etkili olmaktadır. Bir annenin bu günkü yaşam durumu, hem onun, hem çocuklarının, hem de torunlarının durumlarını etkileyici temel izler bırakmaktadır.


         Şekilde gösterildiği üzere, bizler hücrelerimize neyi hedef gösteriyorsak, hücrelerimiz o işlevi yerine getirecek şekilde DNA- RNA kodlarında düzenlemeler yapabilmekte ve o işlevi yerine getirecek şekilde bedenlerimizi şekillendirebilmektedirler. 



28.          Toplum-ruhu kavramı

Toplum genelinde ortak bir görüşe sahip olmak neden çok önemli?

Neden ortak görüş OLMAZSA-OLMAZ?



Neden her varlık bir diğer varlığa bağımlıdır, hem onu etkiler hem ondan etkilenir?
Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef  temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Ama ortada “su-hafızası” diye bir şey değil, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları söz konusudur.

Bilim insanlarının günahı başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları atom-molekül gibi küçük öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve çevrelerini algılayarak, ona uygun bir davranışta bulunduklarını kabul edemediklerinden, yukarıdaki gibi kavgalar ve anlaşmazlıklar hep süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.
Bu örnekten gidilerek, hayat konusunda neden ortak bir görüşte uzlaşılmanın, insanların davranışlarının tayininde şart ve gerekli olduğu anlaşılabildi mi? Bedenlerimizdeki atomların-moleküllerin davranışları, çevrede etkili ve geçerli kuvvet-alanına göre belirleniyor. Hücrelerin davranışları bu moleküllerin davranışlarına göre ayarlandığına göre, ortak bir hayat görüşünde uzlaşmanın önemini anlayabildik mi?
Neden farklı din, ırk, felsefe, vs. değil, ortak bir uzlaşma ortamı şart ve gerekli, anlaşılabildi mi?
Bir toplumun kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü toplum hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır ve hizmeti üretenler insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar kaliteli olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun refah seviyesi bu şekilde yükselmiş olur. Becerikli insan yetiştirmek, hücreleri iyi yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, dayak atma, cehennem azabı gibi konularla korkutmakla değil, teşvikle olur.
Bedenlerin becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci, okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Doğadaki düzen ve denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri ile oluşturula bilinmektedir. Toplumsal hayattaki düzen ve denge de tüm insanların çevreleri ve kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri ile mümkün olacaktır. Etkileşimler ise karşılıklı anlaşma-ve uzlaşmalar (mutabakatlar) şeklinde olmaktadır. Hepimiz aynı dünya gemisindeyiz ve doğadaki denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mümkün oluyor. Dolayısıyla global (küresel) toplum hayatı da ancak tüm toplumların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmalarına dayandırılmak zorundadır. 

29.          Bölüm: Dinlerin amacı, toplum hayatına düzen getirmek olmalıdır. Çünkü ahiret hayatı diye bir ikinci hayat yoktur.

İnsanların ölümden sonra öteki dünya diye bir yerde ebedi olarak yaşadıklarını düşünelim. İnsan (Homo sapiens türü) yaklaşık 2 milyon yıldan beri vardır. İn­sanların yaklaşık 20-25 yılda bir evlenerek nüfuslarının yeni doğum­larla arttığını ve yaklaşık 50 yıllık bir ömürden sonra da öldüğünü ve öteki dünya gibi bir yerde ebedi hayatlarına devam ettiklerini (yiyip-içtiklerini, sevişip-çoğaldıklarını, vs.) düşü­nüp, şimdiye dek kaç kişinin orada birikmiş olduğunu hesaplarsak, 10 üzeri 100 den büyük devasa bir sayı ile karşılaşırız. (10 üzeri 100 = 10 sayısının sonuna 100 tane sıfır daha eklenince oluşan sayı)
Evrende belli sayıda atom-altı-ögesi vardır ve bunların sayısı yak­laşık 10 üzeri 80 olarak hesaplanmıştır. Yani deri, kemik, taş, toprak gibi maddeleri oluşturan proton + nötron + elektron ögelerinin top­lam sayısı 10 üzeri 80 kadardır. Bir hücrede milyarlarca proton + nöt­ron + elektron bulunduğuna göre, evrenin herhangi bir yerinde 10 üzeri 100 gibi devasa sayıda insan toplanması hiçbir fizik-kimya bilgisine uymamaktadır, çünkü onları oluşturacak kadar proton + nötron + elektron evrende mevcut değildir.
Bu nedenle doğada ebediyet diye bir şey yoktur. Her şey çok kısa ömürlü ve çok hareketli olan atom-altı ögelerinin, daha uzun ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, bedenler) içinde birleşmeleri şeklinde olmaktadır. Oluşturulan hiçbir sistem ebedi olamamakta, belli bir ömür-döngüsünden sonra tekrar alt-bileşenlerine ayrışmakta ve doğa bu şekilde sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi içinde gelişmektedir. Zaman kavramının gelişimi durumun böyle olduğunu göstermektedir, bak http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Yani doğada belli sayı­da (yaklaşık 10 üzeri 80, yani öteki dünyada birikmiş olabilecek in­san sayısından çok-çok az!) atom-altı-ögesi vardır ve bu ögeler canlı olup, değişik kombinasyonlara girerek, sürekli değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğayı oluşturmaktadırlar.
Ebedi bir öteki dünya hayatını savunanlar öteki dünyada sadece ruhların var olacaklarını savunarak, yukarıda öne sürülen olanaksızlığa karşı koymaya çalışırlar. Ama bu karşı-çıkışları tamamen dayanaksızdır, çünkü öteki dünyadaki cezalandırmalar arasında şu tip hükümler bulunmaktadır.

“Başlarından da kaynar sular dökülür. Bu kaynar su ile karınlarında olanlar ve derileri eritilir.” (Hacc 19, 20)
“Derileri yanıp eridikçe, acıyı tatsınlar diye derilerini yenileyeceğiz.” (Nisa 56)
Bu ayetler bedenlere uygulanacak cezalardır. Dolayısıyla kutsal kitapların öteki dünya hayatı canlı bedenler için tasarlanmışlardır.
Cennet hayatındaki seks olaylarında çocuk olmayacağını, sadece sevişme olacağını savunanlar ise, seks olayının neslin devamı için gerekli genetik bilgilerin değiş-tokuşu olgusunu bilmediklerini gösterir. Çünkü balıklar gibi bir çok canlı grubunda, bedenler birbirine değmeden seks yaşanır: dişi yumurtalarını bırakır ve erkek hemen o yumurtaların üzerine spermleri bırakır ve iki genetik bilgi birleşir. Bedensel bir temas yoktur. Dolayısıyla seks, neslin devamı dürtüsüdür. Kutsal kitabın tanrısı bunu bilmiyorsa, bu “özürü kabahatinden büyük” durumunu oluşturur.
 Hayatın doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu bilmeyen insanlar, ölüp-yok olacaklarını kabul edemeyip, bir ahiret hayatı tasarlamışlar. Buzul devri sonrası deniz sularının yükselmesiyle yaşadıkları bir ortamın sulara gömülmesinin anlatıldığı Atlantis makalesindeki “kaybolan bir dünya” olayına atfen, öldükten sonra bu batan eski-cennet ülkesinde yaşamlarının devam edeceği şeklinde bir ebedi hayat sistemi tasarlamışlardır. Halbuki ölümden sonra yok olmak söz konusu değildir, doğal sistemle kalibrasyona dönmek ve yeniden doğal sistemin yapılanmasında tekrar görev almak söz konusudur.

 

30.          Bölüm: Toplum insanların, ortaklıklar yaparak birlikte yaşadığı sistemdir.

İnsanlar neden birlikte yaşamak isterler?
Çünkü, tek başlarına yaşadıklarında her şeyi kendileri yapmak zorundadırlar: tavuk yetiştirecek, buğday ekip-biçecek, buğdaydan un yapacak, sebze – meyve yetiştirecek; çanak çömlek, kap-kacak, kazan, tabak, kaşık, bıçak yapacak; bıçak yapmak için madencilik yapacak, bakır, demir gibi madenler üretecek, vs.
Tüm bu işlevler asla bir-iki kişi ile yapılacak işler değildir. Bu nedenle insanlar zaman geçtikçe, nüfus artıkça, taş-devri, cilalı-taş-devri = çamur-aletler-devri (çanak-çömlek), tunç-devri, demir-devri gibi gelişim evrelerinden geçerek günümüz kültür düzeyine ulaşabilmiştir.
İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 12-13 bin yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama 12-13 bin yıldan beri, önce kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?
Nedeni basit: Rahatlama dürtüsü.
Tek başına yaşayıp, yukarıdaki işleri yapmaya çalışan bir insanı- aileyi düşünün, yaban hayatından ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerekir, çünkü normal doğa hayatında tüm canlılar arasında rekabet-kavga vardır. Dolayısıyla bireysel düzeyde yaşayan insanların kafalarını kaşıyacak, rahat uyku uyuyacak zamanları yoktur. Bu nedenle önce kabile, sonra kasaba-kent gibi ortak yaşam ortamlarında birlikte yaşamaya çalışılmıştır.
Çalışılmıştır ama, ortaklığın kurallarının oluşturulmasında şimdiye dek pek başarılı olunamamıştır. Bu başarısızlığın tek nedeni ise, doğadaki oluşum-gelişimleri tetikleyen, yönlendiren faktörün ne olduğu konusundaki bilgisizlik gelmektedir.
 İç-güdü diye bir terim vardır, ama dış-güdü diye bir terim üretilmemiştir, çünkü her varlık kimyasal bileşimine uygun olarak, çevresindeki olaylardan etkilenir ve otomatik tepki verir. Bu tepki, bir enerji-alış-verişi sonucu oluşan bir olaydır. Dışarıdaki bir olayın yaydığı bir enerji, beden içindeki hücrelerde (moleküllerde, vs) normal durumdan farklı bir değerde algılanırsa, o hücre (molekül, vs) hemen tepki verir.
11 ve 12. Bölümlerde belirtildiği üzere, doğa atom-altı-öğeleri denilen ve doğadaki tüm enerji sistemlerini oluşturan, kuantsal canlılardan oluşur. Kuantsal canlılar çok kısa ömürlü ve çok devingen varlıklardır. Bu nedenle tek bir amaç doğrultusunda davranırlar: daha-rahat ve daha uzun-ömürlü üst-sistemler içinde birleşerek daha rahat bir duruma, yapıya kavuşmak. Bunun için gerekli her şey onların ellerindedir: Enerji ve madde oluşturucu öğeler onların alemine aittir. İstedikleri maddeyi, istedikleri şekilde enerji aktarımı yaparak gerçekleştirebilirler. Yani yaratıcılık ve yönlendiricilik tamamen ve kelimenin her anlamıyla, onlara aittir.
Enerji dediğimiz kuvvet oluşturucu gücün bir sistemden diğerine aktarılması, rezonans oluşumlarıyla gerçekleşir. Tesla’nın dahiyane buluşları bu rezonans devrelerini fark etmesi ve yapması sayesindedir. 
Doğadaki kuantsal canlılık öğelerinin başlattıkları bu gelişme, hep birleşmeler şeklinde olmaktadır.
Atom-altı-öğeler birleşerek atomları;
Atomlar birleşerek molekülleri;
Molekülleri birleşerek hücreleri;
Hücreler birleşerek bedenleri;
Bedenler birleşerek de toplumları oluştururlar.

Doğadaki bu büyüyerek gelişmenin nasıl gerçekleştiği “Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği Haken (2000) ile aydınlatılmıştır: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
En önemli özellikler arasında şunlar vardır: .
1-Doğadaki her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde gerçekleşir.
2-Üst-sistemde geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle (rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
3-Güç (enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.

Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarında şunu vurgular:
1-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
2-karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

Görüldüğü üzere, insanların sağlam bir toplumsal sistem oluşturması  için, kurallarını bizzat kendileri, karşılıklı etkileşimlerle (tartışmalar sonucu bir uzlaşmaya = rezonansa) varabilmeleri şart ve gereklidir.
Ama geçmiş bölümlerde görüldüğü üzere, bu koşul yerine getirilmemekte, kurallar tepedeki bir efendiler masasında oluşturulmaktadır.
Yukarıdaki teorik verilerden anlaşılacağı gibi, tepedeki hiçbir sistemde, güç veya enerji yoktur. Dolayısıyla tepedekilerde  toplum denilen bir sistemi yürütecek besleyecek hiçbir enerji, besleyici özellik bulunmamaktadır.
Peki öyleyse günümüz dünyasında devletler, toplumlar neden hala tepedeki bir efendiler kulübünce yönetiliyor? Neden  bir çok devlet hala otoriter sistemlerle idare ediliyor?
Geçmiş bölümlerde açıklandığı üzere, dünyada iyi niyetli insanlar da vardır, kötü niyetli insanlar da. Kötü niyetliler başkalarının sırtında geçinmeye yatkın olduklarından, çoğu siyasetçi bu kötü niyetliler arasından çıkmaktadır. Oransal olarak sayıları %15 kadar da olsa, toplumsal sistemin başına geçtiklerinde, halkı uyuşuk-pasif durumda tutmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Doğal felaketlerin, kendi uydurdukları bir efendi-tanrının emirlerine uyulmadığı için tanrının cezası formülü bu yöntemlerin başında gelmektedir. Sonra, tanrının gönderdiğine inanılan kutsal kitap-emirlerine uyulmazsa öteki dünyada cehennem ateşinde yanma korkusu, vs. yeterli baskı unsuru olmaktadır.
Üstelik, insanlar asırlardır kutsal-kitap adlı bir kandırmaca ile doğa ve dünyanın sahipliğinin tepedeki bu efendiler kesimine ait olduğuna inandırılmışlardır. Onların kulları-köleleri olarak çalıştırılmaya alıştırılmışlar ve kazandıklarını onlara teslim ederek, tepedekileri mal-mülk, para-pul zengini yapmışlardır. Tepedekiler de bu güçlerini kullanarak, toplumları köleleri olarak kullanmaya devam etmektedirler.

İçine düşmüş olduğumuz bu bataklıktan kurtulmak için, naçizane bir önerim var: Kötü niyetli insanların sizi yönetecek pozisyonlara gelmesini önlemek için şöyle bir maddenin anayasa metnine konması yeterli olacaktır:
Kötü niyetli insanların saptanması, yukarıda açıklanan psikopati testi ile mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, millet-vekilliği, belediye başkanlığı vs gibi toplum hayatını derinden etkileyecek makamlara aday olacak kişilerin psikopati testinden geçmeleri şart ve gereklidir.  !!!

Önemli Bir NOT:
Yukarıda özetlenen Benveniste etkisi, “water-memory” konulu birçok deney yapılmasına neden olmuştur. Bu deneyler çevremizdeki moleküllerin bizlerin onlara bakış açılarına göre farklı tepkiler verdiklerini göstermektedir. İnsanlık günümüzde doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır. Bu nedenle her toplum deniz ve gölleri, atmosferi, taşı-toprağı ve onların içlerindeki molekülleri etkileyerek, bu sistemlerin davranışlarını ve gelişimlerini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle toplum olarak ortak bir görüş, ortak bir TOPLUM RUHU, ortak bir İNSANLIK RUHU oluşturmak ve doğal sisteme zarar vermeyecek şekilde bir yaşam sürdürmek zorundayız. Bu çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras olacaktır.



31.       Bölüm: Doğa alt-sistem – üst-sistem etkileşimlerinden oluşur.

 En alt-sistem kuantlar aleminin çok kısa ömürlü ve çok hareketli öğelerinden oluşur. Onlar daha uzun ömürlü ve daha az hareketli üst-sistemlerde birleşerek atom molekül, hücre, beden gibi üst-sistemler oluştururlar. Yapma-yaratma gücü hep alt-sistemlerdedir. Bu işlemler hep “bilgi” oluşturularak yapılır. 

 Doğada her varlık geçimini iç-bileşenlerine borçludur. Bedenlerimizin tüm işlerini hücreleri yaparlar; hücreler tüm enerjilerini  moleküllerden; moleküller atomlardan; atomlarda kuantsal sistemden alırlar. Hiçbir üst-sistemde, yani tepede (yöneticilerde), bir enerji veya besleyici özellik yoktur.
Toplumları yönetmenin siyaset-din-para kıskacı ile olduğunu fark eden TEPEDEKİLER zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halk zombi yapılmaktadır. Zombiler ise kolayca yönlendirilirler.
Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, onlar tarafından ortaya konulmuştur.

Bunu kesinlikle iddia edebilirim, çünkü doğada bir şey yapma, bir şey yönetme, yönlendirme erki veya gücü, hep varlıkların içsel bileşenlerinin karşılıklı etkileşimleri (yani haberleşmeleri) sayesinde gerçekleşmektedir. Bu sistem, “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemdir. Yani doğadaki dinamik sistemde tepeden gelen bir emir-yönlendirme yoktur.
Yani Kutsal kitaplar, tepedeki  EFENDİ’ler kesimini meşrulaştırma öğretileridir. Tepedeki efendiler zümresinin amacına göre düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza yerleştirilmişlerdir.

32.          Bölüm: Osmanlı devleti “her türlü bilgi Kuran’dadır” inancına dayalı yönetim sergilemiştir.

Altı yüz yirmi yıl tarih sahnesinde hüküm süren, dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü İmparatorluklarından biri olan, Osmanlı İmparatorları, yüzyıllar boyunca halkını cahil bırakmıştır. Bunun nedeni ise, tamamen statik sistemli düşünmesi, yöneticilik hakkının kendi kutsal soyuna ait olduğu, halkın kendisinin kulları olduğu gibi eski-çağdan kalma bilgilere göre davranmasıdır.
Osmanlı döneminde, okur-yazarlık oranı, erkeklerde yüzde yedi; kadınlarda binde dört oranındaydı. Ülke genelinde, okullaşma son derece yetersizdi. Çağın gerisinde kalan medreseler ve mescitlerdeki sıbyan mektepleri halkın eğitimini üstlenen kurumlardı. Kur'an ı Kerimi ezberlemek (hafız olmak) de bu dönemde revaçta olan eğitim türüydü.
Halbuki, Avrupa’da matbaanın keşfiyle BİLGİ oluşturma ve aktarma işi başlamış, kutsal soylu olamayan kişilerin oluşturdukları bilgiler ve keşifler, bir uyanma hareketini tetiklemiş, “tüm insanlar eşittir, hürdür (kul değildir)” görüşü hayata geçmişti. Ama Osmanlı padişahları, bilgiye kapıların kapalı tutup, “yaratıcılık Allaha mahsustur” sloganıyla, halkının bilgisiz, kendine güveni olmayan bir kalabalık olarak yetişmelerini sürdürmüşlerdir. Halkına değer verip eğiten toplumlar, onların yaratıcılık yetenekleri olan motor, araba, radyo, gibi ürünleri peş-peşe sıralayarak geri kalmış toplumları kullanmaya başlamışlardır.

Sonuç:

Bilgiden yoksun olarak yetişen halkın, yeni bir şey üretememesi, buna karşın batı ülkelerinin gittikçe gelişen yenilikler üreterek teknolojik alanda muazzam ilerlemesi, ürettiği bu ürünleri pahalı olarak satıp, bilgisiz toplumların eski yöntemlerle kazandıklarını ucuza alarak gittikçe zenginleşmeleri ve güçlenmeleri olmuştur.
2-3 asır öncelerine kadar devletler belli coğrafik sınırlarla belirleniyordu ve devletler arası ilişkiler sınırlıydı, her devlet kendi içinde tamamen bağımsızdı. Ama son bir asırdan beri teknolojik gelişmeler devletler arası sınırları kaldırdı ve tüm dünya insanlarını birbirleriyle ilişki içine soktu. Günümüzde, Afrika’da yaşayan biri, cep-telefonuyla Amerika veya Asya’daki biri ile konuşup, oradaki bir topluma çok zarar verecek bir eyleme yönlendirebilmektedir. Bu nedenle tüm toplumlar birbirlerini etkilemekte ve etkilenmektedir.
Kimin kimi etkileyip yönlendireceği ise “BİLGİ” oluşturma yeteneklerine göre olmaktadır. Çünkü doğa “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemde işlemektedir. Kim daha iyi ve etkili bilgi oluşturuyorsa, onlar çevrelerini etkileyebilmekte, enerji akışını kendi isteklerine göre yönlendirebilmektedirler. 

33.        Osmanlı döneminde hiçbir büyük bilim adamı yetişmemiştir.

Teknolojik gelişimler sonucu globalleşen ve tek bir dünya toplumuna dönüşen dünyamızda, siyaset-din-para kıskacı uygulaması devam etmektedir. Güçlü devletler, diğerlerini etkisi altına almaya ve yönetmeye çalışmaktadırlar. Güçlü olmak bilgi üretmekle mümkündür.
Osmanlı devleti bilgi üretimi açısından o kadar geridir ki, hüküm sürdüğü 500 yıllık bir süreçte, ne önemli
bir filozof,
ne bir matematikçi,
ne bir biyolog,
ne bir makinacı veya elektrikçi,
ne bir jeolog vs. yetiştirebilmiştir.
Böylesine bilgiden yoksun bir toplumun nasıl batılılarca sömürüldüğünün bir örneğini verelim:
Avrupa her alanda bilgi üreterek, bu bilgilere uygun teknolojik yeniliklerle gelişmektedir; tren bunlardan biridir. Avrupa tren yolu ağlarıyla örülmekte, ulaşım gittikçe rahatlamaktadır.
Osmanlı tüm bu bilgilerden yoksun olduğu için, ülkedeki tren yollarının yapımı batılı devletlerce yapılır. Batılı mühendisler tren yolu güzergahlarını saptarken, en kısa yolu değil, kafalarındaki başka tür çıkarları dikkate alarak güzergahlar planlayıp, rayları ona göre döşerler.
Kafalarındaki çıkarları ise, ülkemizin jeolojik yapısının nasıl olduğunu anlamaya yöneliktir, çünkü bu sayede ülkemizde ne tür yer-altı kaynakları olduğu konusunda veriler elde edeceklerdir. Nitekim elde etmişlerdir ve Osmanlı topraklarında nerede petrol, nerede demir, krom vs. var gibi önemli bilgilere sahip olmuşlardır. Bu bilgiler, Osmanlı devletinin parçalanması sonrası zengin petrol yatakları bulunan Musul-Kerkük gibi bölgelerin, Türkiye sınırları dışında tutulmasının en önemli nedeni olmuştur.
Avrupa 2-3 asır önceleri jeoloji denilen bilim dalını keşfedip ülkelerinin jeolojik haritalarını ve yer-altı-zenginliklerini ortaya çıkarmış ve bunları ekonomik olarak kullanmaya başlamışken, Osmanlılarda hiçbir jeolog yetişmemiş, ilk jeolojik araştırma yapan kurumumuz Maden-Tetkik ve Arama (MTA) enstitüsü ancak 1934 yılında kurulmuştur.
Bilgi oluşturmak ve gelecek planlaması yapmak bu nedenle son derece önemlidir; ve bilgiler sadece halk geneline yayılarak verilip, eğitim tüm nüfusu kapsayacak şekilde olursa gelişir. Çünkü her insan bir diğerinden farklı özelliklere sahiptir, kim jeolog olmaya, kimi matematikçi, kimi fizikçi, kimi tıpçı, kimi ses-sanatçısı olmaya yatkındır. Bu nedenle tüm insanlarına değer verip, onları yetenekleri olan alanda eğiten toplumlar hep ilerleyecek, diğerleri de OSMANLIlarda olduğu “Her türlü bilgi Kuran’da var” deyip, dinsel eğitime, imam-hatip okullarına ağırlık verecektir.

 

34.          Osmanlı’nın Türklere bıraktığı en kötü Miras:

Osmanlı hanedanlığı nedense Türk halkını hep hor görmüştür. Hani “kestane kabuğundan çıkmış da kabuğunu beğenmemiş” derler ya, Osmanlı hanedanlığı için tam yerinde bir ifadedir.
         Sarayda arapça-farsça-türkçe karışımı suni bir dil kullanılmıştır. Bu nedenle Türkçe ihmal edilmiş, gelişememiştir.
         Türk kökenli halk ‘Etrak-ı biidrak’ yani ‘Akılsız Türkler’ olarak tanımlanmış ve tanıtılmıştır. Etrak arapça bir sözcük olup, “türkler” anlamını taşır. “biidrak” ise “anlayıştan yoksun” anlamında farsça bir sözcüktür.
         Hor görülüp aşağılanan halk, kendisine güven duygusunu yitirmiş, yabancı hayranlığı duygusu içine itilmiştir.
          “Liderleri güçlü olan devlet değil, halkı güçlü (bilgili-becerikli) olan devletler gelişirler” gerçeğinin farkına varamamışlar, kendilerine ihtişamlı saraylar yaptırarak, “güçlü-zengin” görüntüsü içinde yaşamışlardır.
         Günümüz yöneticilerinin Osmanlıları örnek alıp, kendisine muhteşem bir “saray” yaptırıp, orada oturması, Osmanlı padişahlarına öykünmedir.
         Halk için ise hiçbir şey yapılmamış, ne eğitim verilmiş, ne yaşamını kolaylaştıracak ürünler üretilmiştir. Üretim zaten halkı bilgili-becerikli devletlerde olmaktadır. Halk bilgisiz bırakılınca, fakirlik halkın kaderi olmuştur.
         Bu durum Atatürk’ün padişahlığı kaldırıp, cumhuriyet rejimini ilan ettiği 1923 yılına kadar devam etmiştir.
         Atatürk’ün “Türk öğün, çalış, güven” “Köylü milletin efendisidir” gibi sözleri, Türk halkının kendisine güven duygusu oluşturması gayretleridir.
         Yine Atatürk’ün, dünyadaki ilk uygarlık belgelerinin yazıldığı dil olan Sümerce ile Türkçenin  aynı kökenli olmasını vurgulaması, Türk halkının geçmişiyle gururu duyacağı bir konu olarak ele alınmıştır.
         Türkiye Cumhuriyeti bu şekilde olumlu adımlarla, ilerlemeye başlar ve bir sürü devrimi gerçekleştirir. Yani statik sistemli tepeye bağımlı devlet anlayışından, tabana dayalı, halkın bilgilenip, bilinçli davranarak toplum yaşamını kolaylaştırıcı yenilikler ortaya koyacak, dinamik bir sisteme geçişin ilk adımı atılmış olur.
         Ama bilgili ve bilinçli bir toplum yetiştirilmesi eski gelenek-göreneklerinden kurtulması, bir nesillik bir süreçte (yaklaşık 20-25 yılda) olacak bir şey değildir ve en az 2-3 nesil gerektirir.
         Atatürk Cumhuriyetin kuruluşundan 15 yıl sonra ölünce, onun gibi bir lider tekrar yönetime gelmemiş ve statik-sistemli yani tamamen tepeye bağımlı idare anlayışı sürdürülmüştür.
         Her şeyin tepedekilerin yönlendirmesiyle yapılmasına alışmış olan halk ve tüm meclis üyeleri, halk içinden doğan yeni gelişimlere destek değil, köstek olmuşlardır.

Bunun vahim bir örneği Atatürk’ün ölümünden sonraki zaman içinde yaşanmıştır.
1886 yılında Divriği- Sivas’ta doğan Nuri Demirağ, çok zeki bir öğrencidir; öylesine ki, ortaöğrenimini Divriği Rüştiye Mektebi’nde tamamladıktan sonra okuldaki başarısı nedeniyle öğretmen yardımcısı olarak bir süre kendi okulunda görev yapar. Sonra Ziraat Bankasının açtığı memurluk sınavını kazanarak çeşitli yerlerde çalışır. Daha sonra, 1910da Maliye Bakanlığının sınavını kazanarak maliye memuru olur, İstanbul’da göreve başlar.  1918 yılında Maliye Mekteb-i Âlisi’nde yüksek öğrenimini tamamlayarak maliye müfettişi olur.
Maliye müfettişliğini bıraktıktan sonra ticarete atılır; 1918de yabancıların tekelinde olan sigara kağıdı işine girer. Eminönü’nde küçük bir dükkânda ilk Türk sigara kağıdı yapımını başlatır. Ürettiği sigara kağıdına “Türk Zaferi” adını verir. Büyük ilgi gören bu ilk girişiminden büyük kazanç elde eder.
Nuri Bey, milli mücadele döneminde İstanbul’da sigara üretimi ve ticaretle uğraşırken bir yandan da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Maçka Şubesi’nin yönetir.
Kurtuluş Savaşı’ndan bağımsız bir devlet olarak çıkan Türkiye Cumhuriyeti, ülkenin ulaşım sorununa demiryolları ile el atmıştı; amaç, en kısa sürede demiryolu ağını genişletmekti. 1926’da Samsun-Sivas demiryolu yapımını üstlenen Fransız şirketi işi bırakınca ilk etapta yapılacak yedi kilometrelik kısım için açılan ihaleye giren Mehmet Nuri Bey, çok düşük bir fiyat vererek ihaleyi alır. İşin geri kalan kısmı da denemek üzere kendisine verilir. Tapu dairesinde mühendis olan kardeşi Abdurrahman Naci Bey’i de memuriyetinden istifa ettirip kendisine ortak yapan Mehmet Nuri Bey artık Türkiye Cumhuriyetinin ilk demiryolu müteahhidi olmuştur. Kardeşi ile birlikte çalışarak Samsun-Erzurum, Sivas-Erzurum ve Afyon-Dinar hattının 1012 kilometrelik demiryolunu bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlar. Çok dağlık ve kayalık arazide balyozlarla dağları delerek tünel açmak zorunda kalmalarına rağmen işlerini zamanında tamamlarlar. Başarılarından ötürü 1934 yılında Atatürk kendisine ve kardeşi Abdurrahman Naci Bey’e Demirağ soyadını verir.
Nuri Bey, demiryolu yapımı sürerken çeşitli büyük inşaat projelerine de başlar. Karabük Demir Çelik, İzmit Selüloz, Sivas Çimento ve Bursa Merinos tesislerini, Eceabat Havalimanı’nı, Haliç kenarında İstanbul Hal Binası’nı inşa eder.
1931 yılında İstanbul Boğazı’na köprü inşası projesini başlatır. Yurtdışından uzmanlar getirerek incelemeler yaptırır; San Francisco’daki Golden Gate Köprüsü ile aynı sistemde bir köprü inşa etmeleri için Golden Gate’i inşa eden firmayla anlaşır. Tüm hazırlıkları bitmiş olan projeyi 1934’te cumhurbaşkanı Atatürk’e sunar. Cumhurbaşkanı tarafından beğenilse de proje hükümetten onay alamaz. Nuri Demirağ’da çok büyük bir hayal kırıklığına uğrar. (Nasıl uğramasın ki, kendi olanaklarıyla, taa o zamanlar, ülkeye bir boğaz-köprüsü kazandırmaya çalışıyor, ve hükümet bunu engelliyor!)
Ülkenin en zengin iş adamı olan Demirağ. 1936 yılında uçak fabrikasına kurma girişimine başlar. Fabrikayı memleketi Divriği’de kurmayı planlamıştı. Ancak öncelikle İstanbul’da bir deneme atölyesi kurulacaktı. Bu amaçla Çekoslovak bir şirketle anlaşır. İstanbul’da Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi’nin yanında atölye binası inşa edildi (Deniz Müzesi’nin solunda bulunan büyük sarı bina). Deneme uçuşlarını yapabilmek için Yeşilköy’deki Elmas Paşa Çiftliği’ni satın alır ve üzerinde büyük bir uçuş sahası, hangarlar ve uçak tamir atölyesini yaptırır. Uçuş sahası, Avrupa’nın en büyük havalimanı olan Amsterdam Havalimanı büyüklüğünde idi. Bu alan, günümüzde Uluslararası İstanbul Atatürk Havalimanı olarak kullanılır.
Uçakları kullanacak Türk pilotların yetişmesi için bir havacılık okulu kurmak gerekiyordu. Pistin bulunduğu arazide Gök Okulu kuruldu. Okul, 1943 yılında kadar 290 pilot yetiştirdi. Yeşilköy’deki Gök Okulu’ndan önce Divriği’de de bir Gök Ortaokulu açtı. Sivas’ın hiçbir ilçesinde ortaokul yokken açılmış bu okulda öğrencilerin tüm masrafları karşılanıyor; öğrenciler havacılığa özenmeleri için İstanbul’a getirtilip uçuş dersleri veriliyordu.
Beşiktaş’taki uçak fabrikasında üretilecek uçak ve planörlerin planını Türkiye’nin ilk uçak mühendislerinden Selahattin Reşit Alan çizer. 1936’da ilk tek motorlu uçak üretilir ve Nu.D-36 adı verilir. 1938’de Nu.D-38 adlı çift motorlu altı kişilik yolcu uçağı yapılır. NuD-38,  1944 yılında Dünya havacılığı yolcu uçakları A sınıfına alınır. İlk uçak siparişini 1938 yılında Türk Hava Kurumu (THK) verir.
Nuri Demirağ, havacılık alanında çalışmalarına 1939’da Türkiye’nin ilk yerli paraşüt üretimini gerçekleştirerek devam etti. 1941’de tamamen Türk yapımı ilk uçak İstanbul’dan Divriği’ye uçtu. Nuri Demirağ’ın oğlu ve Gök Okulu’nun ilk mezunlarından olan Galip Demirağ, bu uçuşta pilot idi.
THK tarafından sipariş edilen 65 planör kısa sürede teslim edildikten sonra; NuD-36 adlı 24 eğitim uçağı tamamlanmış, deneme uçuşları İstanbul’da gerçekleşmişti.
THK’nın siparişi olan ve son olarak İstanbul’dan Eskişehir’e uçan uçakların teslimi için Eskişehir’de bir kez daha test uçuşu yapılması talep edilmiştir. Selahattin Reşit Alan, 1938’de Nu.D-36 uçağıyla iniş yaparken, çevredeki hayvanlar hava alanına girmesin diye pistte açılan hendeği görmez ve hendeğe düşer. Reşit Alan bu kazada vefat eder, 13 Temmuz 1938. Bu kazadan sonra THK siparişi iptal eder. Nuri Demirağ, mahkemeye verdiği THK ile yıllar süren bir mahkeme sürecine girer. Mahkeme THK lehine sonuçlanır. Ayrıca uçakların yurt dışına satılamaması için bir de kanun çıkartılır. Bu yüzden sipariş alamayan fabrika 1950’li yıllarda kapanır. Beşiktaş’ta üretilen uçakların uçuş deneme testleri ve gök okulu için yapılan pistler, hangarlar, üzerlerindeki bütün yapılı binalar o yıllarda dünyanın en büyük havalimanı Amsterdam Havalimanı büyüklüğündeki bütün kurulu tesisler istimlak edilir.
İspanya, İran ve Irak’tan alınan siparişler engellenir; elde kalan uçaklar hurdacıya satılır.
 Nuri Demirağ’ın davayı kaybettikten sonra hükümet üyeleri ve cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye mektuplar yazarak yanlışlığın düzeltilmesi için yaptığı girişimler başarısız olur; fabrika tekrar açılamaz.
SONUÇ:
Nuri Demirağ olayı, doğadaki dinamik sisteme özgü tipik bir “information & self-organisation” olayıdır. Zeki bir kişi, bilgi edinerek, ülkesinde bir uçak sanayisi geliştirme becerisini ortaya koymuş ve gerçekleştirmiştir. Uçakları uçuracak pilotlar için okullar açmış, yurt dışına öğrenciler göndererek eğitimli-bilgili elemanları yetiştirmiş,   uçak yapımında kullanılacak ürünleri üretecek yan sanayi elemanları yetiştirmiş, hava meydanı yapmış, binlerce kişiye istihdam ortamı sağlamıştır. Yani toplumun gelişmesi ve kalkınması için olağan-üstü çalışmalar ortaya koymuştur. Ve tüm bunları devletten beş kuruş yardım almadan yapmıştır. Bu durum o kişinin gelecekte gelişip güçleneceğini göstermektedir. Ama statik sistemli düşünen devlet yöneticileri, devletten daha güçlü bir bireysel gelişimi kabul edemediklerinden olsa gerek, kişinin gelişimini, dolayısıyla ülkeyi kalkındıracak bir sanayi dalının gelişimini engellemişlerdir.
Devlet yöneticileri dinamik sistemli düşünebilselerdi, ülkede böyle bir sanayi gelişmesinin toplum yararına olacağını fark edip, kişiyi desteklerdi. Yapmaları gereken şey, bu sanayi dalının, diğer iş ve meslek dallarına ve de doğal sisteme zarar vermeyecek şekilde, yasal düzenlemeler yapmaktı.
Statik sistemli düşünülüp-davranılan ülkelerde, halk, millet vekilleri, bakanlar, ve cumhurbaşkanı dahil, herkes bir vurdumduymazlık içindedir. Toplum karşılıklı bir hizmet ortaklığı olarak görülmez. İnsanlar bir şey üreterek, toplum havuzuna bir ürün koyma niyetiyle değil, yönetimi ele geçirme veya bir koltuk kapma peşindedir. Yani insanların yaşam felsefeleri üreticilik değil, tüketicilik üzerine oturtulmuştur. Statik sistemle, dinamik sistemli düşünce arasındaki fark böyle de özetlenebilinir.
Asırlardır cahil bırakılarak eğitilmemiş, üstüne üstlük, hiç okuyup-anlayamadıkları bir dinsel inanca körü-körüne bağlanmaları sağlanarak zombi yapılmış bir topluma demokratik hak verirseniz, o toplumun seçeceği yöneticiler baştan bellidir.
Tüm olumsuz gelişmelerin sorumluları, dar-görüşlü devlet yöneticileridir. İşte burada tekrar statik-sistem ile dinamik sistem arasındaki farkın bilinmesi ve uygulanması konusu devreye giriyor.

 

35.       Bir Başka Vatan Hainliği Hikayesi

1980li yılların sonunda -1990lı yılların başında dünyada cep telefonu kullanımı başlar. Ülkemizde de ilk defa 1994 yılında cep telefonu üretmek için çalışmalara başlanır ve 1997 yılında tamamen yerli mühendislerimizin çalışmaları sonucu “Aselsan 1919” adında, Atatürk'ün Samsun'a çıkış tarihini çağrıştıran, yerli bir ürün piyasaya çıkarılır.
Peki bu yerli telefon olayı ne zaman nasıl başladı?
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ülkemize uygulanan silah ambargosu üzerine savunma sanayiinin geliştirilmesi için yeni bir girişim başlatılır. Aselsan, bu dönemde kurulan askeri vakıf şirketidir.
Aselsan, Cumhuriyet başlangıç dönemi politikasına benzer bir, “ulusal teknolojiye dayanma” politikasına göre “Silahlı kuvvetlerimizi dışa bağımlılıktan kurtarmak” ilkesine uygun projelere odaklanır ve:
– Savunma sanayiinde tasarım ve teknolojinin önemli olduğu,
– Kimsenin, kendisine rekabet üstünlüğü, gizlilik, güvenilirlik vb. özellikleri sağlayan bir teknolojiyi başkasına vermeyeceği ve
– Kritik teknolojilerin devletlerin kontrolünde oluşu nedeniyle transferlerinin mümkün olmayacağı, dolayısıyla teknolojiyi “ulusal olarak üretmek” gerektiği ilkelerine göre çalışmalara başlar. Üretilen ürünlerden biri de Aselsan 1919 marka cep-telefonudur.
Ülkemizdeki ilk GSM şebekesinin 1993 yılında devreye alındığı dikkate alındığında, oldukça ileri görüşlü bir yaklaşım ile hareket edilmiş olduğu görülür. Böylece Türkiye, dünyada cep telefonu üreten 9 ülkeden biri olur. Üretilen bu ilk telefon tamamen yerli tasarım, yazılım ve üretim süreçlerinden geçerek üretilmesi nedeniyle gerçek anlamda yerli ünvanını taşır. Kısa bir sürede ASELSAN 1919 öyle bir başarıya ulaşır ki; 10 farklı ülkeye, üç ayda 5 binden fazla ihraç edilir. Hatta başarısı global pazarda o kadar yankı bulur ki, İngiltere’deki teknoloji fuarında birinci seçilir. Bu zaferde, ülkedeki ilk titreşim özelliğinin bu telefonda olması gibi birçok yenilikçi fikir barındırmasının etkisi büyüktür.
Aselsan cep telefonlarının dağıtımı, o dönemde ülkedeki en yaygın dağıtım ağına sahip firmanın (KVK) firmasına verilir. ASELSAN'da cep telefonunun üretimi projesinin başına da 1997’de Nokia elektronik şirketinden bir mühendis getirilmesiyle ortaya sorunlar çıkmaya başlar. Bu mühendis daha önceki şirketinde üretmiş olduğu cep telefonuyla ilgili bilgileri direkt olarak ASELSAN 1919 projesinde kullanmak isteyince telif hakları, patent olayları devreye girer. Rakip firmalar uluslararası mahkemelerine başvururlar ve davaları kazanırlar.
ASELSAN mühendislerince tasarlanarak 1997’de piyasaya sürülen “ASELSAN 1919″ cep telefonu, tasarımında kullanılan ileri seviye bilgisayar donanımı ve yazılımı ile uluslararası alanda rekabet edecek şekilde yerli bir ürün olarak ortaya çıkmıştı. O zamanın donanım teknolojisine uygun yapısı ile en son yenilikleri içeriyordu.  
ASELSAN 1919 cep telefonu, o zamanın parasıyla 96 TL olan fiyatıyla 1.5 ayda 5500 adet satılmasına ve beklenenden iyi bir satış rakamı yakalamasına rağmen, telefonun projesinin çalıntı olduğu gerekçesiyle üretimi durduruldu.
Zor günler geçiren ASELSAN, hükumet kanadında da konu ile ilgili destek göremez. KVK denen Çukurova holdingin bir kuruluşu, telefon satış dağıtım pazarı tek başına kendine ait olduğu için, Aselsan’ı değil de, Nokia’yi bayilere dağıtır. Aselsan’ı depolarında tutar, parasını da Nokia’dan tahsil eder ve Türk insani kendi öz malı yerli Aselsan ürünlerini piyasada bulamaz
Aselsan 1919 ürününün sonuçsuz kalması tamamen statik sistemli hayat anlayışı sonucudur. Şöyle ki
Şu özellikler, 21 yıl önceki hangi telefonlarda vardı ki, patent çalınmış olsun?
- Titreşim özelliği sadece bu telefonda bulunuyordu;
- Cep telefonunda önemli isimlerin ve telefon numaralarının kaydedildiği bir rehber bulunmaktaydı. Bu rehbere sim kartına bağlı olarak 315 numara ve isim kaydedilebilirdi.
- Rehberdeki herhangi bir numaraya tek tuşa basılarak ulaşılabilir ve yine tek tuşla bu numaraya çağrı yapılabilirdi.
- Aselsan 1919, dünyanın birçok ülkesinde kullanılan GSM şebekelerine uyumlu olduğundan, söz konusu olan ülkelerde de kullanılabilirdi.
- Telefon meşgul ya da kapalı olduğunda, kendisine gelen çağrılar kullanıcının önceden belirlediği başka telefonlara yönlendirilebilirdi.
- Telefonun tuşlarını kullanarak hazırlanan kısa mesajlar bir diğer cep telefonuna gönderilebilir veya alınabilirdi.
- Telefon çaldığında, arayan kişinin telefon numarası görülebilir. Bu özellik sayesinde, arayan istenmeyen biriyse, telefona yanıt verilmeyebilirdi.
- Ücret bilgisi ekrandan görülebilir. Böylece, son çağrı ücreti ya da toplam çağrı ücreti öğrenilebilirdi.
- Telefondan aranabilen numaraların listesini hazırlar ve şifresini yalnız kullanıcının bildiği bir kilit ile kilitlerseniz bu numaralar dışında çağrı yapılması kısıtlanabilirdi.
- Şarj adaptörü ile standart pil 1 saat içinde doldurulur. Masa üstü şarj cihazı ile; cihazın üzerindeki pil ile birlikte yüksek kapasiteli yedek pil de şarj edilebilirdi.
- Yüksek kapasiteli piller; masa üstü şarj cihazı, çakmak adaptörü, araç içinde tutucu, anten güçlendirici ve ahizesiz kullanım kiti gibi zengin aksesuar çeşitlerine sahipti.
Devleti yönetenler veyahut şirketi yönetenler bilgili ve bilinçli olsalardı, uluslar arası mahkemede yukarıdaki argümanları ileri sürüp, bu özelliklere sahip bir telefonun nasıl çalıntı-patentle yapılabileceğini sormazlar mıydı? Evet belki patent başvurusu yapılmamış olabilir, ama ortada bir ürün vardır ve ürünün varlığı patentin kendisidir! Bu savunmayı yapamayanlar ise, güçlerini tabandan alamayan, tabana dayalı düşünemeyen, bencil egoist, belki de satılmış yöneticiler veya tepedekiler olmak zorundadır.
Bu vesile ile “patent” veya onun da özü olan “bilgi” konusunda çok önemli bir noktayı belirtmek gerekir.
Ateş yakma bilgisi olmadan maden üretilemez;
Maden elde etme bilgisi olmadan elektrik üretilemez;
Elektrik üretme bilgisi olmadan motor yapılamaz;
Motor yapma bilgisi olmadan araba, uçak, vs üretilemez.

Doğadaki tüm oluşumlar bilgiye dayanılarak geliştirilmektedir, bilgi ise hep bir önceki zaman biriminde oluşturulan bilgiler kullanılarak, değişen doğa koşullarına uyacak şekilde yeniden re-organize edilen önceki ürünlerden oluşturulur.
Bakteri bilgileri kullanılarak, çekirdekli hücreler oluşturulur; çekirdekli hücre bilgileri kullanılarak bitki- hayvan bedenleri oluşturulur. Bu nedenle tüm bu farklı canlılar arasında ortak kullanılan bilgiler bulunur. Örn. İnsan geni şempanzelerle %98, balıklarla % 85, bakterilerle %7 ortak gene sahiptir.
Aselsan 1919 telefonu, yukarıda sıralanan özellikleri yanısıra, ulusal güvenliğin korunması amacıyla, yabancı devletlerce dinlenilenemeyen bir iletişim özelliğine sahipti, yani bu telefonlarla yapılan görüşmeler başka sistemlerce dinlenilemiyordu.
Şimdi böyle özellikte bir telefonun, önceki cep-telefonu markalarının kopyası olduğu  şeklindeki bir suçlamaya neden şu itiraz yapılmadı:
Aselsan kopya olsaydı, yukarıdaki özelliğe sahip olur muydu? Sadece bu özellik, bu telefonun kopya değil, Aselsan mühendislerinin kendi gayretleriyle oluşturdukları yeni bir ürün olduğunu ıspatlamak için yeterli bir argümandır.
Daha önceki bilgilerden yararlanılmamış mıdır? Elbette yararlanılmıştır. İnsan genomu da balıklarla %85, şempanzelerle %98 ortak genetik bilgiye sahiptir. Peki insan balığın veya  şempanzenin kopyası mıdır?  
Yani bilgi, zaman içinde farklı insan grupları tarafından oluşturulan deneyimlerin birikmiş sonuçlarıdır, bir kişinin ürünü değil, çoğulcu bir üründür.
 Şimdi olayı değerlendirmeye geçelim:
Ülkemiz statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak tepedeki bir zümre tarafından yönetilmektedir. Bu nedenle de tabanı oluşturan (halk kesiminin değil), tepelere yerleştirilen yönetici kesimin sözü geçmektedir. Aselsan-telefon projesinin başına da bir Nokia-mühendisi getirilmiştir. Bu mühendis te, patent alınması gerektiğini söylemiştir. O zamana kadar yapılan araştırmalara ait bir patent başvurusu da yapılmamış olduğundan, dava kayıp edilmiştir.
Peki, dinamik sistemli düşünülüp de, projeyi gerçekleştirenlerle bu telefon işi yürütülseydi nasıl bir gelişme olurdu?
Dinamik sistemli düşünen bir toplumda, insanlar ürettikleri ürünün toplum havuzunda biriken bir ortak ürün olduğunu bilirlerdi ve bu ürünün her yönüyle korunup-saklanması için ne geliyorsa yaparlardı. Bunlar arasında bilgilerin sahiplenilmesi de olurdu. Bu nedenle de eski bilgilere dayanarak oluşturdukları yenilikler hakkında bir patent başvurusunda bulurlardı. Öyle ya, titreşim, yabancılar tarafından dinlenemeyen bir haberleşme sistemi gibi bir çok yenilik üretmişler. Bunların patent-telif hakkını yasal olarak almış olurlardı ve sorun çıkmazdı. Ama diyelim ki bu konuda deneyimsizdiler ve atladılar.
 O zaman projenin başına, rakip firmadan biri değil, o toplumu benimseyen ve sahiplenen dolayısıyla projede çalışanlardan biri getirilirdi ve o kişi de telefonun en iyi şekilde geliştirilip pazarlanması için elinden geleni yapardı. Rakip firmalar elbette bizim patentimizi çaldılar diye dava açabilirlerdi; ama projeyi geliştirenler, yukarıda önerilen türede bir yanıt vererek, davayı kazanırlardı.
Dinamik sistemde düşünülmemesi nedeniyle ülkemiz değerlerini hep kayıp etmektedir, Köy-Enstitüleri projesi, Aselsan 1919 projesi vs. bunun tipik örnekleridir.

Yani demem odur ki: Toplumumuzun geri kalması, ülkemizde toplum kavramının hala bilinmemesi ve yönetim hakkının hala kutsal görevli olduğuna inanılan  tepedeki birlerine verilmesi mantıksızlığı yatar. Batılı ülkeler bu konuda halkını oldukça bilinçlendirmiştir ve halk seçtiği vekillerini kritik edip, onlar hakkında şikayette bulunabilmektedir ve mahkemeler gerçekten bağımsız olduklarından, haklıyı haksızdan ayırıcı kararlar verebilmektedir. Yani yasama – yönetim ve yargı ayakları birbirlerinden bağımsız çalışmaktadır.
Ülkemizde hiçbir devlet yöneticisi hakkında dava açılamamaktadır, çünkü tüm yasalar tepedekileri koruyacak şekilde düzenlenmişlerdir.

Osmanlı döneminde  sadece şehzadeler eğitilmiş, halk cahil bırakılmıştır. Bilime ve halkının eğitimine önem veren batılı devletler ilerleyip gelişirken, tepedeki bir efendi-padişah hanedanlığının kulu olarak kendini görmeye şartlandırılmış halk, bilgisizlik nedeniyle aciz ve yeteneksiz kalmıştır. Böyle bir halkla güçlü bir devlet oluşturulamayacağından Osmanlı devleti “Boğazdaki Hasta Adama” dönüşmüş ve parçalanarak yok olma dönemine girmiştir.
Bu olumsuz gelişimleri fark eden birileri, tepedeki birlerinin kulu olarak yaşayan değil, kendine güvenip, toplumuna yararlı işler yapabilen, ürünler üretebilen bir cumhuriyet sistemi oluşturacak bir milli mücadele başlatmış ve bunda da başarılı olmuştur. Bir sürü devrim yapılır. Yeni kurulan TC-Devletinde, fakirlikle, cehaletle ve hastalıkla mücadele edilir; savaş sonrası Osmanlı’nın borçları ödenir, diğer yandan bilimle sanatla Cumhuriyet inşa ediliyor, fabrikalar yapılır, operalar temsil ediliyor, yurt dışına eğitim için öğrenciler gönderiliyor, örnek bir ülke yaratmak için bir sürü devrim yapılır, Osmanlı’nın her türlü kötü mirasından kurtulmaya çalışılır. Kendi kendine yeterli olan, hiçbir yabancı devlete bağımlı olmadan yaşayan bir toplum olarak TC dünyada yerini almıştır.
Ama, yukarıda vurgulandığı üzere, teknolojik gelişimler sonucu globalleşen ve tek bir dünya toplumuna dönüşen dünyamızda, siyaset-din-para kıskacı uygulaması devam etmiş ve 2. Dünya savaşı sonrası, dünyada yeni dengeler oluşturulmaya başlanmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri (ve onun destekçileri) “PARA” faktörünü denetleyen tek ülkeye dönüşmüş ve tüm dünyayı kontrol etmeye girişmiştir. Dünyayı kontrol etmek para (ekonomi) ile olduğundan, Orta-doğudaki petrol-doğalgaz bölgesi ülkelerinde kukla devletler kurulup, denetim altına alınır. Bu bölgelerdeki hakimiyetin sürdürülebilmesi için o ülkelere komşu hiçbir güçlü devlet oluşması istenmez. Yeni kurulan TC ise böyle güçlü bir devlet olma yolundadır.   
Halkını cehaletten kurtarmak için okuma yazma seferberliği başlatan genç Türkiye Cumhuriyeti, Köy Enstitüleri gibi dünyada eşi-benzeri olmaya bir projeyle, modern bir toplum oluşturma eylemine girişmiştir.
Ama dünya imparatorluğu peşinde koşanlar, Türkiye Cumhuriyetinin gelişmesini çıkarlarına bir engel olarak gördüklerinden, dar görüşlü TC- yöneticilerinin gözlerini boyayarak,
         hem Köy Enstitülerinin kapanmasını sağlamışlar,
         hem halkın zombileşmesini sağlayan dinsel motiflerin tekrar halk arasında yaygınlaşıp, etkili olmasının yolunu açmışlar, (imam-hatip okulları, tarikatlar, medyada dinsel törenlere ağırlık verilmesi, vs.)
         hem de, toplumun aktif olarak gelişmesini engelleyip, pasif kullanıcılara dönüştüren Marshal yardımı adlı ekonomik kalkınmayı felç edici yöntemi yerleştirmişlerdir.

İnsanların tepedekilerce sömürülmeyen  toplumsal sistem oluşturabilmesi, bilinç ve bilinç-altlarına; toplumun sahibi oldukları ve kurallarını kendilerinin belirlemeleri gerektiği bilgisinin işlenmesiyle mümkündür.
Peki böyle bir görüş oluşturulması için bilimsel teorik bir temel var mıdır?
Evet vardır: Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) böyle bir görüşün doğa-bilimsel temellerini ortaya koymuştur.
Peki insanlar neden bu görüşü hayata geçirip, mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürmüyorlar?
Çünkü, insanları sömürerek, onların sırtından geçinen tepedeki bir seçkin sınıf tarafından, doğadaki yaratıcılık ve sahipliğin, tepedeki bir sisteme ait olduğu bilgisiyle, zehirlenip, zombileştiriliyorlar.

36.          Bölüm: Bindiği Dalı Kesen toplumlar

Neden yaratılış ve rastgele evrimci görüş taraftarlarının DOM sistemine karşı oldukları şimdi anlaşılıyor mu?
         “Din-adamları topluma hangi hizmeti vermektedir?” sorusuna, din savunucularından biri:  “İnsanlara neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, namuslu-ahlaklı davranmanın yararlarını vs. anlatırlar” gibi bir yanıt verdi.
         Ben de ona: Bu görev hayat felsefecilerinin görevidir; malum, felsefe tüm bilim dallarını araştırıp, varılan sonuca göre insanlara nasıl yaşanıp, nasıl davranılması gerektiği konusunda bilgi vermek, halkı aydınlatmakla görevlidirler.
         Din adamları, başka bir meslek grubunun görevini üstlenerek, hem o meslek grubu mensuplarının rızkını ellerinden almışlardır; hem de bu konuda hiçbir doğa-bilimsel araştırmayı inceleyip, onlara uygun bir hayat görüşü sentezi yapmadan, “sabit-değişmez, yani STATİK sistemli = kutsal-kitap” bilgileri aktarmışlardır.
         Halbuki doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve her şey değişim-dönüşüm içindedir; yani dinamik sistemli bir doğada yaşamaktayız. Dinamik sistemli doğada yaşamak üzere oluşturulmuş insanlara, statik sistemli bir hayat görüşü belletilmesi, insanların mantığını tamamen bozmuş, zombileşmiş, zır-cahilleşmiş toplumlar oluşmuştur. Bu nedenle “Ahlakın tavan yaptığı ülkelerde din yoktur, dinin tavan yaptığı ülkelerde ahlak yoktur”.
         Özetle: Din adamlarının topluma verdikleri hiçbir hizmet yoktur; ama muazzam zarar veriyorlar. Bu nedenle onlar halkın sırtından geçinen toplum hayatının asalaklarıdır.

Cihan harbinden sonraki dönemde, ülkemizde neden din konusuna ağırlık verilen bir siyaset uygulandığı, neden Köy-Enstitülerinin kapatılıp, imam-hatip okullarının sayısının çığ gibi çoğaltıldığı acaba anlaşılır olur mu?  

         Doğada bir denge ve düzen olduğu kesin;
         Bu düzenin alt-sistemlerden başlanarak üst-sistemlere doğru ilerlediği de kesin;
         Kuvvet dediğimiz maddeleri sürükleyici faktörün, enerjinin bir yerden bir başka yere (yoğun olan yerden az yoğun olduğu yere) akması şeklinde gerçekleştiği de kesin;
         Düzen oluşturucu kuvvetin, bilgi edinilerek gerçekleştirildiği de kesin;
         Doğal sistemin sürekli bir değişim dönüşüm içindeki dinamik bir sistem olduğu da kesin;
         Dinamik sistemlerin “information & self-organisation = Bilgi edin ve o bilgiye göre örgütlen” şeklinde gerçekleştiği de kesin;
         Doğada hayat sisteminin sürdürülebilmesinin, doğum-ölüm döngülü bir sistem içinde olması gerekliliği de kesin; (hayatın ebedi-ömürlü olması durumunda,  belli bir süre sonra, yeni bir beden oluşturacak atom kalmayacaktır)
         Atalarımızın doğadaki bu denge-düzen oluşturucu güç sistemini TANRI olarak tanımladığı da kesin;
        
         Peki öyleyse:
         İnsanların hala hiç olmayan bir  öteki dünya hayali için, hacca gitmeleri, kurban kesmeleri, sürekli namaz kılıp-dua etmeleri vs gibi toplumsal kalkınmayı engelleyici işlemleri sürdürmelerinde bir mantık var mıdır?
         Toplumsal hayat sistemine hiçbir yararı olmayan, üstelik yanlış bir doğa ve hayat görüşünü insanlara aşılayarak, “yaratıcılık Allaha mahsustur” gibi insanları pasifleştirip, toplumu geliştirecek keşifler yapmalarına, üretken-verimli bireyler olmalarına engel olan, toplum hayatının asalağı durumdaki din-adamlarını besleyerek, üstelik sürekli imam-hatip okulları açarak, sayılarını sürekli artıran devlet yöneticilerinin mantıklı olmaları mümkün mü?
         Bu olaylar yurdumuzda tam gaz devam ettiğine göre, insanlarımızın büyük bir çoğunluğunun, yanlış bir hayat görüşü ile zehirlenerek zombileşmiş olması gerekmez mi?
         Zombileşmeden kurtulmanın ilk adımı, bunu kabul etmek olduğuna göre, tüm-ana-babaların tekrar derin, ama çok derin olarak düşünüp, gelenek-göreneklerini sorgulamaya başlamaları gerekmez mi?
         Tartışma gruplarındaki arkadaşların bu konuları görüşüp-tartışıp, ortak bir bildiri olarak duyurmaya çalışmaları yararlı olmaz mı?
         Peki bizler hala neden hedef dağıtıcı konularla uğraşıyoruz ve enerjimizi “toplumsal düzen nasıl oluşturulur?” ana konusuna odaklanmıyoruz?

Kimse uzaydan gelerek toplumsal düzenimizin kurallarını oluşturamaz. Bu durum 3-4 bin yıl önceleri peygamberlik sistemiyle zaten denenmiştir ve dünyamızda ne kadar farklı din ve tarikat ortaya çıktığını, insanlığın ne kadar faklı dinsel gruba bölündüğünü görüyoruz. Günümüz insanlığı peygamberlik sistemi nedeniyle Tepeye Bağımlı Örgütlenme  (TBÖ) içindedir, yani statik sistemli düşünüp-davranmaktadır. Halbuki doğa dinamik sistemde işleyip-gelişmektedir. Bu da insanların zombi, davranışı göstermesine neden olmaktadır. Çünkü TBÖ tüm toplumsal sorunların kaynağıdır ve insanlar bu sistemde yaşamayı kabul etmektedirler. Zombi davranışı, mantıksızlık daha başka nasıl olur?    
Tepeye Bağımlı Örgütlenmelerin tüm toplumsal sorunların nedeni ve kaynağı olduğu  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html   adresli yazıdan görülebilir.
İyi insan topluma yararlı olan insandır. Kendisini Müslüman olarak gören bir insan bir  kutsal kitaba inanan bir insandır. Dolayısıyla TBÖ’lü sistem taraftarı olmuş olur. TBÖ’lü sistem tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğundan, Müslümanım diyen bir insan topluma zararlı bir inancın üyesi olmuş olur. Böyle biri kendisini “iyi” insan, topluma yararlı davranan bir insan olarak görebilir mi? İnsanlarımızın ne kadar zombileşmiş olduklarını görebiliyor muyuz?

37.           TOPLUM tabana dayalı olarak örgütlenseydi şöyle gelişirdi:


Toplum, insanların oluşturacağı bir üst-sistem hayatıdır. Ama insanlara toplum denilen bir sistem içinde değil, devlet denilen bir üst-sistem içinde yaşadıkları belletilir. Ve devletler hep tepedeki birilerince sahiplenilirler ve yasalar-yönetmelikler hep devleti koruyacak şekilde yapılırlar. Şimdiye dek, devlet tarafından bir kazık yememiş insan olacağını düşünemiyorum. Çünkü her gün bir çok insan, tepedekilerce sahiplenilen devlet-bürokrasisinin  oluşturduğu kurallar- yasalar nedeniyle çeşitli şekillerde cezalanmakta, mağdur duruma düşmektedirler. Bu nedenle de devlet yönetimine kızan insanlar, farklı gruplar altında toplanarak, yönetimi ele geçirme çabaları peşindedirler. Günümüz toplum hayatı böyle geçmektedir. 
Toplum, iş ve meslek mensuplarının ortaklığıdır. Dolayısıyla iş veya meslek sahipleri toplumun nasıl olacağını belirleyen unsurlardır. Bir kentte kaç tane meslek grubu olduğu saptanır. Her meslek grubu kendi üyeleri arasından, mesleki çıkarlarını temsil edecek kişiyi belirler. Bu meslek temsilcilerinin oluşturdukları bir meclis kenti idare eder. Meclisin alacağı kararlar, kentin medya-duyurucusu (radyo, TV, vs) kanalıyla halka duyurulur. Halk kendisini bu duyurulara göre ayarlar. Doğa ve dünya sürekli değişip-dönüştüğü için, doğadaki değişimlerin hangi yöne doğru olduğunu meclis üyeleri karşılıklı görüşmelerle saptamaya çalışırlar;  bilgiler oluşturup, olasılık hesapları yaparak, iş-ve-meslek sahiplerine nelere dikkat etmeleri gerektiğini söylerler. İş-ve-meslek sahipleri de durumlarını buna göre ayarlamaya çalışırlar. Örneğin hangi ürünlere daha az, hangi ürünlere daha çok ihtiyaç olduğu, hangi mesleklerde daha çok, hangi mesleklerde daha az kişiye ihtiyaç olacağı, ne tür konularda araştırmalar yapılarak, ne tür yeni ürünler, yeni hizmet dalları oluşturulacağı vs. gibi bir çok alan söz konudur.
Dolayısıyla toplum yönetiminde tepede bir kişi yoktur; tepe diye bir makam yoktur. Ortaklaşa bir karar oluşturulması ve bu kararın alt-sistemlere duyurulması söz konusudur.

38.          Bölüm: Sonuç Değerlendirmesi

Neden iyi bir toplum oluşturamadığımız konusunu işleyen bu yazı dizininden sonra, şu soruyla devam edelim:

Toplumumuzun gün geçtikçe daha kötü yöne kaydığını göremiyor muyuz?
Toplumsal düzenimizi oluşturmak için “başka” devletleri mi örnek alacağız?
Bu “başka” devletler dünyadaki diğer devletleri sömürerek kalkınmış durumda değiller mi?
Biz de başkalarını sömürerek mi kalkınmış bir ülke olmayı hedefliyoruz?
Neden sağlam bir toplum oluşturamıyoruz?
Neden hala sağcı-solcu, dindar-ateist, Marksist-kapitalist, milliyetçi, İslamcı, vs. gibi bir çok gruba bölünmüş olarak davranıyoruz?
Amacımız tek, yani bir toplumsal birlik oluşturmak değil mi?
Toplumsal birlik, bireysel yaşamın bir üst-sistemi değil mi?
Doğada bir üst-sistem oluşturulmasının   teorik ve bilimsel temelleri ortaya konmuş değil mi?

DOM-sistemi toplumsal sorunlarımızın nedenini kesin delillerle ortaya koymuş değil mi?
DOM’da önerilen çözüm formülünde bir veri veya mantık hatası bulunuyor mu?

Toplum bir ortak yaşam sistemi olduğuna göre, ortaklıkta nasıl uzlaşılma sağlanacak?

İnsanların uzlaşmamasının temel nedeni şu değil mi?:  Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda insanlar arasında anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma adabı gelişmemiştir. Tersine, insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada düğümlenir.

Bu kısır-döngüden kurtulmak için şunların yapılması gerekmez mi?:
1- Ayrıntılarla değil, konunun ana hattı üzerinde tartışmaya başlayacaksın. Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapılabilinir. Karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşma, karşımızdakinin fikirlerini en ayrıntısına kadar incelemek ve sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup, kabul edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması gereken konuları ayırmakla başlamalıdır.
 2- Bir fikri tümüyle reddetmek, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye tümüyle karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır.
3- Bir önerinin herhangi bir yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri sahibine “sizin yazdıklarınızdan şunu mu anlamam gerekir?” gibi, önerinin konuya dair ana fikrini doğru anlayıp-anlamadığınızı kontrol etmeniz gerekir. Bu daha sonraki birçok yanlış anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma indirgemek için gereklidir.  Tartışılan konulardaki temel kavramların tanımında karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir insan bir şey anlatırken "muz" tarif etmek istiyorken, karşısındaki "salatalık" anlıyorsa, kullanılan bazı terimlerin anlamlarında karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz konusudur. Onun için, hangi terimin tanımında uzlaşma sağlanması gerektiğini saptayıp, o terimin tanımında anlaşmalısınız.
        Bir görüşe karşı çıkıldığında, sunulan fikrin beğenilmeyen yönünü belirttikten sonra mutlaka bir düzeltme önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu noktaya karşıyım” demek ve bir alternatif öneri sunmamak, o konu hakkında yeterli bilgi ve birikime sahip olmamak anlamına gelir.

Toplumlarda zombileşme ise gelenek-görenekler ve inanç-sistemi bilgileriyle oluşur.
Toplum hayatı insanların karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı bir yaşam sistemidir. Yalnız başına yaşayan bir insan Robinson-hayatının üstüne çıkamaz. Bu nedenle her insan bir alanda hizmet üretir ve diğer insanların ürettikleri hizmetlerle kendisininkini takas ederek daha ekonomik bir yaşam sistemi oluşturur ki buna toplum hayatı denir. Peki toplum hayatı nasıl oluşturulup-düzenlenmelidir? Kuralları nasıl oluşturulmalıdır?

Doğa dinamik sistemlidir, ve dinamik sistemlerde tüm işler-ve-işlemler söz konusu varlıkların  karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulur. Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz.

Bu sisteme uygun olarak toplumsal sistem oluşturulacaksa, kuralların iş-ve meslek-sahipleri arası etkileşimlerle oluşturulması gerekir. Halbuki tüm toplumlarda kurallar tepedekilerce ve Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler  (TBÖ) şeklinde oluşturulmuşlardır. TBÖlü sistemlerin ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu “DOM- İkinci Adam Yayınları” adlı eserde  DOM (DİNAMİK- DOĞADAKİ OLUŞUM MEKANİZMASI) NEDİR? NEDEN ÇOK ÖNEMLİDİR?  DOM HARİCİNDEKİ GÖRÜŞLER NEDEN İNSANLIĞIN SORUNLARINI ÇÖZEMEZ? özetlemesiyle kesin delillerle ortaya konulmuştur. Demokrasi nasıl uygulanabilinir? Bir toplum nasıl gelişip-dünyada en gelişmiş toplumsal sisteme kavuşabilir? Sağlıklı bedenler nasıl oluşturulabilir? vs. gibi bir çok ilginç konunun bilimsel verilerle desteklenen açıklamalarını bu kitapta bulabilirsiniz. Toplumumuzu ortaçağ-zihniyetine götürmek isteyenlerle mücadele, ancak bu kitaptaki bilgilere sahip olan insanlarca yapılabilir. Çünkü bilgi en güçlü silahtır.

İnsanlığın tüm sorunlarını ortadan kaldıracak bilimsel bir formül bulunmuşken toplumların bu formülü hayata geçirecek davranışa girmeleri beklenir. Halbuki toplumumuz tam tersini yapıyor: Liderler peşinden giderek, toplumsal sorunlarının gittikçe artmasına neden oluyor.
 Zombileşmiş insanlar toplumlarına sahip çıkmazlar, toplumun sahipliğini tepeye yerleştirdikleri liderlere bırakırlar. 
 O tepedekiler de kendilerine 15-20 bin liralık aylıklar bağlayarak ve ebedi bir emeklilik hakkıyla yaşamlarını sürdürürlerken, tabandaki halk bin liralık asgari ücretle yaşamaya çalışır.  
► Kamu malları özelleştirme adı altında para-babalarına satılırken, “kamu mallarının” -adı üstünde- halkın malı olduğu ve kendilerine satılması gerektiğinin farkında bile değillerdir.
Bu durum tipik bir zombileşmiş toplum davranışıdır, çünkü normal toplum, çıkarlarının nerde olduğunu bilip, yararına olan davranışı sergiler. 


Yukarıda açık ve net bir şekilde kanıtlandığı üzere, geri-kalmışlık tamamen bir zombileşme sonucudur. Bu zombileşmeye neden olan temel faktör ise,
1- dinamik sistemde yaşanıldığının bilinmemesi,
2- Dinamik sistemlerde her şeyin karşılıklı etkileşimlerle oluşturulan “kurallar” çerçevesinde oluşturulduğunun bilinmemesi,
3- Buna uygun davranıp, toplumuna sahip çıkması, elini taşın-altına-koyması gerçeğini bilmemesidir.
ZAMAN GEÇİYOR, ÖMÜR BİTİYOR VE BİZLER HALA TOPLUMSAL BİR UZLAŞI OLUŞTURAMADIK.
Hala karşılıklı kavgalar vs. sürtüşmelerle günlerimiz geçiyor. Taraflar birbirlerinin dediklerini dinlemiyorlar bile. Herkes kendi kafasındaki görüşü tekrarlayıp duruyor. Sidik yarışı devam ediyor ve ömürler bitiyor, yeni nesiller aynı şekilde devam ediyor.
Toplumlarda zombileşme gelenek-görenekler ve inanç-sistemi bilgileriyle oluşur.
Toplum hayatı insanların karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayalı bir yaşam sistemidir. Yalnız başına yaşayan bir insan Robinson-hayatının üstüne çıkamaz. Bu nedenle her insan bir alanda hizmet üretir ve diğer insanların ürettikleri hizmetlerle kendisininkini takas ederek daha ekonomik bir yaşam sistemi oluşturur ki buna toplum hayatı denir. Peki toplum hayatı nasıl oluşturulup-düzenlenmelidir? Kuralları nasıl oluşturulmalıdır?
Doğa dinamik sistemlidir ve dinamik sistemlerde tüm işler-ve-işlemler söz konusu varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulur. Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz.
Bu sisteme uygun olarak toplumsal sistem oluşturulacaksa, kuralların iş-ve meslek-sahipleri arası etkileşimlerle oluşturulması gerekir. Halbuki tüm toplumlarda kurallar tepedekilerce ve Tepeye Bağımlı Örgütlenmeler  (TBÖ) şeklinde oluşturulmuşlardır. TBÖlü sistemlerin ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu,
►2-  veya  DOM ve toplumsal uzlaşma grubunun "DOSYALAR" klasörü içindeki DOM-Temel-Kitap. pdf dosyasında  kesin delillerle ortaya konulmuştur.

   ŞİMDİ BU ZOMBİLEŞMEYE KARŞI NASIL BİR ÇARE, NASIL BİR AŞI KULLANILABİLECEĞİ KONUSUN GÖRELİM.
İnanların hayat konusundaki görüşleri genelde iki zıt kutup arasında paylaşılmış ve insanlar bu farklı bakış açılarını savunacak şekilde davranıp-tartışıyorlar. Sağ ve sol olarak tanımlanabilinecek bu görüşlerin özellikleri basitçe şöyledir:

Sağcılar genelde “yaratılışçılık” denilen bir hayat görüşündedirler. Bu görüşe göre dağa ve dünyanın bir sahibi-ve yaratıcısı vardır, O yaratıcı varlıkların dışında “gökte bir yerdedir” ve peygamberleri vasıtasıyla insanlığa mesajlarını iletir. (Bu görüş doğa-bilimsel verilerin ortaya koyduğu dinamik sistemli doğa görüşüne ters düşer ve bu nedenle sol-görüşlüler sağ-görüşlülere bu yönden yüklenip, onları sıkıştırmaya çalışırlar.)
Solcular genelde evrimci denilen bir hayat görüşündedirler. Bu görüşe göre dağa ve dünyanın bir sahibi-ve yönlendiricisi yoktur. Her şey çarpışmalar, mutasyonlar, vs. gibi rastgele olaylarla olmaktadır. Bilgili – bilinçli - amaçlı bir oluşum-gelişim yoktur. (Bu görüş de doğa-bilimsel verilerin ortaya koyduğu dinamik sistemli doğa görüşüne ters düşer ve bu nedenle sağ-görüşlüler sol-görüşlülere bu yönden yüklenip, onları sıkıştırmaya çalışırlar.)
Görüldüğü üzere her iki hayat görüşü de doğadaki dinamik sisteme ters düştüğünden, taraflar bir-birlerinin zayıf noktasını hedef alarak kısır bir tartışma ortamında yıllardır kavga eder-dururlar.  Her iki tarafın kafalarındaki “hayat görüşleri” de yanlış olduğundan, insanlar o yanlış-bilgilerin esiri olarak davranmakla, zombileşmiş oluyorlar ve ortak bir toplumsal uzlaşı oluşturulması olanaksız oluyor.
Bir görüşün “dikkate alınacak bir fikir” özelliği taşıması için, şu kriterleri yerine getirmesi beklenir:
►1: İleri sürdüğünüz görüş, herkes tarafından kabul edilebilinecek özellikte,  objektif olmalıdır. İslami (veya Musevi vs.) bir dinsel görüşü,  Japon halkına kabul ettirebilir misiniz? Veyahut, 18 yaşını geçmiş, ama hiçbir dinsel ön-yargıdan etkilenmemiş  insanlara kafanızdaki dinsel görüşü kabul ettirebilir misiniz? Hayır! Öyleyse bu tür görüşler objektif değildir. Objektif görüşlerden oluşan bilgiler (Fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, matematik, vs.) her toplum insanınca kabul görmektedir.
►2: İnsan Olmanın Sorumluluğu
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende  neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır.
Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende  neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır
Biz insanların kuracağı senaryolar, toplumsal sistemimizin nasıl oluşturulacağı konusunda olmalıdır, çünkü bedenimizin sorunları hücrelerimizin görev alanına düşer.
İnsanlar yüzlerce yıldır çeşitli senaryolar üretmişler, on-binlerce kitap yazmışlardır. Ama bu kitaplardan hiç biri insanlığın tüm toplumsal sorunlarını ortadan kaldıracak bir formül ortaya koyamamıştır, çünkü hiçbiri dinamik-sistemli bir bakışla hayata bakamamıştır. Sorunlarımızın çözümünü içermeyen senaryoların ise hiçbir değeri yoktur.
Tamamen güncel bilimsel araştırmalara dayanılarak oluşturulan DOM-sistemi (Dinamik-Doğadaki Oluşum Mekanizması) yukarıda belirtilen kriterleri tam anlamıyla yerine getirmektedir:
Toplumsal sistemimizi oluşturmak isteyen sizler, insan olmanızın sorumluluğu size, insanlığın sorunlarını çözen bir esere değer vermenizi gerektirmektedir. Karşılıklı kavgalar değil, karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla doğadaki tüm-oluşum ve gelişimler gerçekleşmektedir. Zombileşmenin sonucu olan sidik-yarışına bir son verebilmek için, kendi-kendinizi DOM-sistemi bilgileri ile aşılamalısınız. DOM-sistemi bilgileri toplumsal zombileşmeden kurtulabilmek için gerekli tek “aşı”dır. Başka ilaç yoktur.
Bir toplumun kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü toplum hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır, ve hizmeti üretenler insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar kaliteli olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun refah seviyesi bu şekilde yükselmiş olur.
Bir bedenin becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci, okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Bu nedenle, becerikli insan yetiştirmek, hücreleri iyi yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, korkutmakla değil, teşvikle olur.

►2. Yaklaşım
Toplumsal Uzlaşı nasıl sağlanır?
1: Doğada dinamik bir sistem var mı?
: Evet.
2: Dinamik sistemde her şey, varlıklar arası karşılıklı etkileşimler ve “Information & self-organisation” ilkesiyle oluşup-gelişiyor mu?
: Evet.
3: Toplumumuz insanlarının  %99.9u statik sistemli bir doğada yaşandığı genel görüşü etkisi altında “Tepeye Bağımlı Örgütlenme =TBÖ” sisteminde yaşıyor mu?
: Evet.
4: Tüm toplumsal sorunlar TBÖlü sistemden kaynaklanıyor mu? 
: Evet.
5: Tüm sorunlarının statik sistemli hayat görüşüne dayanan TBÖ olduğu aşikar iken ve dinamik sisteme dayalı “Doğadaki Oluşum Mekanizması = DOM” bilgilerinin tüm sorunları ortadan kaldırılacağı bilimsel delilleriyle ispatlamışken, insanlarımızın bu hatalı geleneksel davranışını bırakıp, sorunlarını çözen görüşe katılması beklenmez mi? 
: Evet beklenir.
6: Ama on-binlerce kişiye hitap eden internet haberleşme sayfalarımızda bu konuları açık-seçik ifade edip- duyurduğumuz halde, neden hala bu onbinlece kişinin %99u hala eski görüşlerinin etkisi altında davranıyor ve DOM-sistemine katılmıyor?
: Gelenek-görenek ve inanç-sistemlerinin zombileştirci etkileri vardır, insanlar gelenek-görenek ve inanç sistemlerini yukarıda sıralanan soruları tek tek irdeleyerek beynindeki bilgi-ağlarında düzeltmeler yapmazsa, bu zombileşmeden kurtulamaz.
:Mevlana’nın terimiyle, ne olursanız olun, toplumsal sisteminiz rayına oturtmanın DOM-sisteminden başka bir yolu yok!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder