Hayat
Nedir ve İnsan ne zamandan beri bu hayat sistemi içinde var?
Kırkından
sonra hayata çok farklı bir bakış açısıyla bakmaya başlayan biriyim. Bu farklı
bakışla hayata bakınca da, insanlığın neden çok büyük toplumsal sorunlar içinde
olduğunun ve bu sorunlardan nasıl kurtulabileceğinin farkına vardım.
Bu
farklı bakışa ulaşmam şöyle oldu:
Üniversitede
yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji)
derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim
şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl
oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler.
Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm
döngüsü üzerine oturtulmuş?”
Bu
soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu
konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları
takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir
önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger,
1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile
değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca
varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine
gelince: Fizikçiler arasında doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı
yaygındır ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade edilir.
Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla,
hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O
zamanlar fizikte doğa ve dünya tabandan yönetilen bir sistem olarak ele
alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş
olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz
bilinmiyordu.
Bunun
üzerine:
- Tüm
büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün
olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.
-
Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini
içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel
hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.
-
İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden
geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.
-
Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve
belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl
düşündüklerini anladım.
-
Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin
farkına vardım.
Bu
bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu
açıklayan bir görüş bulunmuyordu.
Hayatın
ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya
çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında
çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun
gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve
pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek
davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin
gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle
görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor,
düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların
yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı.
Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar
ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm
canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak
gerçekleştiği ortaya konulmuştu.
Bu
tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve
-
hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki
organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile
gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı
(Blobel 1999, Nobel ödülü).
-
neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya
gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün hücrelerin
kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında depolandığı ortaya konulmuştu
(Kandel 2001, Nobel ödülü),
-
Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik
biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada
düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu
olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation,
Haken 2000) fiziksel ve matematiksel
verileriyle ortaya konulmuştu.
Doğru
zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların
ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok
önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili
bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu;
çünkü
- hem
yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran ve bu
vesileyle 500 milyon yıl öncelerinin dünyasının HADİMOPANELLA adını verdiğim
cinsini keşfeden biriydim,
- hem
de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve
biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim
vardı.
Bu
nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik,
genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler
gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya
çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine
oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım.
Sorun,
“zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.
HAYAT = Ömür; ömür ise ZAMANın bir dilimidir. Zaman kavramının sırrını çözen, hayatın sırrını da çözmüş olur. Mesleğim gereği ZAMAN’nın ne olduğunu çözen bir bilim adamı olarak, atalarımızın bu kavramı tamamen yanlış yorumladıklarını ve bu yanlış yorumu geleneklerle nesilden nesile aktararak, insanlığı hatalı bir hayat anlayışına sürüklediklerinin farkına varan biriyim. Ve o zamandan beri DOM olarak kısaltılan “Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması” konusunu işleyip-geliştirmeye çalışmaktayım.
Doğa
tamamen varlıklar arası karşılıklı etkileşimlere göre oluşup gelişen ve sürekli
değişim-dönüşüm içinde olan canlı bir sistemdir. Doğadaki bu canlılığın temelini
anlayabilmek için şu 20 dakikalık videoyu izlemek gerekir.
https://www.youtube.com/watch?v=u-I6GPB8NVw
Orada
vurgulandığı üzere, insanlık zaman ve bilgi faktörlerinin doğadaki
oluşumlardaki rolünü bilmediklerinden, hayatı anlayamamışlardır. Videoda görüldüğü üzere, evrenimizde düzen
oluşturmaya doğru bir ilerleme vardır ve Schrödinger adlı fizikçi bu nedenle
“hayat negatif entropi artışıdır” demiştir. Halbuki fizikçiler hala doğada
entropi artışına, yani düzensizliğe doğru bir gidişat olduğunu söylerler.
Günümüzde “aydın” olarak geçinen tüm insanlar da fizikçilerin bu görüşlerine
uyarak davranırlar ve insanlara hayatın nasıl oluştuğu ve nereye doğru gideceği
konusunda yanıltıcı bilgiler vermeye devam ederler.
Bilgisiz
bir şey yapılamıyor. Peki bizlere ne tür bilgiler öğretiliyor?
Tarih,
coğrafya, matematik, fizik, kimya, biyoloji, vs gibi birçok faklı konu
öğretiliyor. Peki biz bu bilgileri öğrendiğimiz halde, neden arılar,
karıncalar, mercanlar vb birçok hayvan türü gibi güzel toplumsal koloniler
oluşturamıyoruz da her gün birbirimizle kavga- çatışma içinde yaşıyoruz?
Öğrendiğimiz
bilgilerde mutlaka hatalar olmalı ki, o hatalar nedeniyle ortak bir hayat
görüşünde bir araya gelemiyor olmalıyız.
Tarih bilgisi örneğinde bu konuyu
açıklayalım:
Tarih
bilgisi, olayların ve oluşumların ne zaman nasıl ve neden oluştukları gibi
temel bilgilerden oluşur. Bizlere okullarda verilen tarih bilgisi, sadece
devlet denilen ve tepedeki birileri tarafından kurulup-sahiplenilen toplumsal
sistem hakkında bilgi verir. Bu tarih kitapları ise devletler 4-5 bin yıldan
beri var olduklarından, sadece bu çok kısa insanlık hayatı hakkında bilgiler
içerirler. O bilgiler de, tepedeki hanedanların görüşleri doğrultusunda, ona
bağımlı kişilerce yazıldıklarından tarafsız-objektif değildirler.
Yani
tarih kitapları deyince akla gelen tek kitap, bu devletler tarihi kitaplarıdır.
Halbuki
insanlık 2.5 milyon yıldan beri var, ve insanlara bu 2.5 milyon yıllık
geçmişinin ana hatlarını anlatan bilgileri içeren “insanlık tarihi bilgileri”
kitabı da gerekir. (İşte bu konuda arkeoloji devreye girer ve insanlığın bu
evredeki gelişimleri hakkında aydınlatıcı bilgiler verir.)
İnsanlar
hücrelerden oluşurlar. Öyleyse insanlara hücrelerin ne zaman ve nasıl insan
denilen canlıyı oluşturdukları, insandan önce başka hangi canlıların içlerinde
bulundukları gibi tüm canlılar alemi gelişimini anlatan bir tarih kitabı da
gerekir.
Hücreler
atom ve moleküllerden oluşurlar, öyleyse atom ve moleküllerin ne zaman
hücreleri oluşturduklarını anlatan kitaplar da gerekir.
Atomlar
atom-altı-öğelerden oluşurlar, öyleyse atom-altı-öğelerin atomları nasıl
oluşturdukları bilgilerini içeren kitaplar gerekir.
Gördüğünüz
gibi doğadaki tüm olay ve oluşumlar birbirleriyle ilişki ve bağlantı içindedir
ve bu şekilde öğretilmesi gerekir. Ama bizlere bu şekilde tüm bilim dallarının
birbirleriyle ilişki ve bağlantılı olduğu şeklinde bir bilgi yerine,
birbirlerinden kopuk bilgiler veriliyor. Bizler de bu kopuk bilgileri farklı
şekillerde yorumlayıp, ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyoruz.
Bu
nedenlerden dolayı, tüm farklı bilim dallarını kapsayan genel bir hayat görüşü
bilgisine açil gereksinim vardır. DOM görüşü bu amaçla hazırlanmaktadır.
Sizlere yarından başlamak üzere sunulacak olan “İnsanlığın Gelişim Tarihi” adlı
bir yazı dizini, “DOM- Olasılık Oluşumlu Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması”
adlı kitabın son bölümüdür.
Neden uzlaşamıyoruz?
Fikir
ayrılıklarımızın temel nedenlerinden biri, geçmişimiz, yani tarihimiz hakkında
yanlış bilgiye sahip olmamızdır. Şöyle ki: Tarih kitapları 3 bin yıllık
insanlık tarihini anlatır ve o anlatılanlar da objektif değil, yazarın
şartlanmış önyargılarına göredir, dolayısıyla tarafgirdirler.
Örnek:
Biz Türkler ana-vatanımızın Orta-Asya olduğu görüşüyle eğitilmişizdir, bu
nedenle her olayı bu orta-Asyalı olmakla ilişkili yorumlamaya çalışırız. Orta Asya, Anadolu, Avrupa gibi ülkelerin
13-14 bin yıldan önceleri yaşamaya uygun olmayan ıssız topraklar olduğunu ve sadece Neandertal insanı denilen
birkaç mağara insanı barındırdığını bilmiyoruz.
Böyle
düşünülünce de:
1)- Alevilikle
orta-Asya kökenli Şamanizm arası ilişki açıklanamaz olmuştur,
2)-
Alevi -Sünni çatışmalarının nedeni anlaşılamamıştır.
3)-Türkçe
ile Sümercenin aynı dil grubuna ait olması aynı kökenli olmalarını gerektirdiğinden,
Sümerlerin, Basra yöresine taa Orta-Asya’dan gelmiş olmaları varsayılmıştır,
4)-Genetik
haplogrub analizlerinin İngiltere-İrlanda dahil tüm Avrupa toplumlarının atalarının
Anadolu-toplumundan kökenlenmiş olduğunu gösterir; ama Anadolu toplumunun
nerden geldiği açıklanamaz.
5)- Çevresindeki
tüm toplumlar Hint-Avrupa ailesi diller konuşurken, Baskların dilinin neden
aglütine olduğu açıklanamaz.
6)- Neden
Hindistan dahil tüm Güneydoğu toplumlarının Dravidian denilen Batı-Hindistan
kültüründen, Batı-Hindistan kültürünün de, Bereketli-Hilal kültüründen
etkilendikleri açıklanamamaktadır.
Günümüzde
genetik yöntemlerle insanların geçmişte ne derece birbirleriyle bağlantılı oldukları
ve ne zaman ayrılmaya başladıkları saptanabilinmektedir. Jeolojik bilgiler
dünyamızın neresinin ne zaman yaşamaya uygun olduğunu, nerelerin uygun
olmadığını gösterirler. Arkeolojik veriler, uygarlaşmanın, yani
toplumsallaşmanın ne zaman nerede ilk defa ortaya çıktığını ve ne zaman
yayıldığının verilerini sunarlar.
Genetik,
arkeolojik ve jeolojik verilerden yararlanıldığında, tarihsel geçmişimizin
bizlere ne kadar yanlış öğretildiği ve tüm bu kültürel gelişimlerin
başlangıcının Atlantis-Ovası dediğimiz buzul-devri ovasındaki çok mümbit bir
ovada başlamış ve oradan dünyaya yayıldığı görülmektedir.
Tüm
bunların nedeni de “GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede?
Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.”
adlı yayının hiç dikkate alınmamasıdır.
Halkımızın
çoğunluğu (nerdeyse %99.9u) yabancı hayranlığı içindedir ve kendi öz
değerlerinin dedikleri -yazdıkları yabancı bir BÜYÜK tarafından
desteklenmedikçe, dikkate alınmaz. Hal böyle olunca Atlantis konusu uydurma bir
efsane imiş gibi ansiklopedi sayfalarında yerini almaya devam eder.
İnsanlığın
karşılıklı bir körler-sağırlar diyaloğu davranışını engellemek niyetiyle,
“İnsanlığın Gelişim Tarihi” başlıklı bir yazı dizinini sizlere duyurmanın
yararlı olacağını düşündüm. Bu yazı dizini “DOM, Olasılık Oluşumlu Doğadaki
Dinamik Oluşum Mekanizması” adlıyla yayınlamayı düşündüğüm bir kitabın son
bölümüdür. Kitabın arka sayfasında şu paragraf yer alacaktır:
“Bilgisiz
bir şey yapamıyoruz. TOPLUMSAL sistemimizi hangi bilgiye göre oluşturacağız?
Şimdiye dek insanlara toplumların lider-kral gibi tepeye yerleştirilen özel
kişilerce yönetilmesi gerektiği bilgisi verildi, insanlık da 4 bin yıldır bu
sistem altında yaşıyor. İnsanlara “toplumun sahibinin insanlar olduğu” temel
bilgisi verilmediğinden, insanlar asla toplumu kendilerine ait olarak
görmemişler, topluma zarar verecek davranışlarda bulunmuşlardır. Toplumun
sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma
zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu,
bu bilgiyi insanlara vermektir. Bu bilgiyle yetişen insan toplumun bir
hizmet-alış-verişi ortaklığı olduğunu anlar; yeteneğine uygun bir meslek
bilgilerini edinip, topluma sunar ve diğer hizmetleri de diğer ortaklardan
alarak, kardeşlik içinde yaşar.”
Böyle bir bilgiye yetişen insanlar doğal sisteme uygun bir toplumsal hayat süreceklerinden, günümüzün korkulu rüyası olan virüs-salgını gibi felaketlerle de kolayca baş ederler. Çünkü virüs gibi salgınlar doğal sistemin kendi kendini düzeltme eylemleridir; canlılar doğadaki denge ve düzeni sarsacak şekilde davranırlarsa, doğal sistem onları engelleyecek şekilde önlemler alır. Günümüzdeki virüs salgını böyle bir uyarıdır. Doğal sistem dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre işler. Bu sistem, karşılıklı etkileşimlerle ortak-kararlar (informator = bilgilendirici) oluşturulabileceğine dayanır. İşte günümüzde ortaya çıkan durum budur. Virüs ortak bir karar alması yönünde tüm insanlığı dar bir boğaza sokmuştur. Bugün olmazsa, başka bir gün insanlık aynı dünya gemisinde olduğunu anlayacak ve DOM sisteminin öngördüğü ekolojik bir toplum hayatına geçecektir.
İnsanlığın Gelişim Tarihi- 1. Bölüm
Hayat = Ömür; Ömür ise zamanın bir dilimidir.
Öyleyse zamanı
anlayan hayatı anlamış olur.
Zamanı anlayabilmek
için geçmişi tasarlamak gerekir. Geçmiş nasıl tasarlanır?
Varlıkların hangi
sırayla ortaya çıktıkları saptanarak!
Bu işlem nasıl
yapılabilir?
Jeolojiden yararlanarak!
Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla
denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak
gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce
oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu
maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu.
Bu şekilde dünya tarihinin arşiv sayfaları oluşturulur.
Bu arşiv sayfalarını jeolojik araştırmalar ortaya koymuştur
ve şöyle görünür:
500 yıl geriye
gittiğimizde, “cep-telefonu, uçak, araba» gibi nesneler yok oluyor, yani
moleküllerine ayrışmışlar; çünkü bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış.
5 milyon yıl geriye gidildiğinde, insan denilen canlı yok,
çünkü hücrelerin genetik bilgi kayıtlarında bu bilgi henüz oluşmamış.
100 milyon yıl geri gidildiğinde, at, inek koyun gibi
hayvanlar yok, çünkü hücrelerin genetik bilgi kayıtlarında bu bilgi henüz
oluşmamış.
Diğer yok oluşları aşağıdaki slayttan takip ederek, zamanı
oluşturan varlık-ömürlerinin dolayısıyla varlıkların kimyasal bileşimlerinin
nasıl giderek basitleştiğini görebilirsiniz.
Dünyanın yok oluşundan önceki zaman hakkında gerekli bilgilere https://tanriyianlamak.blogspot.com/2019/09/dom-ve-oo-1-5.html
adresinden ulaşabilirsiniz.
Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik
katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en
alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:
1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına
doğru gelişmektedir,
2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet
oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar “information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere
göre gerçekleşir,
ve
Dinamik sistemlerde ise,
4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı
etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.
5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın
gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme
olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini
göstermektedir.
6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin
ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar
oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.
7) Varlıklar davranışlarını sürekli
değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak
belirlerler.
8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.
9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut
gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel
öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine
dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.
10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama
doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre
grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru
gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.
Şimdi böyle bir
bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür
bilgiler oluşturduğunu görelim.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi- 2. Bölüm
Neden uzlaşamıyoruz? Fikir
ayrılıklarımızın temel nedenlerinden biri, geçmişimiz, yani tarihimiz hakkında
yanlış bilgiye sahip olmamızdır. Şöyle ki: Tarih kitapları 3 bin yıllık
insanlık tarihini anlatır, ve o anlatılanlar da objektif değil, yazarın
şartlanmış önyargılarına göredir, dolayısıyla tarafgirdirler.
Günümüzde genetik yöntemlerle
insanların geçmişte ne derece birbirleriyle bağlantılı oldukları ve ne zaman
ayrılmaya başladıkları saptanabilinmektedir. Jeolojik bilgiler dünyamızın
neresinin ne zaman yaşamaya uygun olduğunu, nerelerin uygun olmadığını
gösterirler. Arkeolojik veriler, uygarlaşmanın, yani toplumsallaşmanın ne zaman
nerede ilk defa ortaya çıktığını ve ne zaman yayıldığının verilerini sunarlar.
Genetik, arkeolojk ve jeolojik
verilerden yararlanıldığında, tarihsel geçmişimizin bizler ne kadar yanlış
öğretildiği ve bu nedenle:
Neden Aleviliğin tamamen Anadolu
kökenli olduğu,
Neden Sümerlerin Basra körfezi
altındaki batan bir adadan kaçarak Basra kıyılarında yerleştikleri,
Neden İngiltere-İrlanda dahil tüm
Avrupa toplumlarının atalarının Anadolu-çiftçileriyle yakın genetik akrabalık
gösterdikleri,
Neden Hindistan dahil tüm
Güneydoğu toplumlarının Dravidian denilen Batı-Hindistan kültüründen,
Batı-Hindistan kültürünün de, Bereketli-Hilal kültüründen etkilendikleri
açıklanamamaktadır.
Çünkü tüm bu kültürel gelişimler
Atlantis-Ovası dediğimiz buzul-devri ovasındaki çok mümbit bir ovada başlamış
ve oradan dünyaya yayılmıştır.
Önceki Bölümlerin Bilançosu:
Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği
jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen
en alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:
1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem
yapılarına doğru gelişmektedir,
2)-Oluşumları tetikleyici faktör
(yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar “information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere
göre gerçekleşir,
ve Dinamik sistemlerde ise,
4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı
etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.
5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve
Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı
evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin
bilinmediğini göstermektedir.
6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı,
bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik
yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.
7) Varlıklar davranışlarını sürekli
değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak
belirlerler.
8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.
9)- Zamanın ilerlemesi bilgi
düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler
atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler
olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine
dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.
10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur,
ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre
grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru
gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.
Şimdi böyle bir bilgi oluşturma
yeteneğiyle donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür bilgiler oluşturduğunu
görelim.
İnsanlığın
Gelişim Tarihi 3. Bölüm
2.5
milyon yıl önce çakmak taşı gibi sert taşlardan küçük yongalar kopararak onları
kesici alet olarak kullanmakla Güney-Doğu-Afrika’da başlayan insanlığın yaşam
öyküsü
Afrika’da
başlayan insan yaşamı 1.9 milyon yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya da yayılır.
İnsanlığın
gelişim tarihi süresince Buzul Devirleri ve ılıman buzul arası dönemleri
yaşanmıştır.
Ve
bu iklimsel faktörler insanların geleceğini çok etkilemiştir.
Yaklaşık 500.000 yıl önceleri çakmak taşlarının çarpmaları sırasında çıkan kıvılcımlardan ateşi keşfetmiş ve ondan sonra da bu yöntemle ateş yakmayı ve onu kontrol etmekle en önemli ikinci yaratıcılığını ortaya koymuştur. Ateşi kontrol etmek, genellikle buzul devirlerinde geçen bir hayat için çok önemlidir. Çünkü dünyamız bu 500 000 yıllık sürecin 400 000 yılını buzul devri koşullarında geçirmiştir. Bunu dünyamızdaki son 450 bin yıldaki şekilde gösterilen buzul ve buzul-arası dönem süreçleri grafiğinden görebilirsiniz. Ve bizler şu an bir buzul arası dönemde bulunuyoruz. Buzul dönemleri çok uzun (yaklaşık yüzbin) yıl sürerken, buzul arası dönemler çok kısa (yaklaşık onbin yıl) sürer.
Buzul
dönemlerinde dünyamızda neler değişmiştir?
115
bin ile 15 bin yıl önceleri arası Dünya-Coğrafyası yandaki haritadaki gibidir.
Buzullar
denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu
oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk
gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi
alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş?
Örn.
Basra Körfezi nerde?
Kanada,
ABDlerinin kuzey eyaletleri, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya,
Litvanya gibi ülkeler yoktur, çünkü üzerlerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul
örtüsü vardır. Bu kadar büyük bir buzul örtüsünün oluşması için deniz düzeyinin
130 m. kadar düşmesi gerekmiştir ve bu nedenle haritada kahverenkli olarak
gösterilen bölgelerden deniz çekilmiş ve o alanlar kara haline geçmişlerdir.
Şimdi
böylesine bir coğrafyada yaşayan insanlığı görelim.
Yaklaşık
2 milyon yıl önceleri Asya’ya ulaşmış olan ilk insan, bir-iki asır sonra da
Avrupa’ya ulaşmıştır. Yani yaklaşık 2 milyon yıldan beri Afrika- Asya ve
Avrupa’da insan yaşamaktadır. Dünyaya yayılan bu ilk insan türü Homo erectus
olarak adlandırılır.
Yaşam
ortamları değişimi nedeniyle türlerde değişiklikler olur ve yaklaşık 200 bin
yıl önceleri Afrika’da Homo sapiens adı verilen yen bir tür ortaya çıkar ve 100
bin yıl önceleri bu tür de yine Asya ve Avrupa’ya yayılır. Bu arada Asya ve
Avrupa’daki erectus türlerinde de değişiklikler olmuş ve Avrupa’da Homo
neanderthalensis, Asya’da Homo denisovan gibi yeni formlar ortaya çıkmıştır.
Afrika’dan yeni gelen Homo sapiens ile diğer iki tür arasında birleşmeler olmuş
ve genetik bilgiler karışmaya başlamıştır. Afrika’da 60-70 bin yıl önceleri
Homo sapiens’in daha yeni bir variyetesi -Homo sapiens sapiens- ortaya çıkar ve
o da Asya ve Avrupa’ya yayılır, dolayısıyla Avrupa ve Asya’daki yerel türlerle
tekrar birleşmeler olur ve genetik bilgiler tekrar karıştırılır. Yani biz
modern insanların genlerinde yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da oluşan
Homo sapiens türünün genleri baskın olsa da, hem Neanderthal insanı hem de
Denisovan insanından genler bizlere onlardan miras kalmıştır.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi 4. Bölüm
TOBA Felaketi ve insan nüfusunun
muazzam azalması
Yaklaşık 74 - 75 bin yıl önceleri
Endonezya’nı Sumatra adasında bulunan Toba gölünün bulunduğu yerde muazzam bir
volkan patlaması oluşur. Bu Toba-Volkanı patlaması dünyada saptanan en büyük
volkan patlamasıdır; atmosfere saçtığı küller ve zehirli gazlar nedeniyle doğal
hayat zinciri büyük zarar görür. O zamanlar Asya ve Avrupa’da egemen olan buzul
devri nedeniyle iklim zaten çok soğuktur. Bir de bu volkan patlaması eklenince,
birkaç yıl süren “güneşsiz” yıllar bitki ve hayvan gelişimini bu bölgelerde
nerdeyse sıfırlar. Mağaralarda yaşayabilen Asya ve Avrupa insanları bu
felaketten çok etkilenirlerken, Afrika’da yaşayanlar bu felaketten daha az
etkilenirler, çünkü güney yarıkürede buzul devri etkisi pek yoktur. Bu nedenle
dünya genelinde insan nüfusunun 10-15 bine düştüğü ve muazzam bir yok oluş
gerçekleştiği hesaplanır. Yani insanlık 74 bin yıl önceleri muazzam bir
dar-boğaza girmiş, çok sıkışık, zor bir duruma düşmüştür.
Dinamik sistemler fiziği zor
durumlardan kurtulmanın yeni bilgiler oluşturularak aşılabildiğini
göstermektedir. İnsanlık da, 74 bin yıl önceleri nüfusun azalmasına yol açan
böyle bir zor-durum karşısında zihinsel yeteneklerini artırarak yeni bir dönem
başlatmış olmalıdır. Bu yeni dönemi şu olgulardan anlayabiliyoruz:
Genetik araştırmaları
Doğu-Afrika’da yaklaşık 70 bin yıl önceleri modern insan genomuna yakın bir genetik
oluşum gerçekleştiğini ve oradan yayılarak tekrar Asya ve Avrupa’ya dağıldığını
göstermektedir. Bu yeni neslin bireylerinin zihinsel yetenekleri öylesine
gelişmiştir ki, denizde yolculuklar yapacak sal veya tekne gibi araçlar yaparak
(ve belki de yelken gibi rüzgar enerjisinden yararlanarak) uzak deniz
yolculukları yapacak bir düzeye ulaşılmıştır. Avusturalya gibi okyanus içindeki
bölgelere 60 bin yıl önceleri ulaşılmış olması bunun delilidir.
İnsan zekasının 70 bin yıl
önceleri büyük bir sıçrama-patlama yapmasının bir başka delilini, okyanus
içinde, hiç göremedikleri kara parçalarını, adaları veya Avustralya gibi bir
kıtayı nasıl tasarlamış olmalarından anlarız. İnsanlar göçmen kuşların uçuş
güzergahlarını izleyerek, onların uçtukları yönde bir kara parçası bulunması
gerektiğini hesaplayabilmiş olmalılar. Yoksa uçsuz bucaksız okyanusta,
çoluk-çocuklarıyla, böyle bir maceraya atılmış olabilirler mi?
~ Yani yaklaşık 70 bin yıl
önceleri insanın zihinsel gelişiminde, ateş kontrolünden sonraki ikinci büyük gelişim
adımı atılmış ve sal-kayık gibi deniz taşıtları yapılabilinmiş;
~45-50.000 bin yıl önceleri mağara
duvarlarına resim yapılmaya başlanmış;
~30.000 yıl ile 20 binli yıllar
arasında zıpkın, ok gibi aletler yaparak avlanma tekniğini ilerletmişler, kemikten
iğne vs. yaparak çadırlarda yaşamaya başlamışlar bu sayede mağaralar haricinde
yaşanacak yeni yaşam ortamları oluşturmuşlardır.
Tüm bu oluşumlar tüm Avrupa ve
Asya’nın buzul örtüsü dışında kalan ama yine de çok soğuk olan bölgelerinde
gerçekleşirken, yaklaşık 15-20 bin yıl önceleri insan Amerika’ya ulaşmış ve
böylelikle tüm kıtalarda yaşayan tek memeli canlı türü olmayı başarmıştır.
(Amerika’ya geçişin Bering Boğazı üzerinden olduğu düşünülmektedir; çünkü
yukarıda verilen buzul devri coğrafya haritasında görüldüğü üzere, Bering
boğazı buzul devri süresince kara halindedir, çünkü 90 metreden daha sığ bir
deniz suyu altındadır. Ama Amerika’ya geçen insanlar, deniz yolu taşımacılığı
ile de, Pasifik Okyanusu kıyısı boyunca ilerleyerek de ulaşmış olabilirler.)
Bir önemli not daha: insanlık
tarihinde ticaret en önemli bilgi aktarıcı faktör olmuştur. Çakmak taşı hem
kesici-parçalayıcı alet olarak, hem de kıvılcım çıkartarak ateş yakma aleti
olarak en fazla ihtiyaç duyulan madde olmuştur. Ama çok az yerde bulunabilmektedir.
Bu nedenle çakmaktaşı ticareti dünyadaki ilk ve tek ticaret malıdır. Çakmak
taşı yanında zift de önemli bir ticaret unsuru olmuştur, çünkü deniz veya ırmak
taşımacılığında sal veya kayık gibi gereçlerin su geçirmez şekilde yapılması
zift sayesinde olmaktadır. Zift ise buzul devrinde kara haline geçen bölgelerin
en önemlisi olarak karşımıza çıkacak olan Basra-Hürmüz arası düzlükte
bulunmaktadır (Atlantis-Ovası). Ticaret yapan insanlar yüzlerce km-lik
uzaklardaki farklı toplumlar arası ilişkilerle, bir toplumda gördükleri bir
yeniliği, diğer toplumlara aktararak, bilgilerin yayılmasında çok önemli bir
rol oynamışlardır.
15 bin yıl öncelerine kadar
dünyamızda insanlığın gelişimi yukarıda anlatılan çerçevede gelişmiştir. Ancak
15 bin yıl önceleri dünyamızda çok önemli bir olay daha gerçekleşmiş ve buzul
devri sona ermiştir. Avrupa- Asya- Afrika da yaşayan insanların kaderi çok
farklı şekillenmeye başlanmıştır.
Buzul devrinin sona ermesiyle
Kuzey yarı küre üzerindeki 2.5 km kalınlığındaki buzul örtüsü ergimeye ve
ergiyen sular okyanuslardaki su düzeyini tekrar yükseltmeye başlar. Buzulların
ergimesi yaklaşık 7-8 bin yıl sürer.
Bu durum Eski Dünya (Asya – Avrupa
-Afrika) ile Yeni Dünya (Amerika ve Avusturalya) arasında bir kültürel uçurum
oluşumuna yol açar.
Şöyle ki:
Amerika ve Avusturalya deniz sularının tekrar yükselmesi nedeniyle Eski-Dünyadan koparlar ve oradaki insanlık yaklaşık 1492 yılına (Amerika’nın keşfine) kadar izole edilmiş olarak kalır. Avusturalya daha da sonra keşfedilir. Haberleşme ve bilgi aktarımı engellendiğinden Eski-Dünyada gerçekleşen yenilikler oralara ulaşmaz ve teknolojik olarak geri kalmış topluluklar olurlar. Öylesine geri kalmışlardır ki, Eski-Dünyada 5 bin yıl önce yapılan büyük eserler (zigurrat, piramit vs.) Amerika’da 7inci asırlarda ancak yapılmaya başlanmıştır. Avusturalyalılar ise hiç böyle bir düzeye ulaşamamışlardır.
İnsanlığın Gelişim Tarihi 5. Bölüm
Nereden geldiğini bilmeyen nereye
gitmesi gerektiğini nasıl bilebilir?
Biz Anadolu’luyuz. Peki Anadolu’da
yaşayan halklar hakkında ne biliyoruz?
Bizlere ne öğretiliyor: Türkler’in
anavatanı Orta-Asya’dır, Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra
gelmişlerdir.
Peki Anadolu’da daha eskiden
kimler yaşıyordu?
İşte bu bilgiler bizlere hep
batılı toplumların bakış açılarıyla veriliyor:
Türklerden önce Bizanslılar vardı,
Bizanslılardan önce Yunanlar vardı. Ve tarih kitapları o bilgilerle sona
erdirilir.
Peki yunanlardan önce kimler
vardı? İşte onlar hakkında yeterli bilgi verilmez. Onlar barbar kavimler olarak
görülüp, uygarlaşma sanki Yunanlılar, Romalılar tarafından başlatılmış şeklinde
bir görüş empoze edilmeye çalışılır.
Önceki paylaşımlarda:
12-13 bin yıllardan önce
Anadolu’da pek insan bulunmadığı,
Anadolu’da insanların Göbekli-Tepe
gibi Güney-Doğu Anadolu bölgelerine yaklaşık 12 bin yıl önceleri
yerleşmeleriyle yoğun yaşamın başlatıldığı,
Bu yaşamı başlatanların buraya
buzul devrinde yoğun yaşamın bulunduğu Basra-Hürmüz-Ovasından göçe ettikleri,
Basra-Hürmüz-Ovası insanlarının
Türkçe- Sümerce gibi aglütine bir dil konuştukları,
Dolayısıyla Anadolu’ya ilk
yerleşen insanların da Türkçe gibi aglütine bir dil konuşmaları gerektiği,
Latince, yunanca, İngilizce,
almanca, vs gibi indo-german grubu dillerin 5-6 bin yıl önceleri
Avrasya-Bozkırları denilen kuzey bölgesinde oluşturulduğu ve bu dilleri konuşan
kavimlerin 3-4 bin yıl önceleri Avrupa’ya ve diğer yörelere göçtükleri (istila
ettikleri) gösterilmişti.
Bu tarihsel bilgiler ışığında
Anadolu’nun ilk yerli halkının Türkçe benzeri bir dil konuşan kavimlerden
olmasının gerektiği ortaya çıkar.
Yani Yunanlılar, Bizanslılar (Roma
imparatorluğu) vs. hep sonraları Anadolu ve Avrupa’ya gelmişlerdir, üstelik
eski yerel kavimlerin yurtlarını işgal ve istila etmişlerdir. Bu konuda kesin
deliller 3.500 yıldan daha eski zamanlara ait arkeolojik kazı verileriyle elde
edilebilirler. Ama bu araştırmaları yapacak aglütine dilli ve yetenekli
toplumlar günümüzde mevcut olmadığından bu konular hep karanlıkta kalmaktadır.
Ülkemiz karanlık çağa döndürülmek
üzeredir. Bunu fark edebilmeniz için tarihimizden ders almamız gerekir.
Cumhuriyet kurulduğunda, halk, 6
asır boyunca tepedeki bir kişiyi kutsal varlık olarak ve yaşamı onun kulu
olarak sürdürmeyi kabul etmiş bir sürü şeklindedir.
Kutsal bir makama hizmet için
yaratılmış olduğuna inandırılan, yani zombileşmiş bir halka:
• doğada tepeden emir veren bir
makam olmadığını,
• herkesin kendi yaşamanın
kendisinin düzenlemesinin şart olduğunu,
• Doğadaki yaratıcılığın en
tabandaki kuantsal enerji sisteminde olduğunu
• Bu kuantsal sistemin önce
atomlar, sonra moleküller, sonra hücreler, sonra da bedenler şeklinde
üst-sistemler oluşturarak gittikçe geliştiğini
• İnsanların da birer iş-ve-meslek
grubunda uzmanlaşarak, hizmetlerinin takasıyla bir toplum içinde birleşerek
yaşadıklarında mutlu bir hayat sürecekleri bilgilerini nasıl verebilirsiniz?
Atatürk otoritesini kullanmasaydı,
halkı ve tüm yetişmiş aydınları böylesine zombileşmiş bir ülkede, tepeye
bağımlı olarak örgütlenmiş bir geleneksel yapıyı, nasıl tabana dayalı şekle
dönüştürme işlemini gerçekleştirebilirdi?
Nitekim köy-enstitüleri projesi
on-oniki yıllık bir dönemden fazla yaşatılamamış ve tepeye bağımlı sistemlerin
“temsilcisi” olan zenginler zümresi (emperyalist devletler veya sömürücülük)
Türkiyedeki bu uyandırılma eylemini baltalamayı başarmışlardır. Tepeye
kendilerine bağlı liderler yerleştirerek ülkemizin gelişen bir ülke olmasını
engellemişlerdir.
Günümüzde bu engelleme tam hızıyla
sürmektedir.
Mantıklı düşünebilmek için hem
arkeolojik hem jeolojik geçmişimiz konusunda bilgiler gerekir.
İnsanlığın hangi bilgiyi ne zaman
oluşturduğu arkeolojik ve antropolojik araştırmalardan anlaşılabilmektedir. Bu
araştırmalar insanlığın öyle “hop” diye uygar bir insan olmadığını
göstermektedir.
Sunulan ilk slaytta insanlığın 2.5
milyon yıl önce çakmak-taşı gibi sert taşları kesici alet olarak kullanmaya
başladığı, en az 500 000 yıl önceleri ateşi keşfettiği (çakmaktaşı darbeleri
sırasında çıkan kıvılcımlardan etkilenmiş olabilir); yaklaşık 50 bin yıl
önceleri Homo sapiens sapiens adlı modern insan türünün ortaya çıkışı ile çok
hızlı bir kültürel gelişim evresine girdiği görülmektedir.
Toplumsallaşma- uygarlaşma hangi
aşamalardan geçti?
İnsanlığın neyi zaman keşfettiği araştırılıp,
bir zaman çizelgesi üzerinde gösterilirse, şekildeki grafik ortaya çıkar.
Grafikte insanların 2.5 milyon yıl önceleri taş-yontmayı, 500 bin yıl önceleri
ateş yakmayı öğrendikleri, 50 bin yıl önceleri ise üstel = eksponansiyel
şekilde artan bir bilgi oluşturma evresine girdikleri görülür.
İnsanlığın doğadaki yaşamı, 2.5 milyon yıl önceleri Afrika’nın bir yerinde sert taşlardan kesici bir alet yaparak başlamış, 2 milyon yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya kadar yaşam ortamını genişletmiş, yaklaşık 500 bin yıl önceleri ateş yakmasını öğrenerek, soğuk buzul devri koşullarında hayatta kalmayı başaracak bir yaşam düzeyine ulaşmıştır. Ancak tüm bu 2 milyon yıllık yaşam süresince insan yabani hayat yaşamış, aile-kabile haricinde ortak bir yaşam sistemi oluşturamamıştır. Ta ki yaklaşık 50 bin yıl öncelerine kadar. Çünkü 50 bin yıldan sonra insanlık öyle bir hızlı bilgi oluşturma sistemi içine girmiş ki, patlamalı =üstel= eksponansiyel bir bilgi oluşturma evresi başlatılmış.
Günümüz teknolojisiyle yapılan
genetik DNA analizleri günümüz insanlarının atalarının dünyanın neresinde ne
zaman ortaya çıktıkları, ne zaman nerelere göç ettikleri konularında kesin
bilgiler vermektedir (Sahakyan et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al
2019). Bu bilgilere göre modern insanların ataları en son yaklaşık 60-70 bin
yıl önceleri Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan dünyaya yayılmıştır. Asya’daki
ilk yerleşme noktasının haritada “kırmızı” hatla belirtilen Güney-Batı Asya
olduğu görülmektedir.
Neden Güney-Batı-Asya?
Neden dünyadaki ilk toplumsal yaşam
yerlerinin (Göbekli-Tepe, Hallan Çemi, vd) hepsi Güney-Doğu Anadolu ve yakın
çevresinde?
Neden günümüz dünyasının yaygın
dil grubu olan İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça gibi indo-german grubu
dilleri yaklaşık 5-6 bin yıl önce oluşturuldu? Ve hangi dil grubuna dayanılarak
oluşturulduğu keşfedildi?
Bu sorular gibi daha birçok konu
gelecek günlerde aydınlanacak.
İnsanlığın Gelişim Tarihi 6. Bölüm
2.5
milyon yıllık bir geçmişi olan insanlık öyle “hop” diye uygar bir insan olmadı.
Çok zor durumlar karşısında kaldı ve bu zorlukları aşabilmek için karşılıklı
olarak güç ve kuvvetlerini birleştirmek gereğini duyup, ortak-yaşam kavramı
oluşturdu, yani uygar davranışın temelini oluşturdu.
Doğada
varlıkları ortak davranışa iten faktör, hep “bir zor-durumda olma” olmuştur.
Sıkışan her varlığın sıkışık durumdan kurtulmak için nasıl davrandığı laser
teknolojisiyle anlaşılmıştır.
Şöyle
ki:
Çelik
levhaları bile peynir keser gibi kesen Laser ışığı şöyle elde edilir.
Bir
tüp içine belli bir bileşime sahip olan moleküller hapsedilir. Tüpün bir ucu
tam yansıtıcı bir ayna ile, diğer ucu ise yarı yansıtıcı- yarı geçirgen bir
ayna ile kapatılmıştır. Sonra bu moleküllerin duyarlı oldukları bir ışın
dışarıdan tüpün içindeki moleküllere gönderilmeye başlanır. Dışarıdan gelen
ışınları alan moleküllerin elektronları önce bu ışını alırlar, ama hemen sonra
tekrar çevreye yayarlar. Çevreye yayılan ışınlar aynalardan geri yansır.
Dışarıdan gelen radyasyonlar da sürekli devam ettiğinden, aynalardan yansıyan ışınların
da bunlara eklenmesiyle tüpün içindeki moleküller çok bunaltıcı bir duruma
girerler.
Bu
zor durumdan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Her molekülün elektronları,
çevreye salacakları ışınları yarı-yansıtıcı ayna yönünde ve birbirleriyle aynı
fazda ve frekansta olacak şekilde gönderirlerse, bu ışınlar üst-üste çakışacak
durumda olduklarından güçleri birbirine eklenirler ve yarı-geçirgen aynadan
dışarı çıkabilirler.
Ve
sıkışık durumda olan moleküller böylece tüp içindeki baskıyı azaltırlar ve
düzeneği yapan insanlar da muazzam güçlü bir laser ışığı elde etmiş olurlar.
Hermann
Haken adlı bir Fizikçi tarafından Synergetics adıyla 1983te ortaya atılan ve
2000 yılında “information & self-organisation” olarak özetlenen Dinamik
Sistemler Fiziği böyle bir doğa olayından esinlenilerek ortaya konulmuştur.
Görüldüğü
üzere doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır.
Zor-durumda kaldıklarında karşılıklı uzlaşarak ortak davranışa geçerler.
(Sinerjetik = birlikte işlem yapma)
Şimdi
insanların ne zaman ve nasıl ve neden böyle bir zor durumda kalarak toplumsal
sistem hayatına geçişi başlattıklarının öyküsünü görelim.
Atlantis
Uygarlığı konusu
Güney-Batı-Asya’daki bu ilk yerleşim ve gelişim noktasının neresi olduğu şimdiye dek hep soru işareti olarak kalmıştır, çünkü konu sadece arkeolojik kazılarla sınırlı kalmış, jeolojik bilgiler dikkate alınmamıştır.
Braidwood
(1995) arkeolojik verilere göre ilk toplumsallaşmanın yaklaşık 12 bin yıl
önceleri Güney-Batı Asya’da bir yerde olması gerektiğini de vurgular.
Güney-Batı Asya’da ise kazı yapılmamış tek bir bölge kalmıştır, orası da Basra
Körfezi altında kalan bölgedir.
Arkeolojik
veriler, Sümerler adlı bir toplumun yaklaşık 6500 yıl önceleri Basra Çevresinde
ortaya çıktıklarını ve 5500 yıl önceleri de şekilde gösterilen yerlerde
kentleşmeler kurduklarını göstermektedir.
Sümerler ilk-yazıyı bulan toplum olarak da çok önemlidirler ve kil tabletler üzerine çivi yazılarıyla geçmiş tarihlerini anlatan çok önemli belgeler bırakmışlardır. Bu çivi yazılı tabletlerde “Denizden iki ırmak ülkesine (Mezopotamya’ya)” geldiklerini belirtirler (Ceram 1972)
Sümerler
deniz altında bir yerde yaşayamayacaklarına göre, acaba Basra körfezi eskiden
kara halinde miydi?
Arkeolojik
araştırmaları takip ederken 1980li yılların sonunda, BRENTJES’in, (1981),
“Völker am Euphrat und Tigris = Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı
araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırma sonucu
Basra-Körfezi’nin 15 bin yıl önceleri tamamen kara haline geçtiğini gösteren
şekildeki durumu görünce beynimde bir şimşek çaktı:
Atlantis:
Kayıp Ülke!
Ve
bunun üzerine hemen Eflatun’un Atlantis konusunda verdiği bilgileri edinmeye
çalıştım. Bu bilgilerin buzul devri ve buzul-devri sonrası bu ovada beklenen
olaylarla ilişkiler içerip-içermediğini konu alan şu makale ortaya çıktı:
GEDİK,
İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı?
Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.
Tam
bu yıllarda meşhur bir arkeolog Eberhard Zangger Atlantis’in Truva’da olduğu
şeklinde bir makale yayınladı. Ben de 1992’de Atlantis’in jeolojik nedenlerle
Basra-Hürmüz arası ovada olduğunu yazdığım makaleyi ona gönderip, Truva
olamayacağını yazdım. Ne cevap verdiğini düşünürsünüz?
“Evet
Truva’da olamayacağını biliyorum, ama öyle yazarsam, mali destek alma şansımız
artıyor” mealinde bir mektup yazmıştı. Mektup hala benim arşivlerimin bir
yerinde vardır.
O
tarihten beri sürekli olarak Atlantis konusunu daha fazla argümanlara dayanarak
sürekli olarak duyurmaya çalışmaktayım.
Ama
bizim halkımızın çoğunluğu (nerdeyse %99.9u) yabancı hayranlığı içindedir ve
kendi öz değerlerinin dedikleri -yazdıkları yabancı bir BÜYÜK tarafından
desteklenmedikçe, dikkate alınmaz. Hal böyle olunca Atlantis konusu uydurma bir
efsane imiş gibi ansiklopedi sayfalarında yerini almaya devam eder.
Gedik
1992 makalesi uluslararası geleneklere uygun bir makaledir ve yayınlanmıştır.
“Uluslararası
yayın” konusu hakkında kısa bir bilgi vereyim.
1)-Yayın
dünyada yazılı basında kullanılan herhangi bir dilde yapılmış olabilir.
2)-
Yayın olarak kabul edilebilmesi için en az 200 nüsha olarak basılması şarttır.
(Bu nedenle akademik tezler en az 200 adet olarak çoğaltılırlar)
3)-
Yayınlanma tarihi öncelik, telif hakkı vs. gibi konularda önem taşır.
4)-
Yayın bir dergide veya kitap halinde olabilir.
Bu
bilgileri vermemin nedeni, Gedik 1992 tarihli “Atlantis: Efsanevi batık kent
nerede)” başlıklı yayının uluslararası kurallar çerçevesinde bir yayın olarak
kabul edilmiş olacağını vurgulamaktır.
Bunun
haricinde İngilizce olarak : http://dropletsofgod.blogspot.com.tr/p/atlantis.html
Ve Türkçe olarak: https://tanriyianlamak.blogspot.com/.../atlantis-neden...
adreslerinde daha ayrıntılı veriler sunmaya devam ettim. Ama şartlanmış
insanlık nedense görmemeye devam ediyor.
Atlantis
konusu uluslararası yayın ilkelerine uygun olarak 1992 yılında yayınlanmıştır
ve bunu her bilimsel araştırıcı kabul etmek zorundadır. Yayına karşı çıkacak
kişilerin ise, yazılanlarda bir veri veya mantık hatası bulup ortaya koymaları
gerekir, ki bu hiç yapılmamıştır.
Bu bilgiler ışığında Afrika’dan
60-70 bin yıl önceleri ortaya çıkan modern insanın atalarının,
Güney-Batı-Asya’da nerede yaşamaya başladıkları ve orada geliştikleri açıklık
kazanmış olur.
(Devamı var.)
İnsanlığın Gelişim
Tarihi- 7. Bölüm
Atlantis neden bir uydurma hikaye olamaz? Bu bölümde bu soru
jeolojik ve arkeolojik verilere dayanılarak açıklanacaktır.
Atlantis Kültürü Neden Basra-Hürmüz arasında olmak
zorundadır?
İnsanlık ne zaman ve
nerede uygar davranışın ortaya çıktığını merak ediyor. Eflatun adlı yunan
filozofu, Mısır tapınaklarındaki bir belgeye göre, insanlığın Atlantis adı
verilen bir bölgede başlatıldığını, ve o bölgenin sonradan denize gömülerek yok
olması sonucu, oradan kaçan insanlarca 9 bin yıl önce kuzeydeki bir ülkeye, 8
bin yıl önce de Mısır’a ulaştığı konusuna Kritias ve Timaios eserlerinde yer
veriyor.
Arkeolojik belgeler
Bereketli Hilal bölgesinde uygarlığın başladığını gösterdiğine göre, uygarlığın
başladığı yer bu “hilal’in” merkez noktasında olmalı. Ama medya bu arkeolojik
gerçeğe rağmen Atlantis’i Atlas Okyanusu, Cebeli Tarık bölgesi, Santorini, vs
gibi Bereketli-Hilal merkeziyle hiç ilişkisi olmayan yerlerde arayan
senaryolarla dolup taşmıştır. Günümüz
olanaklarıyla geçekleştirilebilen HAPLOGRUP analizleri sonucu, jeolojik
bilgilerle birleştirilip, arkeolojik verilere eklenince tam geçek ortaya çıkmış
olmaktadır. Konunun şüphelenilecek hiçbir yanı artık kalmamıştır.
1-) 70 bin yıl ile 15 bin yıl öncesine kadar
dünyada buzul devri olduğundan, insanların yaşam ortamı ekvatora yakın ve
yüksekliği 3-4 yüz metreden düşük alanlarla sınırlıdır,
2-) Bu alanların su kenarlarında bulunması zorunludur,
çünkü henüz suyu taşıyacak çanak-çömlek yapma bilgisi oluşturulmamıştır,
3-) Arkeolojik verilere göre, insanlığın
toplumsal yaşama başladığı bölge Güney-Batı-Asya’da bir yerde olmalı (Braidwood
1995)
4-) Saptanabilen en eski toplu yerleşim noktaları
Bereketli-Hilal denilen bir bölgede bulunmaktadır.
Bu bölgedeki Göbekli Tepe’de 11600 yıl
önceleri insanların bir ortaklık davranışı ve karşılıklı bir yardımlaşma içinde
bulundukları görülmektedir.
Daha önceleri sadece aile-bağlarıyla bir
arada bulunup, diğer insanları rakip (hatta düşman) görürken, diğer insanları
rakip-düşman görmeyerek, ailelerin birbirlerine bitişik, yani ortak-duvarlı
evler içinde yaşayarak, evlerine çatıda açılan bir delikten merdivenle inecek
tarzda HÖYÜK denilen toplu yaşam ortamları oluşturmaları tam anlamıyla bir
toplumsallaşma göstergesidir.
hem geceleri artık korku ve endişe içinde
değil, güvenli ortamda bulunmanın rahatlığı-huzuru içinde yaşamak
hem onlarla güç ve kuvvetini birleştirip, tek
bir aile veya kabilenin başaramayacağı işleri başarabilmek,
hem karşılıklı iş-bölümüne giderek, farklı
alanlarda uzmanlaşıp, üretimi ve hizmeti artırabilmek uygarlığın temelleridir.
Şimdi herkesin şu soruyu cevaplamasını
istiyorum:
Göbekli Tepeliler ve diğer Bereketli Hilal
bölgesi sakinleri gökten mi buraya geldiler? Dünyanın diğer bölgelerindeki
insanlar hala yabani hayatı yaşarken, bu insanlar nereden böyle bir toplumsal
yaşam kültürü edindiler?
Kuzeyden ve doğudan gelmiş olamazlar, çünkü
oralar buzul devrinde kar ve buz örtüsü altına yaşama uygun olmayan yerlerdi.
Batıdan gelmiş olamazlar, çünkü sadece deniz
var.
Güneyde ise yine yaşama uygun olmayan kurak
ve susuz bir çöl ortamı.
Tek bir ortam kalıyor: İçinden iki büyük
ırmağın geçtiği 800 km uzunluğunda ve 200 km genişliğindeki Basra-Hürmüz arası
ova (=Atlantis -Ovası).
Karar vermeden önce şu noktaların da dikkate
alınması gerekir:
• 1-) Dinamik
sistemler fiziği toplumsal davranışın gereği olan bir üst-sistemde (toplumda)
uzlaşma yeteneğinin, ancak insanların dar bir alanda sıkışmış olması sonucu
olabileceğini öngörüyor.
• 2-) Jeolojik
olaylar böyle bir sıkışık ortamın Basra-körfezinin kara haline geçtiği 15 bin
yıl öncelerinin Atlantis-Ovasının tekrar denizle kaplanması sırasında yani
12-14 bin yıl öncelerinde olması gerektiğini gösteriyor. (Hatta daha önceleri,
ovanın her tarafına su kanalları kazarak, tüm ovayı yaşanılır hale
getirilmesinde ilk uzlaşma kültürü oluşturulmuş olabilir.)
• 3-) Shinde
et al 2019 araştırması dünyadaki ilk toplumsal gelişimlerin Anadolu’da olduğunu
gösteriyor.
• 4-) Eflatun
toplumsallaşmanın Atlantis ülkesi adını verdiği 540 x 190 km boyutunda devasa
bir ova ve onun ucunda bulunan bir göldeki adalarda gerçekleştiği bilgisinin
Mısırdaki bir tapınakta kayıtlı olduğunu ve o bilgilerde şunlar bulunduğunu:
Bu gölün her yıl süren sürekli taşkınlar ve
sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;
Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel felaketleri
nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;
Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km
boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut deniz sularının çekilmiş olduğu
Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır)
Bu ovanın su kanallarıyla döşenerek, her
tarafında yaşama uygun koşulların oluşturulduğunu; (Bu koşul şu nedenle
gerekli: Henüz çanak-çömlek gibi su taşıyıcı eşyaların bulunmadığı bir zamanda,
insanlar ılıman iklimli bu ovanın her tarafının yaşama açılmasına çabalamış
olmalılar. Dicle-Fırat ırmakları sularının, kanallar kazılarak ovanın her
yerine dağıtılıp-yaygınlaştırılması yaşam ortamının genişletilmesi için tek
çaredir. Böyle bir kanalizasyon neden gerekti? Çünkü Buzul devri yaklaşık 100
bin yıl sürmüştür; bu uzun sürede, o ılıman iklimde yaşamak için insanlar her
türlü çareye başvurur. En basit çare ise, obsidiyen baltaları ile, yumuşak
zemin üzerinde kanallar kazarak, yaşanılacak ortamı genişletmektir.
Gölün yakınlarında bir “Herakles-sütünları”
terimiyle ifade edilen bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve oradan çok büyük
bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.
Bölgede Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi
bir sürü özel meyvenin bulunduğunu;
Ve bir gece aniden sulara gömüldüğünü;
Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini
yazar.
Burada yazılanları tek tek değerlendirelim:
Sürekli taşkınlar ve gölün çamurla dolması ve
dağ yamaçlarının çırıl-çıplak kalması çok tipik bir dağ-buzulu ergimesi sonucu
gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak bilinen bir olaydır. Böyle bir
olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış olmalıdır ki, insanların
hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir dönemin anısı olarak, derin
bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın. Üstelik verilen tarih
jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle taşkınlar olması çok
normal bir durumdur.
Ovanın su kanallarıyla döşenmesi, yaşam
ortamlarını genişletmek zorunda kalan insanların yapmak zorunda oldukları bir
olaydır.
Ada veya adaların suya gömülmesi, buzul devri
sona ermesinin bir sonucudur ve önceki bölümlerde anlatılan jeolojik
gelişimlerin bir sonucu olarak kesinlikle gerçekleşmiştir.
Bunlar yaşanılmadan uydurulamaz ve verilen
tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle bir taşkın
olması çok olasıdır.
İnsanlık yaşadıkları unutulmaz olayları
çeşitli hikayeler olarak nesilden nesile aktararak bilgileri gelecek nesillere
miras bırakmışlardır. Mısırdaki tapınaktaki bilgiler de Atlantis ülkesinden
kurtulanlar tarafından aktarılmış bilgiler olmalıdır. Tüm bu gerçekler
karşısında hala Gedik 1992 yayınını dikkate almamak hangi bilimsel davranışa, hangi
sağlam bir insan mantığına yakışır?
Mantıklı insanlar hala Atlantis’in neden
Ege-denizinde, Cebeli Tarık çevresinde, Atlantık Okyanusunda veya başka bir
yerde ararlar veya oralarda yapılan araştırmalara değer verip de, Basra- Hürmüz
arasında olduğunu bir sürü bilimsel argümanla ıspat eden Gedik 1992’yi hiç
dikkate almazlar?
Ve
son bir not: 4-5 bin yıl öncelerine kadar YAZI denilen fikir aktarma sistemi
bilinmiyordu. Bu nedenle insanlık atalarının yaşadıkları önemli olayları,
akşamları ocak-başı sohbetlerinde anlatıyorlardı. Bu şekilde kulaktan-kulağa,
nesilden nesile aktarılan EFSANE denilen hikayeler ortaya çıkıyorlardı. İşte
Eflatun’un aktardığı efsane de böylesine yaşanmış eski insanlık deneyimleridir.
Çünkü Eflatun bir masal yazarı değil, felsefe denilen bilim dalının temel kurucularının
en başında gelir.
Atlantis-Ovalıların
nerelere göçtüklerinin nasıl saptanabilineceği konusunu görelim
Şekil: Atlantis Ovasında yaşayan insanlar 14
bin yıl öncesinden başlayarak 7 bin yıl öncesine kadar sürekli göçe mecbur
kalmışlardır.
Bir kısım insan ırmak vadisi boyunca
kuzey-batıya kaçar. Buzul devri boyunca yaşama elverişli olmayan bu kuzey
bölgeleri oralara göçen insanlar için kurtuluş noktaları olur ve o insanlar o
bölgelerin ilk sakinleri olurlar.
Göbekli-Tepe, Çayönü, Çatalhöyük gibi ilk
toplumsallaşma noktaları bu tür yerleşmeler sonucudurlar. Tüm Anadolu bu
nedenle Atlantis-Ovalı göçmenlerin ilk vatanlarıdır, çünkü daha önce
yaşadıkları yerler (Atlantis-Ovası) denizle kaplanmıştır, onlar da göçe mecbur
kalmışlar ve daha önceleri karlarla kaplı bu bölgenin ilk sakinleri
olmuşlardır. Anadolu toplumlarının çekirdeği böyle oluşmuştur. Bunların bir
kısmı, Trakya’ya geçip, Tuna nehri boyunca ilerleyip, Vinça kültürünü
oluşturur.
Kuzey yönünde göçe devam edenlerin bir kısmı
(Azeriler) İran’ın batı kesimine ve devam ederek Hazar Denizi kıyısına kadar
göçeler. Bir kısmı daha batıdaki Laz, Gürcü, Çerkez, Çeçen, Dağistan gibi
toplumları oluştururlar.
Diğer bir kısmı ise, Deniz yolu ile göçer;
Girit adasındaki Minos uygarlığı tam-aglütine (Linear A) dilli bir kavim
tarafından oluşturulmuştur. Limni adasında da aglütine=bitişimli dilde yazılmış
mezar kitabesi bulunmuştur.
Deniz yoluyla göçler daha batıya doğru
ilerler. İtalya’daki Etrüsk kültürü tam-aglütine dilli bir kavim tarafından
oluşturulmuştur. Günümüzde İspanya ile Fransa arasındaki bölgede (Pirene
Dağları) Bask denilen tam-tam-aglütine dilli bir topluluk yaşamaktadır.
Tam-aglütine dil ailesinin Atlantis-ovalılara has bir dil olduğu düşünülünce,
onların da deniz yoluyla batıya göçmüş bir kavim olması gerekliliği anlaşılır.
Bir kısım kabileler de hemen kuzeydeki Zagros
dağlarını aşarak İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya kadar uzanan uzun bir göç
yaparlar. Bu uzun göç sırasında bir kısım kabileler İran platosu üzerinde
kalmışlardır. Elamlıların dilleri aglütine olduğuna göre, İran platosunun ilk
sakinlerinin Azeriler ve Elamlılar gibi Atlantis ovasından göçenler olduğu
anlaşılır. Günümüzde İran’da yaşayan Kaşkaylar, Afşarlar, Halaçlar, Horasanlar
gibi türki diller konuşan topluluklar eskiden oraya yerleşmiş topluluklardır ve
binlerce yıldır süren Aryan baskıları altında nüfusları giderek azalmasına
rağmen varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yani farsça denilen ve hint-avrupa dil
grubuna ait bir dil konuşan kavim İran’a çok sonradan gelmiştir (Narasimhan et
al 2019).
Atlantis ovalılar 14 bin ile 7 bin yıl
önceleri arasında sürekli göçe maruz kalmışlardır, çünkü Basra Körfezinin
dolması bu kadar sürmüştür. Ve 6-7 bin yıl önceleri de Sümerler denilen
-çevredeki diğer kavimlere göre çok gelişmiş bir uygarlık düzeyinde oldukları
belirtilen- bir kavim Basra çevresine çıkar. Bu kavim daha sonra ortaya
koydukları çivi-yazılı tabletlerde “denizden iki ırmak yöresine geldiklerini-
yazar (Ceram 1972).
Anlaşılacağı üzere, Sümer denilen kavim, Basra
körfezi tamamen dolana kadar Atlantis ovası üzerindeki tümseklerde yaşayarak
hayatlarını sürdürmüşlerdir. Ama ovada yaşayanların çoğu ovayı terk edip başka
yörelere göçmek zorunda kalmıştır.
Atlantis Ovalıların nerelere göçtükleri
sunulan haritada gösterilmiştir. Göçlerin bu güzergahlarda olduğunun kanıtını,
günümüz toplumlarının konuştukları dillerin analizleri ve genetik haplogrub
analizleri sonuçları vermektedir.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi- 9. Bölüm
Önce bir düzeltme yapmak gerekiyor. O da şu: Anadolu’ya ilk
yerleşen uygar davranışlı kavimlerin Alevi-kültürlü Türkmenler, Yörükler gibi
aglütine dilli toplumlar olduğu yazılmıştı. Alevi kültürlü deyince de akla elbette
günümüz alevileri gelmektedir.
Ama şu olgu dikkate alınmalıdır.
Atlantis ovasından ilk göçen kavimler doğal sisteme uygun,
yani karşılıklı hizmet alış-verişlerine ve karşılıklı etkileşime dayalı bir
toplumsal sistem anlayışındadırlar. Doğadaki herşeyin sahipliğinin kutsal soylu
kişlere ait olduğu şeklinde TEPEDEN sahiplenilen bir toplum anlayışı ise Sümerlerin
6 bin yıl önceleri Basra yöresine çıkmalarından sonra dünyaya yayılmaya
başlamıştır. Ve artık toplum kavramı yerine DEVLET kavramı kullanılır olmuştur.
Devletlerin adları da, bu nedenle tepedeki EFENDİlerin adlarıyla anılmaya
başlanmıştır.
Zaman geçtikçe insan bilinci de artmıştır. halk kendilerinin
KÖLE, tepedekinin kendisinin sahibi, yani EFENDİsi olduğu görüşüne karşı
çıkmaya başlar. Bu durum gelişip, insanlar haklarına sahip çıkmaya başlayınca, devleti
shiplenip-yönetenler ikinci bir uyutma yolu bulurlar ve yaratıcının sevdikleri
insanlara vahiyle kutsal mesajlar (kitaplar) gönderdiklerini, ve bu mesajlara
uygun davrananların öldükten sonra cennet denilen mekanda ebedi bir hayat
yaşayacakları inancını halka empoze etmeya başlarlar.
Doğal hayat görüşü, yaratıcılığın varlıkların içlerinde
olduğu temeline dayanır. “Bir ben vardır bende benden içeri” bunun en güzel
delilidir. Bu nedenle alevi inançlılar semavi dinli devletler tarafından temel
düşman kabul edilmiş ve 2-3 bin yıldır sürekli kovalanmış, baskı altına
alınmış, öldürülmüştür, vs.
İşte bu nedenlerle, 5-10 bin yıl öncelerinin
ilk_alevilik görüşü bu günkünden çok
farklı olmalıdır. İnsanlarımızın bu gerçeği dikkate alarak, yazdıklarımı
değerlendirmeleri gerekir.
Anadolu’yu yerleşime açan ilk-çiftçiler (Göbekli tepeliler,
Çatalhöyüklüler, vd.) nereden geldiler?
Son arkeolojik bulgular en eski toplumsallaşma noktalarının
12 bin yıl önceleri Göbekli-Tepe, Hallan Çemi gibi Güneydoğu Anadolu
yörelerinde olduğunu göstermiştir. Bu noktalarda toplumsal yaşamı başlatan
insanlar henüz tarım ve hayvancılığı keşfetmemişlerdi, ama “yaşam ortaklığı”
kavramına ulaşmışlardı. Ve bu yeteneğe de Basra-Hürmüz ovası üzerinde
ulaşmışlardı. Çünkü devasa ovanın her tarafında yaşayabilmek için, çevresindeki
insanları rakip olarak değil, ovanın her tarafına su kanalları yapılmasını
gerçekleştirecek ortaklar olarak görme ve kabullenme bilgisine ulaşmışlardı.
İlk toplumsal davranış böyle başlamıştır ve ilk başladığı yer de Basra-Hürmüz
ovası, diğer bir tanımıyla Atlantis Ovasıdır.
Buzul devrinin sona ermesiyle, Atlantis Ovası tekrar denizle
kaplanmaya başlayınca da insanlar ovayı terk ederek, yeni yaşam ortamları
aramaya başlarlar.
Yeni yaşam ortamlarının başında da Anadolu gelmektedir, çünkü buzul-devri süresince kar ve buz altında bulunan Anadolu, kar ve buzların ergimeye başlamasıyla, yeni yaşam ortamlarına dönüşmüştür. Atlantis ovasındaki insanlar da bundan haberdardır, çünkü Anadolu merkezli çakmaktaşı ticareti yapanlar bu bilgileri onlara iletmektedirler.
Bu nedenle dünyada ilk toplumsallaşma, sunulan haritada
gösterildiği üzere, Güney-doğu Anadolu’nun merkez olduğu Bereketli-Hilal
denilen bir kuşakta 12 bin yıl önceleri başlatılır.
Yukarıdaki haritada, Atlantis ovasında ulaşılan uygar
davranışın, yani toplumsal yaşamın, ne zaman Anadolu ve Avrupa’ya doğru
yayıldığı gösterilmektedir.
1)- İlk durak Güney-Doğu-Anadolu’nun merkez olduğu Bereketli
Hilal bölgesi olmuştur. Göbekli-Tepe bunun en güzel örneğidir ve sonraki bir
bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Bu bölgede 12 bin yıl öncelerinde
insanlar karşılıklı hizmet-alışverişlerine ve karşılıklı etkileşime dayalı toplum
hayatını başlatmışlardır. Bunun delilini 4 bin yıldan eski yerleşim yerlerinin
HÖYÜK denilen toplu yerleşimler oluşturur. Şöyle ki: HÖYÜK tipi yerleşimlerde
bütün evler birbirlerine benzer, aralarında saray vs. gibi “Efendilere has”
konutlar yoktur.
2)- Batı ve Kuzey Anadolu’da uygar yaşamlı yerleşimler yaklaşık
9 bin yıl önceleri başlar. Yani Bereketli hilalde 10-12 bin yıl önce başlayan
uygarlık Anadolu’nun kuzey ve batı bölgelerine 1-2 bin yıl sonra ancak ulaşır.
3)- Trakya üzerinden Avrupa’ya uygarlığın ulaşması yaklaşık
bin yıl daha sonra olur. Tuna nehri ve kolları boyunca uygarlık bilgisine sahip
insanlar yerleşmeye başlarlar ve 8 bin ile 6 bin yılları arası süren Vinça
kültürünü oluştururlar. (Vinça kültürü 5-6 bin yıl önceleri İndogerman dilli
kültürü oluşturan Yamnaya-bozkır göçebe toplumları tarafından yok edilir ve bu
bölgeler slavlaştırılır.)
4)- Ege adaları ve Yunanistan bölgesinde yaklaşık 6-7 bin
yıl önceleri uygar yaşama geçiş başlamış ve Girit adasındaki Minos uygarlığı
gibi gelişmiş toplumsal yaşamlar ortaya çıkmıştır. Minos uygarlığı da yaklaşık
3600 yıl önceleri Yamnaya-bozkır-göçebeleri tarafından oluşturulan indogerman
dilli bir kavim (yunanlar) tarafından yok edilmiştir.
5)- Batı Avrupa’ya uygarlığın ulaşması da yine 6-7 bin yıl
önceleri ancak olmuştur.
Görüldüğü üzere, Anadolu’da uygar yaşam 10-12 bin yıl
önceleri başlamış ve Güney-Doğu Avrupa7-8 bin yıl önceleri uygarlığa kavuşmuş
iken, Kuzey-Avrupa’da o zamanlarda hala yabani hayat sürüyordu.
Tüm Anadolu’nun yerleşime açılması 2-3 bin yıl sürmüştür. Bu
nedenle kuzey ve batı Anadolu’da ilk yerleşim noktaları yaklaşık 9 bin yıl
önceleri oluşmaya başlar. Tüm Anadolu bu nedenle Atlantis-Ovalı göçmenlerin ilk
vatanlarıdır, çünkü daha önce yaşadıkları yerler (Atlantis-Ovası) denizle
kaplanmıştır, onlar da göçe mecbur kalmışlar ve daha önceleri karlarla kaplı bu
bölgenin ilk sakinleri olmuşlardır. Anadolu toplumlarının çekirdeği böyle
oluşmuştur.
Yani tarih kitaplarında Truva, Karya, Hatti, Luvia,
Kapadokya, Pamfilya, Klikya gibi adlarla anılan yerel toplumların hepsi
Atlantis-Ovası göçmenleridir ve hepsinin konuştukları dil, Atlantis-ovalıların
dili gibi aglütine =bitişimli=eklenmelidir.
Bunların bir kısmı, Trakya’ya geçip, Tuna nehri boyunca
ilerleyip, Vinça kültürünü oluşturur.
Vinça kültürü oluşumu
Avrupa buzul devrinde çok soğuk olduğundan, sadece çok
seyrek mağaralarda yaşayan Neandertal insanları barındırmışlardır. Modern
insanın yoğun olarak Avrupa’da yaşama başlaması, Atlantis Ovalıların göçleri
sonucu gerçekleşmiştir.
Arkeolojik bulgular 5-6 bin yıl önceleri İsveç, Norveç, Finlandiya, Batı Rusya gibi bölgelerde avcı-toplayıcı yaşam tarzının hala sürdüğünü ve çiftçilik gibi yerleşik yaşama geçilmediğini gösterirken, Tuna ırmağı çevresinde o zaman aralığında yerleşik yaşama geçildiği görülmektedir.
Tuna-nehri çevresinde gelişen bu kültür VİNÇA kültürü olarak
tanımlanmıştır.
Jeolojik verilere göre İstanbul-Boğazı 7500 yıl önceleri
oluşmuştur. Dolayısıyla 8-9 bin yıldan beri Anadolu yakasında yaşayan insanlar
çok rahat bir şekilde Avrupa yakasına (Trakya’ya) geçmişlerdir. Zaman içinde
nüfus arttıkça insanlar yeni ortam arayışlarına girerler. Deniz kıyıları ve
ırmak vadileri en kolay ve güvenli güzergah olduğundan, Tuna nehri boyunca
yerleşim tercih edilmiş olmalı ki, Avrupa’daki en eski kültürel yerleşim
noktaları Tuna nehri ve onun yan kolları boyunca olmuş ve Vinça-Turdaş kültürü
olarak adlandırılmıştır.
Vinça kültürünün Anadolu’dan kökenlendiğinin en net kanıtı
şekilde A ve B harfleriyle gösterilen iki heykeldir. Anadolu’da 9-10 bin yıl
öncelerine ait bir tasarım, Tuna nehri kıyılarında 3 bin yıllık bir gecikmeyle
yapılmıştır. Yani bilgi aktarımı uzun süreçlerde gerçekleşmiştir.
Vinça kültürü 8 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve 6 bin
yıl önceleri yok olur. Yok olmalarının nedeni Ukrayna-Kazakistan arası
bozkırlarında 6 bin yıl öncelerinde oluşan Yamnaya-bozkır göçebelerinin Avrupa’ya
göçleri olabilir.
Vinça kültürünü oluşturan insanların da aglütine bir dile
sahip olmaları beklenir, çünkü onlar da Atlantis-ovalıdırlar. Yamnaya-bozkır
göçebeleri Hint-Avrupa dil grubu olarak tanımlanan yeni bir kültür sistemi
geliştirmişlerdir. Yamnaya göçebelerinin batıya doğru göç etmeye başlamaları
sonucu aglütine dilli Vinça kültürü
silinerek, slav, german gibi Hint-Avrupa kültürlü kavimler tüm Avrupa’ya egemen
olmaya başlar.
Atlantis-Ovalıların Kıbrıs, Girit, Ege bölgesi adaları ve Güney-doğu Avrupa’ya
yerleşmeleri
Anadolu yerleşime açılırken, bazı kavimler deniz yolu ile
Akdeniz’deki Kıbrıs, Girit, Limni gibi adalara ulaşırlar ve oralarda
Atlantis-uygarlığının tohumlarını ekmeye başlarlar. Bu bölgelerin ilk
sakinlerinin de aglütine bir dil konuştukları, “Linear A” adı verilen bir
alfabe sistemi kullanmalarından anlaşılmaktadır. Girit adasında oluşturulan
Minos uygarlığı bunların başında gelir. Minos uygarlığı hakkındaki araştırmalar
Linear-A’nın aglütine bir dil olduğunu ortaya koymuştur (Duhoux 1978). Limni
adasında da aglütine=bitişimli dilde yazılmış mezar kitabesi bulunmuştur.
Girit’te (Minos uygarlığında) “Linear A”
denilen bir alfabe kullanıldığı bilinmektedir. “Linear A” Kıbrıs ve Limni gibi
diğer ege adalarında da kullanılmaktadır. Bu dillerin aglütine bir dil olduğu
ve Macarca Fince gibi Türki dillerle akraba olduğu linguistik araştırmalarla
gösterilmiştir. (Revesz, P.Z. 2016: A computer-aided translation of the
Phaistos Disk. İnternational Journal of Computers. Vol 10, p.94-100.)
Batı Avrupa’ya yerleşme:
Batı Avrupa’ya yerleşmenin deniz yoluyla daha batıya doğru
ilerleyen göçlerle olduğu kanısı, genetik haplogrub araştırmalarıyla
desteklenmektedir. İtalya’daki Etrüsk kültürü tam-aglütine dilli bir kavim
tarafından oluşturulmuştur. Günümüzde İspanya ile Fransa arasındaki bölgede
(Pirene Dağları) Bask denilen tam-tam-aglütine dilli bir topluluk yaşamaktadır.
Tam-aglütine dil ailesinin Atlantis-ovalılara has bir dil olduğu düşünülünce,
onların da deniz yoluyla batıya göçmüş bir kavim olması gerekliliği anlaşılır.
Nitekim genetik haplogrub analizleri Bask kültürünün yaklaşık 7 bin yıl
önceleri Anadolu’dan göçen kavimlerce batı Avrupa’ya taşınmış olması
gerektiğini göstermektedirler (Günther et al. 2015).
İnsanlığın Gelişim Tarihi- 10. Bölüm
Genetik haplogrup analizleri kültürel gelişimler konusunda
neler söyler?
Onbinlerce yıl yabani bir hayat yaşayarak avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan insanlığın uygarca bir yaşama geçiş yaptığı noktanın Basra körfezi konumlu Atlantis ovası olduğu önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu görüşün gerçeklere tam uygun olduğu çok yeni araştırmalarla tam anlamıyla desteklenmiş bulunmaktadır.
Shinde et al 2019da,
arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, kültür gelişiminin 12 bin
yıldan önceleri başladığı ve ilk çiftçilik yaşamının 9-10 bin yıl önceleri
Anadolu’da başlatıldığının saptandığı belirtilmektedir.
Arkeolojik ve
genetik araştırma sonuçlarına dayanan Shinde ve diğ. 2019 araştırması
insanlığın kültürel gelişiminin 10 bin yıl önceleri Anadolu ve İran platosunda
başlatılıp, oradan dünyaya yayıldığını göstermektedir.
Bu plato daha önceki
onbinlerce yıllık dönemde buzul devri koşulları nedeniyle kar ve buz örtülüdür,
yaşamaya elverişli değildir. Anadolu’da çiftçilik kültürünü başlatan insanların
oraya yakın bir yerden gelmiş olmaları ve oranın da buzul devrinde yaşama uygun
bir yer olması gerekmektedir.
Bu ortam
Basra-Hürmüz arasından başka neresi olabilir?
79 yazarlı Sahakyan,
H. et al 2017: “Origin and spread of human mitochondrial DNA haplogroup” adlı
araştırmada
Kültürel gelişimin
Yakın Doğu (Anadolu, Bereketli hilal) bölgesinde başlatıldığı,
bu kültürün yaklaşık
11 bin 500 yıl önce Güney Asya'ya doğru yayıldığı,
daha sonra (~7- 8
bin yıl önceleri). Akdeniz bölgesi ve Avrupa'ya doğru yayıldığı,
Ukrayna- Kazakistan
bölgesinde gelişen Hint-Avrupa dilli kültürün çok daha sonraları oluştuğu ve
dünyaya yayıldığı belirtilmektedir
Ayrıca Shinde ve diğ
2019 Ukrayna- Kazakistan arası bozkırlarda 5-6 bin yıl önceleri gerçekleşen Hint-Avrupa
dilli kültürün oluşumunda Harappa (İndus Valley) kültürünün etkili olduğunun
anlaşıldığını vurgular.
117 kişilik diğer
bir uluslararası ekip olan Narasimhan et al 2019 araştırmasında ise, yine
arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, Orta-Asya Steplerinde
(Ukrayna -Kazakistan bozkırında) 5300 yıl önceleri Yamnaya bozkır kültürü
denilen ve göçebe çiftçiliğine dayalı bir kültür geliştiğinin saptandığı
gösterilmektedir. Bu Yamnaya kültürünün 4700 yıllardan sonra Avrupa ve Asya’nın
diğer bölgelerine yayılarak günümüzdeki duruma yaklaşıldığı yine aynı
araştırmada gösterilmiştir.
Hint-Avrupa dil
grubu 5-6 bin yıl önceleri Avrasya bozkırlarında oluşturulur. O dili
oluşturanların dillerinin ise Anadolu’daki çiftçilerin konuştukları dilden
kökenlendiği saptanmıştır. (Bak , Sahakyan, H. et al 2017, Shinde et al 2019,
Narasimhan et al 2019, Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003, Bouckaert et al. 2012 gibi arkeolojik,
genetik ve linguistik haplogrub analizleri araştırmaları)
Hint-Avrupa dilli
kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri
5 bin yıl önceleri başlar. Dolayısıyla Yunanlıların da Ege bölgesine gelmeleri
yaklaşık 3700 yıl önceleri olur. Halbuki o bölgelerde o zamandan önce pelasg
dedikleri bir halk yaşamaktaydı ve Anadolu komşuları gibi aglütine dilliydiler. Şu araştırma (Revesz, P.Z. 2016: A
computer-aided translation of the Phaistos Disk. İnternational Journal of
Computers. Vol 10, p.94-100) eski Girit toplumunun dolayısıyla pelasg dilinin Macarca,
Fince gibi aglütine bir dil olduğunu linguistik araştırmalarla göstermiştir.
Atlantis kültürü 11
500 yıl önceleri Indus Vadisi kültürünü etkiler, sonra ise İndus Vadisi kültürü
Ukrayna-Kazakistan arasında oluşan Yamnaya kültürünü etkiler. Yani İndus vadisi
kültürü Orta-Asya kültürü ile harmanlanmıştır. Bu karışımda gen aktarımının,
Orta-Asyadan Hindistana değil, İndus vadisinden Orta-Asya yönünde olduğu
saptanmıştır (Shinde et al 2019). İndus vadisinde 5 500 yılları öncesi yaşam
koşullarının kötüleşmesi, yoğun bir göçe neden olmuştur. Bu göç Afganistan
üzerinden Orta-Asya yönünde olmuş ve Orta-Asya insanları ile Hindistan’lıların
kültürel ve genetik harmanlanmasına yol açmıştır. Hint-Avrupa dil grubu bu
harmanlanmanın bir sonucudur.
“Oluşturma – Yönlendirme – Sahiplenme” bakış
açılarından Toplumsallaşmanın evreleri
115 ile 15 bin
yılları arasında dünyamızda egemen olan buzul devrinde önceki bölümlerde
anlatılan olaylar, insanları bazı noktalarda çok zor duruma sokmuş, ve o
zorluklarla başa çıkabilmek için, dinamik-sistemler-fiziği kuralı gereği, önce
karşılıklı iş-birliği, sonra da karşılıklı iş-bölümü yaparak, uygar davranış
sergileme bilgisi ve geleneği oluşturmuştur. Toplumsal davranış bu şekilde
ortaya çıkar ve “Bereketli Hilal” denilen bölgedeki “bereket” ortamı oluşur.
İnsanlığın Gelişim Tarihi-11.
Bölüm
“Bereketli Hilal” bölgesindeki toplumsal
gelişim.
Birlikte
işlem yaparak büyük işler başarabilmenin ilk örneği 11-12 bin yıl önceleri
yapılan Göbekli Tepede görülür. Atlantis-ovasındaki atalarından edindikleri
uygar davranış geleneğini, Anadolu’daki yerleştikleri yerde uygulayan insanlar
10-15 ton ağırlığında taş bloklar çıkararak, onları başka yere taşıyıp,
inançlarını simgeleyen figürler olarak muazzam görünüşlü ayin-ortamları ortaya
çıkarabilmişlerdir. Hem de çakmaktaşı haricinde başka bir alet kullanmadan.
Bilgiye
hasret insanlığın hayat hakkında oluşturdukları ilk bilgiler
Şimdiye
kadarki bölümlerde sunulan tarihsel geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeyen bu
insanlar, Hayat nedir? Canlılık nedir? Gibi sorulara cevap aramaya başlamıştır.
Bedenlerin
içinde hücre denilen minicik canlılar olduğundan habersiz olan insanlar,
“Oluşturma – Yönlendirme – Sahiplenme” konusunu “ruh” dedikleri bir faktörle
açıklamaya çalışmışlardır. Ruh canlık verendi, hareket ettirendi. Ama aynı zamanda
da düşündüren, bilincini, iradesini oluşturandı. İnsan diğer canlılardan faklı
olarak çok bilgi ve beceri sahibi olduğundan ruh özellikle insana mahsus bir
şey olmalıydı. Hayatın ölümle son bulmaması gerektiği, ruhun devam edeceği
inancını körüklemiştir.
Şimdi
dünyadaki ilk toplumsal davranış eseri olarak bilinen Göbekli Tepe ve diğer
eski arkeolojik yerleşim noktalarındaki gelişimlere bakarak o zamanın
insanlarının düşünce tarzlarını anlamaya çalışalım.
Göbekli-Tepe ŞanlıUrfa’nın yaklaşık 15 km kuzey-doğusunda bulunan 15 m yüksekliğinde ve 300 m. çapında bir tepedir. Bu tepe doğal olarak değil, tamamen insanların çabalarıyla oluşturulmuş yapay bir tepedir. Yani bir höyük söz konusudur.
Deniz seviyesinden yaklaşık 760 m yükseklikte, kireçtaşlarından oluşan bir yöre söz konusudur. Bu noktanın vurgulanmasının nedeni, insanların henüz çanak-çömlek gibi su taşımaya yarayan gereçleri henüz keşfetmedikleri bir zamanda, yani 11 600 yıl önceleri bu ayin alanın yapılmaya başlandığını belirtmektir.
Her
şeyden önce Göbekli Tepeyi yapan insanlar hakkında bazı önemli bilgiler
verilmesi gerekir.
•
İlk bilgi şudur: Göbekli Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak zorundadır, çünkü 14-15
bin yıl önceleri buzul devri koşulları nedeniyle Anadolu çok soğuk-ıssız bir bölgedir,
halbuki Atlantis Ovası çok yoğun bir insan nüfusu barındırmaktadır. Bu nedenle
Anadolu (ve komşu İran platosu) Atlantis-Ovalılar tarafından yerleşime
açılmışlardır. Yani Anadolu buzul devri süresince, yani 15 bin yıl öncelerine
kadar, minimum sayıda insan barındırır, ki onlar da çanak-çömlek henüz
keşfedilmediğinden sadece deniz kenarına yakın ırmak çevresindeki mağaralarda
yaşayabilenlerdir. Dolayısıyla Anadolu Atlantis ovasından göçen insanların
ana-vatanı olmuştur
•
İkinci önemli bilgi ise şudur: Göbekli tepeliler göçebe bir avcı-toplayıcı
toplumu değil, yerleşik hayata alışmış bir avcı-toplayıcı toplumudur. Çünkü:
Atlantis-ovalılar Buzul devrinin yaşama zor koşullarında “cennet gibi bir ülke
olan” Atlantis-ovasında gittikçe artan nüfuslarına yer açabilmek için
karşılıklı yardımlaşmayı keşfetmiş bir neslin torunudurlar.
•
Şöyle ki: Toba Felaketi özellikle kuzey yarı-kürede etkili olmuştur, çünkü
volkan patlaması kuzey yarı-kürede olmuştur ve kuzey-yarı-küre ile güney
yarı-küre tamamen farklı atmosfer döngüsüne sahiptir. Volkanik gazlar ve küller
atmosfer akıntılarıyla kuzey yarıkürede etkili olmuştur. Dolayısıyla
Atlantis-ovası insanları da bu felaketten çok etkilenmişler ve büyük nüfus
kaybı olmuştur. Yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da en son Homo sapiens sapiens
nesli ortaya çıkar ve dünyaya yayılmaya başlar. İlk yayıldığı Atlantis-Ovası
olmak zorundadır, çünkü en yakın ve en elverişli yer orasıdır. Bu yeni nesille
harmanlanan yeni bir Atlantis-ovalı nesil oluşur ve ovada yaşamaya başlar.
İnsanlık henüz çanak-çömlek yapmayı bilmediğinden, su kaynaklarından uzak
yerlerde yaşayamaz. Su ise sadece Dicle ve Fırat ırmakları boyunca vardır.
Halbuki ova çok geniştir ve çok daha fazla insan için yaşam ortamı olanağı vardır.
Ova çok verimli, iklim de ılıman olduğundan üzerinde zengin bir bitki ve hayvan
topluluğu vardır. Bu durumda avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan insanlar ovanın
her tarafında yaşayabilirler, ancak her tarafta su bulunmamaktadır. Ovanın her
tarafında bol bitki ve hayvan topluluğu var, ama oralarda içecek su yok. İnsan
nüfusu ise sürekli artıyor.
•
Toplum bir birleşme, ortak iş-yapma, dinamik sistemler fiziği terimiyle
“sinerjetik” eylem yapma işlevidir. Dinamik sistemler fiziği bölümünde açıklandığı
üzere, birlikte işlem yapacak öğeler zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkları
sürece, birleştirici bir kuvvet alanı ortaya çıkmaz.
•
Çevrelerinde bolca bulunan bu beslenme olanaklarından yararlanabilmenin tek
çıkar yolu düz ovadan akan ırmakların sularını kanallar kazarak, istedikleri
yere doğru uzatmak. Ama bu olay tek bir aile bireylerinin yapabileceği bir iş
değil, kesinlikle ortak bir davranış gerektirir. Nüfusu sürekli artmakta olan
insanlar bu zorluk karşısında dinamik sistemler fiziğinin birlikte işlem
yaparak zorluğu yenme kuralını uygular ve karşılıklı iş-birliği ile ovanın her
yerine su kanalları yapmayı başararak, toplumsal davranışın ilk adımın atar. Bu
durum yaklaşık 30-40 bin yıl önceleri veyahut daha sonraları gerçeklemiş
olmalıdır.
•
Eflatun’un eserlerinde böyle bir işlem yapıldığı ve Atlantis-Ovasının her
yerinin yaşama uygun duruma getirildiği anlatılmaktadır. Bu toplumsal davranış
bilgisi Atlantis ovalıların geleneklerine işlenmiş olmalı ki, ovadan göçe
mecbur kalıp, Anadolu’da Urfa yöresine yerleşen insanlar Göbekli Tepe’de
birlikte-iş yapma geleneğine uygulayarak 10-15 ton ağırlığında taş sütunları
taşıyıp, inançlarına uygun ayin ortamları hazırlamışlardır.
İşte
bu nedenle Göbekli Tepeyi yapan insanlar henüz tarım ve hayvancılık
keşfedilmediği halde, karşılıklı iş birliği içine girerek ortak bir projede bir
araya gelmişlerdir. Dünyanın diğer yörelerindeki avcı-toplayıcı insanlarda bu
yetenek henüz oluşmamıştır. Bu Atlantis-ovalı olmanın kazandırdığı bir
bilgidir.
Alanının
yapılması yaklaşık 11 600 yıl önce başlatılmış ve yaklaşık 10 bin yıl önce
üzeri taş-toprakla örtülerek terk edilmiştir. Yani yaklaşık 1500 yıl boyunca
kullanılmış bir alandır.
Kazı çalışmaları Göbekli Tepe’de 300 m.
genişliğindeki bir alan üzerinde,
En altta 11 – 12 bin yılları arası yapılmış
oval-yuvarlak şekilli mekanlar,
Üstte ise 10 - 11 bin yıllarında yapılmış
dikdörtgen şekilli mekanlar bulunduğu
ve tüm bu mekanların üzerlerinin yapanlar
tarafından sonradan çakıl ve toprakla kapatıldığını göstermektedir.
Mekanlar yaklaşık 10 metre çaplı yapılardan
oluşur ve duvarlarla çevrilidir. Boyu 5 metreyi, ağırlığı 10-15 tonu bulabilen
'T' formlu sütunlar duvarlar arasına ve alan ortasına yerleştirilmişlerdir.
Kazılar neticesinde bu mekanların altı tanesi ortaya çıkarılmış olsa da
jeomanyetik ölçümlerle en altta bulunan bu eski mekanların sayısının 20'yi
bulduğu biliniyor.
“T”
şeklindeki sütunlar açıkça insan vücudunun soyut bir tasviridir. Çünkü
sütunlarda kollar, eller ve kemer ve bel kıyafetleri gibi giysiler belirgindir.
Çevredeki sütunlar daha küçüktür, ancak merkezi sütunlara göre hayvan
kabartmalarıyla daha zengin bir şekilde dekore edilmiştir. Çevredekiler hep
merkezi sütunlara doğru "bakıyorlar".
Kalıntılar arasında insanların yediği etten arta
kalan birçok yabani hayvan kemiği, taş parçası, taş aletlerin yapımı ve
kullanımından kalan molozlar var. Ceylan, geyik gibi hayvanların kemiklerine
rastlanılan alan gösteriyor ki burayı inşa edenler, o dönemde yaşayan taş
baltalı avcı ve toplayıcılar. Yani Göbekli Tepe, tarım öncesi bir topluluğun
eseri. Kalıntılar arasında insanların yediği etten arta kalan birçok
yabani hayvan kemiğinin bulunması bu alanda yemek şölenlerinin düzenlendiğini
gösteriyor. Bu durum çok sayıda insanın burada olduğunu ispatlar.
Göbekli
Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak zorundadır, çünkü uygar insanlık davranışı
sergilemişler, birbirlerini rakip veya düşman olarak değil, karşılıklı
yardımlaşma içinde olan aileler olarak görmüşlerdir.
Göbekli Tepe'deki en tabandaki yapılar
birbirlerine tam yapışık değildir, aralarında insan geçecek kadar aralık
vardır. Ama üstteki genç tabakalarda yapılar (evler) birbirlerine bitişiktir.
Anadolu’da yapılan höyükler hep bu şekilde bitişik nizamlıdırlar. Dolayısıyla
Göbekli Tepe hem ayin hem yerleşim alanı olmalıdır.
Göbekli Tepe'de ölüler gömülmemiş, mezar yok,
cesetler dışarıda bırakılmış ve hayvanlar onları yemiş olmalı. Dolayısıyla
insanlar ruhun gökyüzüne gittiğine inanıyor olmalılar. Hindu kültüründe de
ölülerin yakılmasıyla ruhlarının göğe çıkacağı ve tekrar yeni oluşacak
canlıların yapılarında kullanılacakları, dolayısıyla hayatın bir doğum-ölüm
döngülü sistem olduğu inancı vardır. Orta Asya’da “Sky Burial” “gökyüzüne
gömülme” olarak adlandırılabilecek gelenekte, ölüler doğaya bırakılır. Bunda
amaç, ruhun yeni bir yaşam döngüsüne gireceği inancıdır. Reenkarnasyon
görüşü bu inançtan kaynaklanıyor olmalıdır. Hem Hindistanlılar hem
Orta-Asyalılar 10-11 bin yıl önceleri Atlantis Ovasından göçen kavimlerden
oluştuklarından, birbirine benzer inanç sistemlerine sahip
olmaları anlaşılır olmaktadır.
Daha
sonraki yıllarda oluşturulan höyüklerde, evlerin temellerinde çukurlar açılarak
ölülerin gömüldüğü görülmektedir.
Göbekli
Tepe’liler on-bin yıl önceleri Göbekli Tepeyi neden terk ettiler?
Göbekli tepe bir dağın yamacındaki bir burun üzerindedir ve zemin kireçtaşlarından oluşmaktadır. Kireç taşlı arazilerde su kaynağı bulunmaz. Göbekli-Tepe gibi bir yerde yaşayan insanlar su ihtiyacını ancak yakınlarındaki dağın tepesinde bulunun kar ve buzların ergimesiyle oluşup, yamaçlardan aşağı akan sulardan elde edebilirler.
Çevredeki dağların üzerinde hala kar ve buz
örtüsü vardır, çünkü buzul devrinden kalan kar ve buzlar ergimeye devam
etmektedir. Yamaçlarda sürekli su akıntıları oluşması çok normaldir ve
yamaçlardan gelen bu sızıntı suların toplanması için oyuklar yapılması
beklenir. Nitekim konaklama alanının çevresinde çok sayıda oyuk açılmıştır. Bu
oyuklar herhalde eğlence için açılmamışlardır. Çevredeki kayaçlar üzerinde
açılan oyuklar ise su biriktirme yerleri olmalılar. Dolayısıyla, 11600 yıl
buralara gelen insanlar, dağların yamaçlarından süzülen suları biriktirecek
oyuklar açarak su gereksinimlerini gidermişlerdir.
Konutların içlerinde de su toplama amaçlı
çukurluklar vardır ve bu çukurlukların bir tarafında bir kanal (oluk) bulunmaktadır.
Bunların dağ tepelerinde eriyen kar ve buz sularını biriktirmek için yapılmış
olması gerekir.
Buzul devri 15 bin yıl önce sona ermiş ve
dağların tepelerindeki kar ve buz örtüsü ergimeye başlamıştır. Buzulların
ergimesinin 7 bin yıl öncelerine kadar sürdüğü bilinmektedir. Urfa yöresindeki
dağlar çok yüksek olmadıkları için üzerlerindeki kar-buz örtüsünün erimesinin
9-10 bin yıl önceleri sona ermesi beklenir. Dolayısıyla Göbekli Tepenin
Kuzeyindeki dağların üzerindeki kar ve buz örtüsü yaklaşık 10 bin yıl önceleri
tamamen eriyip kaybolunca, Göbekli Tepe’liler uzun süre yaşadıkları yurtlarını
toprakla örtüp, daha uygun bir yere göçmek zorunda kalmışlardır.
İnsanlığın Gelişim Tarihi- 12. Bölüm
Neden 4 bin yıl
öncesine kadar olan yerleşimler Höyük şeklinde iken, sonraları büyük saraylar
ve onların çevresine dağılmış evler şeklindedir?
Bu sorunun yanıtı
hayata bakış açısında yatar.
İnsanlar, Anadolu
gibi bakir topraklarda karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı olarak on-iki bin
yıldan beri yaşamaktaydılar. Taa ki Sümerler denilen son Atlantisliler Basra
çevresinde tepeden yönetilen devlet sistemini ortaya çıkarana kadar. Sümerler
toplumların krallık denilen bir otoriter güç sistemince yönetimini öngörürler.
Bu görüşe varmalarının nedeni şu olmuştur:
Eskiden yaşadıkları
ortam gittikçe denize gömülmeye başlamıştır. Bunun nedeni olarak insanların
namus ve ahlaklarının bozulmuş olması nedeniyle, tanrıların onları
cezalandırması olarak düşünülmektedir. Adalarının gelecekte beklenen bir sel ve
tufanla tamamen gömüleceği endişesi içindeki halkın içinden biri, rüyasında bir
tanrının kendisine bir mesajda, bir “gemi” yaparak bu felaketten
kurtulabileceği bilgisini verdiğini söyler, ve buna uyan halk son sel
felaketinden kurtularak karaya çıkarlar (Basra çevresinde).
İşte bu şekilde doğal
felaketlerden korunmanın ilahi mesajlar alan kişilere (kral- sultan, lider, vs)
uyarak yaşamakla mümkün olduğu görüşü insanlık aleminde yer almaya başlar ve
tepeden yönetim şekli dünyaya yayılır.
Kral gücünü nerden alacaktır? Halkın
ürettiklerinden. Halk ürettiğinin çoğunu efendisine verir. Efendisi bu şekilde
çok zengin olur ve parayla yanına muhafızlar, askerler tutarak, hükmettiği
bölgeyi daha da genişletmeye çalışır. Ganimetçilik ve istila bu yönetim sisteminin
temelini oluşturur. Devlet denilen tepeden yönetimli sistem o tarihten beri
yaygınlaşmış ve günümüze kadar devam eden bir sömürü sistemi olarak hala
sürdürülmektedir.
Höyük kültürü
Anadolu’daki eski yerleşim yerleri genellikle höyük denilen tümsek yığışımlar şeklindedirler. Tümseğin yüksekliği 20-30 metreyi bulur. İlk yapılan evler yaklaşık 2 m yüksekliktedir. Evler birbirlerine yakın hatta bitişik olurlar. Bina yapımında kullanılan malzeme kerpiç, ağaç ve kamıştır. Tavan üst örtüsü kamış üzerine sıkıştırılmış kil topraktır. Evler tek katlı olup, eve giriş damda açılan bir delikten, merdivenle olmaktadır. Odaların içinde ocaklar bulunmaktadır. Yaklaşık yüz yılda bir evler yıkılıp, düzleştirilir ve üzerine yeniden yeni ev yapılır. Bu şekilde gittikçe yükselen tümsek şekilli höyük görüntüleri oluşur. Ölüler evin altına açılan çukura gömülürler. Ölülerin gömülmesi için sonraki asırlarda özel yerler (sonraları da mezarlıklar) oluşturulmuştur.
Şekil:
T-Sütunlarında ve heykellerdeki, yaşam-enerjisini simgeleyen yılan figürleri =
KUNDALİNİ. Canlılık enerjisinin Gövdenin alt-kesiminde başlayıp, beyin kesimine
kadar geliştiği düşünülmüştür.
Göbekli Tepeliler ile günümüz Hindistan halkı
arasında Kundalini denilen bir canlılık enerjisi simgesinin ortak olduğu
görülür. Her iki toplumun kökenlendiği yerin Atalantis-Ovası olması bu ortak
inanç sisteminin anlaşılır olmasını kolaylaştırır. Her ikisi de yaklaşık 11 500
yıl önce Atlantis-Ovasından göçe mecbur kalan kavimlerdirler. Biri kuzey-batıya
(Anadolu’ya), diğeri Güney-doğuya göçmüştür.
Bilgiye Övgü
anlamına gelen (Rigveda)
İndus-Vadisi-kültürünün 3 500 yıl öncelerinden kalma hayat görüşlerini
içerir. Bunlar arasında o zaman insanlarının kozmolojik bilgileri ve yaratılış
görüşleri ön sırada yer alır. Bereketli-Hilal-kültürünün 11-12 bin yıl önceleri
doğuya doğru İndus vadisi ve daha doğu yörelerine aktarıldığı genetik
araştırmalarla ıspatlanmıştır, Sahakyan et al 2017. Dolayısıyla Anadolu
halkının da benzer bir görüşte oldukları anlaşılmaktadır.
Gerek Göbekli Tepe, gerek diğer eski antik yerleşim yerleri kazıları, Anadolu’da yaşayan insanların karşılıklı etkileşimlerle toplumsal hayatlarını düzenlediklerini göstermektedir. Yani doğadaki dinamik oluşum sistemine uygun bir yaşam söz konusudur. Bir kral veya sultan gibi tepedeki birilerinin kulu-kölesi değildirler. Bu nedenle yapılan evler veya yerleşim bölgeleri sadece halkın kendileri içindir. Bu durum Anadolu’da yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar devam eder ve ondan sonra insanlar kendileri için değil, tepedeki bir efendi için yaşamaya başlarlar.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi-13. Bölüm – - Kutsallık
postuna bürünmüş kişilerce sahiplenilen devletler ve EFENDİ - KUL yaşam
sisteminin başlatılması
Sümerlerin Basra
yöresine gelmelerinden önceki geçmişi neden iyi bilinmez? Bilinmez, çünkü
jeolojik faktörler hiç dikkate alınmamıştır. Bu nedenle geçmişimizi mantıklı
analiz etmek istiyorsak, mutlaka jeolojik verilerden yararlanmak zorundayız.
Şekil: Sümerlerin
krallar listesi 8 adet tufan öncesi çok uzun ömürlü kral içerir. Tufan sonrası
kralların ömürleri ise önce birkaç binli yıllara, sonra birkaç yüz yıl ömürlü
krallara düşecek şekilde olduğu yazılır. (1922de
Larsa’da bulunan Weld-Blundell Prism, Ashmolean Museum, Oxford
İngiltere).
Sümer denilen bir
toplumun Basra-Yakınlarında Ortaya Çıkmasıyla tepeden yönetimli DEVLET anlayışı
başlamıştır.
Atlantis-Ovası adını
verdiğimiz Buzul-devrinin en yaşama uygun ortamı olan Basra-Hürmüz arası, 14
bin yıl önceleri tekrar denizle kaplanmaya başlayınca, ovada yaşayanlar
yukarıda açıklandığı üzere başka bölgelere göç ederek kurtulurlar. Ancak Sümer
denilen bir kavim yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar adalar üzerinde
yaşamına devam eder ve en sonunda onlar da 6-7 bin yıl önceleri Basra
yakınlarında karaya çıkarlar.
Sümerlerin tufan öncesi krallar listesi çok ilginçtir, çünkü tufan öncesi dönemde krallık merkezinin önce Eridug adlı bir yerde kurulduğu, sonra buranın düştüğü ve KRAL GEMİSİnin Bad-tibiria’ya götürüldüğü yazılıdır.
Buradaki sözcükleri
dikkatlice incelersek:
“KRALLIK MERKEZİN DÜŞTÜĞÜ” = o yerin denizle
kaplandığı, (Deniz düzeyinin yükseldiğini bilmeyen insanlar, adalarının suya
batmasını başka nasıl ifade eder?)
“KRAL GEMİSİnin
Bad-tibiria’ya götürüldüğü” = oradakilerin bir GEMİ ile başka bir yere
taşındığı
dolayısıyla bu
olayların bir denizel ortamda gerçekleştiği anlamı çıkmaz mı?
“Curuppag'da
Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. …
Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesi de
tamamen jeolojik ve arkeolojik olaylarla uyumludur. Şimdi bunu açıklayalım.
Anadolu’da 10-11 bin yıl önceleri toplumsal yerleşim yerleri var iken, neden onun Atlantis-Ovasıyla bağlantısını oluşturan Mezopotamya’da o zamanlara ait hiçbir yerleşim yok?
Haritada 9500 yıl öncelerine ait Anadolu ve Mezopotamya (ve
Basra körfezi) durumu görülmektedir.
Anadolu’nun merkez oluşturduğu Bereketli Hilal bölgesinde
(yeşil alan) 9-10 bin yıl önceleri oluşan ilk yerleşim noktaları görülürken,
sarı hatlarla gösterilen Mezopotamya bölgesinde hiçbir yerleşim noktası
bulunmadığı görülür. Halbuki o zamanlarda hala Basra-Hürmüz arası ortamdaki
adalarda yaşayan Sümerlerin gelişmiş bir uygarlığa sahip oldukları
anlaşılmaktadır, çünkü 6-7 bin yıl önceleri Basra yöresine çıktıklarında, çok
gelişmiş bir uygar toplum oldukları görülmüştir.
Basra körfezi de henüz denizle tam kaplanmamıştır. Ayrıca Zağros dağları ve Toros dağlarının yüksek kesimlerinde hala buzullar vardır.
Dağ buzullarının ergimelerinin en son aşamasına kalan buzul
kütleleri en büyük sel felaketlerine yol açarlar, çünkü içi su dolu balon
gibidirler (Glacier outburst flood) ve patladıklarında, yıkılan barajlar gibi
önlerine çıkan her şeyi sürükleyip denize taşırlar. Zağros ve Toros dağları
tepelerindeki buzulların ergimeleri 6 bin yıl öncelerine kadar sürer ve bu
nedenle Sarı-hatla çevrelenen bölge yerleşmeye uygun olmaz.
Dağ-buzulları ergimeleri sonucu oluşan bu sel taşkınlarının
egemen olduğu bu buzul ergime dönemi sona erip, en son büyük sel taşkınıyla
Basra körfezi içindeki en son bir yükseltide yaşayan Sümerler denize gömülen
adalarından sallar-kayıklarla kaçarak, Basra kıyılarında karaya çıkarlar ve
“denizden iki-ırmak yöresine geldiklerini” belirtirler (Ceram 1972) Ve ondan
sonra Mezopotamya denilen sarı-hatlı bölgede insanlar kentler kurarak yaşamaya
başlarlar.
“Curuppag'da
Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. …
Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesinin de
tamamen jeolojik ve arkeolojik verilere uyumlu olduğu anlaşılmaktadır.
Yani büyük tufan
denilen bir olay söz konusudur ve Sümerlerin krallar listesi verileri buna
uygundur. Sadece belirtilen ömürler buna uymaz.
Şimdi bu 5 tufan
öncesi krallık merkezinin, Meteor-araştırma gemisinin yaptığı Basra körfezinin
denizle kaplanma aşamalarını gösteren haritayla birlikte değerlendirsek,
Eridug merkezinin
Hürmüz Boğazına yakın yerdeki bir yükseltide (adada),
Bad-Tibira’nın 13-14
bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,
Larag’ın 11-12 bin
yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,
Zimbir’in 8-9 bin
yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,
Cruppag’ın da 6-7 bin yıl önceleri sulara
gömülen Basra’ya yakın bir adada kurulmuş merkezler olduğu ortaya çıkmaz mı?
Bu şekilde herşey
jeolojik ve arkeolojik bulgularla uyumlu ve anlamlı olmaz mı?
Çivi yazısı
tabletlerde “denizden iki-ırmak yöresine” geldiklerini belirten Sümerler (Ceram
1972), tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak
adlandırılırlar çünkü çıktıkları bölgedeki insanlara göre çok daha gelişmiş bir
yaşam düzeyine sahiptirler. Kendilerini “kara başlı halk” olarak tanıtan
Sümerler, yaşadıkları ülkeyi “ki-en-gi(-r) = place of the noble lords = asil-soylular-ülkesi” olarak
adlandırmışlardır.
Böyle bir ayrım
yapılması, asil-soylu, adi-soylu zıtlığının Sümerlerin tarihsel geçmişleriyle
ilintili olduğunu gösterir. Nitekim Sümerlerin krallar listesi tabletinde tufan
öncesi bir dönem yaşadıkları ve bu dönemde kutsal soylu oldukları için 8 tane
çok uzun ömürlü kralları olduğu yazılıdır. Her bir kralın 25-30 bin gibi
binlerce yıl hüküm sürdüğü yazılıdır.
Binlerce yıllık insan ömrü günümüz bilimsel görüşüyle açıklanabilir bir olgu olmadığından, eski zaman insanlarının bilgi ve inanç sistemleri konusunda çok dikkatli olmamız gerekir.
İnsanlığın
Gelişim Tarihi- 14. Bölüm-
100 bin yıl kadar süren buzul devri koşullarının ideal bir
ortamında yaşamaya alışmış insanlar, yaşadıkları bu güzel ortamı kaybetmelerini
nasıl yorumlarlar?
Bu durum “Cenneten kovulma” olarak geleneklere
işlenmiştir. Ahiret Hayatı Kavramı da bu
şekilde ortaya çıkmıştır.
Sümerler 70 bin
yıldan beri Atlantis-Ovası olarak tanımlanan Basra-Hürmüz arası düzlükteki
yükseltilerde yaşamışlardır. Buzul devrinde Atlantis-Ovası çok ılıman ve çok
verimli bir ova iken, Anadolu ve İran platoları kar ve buz örtüsü altındaydı. O
zamanın insanlarının Çakmak taşına ihtiyaç duyması ve bu taşın da Anadolu gibi
kar-buz örtüsü altındaki bölgelerden getirilmesi nedeniyle, dünyanın diğer
bölgelerinin yaşanılmaz, ama kendi yaşadıkları bu ortamın “cennet” gibi ideal
bir ortam olduğunun bilincindeydiler.
Buzul devri sona
erdiğinde ve deniz seviyesi yükselerek son sel felaketiyle adaları sulara
gömülünce Basra kıyısında bataklık bir ortama çıkarlar. Daha önceki cennet
şeklindeki yurtlarına hiç benzemeyen başka bir dünyaya geldiklerini görürler.
Eski yaşam ortamları onlar için bir cennet ülkedir. Neden yok olduğunu
bilemezler. Cennet ülkeden kovulup, başka bir dünyaya geldiklerini düşünürler.
Öteki dünya kavramı bu şekilde Sümerlerce ortaya atılır ve ondan sonraki
nesillere Nuh tufanı olayı olarak aktarılır.
Sümerlerin Krallar
listesi tabletinde “Krallık gökten indikten sonra…” ile başlar ve “5 şehirde 8
kral 241 000 yıl hüküm sürdü. Sonra sel silip süpürdü” cümlesiyle tufan öncesi
zaman özetlenir.
Burada dikkat
edilmesi gereken nokta, ortada çok büyük bir sel felaketiyle, binlerce yıl
sürdürülen bir yaşam sisteminin çok büyük bir sel felaketiyle silinip
süpürüldüğü, tüm izlerin yok edildiği vurgulanmaktadır. 100 bin yıl kadar süren
buzul devri koşullarında, ılıman iklimli ve her tür canlı yaşamına uygun olan
bir ortamda yaşamaya alışmış insanlar, yaşadıkları bu güzel ortamı
kaybetmelerini nasıl yorumlarlar? Bu durum “Cenneten kovulma” olarak
geleneklere işlenmiştir. Ahiret Hayatı
Kavramı da bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Sümerler Basra
çevresine çıktıktan sonra Eridu, Ur, Uruk gibi ilk kent devletlerini kurarlar.
Devlet diye bir sistem ilk defa Sümerlerce 5 bin yıl önceleri Basra çevresinde
oluşturulmuştur ve krallarca sahiplenip yönetilmektedirler. Sümerler Devletin
gökten gönderilen kutsal soylu ve uzun ömürlü kişilerce
sahiplenilip-yönetildiğine inanırlardı. Krallar tüm bölgenin ve üzerinde
yaşayan insanların sahibi ve efendisi olarak görülüyordu. İnsanlar krala ait
arazide çalışırlar ve üretirler; ürettiklerinin çoğunu efendilerine verirler ve
kalanıyla da kendileri geçinirlerdi.
Zombileştirmenin Başlatılması
İnançları gereği,
her devletin tepesinde asil-soylu bir kral vardır ve o kral devletin sahibidir.
Devlet denilen ve hep tepedeki birilerince sahiplenilen yaşam sistemi böyle
başlatılmıştır. Devletin sahipliği ve yönetimi, kutsal özlü sayılan krallara
aittir. Halk krala ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak
çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk
yetinip-geçinmek zorunda kalır. Kralın gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur
ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Tepedekilere riayeti
sağlamlaştırmak adına her millete (devlete) kendi dillerinde bir peygamberle Me
adı verilen bir kutsal kitap gönderildiği ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak
yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Devlet denilen ve tepedeki bir kutsal kişilikçe sahiplenilen sistemde tüm güç tepedeki kralda olunca, tepedekiler bu mali güç sayesinde özel görevliler tutarak, tüm halkı ve onların davranışlarını kontrol etme olanağına kavuşurlar. Halk kendi emeği ile oluşturduğu gücü tepedekilere verince tepedeki halkın “parasıyla” halkı baskı altında tutacak görevliler (asker vs.) tutarak, halkın ayaklanması veya karşı çıkmasını sürekli engellemiştir. İşte o tarihten beri dünyada hak-hukuk kalmamıştır. Tepedekiler bu olanağı sonuna kadar kullanıp, halkı sömürmeye ve kendileri şatafat içinde yaşamaya başlarlar.
Halkın bir zombi
gibi davranıp, tepedeki efendisine körü-körüne itaat etmesini sağlamak için
gökten kendilerine ilahi mesajlar geldiği, bu kutsal mesajlara uyularak
yaşayanların ahiret hayatında çok mutlu bir ebedi hayat yaşayacağı gibi dinsel
bilgileri ilk ortaya atanlar da yine Sümer Kralları olmuşlardır.
Bu durum devletler
arasındaki mücadelelerde fark yaratır, çünkü kutsal kitap hükümlerine göre
yaşayanların ölümden sonraki hayatta cennette yaşanılacağı inancı savaşlardaki
askerlerin mücadele azmini muazzam etkiler.
Tüm bu inanç
sistemlerinde insanlara şu görüş aşılanmaktadır: Yaratıcının emirlerine göre
yaşanırsa öldüklerinde cennete gideceklerdir. Yaratıcının emirleri arasında,
onun görüşlerini yaymak için diğer kavimlerle yapılan savaşlarda ölenlerin de
şehit olacakları ve cennete gidecekleri şeklinde hükümler bulunması çok
düşündürücüdür. Çünkü tüm insanlığın değil, belli kavimlerin çıkarlarının ön
plana alındığı açıkça bellidir.
Bu yapılırken insanlara “hırsızlık yapmamak,
insan öldürmemek, vs.” gibi iyi niyet kavramları sunulmuştur. Ancak bu iyi
niyet terimlerinin tüm insanlık için olmadığı aşikardır, çünkü, inandıkları
kutsal kitap görüşünü yaygınlaştırmak için başka kavimleri öldürmek sevap
sayılmakta, cennetle ödüllendirilmektedir.
Kutsal görüş uğruna savaşırken ölenlerin
“şehit” olacakları ve öteki dünyada cennete gidecekleri vaadi tepedeki
efendilerin ganimetçilik hırslarının bir göstergesi değil midir?
Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan
insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin,
insanlara öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır?
Sümer
krallar listesi tabletlerinde görüldüğü üzere, Sümerler “Oluşturma –
Yönlendirme – Sahiplenme” konusunda tamamen dışsal bir sistemin doğada egemen
olduğu şeklinde bir bilgiye sahipler. Ve bu bilgi önceki 13 bölümde aktarılan
jeolojik-astrofiziksel-biyolojik-nörofizyolojik gibi doğa-bilimsel verilere
tamamen terstir.
Sümerlerin
oluşturduğu bu yaşam modeli insanların yaşamında maalesef çok etkili olmuştur.
Günümüzde de hala tüm devletler hep tepedekilerce sahiplenilmeye devam
edilmektedir. Anadolu kültürünün ürünü olan ahilik gibi meslekler arası
örgütlenmeye dayalı toplumsal sistemler hep bastırılmıştır.
Doğada her varlık nasıl davranması gerektiğini
kendi deneyimlerine göre kendi belirler. 4 bin yıl öncesine kadar insanlar da
böyle yaşamışlardır. Ama 4 bin yıldan beri insanlara tepedeki bir EFENDİden
gelen yönlendirmelere uyarak davranmaları şeklinde tam ters yönde bilgi
verilerek, mantıkları çarpıtılmış, kul-köle yapılmışlardır
İnsanlığın kültürel gelişim grafiği
insanlığın ne zaman “doğal” = “doğru” yolda ilerlendiğini, ne zaman bu doğal
güzergahtan sapıldığı çok net olarak göstermektedir.
(K)
noktası, kuantsallık güzergahında gelişen insanlık kültürünün, tepedeki kutsal kişilerce sahiplenilen
devlet-sistemine sapma noktasıdır.
Bu sapma tam anlamıyla bir
doğru yoldan yanlış yola sapma olayıdır. Yani gelenek-göreneklerimizin
bozulmaya başladığı zamandır.
Şöyle ki:
4500 yıl öncelerine kadar
insanlar HÖYÜK denilen ortak yaşam yelerinde kendi evlerinde yaşamışlar,
öldüklerinde evlerinin tabanında (veya ortak bir mezarlıkta) açılan bir çukura
gömülmüşlerdir.
Ama Kutsallık postuna
bürünmüş kralların sahiplendiği DEVLET sistemine sapıldıktan sonra,
insanlık artık özgürlüklerini kaybetmişlerdir. Bunu kesin olarak
söyleyebiliriz, çünkü Leonard Woolley’in 1920-1930’lu yıllarda antik
Ur-kentinde yaptığı kazılarda şunlar gözlenmiştir:
Kraliyet mezarlarında ölen kral veya kraliçe
tüm malı ve mülkü ile gömülmüşlerdir. Gömütler arasında sadece değerli eşyaları
değil, müzisyenler, at-arabaları ve sürücüleri, onlarca kadın ve erkek
hizmetçi, vs. bulunmaktadır. Bu insanlar diri-diri mezara gömülmüşler ve
üzerleri toprakla örtülmüştür.
Kuantsallık Dönemi
Höyük şeklinde yaşam süren toplumlar
karşılıklı olarak birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları bilinciyle yaşarlar.
Birbirlerini rakip olarak değil, hizmetlerine ihtiyaç duyulan yaşam ortakları
olarak görürler. Çünkü değirmenci olmazsa un olmaz; madenci olmazsa kazma-kürek
yapılamaz; Kazma-kürek olmadan sebze-meyve-tahıl yetiştirilemez; dokumacı
olmazsa elbise yapılamaz, çömlekçi olmazsa su taşınamaz, yemek pişirilemez, vs.
Tüm bunların hepsini tek başına yapmak ise, hem çok verimsiz olur, hem her
insanın her işi yapacak doğal yeteneği yoktur. Bu nedenle höyük yaşamlı
insanlar dinamik sistemli, yani karşılıklı etkileşime ve tabana dayalı olarak
yaşamışlardır.
Bu basit gerçeği görmemek olanaksızdır. Ve
Bereketli Hilal’de HÖYÜK kültürü içinde yaşayanlar bunun farkındadırlar. Bu
gerçeğe göre yaşayan insanların Bereketli Hilal’de bulunduğu höyük kültürü
oluşumlarıyla kesin olarak anlaşılmaktadır.
Ama kutsal (asil) soylu ve adi soylu gibi
ırkçılığa dayalı bir kavramın oluşturulması ve bu asil soyluların toplumların
yönetimini ele geçirmeleriyle insanların mantıksal sistemleri alt-üst olmaya
başlar.
Toplumlar artık birer mal-mülk gibi
görülmeye, alınıp-satılmaya başlanır. Kulluk-kölelik dönemi başlamıştır.
İnsanlığın
Gelişim Tarihi-16. Bölüm
Atlantis-Ovası dediğimiz Basra-Hürmüz-Ovası biri
özgürlüğe, diğeri köleliğe dayalı iki farklı zıt kültürel gelişim oluşumuna
yataklık etmiştir:
Birincisi Atlantis-Ovasının düzlüklerinde
yaşayan insanların yaklaşık 12 bin yıl önceleri başlatılan göçlerince
oluşturulan ve Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerinde yeşeren ve
yaklaşık 4-5 bin yıl öncelerine kadar Anadolu’da egemen olan kültürdür;
Bu göldeki adalarda yaşayanların, deniz yükseldikçe, daha kuzey-batı yönlerindeki adalara göç ederek, sürekli adalar üzerinde yaşamaya devam ettikleri Sümer krallar listesi kayıtlarından anlaşılmaktadır.
Şöyle ki:
Tufan öncesi ilk Sümer krallığı Eridug’dadır;
sonra Eridug düşer (batar) ve krallık gemisi Bad-Tibiria’ya götürülür.
Sonra Bad-Tibira düşer (batar) ve krallık
Larag’a götürülür;
Sonra Larag düşer (batar) ve krallık Zimbir’e
götürülür;
Sonra Zimbir düşer (batar) ve krallık
Cruppag’a götürülür;
Ve en son tufandan sonra da İki-Irmak (Basra)
yöresine çıkılır.
Anlaşılacağı üzere, Sümerler sürekli olarak
adalar üzerinde yaşamışlar ve en son ada da batınca, Basra yöresinde karaya
çıkmışlar.
Adalar üzerinde yaşayan Sümer kültürü ile,
ova düzlüklerinde yaşayanların zaman içinde farklı kültürler geliştirdiği
anlaşılmaktadır. Önceki bölümlerde belirtildiği üzere, ova-düzlüklerinde
yaşayanlar karşılıklı-ortaklık ve hizmet-alışverişlerine dayalı (yani günümüz
tanımıyla kuantsal sisteme uygun) bir kültür geliştirmişlerdir. Halbuki
Sümerler asil-soyluluğa (kutsallığa) ve tepeden yönetime dayalı otoriter sistem
kültürü oluşturmuşlardır.
Bu nedenle Kutsallık Kuantsallığın tam
tersidir.
Sümerlerin Krallar listesi tabletinde
görüldüğü üzere, Sümreler toplumları tepedeki kutsal kişilerce güdülmesi
gereken hayvan sürüleri olarak görmüşlerdir.
Kutsal soylular her şeyin sahibidirler,
insanlar onlara hizmet için yaratılmıştır. (Çamurdan yaratılış konusunu
hatırlayın.)
İşte insanların “doğru yoldan sapmaları” bu
şekilde kutsallığa bağlı tepeden yönetim sisteminin hayata sokulmasıyla
başlatılmıştır.
Zaman geçtikçe insanlar biraz daha
“akıllanmışlar” ve kulluk-köleliğe isyan ederek, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik”
hakları talep etmeye başlamışlardır. Kutsal kralların yerini “lider” denilen
insanlar almışlardır.
Ama tepeden yönetim sistemi hep korunmuştur.
Zamanla kutsal insanın yerini zengin insan almıştır.
Şimdi
bir soru: İnsanlık 4500 yıl öncelerine kadar neden çok hızlı bir gelişim
gösterebildi?
İnsanlık doğadaki dinamik sistemler
fiziği kurallarına uyarak,
1. Maksimum Enformasyon
Prensibini uyguladı ve patlamalı (üstel = eksponansiyel) bilgi oluşturma
evresine geçti.
2. Yine dinamik sistemler
fiziğinin zor durumlar karşısında karşılıklı uzlaşmaya giderek bir ortak
görüşte birleşti ve güçler üst-üste çakışarak bir güç-KUDRET sistemi
oluşturuldu.
İnsanların 4500 yıl öncelerine kadar
karşılıklı-etkileşimlere ve bilgi oluşturmaya dayalı bir gelişim içinde
olduğunun delilini Göbekli Tepe ve diğer Anadolu- höyüklerinde ortaya çıkan
arkeolojik verilerden çıkartabiliriz. Şöyle ki: gerek Göbekli Tepede gerek
Çayönü gibi eski höyüklerde kafataslarına çok önem verildiği görülmektedir.
Neden? Çünkü “bilgi” denilen düşünce ve davranış belirleyicilik faktörünün
kafa-içinde olduğunun farkındadırlar.
Göbekli Tepelilerin “Bilgiye” önem
verdiklerini gösteren diğer bir veri de, insanı tasvir eden T-şeklindeki
sütunlardır. Sütunlar insanı simgelediklerine göre, bu sütunlar atalar-kültü
geleneğinin söz konusu olduğu anlamına gelir. Atalara saygı ise, çoğu
bilgilerin atalardan devralındığının bilinmesidir ki, yine o eski zaman
insanlarının “bilgi” edinmeye verdikleri önemi akla getirir.
Sonra insanlığın düşünce sisteminde çok büyük
bir hata oluşmuş olmalı. İnsanlık tabana dayalı, içsel faktörlerle (yani
Doğa-İçi-Güç sistemiyle) değil de, dışsal bir Doğa-Dışı-Güç-sistemiyle
yaratılıp-yönlendirildiği şeklinde bir görüşle Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ)
etkisi altına girmiş olmalı. Çünkü TBÖlü sistemler tüm toplumsal ve ekolojik
sorunların kaynağıdır ve bu nedenle insanlık o zamandan beri hem doğal sisteme
zarar verecek tarzda davranmaktadır hem de toplumsal sorunlar yumağı içine
sürüklenmiştir. Ve hala da bu sorunlar içinde boğularak yaşamaya devam
etmektedir.
Birincisi
Höyüklerin incelenmesinden geçer. Şöyle ki:
Kültepe
arkeolojik verilerinin sunduğu olanak: Kültepe’de iki farklı yerleşim vardır.
Biri yerel halkın yaşadığı eski tarihli höyük kesimidir; diğeri MÖ 2000’li
yıllardan sonra kurulan Karum adlı yeni yerleşimdir. Eski yerleşimde tüm evler
birbirlerinin benzeridir. Yeni yerleşimde ise insanlar arasında zenginlik
düzeyine bağlı farklı yapılar, saraylar vs. Vardır. Dolayısıyla doğal sistemin
tapulanması ve sahiplenilmesinin başlatıldığı, zenginlerin “Efendiler” olarak
farklı muamele gördükleri anlaşılmaktadır.
İkinci yöntem,
insanlık tarihindeki gelişimlerin hızlarındaki değişimlere bakmak: Şöyle ki:
İnsanlığın
kültürel gelişim tarihi bir grafik tabloda izlendiğinde şekildeki gibi bir
görüntü ortaya çıkar.
Grafikte
görüldüğü üzere insanlığın bilgi oluşturma hızı yaklaşık 50 bin yıl önceleri
patlamalı (üstel=eksponansiyel) yükselme aşamasına (II. Evre) geçmiştir ve (1) nolu
güzergah boyunca ilerlemektedir. Ama (K) noktasına gelindiğinde (yani yaklaşık
4500 yıl önceleri) bu hız, ilerlemesi gereken güzergahtan sapar ve daha yavaş
bir hızla (III. Evre) devam eder. Bu da 4000 yıl önceleri insanlığın düşünce ve
davranış sisteminde çok önemli bir olay olduğunu gösterir. Bu olay ise doğal
sistemin yönlendiricilik faktörünün tabana bağlı, karşılıklı etkileşimli
olmaktan alınıp, tepedeki bir sisteme tepeye bağımlı kılınmaya başlanmasıdır.
(Bir
ara bilgisi daha: III. Evredeki yavaş gelişme, yaklaşık 5 asır önce
Rönesans-reform geçiren toplumlarda tekrar yükselişe (IV. Evre) geçişe olanak
sağlarken, böyle bir Rönesans ve reform yapamayan toplumların hala III. Evre
hızıyla yaşamaya devam etmekte oldukları görülmektedir.)
Yani yaklaşık
4-5 bin yıl öncelerine kadar:
•
İnsanlar arasında eşitlik ve kardeşlik-arkadaşlık ruhu var; kimse diğerinden
üstün görülmüyor,
•
Doğa ile iç-içe ve tüm doğal sistemle
birlikte karşılıklı ilişkili bir hayat yaşanıyor,
•
Doğa ve dünyanın parsellenip
sahiplenilmesi gibi bir durum yok.
Ama insanların oluşturdukları bu çarpık
“devlet” sistemi içinde, bazı meslekler hor görülürken, bazıları çok saygın
kabul edilirler. O zaman bu insanlar nasıl gerçek bir toplum oluşturabilirler?
Bir toplum içindeki tüm insanlar değerlidir.
Her bir insanın farklı olması, toplum hayatında binlerce farklı meslek olması
nedeniyledir. Hücreler herkesi müzisyen veya matematikçi yetenekli yapsaydı,
balıkçı, hamal vs. gibi meslekleri kim yürütürdü?
5 bin yıldan beri
insanlığın kültürel gelişim hızında düşme görülmesinin nedeni ise şu olmuştur:
Toplum
hayatı tepedeki birileri tarafından sahiplenilince,
Kamu
malları hor kullanılmaya başlanmış,
Tepedekilere
yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,
Halk
bilgisiz bırakıldığından verimli üretim olmamış,
İnsanlar
arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine
yabancılaşmışlar,
Hak
ve hukuk sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,
“Devletin malı deniz, yemeyen keriz” sistemi
oluşmuş,
Yani
günümüz toplumlarında görülen tüm toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni,
“Devlet” denilen tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.
MÖ 650lerde hüküm süren Ashurbanipal’in
Ninova'daki kraliyet kütüphanesindeki yazıtı: “Ben, Ashurbanipal, evrenin
kralı, tanrıların zeka bahşettiği, bilimsel bilgi edinmenin en uzlaşmacı
ayrıntıları için delici zeka sahibi, bu tabletleri hayatım ve ruhumun refahı
için Nineveh'teki kütüphaneye, kraliyet ismimin temellerini sürdürmek için
yerleştirdim.” —
Görüldüğü üzere, devletlerin
başına geçenler kendilerinin özel yaratılmış kişiler olduğuna inanırlar ve
halklarını da inandırırlar.
İnsanlığın kültürel gelişim eğirişinde
“Reform” güzergahı olarak işaretlen bir hızlı gelişme görülür. Bu hızlı
gelişmenin nedeni, tepedekilerin halkı tam dışlamayıp, “özgür düşünme ve fikir
üretme, eşit haklara sahip olma, toplumun insanların vergileriyle
sürdürülebildiği, vs“ gibi yukarıda sıralanan olumsuz faktörlerin bir kısmının
ortadan kaldırılmasıyla sağlanmıştır. Ama tepeden sahiplenilen “devlet”
anlayışı korunmuş olduğundan, kendi halkını değil de, komşu devlet halklarını
sömürme işlemleri aynen devam etmektedir.
Karşılıklı etkileşim ve tabandakilerce
yönlendirilme sadece insanlar arasında değil, insan ve tüm diğer varlıklar
arasındaki ilişkileri de kapsar. İnsan hücreleri çevredeki tüm diğer organik ve
inorganik varlıklarla etkileşim içindedir, çünkü besin kaynağını doğadaki
moleküller oluşturur. Doğadaki moleküller ise çevredeki değişim-dönüşümlerden
etkilenerek sürekli değişirler. Bu değişimler doğrudan insan sağlığını etkiler.
Şöyle ki:
Beslenme ve bağırsak
florası sindirim sistemini bozabilmekte, bunun sonucu bağırsak hareketlerini
düzenleyen sinirsel sistem bozulmaktadır, Obata, Y. et al. (2020).
Hücre içinde bozulan
proteinlerin yok edilmesini sağlayan organeller aşırı ozmotik basınçla zarar
görmekte, hücre sağlığı bozulmaktadır. Yasuda, S. et al (2020)
Sindirim sistemindeki
mikro-organizmaların salgıladıkları kısa-zincirli-yağ-asitleri insanların
iç-saat sistemini etkilemektedir. Gün-ışığı döngülü davranışlı olan
mikro-organizmalar beslenme tarzları onların iç-saat sistemlerinde değişiklik
yapmakta, bu da doğrudan beden sağlığına yansımaktadır, kalp hastalıkları,
kanser, zihinsel bozukluklar, vs. Tahara, Y. (2020)
İnsanlığın Gelişim
Tarihi-17. Bölüm
Atlantis olgusu
jeolojik- arkeolojik ve genetik gibi 3 farklı bilim dalının ortaya koyduğu bir
gerçektir. Şimdiye dek sadece arkeolojik veriler dikkate alınmış ve ona göre
toplumsallaşmanın merkezinin Bereketli hilal yöresinde olduğu gösterilmişti.
Ama medya bu arkeolojik gerçeğe rağmen Atlantis’i Atlas Okyanusu, Cebeli Tarık
bölgesi, Santorini, vs gibi Bereketli-Hilal merkeziyle hiç ilişkisi olmayan
yerlerde arayan senaryolarla dolup taşmıştır.
Günümüz olanaklarıyla geçekleştirilebilen HAPLOGRUP analizleri sonucu,
jeolojik bilgilerle birleştirilip, arkeolojik verilere eklenince tam geçek
ortaya çıkmış olmaktadır. Konunun şüphelenilecek hiçbir yanı artık kalmamıştır.
Şimdi bu yeni
HAPLOGRUP analizleri konusunu sizlere tanıtalım.
Her insanın genlerinde, atalarının dünyanın nerelerindeki
nesillerden etkilendiğinin kayıtları vardır.
Haplogrup-analizlerinin geçmişimizi tasarlamadaki önemi
60-70 bin yıl
önceleri dünyaya yayılmaya başlayan insanların nerelerde yerleşmeye başlayarak
günümüz insanlarına evrildiklerini jeolojik, genetik, linguistik ve arkeolojik
verilerden yararlanarak ortaya koymaya çalışalım.
Genetik araştırmalar
konusunda bir ön-bilgi
Bir genetik araştırmacı olarak halen California-USA da çalışan Thomas
Le’den “haplogrup” genetik araştırmaları hakkında öz bir bilgi alalım. Makale
uzun olduğundan kısaltılarak özetlenmiştir.
“Ben Asyalıyım, ailemin kökleri Güneydoğu Asya'dadır. Ama benim
anne-haplogrubum- B5a1a – yaygın olarak kuzey Meksika Kızılderilileri arasında
bulunur.
Peki beni Kızılderililere bağlayan nedir?
12.000 yıl önce insanlar Asya'dan Alaska'ya göç ettiği için annelik (mitokondria-dna) grubumu birçok Amerikan yerlisiyle paylaşıyorum.
Herkes mitokondrisini annesinden alır. Diğer DNA parçalarının aksine,
mitokondriyal DNA'nız çekirdeğin dışında bulunan tek DNA türüdür. Bu nedenle,
mitokondriyal DNA'nız diğer DNA türleri ile birleşmiyor. Mitokondriniz doğrudan
annenizden miras kaldığı ve çok az rekombinasyondan geçtiği için, aynı anne
haplogroupu her akrabanızla paylaşacaksınız. Örneğin, sen, annen, kardeşin, kız
kardeşin, anne teyzen, anneannen, vs. hepsi seninle aynı anne haplogroup'u
paylaşır. Ve bu anne haplogroup nesiller boyunca belirli bir yer ve zamanda tek
bir mutasyona kadar uzanır.
(Yani binlerce yıl önce bir annenin mitokondrisinde bir mutasyon
olduysa, o mutasyon onun soyundan olan herkeste devam eder. Binlerce yıl önce
Doğu-Asya’daki bir kadının mitokondrisinde gerçekleşen bir mutasyon, onun
soyundan bazılarının Bering boğazından Amerika’ya göçmesiyle Amerika yerlileri
arasında yayılır, Güney-doğu-Asya’ya göç eden çocuklarıyla Çin- Endonezya vs.
yayılır. Ama Amerika’ya göç eden kadınlar arasında başka türde mitokondria
mutasyonları da var olacağından, herkes aynı haplo-grupta olmaz.)
Baba-haplo-grup belirlenmesinde Y kromozomu iş görür. Y kromozomu
cinsiyet belirleyici kromozomdur, erkeklere babalarından miras kalır. Bir
erkeğin Y-kromozomunun bir yerinde bir mutasyon geçekleşirse, bu mutasyon onun
soyu boyunca devam eden nesillere aktarılır. Taa ki onun soyundan birilerinde
aynı yerde başka bir mutasyon olana kadar. O zaman grupta çatallanma başlar ve
yeni alt-gruplar ortaya çıkar.
Örneğin, bir popülasyonun Afrika'dan ilk göç ettiği ya da başka bir
grubun coğrafi olarak izole edildiği zaman olabilir. Haplo-grup analizleri bu
mutasyonlara dayanarak atalarınızın izini sürebilir, çünkü bunlar belirli
dönemlerde ve farklı coğrafik konumlarda meydana gelmiştir.
Günümüz DNAları insan fosili kemiklerinden elde edilen DNAlarla kıyaslanarak, o zamandan beri geçirilen mutasyonlar saptanabilinmektedir. En eski fosill DNA-lar 200.000 yıl öncesine dayanıyor ve Etiyopya'daki Omo Kibish'te bulundu. Genetik ve paleontolojik kayıtlara göre, Homo sapiens sapiens 60.000-70.000 yıl önce Afrika'dan Avrasya kıtasına göç etmeye başladı. Bu göçmenlerin bazıları Hindistan kıyıları boyunca hareket ederek 50.000 yıl önce Güneydoğu Asya'ya ve oradan da Avustralya'ya ulaştılar. O zamandan beri, farklı mutasyon olayları ve farklı dağılma yollarıyla türümüz yayıldı.”
Yukarıdaki şekilde mitokondria-haplogruplarının
dünyadaki dağılımı görülmektedir. Afrika en eski oluşum merkezi olduğundan L1,
L2, L3, M eski haplogrupları egemendir. Diğer haplogruplar Afrikadan yola çıkan
analarda daha sonra oluştuğundan oluştukları bölgelerde ve de onların
torunlarnın sonradan göç edecekleri yörelerde yaygın olarak görülürler.
Bu farklı haplogrupların ne zaman ve ilk defa nerede ortaya çıktıkları
yandaki slaytta kısaltılmış olarak gösterilmiştir.
En eski oluşan Y-kromozomu haplogrupları (A, B, C) yüz bin yıldan çok
daha önceleri Afrika’daki atalarımızda oluşmuşlar ve onların göçleriyle
Asya-Avrupa üzerinde dünyaya yayılmışlardır.
Ana ve baba haplogrupları faklı gelişim gösterirler. Bu
nedenle her insan iki farklı haplogruba sahiptir.
İnsanlığın
Gelişim Tarihi-18. Bölüm-
Dil gruplarının
tarihsel gelişimlerin anlaşılmasındaki aydınlatıcı rolleri
İnsanların
konuştukları dillerde sözcükler zamanla değişir, ama dilin genel yapısı pek
değişmez. 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanların
atalarının, türkçe gibi aglütine dil dediğimiz bir dil konuştukları
anlaşılmaktadır.
115 bin ile 15 bin
yıllarını kapsayan Buzul devrinde kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz-arası
Atlantis ovası içinden iki ırmak geçtiğinden çanak-çömlek gibi su taşıyıcı
gereçlerden yoksun olan insanlık için en uygun yaşam ortamıdır.
İnsanlar arası
ticaret yaşam için çok gereklidir. Çakmak taşı hem kesici alet, hem de ateş
yakmak için çok gereklidir. Ama her yerde bulunmaz. Ayrıca iklimsel değişiklik,
kuraklık gibi diğer doğal olaylar insanlar arasında savaş gibi zorunlu
karşılaşmalar oluşturmuştur. Tüm bu olaylar genetik bilgi alışverişlerini
etkilemiş ve haplogruplar iç-içe girmişlerdir.
Listelerde en üst
sırada gösterilen haplogruplar Afrika’da 100 bin yıl önceleri, diğer gruplar
ise son yüz bin yıl içinde oluşmuşlardır. Son yüz bin yılda ise dünyamızda
buzul devri egemen olduğundan, 15 bin yıl öncesine kadar insanların yoğun
olarak yaşadığı bölgeler Afrika ile Asya’nın Güney bölgeleridir, çünkü Avrupa
ve Kuzey Asya buzul örtüsü altındadır.
Dolayısıyla Afrika haricinde insanlığın Asya’da yoğun olarak yaşayabileceği bölgeler çok sınırlıdır. Nedeni ise şudur: Asya’nın güney kesimi Toros, Zağros ve Himalaya dağa kuşakları ile çevrilidir ve bu dağ kuşaklarının üzerleri de buzul devri koşulları nedeniyle buzul örtüsü altındadır. Bu dağ-kuşağı tepelerinin çevresi ise yine yüksek platolar şeklinde olduklarından, üzerlerinde buzul olmasa bile, yılın 10-11 ayı boyunca kar örtüsü bulunmakta ve yaşama uygun olmamaktadır.
Linguistik = Dil
Grupları açısından Yaklaşım:
Deney şöyle
yapılmıştır:
Yani doğal olarak
insanlar bir dil oluşturmaya başlasalar, SOV sıralamalı bir dil ile hayata
başlayacaklardır. Bu SOV dil grubunun diğer önemli özellikleri
araştırıldığında tam-aglütine (bitişken veya eklenmeli) denilen bir dil grubu
olduğu ortaya çıkar
Şimdi konunun iyi anlaşılması için
tam-aglütine-dil grubunu diğer dil-gruplarında ayıran özellikleri gösterelim:
Tam-aglütine
dillerin özellikleri
Tam-Bitişimli dilleri diğer dillerden ayıran
önemli özellikler şunlardır:
1- Cinsiyet ayrımı yoktur, “O” deyince,
hem erkek, hem kadın, hem çocuk anlaşılır. Halbuki diğer dillerde “er (he), sie
(she), es (it)” gibi ayrım vardır.
2- Ses uyumludurlar,
3- “Ben kalemi kırdım” şeklinde
“Özne-sübje-yüklem” dizilimi vardır. Diğer dillerde “I broke the pencil” gibi
“Özne-yüklem-sübje” dizilimi vardır.
4- Sayı sıfatlarından sonra gelen
sözcüklerde çoğul eki yoktur, “bir çocuk”, ”beş çocuk” denir, “5 çocuklar” değil.
İndo-german dilde ise: “1 Kind” “5 Kinder” denir.
5- Sözcüklerin arkasına birden çok
eklentiler yapılarak, farklı anlamlı ifadeler elde edilir. Örnek
“Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle
anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben”
şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir. Fincede “Juoksentelisinkohan”
gibi tek bir sözcükle aktarılan kavram İngilizcede “I wonder if I should
run around aimlessly” gibi 8 sözcükle ancak ifade edilir.
6- Aglütinasyon diğer dillerde de kısmen görülür; örn. Çocuk-luk = child-hood bir eklenmedir. Ama “çocukluktaki” denilmek istendiğinde, “in childhood” veya “during childhood” gibi sözcüğün önüne eklemeler yapılır. Tam-aglütinasyon yoktur.
Şimdi bu çok farklı iki dil grubunun ne kadar karşıt yapılı olduğunu bir tümcenin bu iki dil grubundaki ifadeleriyle gösterelim:
“Otelimizin karşısındaki dükkanda gördüğüm
bir elbiseyi denemek isterim” Bu ifade Türkçede 8 sözcükten oluşur. İndo-german
dillerde bu ifade en az iki katı sözcük kullanır. Üstelik bir dilde en başta
yer alan sözcükler, diğer dilde en sondadır.
Halbuki aynı dil grubuna ait iki dilde (Fransızca ve İngilizce) bu tümce ifade edildiğinde, sözcüklerin birbirlerine ne kadar benzer konumda olduğu görülür.
İşte 60-70 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkan Homo sapiens sapiens’in ortaya çıktığı bölgede günümüzde de hala tam-aglütine bir dil konuşulduğu bilinmektedir. Modern insanların atalarının geliştiği bu Doğu-Afrika bölgesinde, bantu dil ailesine ait, aglütine Swahili dili konuşulmaktadır. Örnekler:
Dolayısıyla oradan dünyaya yayılan insanların
da en azından yolculuklarının başlangıcında aglütine bir dil konuşmaları
beklenir. Asya üzerinden Amerika’ya geçen insanların da aglütine dilli
oldukları görülmüştür. Örn. Peru
And dağları ve Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan quechua halkları
arasında, tam aglütine bir dil konuşulmaktadır: Maqachinakurkan = They let each other be beaten = döğdürüldüler.
Niger–Congo languages.
Bantu languages.
Turkic languages.
Turkish.
Basques
language,
Fince,
Estonyaca, Macarca
Kartvelian languages.
(Gürcüce, Lazca, vd.)
Dravidian languages.
Tamil, Sanskrit.
Austronesian languages.
Tagalog.
Indigenous languages of
the Americas. Algonquian languages.
Eskimo–Aleut languages.
Berber languages.
İnsanlığın
Gelişim Tarihi-19. Bölüm
Hint-Avrupa veya
İndo-German dil grubunun ortaya çıkışı ve eski kültürleri istila etmeleri.
Günümüzde hala devam eden sömürgeciliğin - emperyalistliğin Avrupalılarca
başlatılması.
Dünyada iki dil grubu egemenliği vardır: Birincisi aglütine dil grubudur. İkincisi Hint-Avrupa dil grubudur.
Slaytta
belirtildiği gibi, Avrupa toplumlarının dili 5-6 bin yıl önceleri
Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarda yaşayan göçebe toplumlarca
oluşturulmuştur.
Hint-Avrupa dil grubunun 5-6 bin yıl önceleri Avrasya bozkırlarında oluşturulduğu, O dili oluşturanların dillerinin ise Anadolu’daki çiftçilerin konuştukları dilden kökenlendiği şu arkeolojik, linguistik ve genetik haplogrub analizleri araştırmalarıyla saptanmıştır: Sahakyan, H. et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al 2019, Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003, Bouckaert et al. 2012.
Kutsallık, Irkçılığa yol açar ve asil soylu olduğunu savunan
Bozkır-Göçebeleri istilacılığa başlarlar
Buzul devri
sonrasında, Güney Hindistan-Seylan bölgesi ile İndus-vadisi boyunca da insan nüfusu
artışı gelişmiş ve Harappa kültürü denilen yerel bir kültür İndus vadisi
boyunca MÖ. 3binlerde ortaya çıkar ve MÖ. 1300lerde sona erer. Bu vadideki
kültürel gelişmenin sona ermesinin nedenleri pek bilinmemektedir. Ama insanlık
tarihinin yönlenmesinde çok büyük etkisi olmuştur. Çünkü İndus vadisinde
yaşayan insanların Batı-Afganistan üzerinden Orta-Asya’ya göçleri sonucu
Orta-Asya steplerindeki toplumlarla karışmıştır. Hindistan kültürüyle Avrupa
kültürü karışımı olan Hint-Avrupa dilli kavimlerin ortaklığı Yamnaya kültürü
adı verilen yeni bir kültür oluşturulmasına yol açmıştır.
Harappa uygarlığı
etkisi altındaki insanlar zamanla kuzey-batı yönünde
(Afganistan-İran-Türkmenistan üzerinden) Orta-Asya ile etkileşmişlerdir. Bu
şekilde Kuzeydeki steplerde yaşayan toplumlar hem Atlantis kökenli, hem de Hint
kökenli kültürle tanışıp, bu kültürlerin harmanlanmasından oluşan karma bir
kültür oluşturmuş olmalılar. Hint-Avrupa veya İndo-german denilen dil grubu
böyle bir karışımdan oluşmuştur. Bu konuda şimdiye dek Atlantis-Ovası diye bir
temel kültür gelişim noktası dikkate alınmadığından, objektif bir değerlendirme
yapılamamıştır.
Yamnaya Göçebelerinin Dünyayı İstila
etmeleri
Tunç devri başında
at gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı hayvanın evcilleştirilmesi, toplumlar
arası ilişkileri çok hızlandırır. At gibi hızlı bir hayvanın evcilleştirilmesi
tunç gibi çok sert ve dayanıklı maddenin yaşama girmesiyle birleştirilince,
fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur. Bu kolaylaştırma özellikle askerlerin
yiyecek-giyecek-yatacak gibi çok gerekli ve karşılanması zor konularda muazzam
yeni olanak sağlamasıyla ilgilidir. Atın eti ve sütü yiyecek ihtiyacını, atın
çektiği bir araba giyecek ve çadır gibi konaklama gereksinimini
karşılamaktadır. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumlar muazzam bir
fark yaratırlar.
Mezopotamya, Anadolu
gibi bölgelerde yaşayanlar genelde sürekli yerleşik bir toplum hayatı
sürdürürken, Karadeniz kuzeyindeki ve Orta-Asya’daki steplere genelde göçebe
hayatı daha yaygındır. Göçebe hayatında at en önemli unsurdur, çünkü yer
değiştirmede çok kolaylık sağlar. Dolayısıyla kuzeyin steplerinde yaşayan
toplumlar savaş tekniğinde daha avantajlıdırlar.
Tunç gibi sert ve
dayanıklı maddenin keşfiyle zırh-mızrak gibi güçlü silahların ortaya çıkışı ve
at gibi hızlı koşan ve ağır yük taşımaya uygun havanın evcilleştirilmesi
dünyadaki dengeler hızla değişmeye başlar.
Yaklaşık 5 bin yıl
öncelerine kadar Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da etkili ve
egemen olmuştur. Ama 5300 yılından sonra bu bölgelerdeki dengeler değişmeye
başlar.
Çünkü:
(1) Sümerler
kutsallığa dayalı tepeden yönetilen Devlet sistemini ortaya çıkarırlar ve
(2) 5500 yıl önceler
Kazakistan’da at evcilleştirilir ve ganimetçiliğe dayalı devlet oluşumlarının
önü açılmış olur.
İnsanlığın Gelişim Tarihi- 20. Bölüm
Bizler geçmişimizi bilmezsek, “Su başlarını tutan canavarlardan”
kurtulamayız.
Tarih kitapları 3-4
bin yıllık geçmişimiz hakkında bilgi verirler. Dinsel bilgiler ise 5 bin yıl
önce insanlık ortaya çıkmış gibi bir geçmişten söz ederler.
Halbuki insan denilen
canlı türü 2.5 milyon yıl önce Doğu-Afrika’da ortaya çıkmıştır, yani atalarımız
birer zenciydi.
Hayat bu ilk
insanlarla da başlamadı, onlardan önce de hayat vardı, örneğin 200 milyon yıl
önce insan, koyun, keçi gibi memeli canlılar yoktu, ama dinozor denilen
sürüngenler vardı.
Dinozorlardan önce de
hayat vardı, ama onların çoğunluğu denizlerde yaşayan böcekler alemine aitti.
Yani hayat karaya yaklaşık 400 milyon yıl önceleri geçebilmişti, daha eskiden hayat
sadece denizlerdeydi.
Denizlerdeki bu
canlıların çoğunluğu midye, deniz kestanesi, kerevit, ahtapod, salyangoz gibi
omurgasızlar denilen bir gruba aitti. Balık gibi omurgalılar çok azdı.
700 milyon yıl
öncesinin dünyasında hayvan denilebilecek hiçbir canlı yoktu ve denizlerde
sadece amip, bakteri gibi tek hücreli canlılar vardı.
3.8 milyar yıl önceki
dünyaya bakıldığında ise, dünyada hiçbir canlı varlık yoktu.
5 milyar yıl öncesine
gidecek olsaydık, dünyamızın da kaybolduğunu görecektik.
Peki bu bilgiler kesin
mi? Bunlara kesinlikle inanabilir miyiz?
Evet, kesinlikle
doğru, çünkü bu bilgiler yaratıcının kendi kitabı olan
YERYUVARI-ARŞİV-SAYFALARINDA kayıtlıdır. Bu kitap silinemez, ve başka türlü
okunup-yorumlanamaz, ve dünyadaki her millet tarafından aynı şekilde okunup,
aynı şekilde anlaşılır.
Geçmişimizi bilmek, okullarda okutulan ve sadece 3-4 bin yıllık insanlık tarihini kapsayan bilgilerle mümkün değildir. Milyarlarca yıl öncelerine uzanan geçmişimiz hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekir, çünkü hücrelerimizin genetik kayıtlarında tüm bu eski zaman koşullarını anımsayan veriler vardır. Bu görüşün doğru olduğu şu şekilde açıklaması bulunan Haeckel prensibinde görülmektedir.
Şekilde:
(1) numarada hayatımızın tek bir hücreli safha
ile başladığı, yani 2 milyar yıl öncesine ait bir atıf,
(2) numarada tek-hücreli yaşamdan çok hücreli
yaşama geçiş aşamasına, yani 650 milyon-yıl öncesine ait bir atıf,
(3) numarada balıklar,
böcekler, sürüngenler gibi canlılarla ortak geçmişimize, yani 500milyon-yıl
öncesine ait bir atıf,
(4) numarada sürüngenler,
memelilerle ortak geçmişimize, yani 350 milyon yıl öncesine ait bir atıf,
(5) numarada
memelilerle ortak geçmişimize, yani 200 milyon yıl önceki atalara ait ortak
bilgileri göstermektedir.
Son sırada ise primata
denilen canlı grubunun ayrıldığı 50-60 milyon-yıl öncesinden beri devam etmekte
olan durum görülmektedir.
Yani yukarıdaki temel bilgiler her insan ilk öğrenmesi ve hayatında uygulaması gereken en temel bilgilerdir. Bu bilgilere sahip olmadığımız için birbirimizle ortak bir toplumsal sistem anlayışında birleşemiyoruz. Çünkü, anlaşıp-uzlaşmalara dayanan milyar yıllık bir geçmişin ürünleri olduğumuzun farkında değiliz.
Şimdi bu temel
bilgilerden sonra günümüz dünyasına geri dönüp, değerlendirmelere devam edelim.
Herodot’un meşhur
tarih kitabında şunları yazdığını biliyor muydunuz?
“Batı Anadolu’da
Yunan kolonileri kuranların içinde hiç kadın yoktu, erkekler Karyalı kadınlarla
evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Greklerin Karya soyundan geldiği
anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un
Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı
değildir. Grekler Karya’ya hâkimdiler ama halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi
ve kendi yerel dillerini konuşurlardı” (Zangger 2019)
Aşağıda biz Anadolular ve komşularımız için dikkat edilmesi ve
bilinmesi gereken önemli noktalar vurgulanacaktır.
Yamnaya Göçebeleri
Sümerlerin ortaya koydukları güçlü krallık sistemleri ve de hızlı at-arabaları
sayesinde muazzam bir istila gücüne kavuşurlar. Halbuki ilk Atlantis-Ovalı
göçleriyle dünyaya yayılmış topluluklar hala karşılıklı
hizmet-alışverişleriyle, tepede bir güç merkezi olmayan bir hayat
sürdürmektedirler.
Hint-Avrupa dilli
kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri
5 bin yıl önceleri başlar.
Tepedeki krallar
paralı askerleriyle kolayca tüm Avrupa ve Asya’daki krallıksız toplumları
istila etmeleri pek kolay olur ve İndo-german dilli toplumlar dünyaya egemen
olmaya başlarlar.
Hint-Avrupa
(İndo-german) kültürü Ukrayna- Kazakistan arası bölgede 5500 yıl önceleri
oluşmaya başlar. At gibi hızlı ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi,
yaşamı çok hızlandırır. Çünkü tunç gibi çok sert ve dayanıklı madde At gibi bir
hayvanın evcilleştirilmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış
olur.
Kuzeydekiler özel
yetiştirilmiş paralı askerler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler
eşeklerin çektiği arabalarla işlerini görebilirler. Böyle olunca da
at-kültürüne sahip olan toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya
göçebeleri yağmacılığı oluşturulur.
Devlet denilen
tepeden sahiplenici ve yönlendirici hayat görüşü Yamnaya Toplumu ile birlikte
düşünülünce, yanına birkaç bin paralı asker toplayan kabileler (devlet
sahipleri) karşılıklı ortaklık içinde yaşayan barışçıl toplumları kolayca
istila etmeye başlarlar.
Biz Anadolular için batımız ve doğumuzun hangi indo-german dilli kavimlerin istilasına uğradığını bilmemiz gerekir.
Batıda Yunanlılar 3600 yıl
önceleri kuzeyden Ege bölgesine inerler ve Atlantis kökenli yerli halkın
(Pelasg’ların) tepesine çökerler. Önce Girit adasında gelişmiş olan Minos
uygarlığını yerle-bir ederler.
Sonra Bodrum, Efes,
İzmir, Bergama, Truva gibi önemli ticaret merkezlerini ele geçirirler.
Herodotos’a göre
(1.146) Batı Anadolu’da Grek kolonileri kurulurken işin içinde Yunanistan’dan
hiçbir kadın yoktu, erkekler de Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales
veya Herodotos gibi Karya’nın şehirlerinde doğmuş ünlü Greklerin yarı Karyalı
olduğu ve Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un
(1.171) Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı
değildir. Her ne kadar bu dönemde Grekler Karya’nın kıyı kentlerine hâkim
idiyse de, halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini
konuşurlardı. (Zangger 2019)
Sonra Karadeniz’e
geçip, Sinop, Giresun, Trabzon gibi kentlerde ticaret merkezleri kurarlar.
Vs
MÖ 334de Büyük
İskender fetih ve istilalara başlar, bir yıl sonra Anadolu, 2 yıl sonra Suriye
ve Mısır, 3 yıl sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl sonra Türkmenistan ve
Afganistan ele geçirilir ve 8 yıl sonunda Hindistan’dadır.
Bir kralın 8 yılda
Balkanlardan Hindistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır?
Bunun olması devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması,
halkın devleti hiç sahiplenmemesi gerçeğinden kaynaklanır.
Bulgarlar türk
kökenlidir ve Anadolu’daki Türkmenler (aleviler vs) ile birlikte eskiden beri balkanlarda
yaşamaktadır. Sonradan slav kültürü etkisine girmişlerdir. Benzer şekilde
balkanlardaki, batı Avrupa’daki birçok ulus sonradan slavlaştırılmış,
germanlaştırılmış, abglo-saksonlaştırılmış, vs. Batı Avrupa’da kendi öz
benliğini koruyan tek Bask toplumu kalmıştır.
Doğu bölgemizdeki istilacıları da bilmemiz gerekir. İran platosunun ilk sakinleri Azeriler, Elamlılar, Afşarlar, Kaşkaylar, Halaçlar gibi aglütine dil konuşan kavimlerdir. Persçe (farsça) indo-german dil grubundandır ve persler de yaklaşık 4 bin yıl önceleri kuzeyden gelerek İran platosuna yerleşmiş bir istilacı kavimdir.
Anadolu’nun
doğusunda bulunan Atlantis-Ovalıların toprakları MÖ binlerde yine kuzeyden
gelen İndo-german dilli bir kavim tarafından (Persler) istilaya uğrar.
Perslerin kurduğu ilk devlet Med-krallığıdır ve Anadolu’nun Doğu kesimini de
istila eder. Farsça ya yakın dil konuşan Kürtler ya o zaman oralara yerleşirler
veyahut fars kültürü etkisi altına giren yerli halktırlar. Ermeniler için de
aynısı geçerlidir.
Gürcüler, Lazlar,
Çerkezler, Çeçenler, Dağistanlılar ise
aglütine dillidirler dolayısıyla yerli kavimlerdir.
Yamnaya kültürünün
temsilcileri olan Hint-Avrupa dilli kavimlerin kendilerini “uygar” olarak,
diğer toplukları ise “barbar” olarak tanımlayarak o bölgelerin ilk sakinlerini
aşağılamaları, dünya insanlığı için ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunun
tarihsel bir belgesidir. Bu tarihsel yanlışlığın yapılmasındaki suçun büyük
kısmı ise, o zamana kadar dünyada en etkili olan aglütine dilin en yaygın
temsilcisi olan Türk-devletleri yöneticilerindedir. Çünkü Avrupalılar Rönesans
ve reformla geleneksel hatalarını törpüleyip, halkını bilgi oluşturmaya teşvik
ederken, Türk yöneticiler halkın dilini değil, kavm-i necip (asil-ırk) olarak
gördüklerinin dillerini kullanmışlar ve halkının tamamen bilgisiz kalmasına
neden olmuşlardır.
Tüm tarih boyunca
Anadolu ve Mezopotamya toprakları altında saklı olan geçmişimizden habersiz
olarak yetişen bizler, batılılar bize ne dedilerse onlara dayanarak tarihimizi
yorumladık. Sonuç ise günümüzdeki kendine güveni olmayan, yabancı hayranlığı
içinde yaşayan bir halk topluluğudur.
M.Ö. on üçüncü
yüzyılın sonlarına doğru, uluslararası sistem yıkılmaya başlar. Orta Doğu’daki
büyük imparatorluklar ile küçük devletler arasındaki temaslar özellikle
ticareti çok geliştirir. Ancak sistem, elit kesimi çok zengin ve fakirleri daha
da fakir yapan bir sistemdir. Bu nedenle giderek artan sayıda insan
borçlarından kaçmak için şehirleri terk etmeye başlar ve habiru gibi haydut
gruplar oluştururlar.
Kuraklık gibi
faktörlerin de hayatı zorlaştırması bu sosyal gerginliğe eklenince haydutluk ve
soygunlar çığ gibi artar ve MÖ 1200lerde Anadolu’daki Hititler,
Ege-Bölgesi’deki Mikenler gibi birçok uygarlığın yıkılmasına neden olur.
Yıkımlar Mısır’a kadar çok etkili olur ve doğudaki Asurlar, Babiller ve Elamlar
en az zararla kurtulurlar.
Bu sosyal felaket
“Deniz halkları istilası” ve “Tunç-devri-çöküşü” olarak tarihe geçer. MÖ
1210larda başlayan bu olaylar, MÖ 1140lara kadar sürer.
Şimdi böyle bir
“asil-soylu efendi insanlar nesli” kavramıyla beyinleri yıkanmaya başlanılan
insanlığın tarih içindeki serüvenlerini görelim.
İnsanlığın
Gelişim Tarihi-21. Bölüm
Atalarımız “kul sıkışmayınca hızır yetişmez”
diye bilinen bir özdeyiş oluşturmuşlardır. Bu özdeyiş doğadaki oluşum ve
gelişimleri fiziksel ve matematiksel parametreleriyle açıklayan Dinamik
Sistemler Fiziğinin ilkelerinin bir özetidir.
Önceki bölümlerde insanlığın uygar davranışa
geçişinin Buzul devrinin zor koşullarında yaşamaya mecbur kalan insanların, bu
zor koşullarla başa çıkabilmek için dinamik sistemler fiziğinin kurallarına
uygun olarak karşılıklı iş birliğine girerek insanlığı hızlı bir kültürel
kalkınma içine soktukları gösterilmişti.
Bu hızlı kalkınma, yaklaşık 4.500 yıl önceleri duraksamaya başlar, çünkü Sümerler toplum hayatı yönetimini karşılıklı etkileşimden tepeden yönetilen sisteme, yani kuantsallıktan kutsallığa, dönüştürmüşlerdir. Tepeden yönetimli sistemlerin tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html adresli makalede net bir şekilde gösterilmiştir.
Görüldüğü üzere kutsallık görüşüne dayalı
tepeden yönetim tamamen bir sömürü sistemidir. Hem kendi halkını sömürür, hem
de komşu devletler istila edilerek ganimetçilik yapılır. Bu sistemin 5.000 yıl
önceleri Sümerlerce ortaya çıkarılmasından sonra hızla dünyaya yayılır, çünkü
insanlık doğal olayların ve doğal felaketlerin nasıl oluştuğu konusunda bir şey
bilmemektedir. Bu sistem ise DÜG sisteminin temsilcilerinin insanlara bu konuda
yararlı olacaklarını vaat etmektedirler.
Sümerlerde her kentin bir kralı olması,
yaratıcının her topluma kendi diliyle bir elçi gönderdiği inancına dayanır. Bu
inancın etkisiyle, ırkçılığın yanısıra, dinsel ayrımcılıklar da ortaya çıkar.
Sümerlerdeki gibi kent devletlerinin zamanla
birçok kentin birleşmesiyle bölgesel devletlere dönüştürülmesiyle, dinsel
anlayışta da değişimler olur ve yaratıcının belli ırkları seçip, onların
soylarını desteklediği şeklinde inançlar gelişir. Vs.
At gibi çok hızlı ve güçlü bir hayvanı evcilleştiren
Ukrayna-Kazakistan bozkırları toplukları (Yamnaya Göçebeleri) bu görüşe
ulaşınca, sömürü ve talanla tüm dünyayı elde etmeye başlarlar. At gibi bir
hayvana sahip olmayan Anadolu gibi Akdeniz ve Orta-Doğu toplumları kuzeyden
gelen bu talancılar karşısında aciz kalırlar ve onların egemenlikleri altına
girerler.
Avrasya bozkırları indo-german (Hint-Avrupa)
dil grubunun doğum bölgesidir. Dolayısıyla, hangi kavimlerin dünyada bu talana
katıldıkları, konuştukları dillerden anlaşılmaktadır.
Aryan dedikleri asil bir ırka mensup
olduklarını iddia eden bu bozkır-göçebeleri, 5 bin yıl öncelerinden başlayarak
Avrupa-Anadolu- İran gibi güney ülkelerini istilaya ve kendi kültürlerini
istila ettikleri yöre halklarına aşılamaya başlarlar. Tüm Avrupa’da bu çok etkili
olmuştur ve eskiden aglütine dil konuşan yerli halklar İngilizce, Almanca,
Fransızca, İtalyanca, Rusca, Yunanca gibi indogerman (hint-Avrupa) kültürü
altına girmişlerdir. Batı Avrupa’da buna direnebilen tek toplum Bask halkı
olmuştur. Doğu Avrupa’da Macar’ların durumu karanlıktır, Hun imparatorluğundan
sonra mı kaldılar, yoksa Bulgarlar, Anadolu Türkmenleri gibi Atlantis-Ovalı
kökenli miydiler, henüz bilinmiyor. Ama Vinça kültürünün Atlantis kökenli
olması gerekliliği düşünülünce, Orta-Avrupa’nın ilk yerel halklarının aglütine
dilli olmaları beklenir. Nitekim Bulgarlar eskiden Türkçe gibi aglütine dil
konuşurken, sonradan kuzeyden gelen Hint-Avrupa kültürünü kabul etmişlerdir.
Bulgarlar gibi, diğer bir çok toplumun da aynı şekilde sonradan slavlaştırıldığı
veya diğer indo-german diller etkisine girdikleri anlaşılmaktadır.
Günümüz teknolojisiyle insanların soy
geçmişlerinin genetik haplogrub analizleriyle belirlenebilmesi, çok ilginç
sonuçlar vermektedir. Örneğin Girit adasında günümüzde yunan kültürü egemendir.
Ama Girit adasında 4-5 bin yıl önceleri oluşturulan Minos uygarlığı halkının
kökeninin Anadolu halkı ile akraba olduğu ortaya çıkmıştır (Hughey, J.R.,
Paschou, P. et al. 2013). Girit’teki Minos uygarlığını oluşturanların aglütine
bir dil kullandıkları daha sonraki şu araştırmayla ıspatlanmıştır: Revesz, P.Z.
2016: A computer-aided translation of the Phaistos Disk. İnternational Journal
of Computers. Vol 10, p.94-100. Bu araştırma eski Girit toplumunun dilinin Macarca,
Fince gibi aglütine bir dil olduğunu linguistik araştırmalarla göstermiştir.
Yani Avrupa kıtasının ilk yerleşik
toplumlarının Gedik 1992 yayını ile ortaya konulan Atlantis-Ovalılar olduğu
genetik araştırmalarıyla tamamen desteklenmektedir.
Anadolu’da ve İran’da yaşayan farklı etnik
kökeni gruplar için de aynı durum söz konusudur. Birçok genetik araştırma,
Sahakyan et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al 2019, insanlığın
kültürel gelişim merkezinin Anadolu olduğunu ve oradan hem batıya, hem doğuya
yayıldığını göstermektedir.
Bunlardan özellikle Fars kimliğine odaklı
Grugni, V., Battaglia, V. et al. 2012 araştırmasında şu yazılıdır:
“Fars kimliği, yaklaşık 4 bin yıl önce İran'a
gelen Hint-Avrupa Aryanlarını ifade eder. Fars dili ve kültürünü İran
platosunun yerel toplumlarına yaydılar.”
O yayında vurgulandığı üzere, Fars kültürü, kuzeydeki Yamnaya-göçebelerinden koparak güney bölgelerini istila edip, üstün-ırk özellikli olduğunu savundukları kendi kültürlerini yerel halklara empoze eden bir sömürgeci kavimdir. Doğu Anadolu’daki Kürt gibi etnik grupların dillerinin Hint-Avrupa dil grubundan olması, Bulgarların slav kültürü kabul etmelerine benzer. Çünkü tüm komşularında (Gürcü, Azeri, Türk, vs.) aglütine diller konuşulmaktadır.
Biz Anadolu insanları, en az 12 bin yıldan
beri bu topraklarda yaşaya gelmiş binlerce farklı kavmin karışımından oluşan
bir nesiller karışımıyız. Her bir-
Genetik analiz sonuçlarını gösteren şekilde
bu durum çok net olarak görülür.
Hindistan, Afrika gibi insanlık göçlerinden
az etkilenen ülke insanlarının genetik profilleri oldukça basit ve sadedir.
Ama Anadolu ve çevre ülkelerinde durum
tamamen farklıdır. Ve en fazla çeşitlilik de Anadolu halkında görülür.
Günümüz Türkiye’sinde 40’a yakın farklı etnik
kökenli insan bir arada yaşamaktadır. Bunların hepsinin kanlarında (yani
gerçekte genomlarında) Anadolu’da tarih boyunca yaşamış binlerce farklı ırk ve
dinsel görüş sahibinin kalıtsal verileri vardır. Yani bizler tam bir
çorbayız. Dolayısıyla bizler böylesine
karmaşık bir ırksal ve dinsel görüş çeşitliliğinin tam göbeğindeyiz. Öyle bir
toplumsal hayat modeli önermeliyiz ki, tüm bu farklı ırksal ve dinsel öğelerin
hepsini kapsasın ve hiç-birine ters gelmesin. Hepsi kabul edebilsin ve ortak
bir hayat görüşü çerçevesinde birleşerek, mutlu bir toplumsal birlik oluştursun
ve dünyaya örnek bir model ortaya koysun.
İnsanlığın Gelişim Tarihi-22. Bölüm
Dünyada uygarlığı başlatan bir ulus, tarihsel geçmişini nasıl unutur hale sokulmuştur?
İnsanlık her birkaç asırda bir gerçekleşen
istilalarda kral soyunun değişmeleriyle sürekli bir çalkantı içinde yaşamıştır.
Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumunda olan Anadolu halkı bu istilalardan
en çok etkilenen insanlardan oluşmaktadır. İstilacılar tepedeki efendi kesimini
oluşturduklarından, halk ister istemez tepedekilerin kültürü etkisi altında kalmış
ve kendi öz-benliğinden uzaklaştırılmış olmalıdır.
MÖ. 2binli yıllarda Hitit’lerin Hatti’leri
istilasıyla başladığı belgelenen bu Efendi-değişimlerinin daha eskiden kaç defa
gerçekleştiği hakkında bilgi-belge henüz yoktur. Ancak ondan sonraki yıllarda her
birkaç asırda bir tekrarlanmıştır.
Benzer şekilde tüm Avrupa ve
Anadolu bu şekilde zaman içinde farklı yönlerden gelen kavimlerce işgal
edilerek, yerel halk kontrol ve baskı altına alınmıştır. Basklar bunun en
batıdaki örneğidir. Anadolu halkı da, Truva savaşları, Pers-Yunan savaşları,
İskender imparatorluğu, Bizans imparatorluğu gibi bir çok devlet istilası
altında kalarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
İlk-Alevilik diye bir kavram
oluşturmamın nedeni budur. Çünkü ilk-Alevilik animizm olarak bilinen ve doğal
sistemin canlı olduğu, ve insanın da bu canlılık sisteminin bir parçası olduğu
şeklindeki çok eski bir hayat görüşüne sahiptir. Yani efendi-kul ayrımı ve
öteki dünya hayatı diye bir anlayış yoktur. Bunun en güzel delilini, tüm
yerleşim yerlerinin höyükler şeklinde olması oluşturur. Höyüklerde tüm eveler
birbirlerinin aynıdır ve efendi gibi birilerine ait bir saray benzeri yapı
bulunmaz.
Anadolu’da Yörük ve Türkmenlerin
çok eski zamanlardan beri yaşadığını destekleyen altı delil aşağıda sunulmuştur.
Birinci Delil: “Şartamhari Metinleri” veya “Shamsahara tableti”
MÖ. 2291
ile 2255 arasında Akad imparatoru olan Naram-Sin, tahta geçtikten sonra
imparatorluğunu genişletmeye başlar ve bunun için Anadolu’daki 17 kral ile
savaşarak onları yener ve imparatorluğuna katar. Bu galibiyeti anlatan bir
yazılı tablet oluşturularak önemli krallık merkezlerine bırakılır.
Naram-Sin bu savaşla ilgili olarak üç tablet yazdırmış ve bu tabletler tarihe Mücadelenin Kralı anlamına gelen “Şartamhari Metinleri” olarak geçmiştir. Bu metinler; Mısır Tel El Amarna, Mezopotamya Babil ve Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’de bulunmuştur. Hattuşaş’ta bulunan ve ilk 7 satırı kırıklıktan dolayı okunamayan metin Akad dilinden Hititçeye çevrilmiş bir halde bulunmuştur. Naram-Sin Şartamhari metinlerinde 17 Anadolu Kralından bahseder. Bizim için asıl önemli olan 15. Satırda bulunan “Türki Kralı İlşu-Nail” ibaresidir. Anladığımız üzere “Türki” kelimesi Türk kelimesinden türemiş bir kelimedir.”İlşu” kelimesini ayıracak olursak ;“İl” kelimesi eski Türkçede devlet anlamına gelmekte, “şu” kelimesi ise eski Türk ismidir (bildiğimiz gibi eski Türklerin yazmış olduğu Şu Destanı vardır, destanda Saka Türklerinin hükümdarının adıdır Şu), “Nail” kelimesi ise şu anda da kullandığımız gibi muradına eren anlamındadır.
İkinci delil MÖ. 64 ile MS. 24 yılları
arası yaşayan Strabon’un yazdıklarıdır:
Strabon’un yazdıklarından Anadolu’nun pek çok yöresinde Kimmerler, Partlar ve İskitler gibi türk kavimlerinin de yaşadığı anlaşılmaktadır. Anadolu’da Kataonia , Kilikia Komana, Kapadokya, Galatia, Paflagonya, Frigya, Lidya, Karya gibi bir çok farklı bölge olduğu ve bu bölge halklarının barbarca bir dil konuştuklarını belirtir. Kendisi yunanca, latince gibi indo-german grubu diller konuşan ve Mısırlıların konuştuğu dili bilen Strabon için Anadolu kavimlerinin anlaşılmayan dili aglütine (Türkçe) dilden başka ne olabilir? Malum, 3 farklı dil grubu söz konusu: İndo-german, semitik ve aglütine (Türkçe). Bunlardan ilk ikisini biliyor. Bilmediği ne olabilir?
Üçüncü Delil Marco Polo Haritası
Türklerin
Anadolu’nun ilk yerleşik kavmi olduğunun diğer biri 1271- 1295 yılları
arasındaki ipek yolu seyahatini yapan Marco Polo’nun haritasıdır.
Haritada Anadolu “Turcomania” olarak işaretlenmiştir. Bunun
haricinde Orta-Asya’da Büyük Türkiye diye ayrı bir yerleşim bölgesi
gösterilmiştir.
Bu bilgiler Marco
Polo zamanından önceleri biliniyor olmalı ki, o geçtiği yerler hakkında bilgi
verirken o ön bilgileri kullanmış. Bu da demek olur ki, bin yıl öncelerinden
beri Anadolu Türkçe konuşan kavimlerin yurdudur.
Dördüncü
Delil: Malazgirt savaşını kazandıran faktör:
Türklerin
Müslümanlığa geçişini takiben 1037de Büyük Selçuk Devleti kurulur. Horasan-İran
yörelerinde egemen olan Selçuklularla Anadolu’da egemen olan Bizanslar
arasındaki siyasi mücadele 1071 Malazgirt savaşına götürür. Bu nedenle Türklerin
Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra geldikleri tarih kitaplarına yazılır.
Malazgirt savaşının
taraflarından Bizans ordusunun 70 000, Selçuklu ordusunun 40 000 kadar olduğu
bilinir. Savaşı Selçuklular kazanır, çünkü Bizans Ordusundan bazı birlikler
Selçuklu tarafına geçer. Taraf değiştiren birliklerin Türk kökenli oldukları
belirtilir.
Bunun anlamı şudur:
Anadolu'da eskiden Türk kökenli kavimler vardır ve Bizans ordusunun önemli bir
kısmı Türk kökenli insanlardan oluşmaktadır. Bu Türk kökenliler Alparslan
ordusuna geçerek savaşın kaderini değiştirmişlerdir.
Beşinci Delil: Andolu’daki Türk
Beylikleri:
Malazgirt Savaşı sonrası dönemde Anadolu’daki durumu görelim. Savaştan hemen sonra Anadolu’da şu Türk beyliklerinin kurulduğu belirtilir:
Anadolu’da Kurulan İlk Türk Beylikleri
6 Sökmenoğulları (Ahlatşahlar) (1110-1207)
8 İnal (Yinal) Oğulları (1098-1183)
10 Tanrıvermişoğulları (1081-1093)
Bu kısa tarihsel
bilgilerden sonra şu konularda bir görüş oluşturmaya çalışalım:
1071 yılında
Bizans’lılardan alınan bir ülkede hemen 1072den başlanarak, birkaç yılda,
Erzurum’dan (Saltuklular 1072), Orta Anadolu’da Selcuklu Devleti, İzmir’e
(Çaka Beyliği, 1082) gibi 10 beylik nasıl kurulur? Bu yöredeki yerel halk nasıl
ikna edilir?
Yukarıdaki tarihsel
durumlar kesin olarak Anadolu’nun yerli halkının Türkçe konuşan bir kavim
olduğunun diğer delilleridir.
Şimdi soru şu: İlk
Türkler Anadolu’ya ne zaman gelmiş olabilirler?
Cevabın şu olduğu
anlaşılır: Onlar Anadolu’ya 12 bin yıl önceleri geldiler, çünkü daha önceleri
Anadolu boştu ve onlar ilk yerleşenlerdir.
Altıncı Delil: Trakya adı nerden
gelir?
Yukarıdaki haritada Anadolu
ve Trakya’da yaşayan toplumların adları verilmiştir. Bugün Trakya diye
isimlendirdiğimiz bölgede eskiden “Thrak” halkının yaşadığı belirtilmiştir.
Yazılı tarihsel
belgeler 4-5 bin yıldan sonraki insanlık tarihi hakkında veriler sunarlar.
Bunların da en eskileri sadece Sümer-Akad-Asur ve Mısır yöresi halkları
hakkındadır. Anadolu ve Trakya gibi batı bölgesi halkları konusundaki yazılı
tarihsel belgeler 2-3 bin yıl öncelerine
kadar uzanan süreçlere aittirler. Heredot ve Strabon gibi tarihçiler Anadolu ve
Trakya’da haritada gösterilen toplumların yaşadıklarını yazmışlardır.
Anadolu ve Ege
bölgesini Kuzeyden gelerek istila eden Yunanlılar, kendilerini asil-soylu ve
uygar, istila ettikleri ülke halklarını “kültürsüz-barbar” olarak
gördüklerinden, yerel halkı hiç dikkate almayıp, onlara kendi düşüncelerine
göre, Karyalı, Truvalı, Kapadokyalı gibi isimler vermişler ve onların çok farklı
diller konuştuklarını belirtmişlerdir. Evet Anadolu’ların hepsi
“eklenmeli=aglütine” bir dil konuşmuşlar, Yunanlılar ise, bu eklenmeli dilden
türetilmiş “indo-german veya Hint-Avrupa” grubu özellikli “parçalı” bir dil
konuşmaktadırlar.
Şimdi konu “Trakya”
olduğuna göre, bu sözcüğün o bölge halkı için neden kullanıldığı konusuna
dönelim. “Rusya = Rus yurdu”; “Romanya = Roman yurdu” gibi bir anlam taşır.
“Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir.
Peki “Trak” denilen
halk acaba hangi dili konuşuyordu?
Trakya hemen
Bulgaristan ile komşudur, hatta eskiden Bulgarların Trakya ile bağlantılı
olduğu bilgileri vardır. Bulgarların eskiden konuştukları dilin Türkçe ile
yakın akraba (eklenmeli=aglütine) olduğu düşünülürse, Trak dilinin de eklenmeli
bir dil olması gerekliliği ortaya çıkar.
Şimdi akla şu soru
gelir: Trak diye bir halk hangi kökenden gelir? “TRK” “Turk, türk” gibi bir
sözcükten başka akla başka bir kavim
geliyor mu? Benim aklıma başka bir kavim gelmiyor. Kararı sizlerin mantığına
bırakıyorum.
Tüm tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları altında saklı olan geçmişimizden habersiz olarak yetişen bizler, batılılar bize ne dedilerse onlara dayanarak tarihimizi yorumladık. Sonuç ise günümüzdeki kendine güveni olmayan, yabancı hayranlığı içinde yaşayan bir halk topluluğudur.
İnsanlar arasında
ayrımcılığa ve bölünmeye götüren böyle bir hayat görüşü dinsel konularda da
uygulanmış ve bazı inanç sistemleri sürekli dışlanarak-horlanarak, insanların
korku ve tedirginlik içinde yaşamlarını sürdürmeye neden olmuştur. 1993 yılında
Sivas-Madımak otelindeki facia bu dinsel baskıların hala günümüzde bile devam
ettiğini göstermez m?
Biz Anadolular tarihsel geçmişimizi ancak
yabancıların ülkemizdeki arkeolojik verileri değerlendirmelerinden öğreniyoruz.
Yabancılar da değerlendirmelerini kendi bakış açılarına göre yapıyorlar.
“Nalıncı keseri hep kendine yontar” misali, bu değerlendirmelerin pek de
objektif olmadığı yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir. Biz Anadoluların
böylesine aciz duruma düşürülmesinin sorumluluğu kimlere aittir?
Şimdi soru şu: İlk Türkler Anadolu’ya ne
zaman gelmiş olabilirler?
Cevabın şu olduğu anlaşılır: Onlar Anadolu’ya
12 bin yıl önceleri geldiler, çünkü daha önceleri Anadolu boştu ve onlar ilk
yerleşenlerdir.
Görüldüğü üzere, biz Anadolu insanları 10-12
bin yıl öncelerinden beri bu topraklarda yaşadığımız halde, son 7 asırdır
tamamen eğitimsiz bırakılmışızdır. Osmanlı türk ulusuna "etrak-ı
bi-idrak" = (aptal türk) muamelesi uyguladığından, halk 7 asır boyunca
tamamen bilgisiz bırakılmıştır. Avrupalılar da tam bu süreçte Rönesans - reform
yaparak bilgili toplum yetiştirdiğinden, cahil bırakılan halkımız tam aşağılık
duygusu içine itilmiş, kendi içinden çıkan değerleri hiç dikkate almaz
olmuştur. Çünkü geleneklerine "bizden bir şey olmaz" önyargısı
işlenmiştir. Sizlere tanıtmakta olduğumuz DOM-sistemi yazıları bu nedenle
mümkün olduğunca çok doğa-bilimsel kaynağa yer vererek, kendine güven duyacak
bireyler oluşturmayı ve bu sayede geleneksel zombi durumunu aşmayı
amaçlamaktadır. Mevcut önyargı ve aşağılık kompleksi başka türlü aşılamaz.
Halkının bir kısmını "etrak-ı
bi-idrak" = (aptal türk), diğer bir kısmını “kavm-i necip = üstün ırk”
olarak gören bir yönetici zümrenin akıl ve mantığı ne kadar sağlamdır?
Bu mantıksızlık tipik bir zombi davranışı
değil midir?
Beyinlerde böyle bir zombileşmeye neden olan
hatalı beyin programı (veya bilgi) hangi bilgidir?
Ve bu mantıksızlığın nedeni nedir?
Bu tarihsel yanlışlığın yapılmasındaki suçun büyük kısmı ise, o zamana kadar dünyada en etkili olan aglütine dilin en yaygın temsilcisi olan Türk-devletleri yöneticilerindedir. Çünkü Avrupalılar Rönesans ve reformla geleneksel hatalarını törpüleyip, halkını bilgi oluşturmaya teşvik ederken, Türk yöneticiler halkın dilini değil, kavm-i necip (asil-ırk) olarak gördüklerinin dillerini kullanmışlar ve halkının tamamen bilgisiz kalmasına neden olmuşlardır.
İnsanlığın Gelişim Tarihi-23. Bölüm
Bir jeolog olarak Anadolu’nun bir çok yerinde saha
çalışmaları yaptım ve kah bir alevi, kah sünni inançlı bir köyde misafir oldum.
Alevi köylerinde gördüğüm uygar davranışı başka yerde görmedim. Peki böyle bir
kütür sahipleri neden asırlardır egemen sınıflar tarafından hor görülüp,
dışlanmış ve madımak olaylarındaki gibi korkunç cinayetlere uğramışlardır.
Ortada bir mantıksızlık yok mu? Bu mantıksızlığın hangi tarafta aranması
gerektiğini düşünmeniz dileğimle.
Aleviler Anadolu’ya uzaydan mı geldi?
Atlantis ovalı bir orijine sahip olan Türklüğün dağılım alanları çok geniştir. En başta, en yakın olan
Anadolu ve İran Platosu gibi yakın bölgelere yerleşilmiştir. Bunlar
Anadolu’daki Alevi inançlı Türkmenler ve İran platosundaki Azeriler, kaşkaylar,
halaçlar, afşarlar gibi topluluklardır.
Ondan sonra İran üzerinden Orta-Asya’ya yayılan Türk boyları gelirler.
Orta-Asya’da İç-Deniz
Oluşması ve Türk dilli kavimlerin yerleşmeleri
Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar devam eder.
Bundan sonra ise söz
konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların
ergiyip yok olması nedeniyle göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma
düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz
kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak
yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonya’lılar 4-5 bin yıl
önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular,
Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye
kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini oluştururlar.
Türki dilli
kavimlerin Orta-Asya’ya yerleşmeleri ise Atlantis-Ovasından göç etmek zorunda
kalınması sonucu 12-13 bin yıl öncelerinde başlamış olmalıdır.
Öyleyse Orta-Asya
“iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 13-14 bin ile 4-5 bin yıl önceleri
arasında var olan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13 bin
yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak
uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda
hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan
yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük,
deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin
soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumdadır.
Dolayısıyla Orta-Asya Türklerin anavatanı
değil, bir ara-vatanıdır.
Arkeolojik bulgular
yaklaşık 6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya
çıktığını ve ilk toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya
konduğunu gösterince, dünya kamuoyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin
kullandıkları dil, ne günümüz dünyasının gelişmiş ülkeleri olan batılı
devletlerin sahip oldukları Hint-Avrupalı-(İndo-german) kökenli bir dil, ne de
kutsal kitapların yazıldığı semitik bir dildir. Aglütine dil grubu denilen çok
farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde yaşayan
temsilcileri ise, Türkçe, macarca, fince, ve diğer orta Asya ülkelerinde konuşulun
kırgız, türkmen vs. toplumların dilleridir.
Bu durum,
dil-bilimciler arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak
adlandırılan Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende
birleştirilebileceği tartışmaları ortaya çıkar. Bu konu hakkında bilimsel
verilere dayalı ayrıntılı bir makale şu adreste sunulmuştur: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/01/atlantis-gercektir.html
Bu makalenin okunması
ve bilinmesi çok önemlidir, çünkü sadece Türklerin değil, tüm insanlığın
geçmişinin aydınlatılmasını sağlayan jeolojik ve arkeolojik verilere göre
hazırlanmıştır.
Anadolu iki farklı
zamanda yerleşen türk kavmi içerir. İlki 12 bin ile 7 bin yılları arasında Atlantis
ovasını terk etmek zorunda olan türklerdir. Sonra gelenler ise, Orta-Asya’daki
iç denizin kuruması nedeniyle tekrar göç ederek Anadolu’ya gelenlerdir.
Devletlerin insanları
ve tüm diğer varlıkları sahiplenici davranışı, fetih politikası anlayışına yol
açar ve dünya parsellenmeye başlanır.
Sümerler zamanında
oluşturulan kent devletleri arasında, büyüme ve diğer devleti ele-geçirme
yarışları başlar. Bu hayatı yanlış yorumlamanın bir sonucudur. Hayat karşılıklı
anlaşıp-uzlaşmalarla daha rahat bir üst sistem oluşturma prensibine göre
işlemektedir. Yani tabandaki öğeler (insanlar) karşılıklı uzlaşarak toplum gibi
bir üst-sistem oluşturur. Halbuki Sümer inancı, insanın (dolayısıyla hayatın)
tepedeki birileri tarafından kendilerine hizmet etmek üzere yaratıldığına
dayandığından, halk dahil her şeyi sahiplenici davranılmaktadır. Böyle olunca
da, tepedekiler arasında hep daha zengin olabilme yarışları başlar.
Sümerlerin devlet
anlayışı çevre toplumlar arasına da yayılır ve 5000 yıl önceleri İran’da Elam
denilen bir Devlet kurulur. (Elamlıların dillerinin de tam-aglütine olması,
onların Atlantis Ovasında İran platosuna göç eden ilk kavimlerden olduğunu
gösterir. Orta-Asya’ya göç eden Türklerin de bu güzergah boyunca göçtükleri,
Kaşkay, Afşar, Halaç gibi türki dilli kavimlerin hala İran’da yaşamasından
anlaşılmaktadır. Günümüzde farsça konuşan halkın İran’a geliş tarihi yaklaşık 3
bin yıl öncelerindedir.)
Anadolu’da da 5000
yıl öncelerinden itibaren Truva, Hatti, Luwi gibi birçok topluluk yaşadığı
bilinmektedir. Bu topluluk dillerinin de tam-aglütine olması, Anadolu
toplumlarının Atlantis-Ovalı kökenli olduğunu gösterir.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi- 24. Bölüm
Halkın sahiplendiği Toplum mu,
tepedeki birilerinin sahiplendiği Devlet mi
Doğada tepeden emir veya buyruk alarak davranan hiçbir varlık yoktur, çünkü her varlık bir işe veya eylem yapması için gerekli enerjiyi içindeki bileşenlerinden alır. Bedenlerin enerjisini hücreleri verirler; hücrelerin enerjisini molekülleri, moleküllerin enerjisini de atomları verirler. Atomlar ise kuantsal sistemle beslenirler. Bu ilişkilerin nasıl olduğu önceki yazılarımızda açıklanmış ve bu nedenle doğada her şeyin tabana dayalı olarak dinamik bir sistemde gerçekleştiği vurgulanmıştı.
Halbuki günümüz dünyasında insanlara nasıl
davranacakları tepedeki makamlarca söylenmekte, yasalar-yönetmelikler hep
tepedeki bir makamca hazırlanmaktadır.
Tepedeki makam yaklaşık 2-3 asır öncesine kadar
kral-sultan gibi kutsal veya asil soylu olduğuna inanılan birileriydi. Onlar
EFENDİ idiler, halk da onların hizmetkarlarıydı. Bu durum 1789 Fransız
ihtilalinden sonra değişmeye başlamıştır. Bu değişim ülkemize ancak 1923de
gelebilmiştir.
Cumhuriyet gibi, halkın bilinçlenmesi ve kendi
kaderini kendisinin belirleyeceği bir anlayışa yükseltilmesinin ilk adımı ise,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk açılış günü olan 23 Nisan 1920 tarihinin Türk
halkının egemenliğini ilân ettiği tarih olarak kabul edilmesidir. Daha sonra 23
Nisan 1921'de.bu bayram Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak adlanmıştır.
Çünkü çocukluk bilgi ve bilinçli olmaya başlangıcın ilk evresidir.
Lider toplumları yönetmek için
yönetime gelen değil, toplumlara kendilerini nasıl yönlendireceklerini
gösterendir. Ve bu konuda dünyaya şimdiye dek tek bir insan gelmiştir. O da
Atatürk’tür.
Atatürk’e diktatör diyenler vardır.
Diktatör olan biri,
Kendisine “yeni kurduğu devletin padişahı”
olması önerisini reddeder mi?
Halka kendi kendini nasıl yönetmesi gerektiğini öğretir
mi?
Halka, “köylü
milletin efendisidir” der mi?
“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” der
mi?
Kurtuluş savaşı sonrası (1923 Nisan ayında),
savaşı yönlendiren 4 komutan arasındaki bir konuşmada Rauf Paşa şöyle der:
“Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale
uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik. Şimdi
vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı geldi.”
“Peki Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne
düşünüyorsun?” diye sordu.
Rauf Bey: “Kemal, benim babam padişahın baş
mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Madem sordun, söyleyeyim.
Padişah bir islam halifesi, ben de müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de
padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin
ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana
alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”.
Gazi’nin yüz hatları gerilmişti. Ev sahibi
Refet Paşa’ya döndü;
“Sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu.
“Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!...”
deyip kestirip attı Refet Paşa.
Gazi, masadaki Fuat Paşa’ya,“ Senin görüşün
Fuat?” diye sordu.
Fuat; “Paşam”, dedi, “biliyorsunuz uzun süredir
Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim,
yanıtımı sonra veririm!..” Yani o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!...”
diyemedi.
Anadolu’ya çıkan ilk 5 komutandan 4ü
masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.
O Meclisten padişah aleyhinde bir karar
çıkmazdı. Bunu biliyorlardı.
1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir
seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri
yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidilecekti.
Komutanlar yeniden endişeye düştüler: “Ya,
Kemalist bir Meclis gelirse!”
Bunun üzerine yeni bir plan kurdular.Mustafa
Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasasını değiştirmeye
karar verdiler. Erzurum Milletvekili Necati Bey,Samsun Milletvekili Emin Bey,
Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge
hazırladılar:
Buna göre;
1. Bundan böyle milletvekili adayının doğum
yeri,Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!.. Atatürk Selanik dışında kalmıştı.
2. Mlletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde
en az beş senedir oturuyor olsun!.
Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu
koşturmaktan ötürü, değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı
ki..!!
Hedef belliydi...Bu yasa özel olarak kendisi
için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından. Bu önerge
verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: “Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî
sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunan’a
verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne'de
savaşıyordum…Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman
Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım. Çanakkale’de,
Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım.. Ama ben oralarda olamasaydım,bu efendilerin
de doğum yerleri,Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı"
Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten
bekliyorum...Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi
mi düşünüyor?!.
Hayır, millet onlar gibi
düşünmüyordu...Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri
çekildi ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bala ilçesinden milletvekili seçilerek
Meclis'e girdi… Cumhuriyeti de kurdu.
Peki “Cumhuriyet Neydi?”
Osmanlının hayat görüşü tamamen statik
sistemlidir, Statik sistemde yapma-yaratma erki tepedeki bir sistemdedir.
“Hakimiyet Allah’ındır, padişahlar, sultanlar Allah’ın temsilcileridir. Allah
kutsal kitabı ile her türlü bilgiyi göndermiştir. Halk şeriat kurallarına
uyarak yaşamak zorundadır.”
Ve bu görüş yüzlerce yıllık hakimiyet sürecinde
gelenek-göreneklere işlenerek biz Anadolu halkının bilinç-altına
yerleştirilmiştir ve etkileri hala da sürmektedir.
Cumhuriyet ise, statik sistemli hayat
görüşünden dinamik sistemli hayat görüşüne geçişin ilk adımıdır: Yani
“hakimiyet milletindir”, Halkın efendisi yoktur, insanlar özgür ve hürdür.
Yani Cumhuriyete karşı çıkanlar, halkın özgür
bireyler değil, tepedekilerin kulu-kölesi olarak yaşamasına devem etmesinden
yana olan, zombileşmiş “paşalar- aydınlardı”
Günümüzde statik sistem bilgileriyle zombileşme
hala sürmektedir. Günümüzde bazı insanların Osmanlı hayranlıkları ve halifelik
sistemini geri getirme çabalarının kökeninde, 1923 yılında Cumhuriyeti savunan
Atatürk ile, Halifeliği savunan diğer Paşalar arasındaki bu çekişmeler
yatmaktadır.
Şimdi bu tarihsel gerçekten çıkartılacak bazı
önemli noktaları görelim:
• İnsanların ortak bir hedefi varsa, birlik ve
beraberlik sürüyor. Ortak hedefe ulaşıldıktan sonra, yeni bir ortak hedef
oluşturulmuyorsa, dağılma- ayrımlaşma başlıyor.
• Gelenek-görenekler öyle etkilidir ki,
insanlar
• İngiliz gelenek-görenekleriyle
yetişiyorlarsa, İngiliz kralını (kraliçesini)
• Japon gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa
Japon kralını,
• Osmanlı gelenek-görenekleriyle
yetişiyorlarsa, Osmanlı padişahını (halifesini) efendileri ve onun kulu olarak
yaşamayı kabul ediyorlar. Hatta bu efendileri, yabancı bir devletten aldıkları
borç paraları, halkın yaşam standardını geliştirecek fabrikalara harcayacak
yerde, kendilerine ihtişamlı saraylar (örn. Dolmabahçe-sarayı) yaptırmak için
kullanıp, halkını hiç düşünmeyen kişiler olsalar bile.
Yani gelenek-görenekler insanları
zombileştirebiliyorlar ve zombileşen insanlar da, artık yararlarına değil de,
zararlarına olan bir şekilde davranabiliyorlar.
“ŞİMDİ VATAN KURTULDU. BİZE GÖRE ‘EMANETİ
SAHİBİNE’ İADE ETMENİN ZAMANI GELDİ.”
“PADİŞAH BİR İSLAM HALİFESİ, BEN DE MÜSLÜMANIM.
O MAKAMLAR UHREVİ MAKAMLAR. SENİN, BENİM GİBİ KİŞİLERİN ULAŞABİLECEĞİ MAKAMLAR
DEĞİL.” gibi, halkını kul, efendilerini kutsal kişi kabul eden kişilerin
davranışları, zombileşmişlik değil de nedir?
“Kutsal-kişi”nin diğer insanlardan farkı nedir?
Toplum yaşamı için, vatanı kurtarmak uğruna canlarını ortaya koyarak düşmana
karşı savaşan insanlar mı, yoksa devlet adına alınan borç paralarla,
kendilerine görkemli saraylar yaptıranlar, yabancılarla iş-birliği yaparak,
vatanı kurtarmaya çalışanları “hain” olarak damgalayanlar mı daha yararlıdır?
Özetle: CUMHURİYET, EFENDİLERE KUL OLMAKTAN,
ÖZGÜR İNSAN OLMAYA; pasif-tüketici olmaktan, aktif-üretici olmaya GEÇİŞİN İLK
ADIMIDIR.
Biz TC vatandaşları, daha yüz yıl öncelerine
kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu
mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki
insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır,
ürettiklerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk)
geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen
günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum
hayatı işte bu yüzyıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir
reklam-arası olarak kabul edilmektedir.
Kurtuluş savaşından sonra padişahlığın
kaldırılmasına ve Cumhuriyet rejimi oluşturulmasına karşı çıkan zihniyet,
maalesef yok olmamıştır. Yabancı devletler bu zihniyetin gelişip yeşermesi için
ellerinden geleni yapmışlardır. Osmanlı devletini “Boğazdaki Hasta Adam”
durumuna düşüren bu “hastalığının” yeni kurulan TC devletinde de sürmesi
elbette yabancı devletlerin çıkarınadır. Ülkemiz içindeki “Osmanlılık
hayranlarının”, Osmanlı-hastalığı denilen bu statik sistemli hayat görüşü
(tepeye bağımlı, şeriat) sistemine geri dönüş girişimleri günümüzde tam hızıyla
devam etmektedir.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi- 25. Bölüm
İnsanlığın Bilgi Düzeyi Zamanla Gelişmiştir.
İnsanların bilgi düzeyinin zamanla
geliştiğinin coğrafik örnekleri.
Geçmiş bölümlerde
aktarılan tüm bu olaylar ve gelişimler yeryuvarı tarihi yıllıklarında
kayıtlıyken ve biz insanlar bu bilgilere ancak son asır içinde ulaşabilmişken;
beyinleri henüz yeni yeni gelişen ve doğa ve dünyamız hakkında ilk fikirleri
oluşturmaya başlayan insanların ne tür aşamalardan geçtiklerini, yine yeryuvarı
yıllıklarından takip edelim.
İnsanlar, doğa ve
dünya hakkında fikir üretimine, yaklaşık 30 bin yıl önceleri, kadınların çocuk
doğurarak yeni bir canlı dünyaya getirmesini “yaratıcılık” sayıp, hamile kadın
heykelcikleri yaparak başlamışlardır. Yaklaşık 15 bin yıl önceleri, “hayat”
sorusunu irdelemiş olmalılar ki, ölümden sonra insanların tekrar canlanacakları
inancıyla, ihtiyaç duyacakları tüm değerli eşyalarıyla birlikte ölülerini
gömmeye başlamışlardır.
İnsanların bilgi düzeyi zamanla gelişmektedir.
Bir toplumun hayat
standardı, halkının bilgi ve bilinç düzeyine bağlıdır. Halkı “Bilgili ve
bilinçli” olan bir toplum mutlaka iyi bir yaşam düzeyine sahiptir, çünkü hayat
için gerekli ürünler sadece bilgiyle üretilebilinmektedir.
İnsanların Dünya Coğrafyası konusundaki bilgi düzeyi değişimleri
Bunu arkeolojik verilerle açıklamak için atalarımızın dünya hakkındaki görüşlerini yansıtan harita tasarımlarına bakmak yeterlidir.
Irak’da bulunan ve
günümüzde British Museum’da sergilenmekte olan bu kil tablette dünya hakkında
yapılmış ilk harita görülmektedir.
Tablette “dünya”
sarı renkteki alanda gösterilmekte ve çevresi mavi halka şeklindeki bir
çemberle = denizle gösterilmektedir. Çember “Bitter river= Acı ırmak = tuzlu
su” olarak işaretlenmiştir. Bu “tuzlu-su”nun dışında yıldız şeklindeki
oklarla “bilinmeyen sistemler = adalar” tasarlanmıştır.
Çember içinde
“bilinen dünya” yerleştirilmiştir.
Peki neler
bilinmektedir?
1- numarayla kuzeyde
dağlık bölge (Zagroslar ve Toroslar), 2- bir kent?, 3- Urartu, 4-Asur,
6-bilinmiyor, 7-Bataklık, 8-Elam, 9- Kanal (denize bağlantı), 10-Bit-Yakin?,
11- bir kent?, 12-Habban, 13-“dikdörtgen” Fırat nehriyle ikiye bölünmüş
Babilonya, 14-17 Acı-su = Okyanus?Deniz.
3-4 bin yıl
öncelerinde insanlar dünya hakkında bu kadar bilgiye sahipti. Evet, o
zamanın insanlarının tüm dünyası bu kadar!
Haritada Asya –
Avrupa ve Afrika kıtaları görülüyor. Doğuda bir noktada “Cennet-bahçesi” var;
İngiltere ve İskoçya okyanusta ada olarak gösterilmişler. Kudüs Babil’in
kuzeyinde sanılmış, Fırat ve Nil ırmakları birbirleriyle bağlantılı sanılmış,
vs.
Aradan bin yıl
geçtikten sonra insanlığın bilgi düzeyi öylesine patlarcasına gelişmiş ki,
günümüzde güneş sistemi çevresindeki Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn,
Uranüs, Neptun gezegenlerine uydular gönderilmiş ve onlar haritalanır
olmuşlardır.
Halbuki bu
gezegenler atalarımız tarafından birer tanrı olarak görülüyorlardı.
4-5 bin yıl önceki insanlar yaşadıkları dünyayı evrensel sistemin
merkezinde düşünmüşlerdir.
İnsanlığın Evren ve Hayat hakkındaki bilgileri nasıl değişim gösterir?
Yukarıda özetlenen
şekilde bir coğrafik dünya ve doğal sistem oluşumu bilgisine sahip olan
insanları şu şekilde bir evren ve hayat görüşü tasarlamaları normal
karşılanmalı:
Sümerlerin doğa ve
dünya görüşü günümüz bilgilerinden çok farklıdır. Onlara göre, dünya sabit ve
değişmez olarak oluşturulmuş ve evrenin merkezinde ters dönmüş bir tabak şeklindedir.
Üzerinde “gök” denilen camsı bir kubbe vardır. Bu camsı kubbenin üstünde tatlı
su okyanusu bulunmakta ve kubbede kapılar açıldığında yağmur yağmaktadır. Tabak
şeklindeki düz dünyanın altında ise yer-altı dünyası (cehennem) bulunmaktadır.
Tüm bu oluşumları yapanlalar ise, bu sistemlerin sahibi olan ölümsüz
Tanrılardır. Zaman ise tanrıların ebediliğine dayalı bir sonsuzluktur.
Böylesine
ebedi bir sonsuzluk sistemi içinde, insanlar neden kendilerinin ölümlü
olduklarını anlayamamışlar ve ebedi bir hayat sistemi tasarlamışlardır. Bu
şekilde “ ahiret = öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır.
Sümerler doğa ve
dünyayı, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde (yani doğum-ölüm döngülü) dinamik
bir sistem olarak düşünememişlerdir. Bu nedenle de insanları da iki farklı
kökenli olarak tasarlamışlardır. Biri tanrı-soylu, uzun ömürlü asil insanlar,
diğeri ise bu asil soylulara hizmet etmek için çamurdan yaratılmış köle
insanlar. (Sümerlerin krallar listesinin yazıldığı bir tablette yirmi-otuz bin
yıl yaşayan krallardan söz edilir. Kutsal kitaplarda da, ilk on peygamberin
dokuz yüz küsur yıla ulaşan ömürleri olduğu yazılıdır.)
Şekil: Sümerlerin
Evren tasarımı
Bu tür mantıksal
çarpıklıkların temelinde, (1) zaman kavramının yanlış yorumlanması, (2) kuantum
fiziğinin bilinmemesi, (3) Dinamik Sistemler Fiziğinin bilinmemesi başta gelir.
Bu bilinmezlikler günümüzde de hala devam etmekte ve insanların büyük
çoğunluğu, ölümden sonra ebedi bir “ahiret hayatının” kendilerini beklediklerine
inanmaktadırlar.
Öteki dünya veya
“ahiret” gibi bir kavramın oluşmasına neden olan ilk faktör, yukarıdaki
bölümlerde “Atlantis ovası üzerindeki adalarda yaşayanların adalarının batması
ve insanların da bir günah işledikleri için yaratıcı tarafından
cezalandırıldıkları” şeklinde açıklanmıştı.
Bu olguya dayanılarak, kutsal kitaplar oluşturulmuş ve kutsal kitap emirlerine uyularak yaşanılırsa, ölümden sonra cennet denilen bir mekanda ebedi bir yaşama kavuşulacağı vaat edilmiştir.
Şekil: Kutsal
Kitapların Evren tasarımı
Cennet tanrıların
ebedi olarak yaşadığı ortam olarak kabul edildiğinden ve tanrıların da gökte
(gök-kubbe üzerinde) bir yerde yaşadıkları düşünüldüğünden, ölümden sonra
gidilecek cennet Göklerdeki Cennet olarak şekildeki gibi bir ortamda
tasarlanmıştır. (Cennet bahçesi Eden insanları kovulmadan önceki yaşadıkları
eski dünya ortamıdır. Göklerin cenneti başkadır.)
Gök-kubbe
sabit-camsı bir yapı olarak tasarlanmış, yıldızların bu sabit camsı kubbede
yerleşik oldukları sanılmıştır. Bu gök-kubbenin üzerinde bir gök-okyanusu
(tatlı-su) olduğu ve gök kubbede açılan kapılardan yeryüzüne yağmur
yağdırıldığı düşünülmüştür.
Cehennem ise, tabak
şeklindeki dünyanın derinlerindeki volkanların yükseldikleri bir yerde
tasarlanmıştır.
Görüldüğü üzere
atalarımızın dünya ve uzay bilgisi çok sınırlıdır. Kutsal kitaplarda iki suyun
birbirinden ayrılmış olduğu yazılı olması, şekilde gösterilen türde bir dünya
tasarlanmış olmasındandır.
Günümüzde fizik,
jeoloji, astronomi gibi bilimler öyle ilerledi ki, dünyamızın Güneş çevresinde
dönen bir gezegen olduğu, uzayda Güneş gibi daha milyarlarca yıldız bulunduğu
gibi çok daha fazla bilgilere sahibiz. Dünyamızın dışında bir gök-cenneti
olmadığı kesin bir şekilde bilinmektedir. Uzayın oldukça ayrıntılı haritalanması
yapılmış ve ne cennet ne cehennem gibi ahiret ortamları olmadığı kesinlikle
saptanmıştır.
Ölümden sonra bir
cennet hayatına inanan insanlarımız acaba bu cennetin olmadığını, ebedi ömür
gibi bir durumun olamayacağını, çünkü herşeyin sürekli bir değişim-dönüşüm
döngüsü içinde olması gerektiğini acaba ne zaman anlayacaklar?
Din adamları, ilahiyat profesörleri bu gerçekleri acaba ne zaman kabul edip, insanların kandırılmalarına bir son verecekler?
İnsanlığın Gelişim
Tarihi- 26. Bölüm
Önceki bir bölümde insanlığın bilgi düzeyinin zaman içinde
değişip-geliştiği coğrafik bilgiler örneğinde gösterilmişti. Bu durum diğer
alanlardaki bilgilerde de aynıdır ve zaman içinde değişip-gelişme söz
konusudur.
Şimdi mevsimsel dönülerin eski insanlarca nasıl yorumlandığına
bakalım.
Dünyadaki değişim-dönüşüm döngüleri 2-3 bin yıl öncesi
insanlarınca nasıl yorumlanmıştır?
Dünyamızda hem
karalar hem denizler, hem iklim koşulları, vs. hepsi sürekli bir
değişim-dönüşüm içindedir. Canlılar da zorunlu olarak, doğadaki bu değişim-dönüşümlere
uyumlu hale gelebilmek için, yapısal durumlarını sürekli değiştirmek zorunda
kalırlar. Bunun için de çevrelerinde nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun
vadeli düşünerek, geleceğin hangi yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu nedenle
“BİLGİ” denilen mucizevi bir faktörden yararlanılır ve doğada her şey
“information & self-organisation = Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak
özetlenen dinamik-sistemler fiziğine göre işler.
Doğada canlılık
mevsimsel döngü gösterir. Baharda doğa canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler
olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın çürüme ve ayrışma başlar.
Peki bu
değişim-dönüşüm döngüsü tepeden yönetimli bir güç sistemi inancıyla nasıl
açıklanmıştır?
Tanrıça dirilip tam
yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini
bırakmam gerek’ derler.
İnanna yerine
bırakacağını birini düşünürken, kocasının bulunduğu yere gelir. Bir de ne
görsün! Dumuzi karısının yokluğunda hiç üzüntü duymadan en güzel giysileriyle
tahtında kurulmuş oturuyor. Büyük bir kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’
der.
Böylece cinler
Dumuzi’yi yaka paça yeraltına götürür. Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş
Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. Onun yardımıyla bir ara
yeraltından kurtulsa da tekrar yakalanır.
En sonunda
Dumuzi’nin kız kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak
kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl
özgür bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir.
Bununla yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar
döllenir. Böylece ülkeye bereket gelir.”
Sümerlerin bu inanç
sistemi onlardan etkilenen diğer toplumlarda biraz değiştirilerek devam
ettirilmiştir. Attis – Kibele, Demeter – Persephone, Adonis-Aphrodite, Osiris-
İsis vs.
Bu nedenle eski toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir baş rahibenin yer aldığı düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur. Bu şenliklerin en yaygın olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz dönemine geçişe denk gelen nevruz şenlikleridir.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi-27. Bölüm
Bu yazı dizinini
beğenenlerin sayısı beğenmeyenlerden çok olsa da, uzlaşmaya yönelik genel bir
duyuru şeklinde bir ara bölüm eklemek gerekti.
Neden uzlaşarak bir araya gelemiyoruz?
Bilgi neden çok önemli?
Çünkü bilgisiz bir
şey yapılamıyor. Peki bizlere ne tür bilgiler öğretiliyor?
Tarih, coğrafya,
matematik, fizik, kimya, biyoloji, vs gibi birçok faklı konu öğretiliyor. Ama
tüm bu farklı bilim dallarının aslında hepsinin birbirleriyle bağlantı içinde
olduğu ve birbirlerini etkileyip-tetikledikleri bilgisi verilmiyor. İnsanlar
tepedeki bir efendiler zümresinin çıkarlarına göre dizayn edilmiş belli
mesleklerde eğitim görüyorlar. Ve onlara iş ve meslek olanağı sunuluyor. Doğa
zenginler, kapitalistler, vs. gibi tepedeki bir efendiler zümresinin
çıkarlarına göre işlemiyor. Milyonlarca farklı canlı türü arası karşılıklı
ilişkiye göre çalışıyor. İnsanlık 4-5 bin yıldır böylesine hatalı bir hayat
görüşüne göre yaşayıp, dünyayı hem kedisi hem de milyonlarca canlı türü için cehenneme
çevirdiğinden, günümüzdeki virüs pandemisi gibi felaketleri çağrı yapıyor.
İnsan milyonlarca canlının
yaşam ortamı koşullarını değiştirip, hayatı onlara çekilmez yaparsa, o canlılar
ne yapacaklar?
Bilgiye önem veren
hücreler tarafından, doğa ve dünyayı en iyi şekilde anlayıp-yorumlayıcı bir
beyinle donatılmış tek canlı türü olan insan, hücrelerin kendisine yükledikleri
bu sorumluluğun farkında mı? Ona uygun davranıyor mu?
Hayır.
İşte günümüzde bu
acı gerçeğin üzücü sonuçlarını yaşıyoruz ve bu mantıksızlıkla yaşamaya devam
edersek, daha da çok ve de sık sık yaşayacağız.
Neden arılar, karıncalar, mercanlar vb birçok
hayvan türü gibi güzel toplumsal koloniler oluşturamıyoruz da her gün
birbirimizle kavga- çatışma içinde yaşıyoruz?
Öğrendiğimiz
bilgilerde mutlaka hatalar olmalı ki, o hatalar nedeniyle ortak bir hayat
görüşünde bir araya gelemiyor olmalıyız.
Tarih bilgisi örneğinde
bu konuyu açıklayalım:
Tarih bilgisi,
olayların ve oluşumların ne zaman nasıl ve neden oluştukları gibi temel
bilgilerden oluşur. Bizlere okullarda verilen tarih bilgisi, sadece devlet
denilen ve tepedeki birileri tarafından kurulup-sahiplenilen toplumsal sistem
hakkında bilgi verir. Bu tarih kitapları ise devletler 4-5 bin yıldan beri var
olduklarından, sadece bu çok kısa insanlık hayatı hakkında bilgiler içerirler.
O bilgiler de, tepedeki hanedanların görüşleri doğrultusunda, ona bağımlı
kişilerce yazıldıklarından tarafsız-objektif değildirler.
Yani tarih kitapları
deyince akla gelen tek kitap, bu devletler tarihi kitaplarıdır.
Halbuki insanlık 2.5
milyon yıldan beri var, ve insanlara bu 2.5 milyon yıllık geçmişinin ana
hatlarını anlatan bilgileri içeren “insanlık tarihi bilgileri” kitabı da
gerekir.
İnsanlar hücrelerden
oluşurlar. Öyleyse insanlara hücrelerin ne zaman ve nasıl insan denilen canlıyı
oluşturdukları, insandan önce başka hangi canlıların içlerinde bulundukları
gibi tüm canlılar alemi gelişimini anlatan bir tarih kitabı da gerekir.
Hücreler atom ve
moleküllerden oluşurlar, öyleyse atom ve moleküllerin ne zaman hücreleri
oluşturduklarını anlatan kitaplar da gerekir.
Atomlar
atom-altı-öğelerden oluşurlar, öyleyse atom-altı-öğelerin atomları nasıl
oluşturdukları bilgilerini içeren kitaplar gerekir.
Gördüğünüz gibi doğadaki tüm olay ve oluşumlar birbirleriyle ilişki ve bağlantı içindedir ve bu şekilde öğretilmesi gerekir. Ama bizlere bu şekilde tüm bilim dallarının birbirleriyle ilişki ve bağlantılı olduğu şeklinde bir bilgi yerine, birbirlerinden kopuk bilgiler veriliyor. Bizler de bu kopuk bilgileri farklı şekillerde yorumlayıp, ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyoruz.
Böyle bir temel
yanlışlığı ne zaman fak ettiğim konusuna gelince:
Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap
veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor”
konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım.
Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi
tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu
yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif
entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi
artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında
doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındır ve bu düzensizliğe
doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade edilir. Schrödinger ise hayatı
“negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen
oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve
dünya tabandan yönetilen bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla,
düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın
dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.
Bunun üzerine:
- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat,
İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel
kitaplarından okudum.
- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil,
günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book)
felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya
çalıştım.
- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl
olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları
takip ettim.
- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını
oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin
yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.
- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık
bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.
Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve
ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.
Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm
üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik,
genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız
kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı
yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki
varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini
saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki
hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı
(EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız
nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki
nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka
yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin
davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların
düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği
ortaya konulmuştu.
Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve
- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele
olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin
bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres
etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).
- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere
bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi”
dediğimiz faktörün hücrelerin kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında
depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),
- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve
yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya
çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977
Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information
& Self-organisation, Haken 2000)
fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.
Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki
faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu
bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim
yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir
değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü
- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve
gelişimlerini zamana göre araştıran ve bu vesileyle 500 milyon yıl öncelerinin
dünyasının Hadimopanella adını verdiğim cinsini bulan biriydim,
- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının
litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl
değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.
Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi
anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında
yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve
hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın
neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına
vardım.
Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında
yatıyordu.
HAYAT = Ömür; ömür ise ZAMANın bir dilimidir.
Zaman kavramının sırrını çözen, hayatın sırrını da çözmüş olur. Mesleğim gereği
ZAMAN’nın ne olduğunu çözen bir bilim adamı olarak, atalarımızın bu kavramı
tamamen yanlış yorumladıklarını ve bu yanlış yorumu geleneklerle nesilden
nesile aktararak, insanlığı hatalı bir hayat anlayışına sürüklediklerinin
farkına varan biriyim. Ve o zamandan beri DOM olarak kısaltılan “Doğadaki
Dinamik Oluşum Mekanizması” konusunu işleyip-geliştirmeye çalışmaktayım.
İnsanlığın Gelişim Tarihi-28. Bölüm
Önceki bölümlerde insanlığın bilgi düzeyinin zaman içinde
değişip-geliştiği gösterilmişti. Bu durum özellikle bedenlerimizi tanımak,
davranışlarımızın nasıl kontrol edildiğini anlamak gibi konularda çok
belirgindir.
Beden davranışımızın hücrelerce ayarlanıp-yönlendirildiğini
gösteren bir örnek
Önceki bölümlerde
gösterildiği üzere, insanların düşünce ve davranışları, kalıtsal devreler yanı
sıra ana-babalardan (ve çevreden) aktarılan görsel ve sözel bilgilerle
(hikayeler, gelenek ve görenekler, vs.) şekillenmektedir. Aktarılan bu
bilgilerin çoğunluğu sözlü olarak aktarılmaktaysa da, yaklaşık 5 bin yıldan
beri yazılı aktarımlar gittikçe ağırlık kazanmaktadır.
Beynimizin üç temel
bölümü vardır. Bu üç bölüm ayrı adlandırılmalarına rağmen, hepsi birbirleriyle
bağlantı içindedirler.
En içte en eski atalardan aktarılan bilgilere
göre davranan kök beyin bulunur. Organların genel olarak hangi bilgilere göre
işleyecekleri gibi çoğu hayvanla ortak olan solunum-sindirim-boşaltım
sistemleri gibi organların işleri düzenlenir. Örneğin kan dolaşımı sisteminde
kirli kanın akciğere taşınması ve oksijen yüklenerek tekrar kalbe dönmesi,
kalpten tüm diğer organlara pompalanması birçok hayvan grubunda aynıdır.
Kök-beyin üzerinde
limbik beyin denilen orta beyin kısmı bulunur. Daha çok bilinç-altı ve diğer
duygusal konuların işlendiği kısımdır.
En üstte ise korteks bulunur. Bu kesim güncel olayların değerlendirilip karara bağlandığı bölgedir. Bir örnek vererek nasıl işlediğini gösterelim.
Beyinde beden
hareketini kontrol eden korteks kesimi şekilde Motor-korteks olarak işaretlenen
bölgedir. Bu bölgenin el-kol-ayak-yüz-dil gibi farklı organları kontrol eden
kesimleri de şekilde gösterilmiştir. Örneğin, beyinde bir kanama olduğunda,
kanama olan yerin altındaki beyin hücrelerinin kontrol ettikleri organlar felç
olurlar.
Beynimizin
davranışımızı nasıl yönlendirdiğini bir oyun örneğinde açıklamak,
hücrelerimizle ilişkimizi anlamamızı kolaylaştıracaktır. Elinize aldığınız bir
taşla bir hedefi vurmaya çalıştığınız bir duruma bakalım.
Taşı hedefe isabet
ettirmek için sürekli çabalarsınız. Birinci atışta taç sağa gittiyse,
ikincisinde sola kaydırmaya çalışırsınız.
Beyinde her farklı işlev için farklı hücreler görevlendirilmiştir. Konum hücreleri çevredeki eşyalara göre sizin (veya bir şeyin) konumunu belirler; grid hücreleri farklı şeylerin birbirlerine göre kaç derecelik açılarda ve ne kadar uzakta bulunduklarını saptarlar, vs.
Her atışta hedef
konumu, hedefin uzaklığı, rüzgar yönü ve hızı, kolunuzun ne kadar gerilerek
atış yaptığı gibi binlerce veriyi değerlendirip, atış için kaslara emir verilir
ve atış yapılır. Çok sağa gittiyse, gelecek denemede, grid hücrelerinde sola
kayacak şekilde değişiklik yapılır. İkinci deney daha başarılı ise, ilk
denemedeki akson bağlantısı iptal edilir. Denemeler günlerce tekrarlanır ve
elinizi-kolunuzu hareket ettiren hücrelerin sayıları ve diğer göz, kulak vs.
gibi organ hücrelerinin kontrol eden beyin noktalarıyla ilişkileri hakkında
gece-gündüz bir sürü işlem yapılır. Hedefe isabeti kolaylaştırmak için yeni kas
hücreleri oluşturularak, hedefe yapılacak bağlantı için yeni dendrit noktaları
oluşturulur, vs. İşe yaramayan bağlantılarda enerji kaybı olmaması için sürekli
olarak sinaps budaması yapılarak, gereksizler kaldırılır. Gece uykunuzda, işe
yaramayan veriler silinir, işe yarayan bağlantılar miyelinleşme gibi
destekleyici işlemlerle geliştirilir. Bu şekilde her defasında daha başarılı
olan akson bağlantılarının çevresi daha kalın bir miyelin tabakası ile
kaplanarak, işlemlerin o hat üzerinden yapılması sağlanır. Böylelikle hedefe
isabetli atış yapma yeteneği gittikçe geliştirilir.
Hücreler
değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere
dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı
beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan sonra oluşturulmaya başlanan
neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin örgütlenmeleri, tamamen
bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız verilere ve bilgilere
göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya uyumlu, sorunlarını
kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de yetiştirebiliriz,
başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler doğrultusunda başkalarıyla
kavga edecek ve savaşacak şekilde de!
Çocuklarımıza
vereceğimiz bilgilere ve göstereceğimiz hedeflere göre, onların beyinlerinde
görevlendirilecek hücre sayıları da değişik oranlarda oluşmaktadırlar. Çocukluk
evresinde onlara hangi konu ile ilgili bilgiler aktarıyorsak ve onlara nasıl
bir hedef gösteriyorsak, çocukların beyinlerinde görevlendirilecek hücre
sayıları, o konularda daha fazla olacak şekilde ayarlanırlar ve çocuklarımız o
konularda daha başarılı olurlar.(Elbette çocukların genetik olarak daha
yetenekli oldukları alanlar vardır ve bizler çocuklarımızın o genetik yetenekli
oldukları alanları keşfedip, onların o yönde kendilerini geliştirmelerini
sağlarsak, o zaman çok daha yetenekli, hatta “dahi” denilecek elemanlar
yetiştirebiliriz).
Ölüm diye bir kavram oluşturulması, atalarımızın hayatı tam anlayamamış olmalarının bir sonucudur. Ölüm bir “yok olma” anlamında kullanılmıştır. Halbuki doğada “yok olma” diye bir şey söz konusu değildir, değişim-dönüşüme uğrama olayı söz konusudur. Ölen bir beden atomlarına, moleküllerine ayrışır. Ama ölen bedenin ayrışmış olduğu atomların bilgi potansiyelleri diğer çevre atomlarınkinden farklıdır. Bu nedenle aralarında bir karışma-harmanlanma gerçekleşir. Yani bizler öldüğümüzde atomlara kadar aktarılmış bilgilerimiz yok olamaz, doğal sistemle harmanlanır ve ether okyanusunda değişimler olur. Atalarımız hayatın doğum-ölüm döngüsü (yani değişip-dönüşme) üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarından, hayatın başka bir dünyada devam edeceğine ve o dünyada ebedi olarak yaşanacağına yönelik bir tasarım yapmışlardır. Halbuki doğada ebedi olarak kalan, yani değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur. Ama hiçbir şey yoktur! Bu nedenle geleneksel inanç sistemleri kökten hatalıdırlar.
İnsanlığın Gelişim
Tarihi- 29. Bölüm
Hücreselliğimiz en
az bilgi sahibi olduğumuz bir konudur. Corona virüsü pandemisine bu açıdan
bakacağız.
Bizler kendimizi öylesine “özel bir canlı”
olarak görmeye şartlandırmışız ki, bedenlerimizin mimarı ve bakımcıları
olan hücrelerimizi bir et-kemik yığını olarak görme hatasını yapıyoruz. Hücrelerimizi bilgisiz,
sorumsuz birer öğe
olarak görmekle, doğadaki
iş-eylem
yapıcı, olayları ve gelişimleri
tetikleyici güç sistemini hücrelerde (atomlarda, vs.) arayıp, onlara dikkat
vereceğimiz
yerde, biz o güç sistemini dışarıda, göklerde arar duruma düşmüşüz.
Biz insanlar bu bakış
açısına göre kurallar oluşturunca,
o kurallar bizi ona göre köleleştirmiş ve
bu günkü çıkmaz sokakta kendimizi bulmuşuzdur. Bu çıkmaz hem bireysel sağlık sorunlarımızın, hem de toplumsal
sorunlarımızın temel nedenidir.
Bilgi düzeyimizin
zamanla değişip-geliştiğini farklı yaklaşımlarla gösterdik.
Peki bedenimiz
içindeki hücrelerin bakış açısıyla hayata bakabiliyor muyuz?
Hücrelerimiz ne tür
sorunlarla karşılaşıyorlar?
Biz hücrelerimizi
dikkate alarak yaşıyor muyuz?
Bedenimizde her gün
binlerce hücre bedenimizi ayakta tutabilmek için moleküllerine ayrışıp
yaşamlarına son veriyorlar. Biz onların bu fedakarlıkların farkında mıyız?
Bilgisiz bir şey yapılamıyor.
Bizlerin bilgisiz bir şey yapamadığımız gibi, hücreler gibi varlıklar da
bilgisiz bir şey yapamıyorlar. Örneğin bedenlerimiz, virüs gibi parazitik bir
varlığın yapısındaki bilgiyi çözecek bir formül oluşturamıyorlarsa, o virüs
hücrelerimizi kandırarak, kendisinin çoğalmasını hücrenin (ve bedenin) ölümünü,
kendilerinin çoğalmasını sağlıyorlar.
Şimdi günümüz hayatını
cehennem çeviren Corona virüsü örneğinde hücrelerimizin yaşam savaşını özet bir
şekilde anlatmaya çalışacağız.
Corona virüsü bedendeki
hücrelere ACE2 adı verilen bir proteini kullanarak bağlanabilmektedir.
Peki ACE2 proteini nedir ve bedenimizde nerelerde bulunur?
“Angiotensin-Converting
Enzyme 2” sözcüklerinin kısaltılmışı ACE2 olur. Yani Anjiyotensin dönüştürücü
enzim 2 anlamına gelir.
Peki anjiyotensin
nedir ve neden onu dönüştüren bir enzim oluşturulmuştur?
Anjiyotensin, damarların
daraltılarak kan basıncında artışa neden olan bir peptid hormonudur. Yani kan
basıncı (tansiyon) sisteminin düzenlenmesinde kullanılan bir hormon. ACE2 bu
hormonu değiştirerek kan basıncının düşmesine sağlayan bir başka protein.
Anjiyotensin dönüştürücü enzim
ACE2; akciğerler, arterler, kalp, böbrekler ve bağırsaklardaki hücrelerin dış
yüzeyine bağlı bir enzimdir. ACE2, damar daraltıcı olan anjiyotensin II
hormonunun anjiyotensin'e hidrolizini hızlandırarak kan basıncının düşmesini
sağlar. Yani tansiyon düzenlenmesi söz konusudur.
(A)
şeklinde corona virüsünün
bedenimizdeki bir hücrenin çeperindeki ACE2 reseptörüne nasıl bağlanarak hücre
içine girdiği ve sonra da kendisini orada nasıl çoğaltıp, çevresine yayıldığı
gösterilmiştir. (B) şeklinde ise, virüsün farklı organlardaki zararları
vurgulanmıştır.
Bu ACE2 reseptörlerinin
sayısının, çocuklarda az ama büyüklerde daha fazla olduğu biliniyor. Yani insan
bir şeyleri doğaya uyumlu yapmıyor olmalı ki, zamanla ACE2 sayısını artırıyor.
İnsanın neden ve ne zamandan beri doğal sisteme uygun yaşamdan saptığı, önceki
paylaşımlarda gösterilmişti.
Tansiyon strese bağlı bir
sağlık sorundur. O zaman “insanlık ne zamandan beri sürekli bir stres etkisi
altına girdi” sorusunu irdelemek gerekir: Bu konu DOM-sistemi bilgileri içinde
her yönüyle ele anmıştır.
Korona virüsü neden çok hızlı
bulaşabilmektedir?
Virüsün, akciğer alveolü
içerisindeki ACE2 isimli reseptöre anahtar-kilit uyumu gibi uyumlanarak hücre
içine girdiği bilinmekte. Korona virüsü bu ACE2 reseptörüne bağlandıktan sonra
kullandığı bir ‘protein dönüştürücü’ var. Adı FURİN. Virüs ACE2’ye bağlanırken
FURİN isimli bir maddeyi kullanarak kendini hücreye ÇOK SIKI bağlar. Bu FURİN
aracılı bağlanma diğer virüslerden 1000 kat daha hızlı bulaştırır.
Bedenimizdeki furin sayısının
artması oksijen azalmasıyla ilişkilidir. Oksijen oranı azalan ortamlarda
bedendeki Furin sayısı artar. İşte bu nokta, insanlığın neyi yanlış yaparak,
bedenimizdeki hücrelerin yaşamını gittikçe zorlaştırdığını anlamamızı sağlar.
İnsanlık yaklaşık 4 bin yıldan
beri, tepedeki bir efendiler zümresinin ihtirasları uğruna doğadaki diğer
canlıları hiç önemsemeden, ormanlık alanları azaltmış, denizlerdeki ekolojik
dengeyi bozmuş, her yeri betonlarla kaplayıp, yeşil alanları daraltmıştır.
Orman, yeşil alan, denizlerdeki fitoplankton dünyamızın oksijen üreticileridir.
Bunlar binlerce yıldan beri sistematik şekilde azaltılınca, o oranda furin
sayısı artmıştır.
İnsanlık 4-5 bin yıldan beri
tepedeki bir efendiler zümresinin yönetimi altına girince, “özgürlük, eşitlik,
kardeşlik” duyguları körleştirilmiş, insanlar birbirlerine düşman kamplara bölünmüştür. Bu ise,
stresin temel nedenidir. Stres artınca, organlardaki ACE2 reseptörler de
gittikçe artmıştır.
Doku veya kanda oksijen nasıl az olur?
Nefes ile ilgili sorunlar: astım, koah, panik atak, anksiyete, havasız
ortam, metabolik bozukluklar, :böbrek hastalıkları, tansiyon sorunu, kalp
hastalıkları, diabet gibi hastalıklar oksijen alımını azaltır. Tüm bu
hastalıkların kökeni ise, insanın doğadan kopup, beton yığınları içinde
yaşamaya başlaması yanlışlığındandır.
Beslenme yanlışlığı da hücrelerde oksijen oranını etkiler.
Örneğin obezitede kilo hacimsel olarak akciğere baskı yapar ve derin nefes almak
zorlaşır.
Diğer taraftan Hemoglobin, kanın oksijen taşıyan kısmı olan
‘hem‘ grubunu içerir. Hem , vücutta oksijeni taşıyan en temel maddedir. HbA1c
testi, 3 aylık şeker ortalamasının vücuttaki zararının izdüşümü ölçülür. Yüksek
şeker, kanda dolaşırken gider bu hem-oglobulini şekerlendirir. HBA1c testi
‘şekerlenmiş hem-oglobin’ demektir.
Hemoglobin şekerlenirse ne olur: Şekerlenmiş hemoglobinin
oksijen taşıma kapasitesi düşer. Yani oksijenin organlara iletilmesi zorlaşır,
insan artık nefes alamaz olur.
Görüleceği üzere, bitkisel ağırlıklı doğal beslenmeden, sanayi
ürünlerinin ön plana çıktığı beslenme tarzı, bedenlerimizdeki dengeyi tamamen
bozmaktadır.
Son üç uyarı:
Birinci uyarı:
Bir insana her gün ölmek sırasının ona geldiği mesajını verin, o
insan birkaç ay içinde ölür. İnsanlara “kanser insanı 2-3 ay veya 1-2 yıl
içinde öldürür görüşünü belletin ve bir insan da kansere yakalandığını öğrenmiş
olsun, o insan belli bir süre sonra ölür. Hatta yanlışlıkla kanser hastalığı
konmuş bile olsa.
Stres ve korku (anksiyete) immun = bağışıklık sistemini perişan
eder. Bu durumu şu fıkra güzel açıklar.
''Tüccarın biri bir gün yolda Veba'yla karşılaşır. Endişeyle
Veba'ya bakar ve "Nereye gidiyorsun?" diye sorar. Veba, "Bağdat'a"
diye yanıtlar. “Kaç kişinin canını alacaksın?” diye tekrar sorar Tüccar. Veba,
“Çok değil, sadece 5 bin kişi” der. Aradan zaman geçer ve Tüccar yolda yine
Veba'yı görür. Fakat duymuştur ki Bağdat'ta vebadan dolayı 60 bin kişi
ölmüştür. “Bana 5 bin kişiyi öldüreceğini söylemiştin. Oysa sen 60 bin cana
kıymışsın” diye hiddetlenir Veba'ya. Veba ise gayet sakin ve kendinden emin,
“Ben 5 bin kişi öldürdüm. Geriye kalanı korkudan öldü” der.''
İkinci uyarı:
Hem insan hücreleri, hem
virüsler aynı harf ve hecelerden oluşan bir dil kullanırlar. Onlar
birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu etkileşim öylesine derindir ki,
hücrelerimizin genetik bilgi kayıtlarında virüs-genlerinden kökenlenen birçok
bilgi vardır. Hücreler o bilgileri virüslerle etkileşimleri sürecinde kendi
genetik bilgi depolarına aktarmışlardır, çünkü o bilgileri kullanarak daha
gelişmiş bir düzeye ulaşacaklarını fark etmişlerdir. Viroloji uzmanları
[Villarreal, L. P. and V. R. DeFilippis (2000); Mindell, D. P., Rest J S and
Villarreal. L.P. (2003); Villarreal, L. P., and Witzany, G. (2010); Villarreal,
L. P. (2011); Moelling, K. & Broecker, F. (2019)] cansızlar aleminde
canlılar alemine, çekirdeksiz hücreli yaşamdan (prokaryotlardan), çekirdekli
hücreli yaşama (ökaryotlara) ve onlardan da tüm hayvanlar alemine geçişin
virüsler sayesinde olduğunu göstermişlerdir. Hatta genetik kayıtlarımızdaki
bilgilerin yarısı “retrovirus” denilen bir virüs grubuna aittir.
Doğada herşeyin varlıklar
arası karşılıklı etkileşimlerle gerçekleştiği genel bilgisi açısından
bakıldığında bu görüşün çok mantıklı olduğunu kabul etmek gerekir. Yani
bedenimizde, beden hücrelerimizin sayısından kat be kat bakteri ve onlardan da
kat be kat fazla virüs bulunmaktadır. Bizler mikrop dediğimiz o çok küçük
canlılarla ortaklık kurmuş hücrelerden oluşuyoruz. Bakteriler, virüsler
olmasaydı dünyamızda ne bir bitki ne de bir hayvan oluşabilirdi. Hatta memeli
hayvanların yavrularını ana karnında besleyip, sonra doğurmalarına yarayan
“plasenta” denilen organın Retro-virüsler sayesinde gerçekleştirildiği, yine
yukarıda belirtilen araştırmacılar tarafından belirtilmektedir.
Bedenimizdeki bu mikroskobik
varlıkların çoğu bedene yararlıdır, bir kısmı zararsızdır. Ama bazen zararlı
olanlar da bedenimize girmektedirler. Hayat tüm varlıklar arası etkileşimlerin
bir ürünüdür, aynen Kervran (1973)’ün dediği bibi: Life is nothing but
chemistry = Hayat sadece kimyadan ibarettir.
Hücrelerimizin genetik bilgi
kayıtlarında çok büyük bir yer kaplayan “retro-virüsler” hakkında özet bir
bilgi vermek, karşılıklı etkileşimlerle bilgi potansiyellerinin nasıl
artırıldığını anlamamızı sağlayacaktır.
Retrovirüs bir RNA virüsüdür,
genomunun bir kopyasını istila ettiği bir konak hücrenin DNA'sına ekler ve
böylece bu hücrenin genomunu değiştirir. Bu değiştirme hücrenin geleceği
açısından şöyle etkili olur.
Hücreler işlevlerini
proteinlerle yaparlar. Proteinler genetik kayıtlarındaki DNA bilgilerine göre
oluşturulurlar. Protein oluşturmak için DNA bilgilerinin RNA’ya dönüştürülmesi
gerekir. Çünkü protein oluşum kalıpları RNA olarak kaydedilen bilgilerle
olmaktadır. DNA’ların RNA’lara dönüştürme işlemine normal transkriptaz
(dönüştürme) denir.
Virüsler bu işlemi biraz
çeşitlendirmişler ve ters-transkriptaz (ters-dönüştürme) adlı ikinci tür bir
dönüştürme çeşidi oluşturmuşlardır. Ters-dönüştürme denilmesi şundandır.
Dönüştürmeye RNA’lardan başlanır. Ters-transkiptaz ile RNA kayıtları DNA’ya
dönüştürülür; bu DNA’lar hücre çekirdeğine sokulur ve bir integraz (dahil etme)
enzimi sayesinde hücre genomuna eklenir. Ve ondan sonra da hücrenin normal
protein oluşturması yöntemiyle, virüs proteinleri yapılarak, virüsün
çoğaltılması sağlanır. Bu şekilde hücre içine alınan virüs genetik bilgileri,
hücre için elbette zararlı olmaktadır.
Ama çok uzun vadeli etkileşimlerde,
hücre ile virüs arasında karşılıklı bir ortaklı oluşturulduğu da görülmektedir.
Örneğin memeli hayvanların plasenta oluşturması virüslerle hücreler arası
ortaklık oluşturularak, virüsün bedene bir ortak olarak dahil edilmesi ve bu
şekilde virüs bilgisinden yararlanılarak, farklı yeni özellikli bedenler
oluşturulması sayesinde mümkün olduğu yukarıda verilen viroloji uzmanları
çalışmalarından anlaşılmaktadır.
Bakterilerle ökaryot hücreleri
arasında da bu tür ortaklıklar olmuştur. Örneğin mitokondri denilen organel
aslında bir bakteridir, bitkilerin fotosentez yapıcı öğeleri olan kloroplast da
bir bakteridir. Bu bakterilerle, ökaryot hücreler arası ortaklık
oluşturulmasaydı ne bir bitki, ne de bir hayvan oluşumu gerçekleşirdi.
Görüldüğü üzere, hayat tüm
varlıklar arası bir etkileşim ve ortaklık oluşturma çabaları sonucu
oluşup-gelişmektedir. Ne bir rastgele-zorla çarpışma, ne de dışarıdan bir emir
alma durumu söz konusu değildir.
Üçüncü uyarı:
Doğada değişim-dönüşüme
uğramayan hiçbir şey yoktur. Değişim-dönüşümlerin başlangıç noktası ise kuantum
alemindedir. Yaklaşık on-küsur milyar yıl önce kuantsal sistemden
atomik-moleküler sisteme geçiş olmuştur ve ondan beri de “information & self-organisation”
olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre
molekül-hücre-beden-koloni, vs gibi gittikçe daha büyük üst-sistem oluşumları
gerçekleşmektedir.
Oluşumlar kesinlikle bilgiye
göre yapılmaktadır. Bilgi de önceden var olmadığından, varlıklar kendi
aralarında etkileşerek, en ergonomik yapılar ortaya koymaya çalışmaktalar. Bunu
yapmaya mecburlar, çünkü en temeldeki kuantsal enerji sistemi, hep en ergonomik
yapılara göç eden bir temel özelliğe sahipler.
İşte bedenlerimizde kendi öz
hücrelerimizden çok bakteri ve bakterilerden de çok virüs bulunması hayatın tüm
varlıklar arası karşılıklı bir etkileşim ve ortaklıklar oluşturulması şeklinde
gerçekleştiğinin bir göstergesidir.
Bilindiği üzere, doğada her
şey kuantsal sistemle başlamaktadır, Kuantsal sistem canlı olduğu kuntum fiziği
deneylerine dayanılarak önceki bir bölümde gösterilmişti. Herşeyin temeli canlı
bir sisteme dayanıyorsa, tüm sistemler canlılık özelliği içerir. Dolayısıyla
doğa ve dünyamız büyük boyutlu bir canlıdır. Dünyamızın canlı yaşayan bir
sistem olduğu da yine önceki bölümlerde gösterilmişti. Dolayısıyla tüm hayat
sistemlerinin gelişimleri kuantsal sistemin denetimi altındadır.
Kuantsal sistemin bu denetimi
nasıl yaptığı yine kuantum fiziği gözlemlerinden anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
Atom dediğimiz temel kimyasal elementlerin oluşumları ve dönüşümleri sırasında
nötrino denilen öğeler çevreye yayılmaktadır. Bu nötrinolar ise doğadaki
herşeyin içinden geçebilmektedirler. Öyle ki, güneşten veya başka bir yıldızdan
gönderilen nötrinolar dünyamızın bir yerinden girip, diğer tarafından çıkarak
yollarına devam edebilmektedirler. Ama bazı nötrinolar geçtikleri bir varlığın
içindeki bir atom çekirdeği ile etkileşime girip, onu değiştirebilmektedirler.
Bedenimizin her-bir santimetre karesinden saniyede milyarlarca nötrino
geçmektedir.
Dünyada en fazla sayıda
bulunan canlılar virüslerdir ve virüslerin etki edemedikleri hiçbir canlı türü
yoktur. Virüsler havada dolaşan şeyler değildirler, kesinlikle bir canlıda
(hücrede) ortaya çıkarlar ve temas yoluyla diğer canlılara bulaşırlar.
Virüsler hem uzun yaşam evrimi
sürecinde üst-sistemlerle ortaklık ilişkilerine girerek canlılar aleminin
gelişmesine katkı sağlamışlardır, hem de gerektiğinde bu üst-sistemleri
parçalayarak, hayatın yeniden re-organizasyona gidebilmesini
kolaylaştırmışlardır.
Bu nötrinolardan biri bir
canlının genlerindeki bir retrovirüs atomuyla etkileşirse, normalde uyku
modunda olan bu retrovirüs aktifleşip çevreye yayılmaya başlayabilir.
Nötrinolar evrensel ölçekte
enerji dengelemesi yapan öğelerdir. Dünyada işler kuantsal sistemin
gerektirdiği en ergonomik gidişattan sapıp, evrensel evrimleşmeye ters
davranmaya yönelirse, kuantsal sistemin bunu düzeltmeye yönelik mekanizması bu
şekilde işliyor olabilir.
Dünyada yaşamın çeşitlenmesi
ve sayıca artması, jeolojik süreçte bakteri-virüs gibi organizmalara çok
çeşitli-zengin ortam oluşturmuştur. Ama insanlar son 3-4 bin yıldır sadece
kendilerini düşünüp, diğer tüm varlıkların yaşam ortamlarını zehirleyici tarzda
yaşamaya başlamışlardır.
Karalar, ormanlar, topraklar,
denizler, atmosfer kirletilmiştir. Bu kirlilik doğadaki organizma sayısını ve
çeşitliğini son derece azaltmıştır. Doğal sistemdeki tüm hayat sistemlerinin
birbirleriyle ahenkli şekilde gelişmesini sağlayan kuantsal sistemin doğal
sisteme uygun davranmayan varlıkları cezalandırması doğal sistemin savunma
mekanizmasıdır.
Yani günümüzdeki Corona virüsü
salgını, kuantsal sistemin insanlığa bir uyarısıdır.
Kanser araştırması yapanlar,
bir organda kanserli büyüme oluşmasından önce, aylarca-yıllarca o organın o
noktasında bir “kronik yangı veya ateşlenme=inflamation” olduğunu
saptamışlardır. Bir noktada “ateşlenme” olması, o noktadaki hücrelerin
bir sorunla karşı-karşıya olduklarının ve bu nedenle sürekli bir stres içinde
bulunduklarının tipik bir göstergesidir. (Burada sözü edilen stres, bedensel
düzeydeki stres değil, bir organın bir yerindeki hücrelerin başına gelen
strestir.) Dolayısıyla aylarca-yıllarca süren ve çözülemeyen bir sorunla
karşı-karşıya kalan hücrelerin kanserojen olmaları stres denilen faktörün
tetiklediği bir sonuç olarak düşünülmelidir.
İnsan dahil, tüm canlıların
genomunun büyük bir kesimi endojen (beden-içi) retro-virüs öğelerinden
oluşmaktadır. Yani bu virüsler artık bedenin içsel öğeleri olmuşlardır.
Ama şu mutlaka akılda tutulmalıdır. Bir virüs, bir canlının
bedeninde onunla uyumlu olarak yaşayabilir. Ama evrende her şeyi delip geçen ve
evrensel ölçekte enerji dengelemesi yapan nötrinolar, bir canlının içindeki
“uyku” modundaki bir virüsü aktif hale sokabilir ve o virüs çevreye yayılıp
diğer canlılara zararlı olmaya başlayabilir. Onun için yaratıcılığın kuantsal
sisteme ait olduğunu ve kuantsal sistemin de evrensel ölçekte bir
gelişim-ilerleme yönünde geliştiğini unutmayın. EVRENSEL ÖLÇEKTEKİ BU EVRİMLEŞMEYE
TERS DAVRANAN HER CANLI MUTLAKA BU YANLIŞLIĞIN CEZASINI ÇEKMEK ZORUNDA KALIR.
İnsanlığın
Gelişim Tarihi- 30.Bölüm
Amaçları toplumsal sorunların nedenleri ve çözümleri olmayıp,
bir dinsel görüşü savunmak için bu sorunların çözümünü içeren bilgilere karşı
çıkanlara bir yanıt verilmesi gerekti.
Amacımız
nedir? Ne olmalıdır?
Bu yazı dizinine “Neden uzlaşamıyoruz” sorusuyla
başladık.
Ve yanıt olarak geçmişimiz hakkında hatalı bilgilerle eğitildiğimiz için farklı
görüş etkileri altında olduğumuzun bilimsel verilerini sunarak, bu hatalı
tarihsel bilgiler nedeniyle de uzlaşamaz duruma düştüğümüzü gösterdik.
Yazılanlarda
bir yanlışlık varsa, bilimsel kaynaklarıyla gösterin ki, tartışıp-düzeltelim.
Yazı dizinin başında, bu eserin bir
ön-kitabı olduğu ve o kitapta doğa-bilimsel veriler sonucu şu sonuçlara
ulaşıldığı belirtilmişti:
Önceki Bölümlerin Bilançosu:
Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik
katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en
alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:
1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına
doğru gelişmektedir,
2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet
oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar “information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere
göre gerçekleşir,
ve
Dinamik sistemlerde ise,
4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı
etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.
5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın
gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme
olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini
göstermektedir.
6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin
ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar
oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.
7) Varlıklar davranışlarını sürekli
değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak
belirlerler.
8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but
chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan
araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal
değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha
ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.
9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut
gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel
öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine
dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.
10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama
doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre
grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru
gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.
“Şimdi böyle bir bilgi oluşturma yeteneğiyle
donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür bilgiler oluşturduğunu görelim”
denilerek şimdiye dek paylaşılan 28 bölümlük bilgiler sunuldu.
Dikkat ederseniz, mümkün olduğunca sadece
doğa-bilimsel olgulara dayanılarak, çıkarsamalar yapılmaya çalışıldı. Bu
çıkarsamalar sonunda, insanlığın 4 bin yıl öncelerine kadar, yukarıda özetlenen
genel ilkelere uygun davranarak
•
Birbirleriyle
karşılıklı etkileşimlere dayanarak
•
Herkesin
kendi mesleğinde en iyi şekilde hizmet üreterek
•
Karşılıklı
bağımlılığa dayalı bir ortak yaşam sistemi içinde yaşadıkları görülmektedir.
•
Bu durum
hem “Höyük tipi yerleşim ve yaşam” sisteminden hem de insanlığın şekilde
gösterilen kültürel gelişim grafiğinden anlaşılmaktadır.
Şekilde görüldüğü üzere 5 bin yıldan beri
insanlığın kültürel gelişim hızında düşme görülmesinin nedeni ise şu olmuştur:
Toplum hayatı tepedeki birileri tarafından
sahiplenilince,
•
Halk
topluma sahip çıkmamış,
•
Kamu
malları hor kullanılmaya başlanmış,
•
Tepedekilere
yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,
•
Halk
bilgisiz bırakıldığından verimli üretim olmamış,
•
İnsanlar
arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine
yabancılaşmışlar,
•
Hak ve
hukuk sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,
•
“Devletin
malı deniz, yemeyen keriz” sistemi oluşmuş,
Yani günümüz toplumlarında görülen tüm
toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet” denilen KUTSALLIK
anlayışına dayanan tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.
Tüm toplumsal sorunların kaynağının Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) olduğu şu
adreste tüm ayrıntılarıyla gösterilmiştir: https://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html
Bizlerin tek bir amacı olmalı: toplumsal
sorunlarımıza bir çözüm bulmak. Doğada her şey sürekli değiştiği için,
insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor,
bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar
üretecek şekilde oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam
senaryolar üretme yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine
yol açmıştır.
Kuantsal sistemin yaratıcılıkla donattığı
insanların bazı uyanıkları, bu yaratıcılık yeteneklerini kötüye kullanarak,
•
Yaratıcılığın
varlıkların dışında-üstünde kutsal bir sistemde olduğu,
•
Yaratıcının
kendilerine ilahi mesajlar gönderdiği,
•
Sıradan
insanlardan üstün kutsal-soylu olan bu kişilerce duyurulan kutsal kitaplara uyularak
yaşanmasını,
•
Böyle
yaşarlarsa, ölümden sonra kendilerini ebedi bir öteki dünya hayatı beklediği
şeklinde tamamen hayali senaryolu bir hayat görüşü empoze etmeye
başlamışlardır.
•
Evrensel
sistemin her şeye kadir olan Yaratıcısı, herkesçe okunup-anlaşılır, yok
edilemeyen bir kitap göndermez miydi, ki insanlık hala farklı inançları savunan
kitaplar peşindeler.
Ama tekrar vurgulama istiyorum: İnsan
beyninin tüm bu senaryo üretme çabalarının temelinde, nasıl bu dünyada daha
rahat yaşanabileceği, ne yaparsa daha rahat bir hayat sistemine ulaşabileceği
temel dürtüsü vardır. Bu nedenle Toplumsal sorunların çözümüne yaramayan hiçbir
senaryonun, hiçbir görüşün değeri yoktur, onlar beyinlerin oluşturdukları
milyonlarca HAYALİ senaryodan sadece önemsiz ve hiçbir değeri olmayan birer
hayaldirler.
Bedeni oluşturan hücrelerin her biri, on
binlerce farklı faktörü değerlendirerek bir karara varırlar. Toplum oluşturacak
biz insanlar da binlerce faktörü dikkate alarak bir toplumsal uzlaşma taslağı
ortaya koymak zorundayız. Tek bir yönlü bakış açısıyla oluşturulan öneriler
bağımlı olduğumuz ve etkilendiğimiz binlerce doğal faktörü dikkate almadan
oluşturulduklarından, insanlığın tüm sorunlarını çözecek bir formül olamazlar.
Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) sistemi
jeoloji, paleontoloji, fizik, kimya, biyoloji, arkeoloji, astrofizik, nöroloji,
fizyoloji, genetik, sinerjetik gibi onlarca doğa-bilimsel bilgilerin temel
noktalarını dikkate alarak oluşturulmuş bir toplumsal uzlaşma metnidir. Bu
farklı alan bilgilerinin senteziyle oluşturulan temel sonuç, toplumsal
sorunlarımızın nedeninin tepeye-bağımlılık ve tepeye bağlı örgütlenme (TBÖ)
olduğunu kesin bir şekilde göstermektedir.
Yazdıklarıma itiraz edenlerden tek ricam
şudur: Amaç “toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözüm yoludur”. Din, iman,
namus, ahlak, hak-hukuk, vs. hep toplumsal hayatı düzenleme amaçlıdırlar.
Bilimsel veriler bu gerçekleri ortaya
koymuşken ve bu yazı dizini bu amaçla hazırlanmışken, bazı katılımcıların
sunulan mesajların dinsel inançlarına ters olduğu gerekçesiyle hiç hoş olmayan
yazışmalara neden oluyorlar.
Bu tam bir yanlış bilgilendirilme sonucudur.
Bu yanlış bilginin nerden kaynaklandığını kısaca özetleyelim:
İnsanlığın kültürel gelişim grafiği 4500 yıl
öncesine kadar insanlığın çok hızlı bir gelişim içinde olduğunu ve bu tarihten
sonra ise gelişim hızının azaldığını gösterir.
(K) ile gösterilen bu sapma zamanı Sümerlerin
“yaratılış” konusundaki görüşlerinin ortaya çıkmalarıyla örtüşür.
Sümerlerin yaratılış konusundaki görüşleri,
onlardan sonraki toplumlarda çok etkili olmuştur. Sümerlerin bu konudaki
görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:
•
Doğa ve
dünya Tanrılar tarafından yaratılmıştır.
•
Tanrılar
gökte, yeryüzünde ve yer-altında bulunurlar.
•
Tanrılar
insanları kendilerine hizmet etmeleri için çamurdan yapmışlardır.
•
Toplumlar
tanrıların dünyadaki temsilcileri tarafından yönetilirler.
•
Her
topluma kendi dillerinde bir kutsal kitap gönderilir.
•
Sümerler
MÖ. 4000lerde Mezopotamya’da ilk kent devletlerini kurarlar. Her kentin kutsal
soylu bir kralı ve ona gönderilen bir kutsal kitabı vardır.
•
Sümer Kent
devletlerinin yerini MÖ. 2500lerden sonra, güney-doğuda Elamlılar, kuzeylerinde
Akadlar- Asurlular, batıda Amoritler, Anadolu’da Luwiler, Hattiler, Hititler gibi
çok farklı etnik grupların oluşturdukları bölgesel devletler alır. Kentlerin
birleştirilmeleriyle oluşturulan bölgesel devlet sistemlerinin ortaya
çıkışıyla, her kente bir kutsal kral ve kutsal kitap gönderilmesi konusunda da
değişimler oluşması kaçınılmaz olur.
•
Bu
değişimlerin, her toplumsal kente bir kitap ve kutsal yönetici gönderme yerine,
yaratıcının belli kavimleri seçerek, onların soylarına kutsal kitap gönderdiği
yönünde gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
•
Bu
tarihsel gelişimlerden kutsal kitap kavramının Sümerler zamanında, yani 5 bin
yıl önceleri ortaya çıktığı, zaman içinde kentsel devletlerden bölgesel devlet oluşumlarına
ve daha sonraları da imparatorluklara evrimleşmeleriyle, daha geniş çaplı
olacak şekilde bir kutsal kitap oluşum şekli ortaya çıktığı; günümüz semavi
dinlerinin böyle oluştuğu anlaşılmaktadır.
•
Semavi
dinlerden Musevilik M.Ö. Binlerde İsrail-oğullarına ait devlet oluşumunu,
Hristiyanlık MS. 325de Bizans
imparatorluğunun resmi dini olarak kabul edilmesine ve Müslümanlık MS 7. asırda
Arap devletlerini örgütleyici faktör olmasına yol açmıştır.
•
Görüldüğü
üzere, kutsal kitap sistemi, 4-5 bin yıldan beri Sümerlerce ortaya atılan
yaratılış görüşü uyarınca oluşturulmuştur. Daha eski zamanlarda yoktur. Bu
nedenle Anadolu’da 4-5 bin yıldan önceleri yaşayan toplumlarda animizm temeline
dayanan Alevilik gibi kuantsal sisteme yakın bir anlayış vardır, ki “bir ben
vardır bende benden içeri” gibi ifadeler bunun kanıtıdırlar.
•
Anadolu
1071 yılına kadar Bizans imparatorluğu yönetiminde kaldığından, aleviler
Hristiyanlarca sürekli baskı altında tutulmuşlardır.
7. Asırdan sonra gelişmeye başlayan İslam
devletinin, Türklerle ilişkisi 670 ile 740 yılları arasında oluşur. Emevilere
bağlı Horasan valiliğince Buhara ve Semerkant yörelerine saldırılara başlanır.
Yerel Türk beylikleri birbirlerine düşürülerek ortak bir güç oluşturmaları
engellenir ve kanlı saldırılarla yüzbine yakın eli kılıç tutan erkek kılıçtan
geçirilir (Talkan ve Curcan katliamları). “Türkler 4 fersah (24 km) boyunca
sağlı sollu ağaçlara asılır, kuzgunlara, kargalara yem edilir.” Kaynak:
Kongar,E.(2006) Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi; Aydın,E.(2010) Nasıl
Müslüman Olduk?, Kırmızı Yayınları.
Yani Türkler kendileri istedikleri için
Müslümanlığı kabul etmemişlerdir. Tepedeki bir lidere bağlı oldukları ve
tepedeki liderlerin de kişisel çıkarlarını düşünerek, halkı daha kolay dize
getirme, ezme, köleleştirme, kul yapma fırsatı vermesi nedeniyle bu inanç
sistemini kabul etmeleri nedeniyle onların izinden gitmişlerdir. Ve böylece
Türk-İslâm Devletleri kurulmuştur.
Burada tekrar bir konunun altını çizmek
istiyorum: Bizlerin amacı toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözümü müdür,
yoksa bir dinsel inancın savunulması mıdır? Hangisini ön plana alarak
yazışıp-tartışacağız?
Benim temel amacım toplumsal sorunlarımızın
nedenini bulmaktır. Tüm toplumsal sorunların nedenin tepeye bağımlılık, tepeden
yönetim olduğu açık ve net olarak gösterilmiştir.
Öyleyse “kutsallık” gibi tepeye bağımlığın
kökeni olan inanç sistemlerinde ısrar etmenin mantıkla bağdaşır bir yanı var
mıdır?
İnsanlığın Gelişim Tarihi- 31. Bölüm
Doğada varlıkların sahipleri ve oluşturucuları, onların
bileşenleri iken, geleneksel düşünce sisteminde bu sahiplik ve yönlendiricilik,
varlıkların dışında-üstünde varsayılan bir şeye atfedilmiştir. Böyle olunca
varlıklar arası denge, iklimsel bozulmalardan tutun, toplum ve kişisel
sağlığımızın bozulmasına kadar tüm alanlarda kendini göstermektedir.
“Su Başlarını Devler Tutmuş”
Devlet denilen toplu
yaşam sistemi doğadaki olağan koşullarda örgütlenmiş olsaydı asla tepedeki bir
kişi veya zümreye teslim edilmezdi. Nitekim normal doğal koşullarla oluşturulan
toplumsal örgütlenmelerde toplumun tepesine yerleşmiş bir efendi veya hanedanlık
yoktur. Bunun böyle olduğu DOM ve OO-15 bölümünde gösterilmişti. Yaklaşık 4 bin
yıl önceleri bu doğal gidişattan sapılarak doğadaki yaratma ve yönetme erkinin
gökteki bir EFENDİde olduğu, dolayısıyla toplumların da tepedeki efendilerce
yönetilmesi gerektiği gibi bir inanç sistemi halka empoze edilmeye başlanmış ve
ondan sonra da günümüze kadar devam ettirilmiştir. Ve tepedeki efendiler de bu
düzen bozulmasın, ağalar-efendiler hep rahat yaşayabilsinler diye halkı yanlış
hayat görüşleriyle zombileştirmişlerdir.
Yukarıda sunulan 15
bölümde, evrenin oluşumundan, insanlığın gelişimine ve günümüze kadar
gerçekleşmiş temel olaylar sunulmuştur. Bunlarda bir veri veya mantık hatası
varsa, gerekli bilimsel argümanlarıyla ortaya koyulsun ki, yanlışlıklar düzeltilebilsin.
Ama yok ise, o zaman kafalarınızdaki tüm eski bilgileri tekrar gözden geçirip,
gerçek hayata dönmeniz gerekir.
İnsanların dünya hakkındaki görüşleri böyle olan bir geçmişimiz var. Böyle bir bilgiye göre oluşturulan yaşam modeli ise şekildeki gibi olmuş ve tepedekilerce sahiplenilen ve yönetilen devletler olmuştur. Böyle bir sistemde, toplumun sahipliğinin bizzat halka ait olduğu bilgisi çeşitli yöntemlerle engellenmiştir.
Hak-hukuk hep tepedekileri koruyacak şekilde
düzenlenmiştir, çünkü yasalar hep tepedekilerce yapılır. Doğal sistem hayatı
hiç dikkate alınmaz ve ekolojik sistem alt-üst olur. Kazanç artırmak uğruna
zirai ilaçlar kullanımı nedeniyle topraktaki canlılar zehirlenir ve genetiği değiştirilmiş
ürünler yetiştirilerek, hem insan sağlığı, hem diğer canlıların sağlığı
bozulur, iklim değişikleri öngörülemez olur, vs. vs.
Son 50-60 yılda ortaya konulan bilimsel
araştırmalar ve deneysel çalışmalar ise, doğa ve dünyanın kuant denilen alt-sistemlerden
başlanarak, kuantizasyon denilen eklenmeli artırımlarla gittikçe büyüyen
üst-sistem oluşumları şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Bu oluşumları
tetikleyip yönlendiren güç sisteminin ise, Doğa-Dışı kaynaklı değil Doğa-İçi
kaynaklı olduğu ve bilgi denilen faktörün de, zamanla geliştirilerek, gittikçe
daha ergonomik üst-sistemler oluşturucu bir tarzda evrimleştiği
anlaşılmaktadır.
Böyle bir tabana dayalı ve tabandaki öğelerin
bilgi oluşturarak doğa ve dünyayı gittikçe evrimleşen bir düzen içinde
oluşturdukları görüşü ise günümüz insanlığına çok ama çok yabancıdır.
Bu
şekilde başlayan Devlet yönetimi, orta çağa kadar ufak değişikliklerle
sürmüştür. Nitekim bizde de 1-2 asır öncesine kadar padişahlık vardı. Ülke ve
topraklar padişahın mülküydü ve padişah bu mülkünü ağalık- beylik gibi belli
unvanlı kişilere bir fermanla veriyor ve o ağalar-beyler fermanda belirtilen
tüm toprakların ve de üzerindeki tüm canlı-cansız varlıkların sahibi
oluyorlardı. Dolayısıyla, o topraklarda yaşayan insanlar da o ağanın
uşakları-hizmetçileri oluyorlardı. Böyle bir toplumsal hayat sisteminde
bürokrasi çarkı tüm malların sahibi olan kişi (padişah, kral, sultan, vs.) için
çalışıyorlar, tüm işlemleri onun çıkarları doğrultusunda yapıyorlardı. Bu
nedenle devletlerin adları da bu sahip-ailelerin adlarını taşıyordu:
Frank-Reich (Frank’ın egemenlik bölgesi), Osmanlı-İmparatorluğu, vs. gibi.
Yukarıda
açıklandığı üzere, doğadaki bağımlılık yönünün hatalı yorumlanmış olması
nedeniyle toplumsal hayat sisteminin temeli, tepedeki bir kişi veya zümreye
bağımlılık içinde oluşturulacak şekilde atılmış olunur ve günümüze kadar hep bu
şekliyle devam eder. Tepedekilerin biri gelir, diğeri gider; tepedekilerin
görüşlerindeki değişikliklere göre, çeşitli toplumsal hayat modelleri ortaya
atılır: çeşitli teokratik hayat görüşleri, çeşitli …izmler birbirini takip eder
ve günümüze gelinir.
Hepsinin ortak noktası, doğa ve dünyanın
harici bir sahibi olduğu yönündedir. Bu sahiplik, yaratılış görüşünde “Allah”,
evrimci görüşte ise doğa olarak kabul edilmiştir
Doğa ve dünyanın sahibi olarak harici
bir varlık (harici bir güç sistemi) ve zaman da bu harici varlığın ömrüne
endeksli bir sonsuzluk kabul edilince, bireysel hayatların neden doğum ve ölüm
üzerine oturtulduğu çözülemez bir sorun olmuştur. Bu nedenle insanlık hayata
bir anlam veremez duruma düşmüş ve başka dünyalarda ebedi yaşam senaryoları
üretmeye başlamıştır.
Gerçek doğada varlıkların sahipleri ve
oluşturucuları, onların bileşenleri iken, insanlığın geleneksel düşünce
sisteminde bu sahiplik ve yönlendiricilik, varlıkların dışında-üstünde olduğu
sanılan hayali bir şeye atfedilmiştir.
Böyle olunca, içlerimizdeki ve çevremizdeki
hücrelere ve diğer küçük öğelere karşı duyarlı davranmak yerine, (hayali) harici
bir seçici veya yaratıcı güç sistemi öğretilerine göre davranmaktadırlar. Bunun
sonucu, doğadaki varlıklar arası ilişkilerde eskiden beri süregelen doğal denge
bozulmakta ve bu bozukluklar iklimsel bozulmalardan tutun, toplum sağlığının ve
kişisel sağlığımızın bozulmasına kadar tüm alanlarda kendini göstermektedir.
Bu durumun toplum hayatımızdaki negatif
etkileri önceki bölümlerde özetlenmişti.
Bireysel sağlığımızdaki negatif etkileri ise
şunlardır:
Hücrelerin genetik bilgi depolarında,
değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadıklarının ve doğada her an her şey
olabileceğinin kayıtları vardır ve bu nedenle tüm canlılar nelere bağlı olarak,
ne zaman neler yapmaları gerektiği konusunda sürekli veri toplarlar. Hücreler
bedenleri bu verilere göre tasarlayıp-oluşturuyorlar. Duyu organları bunun için
oluşturuluyor.
Bir bedeni oluşturan hücreler, bedenin
sahibinin kendileri olduğunu bilirler. Bunun kesin delilleri şunlardır:
i- yaralandığımızda hücreler kendi eserleri
olan bedenleri hemen tamire koyulurlar;
ii- Ortam değiştirdiğimizde, ortamdaki
değişimleri algılayıp, sahibi oldukları bedende gerekli değişiklikleri
yaparlar, örneğin deniz kenarından kalkıp yüksek bir dağın tepesine
çıktığımızda, hemen bedendeki alyuvar sayısını artırıp, bedende yeterli oksijen
bulunmasını sağlarlar;
iii- Bedende bir yer hasar görmeye
başladığında, hücreler bedeni “acı” duygusu ile uyarırlar ve acı duyulan
noktada sorun olduğunu bildirirler. Acı duygusu gelişmeyen bedenler de
olabilmektedir ve yaralanmalar olduğunda, bedenin acı duygusu olmadığından, kan
kaybından beden ölmek zorunda kalmaktadır.
iv- Bu olgulara ek olarak şu durum
hücrelerimizin, oluşturdukları bedenlere ne denli sahip çıktıklarının bir başka
delilidir: Tabana bağımlılık olgusu, yani bedenlerimizin sahipliğinin hücrelerimize
ait olduğu gerçeği, kişisel sağlığımızın düzenlenmesinde bizlere çok önemli
ip-uçları verir. Şöyle ki: Hücreler bedenlerimizi, yaşanılan doğa ortamına uyum
sağlamak üzere oluştururlar. Bizlerin hayat görüşleri bu açıdan çok önemlidir.
Bizler yaşadığımız toplumda ve çevrede işlerin iyiye doğru gideceği, doğa ve
dünyamızın iyi ve güzel olduğu şeklinde düşünüp, öyle davranırsak, hücreler
oluşturdukları bedenlerin amaçlarına uygun olduğu yönünde davranırlar ve bu
bedenleri bu durumda tutmak için çabalarına devam ederler. Sonuç şu olur:
Hücreler bedenlerin hep sağlıklı şekilde çalışmasına devam ederler, sağlıklı ve
mutlu bir beden oluşumu ortaya çıkar. Tersi durumda, dünyanın çekilmez bir yer
olduğu, toplumun hayatının berbat olduğu, yaşanılan ortamın çok kötü (sıcak,
nemli, bunaltıcı, vs.) olduğu şeklinde bir hayat görüşü (yaşam felsefesi) ile
yaşıyorsak, hücreler oluşturdukları bedenin başarısız bir deneme olduğu ve o
ortama uygun olmadığı şeklinde bir değerlendirme yaparlar. Sonuç şu olur:
bedenin sağlıklı şekilde işletilmesinde pek istekli ve aktif
davranmazlar, her şeye boş-vermeye başlarlar, beden sık sık hastalanır vs.
Hücre-beden ilişkilerinin bu şekilde
gerçekleştiği tıbbi araştırmalarla da saptanmıştır. Sheldon ve diğ.
2003’nin gösterdikleri üzere, pozitif insanların soğuk algınlığı ve benzeri
hastalıklara yol açan virüslere karşı daha dayanıklı oldukları, hastalık kapma
olasılığının düşük olduğu, hastalığı kapanlarda da semptomların daha az
şiddetli olduğu saptanmıştır. Bu nedenle, doğa ve dünyamızın sahipleri, onların
bileşenleridir. Harici bir sahiplik söz konusu değildir.
Doğada hiçbir varlık yok olmaz,
değişim-dönüşüme uğrar. Değişim-dönüşüm olmasaydı, bizler hala bakteriler
olarak yaşamaya devam ederdik.
Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur
ve her şey zaman içinde doğum-ölüm döngüsüne uğramak zorundadır. İnsanların
ebedi bir hayat özlemi, doğal sistemin tamamen yanlış yorumlanmasından
kaynaklanır. Nedir bu temel yanlışlık?
İnsanın ebediyet diye bir kavram
oluşturmasının tek nedeni doğadaki bu tabana dayalı oluşumculuğu bilmeyip, bu
oluşumculuğu varlıkların dışındaki Doğa-Dışı-bir-güç sisteminde
varsaymalarıdır. Bilim insanları doğadaki oluşumların, varlıkların bilinçli
davranışlarıyla değil, rastgele çarpışmalarla oluştuğu ve Doğa-Dışı bir güç
sisteminin de en iyi olanları seçtiği yönündedir. Zaman kavramının başı-sonu
olmayan bir sonsuzluk olarak algılana gelinmesinin de nedeni budur. Zaman
olgusu Doğa-Dışı bu güç sisteminin ömrüne endekslenince, bu Doğa-Dışı gücün
ebedi olması gerektiği kabul edilmiştir, yoksa doğada hiçbir şey
oluşup-gelişemez.
Neden gelişemez? Çünkü oluşumların tepeden
yönlendirildiği varsayılmıştır. Tepedeki ölecek olursa, oluşumları kim
yönlendirecek?
İşte ebediyet kavramı bu nedenle
oluşturulmuştur. Halbuki doğada ebedi olan hiçbir şey yoktur, çünkü oluşumlar
tepeden değil, tabandan yönlendirilmektedir. Her şey enerjisini tabandaki
(içlerindeki) öğelerden alır. En temeldeki atom-altı-öğeler (kuantsal sistem)
hep en iyi bilgiye göre oluşturulan en verimli yapıları tercih edip, onlara
"tünelleme" yaparak göçtüklerinden- bedenlerin sürekli yenilenmeleri
gerekir. Bu nedenle bizlerin bedenlerindeki hücreler birkaç ayda bir hep
yenilenirler ve yerlerine yenileri oluşur. Bu yenilenme moleküllerde daha kısa sürede,
atomlarda daha da kısa sürede hep olmaktadır. Bu nedenle doğal sistemde
ebediyet diye bir şey mümkün değildir.
Bedenlerimizi hücrelerimiz oluşturur ve
yönlendirir. Biz hücrelerimize bağımlıyız, onlar bizim yaşamımızı
düzenlemektedirler. Tüm öğrendiklerimiz ve düşündüklerimiz hücrelerimize
aktarılır ve onlar tarafından işleme konur. Bizlerin çevremizle etkileşerek oluşturduğumuz
tüm bilgiler hücrelerimize aktarılır ve onlar atalarından kendilerine miras
kalan kalıtsal bilgilerle, bizim onlara aktardığımız verileri harmanlayarak
hayatımızı yönlendirirler. Bedenler yaşlanıp hücrelere-atomlara ayrıştığında,
onlarda depolanan bilgiler doğal sistemle harmanlanır, onlarla kalibre edilir
ve aralarında karşılıklı bilgi aktarımları gerçekleşir. Bu yeni bilgi
harmanlamasına dayanılarak varlıklar yeniden birbirleriyle etkileşerek, doğal
sistemi yeniden inşa etmeye başlarlar. Ve bu döngü böylece devam eder. Doğa ve
dünya zaman nedir konusunda açıklandığı şekilde evrimleşerek yaşamın devamı ve
sürekliliği sağlanır. Yani doğada ölüm denilen bir şey yoktur, geri-dönüşüm =
recycling vardır.
Bu “geri-dönüşüm = recycling” olayını sindirim
sistemimizin işleyişinde net olarak görürüz. Şöyle ki: Tüm canlılar yedikleri
besinleri sindirim sisteminde parçalarına ayırırlar ve amino-asit denilen temel
moleküllere dönüştürürler. Amino-asitler hayat sisteminin en başlangıcındaki
temel moleküllerdir. Yani geri-dönüşüm 3-4 milyar yıl önceki temel öğelere
kadar geri gitmiştir. Her canlı bu temel amino-asit moleküllerini, kendi
genetik bilgi kayıtlarına göre tekrar düzenlemeye başlarlar; bazı canlılar
midye gibi sert kayalıklara tutunarak yaşayacak bedenler, bazıları bir örümcek
gibi dayanıklı iplicikler, bazıları da kıl, kanat gibi organlar yaparlar. Ve
tüm bu oluşumlar bir geri-dönüşüm ve tekrar düzenleme olayıdır.
Gerçekte durum böyledir ve hayat sürekli
değişim-dönüşüm içinde devam eder. Bedenler yaşlanıp, değişen doğa koşullarına
uymakta zorlanmaya başlayınca, geri-dönüşüm başlatılır ve beden tekrar
hücrelerine ve moleküllerine ayrışır. Doğal sistemle kalibrasyon gerçekleşir ve
dünya her gün yeniden oluşturulur.
Ölüm ve ölüm korkusu, tamamen yanlış bir
hayat görüşünün gelenek-göreneklere aktarılması sonucu, bilinç-altımıza
yerleştirilmiş hatalı bir programdır.
Tüm toplumsal sorunların nedeni şudur: Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisi halka verilmemiştir. Halk sürekli eğitimsiz bırakılmış ve tepedeki eğitilmiş kesim karşısında aciz ve ezik kalmıştır.
İnsanlığın Gelişim Tarihi- 32. Bölüm
Toplumun
sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma
zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu,
insanlara bu bilgiyi vermektir.
Bir Değerlendirme
Bilgisiz
bir şey yapamıyoruz ve bilgiye hasretlik çekiyoruz. Bilgiye hasretimiz ise
tepedekilerce sömürülüyor. Bu sömürme
sistemi yaklaşık 4 bin yıldan beri uygulanmakta olduğu geçmiş bölümlerde
açıklandı. Tepedekiler “Doğa-Dışı-bir-Güç” sisteminin nasıl davranılması
gerektiği bilgisini doğa-yasaları olarak verdiğini ve bizlerin birer robot gibi
bunlara uyarak yaşamamızı söylüyorlar. Bazıları ise başka bir yaklaşımla
yaratıcının kutsal kitaplar şeklinde her tür bilgiyi insanlara gönderdiğini,
bunlara uyarak yaşanırsa, bu dünyada her şeye ulaşamamış olsa da, öteki dünya
hayatında ebedi ve mutlu olarak yaşayacağını söylüyorlar.
Yazı-dizinin
ilk 13 bölümünde ise, doğadaki oluşumların “DOĞA-İÇİ-BİR GÜÇ” sistemince
tabandan başlanarak gittikçe büyüyüp geliştirilen bir sitemde gerçekleştiği
görülmektedir. Ama bu bilgiler insanlara verilmemektedir.
Toplumun
sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma
zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu,
insanlara bu bilgiyi vermektir.
Peki
bu BİLGİ insanlara neden verilmiyor? Nedeni “su başlarını devlerin tutmuş”
olmalarıdır.
Tarih
dersinde sadece insanlık tarihi bilgileri verilmektedir. İnsanları hücreleri
oluştururlar, dolayısıyla hücrelerden de etkilenmekteyiz.
Bu
nedenle bedenimizdeki hücrelerin 3.5 milyar yıllık hayat tarihi verileri
hakkında da bilgi sahibi olunması gerekir. Hücreler atom ve moleküllerden
oluşurlar ve onlardan etkilenirler.
Bu
nedenle atom ve moleküllerin oluşum ve gelişim tarihleri konusunda da bilgi
sahibi olunması gerekir.
Dolayısıyla
bizlerin düşünce ve davranışlarını belirleyen hücrelerle uyumlu olabilmemiz
için sadece insanlık tarihini değil, doğa ve dünyamızın tarihsel geçmişi
hakkındaki bilgileri de öğretmeliyiz.
Doğa
bu şekilde alt-sistem – üst-sistem yapılaşmalarından oluşur ve böylelikle
birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde
geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative
Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve
“alt-sistem – üst-sistem = alt-düzey – üst-düzey” ilişkilerinin ana-hatlarını
belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:
I-
Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
II-
Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
III-
Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de
etkiler.
IV-
Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir;
üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
“Hedef
gösterme” konusunda bir açıklama gerekir.
Biz
hücrelerimize nasıl hedef gösteririz? Hücrelerin anlayacağı dil ile. Hücreler
nelerle anlaşırlar? Moleküllerle, proteinler, şekerler vs. Biz şekerli şeyleri
seversek, hücreler onları ödüllendirme listesine alırlar ve hep isterler;
alışkanlık denilen davranış böyle oluşur.
Hücreler
atomlara nasıl hedef gösterebilir?
Atomların
nasıl davrandıklarına bakarak.
Atomlar
nasıl davranırlar?
Enerji
gradyanlarına uyarak hareket ederler.
Öyleyse
bir protein yapmak isteyen hücre, o protein oluşumunda yer alacak atomları
oraya çekecek şekilde özel mikro-ortamlar hazırlarlar. O ortamdaki enerji
koşullarına uygun proton-nötron kombinasyonlarına uygun olacak şekilde
atom-altı-öğeler orada yığışırlar. Yani “kuvvet-alanı” dediğimiz bölgeler, çok
büyük veya çok küçük boyutlu olabilirler.
Yeryuvarı
katmanlarında ve hücrelerimizin genetik kayıtlarındaki bilgiler bu 15 bölümlük
yazı dizininde bilgilerinize sunulmuştur.
İnsanlık bilgiye hasrettir ve insanlara öğretilmesi şart ve gerekli olan
bilgiler doğal sistem kayıtlarındaki bu bilgiler olmak zorundadır.
Bilgisiz
bir şey yapamıyoruz. Hücreler de bilgisiz bir şey yapamıyor. Yani doğada her
şey bilgi temeline dayanarak davranmak zorundadır. Doğa yasalarının en temel
kuralı da “enerjinin korunması yasasıdır” Doğal sistemin bu yasasına uymayıp,
doğa yasalarına ters işlemler yapmaya başladığınızda, içlerimizdeki kuantsal
öğeler devreye girerler ve evrensel ölçekte etkileşerek (nötrino effect) sizi
cezalandırırlar.
Bu bilgilerle, gelenek ve göreneklerinize yerleştirilerek sizlere aktarılmış ve öğretilmiş bilgileri kıyaslayarak, bilgiye hasretliği sömürenlerin asırlardır bizleri nasıl sömürdüklerini anlayıp-değerlendirmek artık size kalmıştır.
İnsan
Olmanın sorumluluğu vardır ve o da bilgi edinerek o bilgilere uygun
davranmaktır
Bu
temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve
yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısına gittiklerini anlamak kolaylaşır.
Şimdi
bunu görelim.
Yani
insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir
beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.
Bunun
sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya
çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme
yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat
etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.
Dünyamızda
gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da
bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük
devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir.
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı
gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler
dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya
başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde,
dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını
çekmekteyiz.
İnsanlara,
doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi
veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen
yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor.
Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak
çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk
yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum hayatına başlıyor.
Tepedekilerin
gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu
atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk
edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı
kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz
tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur. Yine Tepe’den yönetimli
hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir
peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak
yaşamalarının şart olduğu öğretilir.
Halbuki
doğa tabandan yönetilen sistemde çalışmaktadır ve her şey karşılıklı
etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji
denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık
çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası
etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin
karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa,
gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey,
tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi
sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar
veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların
uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur
Günümüz
dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş
ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve
davranma hakkı tanımışsa da, doğada tabandan yönetimli bir hayat görüşünün
egemen olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde
anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta,
hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi
başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.
Gelişmiş
ülke halkları, geri kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda
fikir, çözüm üretmek zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da
batacaklardır.”
Ve bu
kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm
insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da
yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir
mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir)
eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu etkileyebilir. Veya
bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman bellediği bir ülkenin en
kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak yüzlerce masum insanın
ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca, sorunlarımıza dar bölgesel
perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız gerekir.
Yani
BİLGİ faktörü doğadaki oluşum ve gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür.
Ve bilgi üstel (yani eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim
göstermektedir.
Kimyasal
bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki
değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında
(bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information &
re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen tabandan
yönetilen sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel
dokuya yansıtılır. Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya
anizotropik (sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler
oluşturarak, enerji akışını yönlendirir. Yapılaşmanın değişmesiyle
varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar.
Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji +
zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.
Doğadaki
her canlı, organları tarafından algılanan sinyallere göre davranır.
Doğada
her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu değişimleri algılayacak şekilde
reseptörler oluştururlar ve onların verilerine göre davranırlar. İnsanlar ise
yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden geldiği inancına göre
beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal sisteme uygun
davranamamaktadırlar.
Her
varlık nasıl davranacağını duyu organlarıyla alacağı verilere göre kendisi
belirler. Dışarıdan veya başkasından gelen bir yönlendirme yoktur. İnsanlar bu
kuralı çiğneyen tek yaratıktır. Acaba neden?
Yanıt
ararken toplumdaki soygun analizini de hatırlayın:
Sıradan
soygun (SS) ile Politik soygun (PS) arasındaki fark:
1.
Sıradan Soyguncu sizin paranızı, çantanızı, kol saatinizi, altın kolyenizi vs.
çalar...
Fakat,
Politik Soyguncu sizin geleceğinizi, eğitiminizi, işinizi, meslekî kariyerinizi
ve sağlığınızı çalar...
2.
Burada dikkat edilecek nokta şudur: Sıradan soyguncu kimi soyacağını kendisi
seçer... Fakat, sizi soyacak olan Politik soyguncuyu bizzat siz kendiniz
seçersiniz...
3.
Olayın en ironik yanı ise şudur: Polis sıradan soyguncuyu takip eder ve
tutuklar...Fakat, polis Politik soyguncuyu korur ve sahip çıkar!
Şu anda dünyamızdaki en yaygın sömürü sistemi böyle işetilir. Dünyada sömürünün
sürmesinin nedeni, toplumun sahipliğinin bizzat kendileri olduğu gerçeğinin
halktan saklanmasıdır.
İnsanlığın Gelişim Tarihi- 33. Bölüm
Son 50 bin yıllık tarihsel
geçmişimizden çıkartılacak ders:
Genetik haplogrup-analizlerine
dayalı olarak insanlığın geçmişi epey eski tarihlere kadar tasarlana
bilinmektedir. Bu yöntem arkeolojik ve jeolojik bilgilerle birlikte
değerlendirildiğinde şöyle bir tarihsel geçmişimiz ortaya çıkar: Günümüz
insanlarının atası olan Homo sapiens sapiens 60-70 bin yıl önceleri
Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Dünyaya yayılır. Doğu Afrikada ortaya
çıkan bu atalarımızın konuştukları dilin aglütine bir dil olduğu
anlaşılmaktadır, çünkü Afrika’nın o bölgesinde hala Swahili denilen aglütine bir
dil konuşulmaktadır ve oradan dünyaya yayılmış olan toplumların çoğunda
aglütine dil hala en yaygın dil grubudur. Atlantis ovalıların ve onların Avrupa
ve Asya’ya yayılanlarının (Türkçe, Baskça, Fince, Macarca, vs) dilleri
aglütinedir. Yaygınlığın derecesini anlamak için Amerika’nın tüm yerli
kavimlerinin dili aglütine olduğunu bilmek yeter. Amazon ormanlarının en ilkel
toplumu olan Piraha’lar dahil tüm Kızılderililer aglütine dillidirler.
Yayılmanın ilk durağı
o zamanlar kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz boğazı arasındaki
Atlantis-Ovasıdır, çünkü buzul devrinde dünyanın yaşama en uygun yeri orasıdır.
Dünyanın en yoğun ve en zengin petrol bölgesi olan bu ovanın birçok yerinden
zift çıkmaktadır. Kamış gibi uzun bitkiler veya uzun ağaç gövdelerinden yapılan
sal benzeri araçlar zift ile su geçirmez yapılarak su (ırmak) ve deniz
taşımacılığında kullanılmaya başlanılması Atlantis-Ovasındaki ziftler sayesinde
olur ve insan kültürünün ilerlemesinde önemli bir rol oynar.
Atlantis ovasının
zamanla yetmemesi sonucu, insanlık deniz kenarı boyunca doğuya (Hindistan’a)
doğru göçmüş ve 50 bin yıl önceleri de Kara haline geçmiş olan Endonezya
bölgesinden Avusturalya’ya ulaşmıştır.
Amerika’ya göç ise
yaklaşık 20 bin yıl önceleri Bering-boğazı üzerinden, daha doğrusu deniz kıyısı
boyunca olduğu anlaşılmaktadır.
Asya’ya yayılma ise
hem Endonezya üzerinden hem Kafkaslar ve İran üzerinden olmuştur. Avrupa’ya
yayılma hem karadan Anadolu-Trakya üzerinden, hem de deniz yoluyla Kıbrıs,
Girit, İtalya, İspanya, İngiltere üzerinden olmuştur. Haplogrub-analizleri
sonuçları, İngiltere- İrlanda, İspanya, Fransa gibi batı Avrupa ülkeleri
insanlarının Atlantis-Ovalı kökenli olduklarını kesin bir şekilde
göstermektedir. Analizciler Atlantis Ovalılık kökeni hakkında bir şey
bilmediklerinden, Batı-Avrupa’nın ilk halklarının Anadolu halkıyla akraba
olduğunu söylerler. Anadolu halkının ise, Atlantis-Ovalı olduğu önceki
bölümlerde gösterilmişti.
Şimdi akla şu soru
gelir: Günümüzde Avrupa’daki toplumlar indo-german (veya hint-Avrupa) dil
grubuna ait German, Romen, slav, vs. diller konuşmaktalar. Bu dil grubu nasıl,
nerede ve ne zaman ortaya çıktı?
Sorunun yanıtını yine haplogrup analizleri ve arkeolojik veriler ortaya koymuştur. Bu veriler yaklaşık 5 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarda Yamnaya-göçebeleri – denilen özel bir kültürün geliştiğini ve kültür mensuplarının proto-indo-european yani ilk-hint-avrupa-dilini oluşturduğunu belirtirler. Tam bu yıllarda Yamnaya bozkırlarında At evcilleştirilmiş ve göçebe kavimlere muazzam bir hızlı hareket etme olanağı sağlamıştır.
Krallıkların ilahi
sistemden kökenlendiğine inandırılan halk, kazandıklarının çoğunu onlara
vererek onları mutlak bir güç sahibi yapmışlardır. Ellerindeki bu muazzam
kaynakla paralı askerler ve korumalar tutan bu efendiler sınıfı, at gibi çok
hızlı hareket saldırı ve savaş yeteneğine de kavuşunca, güçlerini daha da
artırmak için istila savaşlarına başlarlar ve insanlığın kaderi normal
güzergahından sapmış olur. Böyle bir olanağı olmayan çevre topluluklar istila edilmeye
başlanır.
Hititler denilen bir
kavim Anadolu’ya saldırır, Hatti toplumunun arazisine yerleşir. Anglosaksonlar,
germenler, slavlar, romenler (latinler) vs. Avrupa’yı istila ederler. Yunanlar
Ege bölgesini istila eder, Persler İran’ı istila eder.
Bu istilaların trajik
ve komik yönü şudur: Hint-Avrupa kültürlüler kendilerini “aryan” yani üstün ırk
olarak görmüşler ve istila ettikleri ülke halklarını “barbar” olarak
nitelemişlerdir. Bunun gerçekten böyle olduğunu Homer tarihi ve Strabon’un
Coğrafya eserlerinde görebilirsiniz. Şimdi objektif olarak düşünün: Kim
saldırgan, kim sömürüyor, kim köleleştiriliyor?
Avrupalıların bu
sömürgeci davranışı, günümüzde hala tam gaz devam etmektedir. Sizler
Atlantis-gerçektir makalesini bir türk vatandaşı yazdı diye önemsemeyip, bu
makalenin bir Avrupalı-Amerikalı gibi “aryan” ırklı birinden gelmiş olması
durumunda kabul edecek kadar kendine güveni olmayan birileri olduğunuz sürece,
(Devamı yok)
Son-Bilanço
Dünyamızın ve hayatımızın geçmişinin
kayıtlarının bulunduğu jeoloji- astrofizik-
arkeoloji- fizik – kimya- genetik gibi kaynaklardan elde edilen
verilerin okunmasıyla ortaya konulan verilerin değerlendirilmesi şu sonuçları
ortaya koymuştur:
1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına
doğru gelişmektedir,
2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet
oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,
3)-Oluşumlar “information &
self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere
göre gerçekleşir,
ve Dinamik sistemlerde ise,
4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı
etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.
5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın
gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme
olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini
göstermektedir.
6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin
ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar
oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.
7) Varlıklar davranışlarını sürekli
değiştirip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak
belirlerler.
8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but
chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan
araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal
değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha
ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.
9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut
gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel
öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine
dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.
10)- Doğada her şey bilgi ile oluşturulur,
ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre
grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru
gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.
11)- Bu araştırıcı insan yaklaşık 4500 yıl
öncelerine kadar, “bilgi”nin kafası içinde oluştuğunu hissederek,
kafatası-kültü (skull-cult) denilen geleneği ve doğadaki tüm varlıkların
karşılıklı ilişki içinde olduğuna dayalı bir hayat görüşü içinde yaşamıştır.
İnsanlığın bu doğal hayat görüşünden saptırılıp, yanlış bir hayat görüşü içine
sürüklenmesi yaklaşık 4500 yıl önceleri olmuş olmalıdır.
12)- Bu araştırıcı insan ise doğadaki
yapıcılık-yönlendiricilik erkini kendi içindeki bileşenlerinde
(hücrelerinde-atomlarında) değil de dışında-üstünde bir makamda tasarlayınca,
tepeden yönetilen ve tepedekilerce sahiplenilen devlet sistemli bir yaşam
ortaya çıkmıştır.
13)- İnsanlık bilgiye hasrettir, ama 4-5 bin
yıldan beri toplum genelinin çıkarlarını değil, tepedeki yönetici (efendiler)
kesiminin çıkarlarını dikkate alacak şekilde bilgiler halka aşılanmaya
çalışılmaktadır. Bu da insanları zombileştirmektedir.
14)- Kral gibi tepedeki bir otoritenin
yönlendirdiği kalabalıklar at-gibi hızlı hareket ve savaş üstünlüğüyle 5 bin
yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arasında Yamnaya-göçebeleri olarak ortaya
çıkarlar. Böyle bir olanaktan yoksun olan komşu toplumları istila etmeye
koyulurlar. Bu sömürgecilik anlayışı hala devam etmektedir.
15)- İnsanlığın uygar gelişimine öncülük
ettiği iddia edilen Yunan ve Latin kültürleri, indo-german dilli Yamnaya-Göçebelerinden
kökenlenirler ve tamamen sömürü ve istilacılığa dayanarak, barışçıl yerel
halkaların oluşturduklarının üzerine konarak gelişmişlerdir.
16)- Bilgi oluşturma ve yorumlamaya ağırlık
verici insanın bilgiye hasretliği, tepedekiler tarafından yanlış hayat-görüşü
bilgileri verilerek sürekli olarak sömürülmektedir. Çocukluk evresinde aşılanan
bu yanlış bilgilerle zombileşen insanları uyandırmak için gerçek doğal sistemli
hayat görüşü bilgilerinin ortaya konulup yaygınlaştırılması şart ve gereklidir.
17)- Tarih
kitaplarının hepsi yeniden yazılmak zorundadır. Çünkü mevcut tarih bilgileri
hem çok hatalı hem de çok eksiktir.
74 bin yıl önceleri
Sumatra’da patlayan Toba volkanının dünyadaki insan nüfusunu yaklaşık 15 bine
indirdiği hesaplanmaktadır. Dolayısıyla Basra-Hürmüz Ovası da çok tenhalaşmış
olmalıdır. 70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan ve günümüz
insanlarının atalarını oluşturan aglütine dilli insanlar bu ovayı tekrar
yoğunlaştırmışlardır.
KAYNAKÇA
Kaynak eserler çok yer tuttuğundan, kitap çok kalın olmasın diye şu
blog-adresinde sunulmuştur: https://tanriyianlamak.blogspot.com/p/english.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder