insanlık tarihi

 

Hayat Nedir ve İnsan ne zamandan beri bu hayat sistemi içinde var?

Kırkından sonra hayata çok farklı bir bakış açısıyla bakmaya başlayan biriyim. Bu farklı bakışla hayata bakınca da, insanlığın neden çok büyük toplumsal sorunlar içinde olduğunun ve bu sorunlardan nasıl kurtulabileceğinin farkına vardım.

Bu farklı bakışa ulaşmam şöyle oldu:

Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”

Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındır ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade edilir. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya tabandan yönetilen bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.

Bunun üzerine:

- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.

- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.

- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.

- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.

- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.

Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.

Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. 

Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve

- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).

- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün hücrelerin kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),

- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken  2000) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.

Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü

- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran ve bu vesileyle 500 milyon yıl öncelerinin dünyasının HADİMOPANELLA adını verdiğim cinsini keşfeden biriydim,

- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.

Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım.

Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.

HAYAT = Ömür; ömür ise ZAMANın bir dilimidir. Zaman kavramının sırrını çözen, hayatın sırrını da çözmüş olur. Mesleğim gereği ZAMAN’nın ne olduğunu çözen bir bilim adamı olarak, atalarımızın bu kavramı tamamen yanlış yorumladıklarını ve bu yanlış yorumu geleneklerle nesilden nesile aktararak, insanlığı hatalı bir hayat anlayışına sürüklediklerinin farkına varan biriyim. Ve o zamandan beri DOM olarak kısaltılan “Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması” konusunu işleyip-geliştirmeye çalışmaktayım.


Doğa tamamen varlıklar arası karşılıklı etkileşimlere göre oluşup gelişen ve sürekli değişim-dönüşüm içinde olan canlı bir sistemdir. Doğadaki bu canlılığın temelini anlayabilmek için şu 20 dakikalık videoyu izlemek gerekir.

https://www.youtube.com/watch?v=u-I6GPB8NVw

Orada vurgulandığı üzere, insanlık zaman ve bilgi faktörlerinin doğadaki oluşumlardaki rolünü bilmediklerinden, hayatı anlayamamışlardır.  Videoda görüldüğü üzere, evrenimizde düzen oluşturmaya doğru bir ilerleme vardır ve Schrödinger adlı fizikçi bu nedenle “hayat negatif entropi artışıdır” demiştir. Halbuki fizikçiler hala doğada entropi artışına, yani düzensizliğe doğru bir gidişat olduğunu söylerler. Günümüzde “aydın” olarak geçinen tüm insanlar da fizikçilerin bu görüşlerine uyarak davranırlar ve insanlara hayatın nasıl oluştuğu ve nereye doğru gideceği konusunda yanıltıcı bilgiler vermeye devam ederler.

Bilgisiz bir şey yapılamıyor. Peki bizlere ne tür bilgiler öğretiliyor?

Tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, biyoloji, vs gibi birçok faklı konu öğretiliyor. Peki biz bu bilgileri öğrendiğimiz halde, neden arılar, karıncalar, mercanlar vb birçok hayvan türü gibi güzel toplumsal koloniler oluşturamıyoruz da her gün birbirimizle kavga- çatışma içinde yaşıyoruz?  

Öğrendiğimiz bilgilerde mutlaka hatalar olmalı ki, o hatalar nedeniyle ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyor olmalıyız.

Tarih bilgisi örneğinde bu konuyu açıklayalım:

Tarih bilgisi, olayların ve oluşumların ne zaman nasıl ve neden oluştukları gibi temel bilgilerden oluşur. Bizlere okullarda verilen tarih bilgisi, sadece devlet denilen ve tepedeki birileri tarafından kurulup-sahiplenilen toplumsal sistem hakkında bilgi verir. Bu tarih kitapları ise devletler 4-5 bin yıldan beri var olduklarından, sadece bu çok kısa insanlık hayatı hakkında bilgiler içerirler. O bilgiler de, tepedeki hanedanların görüşleri doğrultusunda, ona bağımlı kişilerce yazıldıklarından tarafsız-objektif değildirler.

Yani tarih kitapları deyince akla gelen tek kitap, bu devletler tarihi kitaplarıdır.

Halbuki insanlık 2.5 milyon yıldan beri var, ve insanlara bu 2.5 milyon yıllık geçmişinin ana hatlarını anlatan bilgileri içeren “insanlık tarihi bilgileri” kitabı da gerekir. (İşte bu konuda arkeoloji devreye girer ve insanlığın bu evredeki gelişimleri hakkında aydınlatıcı bilgiler verir.)

İnsanlar hücrelerden oluşurlar. Öyleyse insanlara hücrelerin ne zaman ve nasıl insan denilen canlıyı oluşturdukları, insandan önce başka hangi canlıların içlerinde bulundukları gibi tüm canlılar alemi gelişimini anlatan bir tarih kitabı da gerekir.

Hücreler atom ve moleküllerden oluşurlar, öyleyse atom ve moleküllerin ne zaman hücreleri oluşturduklarını anlatan kitaplar da gerekir.

Atomlar atom-altı-öğelerden oluşurlar, öyleyse atom-altı-öğelerin atomları nasıl oluşturdukları bilgilerini içeren kitaplar gerekir.

Gördüğünüz gibi doğadaki tüm olay ve oluşumlar birbirleriyle ilişki ve bağlantı içindedir ve bu şekilde öğretilmesi gerekir. Ama bizlere bu şekilde tüm bilim dallarının birbirleriyle ilişki ve bağlantılı olduğu şeklinde bir bilgi yerine, birbirlerinden kopuk bilgiler veriliyor. Bizler de bu kopuk bilgileri farklı şekillerde yorumlayıp, ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyoruz.

Bu nedenlerden dolayı, tüm farklı bilim dallarını kapsayan genel bir hayat görüşü bilgisine açil gereksinim vardır. DOM görüşü bu amaçla hazırlanmaktadır. Sizlere yarından başlamak üzere sunulacak olan “İnsanlığın Gelişim Tarihi” adlı bir yazı dizini, “DOM- Olasılık Oluşumlu Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması” adlı kitabın son bölümüdür.

Neden uzlaşamıyoruz?

Fikir ayrılıklarımızın temel nedenlerinden biri, geçmişimiz, yani tarihimiz hakkında yanlış bilgiye sahip olmamızdır. Şöyle ki: Tarih kitapları 3 bin yıllık insanlık tarihini anlatır ve o anlatılanlar da objektif değil, yazarın şartlanmış önyargılarına göredir, dolayısıyla tarafgirdirler.

Örnek: Biz Türkler ana-vatanımızın Orta-Asya olduğu görüşüyle eğitilmişizdir, bu nedenle her olayı bu orta-Asyalı olmakla ilişkili yorumlamaya çalışırız.  Orta Asya, Anadolu, Avrupa gibi ülkelerin 13-14 bin yıldan önceleri yaşamaya uygun olmayan ıssız topraklar  olduğunu ve sadece Neandertal insanı denilen birkaç mağara insanı barındırdığını bilmiyoruz.

Böyle düşünülünce de:

1)- Alevilikle orta-Asya kökenli Şamanizm arası ilişki açıklanamaz olmuştur,

2)- Alevi -Sünni çatışmalarının nedeni anlaşılamamıştır.

3)-Türkçe ile Sümercenin aynı dil grubuna ait olması aynı kökenli olmalarını gerektirdiğinden, Sümerlerin, Basra yöresine taa Orta-Asya’dan gelmiş olmaları varsayılmıştır,

4)-Genetik haplogrub analizlerinin İngiltere-İrlanda dahil tüm Avrupa toplumlarının atalarının Anadolu-toplumundan kökenlenmiş olduğunu gösterir; ama Anadolu toplumunun nerden geldiği açıklanamaz.

5)- Çevresindeki tüm toplumlar Hint-Avrupa ailesi diller konuşurken, Baskların dilinin neden aglütine olduğu açıklanamaz.

6)- Neden Hindistan dahil tüm Güneydoğu toplumlarının Dravidian denilen Batı-Hindistan kültüründen, Batı-Hindistan kültürünün de, Bereketli-Hilal kültüründen etkilendikleri açıklanamamaktadır.

Günümüzde genetik yöntemlerle insanların geçmişte ne derece birbirleriyle bağlantılı oldukları ve ne zaman ayrılmaya başladıkları saptanabilinmektedir. Jeolojik bilgiler dünyamızın neresinin ne zaman yaşamaya uygun olduğunu, nerelerin uygun olmadığını gösterirler. Arkeolojik veriler, uygarlaşmanın, yani toplumsallaşmanın ne zaman nerede ilk defa ortaya çıktığını ve ne zaman yayıldığının verilerini sunarlar.

Genetik, arkeolojik ve jeolojik verilerden yararlanıldığında, tarihsel geçmişimizin bizlere ne kadar yanlış öğretildiği ve tüm bu kültürel gelişimlerin başlangıcının Atlantis-Ovası dediğimiz buzul-devri ovasındaki çok mümbit bir ovada başlamış ve oradan dünyaya yayıldığı görülmektedir.

Tüm bunların nedeni de “GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.” adlı yayının hiç dikkate alınmamasıdır.

Halkımızın çoğunluğu (nerdeyse %99.9u) yabancı hayranlığı içindedir ve kendi öz değerlerinin dedikleri -yazdıkları yabancı bir BÜYÜK tarafından desteklenmedikçe, dikkate alınmaz. Hal böyle olunca Atlantis konusu uydurma bir efsane imiş gibi ansiklopedi sayfalarında yerini almaya devam eder.

İnsanlığın karşılıklı bir körler-sağırlar diyaloğu davranışını engellemek niyetiyle, “İnsanlığın Gelişim Tarihi” başlıklı bir yazı dizinini sizlere duyurmanın yararlı olacağını düşündüm. Bu yazı dizini “DOM, Olasılık Oluşumlu Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması” adlıyla yayınlamayı düşündüğüm bir kitabın son bölümüdür. Kitabın arka sayfasında şu paragraf yer alacaktır:

“Bilgisiz bir şey yapamıyoruz. TOPLUMSAL sistemimizi hangi bilgiye göre oluşturacağız? Şimdiye dek insanlara toplumların lider-kral gibi tepeye yerleştirilen özel kişilerce yönetilmesi gerektiği bilgisi verildi, insanlık da 4 bin yıldır bu sistem altında yaşıyor. İnsanlara “toplumun sahibinin insanlar olduğu” temel bilgisi verilmediğinden, insanlar asla toplumu kendilerine ait olarak görmemişler, topluma zarar verecek davranışlarda bulunmuşlardır. Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, bu bilgiyi insanlara vermektir. Bu bilgiyle yetişen insan toplumun bir hizmet-alış-verişi ortaklığı olduğunu anlar; yeteneğine uygun bir meslek bilgilerini edinip, topluma sunar ve diğer hizmetleri de diğer ortaklardan alarak, kardeşlik içinde yaşar.”

Böyle bir bilgiye yetişen insanlar doğal sisteme uygun bir toplumsal hayat süreceklerinden, günümüzün korkulu rüyası olan virüs-salgını gibi felaketlerle de kolayca baş ederler. Çünkü virüs gibi salgınlar doğal sistemin kendi kendini düzeltme eylemleridir; canlılar doğadaki denge ve düzeni sarsacak şekilde davranırlarsa, doğal sistem onları engelleyecek şekilde önlemler alır. Günümüzdeki virüs salgını böyle bir uyarıdır. Doğal sistem dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre işler. Bu sistem, karşılıklı etkileşimlerle ortak-kararlar (informator = bilgilendirici) oluşturulabileceğine dayanır. İşte günümüzde ortaya çıkan durum budur. Virüs ortak bir karar alması yönünde tüm insanlığı dar bir boğaza sokmuştur. Bugün olmazsa, başka bir gün insanlık aynı dünya gemisinde olduğunu anlayacak ve DOM sisteminin öngördüğü ekolojik bir toplum hayatına geçecektir. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 1. Bölüm

Hayat = Ömür; Ömür ise zamanın bir dilimidir.

Öyleyse zamanı anlayan hayatı anlamış olur.

Zamanı anlayabilmek için geçmişi tasarlamak gerekir. Geçmiş nasıl tasarlanır? 

Varlıkların hangi sırayla ortaya çıktıkları saptanarak!

Bu işlem nasıl yapılabilir?

Jeolojiden yararlanarak!

Karalar sürekli aşınır ve aşınan maddeler ırmaklarla denizlere taşınıp- depolanır. Örneğin günümüzün plastik maddeleri, kaşık, bıçak gibi nesneler denize taşınan çamurlar arasına karışırlar. Birkaç bin yıl önce oluşan katmanlarda ise bu maddeler olmayacaktır, çünkü o zamanlarda bu maddelerin üretimi bilinmiyordu ve yoktu.


Bu şekilde dünya tarihinin arşiv sayfaları oluşturulur.  

Bu arşiv sayfalarını jeolojik araştırmalar ortaya koymuştur ve şöyle görünür:

 500 yıl geriye gittiğimizde, “cep-telefonu, uçak, araba» gibi nesneler yok oluyor, yani moleküllerine ayrışmışlar; çünkü bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış.

5 milyon yıl geriye gidildiğinde, insan denilen canlı yok, çünkü hücrelerin genetik bilgi kayıtlarında bu bilgi henüz oluşmamış.

100 milyon yıl geri gidildiğinde, at, inek koyun gibi hayvanlar yok, çünkü hücrelerin genetik bilgi kayıtlarında bu bilgi henüz oluşmamış.

Diğer yok oluşları aşağıdaki slayttan takip ederek, zamanı oluşturan varlık-ömürlerinin dolayısıyla varlıkların kimyasal bileşimlerinin nasıl giderek basitleştiğini görebilirsiniz.


Dünyanın yok oluşundan önceki zaman hakkında gerekli bilgilere https://tanriyianlamak.blogspot.com/2019/09/dom-ve-oo-1-5.html

adresinden ulaşabilirsiniz.

 Önceki Bölümlerin Bilançosu:

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:

1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,

2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,

3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,

 ve Dinamik sistemlerde ise,

4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.

5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.

6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.

7) Varlıklar davranışlarını sürekli değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak belirlerler.

8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.


9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.

10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.

Şimdi böyle bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür bilgiler oluşturduğunu görelim.

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 2. Bölüm

Neden uzlaşamıyoruz? Fikir ayrılıklarımızın temel nedenlerinden biri, geçmişimiz, yani tarihimiz hakkında yanlış bilgiye sahip olmamızdır. Şöyle ki: Tarih kitapları 3 bin yıllık insanlık tarihini anlatır, ve o anlatılanlar da objektif değil, yazarın şartlanmış önyargılarına göredir, dolayısıyla tarafgirdirler.

Günümüzde genetik yöntemlerle insanların geçmişte ne derece birbirleriyle bağlantılı oldukları ve ne zaman ayrılmaya başladıkları saptanabilinmektedir. Jeolojik bilgiler dünyamızın neresinin ne zaman yaşamaya uygun olduğunu, nerelerin uygun olmadığını gösterirler. Arkeolojik veriler, uygarlaşmanın, yani toplumsallaşmanın ne zaman nerede ilk defa ortaya çıktığını ve ne zaman yayıldığının verilerini sunarlar.

Genetik, arkeolojk ve jeolojik verilerden yararlanıldığında, tarihsel geçmişimizin bizler ne kadar yanlış öğretildiği ve bu nedenle:

Neden Aleviliğin tamamen Anadolu kökenli olduğu,

Neden Sümerlerin Basra körfezi altındaki batan bir adadan kaçarak Basra kıyılarında yerleştikleri,

Neden İngiltere-İrlanda dahil tüm Avrupa toplumlarının atalarının Anadolu-çiftçileriyle yakın genetik akrabalık gösterdikleri,

Neden Hindistan dahil tüm Güneydoğu toplumlarının Dravidian denilen Batı-Hindistan kültüründen, Batı-Hindistan kültürünün de, Bereketli-Hilal kültüründen etkilendikleri açıklanamamaktadır.

Çünkü tüm bu kültürel gelişimler Atlantis-Ovası dediğimiz buzul-devri ovasındaki çok mümbit bir ovada başlamış ve oradan dünyaya yayılmıştır.

Önceki Bölümlerin Bilançosu:

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:

1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,

2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,

3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,

ve Dinamik sistemlerde ise,

4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.

5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.

6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.

7) Varlıklar davranışlarını sürekli değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak belirlerler.

8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.


9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.

10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.

Şimdi böyle bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür bilgiler oluşturduğunu görelim.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi 3. Bölüm

2.5 milyon yıl önce çakmak taşı gibi sert taşlardan küçük yongalar kopararak onları kesici alet olarak kullanmakla Güney-Doğu-Afrika’da başlayan insanlığın yaşam öyküsü

Afrika’da başlayan insan yaşamı 1.9 milyon yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya da yayılır.

İnsanlığın gelişim tarihi süresince Buzul Devirleri ve ılıman buzul arası dönemleri yaşanmıştır.

Ve bu iklimsel faktörler insanların geleceğini çok etkilemiştir.

 


 Yaklaşık 500.000 yıl önceleri çakmak taşlarının çarpmaları sırasında çıkan kıvılcımlardan ateşi keşfetmiş ve ondan sonra da bu yöntemle ateş yakmayı ve onu kontrol etmekle en önemli ikinci yaratıcılığını ortaya koymuştur. Ateşi kontrol etmek, genellikle buzul devirlerinde geçen bir hayat için çok önemlidir. Çünkü dünyamız bu 500 000 yıllık sürecin 400 000 yılını buzul devri koşullarında geçirmiştir. Bunu dünyamızdaki son 450 bin yıldaki şekilde gösterilen buzul ve buzul-arası dönem süreçleri grafiğinden görebilirsiniz. Ve bizler şu an bir buzul arası dönemde bulunuyoruz. Buzul dönemleri çok uzun (yaklaşık yüzbin) yıl sürerken, buzul arası dönemler çok kısa (yaklaşık onbin yıl) sürer.


Buzul dönemlerinde dünyamızda neler değişmiştir?

115 bin ile 15 bin yıl önceleri arası Dünya-Coğrafyası yandaki haritadaki gibidir.

Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş?

Örn. Basra Körfezi nerde?

Kanada, ABDlerinin kuzey eyaletleri, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya, Litvanya gibi ülkeler yoktur, çünkü üzerlerinde 2.5 km kalınlığında bir buzul örtüsü vardır. Bu kadar büyük bir buzul örtüsünün oluşması için deniz düzeyinin 130 m. kadar düşmesi gerekmiştir ve bu nedenle haritada kahverenkli olarak gösterilen bölgelerden deniz çekilmiş ve o alanlar kara haline geçmişlerdir.

Şimdi böylesine bir coğrafyada yaşayan insanlığı görelim.

Yaklaşık 2 milyon yıl önceleri Asya’ya ulaşmış olan ilk insan, bir-iki asır sonra da Avrupa’ya ulaşmıştır. Yani yaklaşık 2 milyon yıldan beri Afrika- Asya ve Avrupa’da insan yaşamaktadır. Dünyaya yayılan bu ilk insan türü Homo erectus olarak adlandırılır.

Yaşam ortamları değişimi nedeniyle türlerde değişiklikler olur ve yaklaşık 200 bin yıl önceleri Afrika’da Homo sapiens adı verilen yen bir tür ortaya çıkar ve 100 bin yıl önceleri bu tür de yine Asya ve Avrupa’ya yayılır. Bu arada Asya ve Avrupa’daki erectus türlerinde de değişiklikler olmuş ve Avrupa’da Homo neanderthalensis, Asya’da Homo denisovan gibi yeni formlar ortaya çıkmıştır. Afrika’dan yeni gelen Homo sapiens ile diğer iki tür arasında birleşmeler olmuş ve genetik bilgiler karışmaya başlamıştır. Afrika’da 60-70 bin yıl önceleri Homo sapiens’in daha yeni bir variyetesi -Homo sapiens sapiens- ortaya çıkar ve o da Asya ve Avrupa’ya yayılır, dolayısıyla Avrupa ve Asya’daki yerel türlerle tekrar birleşmeler olur ve genetik bilgiler tekrar karıştırılır. Yani biz modern insanların genlerinde yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da oluşan Homo sapiens türünün genleri baskın olsa da, hem Neanderthal insanı hem de Denisovan insanından genler bizlere onlardan miras kalmıştır.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi 4. Bölüm

TOBA Felaketi ve insan nüfusunun muazzam azalması

Yaklaşık 74 - 75 bin yıl önceleri Endonezya’nı Sumatra adasında bulunan Toba gölünün bulunduğu yerde muazzam bir volkan patlaması oluşur. Bu Toba-Volkanı patlaması dünyada saptanan en büyük volkan patlamasıdır; atmosfere saçtığı küller ve zehirli gazlar nedeniyle doğal hayat zinciri büyük zarar görür. O zamanlar Asya ve Avrupa’da egemen olan buzul devri nedeniyle iklim zaten çok soğuktur. Bir de bu volkan patlaması eklenince, birkaç yıl süren “güneşsiz” yıllar bitki ve hayvan gelişimini bu bölgelerde nerdeyse sıfırlar. Mağaralarda yaşayabilen Asya ve Avrupa insanları bu felaketten çok etkilenirlerken, Afrika’da yaşayanlar bu felaketten daha az etkilenirler, çünkü güney yarıkürede buzul devri etkisi pek yoktur. Bu nedenle dünya genelinde insan nüfusunun 10-15 bine düştüğü ve muazzam bir yok oluş gerçekleştiği hesaplanır. Yani insanlık 74 bin yıl önceleri muazzam bir dar-boğaza girmiş, çok sıkışık, zor bir duruma düşmüştür.

Dinamik sistemler fiziği zor durumlardan kurtulmanın yeni bilgiler oluşturularak aşılabildiğini göstermektedir. İnsanlık da, 74 bin yıl önceleri nüfusun azalmasına yol açan böyle bir zor-durum karşısında zihinsel yeteneklerini artırarak yeni bir dönem başlatmış olmalıdır. Bu yeni dönemi şu olgulardan anlayabiliyoruz:

Genetik araştırmaları Doğu-Afrika’da yaklaşık 70 bin yıl önceleri modern insan genomuna yakın bir genetik oluşum gerçekleştiğini ve oradan yayılarak tekrar Asya ve Avrupa’ya dağıldığını göstermektedir. Bu yeni neslin bireylerinin zihinsel yetenekleri öylesine gelişmiştir ki, denizde yolculuklar yapacak sal veya tekne gibi araçlar yaparak (ve belki de yelken gibi rüzgar enerjisinden yararlanarak) uzak deniz yolculukları yapacak bir düzeye ulaşılmıştır. Avusturalya gibi okyanus içindeki bölgelere 60 bin yıl önceleri ulaşılmış olması bunun delilidir.

İnsan zekasının 70 bin yıl önceleri büyük bir sıçrama-patlama yapmasının bir başka delilini, okyanus içinde, hiç göremedikleri kara parçalarını, adaları veya Avustralya gibi bir kıtayı nasıl tasarlamış olmalarından anlarız. İnsanlar göçmen kuşların uçuş güzergahlarını izleyerek, onların uçtukları yönde bir kara parçası bulunması gerektiğini hesaplayabilmiş olmalılar. Yoksa uçsuz bucaksız okyanusta, çoluk-çocuklarıyla, böyle bir maceraya atılmış olabilirler mi?

~ Yani yaklaşık 70 bin yıl önceleri insanın zihinsel gelişiminde, ateş kontrolünden sonraki ikinci büyük gelişim adımı atılmış ve sal-kayık gibi deniz taşıtları yapılabilinmiş;

~45-50.000 bin yıl önceleri mağara duvarlarına resim yapılmaya başlanmış;

~30.000 yıl ile 20 binli yıllar arasında zıpkın, ok gibi aletler yaparak avlanma tekniğini ilerletmişler, kemikten iğne vs. yaparak çadırlarda yaşamaya başlamışlar bu sayede mağaralar haricinde yaşanacak yeni yaşam ortamları oluşturmuşlardır.

Tüm bu oluşumlar tüm Avrupa ve Asya’nın buzul örtüsü dışında kalan ama yine de çok soğuk olan bölgelerinde gerçekleşirken, yaklaşık 15-20 bin yıl önceleri insan Amerika’ya ulaşmış ve böylelikle tüm kıtalarda yaşayan tek memeli canlı türü olmayı başarmıştır. (Amerika’ya geçişin Bering Boğazı üzerinden olduğu düşünülmektedir; çünkü yukarıda verilen buzul devri coğrafya haritasında görüldüğü üzere, Bering boğazı buzul devri süresince kara halindedir, çünkü 90 metreden daha sığ bir deniz suyu altındadır. Ama Amerika’ya geçen insanlar, deniz yolu taşımacılığı ile de, Pasifik Okyanusu kıyısı boyunca ilerleyerek de ulaşmış olabilirler.)

Bir önemli not daha: insanlık tarihinde ticaret en önemli bilgi aktarıcı faktör olmuştur. Çakmak taşı hem kesici-parçalayıcı alet olarak, hem de kıvılcım çıkartarak ateş yakma aleti olarak en fazla ihtiyaç duyulan madde olmuştur. Ama çok az yerde bulunabilmektedir. Bu nedenle çakmaktaşı ticareti dünyadaki ilk ve tek ticaret malıdır. Çakmak taşı yanında zift de önemli bir ticaret unsuru olmuştur, çünkü deniz veya ırmak taşımacılığında sal veya kayık gibi gereçlerin su geçirmez şekilde yapılması zift sayesinde olmaktadır. Zift ise buzul devrinde kara haline geçen bölgelerin en önemlisi olarak karşımıza çıkacak olan Basra-Hürmüz arası düzlükte bulunmaktadır (Atlantis-Ovası). Ticaret yapan insanlar yüzlerce km-lik uzaklardaki farklı toplumlar arası ilişkilerle, bir toplumda gördükleri bir yeniliği, diğer toplumlara aktararak, bilgilerin yayılmasında çok önemli bir rol oynamışlardır.

15 bin yıl öncelerine kadar dünyamızda insanlığın gelişimi yukarıda anlatılan çerçevede gelişmiştir. Ancak 15 bin yıl önceleri dünyamızda çok önemli bir olay daha gerçekleşmiş ve buzul devri sona ermiştir. Avrupa- Asya- Afrika da yaşayan insanların kaderi çok farklı şekillenmeye başlanmıştır.

Buzul devrinin sona ermesiyle Kuzey yarı küre üzerindeki 2.5 km kalınlığındaki buzul örtüsü ergimeye ve ergiyen sular okyanuslardaki su düzeyini tekrar yükseltmeye başlar. Buzulların ergimesi yaklaşık 7-8 bin yıl sürer.

Bu durum Eski Dünya (Asya – Avrupa -Afrika) ile Yeni Dünya (Amerika ve Avusturalya) arasında bir kültürel uçurum oluşumuna yol açar.

 


Şöyle ki:

Amerika ve Avusturalya deniz sularının tekrar yükselmesi nedeniyle Eski-Dünyadan koparlar ve oradaki insanlık yaklaşık 1492 yılına (Amerika’nın keşfine) kadar izole edilmiş olarak kalır. Avusturalya daha da sonra keşfedilir. Haberleşme ve bilgi aktarımı engellendiğinden Eski-Dünyada gerçekleşen yenilikler oralara ulaşmaz ve teknolojik olarak geri kalmış topluluklar olurlar. Öylesine geri kalmışlardır ki, Eski-Dünyada 5 bin yıl önce yapılan büyük eserler (zigurrat, piramit vs.) Amerika’da 7inci asırlarda ancak yapılmaya başlanmıştır. Avusturalyalılar ise hiç böyle bir düzeye ulaşamamışlardır.

İnsanlığın Gelişim Tarihi 5. Bölüm

Nereden geldiğini bilmeyen nereye gitmesi gerektiğini nasıl bilebilir?

Biz Anadolu’luyuz. Peki Anadolu’da yaşayan halklar hakkında ne biliyoruz?

Bizlere ne öğretiliyor: Türkler’in anavatanı Orta-Asya’dır, Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra gelmişlerdir.

Peki Anadolu’da daha eskiden kimler yaşıyordu?

İşte bu bilgiler bizlere hep batılı toplumların bakış açılarıyla veriliyor:

Türklerden önce Bizanslılar vardı, Bizanslılardan önce Yunanlar vardı. Ve tarih kitapları o bilgilerle sona erdirilir.

Peki yunanlardan önce kimler vardı? İşte onlar hakkında yeterli bilgi verilmez. Onlar barbar kavimler olarak görülüp, uygarlaşma sanki Yunanlılar, Romalılar tarafından başlatılmış şeklinde bir görüş empoze edilmeye çalışılır.

Önceki paylaşımlarda:

12-13 bin yıllardan önce Anadolu’da pek insan bulunmadığı,

Anadolu’da insanların Göbekli-Tepe gibi Güney-Doğu Anadolu bölgelerine yaklaşık 12 bin yıl önceleri yerleşmeleriyle yoğun yaşamın başlatıldığı,

Bu yaşamı başlatanların buraya buzul devrinde yoğun yaşamın bulunduğu Basra-Hürmüz-Ovasından göçe ettikleri,

Basra-Hürmüz-Ovası insanlarının Türkçe- Sümerce gibi aglütine bir dil konuştukları,

Dolayısıyla Anadolu’ya ilk yerleşen insanların da Türkçe gibi aglütine bir dil konuşmaları gerektiği,

Latince, yunanca, İngilizce, almanca, vs gibi indo-german grubu dillerin 5-6 bin yıl önceleri Avrasya-Bozkırları denilen kuzey bölgesinde oluşturulduğu ve bu dilleri konuşan kavimlerin 3-4 bin yıl önceleri Avrupa’ya ve diğer yörelere göçtükleri (istila ettikleri)    gösterilmişti.

Bu tarihsel bilgiler ışığında Anadolu’nun ilk yerli halkının Türkçe benzeri bir dil konuşan kavimlerden olmasının gerektiği ortaya çıkar.

Yani Yunanlılar, Bizanslılar (Roma imparatorluğu) vs. hep sonraları Anadolu ve Avrupa’ya gelmişlerdir, üstelik eski yerel kavimlerin yurtlarını işgal ve istila etmişlerdir. Bu konuda kesin deliller 3.500 yıldan daha eski zamanlara ait arkeolojik kazı verileriyle elde edilebilirler. Ama bu araştırmaları yapacak aglütine dilli ve yetenekli toplumlar günümüzde mevcut olmadığından bu konular hep karanlıkta kalmaktadır.

Ülkemiz karanlık çağa döndürülmek üzeredir. Bunu fark edebilmeniz için tarihimizden ders almamız gerekir.

Cumhuriyet kurulduğunda, halk, 6 asır boyunca tepedeki bir kişiyi kutsal varlık olarak ve yaşamı onun kulu olarak sürdürmeyi kabul etmiş bir sürü şeklindedir.

Kutsal bir makama hizmet için yaratılmış olduğuna inandırılan, yani zombileşmiş bir halka:

• doğada tepeden emir veren bir makam olmadığını,

• herkesin kendi yaşamanın kendisinin düzenlemesinin şart olduğunu,

• Doğadaki yaratıcılığın en tabandaki kuantsal enerji sisteminde olduğunu

• Bu kuantsal sistemin önce atomlar, sonra moleküller, sonra hücreler, sonra da bedenler şeklinde üst-sistemler oluşturarak gittikçe geliştiğini

• İnsanların da birer iş-ve-meslek grubunda uzmanlaşarak, hizmetlerinin takasıyla bir toplum içinde birleşerek yaşadıklarında mutlu bir hayat sürecekleri bilgilerini nasıl verebilirsiniz?

Atatürk otoritesini kullanmasaydı, halkı ve tüm yetişmiş aydınları böylesine zombileşmiş bir ülkede, tepeye bağımlı olarak örgütlenmiş bir geleneksel yapıyı, nasıl tabana dayalı şekle dönüştürme işlemini gerçekleştirebilirdi?

Nitekim köy-enstitüleri projesi on-oniki yıllık bir dönemden fazla yaşatılamamış ve tepeye bağımlı sistemlerin “temsilcisi” olan zenginler zümresi (emperyalist devletler veya sömürücülük) Türkiyedeki bu uyandırılma eylemini baltalamayı başarmışlardır. Tepeye kendilerine bağlı liderler yerleştirerek ülkemizin gelişen bir ülke olmasını engellemişlerdir.

Günümüzde bu engelleme tam hızıyla sürmektedir.

Mantıklı düşünebilmek için hem arkeolojik hem jeolojik geçmişimiz konusunda bilgiler gerekir.

İnsanlığın hangi bilgiyi ne zaman oluşturduğu arkeolojik ve antropolojik araştırmalardan anlaşılabilmektedir. Bu araştırmalar insanlığın öyle “hop” diye uygar bir insan olmadığını göstermektedir.

Sunulan ilk slaytta insanlığın 2.5 milyon yıl önce çakmak-taşı gibi sert taşları kesici alet olarak kullanmaya başladığı, en az 500 000 yıl önceleri ateşi keşfettiği (çakmaktaşı darbeleri sırasında çıkan kıvılcımlardan etkilenmiş olabilir); yaklaşık 50 bin yıl önceleri Homo sapiens sapiens adlı modern insan türünün ortaya çıkışı ile çok hızlı bir kültürel gelişim evresine girdiği görülmektedir.

Toplumsallaşma- uygarlaşma hangi aşamalardan geçti?

 


 İnsanlığın neyi zaman keşfettiği araştırılıp, bir zaman çizelgesi üzerinde gösterilirse, şekildeki grafik ortaya çıkar. Grafikte insanların 2.5 milyon yıl önceleri taş-yontmayı, 500 bin yıl önceleri ateş yakmayı öğrendikleri, 50 bin yıl önceleri ise üstel = eksponansiyel şekilde artan bir bilgi oluşturma evresine girdikleri görülür.

İnsanlığın doğadaki yaşamı, 2.5 milyon yıl önceleri Afrika’nın bir yerinde sert taşlardan kesici bir alet yaparak başlamış, 2 milyon yıl önceleri Asya ve Avrupa’ya kadar yaşam ortamını genişletmiş, yaklaşık 500 bin yıl önceleri ateş yakmasını öğrenerek, soğuk buzul devri koşullarında hayatta kalmayı başaracak bir yaşam düzeyine ulaşmıştır. Ancak tüm bu 2 milyon yıllık yaşam süresince insan yabani hayat yaşamış, aile-kabile haricinde ortak bir yaşam sistemi oluşturamamıştır. Ta ki yaklaşık 50 bin yıl öncelerine kadar. Çünkü 50 bin yıldan sonra insanlık öyle bir hızlı bilgi oluşturma sistemi içine girmiş ki, patlamalı =üstel= eksponansiyel bir bilgi oluşturma evresi başlatılmış.


Günümüz teknolojisiyle yapılan genetik DNA analizleri günümüz insanlarının atalarının dünyanın neresinde ne zaman ortaya çıktıkları, ne zaman nerelere göç ettikleri konularında kesin bilgiler vermektedir (Sahakyan et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al 2019). Bu bilgilere göre modern insanların ataları en son yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da ortaya çıkmış ve oradan dünyaya yayılmıştır. Asya’daki ilk yerleşme noktasının haritada “kırmızı” hatla belirtilen Güney-Batı Asya olduğu görülmektedir.

Neden Güney-Batı-Asya?

Neden dünyadaki ilk toplumsal yaşam yerlerinin (Göbekli-Tepe, Hallan Çemi, vd) hepsi Güney-Doğu Anadolu ve yakın çevresinde?

Neden günümüz dünyasının yaygın dil grubu olan İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça gibi indo-german grubu dilleri yaklaşık 5-6 bin yıl önce oluşturuldu? Ve hangi dil grubuna dayanılarak oluşturulduğu keşfedildi?

Bu sorular gibi daha birçok konu gelecek günlerde aydınlanacak.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi 6. Bölüm

2.5 milyon yıllık bir geçmişi olan insanlık öyle “hop” diye uygar bir insan olmadı. Çok zor durumlar karşısında kaldı ve bu zorlukları aşabilmek için karşılıklı olarak güç ve kuvvetlerini birleştirmek gereğini duyup, ortak-yaşam kavramı oluşturdu, yani uygar davranışın temelini oluşturdu.

Doğada varlıkları ortak davranışa iten faktör, hep “bir zor-durumda olma” olmuştur. Sıkışan her varlığın sıkışık durumdan kurtulmak için nasıl davrandığı laser teknolojisiyle anlaşılmıştır.

Şöyle ki: 

Çelik levhaları bile peynir keser gibi kesen Laser ışığı şöyle elde edilir.

Bir tüp içine belli bir bileşime sahip olan moleküller hapsedilir. Tüpün bir ucu tam yansıtıcı bir ayna ile, diğer ucu ise yarı yansıtıcı- yarı geçirgen bir ayna ile kapatılmıştır. Sonra bu moleküllerin duyarlı oldukları bir ışın dışarıdan tüpün içindeki moleküllere gönderilmeye başlanır. Dışarıdan gelen ışınları alan moleküllerin elektronları önce bu ışını alırlar, ama hemen sonra tekrar çevreye yayarlar. Çevreye yayılan ışınlar aynalardan geri yansır. Dışarıdan gelen radyasyonlar da sürekli devam ettiğinden, aynalardan yansıyan ışınların da bunlara eklenmesiyle tüpün içindeki moleküller çok bunaltıcı bir duruma girerler.

Bu zor durumdan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Her molekülün elektronları, çevreye salacakları ışınları yarı-yansıtıcı ayna yönünde ve birbirleriyle aynı fazda ve frekansta olacak şekilde gönderirlerse, bu ışınlar üst-üste çakışacak durumda olduklarından güçleri birbirine eklenirler ve yarı-geçirgen aynadan dışarı çıkabilirler.

Ve sıkışık durumda olan moleküller böylece tüp içindeki baskıyı azaltırlar ve düzeneği yapan insanlar da muazzam güçlü bir laser ışığı elde etmiş olurlar.

Hermann Haken adlı bir Fizikçi tarafından Synergetics adıyla 1983te ortaya atılan ve 2000 yılında “information & self-organisation” olarak özetlenen Dinamik Sistemler Fiziği böyle bir doğa olayından esinlenilerek ortaya konulmuştur.

Görüldüğü üzere doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Zor-durumda kaldıklarında karşılıklı uzlaşarak ortak davranışa geçerler. (Sinerjetik = birlikte işlem yapma)

Şimdi insanların ne zaman ve nasıl ve neden böyle bir zor durumda kalarak toplumsal sistem hayatına geçişi başlattıklarının öyküsünü görelim.

Atlantis Uygarlığı konusu

Güney-Batı-Asya’daki bu ilk yerleşim ve gelişim noktasının neresi olduğu şimdiye dek hep soru işareti olarak kalmıştır, çünkü konu sadece arkeolojik kazılarla sınırlı kalmış, jeolojik bilgiler dikkate alınmamıştır.


Dikkate alınmayan jeolojik bilgiler arasında bu konuya ışık tutacak hangi bilgiler vardır?

Braidwood (1995) arkeolojik verilere göre ilk toplumsallaşmanın yaklaşık 12 bin yıl önceleri Güney-Batı Asya’da bir yerde olması gerektiğini de vurgular. Güney-Batı Asya’da ise kazı yapılmamış tek bir bölge kalmıştır, orası da Basra Körfezi altında kalan bölgedir.

Arkeolojik veriler, Sümerler adlı bir toplumun yaklaşık 6500 yıl önceleri Basra Çevresinde ortaya çıktıklarını ve 5500 yıl önceleri de şekilde gösterilen yerlerde kentleşmeler kurduklarını göstermektedir.

Sümerler ilk-yazıyı bulan toplum olarak da çok önemlidirler ve kil tabletler üzerine çivi yazılarıyla geçmiş tarihlerini anlatan çok önemli belgeler bırakmışlardır. Bu çivi yazılı tabletlerde “Denizden iki ırmak ülkesine (Mezopotamya’ya)” geldiklerini belirtirler (Ceram 1972)


Sümerler hangi denizden Basra kıyısına çıkmış olabilirler? Basra körfezinden!

Sümerler deniz altında bir yerde yaşayamayacaklarına göre, acaba Basra körfezi eskiden kara halinde miydi?

Arkeolojik araştırmaları takip ederken 1980li yılların sonunda, BRENTJES’in, (1981), “Völker am Euphrat und Tigris = Fırat-Dicle bölgesi toplumları” adlı araştırmasında, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırma sonucu Basra-Körfezi’nin 15 bin yıl önceleri tamamen kara haline geçtiğini gösteren şekildeki durumu görünce beynimde bir şimşek çaktı:

Atlantis: Kayıp Ülke!

Ve bunun üzerine hemen Eflatun’un Atlantis konusunda verdiği bilgileri edinmeye çalıştım. Bu bilgilerin buzul devri ve buzul-devri sonrası bu ovada beklenen olaylarla ilişkiler içerip-içermediğini konu alan şu makale ortaya çıktı:

GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.

Tam bu yıllarda meşhur bir arkeolog Eberhard Zangger Atlantis’in Truva’da olduğu şeklinde bir makale yayınladı. Ben de 1992’de Atlantis’in jeolojik nedenlerle Basra-Hürmüz arası ovada olduğunu yazdığım makaleyi ona gönderip, Truva olamayacağını yazdım. Ne cevap verdiğini düşünürsünüz?

“Evet Truva’da olamayacağını biliyorum, ama öyle yazarsam, mali destek alma şansımız artıyor” mealinde bir mektup yazmıştı. Mektup hala benim arşivlerimin bir yerinde vardır.

O tarihten beri sürekli olarak Atlantis konusunu daha fazla argümanlara dayanarak sürekli olarak duyurmaya çalışmaktayım.

Ama bizim halkımızın çoğunluğu (nerdeyse %99.9u) yabancı hayranlığı içindedir ve kendi öz değerlerinin dedikleri -yazdıkları yabancı bir BÜYÜK tarafından desteklenmedikçe, dikkate alınmaz. Hal böyle olunca Atlantis konusu uydurma bir efsane imiş gibi ansiklopedi sayfalarında yerini almaya devam eder.

Gedik 1992 makalesi uluslararası geleneklere uygun bir makaledir ve yayınlanmıştır.

“Uluslararası yayın” konusu hakkında kısa bir bilgi vereyim.

1)-Yayın dünyada yazılı basında kullanılan herhangi bir dilde yapılmış olabilir.

2)- Yayın olarak kabul edilebilmesi için en az 200 nüsha olarak basılması şarttır. (Bu nedenle akademik tezler en az 200 adet olarak çoğaltılırlar)

3)- Yayınlanma tarihi öncelik, telif hakkı vs. gibi konularda önem taşır.

4)- Yayın bir dergide veya kitap halinde olabilir.

Bu bilgileri vermemin nedeni, Gedik 1992 tarihli “Atlantis: Efsanevi batık kent nerede)” başlıklı yayının uluslararası kurallar çerçevesinde bir yayın olarak kabul edilmiş olacağını vurgulamaktır.

Bunun haricinde İngilizce olarak : http://dropletsofgod.blogspot.com.tr/p/atlantis.html Ve Türkçe olarak: https://tanriyianlamak.blogspot.com/.../atlantis-neden... adreslerinde daha ayrıntılı veriler sunmaya devam ettim. Ama şartlanmış insanlık nedense görmemeye devam ediyor.

Atlantis konusu uluslararası yayın ilkelerine uygun olarak 1992 yılında yayınlanmıştır ve bunu her bilimsel araştırıcı kabul etmek zorundadır. Yayına karşı çıkacak kişilerin ise, yazılanlarda bir veri veya mantık hatası bulup ortaya koymaları gerekir, ki bu hiç yapılmamıştır.

Bu bilgiler ışığında Afrika’dan 60-70 bin yıl önceleri ortaya çıkan modern insanın atalarının, Güney-Batı-Asya’da nerede yaşamaya başladıkları ve orada geliştikleri açıklık kazanmış olur.

(Devamı var.)

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 7. Bölüm

Atlantis neden bir uydurma hikaye olamaz? Bu bölümde bu soru jeolojik ve arkeolojik verilere dayanılarak açıklanacaktır.

Atlantis Kültürü Neden Basra-Hürmüz arasında olmak zorundadır?

İnsanlık ne zaman ve nerede uygar davranışın ortaya çıktığını merak ediyor. Eflatun adlı yunan filozofu, Mısır tapınaklarındaki bir belgeye göre, insanlığın Atlantis adı verilen bir bölgede başlatıldığını, ve o bölgenin sonradan denize gömülerek yok olması sonucu, oradan kaçan insanlarca 9 bin yıl önce kuzeydeki bir ülkeye, 8 bin yıl önce de Mısır’a ulaştığı konusuna Kritias ve Timaios eserlerinde yer veriyor.

Arkeolojik belgeler Bereketli Hilal bölgesinde uygarlığın başladığını gösterdiğine göre, uygarlığın başladığı yer bu “hilal’in” merkez noktasında olmalı. Ama medya bu arkeolojik gerçeğe rağmen Atlantis’i Atlas Okyanusu, Cebeli Tarık bölgesi, Santorini, vs gibi Bereketli-Hilal merkeziyle hiç ilişkisi olmayan yerlerde arayan senaryolarla dolup taşmıştır.  Günümüz olanaklarıyla geçekleştirilebilen HAPLOGRUP analizleri sonucu, jeolojik bilgilerle birleştirilip, arkeolojik verilere eklenince tam geçek ortaya çıkmış olmaktadır. Konunun şüphelenilecek hiçbir yanı artık kalmamıştır.

Modern insanların atası olan Homo sapiens sapiens!in 70 küsur bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıktığı genetik verilerle belli olduğuna göre, bu insanların günümüz dünyasındaki insanlarla ilişki ve bağlantılarının nasıl olduğunu görelim. Bunu arkeolojik, antropolojik ve jeolojik olaylara dayanarak araştıralım.


1-) 70 bin yıl ile 15 bin yıl öncesine kadar dünyada buzul devri olduğundan, insanların yaşam ortamı ekvatora yakın ve yüksekliği 3-4 yüz metreden düşük alanlarla sınırlıdır,

2-) Bu alanların su kenarlarında bulunması zorunludur, çünkü henüz suyu taşıyacak çanak-çömlek yapma bilgisi oluşturulmamıştır,

3-) Arkeolojik verilere göre, insanlığın toplumsal yaşama başladığı bölge Güney-Batı-Asya’da bir yerde olmalı (Braidwood 1995)

4-) Saptanabilen en eski toplu yerleşim noktaları Bereketli-Hilal denilen bir bölgede bulunmaktadır.

Bu bölgedeki Göbekli Tepe’de 11600 yıl önceleri insanların bir ortaklık davranışı ve karşılıklı bir yardımlaşma içinde bulundukları görülmektedir. 

Daha önceleri sadece aile-bağlarıyla bir arada bulunup, diğer insanları rakip (hatta düşman) görürken, diğer insanları rakip-düşman görmeyerek, ailelerin birbirlerine bitişik, yani ortak-duvarlı evler içinde yaşayarak, evlerine çatıda açılan bir delikten merdivenle inecek tarzda HÖYÜK denilen toplu yaşam ortamları oluşturmaları tam anlamıyla bir toplumsallaşma göstergesidir.

hem geceleri artık korku ve endişe içinde değil, güvenli ortamda bulunmanın rahatlığı-huzuru içinde yaşamak

hem onlarla güç ve kuvvetini birleştirip, tek bir aile veya kabilenin başaramayacağı işleri başarabilmek,

hem karşılıklı iş-bölümüne giderek, farklı alanlarda uzmanlaşıp, üretimi ve hizmeti artırabilmek uygarlığın temelleridir.

Şimdi herkesin şu soruyu cevaplamasını istiyorum:

Göbekli Tepeliler ve diğer Bereketli Hilal bölgesi sakinleri gökten mi buraya geldiler? Dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar hala yabani hayatı yaşarken, bu insanlar nereden böyle bir toplumsal yaşam kültürü edindiler?

 Kuzeyden ve doğudan gelmiş olamazlar, çünkü oralar buzul devrinde kar ve buz örtüsü altına yaşama uygun olmayan yerlerdi.

Batıdan gelmiş olamazlar, çünkü sadece deniz var.

Güneyde ise yine yaşama uygun olmayan kurak ve susuz bir çöl ortamı.

Tek bir ortam kalıyor: İçinden iki büyük ırmağın geçtiği 800 km uzunluğunda ve 200 km genişliğindeki Basra-Hürmüz arası ova (=Atlantis -Ovası).

Karar vermeden önce şu noktaların da dikkate alınması gerekir:

•    1-) Dinamik sistemler fiziği toplumsal davranışın gereği olan bir üst-sistemde (toplumda) uzlaşma yeteneğinin, ancak insanların dar bir alanda sıkışmış olması sonucu olabileceğini öngörüyor.

•    2-) Jeolojik olaylar böyle bir sıkışık ortamın Basra-körfezinin kara haline geçtiği 15 bin yıl öncelerinin Atlantis-Ovasının tekrar denizle kaplanması sırasında yani 12-14 bin yıl öncelerinde olması gerektiğini gösteriyor. (Hatta daha önceleri, ovanın her tarafına su kanalları kazarak, tüm ovayı yaşanılır hale getirilmesinde ilk uzlaşma kültürü oluşturulmuş olabilir.)

•    3-)  Shinde et al 2019 araştırması dünyadaki ilk toplumsal gelişimlerin Anadolu’da olduğunu gösteriyor.

•    4-)  Eflatun toplumsallaşmanın Atlantis ülkesi adını verdiği 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova ve onun ucunda bulunan bir göldeki adalarda gerçekleştiği bilgisinin Mısırdaki bir tapınakta kayıtlı olduğunu ve o bilgilerde şunlar bulunduğunu:

Bu gölün her yıl süren sürekli taşkınlar ve sel felaketleri nedeniyle gittikçe bataklığa dönüştüğünü;

Kuzeydeki dağ yamaçlarının bu sel felaketleri nedeniyle çırıl-çıplak kaldığını;

Gölün çevresinde çok verimli 540 x 190 km boyutunda devasa bir ova bulunduğunu (bu boyut deniz sularının çekilmiş olduğu Basra-Dubai- arası bölgeye tam uymaktadır)

Bu ovanın su kanallarıyla döşenerek, her tarafında yaşama uygun koşulların oluşturulduğunu; (Bu koşul şu nedenle gerekli: Henüz çanak-çömlek gibi su taşıyıcı eşyaların bulunmadığı bir zamanda, insanlar ılıman iklimli bu ovanın her tarafının yaşama açılmasına çabalamış olmalılar. Dicle-Fırat ırmakları sularının, kanallar kazılarak ovanın her yerine dağıtılıp-yaygınlaştırılması yaşam ortamının genişletilmesi için tek çaredir. Böyle bir kanalizasyon neden gerekti? Çünkü Buzul devri yaklaşık 100 bin yıl sürmüştür; bu uzun sürede, o ılıman iklimde yaşamak için insanlar her türlü çareye başvurur. En basit çare ise, obsidiyen baltaları ile, yumuşak zemin üzerinde kanallar kazarak, yaşanılacak ortamı genişletmektir.

Gölün yakınlarında bir “Herakles-sütünları” terimiyle ifade edilen bir boğaz (Hürmüz-boğazı) olduğunu ve oradan çok büyük bir okyanusa (Hint-Okyanusu) açıldığını vurgular.

 Bölgede Nar, zeytin, Hindistan cevizi vs. gibi bir sürü özel meyvenin bulunduğunu;

Ve bir gece aniden sulara gömüldüğünü;

Bu olayın 11600 yıl önce gerçekleştiğini yazar.

Burada yazılanları tek tek değerlendirelim:

Sürekli taşkınlar ve gölün çamurla dolması ve dağ yamaçlarının çırıl-çıplak kalması çok tipik bir dağ-buzulu ergimesi sonucu gerçekleşen ve jeolojide Solifluksiyon olarak bilinen bir olaydır. Böyle bir olay yaşanılmadan uydurulamaz. Mutlaka yaşanmış olmalıdır ki, insanların hafızalarında uzun yıllar yaşanılan sıkıntılı bir dönemin anısı olarak, derin bir iz bıraksın ve nesillerce hatırlanıp aktarılsın. Üstelik verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle taşkınlar olması çok normal bir durumdur.

Ovanın su kanallarıyla döşenmesi, yaşam ortamlarını genişletmek zorunda kalan insanların yapmak zorunda oldukları bir olaydır.

Ada veya adaların suya gömülmesi, buzul devri sona ermesinin bir sonucudur ve önceki bölümlerde anlatılan jeolojik gelişimlerin bir sonucu olarak kesinlikle gerçekleşmiştir.

Bunlar yaşanılmadan uydurulamaz ve verilen tarih jeolojik verilerle tamamen uyumludur ve o tarihlerde böyle bir taşkın olması çok olasıdır.

İnsanlık yaşadıkları unutulmaz olayları çeşitli hikayeler olarak nesilden nesile aktararak bilgileri gelecek nesillere miras bırakmışlardır. Mısırdaki tapınaktaki bilgiler de Atlantis ülkesinden kurtulanlar tarafından aktarılmış bilgiler olmalıdır. Tüm bu gerçekler karşısında hala Gedik 1992 yayınını dikkate almamak hangi bilimsel davranışa, hangi sağlam bir insan mantığına yakışır?

Mantıklı insanlar hala Atlantis’in neden Ege-denizinde, Cebeli Tarık çevresinde, Atlantık Okyanusunda veya başka bir yerde ararlar veya oralarda yapılan araştırmalara değer verip de, Basra- Hürmüz arasında olduğunu bir sürü bilimsel argümanla ıspat eden Gedik 1992’yi hiç dikkate almazlar?

Atlantis sözcüğüne kafası takılmış olanlara son bir soru: Varsayalım ki, Eflatun veya başka biri toplumsallaşmanın başlatıldığı yer hakkında hiçbir şey yazmamışlar. Gedik 1992 de ise İsmet Gedik diye biri, jeolojik ve arkeolojik verilere dayanarak, insanlığın toplumsal yaşama ilk adımını attığı yerin son buzul devrinde kara haline geçmiş olan Basra -Hürmüz arasındaki Matlantis adını verdiği bir ovada ve o ovanın ucunda bulunan bir göldeki adalarda (ve diğer noktalarda) ortaya çıkmış olduğunu yazdı. Daha sonraları da bu görüşünün genetik haplogrub analizleriyle desteklendiğini, tüm dünyaya uygarlığın bu merkezden yayıldığının ortaya çıktığını öne sürdü. Hangi gerekçeyle Gedik 1992 yayınına itiraz edecektiniz ve deliliniz ne olacaktı?

Ve son bir not: 4-5 bin yıl öncelerine kadar YAZI denilen fikir aktarma sistemi bilinmiyordu. Bu nedenle insanlık atalarının yaşadıkları önemli olayları, akşamları ocak-başı sohbetlerinde anlatıyorlardı. Bu şekilde kulaktan-kulağa, nesilden nesile aktarılan EFSANE denilen hikayeler ortaya çıkıyorlardı. İşte Eflatun’un aktardığı efsane de böylesine yaşanmış eski insanlık deneyimleridir. Çünkü Eflatun bir masal yazarı değil, felsefe denilen bilim dalının temel kurucularının en başında gelir.

 İnsanlığın Gelişim Tarihi-8. Bölüm

 Buzul devri sona erince, yaşadıkları ortamın denizle kaplanması sonucu göçe mecbur kalan Atlantis-Ovalılar Nerelere göç etmiş olabilirler? Yanıtı çok açık: Buzul devrinin sona ermesi, Atlantis Ovasını yaşanılmaz yaparken, Anadolu- İran platosu gibi önceleri yaşanılmaz olana yerleri de yaşanılır ortama dönüştürür. Daha önceleri çok ama çok seyrek yaşam noktaları bulunan Avrupa ve Asya Atlantis ovalıların yeni vatanları olur.

Atlantis-Ovalıların nerelere göçtüklerinin nasıl saptanabilineceği konusunu görelim

 


Şekil: Atlantis Ovasında yaşayan insanlar 14 bin yıl öncesinden başlayarak 7 bin yıl öncesine kadar sürekli göçe mecbur kalmışlardır.

Bir kısım insan ırmak vadisi boyunca kuzey-batıya kaçar. Buzul devri boyunca yaşama elverişli olmayan bu kuzey bölgeleri oralara göçen insanlar için kurtuluş noktaları olur ve o insanlar o bölgelerin ilk sakinleri olurlar.

Göbekli-Tepe, Çayönü, Çatalhöyük gibi ilk toplumsallaşma noktaları bu tür yerleşmeler sonucudurlar. Tüm Anadolu bu nedenle Atlantis-Ovalı göçmenlerin ilk vatanlarıdır, çünkü daha önce yaşadıkları yerler (Atlantis-Ovası) denizle kaplanmıştır, onlar da göçe mecbur kalmışlar ve daha önceleri karlarla kaplı bu bölgenin ilk sakinleri olmuşlardır. Anadolu toplumlarının çekirdeği böyle oluşmuştur. Bunların bir kısmı, Trakya’ya geçip, Tuna nehri boyunca ilerleyip, Vinça kültürünü oluşturur.

Kuzey yönünde göçe devam edenlerin bir kısmı (Azeriler) İran’ın batı kesimine ve devam ederek Hazar Denizi kıyısına kadar göçeler. Bir kısmı daha batıdaki Laz, Gürcü, Çerkez, Çeçen, Dağistan gibi toplumları oluştururlar.

Diğer bir kısmı ise, Deniz yolu ile göçer; Girit adasındaki Minos uygarlığı tam-aglütine (Linear A) dilli bir kavim tarafından oluşturulmuştur. Limni adasında da aglütine=bitişimli dilde yazılmış mezar kitabesi bulunmuştur.

Deniz yoluyla göçler daha batıya doğru ilerler. İtalya’daki Etrüsk kültürü tam-aglütine dilli bir kavim tarafından oluşturulmuştur. Günümüzde İspanya ile Fransa arasındaki bölgede (Pirene Dağları) Bask denilen tam-tam-aglütine dilli bir topluluk yaşamaktadır. Tam-aglütine dil ailesinin Atlantis-ovalılara has bir dil olduğu düşünülünce, onların da deniz yoluyla batıya göçmüş bir kavim olması gerekliliği anlaşılır.

Bir kısım kabileler de hemen kuzeydeki Zagros dağlarını aşarak İran platosu üzerinden Orta-Asya’ya kadar uzanan uzun bir göç yaparlar. Bu uzun göç sırasında bir kısım kabileler İran platosu üzerinde kalmışlardır. Elamlıların dilleri aglütine olduğuna göre, İran platosunun ilk sakinlerinin Azeriler ve Elamlılar gibi Atlantis ovasından göçenler olduğu anlaşılır. Günümüzde İran’da yaşayan Kaşkaylar, Afşarlar, Halaçlar, Horasanlar gibi türki diller konuşan topluluklar eskiden oraya yerleşmiş topluluklardır ve binlerce yıldır süren Aryan baskıları altında nüfusları giderek azalmasına rağmen varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yani farsça denilen ve hint-avrupa dil grubuna ait bir dil konuşan kavim İran’a çok sonradan gelmiştir (Narasimhan et al 2019).

Atlantis ovalılar 14 bin ile 7 bin yıl önceleri arasında sürekli göçe maruz kalmışlardır, çünkü Basra Körfezinin dolması bu kadar sürmüştür. Ve 6-7 bin yıl önceleri de Sümerler denilen -çevredeki diğer kavimlere göre çok gelişmiş bir uygarlık düzeyinde oldukları belirtilen- bir kavim Basra çevresine çıkar. Bu kavim daha sonra ortaya koydukları çivi-yazılı tabletlerde “denizden iki ırmak yöresine geldiklerini- yazar (Ceram 1972).

Anlaşılacağı üzere, Sümer denilen kavim, Basra körfezi tamamen dolana kadar Atlantis ovası üzerindeki tümseklerde yaşayarak hayatlarını sürdürmüşlerdir. Ama ovada yaşayanların çoğu ovayı terk edip başka yörelere göçmek zorunda kalmıştır. 

Atlantis Ovalıların nerelere göçtükleri sunulan haritada gösterilmiştir. Göçlerin bu güzergahlarda olduğunun kanıtını, günümüz toplumlarının konuştukları dillerin analizleri ve genetik haplogrub analizleri sonuçları vermektedir.

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 9. Bölüm

Önce bir düzeltme yapmak gerekiyor. O da şu: Anadolu’ya ilk yerleşen uygar davranışlı kavimlerin Alevi-kültürlü Türkmenler, Yörükler gibi aglütine dilli toplumlar olduğu yazılmıştı. Alevi kültürlü deyince de akla elbette günümüz alevileri gelmektedir.

Ama şu olgu dikkate alınmalıdır.

Atlantis ovasından ilk göçen kavimler doğal sisteme uygun, yani karşılıklı hizmet alış-verişlerine ve karşılıklı etkileşime dayalı bir toplumsal sistem anlayışındadırlar. Doğadaki herşeyin sahipliğinin kutsal soylu kişlere ait olduğu şeklinde TEPEDEN sahiplenilen bir toplum anlayışı ise Sümerlerin 6 bin yıl önceleri Basra yöresine çıkmalarından sonra dünyaya yayılmaya başlamıştır. Ve artık toplum kavramı yerine DEVLET kavramı kullanılır olmuştur. Devletlerin adları da, bu nedenle tepedeki EFENDİlerin adlarıyla anılmaya başlanmıştır.

Zaman geçtikçe insan bilinci de artmıştır. halk kendilerinin KÖLE, tepedekinin kendisinin sahibi, yani EFENDİsi olduğu görüşüne karşı çıkmaya başlar. Bu durum gelişip, insanlar haklarına sahip çıkmaya başlayınca, devleti shiplenip-yönetenler ikinci bir uyutma yolu bulurlar ve yaratıcının sevdikleri insanlara vahiyle kutsal mesajlar (kitaplar) gönderdiklerini, ve bu mesajlara uygun davrananların öldükten sonra cennet denilen mekanda ebedi bir hayat yaşayacakları inancını halka empoze etmeya başlarlar.

Doğal hayat görüşü, yaratıcılığın varlıkların içlerinde olduğu temeline dayanır. “Bir ben vardır bende benden içeri” bunun en güzel delilidir. Bu nedenle alevi inançlılar semavi dinli devletler tarafından temel düşman kabul edilmiş ve 2-3 bin yıldır sürekli kovalanmış, baskı altına alınmış, öldürülmüştür, vs.

İşte bu nedenlerle, 5-10 bin yıl öncelerinin ilk_alevilik  görüşü bu günkünden çok farklı olmalıdır. İnsanlarımızın bu gerçeği dikkate alarak, yazdıklarımı değerlendirmeleri gerekir.

 Şimdi tekrar Atlantis ovalıların göçleri ve uygar toplumların dünyaya yayılması olayına geri dönelim.

 Anadolu’yu yerleşime açan ilk-çiftçiler (Göbekli tepeliler, Çatalhöyüklüler, vd.) nereden geldiler?

Son arkeolojik bulgular en eski toplumsallaşma noktalarının 12 bin yıl önceleri Göbekli-Tepe, Hallan Çemi gibi Güneydoğu Anadolu yörelerinde olduğunu göstermiştir. Bu noktalarda toplumsal yaşamı başlatan insanlar henüz tarım ve hayvancılığı keşfetmemişlerdi, ama “yaşam ortaklığı” kavramına ulaşmışlardı. Ve bu yeteneğe de Basra-Hürmüz ovası üzerinde ulaşmışlardı. Çünkü devasa ovanın her tarafında yaşayabilmek için, çevresindeki insanları rakip olarak değil, ovanın her tarafına su kanalları yapılmasını gerçekleştirecek ortaklar olarak görme ve kabullenme bilgisine ulaşmışlardı. İlk toplumsal davranış böyle başlamıştır ve ilk başladığı yer de Basra-Hürmüz ovası, diğer bir tanımıyla Atlantis Ovasıdır.

Buzul devrinin sona ermesiyle, Atlantis Ovası tekrar denizle kaplanmaya başlayınca da insanlar ovayı terk ederek, yeni yaşam ortamları aramaya başlarlar.

Yeni yaşam ortamlarının başında da Anadolu gelmektedir, çünkü buzul-devri süresince kar ve buz altında bulunan Anadolu, kar ve buzların ergimeye başlamasıyla, yeni yaşam ortamlarına dönüşmüştür. Atlantis ovasındaki insanlar da bundan haberdardır, çünkü Anadolu merkezli çakmaktaşı ticareti yapanlar bu bilgileri onlara iletmektedirler.


Bu nedenle dünyada ilk toplumsallaşma, sunulan haritada gösterildiği üzere, Güney-doğu Anadolu’nun merkez olduğu Bereketli-Hilal denilen bir kuşakta 12 bin yıl önceleri başlatılır.

Yukarıdaki haritada, Atlantis ovasında ulaşılan uygar davranışın, yani toplumsal yaşamın, ne zaman Anadolu ve Avrupa’ya doğru yayıldığı gösterilmektedir.

1)- İlk durak Güney-Doğu-Anadolu’nun merkez olduğu Bereketli Hilal bölgesi olmuştur. Göbekli-Tepe bunun en güzel örneğidir ve sonraki bir bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Bu bölgede 12 bin yıl öncelerinde insanlar karşılıklı hizmet-alışverişlerine ve karşılıklı etkileşime dayalı toplum hayatını başlatmışlardır. Bunun delilini 4 bin yıldan eski yerleşim yerlerinin HÖYÜK denilen toplu yerleşimler oluşturur. Şöyle ki: HÖYÜK tipi yerleşimlerde bütün evler birbirlerine benzer, aralarında saray vs. gibi “Efendilere has” konutlar yoktur.

2)- Batı ve Kuzey Anadolu’da uygar yaşamlı yerleşimler yaklaşık 9 bin yıl önceleri başlar. Yani Bereketli hilalde 10-12 bin yıl önce başlayan uygarlık Anadolu’nun kuzey ve batı bölgelerine 1-2 bin yıl sonra ancak ulaşır.

3)- Trakya üzerinden Avrupa’ya uygarlığın ulaşması yaklaşık bin yıl daha sonra olur. Tuna nehri ve kolları boyunca uygarlık bilgisine sahip insanlar yerleşmeye başlarlar ve 8 bin ile 6 bin yılları arası süren Vinça kültürünü oluştururlar. (Vinça kültürü 5-6 bin yıl önceleri İndogerman dilli kültürü oluşturan Yamnaya-bozkır göçebe toplumları tarafından yok edilir ve bu bölgeler slavlaştırılır.)

4)- Ege adaları ve Yunanistan bölgesinde yaklaşık 6-7 bin yıl önceleri uygar yaşama geçiş başlamış ve Girit adasındaki Minos uygarlığı gibi gelişmiş toplumsal yaşamlar ortaya çıkmıştır. Minos uygarlığı da yaklaşık 3600 yıl önceleri Yamnaya-bozkır-göçebeleri tarafından oluşturulan indogerman dilli bir kavim (yunanlar) tarafından yok edilmiştir.

5)- Batı Avrupa’ya uygarlığın ulaşması da yine 6-7 bin yıl önceleri ancak olmuştur.

Görüldüğü üzere, Anadolu’da uygar yaşam 10-12 bin yıl önceleri başlamış ve Güney-Doğu Avrupa7-8 bin yıl önceleri uygarlığa kavuşmuş iken, Kuzey-Avrupa’da o zamanlarda hala yabani hayat sürüyordu.

Tüm Anadolu’nun yerleşime açılması 2-3 bin yıl sürmüştür. Bu nedenle kuzey ve batı Anadolu’da ilk yerleşim noktaları yaklaşık 9 bin yıl önceleri oluşmaya başlar. Tüm Anadolu bu nedenle Atlantis-Ovalı göçmenlerin ilk vatanlarıdır, çünkü daha önce yaşadıkları yerler (Atlantis-Ovası) denizle kaplanmıştır, onlar da göçe mecbur kalmışlar ve daha önceleri karlarla kaplı bu bölgenin ilk sakinleri olmuşlardır. Anadolu toplumlarının çekirdeği böyle oluşmuştur.

Yani tarih kitaplarında Truva, Karya, Hatti, Luvia, Kapadokya, Pamfilya, Klikya gibi adlarla anılan yerel toplumların hepsi Atlantis-Ovası göçmenleridir ve hepsinin konuştukları dil, Atlantis-ovalıların dili gibi aglütine =bitişimli=eklenmelidir.  

Bunların bir kısmı, Trakya’ya geçip, Tuna nehri boyunca ilerleyip, Vinça kültürünü oluşturur.

 

Vinça kültürü oluşumu

Avrupa buzul devrinde çok soğuk olduğundan, sadece çok seyrek mağaralarda yaşayan Neandertal insanları barındırmışlardır. Modern insanın yoğun olarak Avrupa’da yaşama başlaması, Atlantis Ovalıların göçleri sonucu gerçekleşmiştir.

Arkeolojik bulgular 5-6 bin yıl önceleri İsveç, Norveç, Finlandiya, Batı Rusya gibi bölgelerde avcı-toplayıcı yaşam tarzının hala sürdüğünü ve çiftçilik gibi yerleşik yaşama geçilmediğini gösterirken, Tuna ırmağı çevresinde o zaman aralığında yerleşik yaşama geçildiği görülmektedir.

Tuna-nehri çevresinde gelişen bu kültür VİNÇA kültürü olarak tanımlanmıştır.

Jeolojik verilere göre İstanbul-Boğazı 7500 yıl önceleri oluşmuştur. Dolayısıyla 8-9 bin yıldan beri Anadolu yakasında yaşayan insanlar çok rahat bir şekilde Avrupa yakasına (Trakya’ya) geçmişlerdir. Zaman içinde nüfus arttıkça insanlar yeni ortam arayışlarına girerler. Deniz kıyıları ve ırmak vadileri en kolay ve güvenli güzergah olduğundan, Tuna nehri boyunca yerleşim tercih edilmiş olmalı ki, Avrupa’daki en eski kültürel yerleşim noktaları Tuna nehri ve onun yan kolları boyunca olmuş ve Vinça-Turdaş kültürü olarak adlandırılmıştır.                                                        

Vinça kültürünün Anadolu’dan kökenlendiğinin en net kanıtı şekilde A ve B harfleriyle gösterilen iki heykeldir. Anadolu’da 9-10 bin yıl öncelerine ait bir tasarım, Tuna nehri kıyılarında 3 bin yıllık bir gecikmeyle yapılmıştır. Yani bilgi aktarımı uzun süreçlerde gerçekleşmiştir.

Vinça kültürü 8 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve 6 bin yıl önceleri yok olur. Yok olmalarının nedeni Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarında 6 bin yıl öncelerinde oluşan Yamnaya-bozkır göçebelerinin Avrupa’ya göçleri olabilir.

Vinça kültürünü oluşturan insanların da aglütine bir dile sahip olmaları beklenir, çünkü onlar da Atlantis-ovalıdırlar. Yamnaya-bozkır göçebeleri Hint-Avrupa dil grubu olarak tanımlanan yeni bir kültür sistemi geliştirmişlerdir. Yamnaya göçebelerinin batıya doğru göç etmeye başlamaları sonucu  aglütine dilli Vinça kültürü silinerek, slav, german gibi Hint-Avrupa kültürlü kavimler tüm Avrupa’ya egemen olmaya başlar.

Atlantis-Ovalıların Kıbrıs, Girit, Ege bölgesi adaları ve Güney-doğu Avrupa’ya yerleşmeleri

Anadolu yerleşime açılırken, bazı kavimler deniz yolu ile Akdeniz’deki Kıbrıs, Girit, Limni gibi adalara ulaşırlar ve oralarda Atlantis-uygarlığının tohumlarını ekmeye başlarlar. Bu bölgelerin ilk sakinlerinin de aglütine bir dil konuştukları, “Linear A” adı verilen bir alfabe sistemi kullanmalarından anlaşılmaktadır. Girit adasında oluşturulan Minos uygarlığı bunların başında gelir. Minos uygarlığı hakkındaki araştırmalar Linear-A’nın aglütine bir dil olduğunu ortaya koymuştur (Duhoux 1978). Limni adasında da aglütine=bitişimli dilde yazılmış mezar kitabesi bulunmuştur.

Girit’te (Minos uygarlığında) “Linear A” denilen bir alfabe kullanıldığı bilinmektedir. “Linear A” Kıbrıs ve Limni gibi diğer ege adalarında da kullanılmaktadır. Bu dillerin aglütine bir dil olduğu ve Macarca Fince gibi Türki dillerle akraba olduğu linguistik araştırmalarla gösterilmiştir. (Revesz, P.Z. 2016: A computer-aided translation of the Phaistos Disk. İnternational Journal of Computers. Vol 10, p.94-100.)

 

Batı Avrupa’ya yerleşme:

Batı Avrupa’ya yerleşmenin deniz yoluyla daha batıya doğru ilerleyen göçlerle olduğu kanısı, genetik haplogrub araştırmalarıyla desteklenmektedir. İtalya’daki Etrüsk kültürü tam-aglütine dilli bir kavim tarafından oluşturulmuştur. Günümüzde İspanya ile Fransa arasındaki bölgede (Pirene Dağları) Bask denilen tam-tam-aglütine dilli bir topluluk yaşamaktadır. Tam-aglütine dil ailesinin Atlantis-ovalılara has bir dil olduğu düşünülünce, onların da deniz yoluyla batıya göçmüş bir kavim olması gerekliliği anlaşılır. Nitekim genetik haplogrub analizleri Bask kültürünün yaklaşık 7 bin yıl önceleri Anadolu’dan göçen kavimlerce batı Avrupa’ya taşınmış olması gerektiğini göstermektedirler (Günther et al. 2015).

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 10. Bölüm

 Genetik haplogrup analizleri kültürel gelişimler konusunda neler söyler?

Onbinlerce yıl yabani bir hayat yaşayarak avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan insanlığın uygarca bir yaşama geçiş yaptığı noktanın Basra körfezi konumlu Atlantis ovası olduğu önceki bölümlerde açıklanmıştı. Bu görüşün gerçeklere tam uygun olduğu çok yeni araştırmalarla tam anlamıyla desteklenmiş bulunmaktadır.


Shinde et al 2019da, arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, kültür gelişiminin 12 bin yıldan önceleri başladığı ve ilk çiftçilik yaşamının 9-10 bin yıl önceleri Anadolu’da başlatıldığının saptandığı belirtilmektedir.

Arkeolojik ve genetik araştırma sonuçlarına dayanan Shinde ve diğ. 2019 araştırması insanlığın kültürel gelişiminin 10 bin yıl önceleri Anadolu ve İran platosunda başlatılıp, oradan dünyaya yayıldığını göstermektedir.

Bu plato daha önceki onbinlerce yıllık dönemde buzul devri koşulları nedeniyle kar ve buz örtülüdür, yaşamaya elverişli değildir. Anadolu’da çiftçilik kültürünü başlatan insanların oraya yakın bir yerden gelmiş olmaları ve oranın da buzul devrinde yaşama uygun bir yer olması gerekmektedir.

Bu ortam Basra-Hürmüz arasından başka neresi olabilir?

79 yazarlı Sahakyan, H. et al 2017: “Origin and spread of human mitochondrial DNA haplogroup” adlı araştırmada

Kültürel gelişimin Yakın Doğu (Anadolu, Bereketli hilal) bölgesinde başlatıldığı,

bu kültürün yaklaşık 11 bin 500 yıl önce Güney Asya'ya doğru yayıldığı,

daha sonra (~7- 8 bin yıl önceleri). Akdeniz bölgesi ve Avrupa'ya doğru yayıldığı,

Ukrayna- Kazakistan bölgesinde gelişen Hint-Avrupa dilli kültürün çok daha sonraları oluştuğu ve dünyaya yayıldığı belirtilmektedir

Ayrıca Shinde ve diğ 2019 Ukrayna- Kazakistan arası bozkırlarda 5-6 bin yıl önceleri gerçekleşen Hint-Avrupa dilli kültürün oluşumunda Harappa (İndus Valley) kültürünün etkili olduğunun anlaşıldığını vurgular.

117 kişilik diğer bir uluslararası ekip olan Narasimhan et al  2019 araştırmasında ise, yine arkeolojik ve genetik DNA analizleri sonucuna göre, Orta-Asya Steplerinde (Ukrayna -Kazakistan bozkırında) 5300 yıl önceleri Yamnaya bozkır kültürü denilen ve göçebe çiftçiliğine dayalı bir kültür geliştiğinin saptandığı gösterilmektedir. Bu Yamnaya kültürünün 4700 yıllardan sonra Avrupa ve Asya’nın diğer bölgelerine yayılarak günümüzdeki duruma yaklaşıldığı yine aynı araştırmada gösterilmiştir.

Hint-Avrupa dil grubu 5-6 bin yıl önceleri Avrasya bozkırlarında oluşturulur. O dili oluşturanların dillerinin ise Anadolu’daki çiftçilerin konuştukları dilden kökenlendiği saptanmıştır. (Bak , Sahakyan, H. et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al  2019,  Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003, Bouckaert et al. 2012 gibi arkeolojik, genetik ve linguistik haplogrub analizleri araştırmaları)

Hint-Avrupa dilli kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri 5 bin yıl önceleri başlar. Dolayısıyla Yunanlıların da Ege bölgesine gelmeleri yaklaşık 3700 yıl önceleri olur. Halbuki o bölgelerde o zamandan önce pelasg dedikleri bir halk yaşamaktaydı ve Anadolu komşuları gibi aglütine dilliydiler.  Şu araştırma (Revesz, P.Z. 2016: A computer-aided translation of the Phaistos Disk. İnternational Journal of Computers. Vol 10, p.94-100) eski Girit toplumunun dolayısıyla pelasg dilinin Macarca, Fince gibi aglütine bir dil olduğunu linguistik araştırmalarla göstermiştir.   

 Biz Anadolu ortamına odaklı olduğumuzdan, araştırmanın bizi ilgilendiren noktası şudur: İnsanların toplumsal yaşamı başlattığı Atlantis-Ovasıdır. Orada başlatılan uygarlaşma daha sonra tüm dünyaya yayılır. Yayılma önce (10-!! bin yıl) doğu yönünde, sonra (7-8 bin yıl) batı yönünde olmuştur.

Atlantis kültürü 11 500 yıl önceleri Indus Vadisi kültürünü etkiler, sonra ise İndus Vadisi kültürü Ukrayna-Kazakistan arasında oluşan Yamnaya kültürünü etkiler. Yani İndus vadisi kültürü Orta-Asya kültürü ile harmanlanmıştır. Bu karışımda gen aktarımının, Orta-Asyadan Hindistana değil, İndus vadisinden Orta-Asya yönünde olduğu saptanmıştır (Shinde et al 2019). İndus vadisinde 5 500 yılları öncesi yaşam koşullarının kötüleşmesi, yoğun bir göçe neden olmuştur. Bu göç Afganistan üzerinden Orta-Asya yönünde olmuş ve Orta-Asya insanları ile Hindistan’lıların kültürel ve genetik harmanlanmasına yol açmıştır. Hint-Avrupa dil grubu bu harmanlanmanın bir sonucudur.  

 “Oluşturma – Yönlendirme – Sahiplenme” bakış açılarından Toplumsallaşmanın evreleri

115 ile 15 bin yılları arasında dünyamızda egemen olan buzul devrinde önceki bölümlerde anlatılan olaylar, insanları bazı noktalarda çok zor duruma sokmuş, ve o zorluklarla başa çıkabilmek için, dinamik-sistemler-fiziği kuralı gereği, önce karşılıklı iş-birliği, sonra da karşılıklı iş-bölümü yaparak, uygar davranış sergileme bilgisi ve geleneği oluşturmuştur. Toplumsal davranış bu şekilde ortaya çıkar ve “Bereketli Hilal” denilen bölgedeki “bereket” ortamı oluşur. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-11. Bölüm

“Bereketli Hilal” bölgesindeki toplumsal gelişim.

Birlikte işlem yaparak büyük işler başarabilmenin ilk örneği 11-12 bin yıl önceleri yapılan Göbekli Tepede görülür. Atlantis-ovasındaki atalarından edindikleri uygar davranış geleneğini, Anadolu’daki yerleştikleri yerde uygulayan insanlar 10-15 ton ağırlığında taş bloklar çıkararak, onları başka yere taşıyıp, inançlarını simgeleyen figürler olarak muazzam görünüşlü ayin-ortamları ortaya çıkarabilmişlerdir. Hem de çakmaktaşı haricinde başka bir alet kullanmadan.

Bilgiye hasret insanlığın hayat hakkında oluşturdukları ilk bilgiler

Şimdiye kadarki bölümlerde sunulan tarihsel geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeyen bu insanlar, Hayat nedir? Canlılık nedir? Gibi sorulara cevap aramaya başlamıştır.

Bedenlerin içinde hücre denilen minicik canlılar olduğundan habersiz olan insanlar, “Oluşturma – Yönlendirme – Sahiplenme” konusunu “ruh” dedikleri bir faktörle açıklamaya çalışmışlardır. Ruh canlık verendi, hareket ettirendi. Ama aynı zamanda da düşündüren, bilincini, iradesini oluşturandı. İnsan diğer canlılardan faklı olarak çok bilgi ve beceri sahibi olduğundan ruh özellikle insana mahsus bir şey olmalıydı. Hayatın ölümle son bulmaması gerektiği, ruhun devam edeceği inancını körüklemiştir.

Şimdi dünyadaki ilk toplumsal davranış eseri olarak bilinen Göbekli Tepe ve diğer eski arkeolojik yerleşim noktalarındaki gelişimlere bakarak o zamanın insanlarının düşünce tarzlarını anlamaya çalışalım.

Göbekli-Tepe ŞanlıUrfa’nın yaklaşık 15 km kuzey-doğusunda bulunan 15 m yüksekliğinde ve 300 m. çapında bir tepedir. Bu tepe doğal olarak değil, tamamen insanların çabalarıyla oluşturulmuş yapay bir tepedir. Yani bir höyük söz konusudur.

Deniz seviyesinden yaklaşık 760 m yükseklikte, kireçtaşlarından oluşan bir yöre söz konusudur. Bu noktanın vurgulanmasının nedeni, insanların henüz çanak-çömlek gibi su taşımaya yarayan gereçleri henüz keşfetmedikleri bir zamanda, yani 11 600 yıl önceleri bu ayin alanın yapılmaya başlandığını belirtmektir.

Her şeyden önce Göbekli Tepeyi yapan insanlar hakkında bazı önemli bilgiler verilmesi gerekir.

•         İlk bilgi şudur: Göbekli Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak zorundadır, çünkü 14-15 bin yıl önceleri buzul devri koşulları nedeniyle Anadolu çok soğuk-ıssız bir bölgedir, halbuki Atlantis Ovası çok yoğun bir insan nüfusu barındırmaktadır. Bu nedenle Anadolu (ve komşu İran platosu) Atlantis-Ovalılar tarafından yerleşime açılmışlardır. Yani Anadolu buzul devri süresince, yani 15 bin yıl öncelerine kadar, minimum sayıda insan barındırır, ki onlar da çanak-çömlek henüz keşfedilmediğinden sadece deniz kenarına yakın ırmak çevresindeki mağaralarda yaşayabilenlerdir. Dolayısıyla Anadolu Atlantis ovasından göçen insanların ana-vatanı olmuştur

•         İkinci önemli bilgi ise şudur: Göbekli tepeliler göçebe bir avcı-toplayıcı toplumu değil, yerleşik hayata alışmış bir avcı-toplayıcı toplumudur. Çünkü: Atlantis-ovalılar Buzul devrinin yaşama zor koşullarında “cennet gibi bir ülke olan” Atlantis-ovasında gittikçe artan nüfuslarına yer açabilmek için karşılıklı yardımlaşmayı keşfetmiş bir neslin torunudurlar.

•         Şöyle ki: Toba Felaketi özellikle kuzey yarı-kürede etkili olmuştur, çünkü volkan patlaması kuzey yarı-kürede olmuştur ve kuzey-yarı-küre ile güney yarı-küre tamamen farklı atmosfer döngüsüne sahiptir. Volkanik gazlar ve küller atmosfer akıntılarıyla kuzey yarıkürede etkili olmuştur. Dolayısıyla Atlantis-ovası insanları da bu felaketten çok etkilenmişler ve büyük nüfus kaybı olmuştur. Yaklaşık 60-70 bin yıl önceleri Afrika’da en son Homo sapiens sapiens nesli ortaya çıkar ve dünyaya yayılmaya başlar. İlk yayıldığı Atlantis-Ovası olmak zorundadır, çünkü en yakın ve en elverişli yer orasıdır. Bu yeni nesille harmanlanan yeni bir Atlantis-ovalı nesil oluşur ve ovada yaşamaya başlar. İnsanlık henüz çanak-çömlek yapmayı bilmediğinden, su kaynaklarından uzak yerlerde yaşayamaz. Su ise sadece Dicle ve Fırat ırmakları boyunca vardır. Halbuki ova çok geniştir ve çok daha fazla insan için yaşam ortamı olanağı vardır. Ova çok verimli, iklim de ılıman olduğundan üzerinde zengin bir bitki ve hayvan topluluğu vardır. Bu durumda avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan insanlar ovanın her tarafında yaşayabilirler, ancak her tarafta su bulunmamaktadır. Ovanın her tarafında bol bitki ve hayvan topluluğu var, ama oralarda içecek su yok. İnsan nüfusu ise sürekli artıyor.

•         Toplum bir birleşme, ortak iş-yapma, dinamik sistemler fiziği terimiyle “sinerjetik” eylem yapma işlevidir. Dinamik sistemler fiziği bölümünde açıklandığı üzere, birlikte işlem yapacak öğeler zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkları sürece, birleştirici bir kuvvet alanı ortaya çıkmaz.

•         Çevrelerinde bolca bulunan bu beslenme olanaklarından yararlanabilmenin tek çıkar yolu düz ovadan akan ırmakların sularını kanallar kazarak, istedikleri yere doğru uzatmak. Ama bu olay tek bir aile bireylerinin yapabileceği bir iş değil, kesinlikle ortak bir davranış gerektirir. Nüfusu sürekli artmakta olan insanlar bu zorluk karşısında dinamik sistemler fiziğinin birlikte işlem yaparak zorluğu yenme kuralını uygular ve karşılıklı iş-birliği ile ovanın her yerine su kanalları yapmayı başararak, toplumsal davranışın ilk adımın atar. Bu durum yaklaşık 30-40 bin yıl önceleri veyahut daha sonraları gerçeklemiş olmalıdır. 

•         Eflatun’un eserlerinde böyle bir işlem yapıldığı ve Atlantis-Ovasının her yerinin yaşama uygun duruma getirildiği anlatılmaktadır. Bu toplumsal davranış bilgisi Atlantis ovalıların geleneklerine işlenmiş olmalı ki, ovadan göçe mecbur kalıp, Anadolu’da Urfa yöresine yerleşen insanlar Göbekli Tepe’de birlikte-iş yapma geleneğine uygulayarak 10-15 ton ağırlığında taş sütunları taşıyıp, inançlarına uygun ayin ortamları hazırlamışlardır.

İşte bu nedenle Göbekli Tepeyi yapan insanlar henüz tarım ve hayvancılık keşfedilmediği halde, karşılıklı iş birliği içine girerek ortak bir projede bir araya gelmişlerdir. Dünyanın diğer yörelerindeki avcı-toplayıcı insanlarda bu yetenek henüz oluşmamıştır. Bu Atlantis-ovalı olmanın kazandırdığı bir bilgidir.

Alanının yapılması yaklaşık 11 600 yıl önce başlatılmış ve yaklaşık 10 bin yıl önce üzeri taş-toprakla örtülerek terk edilmiştir. Yani yaklaşık 1500 yıl boyunca kullanılmış bir alandır.

Kazı çalışmaları Göbekli Tepe’de 300 m. genişliğindeki bir alan üzerinde,

En altta 11 – 12 bin yılları arası yapılmış oval-yuvarlak şekilli mekanlar,

Üstte ise 10 - 11 bin yıllarında yapılmış dikdörtgen şekilli mekanlar bulunduğu

ve tüm bu mekanların üzerlerinin yapanlar tarafından sonradan çakıl ve toprakla kapatıldığını göstermektedir.

 Mekanlar yaklaşık 10 metre çaplı yapılardan oluşur ve duvarlarla çevrilidir. Boyu 5 metreyi, ağırlığı 10-15 tonu bulabilen 'T' formlu sütunlar duvarlar arasına ve alan ortasına yerleştirilmişlerdir. Kazılar neticesinde bu mekanların altı tanesi ortaya çıkarılmış olsa da jeomanyetik ölçümlerle en altta bulunan bu eski mekanların sayısının 20'yi bulduğu biliniyor.

“T” şeklindeki sütunlar açıkça insan vücudunun soyut bir tasviridir. Çünkü sütunlarda kollar, eller ve kemer ve bel kıyafetleri gibi giysiler belirgindir. Çevredeki sütunlar daha küçüktür, ancak merkezi sütunlara göre hayvan kabartmalarıyla daha zengin bir şekilde dekore edilmiştir. Çevredekiler hep merkezi sütunlara doğru "bakıyorlar".

Kalıntılar arasında insanların yediği etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiği, taş parçası, taş aletlerin yapımı ve kullanımından kalan molozlar var. Ceylan, geyik gibi hayvanların kemiklerine rastlanılan alan gösteriyor ki burayı inşa edenler, o dönemde yaşayan taş baltalı avcı ve toplayıcılar. Yani Göbekli Tepe, tarım öncesi bir topluluğun eseri.  Kalıntılar arasında insanların yediği etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiğinin bulunması bu alanda yemek şölenlerinin düzenlendiğini gösteriyor. Bu durum çok sayıda insanın burada olduğunu ispatlar. 

Göbekli Tepeliler Atlantis-Ovalı olmak zorundadır, çünkü uygar insanlık davranışı sergilemişler, birbirlerini rakip veya düşman olarak değil, karşılıklı yardımlaşma içinde olan aileler olarak görmüşlerdir.

Göbekli Tepe'deki en tabandaki yapılar birbirlerine tam yapışık değildir, aralarında insan geçecek kadar aralık vardır. Ama üstteki genç tabakalarda yapılar (evler) birbirlerine bitişiktir. Anadolu’da yapılan höyükler hep bu şekilde bitişik nizamlıdırlar. Dolayısıyla Göbekli Tepe hem ayin hem yerleşim alanı olmalıdır.

Göbekli Tepe'de ölüler gömülmemiş, mezar yok, cesetler dışarıda bırakılmış ve hayvanlar onları yemiş olmalı. Dolayısıyla insanlar ruhun gökyüzüne gittiğine inanıyor olmalılar. Hindu kültüründe de ölülerin yakılmasıyla ruhlarının göğe çıkacağı ve tekrar yeni oluşacak canlıların yapılarında kullanılacakları, dolayısıyla hayatın bir doğum-ölüm döngülü sistem olduğu inancı vardır. Orta Asya’da “Sky Burial” “gökyüzüne gömülme” olarak adlandırılabilecek gelenekte, ölüler doğaya bırakılır. Bunda amaç, ruhun yeni bir yaşam döngüsüne gireceği inancıdır. Reenkarnasyon görüşü bu inançtan kaynaklanıyor olmalıdır. Hem Hindistanlılar hem Orta-Asyalılar 10-11 bin yıl önceleri Atlantis Ovasından göçen kavimlerden oluştuklarından, birbirine benzer inanç sistemlerine sahip olmaları anlaşılır olmaktadır.

 Daha sonraki yıllarda oluşturulan höyüklerde, evlerin temellerinde çukurlar açılarak ölülerin gömüldüğü görülmektedir.

Göbekli Tepe’liler on-bin yıl önceleri Göbekli Tepeyi neden terk ettiler?

Göbekli tepe bir dağın yamacındaki bir burun üzerindedir ve zemin kireçtaşlarından oluşmaktadır. Kireç taşlı arazilerde su kaynağı bulunmaz. Göbekli-Tepe gibi bir yerde yaşayan insanlar su ihtiyacını ancak yakınlarındaki dağın tepesinde bulunun kar ve buzların ergimesiyle oluşup, yamaçlardan aşağı akan sulardan elde edebilirler.


Çevredeki dağların üzerinde hala kar ve buz örtüsü vardır, çünkü buzul devrinden kalan kar ve buzlar ergimeye devam etmektedir. Yamaçlarda sürekli su akıntıları oluşması çok normaldir ve yamaçlardan gelen bu sızıntı suların toplanması için oyuklar yapılması beklenir. Nitekim konaklama alanının çevresinde çok sayıda oyuk açılmıştır. Bu oyuklar herhalde eğlence için açılmamışlardır. Çevredeki kayaçlar üzerinde açılan oyuklar ise su biriktirme yerleri olmalılar. Dolayısıyla, 11600 yıl buralara gelen insanlar, dağların yamaçlarından süzülen suları biriktirecek oyuklar açarak su gereksinimlerini gidermişlerdir.

Konutların içlerinde de su toplama amaçlı çukurluklar vardır ve bu çukurlukların bir tarafında bir kanal (oluk) bulunmaktadır. Bunların dağ tepelerinde eriyen kar ve buz sularını biriktirmek için yapılmış olması gerekir.   

Buzul devri 15 bin yıl önce sona ermiş ve dağların tepelerindeki kar ve buz örtüsü ergimeye başlamıştır. Buzulların ergimesinin 7 bin yıl öncelerine kadar sürdüğü bilinmektedir. Urfa yöresindeki dağlar çok yüksek olmadıkları için üzerlerindeki kar-buz örtüsünün erimesinin 9-10 bin yıl önceleri sona ermesi beklenir. Dolayısıyla Göbekli Tepenin Kuzeyindeki dağların üzerindeki kar ve buz örtüsü yaklaşık 10 bin yıl önceleri tamamen eriyip kaybolunca, Göbekli Tepe’liler uzun süre yaşadıkları yurtlarını toprakla örtüp, daha uygun bir yere göçmek zorunda kalmışlardır.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 12. Bölüm

Neden 4 bin yıl öncesine kadar olan yerleşimler Höyük şeklinde iken, sonraları büyük saraylar ve onların çevresine dağılmış evler şeklindedir?

Bu sorunun yanıtı hayata bakış açısında yatar.

İnsanlar, Anadolu gibi bakir topraklarda karşılıklı hizmet alış-verişine dayalı olarak on-iki bin yıldan beri yaşamaktaydılar. Taa ki Sümerler denilen son Atlantisliler Basra çevresinde tepeden yönetilen devlet sistemini ortaya çıkarana kadar. Sümerler toplumların krallık denilen bir otoriter güç sistemince yönetimini öngörürler. Bu görüşe varmalarının nedeni şu olmuştur:

Eskiden yaşadıkları ortam gittikçe denize gömülmeye başlamıştır. Bunun nedeni olarak insanların namus ve ahlaklarının bozulmuş olması nedeniyle, tanrıların onları cezalandırması olarak düşünülmektedir. Adalarının gelecekte beklenen bir sel ve tufanla tamamen gömüleceği endişesi içindeki halkın içinden biri, rüyasında bir tanrının kendisine bir mesajda, bir “gemi” yaparak bu felaketten kurtulabileceği bilgisini verdiğini söyler, ve buna uyan halk son sel felaketinden kurtularak karaya çıkarlar (Basra çevresinde).   

İşte bu şekilde doğal felaketlerden korunmanın ilahi mesajlar alan kişilere (kral- sultan, lider, vs) uyarak yaşamakla mümkün olduğu görüşü insanlık aleminde yer almaya başlar ve tepeden yönetim şekli dünyaya yayılır.

Kral gücünü nerden alacaktır? Halkın ürettiklerinden. Halk ürettiğinin çoğunu efendisine verir. Efendisi bu şekilde çok zengin olur ve parayla yanına muhafızlar, askerler tutarak, hükmettiği bölgeyi daha da genişletmeye çalışır. Ganimetçilik ve istila bu yönetim sisteminin temelini oluşturur. Devlet denilen tepeden yönetimli sistem o tarihten beri yaygınlaşmış ve günümüze kadar devam eden bir sömürü sistemi olarak hala sürdürülmektedir.

 Höyük kültürü

 


Anadolu’daki eski yerleşim yerleri genellikle höyük denilen tümsek yığışımlar şeklindedirler. Tümseğin yüksekliği 20-30 metreyi bulur. İlk yapılan evler yaklaşık 2 m yüksekliktedir. Evler birbirlerine yakın hatta bitişik olurlar. Bina yapımında kullanılan malzeme kerpiç, ağaç ve kamıştır. Tavan üst örtüsü kamış üzerine sıkıştırılmış kil topraktır. Evler tek katlı olup, eve giriş damda açılan bir delikten, merdivenle olmaktadır. Odaların içinde ocaklar bulunmaktadır. Yaklaşık yüz yılda bir evler yıkılıp, düzleştirilir ve üzerine yeniden yeni ev yapılır. Bu şekilde gittikçe yükselen tümsek şekilli höyük görüntüleri oluşur. Ölüler evin altına açılan çukura gömülürler. Ölülerin gömülmesi için sonraki asırlarda özel yerler (sonraları da mezarlıklar) oluşturulmuştur. 

 Şekil: T-Sütunlarında ve heykellerdeki, yaşam-enerjisini simgeleyen yılan figürleri = KUNDALİNİ. Canlılık enerjisinin Gövdenin alt-kesiminde başlayıp, beyin kesimine kadar geliştiği düşünülmüştür.

Göbekli Tepeliler ile günümüz Hindistan halkı arasında Kundalini denilen bir canlılık enerjisi simgesinin ortak olduğu görülür. Her iki toplumun kökenlendiği yerin Atalantis-Ovası olması bu ortak inanç sisteminin anlaşılır olmasını kolaylaştırır. Her ikisi de yaklaşık 11 500 yıl önce Atlantis-Ovasından göçe mecbur kalan kavimlerdirler. Biri kuzey-batıya (Anadolu’ya), diğeri Güney-doğuya göçmüştür. 

Bilgiye Övgü anlamına gelen (Rigveda)  İndus-Vadisi-kültürünün 3 500 yıl öncelerinden kalma hayat görüşlerini içerir. Bunlar arasında o zaman insanlarının kozmolojik bilgileri ve yaratılış görüşleri ön sırada yer alır. Bereketli-Hilal-kültürünün 11-12 bin yıl önceleri doğuya doğru İndus vadisi ve daha doğu yörelerine aktarıldığı genetik araştırmalarla ıspatlanmıştır, Sahakyan et al 2017. Dolayısıyla Anadolu halkının da benzer bir görüşte oldukları anlaşılmaktadır. 

Gerek Göbekli Tepe, gerek diğer eski antik yerleşim yerleri kazıları, Anadolu’da yaşayan insanların karşılıklı etkileşimlerle toplumsal hayatlarını düzenlediklerini göstermektedir. Yani doğadaki dinamik oluşum sistemine uygun bir yaşam söz konusudur. Bir kral veya sultan gibi tepedeki birilerinin kulu-kölesi değildirler. Bu nedenle yapılan evler veya yerleşim bölgeleri sadece halkın kendileri içindir. Bu durum Anadolu’da yaklaşık 4 bin yıl öncelerine kadar devam eder ve ondan sonra insanlar kendileri için değil, tepedeki bir efendi için yaşamaya başlarlar. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-13. Bölüm – - Kutsallık postuna bürünmüş kişilerce sahiplenilen devletler ve EFENDİ - KUL yaşam sisteminin başlatılması

 Sümerlerin Basra yöresine gelmelerinden önceki geçmişi neden iyi bilinmez? Bilinmez, çünkü jeolojik faktörler hiç dikkate alınmamıştır. Bu nedenle geçmişimizi mantıklı analiz etmek istiyorsak, mutlaka jeolojik verilerden yararlanmak zorundayız.

Şekil: Sümerlerin krallar listesi 8 adet tufan öncesi çok uzun ömürlü kral içerir. Tufan sonrası kralların ömürleri ise önce birkaç binli yıllara, sonra birkaç yüz yıl ömürlü krallara düşecek şekilde olduğu yazılır.  (1922de Larsa’da bulunan Weld-Blundell Prism,  Ashmolean Museum, Oxford İngiltere).

Sümer denilen bir toplumun Basra-Yakınlarında Ortaya Çıkmasıyla tepeden yönetimli DEVLET anlayışı başlamıştır.

Atlantis-Ovası adını verdiğimiz Buzul-devrinin en yaşama uygun ortamı olan Basra-Hürmüz arası, 14 bin yıl önceleri tekrar denizle kaplanmaya başlayınca, ovada yaşayanlar yukarıda açıklandığı üzere başka bölgelere göç ederek kurtulurlar. Ancak Sümer denilen bir kavim yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar adalar üzerinde yaşamına devam eder ve en sonunda onlar da 6-7 bin yıl önceleri Basra yakınlarında karaya çıkarlar.

Sümerlerin tufan öncesi krallar listesi çok ilginçtir, çünkü tufan öncesi dönemde krallık merkezinin önce Eridug adlı bir yerde kurulduğu, sonra buranın düştüğü ve KRAL GEMİSİnin Bad-tibiria’ya götürüldüğü yazılıdır. 


Buradaki sözcükleri dikkatlice incelersek:

 “KRALLIK MERKEZİN DÜŞTÜĞÜ” = o yerin denizle kaplandığı, (Deniz düzeyinin yükseldiğini bilmeyen insanlar, adalarının suya batmasını başka nasıl ifade eder?)

“KRAL GEMİSİnin Bad-tibiria’ya götürüldüğü” = oradakilerin bir GEMİ ile başka bir yere taşındığı

dolayısıyla bu olayların bir denizel ortamda gerçekleştiği anlamı çıkmaz mı?

Curuppag'da Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. …  Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesi de tamamen jeolojik ve arkeolojik olaylarla uyumludur. Şimdi bunu açıklayalım.

Anadolu’da 10-11 bin yıl önceleri toplumsal yerleşim yerleri var iken, neden onun Atlantis-Ovasıyla bağlantısını oluşturan Mezopotamya’da o zamanlara ait hiçbir yerleşim yok?

Haritada 9500 yıl öncelerine ait Anadolu ve Mezopotamya (ve Basra körfezi) durumu görülmektedir.

Anadolu’nun merkez oluşturduğu Bereketli Hilal bölgesinde (yeşil alan) 9-10 bin yıl önceleri oluşan ilk yerleşim noktaları görülürken, sarı hatlarla gösterilen Mezopotamya bölgesinde hiçbir yerleşim noktası bulunmadığı görülür. Halbuki o zamanlarda hala Basra-Hürmüz arası ortamdaki adalarda yaşayan Sümerlerin gelişmiş bir uygarlığa sahip oldukları anlaşılmaktadır, çünkü 6-7 bin yıl önceleri Basra yöresine çıktıklarında, çok gelişmiş bir uygar toplum oldukları görülmüştir. 

Basra körfezi de henüz denizle tam kaplanmamıştır. Ayrıca Zağros dağları ve Toros dağlarının yüksek kesimlerinde hala buzullar vardır.


Dağ buzullarının ergimelerinin en son aşamasına kalan buzul kütleleri en büyük sel felaketlerine yol açarlar, çünkü içi su dolu balon gibidirler (Glacier outburst flood) ve patladıklarında, yıkılan barajlar gibi önlerine çıkan her şeyi sürükleyip denize taşırlar. Zağros ve Toros dağları tepelerindeki buzulların ergimeleri 6 bin yıl öncelerine kadar sürer ve bu nedenle Sarı-hatla çevrelenen bölge yerleşmeye uygun olmaz.

Dağ-buzulları ergimeleri sonucu oluşan bu sel taşkınlarının egemen olduğu bu buzul ergime dönemi sona erip, en son büyük sel taşkınıyla Basra körfezi içindeki en son bir yükseltide yaşayan Sümerler denize gömülen adalarından sallar-kayıklarla kaçarak, Basra kıyılarında karaya çıkarlar ve “denizden iki-ırmak yöresine geldiklerini” belirtirler (Ceram 1972) Ve ondan sonra Mezopotamya denilen sarı-hatlı bölgede insanlar kentler kurarak yaşamaya başlarlar.

Curuppag'da Ubara-Tutu kral oldu; 18600 yıl hüküm sürdü. …  Sonra sel silip süpürdü.” tümcesindeki “sel silip süpürdü” ifadesinin de tamamen jeolojik ve arkeolojik verilere uyumlu olduğu anlaşılmaktadır.

Yani büyük tufan denilen bir olay söz konusudur ve Sümerlerin krallar listesi verileri buna uygundur. Sadece belirtilen ömürler buna uymaz.

Şimdi bu 5 tufan öncesi krallık merkezinin, Meteor-araştırma gemisinin yaptığı Basra körfezinin denizle kaplanma aşamalarını gösteren haritayla birlikte değerlendirsek,

Eridug merkezinin Hürmüz Boğazına yakın yerdeki bir yükseltide (adada),

Bad-Tibira’nın 13-14 bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,

Larag’ın 11-12 bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,

Zimbir’in 8-9 bin yıl önceleri sulara gömülen daha kuzey-batıdaki bir adada,

 Cruppag’ın da 6-7 bin yıl önceleri sulara gömülen Basra’ya yakın bir adada kurulmuş merkezler olduğu ortaya çıkmaz mı?

Bu şekilde herşey jeolojik ve arkeolojik bulgularla uyumlu ve anlamlı olmaz mı?

Çivi yazısı tabletlerde “denizden iki-ırmak yöresine” geldiklerini belirten Sümerler (Ceram 1972), tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılırlar çünkü çıktıkları bölgedeki insanlara göre çok daha gelişmiş bir yaşam düzeyine sahiptirler. Kendilerini “kara başlı halk” olarak tanıtan Sümerler, yaşadıkları ülkeyi “ki-en-gi(-r) = place of the noble lords = asil-soylular-ülkesi” olarak adlandırmışlardır.

Böyle bir ayrım yapılması, asil-soylu, adi-soylu zıtlığının Sümerlerin tarihsel geçmişleriyle ilintili olduğunu gösterir. Nitekim Sümerlerin krallar listesi tabletinde tufan öncesi bir dönem yaşadıkları ve bu dönemde kutsal soylu oldukları için 8 tane çok uzun ömürlü kralları olduğu yazılıdır. Her bir kralın 25-30 bin gibi binlerce yıl hüküm sürdüğü yazılıdır.

 Binlerce yıllık insan ömrü günümüz bilimsel görüşüyle açıklanabilir bir olgu olmadığından, eski zaman insanlarının bilgi ve inanç sistemleri konusunda çok dikkatli olmamız gerekir. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 14. Bölüm-

100 bin yıl kadar süren buzul devri koşullarının ideal bir ortamında yaşamaya alışmış insanlar, yaşadıkları bu güzel ortamı kaybetmelerini nasıl yorumlarlar?

Bu durum “Cenneten kovulma” olarak geleneklere işlenmiştir.  Ahiret Hayatı Kavramı da bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Sümerler 70 bin yıldan beri Atlantis-Ovası olarak tanımlanan Basra-Hürmüz arası düzlükteki yükseltilerde yaşamışlardır. Buzul devrinde Atlantis-Ovası çok ılıman ve çok verimli bir ova iken, Anadolu ve İran platoları kar ve buz örtüsü altındaydı. O zamanın insanlarının Çakmak taşına ihtiyaç duyması ve bu taşın da Anadolu gibi kar-buz örtüsü altındaki bölgelerden getirilmesi nedeniyle, dünyanın diğer bölgelerinin yaşanılmaz, ama kendi yaşadıkları bu ortamın “cennet” gibi ideal bir ortam olduğunun bilincindeydiler.

Buzul devri sona erdiğinde ve deniz seviyesi yükselerek son sel felaketiyle adaları sulara gömülünce Basra kıyısında bataklık bir ortama çıkarlar. Daha önceki cennet şeklindeki yurtlarına hiç benzemeyen başka bir dünyaya geldiklerini görürler. Eski yaşam ortamları onlar için bir cennet ülkedir. Neden yok olduğunu bilemezler. Cennet ülkeden kovulup, başka bir dünyaya geldiklerini düşünürler. Öteki dünya kavramı bu şekilde Sümerlerce ortaya atılır ve ondan sonraki nesillere Nuh tufanı olayı olarak aktarılır. 

Sümerlerin Krallar listesi tabletinde “Krallık gökten indikten sonra…” ile başlar ve “5 şehirde 8 kral 241 000 yıl hüküm sürdü. Sonra sel silip süpürdü” cümlesiyle tufan öncesi zaman özetlenir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ortada çok büyük bir sel felaketiyle, binlerce yıl sürdürülen bir yaşam sisteminin çok büyük bir sel felaketiyle silinip süpürüldüğü, tüm izlerin yok edildiği vurgulanmaktadır. 100 bin yıl kadar süren buzul devri koşullarında, ılıman iklimli ve her tür canlı yaşamına uygun olan bir ortamda yaşamaya alışmış insanlar, yaşadıkları bu güzel ortamı kaybetmelerini nasıl yorumlarlar? Bu durum “Cenneten kovulma” olarak geleneklere işlenmiştir.  Ahiret Hayatı Kavramı da bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Sümerler Basra çevresine çıktıktan sonra Eridu, Ur, Uruk gibi ilk kent devletlerini kurarlar. Devlet diye bir sistem ilk defa Sümerlerce 5 bin yıl önceleri Basra çevresinde oluşturulmuştur ve krallarca sahiplenip yönetilmektedirler. Sümerler Devletin gökten gönderilen kutsal soylu ve uzun ömürlü kişilerce sahiplenilip-yönetildiğine inanırlardı. Krallar tüm bölgenin ve üzerinde yaşayan insanların sahibi ve efendisi olarak görülüyordu. İnsanlar krala ait arazide çalışırlar ve üretirler; ürettiklerinin çoğunu efendilerine verirler ve kalanıyla da kendileri geçinirlerdi.

Zombileştirmenin Başlatılması

İnançları gereği, her devletin tepesinde asil-soylu bir kral vardır ve o kral devletin sahibidir. Devlet denilen ve hep tepedeki birilerince sahiplenilen yaşam sistemi böyle başlatılmıştır. Devletin sahipliği ve yönetimi, kutsal özlü sayılan krallara aittir. Halk krala ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Kralın gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Tepedekilere riayeti sağlamlaştırmak adına her millete (devlete) kendi dillerinde bir peygamberle Me adı verilen bir kutsal kitap gönderildiği ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.

Devlet denilen ve tepedeki bir kutsal kişilikçe sahiplenilen sistemde tüm güç tepedeki kralda olunca, tepedekiler bu mali güç sayesinde özel görevliler tutarak, tüm halkı ve onların davranışlarını kontrol etme olanağına kavuşurlar. Halk kendi emeği ile oluşturduğu gücü tepedekilere verince tepedeki halkın “parasıyla” halkı baskı altında tutacak görevliler (asker vs.) tutarak, halkın ayaklanması veya karşı çıkmasını sürekli engellemiştir. İşte o tarihten beri dünyada hak-hukuk kalmamıştır. Tepedekiler bu olanağı sonuna kadar kullanıp, halkı sömürmeye ve kendileri şatafat içinde yaşamaya başlarlar.


Halkın bir zombi gibi davranıp, tepedeki efendisine körü-körüne itaat etmesini sağlamak için gökten kendilerine ilahi mesajlar geldiği, bu kutsal mesajlara uyularak yaşayanların ahiret hayatında çok mutlu bir ebedi hayat yaşayacağı gibi dinsel bilgileri ilk ortaya atanlar da yine Sümer Kralları olmuşlardır.

Bu durum devletler arasındaki mücadelelerde fark yaratır, çünkü kutsal kitap hükümlerine göre yaşayanların ölümden sonraki hayatta cennette yaşanılacağı inancı savaşlardaki askerlerin mücadele azmini muazzam etkiler.

Tüm bu inanç sistemlerinde insanlara şu görüş aşılanmaktadır: Yaratıcının emirlerine göre yaşanırsa öldüklerinde cennete gideceklerdir. Yaratıcının emirleri arasında, onun görüşlerini yaymak için diğer kavimlerle yapılan savaşlarda ölenlerin de şehit olacakları ve cennete gidecekleri şeklinde hükümler bulunması çok düşündürücüdür. Çünkü tüm insanlığın değil, belli kavimlerin çıkarlarının ön plana alındığı açıkça bellidir.

Görüldüğü üzere, dünyadaki son 4-5 bin yıldır oluşan gelişmeler tepedeki efendiler sınıfının siyasi ve ekonomik çıkarları dikkate alınarak, tepedeki zümrelere itaatkâr insanlar yetiştirecek şekilde planlanmıştır. Halk genelinin huzur ve refahını sağlamak hiç ön planda olmamıştır. Yani farklı dinsel inanç sistemlerinin tamamen pasif ve itaatkâr insan yetiştirmek amacıyla ortaya çıkarıldıkları anlaşılmaktadır.

Bu yapılırken insanlara “hırsızlık yapmamak, insan öldürmemek, vs.” gibi iyi niyet kavramları sunulmuştur. Ancak bu iyi niyet terimlerinin tüm insanlık için olmadığı aşikardır, çünkü, inandıkları kutsal kitap görüşünü yaygınlaştırmak için başka kavimleri öldürmek sevap sayılmakta, cennetle ödüllendirilmektedir.

Zombi yapma hatalı bilgi öğretilerek yapılır. Şöyle ki: bilgiye hasret olana insanlığa şu tür bir inanç sistemi belletilmiştir: “tepedekinin isteği doğrultusunda yaşayanların öteki dünyada ebedi bir cennet hayatı sürdüreceği şeklinde” bir görüş gelenekselleştirilmiştir. Bu görüşün “TEPEDEKİLERE İTAAT ETMEYİ TEŞVİK ETMEK”ten başka ne amacı olabilir?

Kutsal görüş uğruna savaşırken ölenlerin “şehit” olacakları ve öteki dünyada cennete gidecekleri vaadi tepedeki efendilerin ganimetçilik hırslarının bir göstergesi değil midir?

Bu dünyada yaşamak üzere oluşturulan insanlara bu dünyada rahat ve huzurlu bir yaşam sunamayan efendiler kesiminin, insanlara öteki bir dünyada mutlu ve ebedi yaşam vaat etmeleri ne anlam taşır?

 

  Sümer krallar listesi tabletlerinde görüldüğü üzere, Sümerler “Oluşturma – Yönlendirme – Sahiplenme” konusunda tamamen dışsal bir sistemin doğada egemen olduğu şeklinde bir bilgiye sahipler. Ve bu bilgi önceki 13 bölümde aktarılan jeolojik-astrofiziksel-biyolojik-nörofizyolojik gibi doğa-bilimsel verilere tamamen terstir.

Sümerlerin oluşturduğu bu yaşam modeli insanların yaşamında maalesef çok etkili olmuştur. Günümüzde de hala tüm devletler hep tepedekilerce sahiplenilmeye devam edilmektedir. Anadolu kültürünün ürünü olan ahilik gibi meslekler arası örgütlenmeye dayalı toplumsal sistemler hep bastırılmıştır.

 İnsanlığın Gelişim Tarihi- 15. Bölüm

 Doğada her varlık nasıl davranması gerektiğini kendi deneyimlerine göre kendi belirler. 4 bin yıl öncesine kadar insanlar da böyle yaşamışlardır. Ama 4 bin yıldan beri insanlara tepedeki bir EFENDİden gelen yönlendirmelere uyarak davranmaları şeklinde tam ters yönde bilgi verilerek, mantıkları çarpıtılmış, kul-köle yapılmışlardır

 Kuantsallıktan Kutsallığa sapma


İnsanlığın kültürel gelişim grafiği insanlığın ne zaman “doğal” = “doğru” yolda ilerlendiğini, ne zaman bu doğal güzergahtan sapıldığı çok net olarak göstermektedir.

 (K) noktası, kuantsallık güzergahında gelişen insanlık kültürünün, tepedeki kutsal kişilerce sahiplenilen devlet-sistemine sapma noktasıdır.

Bu sapma tam anlamıyla bir doğru yoldan yanlış yola sapma olayıdır. Yani gelenek-göreneklerimizin bozulmaya başladığı zamandır.

Şöyle ki:

4500 yıl öncelerine kadar insanlar HÖYÜK denilen ortak yaşam yelerinde kendi evlerinde yaşamışlar, öldüklerinde evlerinin tabanında (veya ortak bir mezarlıkta) açılan bir çukura gömülmüşlerdir.

Ama Kutsallık postuna bürünmüş kralların sahiplendiği DEVLET sistemine sapıldıktan sonra, insanlık artık özgürlüklerini kaybetmişlerdir. Bunu kesin olarak söyleyebiliriz, çünkü Leonard Woolley’in 1920-1930’lu yıllarda antik Ur-kentinde yaptığı kazılarda şunlar gözlenmiştir:

Kraliyet mezarlarında ölen kral veya kraliçe tüm malı ve mülkü ile gömülmüşlerdir. Gömütler arasında sadece değerli eşyaları değil, müzisyenler, at-arabaları ve sürücüleri, onlarca kadın ve erkek hizmetçi, vs. bulunmaktadır. Bu insanlar diri-diri mezara gömülmüşler ve üzerleri toprakla örtülmüştür.

Kuantsallık Dönemi

 

İnsanlık 5 bin yıl öncesine kadar çok hızlı bir kültürel gelişim sergilemiştir, çünkü o zamana kadar toplum karşılıklı ortak yaşam sistemi olarak kabul edilmiş ve herkes kendi yaptığı işi en iyi şekilde yaparak, çevresindekilere en iyi hizmet verecek şekilde davranmıştır. Yani toplum herkesin yaptıklarıyla gerçekleşen daha rahat bir yaşam sistemi olarak görülmüştür, çünkü yalnız başına yaşanılınca “Robinson hayatından” ileriye gidilemeyeceği aşikardır.

Höyük şeklinde yaşam süren toplumlar karşılıklı olarak birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları bilinciyle yaşarlar. Birbirlerini rakip olarak değil, hizmetlerine ihtiyaç duyulan yaşam ortakları olarak görürler. Çünkü değirmenci olmazsa un olmaz; madenci olmazsa kazma-kürek yapılamaz; Kazma-kürek olmadan sebze-meyve-tahıl yetiştirilemez; dokumacı olmazsa elbise yapılamaz, çömlekçi olmazsa su taşınamaz, yemek pişirilemez, vs. Tüm bunların hepsini tek başına yapmak ise, hem çok verimsiz olur, hem her insanın her işi yapacak doğal yeteneği yoktur. Bu nedenle höyük yaşamlı insanlar dinamik sistemli, yani karşılıklı etkileşime ve tabana dayalı olarak yaşamışlardır.

Bu basit gerçeği görmemek olanaksızdır. Ve Bereketli Hilal’de HÖYÜK kültürü içinde yaşayanlar bunun farkındadırlar. Bu gerçeğe göre yaşayan insanların Bereketli Hilal’de bulunduğu höyük kültürü oluşumlarıyla kesin olarak anlaşılmaktadır.

Ama kutsal (asil) soylu ve adi soylu gibi ırkçılığa dayalı bir kavramın oluşturulması ve bu asil soyluların toplumların yönetimini ele geçirmeleriyle insanların mantıksal sistemleri alt-üst olmaya başlar.

Toplumlar artık birer mal-mülk gibi görülmeye, alınıp-satılmaya başlanır. Kulluk-kölelik dönemi başlamıştır.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-16. Bölüm

 

Atlantis-Ovası dediğimiz Basra-Hürmüz-Ovası biri özgürlüğe, diğeri köleliğe dayalı iki farklı zıt kültürel gelişim oluşumuna yataklık etmiştir:

Birincisi Atlantis-Ovasının düzlüklerinde yaşayan insanların yaklaşık 12 bin yıl önceleri başlatılan göçlerince oluşturulan ve Göbekli-Tepe, Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerinde yeşeren ve yaklaşık 4-5 bin yıl öncelerine kadar Anadolu’da egemen olan kültürdür;

 İkincisi, Basra-Hürmüz-Ovasının Hürmüz boğazı yakındaki (Eflatun’un Atlas denizi dediği) eski göl üzerindeki adalarda yaşayan kavim veya kavimlerin oluşturdukları kültürdür.

Bu göldeki adalarda yaşayanların, deniz yükseldikçe, daha kuzey-batı yönlerindeki adalara göç ederek, sürekli adalar üzerinde yaşamaya devam ettikleri Sümer krallar listesi kayıtlarından anlaşılmaktadır.


Şöyle ki:

Tufan öncesi ilk Sümer krallığı Eridug’dadır; sonra Eridug düşer (batar) ve krallık gemisi Bad-Tibiria’ya götürülür.

Sonra Bad-Tibira düşer (batar) ve krallık Larag’a götürülür;

Sonra Larag düşer (batar) ve krallık Zimbir’e götürülür;

Sonra Zimbir düşer (batar) ve krallık Cruppag’a götürülür;

Ve en son tufandan sonra da İki-Irmak (Basra) yöresine çıkılır.

Anlaşılacağı üzere, Sümerler sürekli olarak adalar üzerinde yaşamışlar ve en son ada da batınca, Basra yöresinde karaya çıkmışlar.

Adalar üzerinde yaşayan Sümer kültürü ile, ova düzlüklerinde yaşayanların zaman içinde farklı kültürler geliştirdiği anlaşılmaktadır. Önceki bölümlerde belirtildiği üzere, ova-düzlüklerinde yaşayanlar karşılıklı-ortaklık ve hizmet-alışverişlerine dayalı (yani günümüz tanımıyla kuantsal sisteme uygun) bir kültür geliştirmişlerdir. Halbuki Sümerler asil-soyluluğa (kutsallığa) ve tepeden yönetime dayalı otoriter sistem kültürü oluşturmuşlardır.

Bu nedenle Kutsallık Kuantsallığın tam tersidir.

Sümerlerin Krallar listesi tabletinde görüldüğü üzere, Sümreler toplumları tepedeki kutsal kişilerce güdülmesi gereken hayvan sürüleri olarak görmüşlerdir.

Kutsal soylular her şeyin sahibidirler, insanlar onlara hizmet için yaratılmıştır. (Çamurdan yaratılış konusunu hatırlayın.)

İşte insanların “doğru yoldan sapmaları” bu şekilde kutsallığa bağlı tepeden yönetim sisteminin hayata sokulmasıyla başlatılmıştır.

Zaman geçtikçe insanlar biraz daha “akıllanmışlar” ve kulluk-köleliğe isyan ederek, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” hakları talep etmeye başlamışlardır. Kutsal kralların yerini “lider” denilen insanlar almışlardır.

Ama tepeden yönetim sistemi hep korunmuştur. Zamanla kutsal insanın yerini zengin insan almıştır.

 Şimdi bir soru: İnsanlık 4500 yıl öncelerine kadar neden çok hızlı bir gelişim gösterebildi?

 İnsanlık doğadaki dinamik sistemler fiziği kurallarına uyarak,

1.   Maksimum Enformasyon Prensibini uyguladı ve patlamalı (üstel = eksponansiyel) bilgi oluşturma evresine geçti.

2.   Yine dinamik sistemler fiziğinin zor durumlar karşısında karşılıklı uzlaşmaya giderek bir ortak görüşte birleşti ve güçler üst-üste çakışarak bir güç-KUDRET sistemi oluşturuldu.

İnsanların 4500 yıl öncelerine kadar karşılıklı-etkileşimlere ve bilgi oluşturmaya dayalı bir gelişim içinde olduğunun delilini Göbekli Tepe ve diğer Anadolu- höyüklerinde ortaya çıkan arkeolojik verilerden çıkartabiliriz. Şöyle ki: gerek Göbekli Tepede gerek Çayönü gibi eski höyüklerde kafataslarına çok önem verildiği görülmektedir. Neden? Çünkü “bilgi” denilen düşünce ve davranış belirleyicilik faktörünün kafa-içinde olduğunun farkındadırlar.

Göbekli Tepelilerin “Bilgiye” önem verdiklerini gösteren diğer bir veri de, insanı tasvir eden T-şeklindeki sütunlardır. Sütunlar insanı simgelediklerine göre, bu sütunlar atalar-kültü geleneğinin söz konusu olduğu anlamına gelir. Atalara saygı ise, çoğu bilgilerin atalardan devralındığının bilinmesidir ki, yine o eski zaman insanlarının “bilgi” edinmeye verdikleri önemi akla getirir.

Sonra insanlığın düşünce sisteminde çok büyük bir hata oluşmuş olmalı. İnsanlık tabana dayalı, içsel faktörlerle (yani Doğa-İçi-Güç sistemiyle) değil de, dışsal bir Doğa-Dışı-Güç-sistemiyle yaratılıp-yönlendirildiği şeklinde bir görüşle Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) etkisi altına girmiş olmalı. Çünkü TBÖlü sistemler tüm toplumsal ve ekolojik sorunların kaynağıdır ve bu nedenle insanlık o zamandan beri hem doğal sisteme zarar verecek tarzda davranmaktadır hem de toplumsal sorunlar yumağı içine sürüklenmiştir. Ve hala da bu sorunlar içinde boğularak yaşamaya devam etmektedir.

 Tabana dayalı, yani dinamik sistemli yaşam görüşünden, tepeye bağımlı efendi-kul ilişkili sisteme geçişin ne zaman gerçekleştiği konusunda iki farklı yoldan bilgi edinmek mümkündür.

Birincisi Höyüklerin incelenmesinden geçer. Şöyle ki:

Kültepe arkeolojik verilerinin sunduğu olanak: Kültepe’de iki farklı yerleşim vardır. Biri yerel halkın yaşadığı eski tarihli höyük kesimidir; diğeri MÖ 2000’li yıllardan sonra kurulan Karum adlı yeni yerleşimdir. Eski yerleşimde tüm evler birbirlerinin benzeridir. Yeni yerleşimde ise insanlar arasında zenginlik düzeyine bağlı farklı yapılar, saraylar vs. Vardır. Dolayısıyla doğal sistemin tapulanması ve sahiplenilmesinin başlatıldığı, zenginlerin “Efendiler” olarak farklı muamele gördükleri anlaşılmaktadır.

İkinci yöntem, insanlık tarihindeki gelişimlerin hızlarındaki değişimlere bakmak: Şöyle ki:

İnsanlığın kültürel gelişim tarihi bir grafik tabloda izlendiğinde şekildeki gibi bir görüntü ortaya çıkar.

 

Grafikte görüldüğü üzere insanlığın bilgi oluşturma hızı yaklaşık 50 bin yıl önceleri patlamalı (üstel=eksponansiyel) yükselme aşamasına (II. Evre) geçmiştir ve (1) nolu güzergah boyunca ilerlemektedir. Ama (K) noktasına gelindiğinde (yani yaklaşık 4500 yıl önceleri) bu hız, ilerlemesi gereken güzergahtan sapar ve daha yavaş bir hızla (III. Evre) devam eder. Bu da 4000 yıl önceleri insanlığın düşünce ve davranış sisteminde çok önemli bir olay olduğunu gösterir. Bu olay ise doğal sistemin yönlendiricilik faktörünün tabana bağlı, karşılıklı etkileşimli olmaktan alınıp, tepedeki bir sisteme tepeye bağımlı kılınmaya başlanmasıdır.

 (Bir ara bilgisi daha: III. Evredeki yavaş gelişme, yaklaşık 5 asır önce Rönesans-reform geçiren toplumlarda tekrar yükselişe (IV. Evre) geçişe olanak sağlarken, böyle bir Rönesans ve reform yapamayan toplumların hala III. Evre hızıyla yaşamaya devam etmekte oldukları görülmektedir.)

Yani yaklaşık 4-5 bin yıl öncelerine kadar:

•         İnsanlar arasında eşitlik ve kardeşlik-arkadaşlık ruhu var; kimse diğerinden üstün görülmüyor,

•         Doğa ile iç-içe ve tüm doğal sistemle birlikte karşılıklı ilişkili bir hayat yaşanıyor,

•         Doğa ve dünyanın parsellenip sahiplenilmesi gibi bir durum yok.

 


Doğal sistemde krallık, efendilik, ağalık, uşaklık vs. yoktur. Örn. Bedenimiz 60 trilyon hücreden oluşur. Bu hücrelerin bir kısmı kalp, bir kısmı, böbrek, bir kısmı bağırsak gibi farklı organlarda görev almışlardır. Bu organlardaki hücrelerden biri, diğer organlardaki hücreleri kendinden üstün veya aşağı olarak algılar mı? Kesinlikle “hayır”, çünkü hepsi bir beden ortaklığı içinde bir araya geldiklerini bilirler ve birbirleriyle sürekli bir haberleşme ve yardımlaşma içindedirler.

Ama insanların oluşturdukları bu çarpık “devlet” sistemi içinde, bazı meslekler hor görülürken, bazıları çok saygın kabul edilirler. O zaman bu insanlar nasıl gerçek bir toplum oluşturabilirler?

Bir toplum içindeki tüm insanlar değerlidir. Her bir insanın farklı olması, toplum hayatında binlerce farklı meslek olması nedeniyledir. Hücreler herkesi müzisyen veya matematikçi yetenekli yapsaydı, balıkçı, hamal vs. gibi meslekleri kim yürütürdü?

5 bin yıldan beri insanlığın kültürel gelişim hızında düşme görülmesinin nedeni ise şu olmuştur:

Toplum hayatı tepedeki birileri tarafından sahiplenilince,

Halk topluma sahip çıkmamış,

Kamu malları hor kullanılmaya başlanmış,

Tepedekilere yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,

Halk bilgisiz bırakıldığından verimli üretim olmamış,

İnsanlar arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine yabancılaşmışlar,

Hak ve hukuk sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,

 “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” sistemi oluşmuş,

Yani günümüz toplumlarında görülen tüm toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet” denilen tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur.

MÖ 650lerde hüküm süren Ashurbanipal’in Ninova'daki kraliyet kütüphanesindeki yazıtı: “Ben, Ashurbanipal, evrenin kralı, tanrıların zeka bahşettiği, bilimsel bilgi edinmenin en uzlaşmacı ayrıntıları için delici zeka sahibi, bu tabletleri hayatım ve ruhumun refahı için Nineveh'teki kütüphaneye, kraliyet ismimin temellerini sürdürmek için yerleştirdim.” —

Görüldüğü üzere, devletlerin başına geçenler kendilerinin özel yaratılmış kişiler olduğuna inanırlar ve halklarını da inandırırlar.

İnsanlığın kültürel gelişim eğirişinde “Reform” güzergahı olarak işaretlen bir hızlı gelişme görülür. Bu hızlı gelişmenin nedeni, tepedekilerin halkı tam dışlamayıp, “özgür düşünme ve fikir üretme, eşit haklara sahip olma, toplumun insanların vergileriyle sürdürülebildiği, vs“ gibi yukarıda sıralanan olumsuz faktörlerin bir kısmının ortadan kaldırılmasıyla sağlanmıştır. Ama tepeden sahiplenilen “devlet” anlayışı korunmuş olduğundan, kendi halkını değil de, komşu devlet halklarını sömürme işlemleri aynen devam etmektedir.

Karşılıklı etkileşim ve tabandakilerce yönlendirilme sadece insanlar arasında değil, insan ve tüm diğer varlıklar arasındaki ilişkileri de kapsar. İnsan hücreleri çevredeki tüm diğer organik ve inorganik varlıklarla etkileşim içindedir, çünkü besin kaynağını doğadaki moleküller oluşturur. Doğadaki moleküller ise çevredeki değişim-dönüşümlerden etkilenerek sürekli değişirler. Bu değişimler doğrudan insan sağlığını etkiler. Şöyle ki:

Beslenme ve bağırsak florası sindirim sistemini bozabilmekte, bunun sonucu bağırsak hareketlerini düzenleyen sinirsel sistem bozulmaktadır, Obata, Y. et al. (2020).

Hücre içinde bozulan proteinlerin yok edilmesini sağlayan organeller aşırı ozmotik basınçla zarar görmekte, hücre sağlığı bozulmaktadır. Yasuda, S. et al (2020)

Sindirim sistemindeki mikro-organizmaların salgıladıkları kısa-zincirli-yağ-asitleri insanların iç-saat sistemini etkilemektedir. Gün-ışığı döngülü davranışlı olan mikro-organizmalar beslenme tarzları onların iç-saat sistemlerinde değişiklik yapmakta, bu da doğrudan beden sağlığına yansımaktadır, kalp hastalıkları, kanser, zihinsel bozukluklar, vs. Tahara, Y. (2020)

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-17. Bölüm

Atlantis olgusu jeolojik- arkeolojik ve genetik gibi 3 farklı bilim dalının ortaya koyduğu bir gerçektir. Şimdiye dek sadece arkeolojik veriler dikkate alınmış ve ona göre toplumsallaşmanın merkezinin Bereketli hilal yöresinde olduğu gösterilmişti. Ama medya bu arkeolojik gerçeğe rağmen Atlantis’i Atlas Okyanusu, Cebeli Tarık bölgesi, Santorini, vs gibi Bereketli-Hilal merkeziyle hiç ilişkisi olmayan yerlerde arayan senaryolarla dolup taşmıştır.  Günümüz olanaklarıyla geçekleştirilebilen HAPLOGRUP analizleri sonucu, jeolojik bilgilerle birleştirilip, arkeolojik verilere eklenince tam geçek ortaya çıkmış olmaktadır. Konunun şüphelenilecek hiçbir yanı artık kalmamıştır.

Şimdi bu yeni HAPLOGRUP analizleri konusunu sizlere tanıtalım.

Her insanın genlerinde, atalarının dünyanın nerelerindeki nesillerden etkilendiğinin kayıtları vardır.

Haplogrup-analizlerinin geçmişimizi tasarlamadaki önemi

60-70 bin yıl önceleri dünyaya yayılmaya başlayan insanların nerelerde yerleşmeye başlayarak günümüz insanlarına evrildiklerini jeolojik, genetik, linguistik ve arkeolojik verilerden yararlanarak ortaya koymaya çalışalım.

 

Genetik araştırmalar konusunda bir ön-bilgi

Bir genetik araştırmacı olarak halen California-USA da çalışan Thomas Le’den “haplogrup” genetik araştırmaları hakkında öz bir bilgi alalım. Makale uzun olduğundan kısaltılarak özetlenmiştir.

“Ben Asyalıyım, ailemin kökleri Güneydoğu Asya'dadır. Ama benim anne-haplogrubum- B5a1a – yaygın olarak kuzey Meksika Kızılderilileri arasında bulunur.

Peki beni Kızılderililere bağlayan nedir?

12.000 yıl önce insanlar Asya'dan Alaska'ya göç ettiği için annelik (mitokondria-dna) grubumu birçok Amerikan yerlisiyle paylaşıyorum.


Herkes mitokondrisini annesinden alır. Diğer DNA parçalarının aksine, mitokondriyal DNA'nız çekirdeğin dışında bulunan tek DNA türüdür. Bu nedenle, mitokondriyal DNA'nız diğer DNA türleri ile birleşmiyor. Mitokondriniz doğrudan annenizden miras kaldığı ve çok az rekombinasyondan geçtiği için, aynı anne haplogroupu her akrabanızla paylaşacaksınız. Örneğin, sen, annen, kardeşin, kız kardeşin, anne teyzen, anneannen, vs. hepsi seninle aynı anne haplogroup'u paylaşır. Ve bu anne haplogroup nesiller boyunca belirli bir yer ve zamanda tek bir mutasyona kadar uzanır.

(Yani binlerce yıl önce bir annenin mitokondrisinde bir mutasyon olduysa, o mutasyon onun soyundan olan herkeste devam eder. Binlerce yıl önce Doğu-Asya’daki bir kadının mitokondrisinde gerçekleşen bir mutasyon, onun soyundan bazılarının Bering boğazından Amerika’ya göçmesiyle Amerika yerlileri arasında yayılır, Güney-doğu-Asya’ya göç eden çocuklarıyla Çin- Endonezya vs. yayılır. Ama Amerika’ya göç eden kadınlar arasında başka türde mitokondria mutasyonları da var olacağından, herkes aynı haplo-grupta olmaz.) 

Baba-haplo-grup belirlenmesinde Y kromozomu iş görür. Y kromozomu cinsiyet belirleyici kromozomdur, erkeklere babalarından miras kalır. Bir erkeğin Y-kromozomunun bir yerinde bir mutasyon geçekleşirse, bu mutasyon onun soyu boyunca devam eden nesillere aktarılır. Taa ki onun soyundan birilerinde aynı yerde başka bir mutasyon olana kadar. O zaman grupta çatallanma başlar ve yeni alt-gruplar ortaya çıkar.

Örneğin, bir popülasyonun Afrika'dan ilk göç ettiği ya da başka bir grubun coğrafi olarak izole edildiği zaman olabilir. Haplo-grup analizleri bu mutasyonlara dayanarak atalarınızın izini sürebilir, çünkü bunlar belirli dönemlerde ve farklı coğrafik konumlarda meydana gelmiştir.

Günümüz DNAları insan fosili kemiklerinden elde edilen DNAlarla kıyaslanarak, o zamandan beri geçirilen mutasyonlar saptanabilinmektedir. En eski fosill DNA-lar 200.000 yıl öncesine dayanıyor ve Etiyopya'daki Omo Kibish'te bulundu. Genetik ve paleontolojik kayıtlara göre, Homo sapiens sapiens 60.000-70.000 yıl önce Afrika'dan Avrasya kıtasına göç etmeye başladı. Bu göçmenlerin bazıları Hindistan kıyıları boyunca hareket ederek 50.000 yıl önce Güneydoğu Asya'ya ve oradan da Avustralya'ya ulaştılar. O zamandan beri, farklı mutasyon olayları ve farklı dağılma yollarıyla türümüz yayıldı.”


Yukarıdaki şekilde mitokondria-haplogruplarının dünyadaki dağılımı görülmektedir. Afrika en eski oluşum merkezi olduğundan L1, L2, L3, M eski haplogrupları egemendir. Diğer haplogruplar Afrikadan yola çıkan analarda daha sonra oluştuğundan oluştukları bölgelerde ve de onların torunlarnın sonradan göç edecekleri yörelerde yaygın olarak görülürler.

Bu farklı haplogrupların ne zaman ve ilk defa nerede ortaya çıktıkları yandaki slaytta kısaltılmış olarak gösterilmiştir.

En eski oluşan Y-kromozomu haplogrupları (A, B, C) yüz bin yıldan çok daha önceleri Afrika’daki atalarımızda oluşmuşlar ve onların göçleriyle Asya-Avrupa üzerinde dünyaya yayılmışlardır.

Ana ve baba haplogrupları faklı gelişim gösterirler. Bu nedenle her insan iki farklı haplogruba sahiptir. 

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-18. Bölüm-

Dil gruplarının tarihsel gelişimlerin anlaşılmasındaki aydınlatıcı rolleri

İnsanların konuştukları dillerde sözcükler zamanla değişir, ama dilin genel yapısı pek değişmez. 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan modern insanların atalarının, türkçe gibi aglütine dil dediğimiz bir dil konuştukları anlaşılmaktadır.

115 bin ile 15 bin yıllarını kapsayan Buzul devrinde kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz-arası Atlantis ovası içinden iki ırmak geçtiğinden çanak-çömlek gibi su taşıyıcı gereçlerden yoksun olan insanlık için en uygun yaşam ortamıdır.

İnsanlar arası ticaret yaşam için çok gereklidir. Çakmak taşı hem kesici alet, hem de ateş yakmak için çok gereklidir. Ama her yerde bulunmaz. Ayrıca iklimsel değişiklik, kuraklık gibi diğer doğal olaylar insanlar arasında savaş gibi zorunlu karşılaşmalar oluşturmuştur. Tüm bu olaylar genetik bilgi alışverişlerini etkilemiş ve haplogruplar iç-içe girmişlerdir.

Listelerde en üst sırada gösterilen haplogruplar Afrika’da 100 bin yıl önceleri, diğer gruplar ise son yüz bin yıl içinde oluşmuşlardır. Son yüz bin yılda ise dünyamızda buzul devri egemen olduğundan, 15 bin yıl öncesine kadar insanların yoğun olarak yaşadığı bölgeler Afrika ile Asya’nın Güney bölgeleridir, çünkü Avrupa ve Kuzey Asya buzul örtüsü altındadır.

Dolayısıyla Afrika haricinde insanlığın Asya’da yoğun olarak yaşayabileceği bölgeler çok sınırlıdır. Nedeni ise şudur: Asya’nın güney kesimi Toros, Zağros ve Himalaya dağa kuşakları ile çevrilidir ve bu dağ kuşaklarının üzerleri de buzul devri koşulları nedeniyle buzul örtüsü altındadır. Bu dağ-kuşağı tepelerinin çevresi ise yine yüksek platolar şeklinde olduklarından, üzerlerinde buzul olmasa bile, yılın 10-11 ayı boyunca kar örtüsü bulunmakta ve yaşama uygun olmamaktadır.

Linguistik = Dil Grupları açısından Yaklaşım:

Günümüz dünyasında konuşulan diller (S)Subject = özne, (O)Object = nesne, (V) Verb = yüklem ilişkilerine göre sınıflandırıldığında iki temel grubun egemen olduğu görülür. SOV-grubu %45 ve SVO-grubu %42 ile en yaygın gruplardır.

 Bu iki temel gruptan hangisinin insanlık tarafından öncelikli olarak tercih edildiğini saptamak için yapılan deneylerde SOV= Subject-Object-Verb sıralamasına göre olan dillerin kesin olarak baskınlığı saptanmıştır (Langus & Nespor 2010 şekline bak)


Deney şöyle yapılmıştır:

Çalışmada (Langus & Nespor, 2010),katılımcılara basit şekiller (örneğin balık yakalayan bir kız) gösterilerek olayı jestlerle tanımlamaları istenir. Katılımcılar (SVO) sıralamasını kullanan İtalyanlar ve (SOV) sıralamasını kullanan Türklerden oluşuyordu ve herhangi bir işaret dili bilmiyorlardı. Sonuçlar İtalyan grubunun %80'inin, Türk grubunun %90'ının "kız" + "balık" + "yakalamak” sıralamasını kullandıklarını ortaya koyar. “Kız balığı yakalar” şeklindeki sözcük dizilimi insanların doğasındaki davranış olduğu görülür.

  Yani doğal olarak insanlar bir dil oluşturmaya başlasalar, SOV sıralamalı bir dil ile hayata başlayacaklardır. Bu SOV dil grubunun diğer önemli özellikleri araştırıldığında tam-aglütine (bitişken veya eklenmeli) denilen bir dil grubu olduğu ortaya çıkar

Şimdi konunun iyi anlaşılması için tam-aglütine-dil grubunu diğer dil-gruplarında ayıran özellikleri gösterelim:

Tam-aglütine dillerin özellikleri

Tam-Bitişimli dilleri diğer dillerden ayıran önemli özellikler şunlardır:

1-  Cinsiyet ayrımı yoktur, “O” deyince, hem erkek, hem kadın, hem çocuk anlaşılır. Halbuki diğer dillerde “er (he), sie (she), es (it)” gibi ayrım vardır.  

2-  Ses uyumludurlar,

3-  “Ben kalemi kırdım” şeklinde “Özne-sübje-yüklem” dizilimi vardır. Diğer dillerde “I broke the pencil” gibi “Özne-yüklem-sübje” dizilimi vardır.

4-  Sayı sıfatlarından sonra gelen sözcüklerde çoğul eki yoktur, “bir çocuk”, ”beş çocuk” denir, “5 çocuklar” değil. İndo-german dilde ise: “1 Kind”  “5 Kinder” denir.

5-  Sözcüklerin arkasına birden çok eklentiler yapılarak, farklı anlamlı ifadeler elde edilir. Örnek “Kurtardıklarımızdansın” ifadesi bu dil grubunda tek bir sözcükle anlatılmıştır. Bu ifadeyi Almanca olarak anlatmak istediğinizde “Du bist eine von denen, die wir gerettet haben” şeklinde iki cümle ve 8 sözcük gerekir.  Fincede “Juoksentelisinkohan” gibi tek bir sözcükle aktarılan kavram İngilizcede “I wonder if I should run around aimlessly” gibi 8 sözcükle ancak ifade edilir.

6-  Aglütinasyon diğer dillerde de kısmen görülür; örn. Çocuk-luk = child-hood bir eklenmedir. Ama “çocukluktaki” denilmek istendiğinde, “in childhood” veya “during childhood” gibi sözcüğün önüne eklemeler yapılır. Tam-aglütinasyon yoktur.

Şimdi bu çok farklı iki dil grubunun ne kadar karşıt yapılı olduğunu bir tümcenin bu iki dil grubundaki ifadeleriyle gösterelim:

“Otelimizin karşısındaki dükkanda gördüğüm bir elbiseyi denemek isterim” Bu ifade Türkçede 8 sözcükten oluşur. İndo-german dillerde bu ifade en az iki katı sözcük kullanır. Üstelik bir dilde en başta yer alan sözcükler, diğer dilde en sondadır.

Halbuki aynı dil grubuna ait iki dilde (Fransızca ve İngilizce) bu tümce ifade edildiğinde, sözcüklerin birbirlerine ne kadar benzer konumda olduğu görülür. 

İşte 60-70 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkan Homo sapiens sapiens’in ortaya çıktığı bölgede günümüzde de hala tam-aglütine bir dil konuşulduğu bilinmektedir. Modern insanların atalarının geliştiği bu Doğu-Afrika bölgesinde, bantu dil ailesine ait, aglütine Swahili dili konuşulmaktadır. Örnekler:

Dolayısıyla oradan dünyaya yayılan insanların da en azından yolculuklarının başlangıcında aglütine bir dil konuşmaları beklenir. Asya üzerinden Amerika’ya geçen insanların da aglütine dilli oldukları görülmüştür. Örn. Peru And dağları ve Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan quechua halkları arasında, tam aglütine bir dil konuşulmaktadır: Maqachinakurkan = They let each other be beaten = döğdürüldüler.

 Aglütine dillerin yaygınlığı konusunda şunlar örnektirler:

Niger–Congo languages. Bantu languages.

Turkic languages. Turkish.

Basques language,

Fince, Estonyaca, Macarca 

Kartvelian languages. (Gürcüce, Lazca, vd.)

Dravidian languages. Tamil, Sanskrit.

Austronesian languages. Tagalog.

Indigenous languages of the Americas.  Algonquian languages.

Eskimo–Aleut languages.

Berber languages.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-19. Bölüm

Hint-Avrupa veya İndo-German dil grubunun ortaya çıkışı ve eski kültürleri istila etmeleri. Günümüzde hala devam eden sömürgeciliğin - emperyalistliğin Avrupalılarca başlatılması.

Dünyada iki dil grubu egemenliği vardır: Birincisi aglütine dil grubudur. İkincisi Hint-Avrupa dil grubudur.

Slaytta belirtildiği gibi, Avrupa toplumlarının dili 5-6 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarda yaşayan göçebe toplumlarca oluşturulmuştur.

 Hint-Avrupa dil grubunun 5-6 bin yıl önceleri Avrasya bozkırlarında oluşturulduğu, O dili oluşturanların dillerinin ise Anadolu’daki çiftçilerin konuştukları dilden kökenlendiği şu arkeolojik, linguistik ve genetik haplogrub analizleri araştırmalarıyla saptanmıştır:  Sahakyan, H. et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al  2019,  Gray R.D.& Atkinson Q.D. 2003, Bouckaert et al. 2012. 

Kutsallık, Irkçılığa yol açar ve asil soylu olduğunu savunan Bozkır-Göçebeleri istilacılığa başlarlar 

 Ticaret insanlar arası bilgi akışlarını geliştiren bir faktör olarak Mezopotamyalılar ile Hint kültürü arasında da çok etkili olmuş ve toplumlar birbirlerinden etkilenmişlerdir. En önemli ticaret unsuru en eski zamanlarda Lapis lazuli adlı gök-mavisi bir mineral olmuştur, çünkü hem süs taşı, hem de ruhsal güç ve enerji kayağı olduğu inancı antik çağlardan beri kabul görmüştür. Bu mineral ise kuzey-doğu Afganistan’da bulunmaktadır. Daha sonra tunç yapımında gerekli olan Kalay gibi bir metalin ortaya çıkması Hindistan yolu ticaretinin çok daha gelişmesine yol açmıştır, çünkü kalay da Afganistan’dan gelmektedir. Dolayısıyla, ticaret dünya genelinde bilgi ve toplumsallaşma gelişmesinde en önemli faktör olmuştur.

Buzul devri sonrasında, Güney Hindistan-Seylan bölgesi ile İndus-vadisi boyunca da insan nüfusu artışı gelişmiş ve Harappa kültürü denilen yerel bir kültür İndus vadisi boyunca MÖ. 3binlerde ortaya çıkar ve MÖ. 1300lerde sona erer. Bu vadideki kültürel gelişmenin sona ermesinin nedenleri pek bilinmemektedir. Ama insanlık tarihinin yönlenmesinde çok büyük etkisi olmuştur. Çünkü İndus vadisinde yaşayan insanların Batı-Afganistan üzerinden Orta-Asya’ya göçleri sonucu Orta-Asya steplerindeki toplumlarla karışmıştır. Hindistan kültürüyle Avrupa kültürü karışımı olan Hint-Avrupa dilli kavimlerin ortaklığı Yamnaya kültürü adı verilen yeni bir kültür oluşturulmasına yol açmıştır.

Harappa uygarlığı etkisi altındaki insanlar zamanla kuzey-batı yönünde (Afganistan-İran-Türkmenistan üzerinden) Orta-Asya ile etkileşmişlerdir. Bu şekilde Kuzeydeki steplerde yaşayan toplumlar hem Atlantis kökenli, hem de Hint kökenli kültürle tanışıp, bu kültürlerin harmanlanmasından oluşan karma bir kültür oluşturmuş olmalılar. Hint-Avrupa veya İndo-german denilen dil grubu böyle bir karışımdan oluşmuştur. Bu konuda şimdiye dek Atlantis-Ovası diye bir temel kültür gelişim noktası dikkate alınmadığından, objektif bir değerlendirme yapılamamıştır.

Yamnaya Göçebelerinin Dünyayı İstila etmeleri

Tunç devri başında at gibi hızlı koşucu ve yük taşıyıcı hayvanın evcilleştirilmesi, toplumlar arası ilişkileri çok hızlandırır. At gibi hızlı bir hayvanın evcilleştirilmesi tunç gibi çok sert ve dayanıklı maddenin yaşama girmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur. Bu kolaylaştırma özellikle askerlerin yiyecek-giyecek-yatacak gibi çok gerekli ve karşılanması zor konularda muazzam yeni olanak sağlamasıyla ilgilidir. Atın eti ve sütü yiyecek ihtiyacını, atın çektiği bir araba giyecek ve çadır gibi konaklama gereksinimini karşılamaktadır. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumlar muazzam bir fark yaratırlar.

Mezopotamya, Anadolu gibi bölgelerde yaşayanlar genelde sürekli yerleşik bir toplum hayatı sürdürürken, Karadeniz kuzeyindeki ve Orta-Asya’daki steplere genelde göçebe hayatı daha yaygındır. Göçebe hayatında at en önemli unsurdur, çünkü yer değiştirmede çok kolaylık sağlar. Dolayısıyla kuzeyin steplerinde yaşayan toplumlar savaş tekniğinde daha avantajlıdırlar.

Tunç gibi sert ve dayanıklı maddenin keşfiyle zırh-mızrak gibi güçlü silahların ortaya çıkışı ve at gibi hızlı koşan ve ağır yük taşımaya uygun havanın evcilleştirilmesi dünyadaki dengeler hızla değişmeye başlar.

Yaklaşık 5 bin yıl öncelerine kadar Atlantis-Ovalıların kültürü Avrupa ve Batı Asya’da etkili ve egemen olmuştur. Ama 5300 yılından sonra bu bölgelerdeki dengeler değişmeye başlar.

Çünkü:

(1) Sümerler kutsallığa dayalı tepeden yönetilen Devlet sistemini ortaya çıkarırlar ve

(2) 5500 yıl önceler Kazakistan’da at evcilleştirilir ve ganimetçiliğe dayalı devlet oluşumlarının önü açılmış olur.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 20. Bölüm 

Bizler geçmişimizi bilmezsek, “Su başlarını tutan canavarlardan” kurtulamayız.

Tarih kitapları 3-4 bin yıllık geçmişimiz hakkında bilgi verirler. Dinsel bilgiler ise 5 bin yıl önce insanlık ortaya çıkmış gibi bir geçmişten söz ederler.

Halbuki insan denilen canlı türü 2.5 milyon yıl önce Doğu-Afrika’da ortaya çıkmıştır, yani atalarımız birer zenciydi.

Hayat bu ilk insanlarla da başlamadı, onlardan önce de hayat vardı, örneğin 200 milyon yıl önce insan, koyun, keçi gibi memeli canlılar yoktu, ama dinozor denilen sürüngenler vardı.

Dinozorlardan önce de hayat vardı, ama onların çoğunluğu denizlerde yaşayan böcekler alemine aitti. Yani hayat karaya yaklaşık 400 milyon yıl önceleri geçebilmişti, daha eskiden hayat sadece denizlerdeydi.

Denizlerdeki bu canlıların çoğunluğu midye, deniz kestanesi, kerevit, ahtapod, salyangoz gibi omurgasızlar denilen bir gruba aitti. Balık gibi omurgalılar çok azdı.

700 milyon yıl öncesinin dünyasında hayvan denilebilecek hiçbir canlı yoktu ve denizlerde sadece amip, bakteri gibi tek hücreli canlılar vardı.

3.8 milyar yıl önceki dünyaya bakıldığında ise, dünyada hiçbir canlı varlık yoktu.

5 milyar yıl öncesine gidecek olsaydık, dünyamızın da kaybolduğunu görecektik.

Peki bu bilgiler kesin mi? Bunlara kesinlikle inanabilir miyiz?

Evet, kesinlikle doğru, çünkü bu bilgiler yaratıcının kendi kitabı olan YERYUVARI-ARŞİV-SAYFALARINDA kayıtlıdır. Bu kitap silinemez, ve başka türlü okunup-yorumlanamaz, ve dünyadaki her millet tarafından aynı şekilde okunup, aynı şekilde anlaşılır.

Geçmişimizi bilmek, okullarda okutulan ve sadece 3-4 bin yıllık insanlık tarihini kapsayan bilgilerle mümkün değildir. Milyarlarca yıl öncelerine uzanan geçmişimiz hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekir, çünkü hücrelerimizin genetik kayıtlarında tüm bu eski zaman koşullarını anımsayan veriler vardır. Bu görüşün doğru olduğu şu şekilde açıklaması bulunan Haeckel prensibinde görülmektedir.

Şekilde:

 (1) numarada hayatımızın tek bir hücreli safha ile başladığı, yani 2 milyar yıl öncesine ait bir atıf,

 (2) numarada tek-hücreli yaşamdan çok hücreli yaşama geçiş aşamasına, yani 650 milyon-yıl öncesine ait bir atıf,

(3) numarada balıklar, böcekler, sürüngenler gibi canlılarla ortak geçmişimize, yani 500milyon-yıl öncesine ait bir atıf,

(4) numarada sürüngenler, memelilerle ortak geçmişimize, yani 350 milyon yıl öncesine ait bir atıf,

(5) numarada memelilerle ortak geçmişimize, yani 200 milyon yıl önceki atalara ait ortak bilgileri göstermektedir.

Son sırada ise primata denilen canlı grubunun ayrıldığı 50-60 milyon-yıl öncesinden beri devam etmekte olan durum görülmektedir.

Yani yukarıdaki temel bilgiler her insan ilk öğrenmesi ve hayatında uygulaması gereken en temel bilgilerdir. Bu bilgilere sahip olmadığımız için birbirimizle ortak bir toplumsal sistem anlayışında birleşemiyoruz. Çünkü, anlaşıp-uzlaşmalara dayanan milyar yıllık bir geçmişin ürünleri olduğumuzun farkında değiliz. 

Şimdi bu temel bilgilerden sonra günümüz dünyasına geri dönüp, değerlendirmelere devam edelim.

Herodot’un meşhur tarih kitabında şunları yazdığını biliyor muydunuz?

“Batı Anadolu’da Yunan kolonileri kuranların içinde hiç kadın yoktu, erkekler Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Greklerin Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un  Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Grekler Karya’ya hâkimdiler ama halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı” (Zangger 2019)

 

Aşağıda biz Anadolular ve komşularımız için dikkat edilmesi ve bilinmesi gereken önemli noktalar vurgulanacaktır.                               

Yamnaya Göçebeleri Sümerlerin ortaya koydukları güçlü krallık sistemleri ve de hızlı at-arabaları sayesinde muazzam bir istila gücüne kavuşurlar. Halbuki ilk Atlantis-Ovalı göçleriyle dünyaya yayılmış topluluklar hala karşılıklı hizmet-alışverişleriyle, tepede bir güç merkezi olmayan bir hayat sürdürmektedirler.

Hint-Avrupa dilli kavimlerin (Yamnaya göçebeleri) Atlantis-ovalıların ülkelerini istila etmeleri 5 bin yıl önceleri başlar.

Tepedeki krallar paralı askerleriyle kolayca tüm Avrupa ve Asya’daki krallıksız toplumları istila etmeleri pek kolay olur ve İndo-german dilli toplumlar dünyaya egemen olmaya başlarlar.

Hint-Avrupa (İndo-german) kültürü Ukrayna- Kazakistan arası bölgede 5500 yıl önceleri oluşmaya başlar. At gibi hızlı ve yük taşıyıcı bir hayvanın evcilleştirilmesi, yaşamı çok hızlandırır. Çünkü tunç gibi çok sert ve dayanıklı madde At gibi bir hayvanın evcilleştirilmesiyle birleştirilince, fetih ve yağmacılık kolaylaşmış olur.

Kuzeydekiler özel yetiştirilmiş paralı askerler Atlar ve At-arabalarıyla savaşırken, Güneydekiler eşeklerin çektiği arabalarla işlerini görebilirler. Böyle olunca da at-kültürüne sahip olan toplumların istila gücü muazzam artar ve Yamnaya göçebeleri yağmacılığı oluşturulur.

Devlet denilen tepeden sahiplenici ve yönlendirici hayat görüşü Yamnaya Toplumu ile birlikte düşünülünce, yanına birkaç bin paralı asker toplayan kabileler (devlet sahipleri) karşılıklı ortaklık içinde yaşayan barışçıl toplumları kolayca istila etmeye başlarlar.

Biz Anadolular için batımız ve doğumuzun hangi indo-german dilli kavimlerin istilasına uğradığını bilmemiz gerekir.

Batıda Yunanlılar 3600 yıl önceleri kuzeyden Ege bölgesine inerler ve Atlantis kökenli yerli halkın (Pelasg’ların) tepesine çökerler. Önce Girit adasında gelişmiş olan Minos uygarlığını yerle-bir ederler. 

Sonra Bodrum, Efes, İzmir, Bergama, Truva gibi önemli ticaret merkezlerini ele geçirirler.

Herodotos’a göre (1.146) Batı Anadolu’da Grek kolonileri kurulurken işin içinde Yunanistan’dan hiçbir kadın yoktu, erkekler de Karyalı kadınlarla evlenmişti. Bu da Thales veya Herodotos gibi Karya’nın şehirlerinde doğmuş ünlü Greklerin yarı Karyalı olduğu ve Karya soyundan geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla Herodotos’un (1.171) Karyalıları “tüm ulusların en saygını” olarak görmesi şaşırtıcı değildir. Her ne kadar bu dönemde Grekler Karya’nın kıyı kentlerine hâkim idiyse de, halkın büyük kısmı Anadolu kökenliydi ve kendi yerel dillerini konuşurlardı. (Zangger 2019)

Sonra Karadeniz’e geçip, Sinop, Giresun, Trabzon gibi kentlerde ticaret merkezleri kurarlar. Vs 

MÖ 334de Büyük İskender fetih ve istilalara başlar, bir yıl sonra Anadolu, 2 yıl sonra Suriye ve Mısır, 3 yıl sonra Irak, 4 yıl sonra İran, 5 yıl sonra Türkmenistan ve Afganistan ele geçirilir ve 8 yıl sonunda Hindistan’dadır.

Bir kralın 8 yılda Balkanlardan Hindistan’a kadar olan devasa bir alanı fethi nasıl olasıdır? Bunun olması devlet denilen sistemin sadece tepedeki bir krala ait olması, halkın devleti hiç sahiplenmemesi gerçeğinden kaynaklanır.

Bulgarlar türk kökenlidir ve Anadolu’daki Türkmenler (aleviler vs) ile birlikte eskiden beri balkanlarda yaşamaktadır. Sonradan slav kültürü etkisine girmişlerdir. Benzer şekilde balkanlardaki, batı Avrupa’daki birçok ulus sonradan slavlaştırılmış, germanlaştırılmış, abglo-saksonlaştırılmış, vs. Batı Avrupa’da kendi öz benliğini koruyan tek Bask toplumu kalmıştır.

Doğu bölgemizdeki istilacıları da bilmemiz gerekir. İran platosunun ilk sakinleri Azeriler, Elamlılar, Afşarlar, Kaşkaylar, Halaçlar gibi aglütine dil konuşan kavimlerdir. Persçe (farsça) indo-german dil grubundandır ve persler de yaklaşık 4 bin yıl önceleri kuzeyden gelerek İran platosuna yerleşmiş bir istilacı kavimdir.

Anadolu’nun doğusunda bulunan Atlantis-Ovalıların toprakları MÖ binlerde yine kuzeyden gelen İndo-german dilli bir kavim tarafından (Persler) istilaya uğrar. Perslerin kurduğu ilk devlet Med-krallığıdır ve Anadolu’nun Doğu kesimini de istila eder. Farsça ya yakın dil konuşan Kürtler ya o zaman oralara yerleşirler veyahut fars kültürü etkisi altına giren yerli halktırlar. Ermeniler için de aynısı geçerlidir.

Gürcüler, Lazlar, Çerkezler, Çeçenler, Dağistanlılar  ise aglütine dillidirler dolayısıyla yerli kavimlerdir.

Yamnaya kültürünün temsilcileri olan Hint-Avrupa dilli kavimlerin kendilerini “uygar” olarak, diğer toplukları ise “barbar” olarak tanımlayarak o bölgelerin ilk sakinlerini aşağılamaları, dünya insanlığı için ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunun tarihsel bir belgesidir. Bu tarihsel yanlışlığın yapılmasındaki suçun büyük kısmı ise, o zamana kadar dünyada en etkili olan aglütine dilin en yaygın temsilcisi olan Türk-devletleri yöneticilerindedir. Çünkü Avrupalılar Rönesans ve reformla geleneksel hatalarını törpüleyip, halkını bilgi oluşturmaya teşvik ederken, Türk yöneticiler halkın dilini değil, kavm-i necip (asil-ırk) olarak gördüklerinin dillerini kullanmışlar ve halkının tamamen bilgisiz kalmasına neden olmuşlardır.

Tüm tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları altında saklı olan geçmişimizden habersiz olarak yetişen bizler, batılılar bize ne dedilerse onlara dayanarak tarihimizi yorumladık. Sonuç ise günümüzdeki kendine güveni olmayan, yabancı hayranlığı içinde yaşayan bir halk topluluğudur.

M.Ö. on üçüncü yüzyılın sonlarına doğru, uluslararası sistem yıkılmaya başlar. Orta Doğu’daki büyük imparatorluklar ile küçük devletler arasındaki temaslar özellikle ticareti çok geliştirir. Ancak sistem, elit kesimi çok zengin ve fakirleri daha da fakir yapan bir sistemdir. Bu nedenle giderek artan sayıda insan borçlarından kaçmak için şehirleri terk etmeye başlar ve habiru gibi haydut gruplar oluştururlar.

Kuraklık gibi faktörlerin de hayatı zorlaştırması bu sosyal gerginliğe eklenince haydutluk ve soygunlar çığ gibi artar ve MÖ 1200lerde Anadolu’daki Hititler, Ege-Bölgesi’deki Mikenler gibi birçok uygarlığın yıkılmasına neden olur. Yıkımlar Mısır’a kadar çok etkili olur ve doğudaki Asurlar, Babiller ve Elamlar en az zararla kurtulurlar.

Bu sosyal felaket “Deniz halkları istilası” ve “Tunç-devri-çöküşü” olarak tarihe geçer. MÖ 1210larda başlayan bu olaylar, MÖ 1140lara kadar sürer.

Şimdi böyle bir “asil-soylu efendi insanlar nesli” kavramıyla beyinleri yıkanmaya başlanılan insanlığın tarih içindeki serüvenlerini görelim.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-21. Bölüm

 Kutsallık, dinsel ve ırkçı anlayışa, dolayısıyla ayrımlaşmaya yol açar. KUTSAL SOYLU olduğuna inanılan bir EFENDİ zümresi oluşur. Tepeden otoriterce yönetilen Devlet sistemleri ortaya çıkarlar. Kendilerini halkından üstün gören bu efendilerin, kendi halkını sömürmeleri onların hırslarını yatıştırmaya yetmez, komşu halkları da kendi egemenlikleri almak için fetih siyasetleri oluşturulmaya başlanır.

Atalarımız “kul sıkışmayınca hızır yetişmez” diye bilinen bir özdeyiş oluşturmuşlardır. Bu özdeyiş doğadaki oluşum ve gelişimleri fiziksel ve matematiksel parametreleriyle açıklayan Dinamik Sistemler Fiziğinin ilkelerinin bir özetidir. 

Önceki bölümlerde insanlığın uygar davranışa geçişinin Buzul devrinin zor koşullarında yaşamaya mecbur kalan insanların, bu zor koşullarla başa çıkabilmek için dinamik sistemler fiziğinin kurallarına uygun olarak karşılıklı iş birliğine girerek insanlığı hızlı bir kültürel kalkınma içine soktukları gösterilmişti.

Bu hızlı kalkınma, yaklaşık 4.500 yıl önceleri duraksamaya başlar, çünkü Sümerler toplum hayatı yönetimini karşılıklı etkileşimden tepeden yönetilen sisteme, yani kuantsallıktan kutsallığa, dönüştürmüşlerdir. Tepeden yönetimli sistemlerin tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html  adresli makalede net bir şekilde gösterilmiştir.

Kutsallık sisteminin gereği olan kralların bir enerji kaynakları olmadığından, onlar varlıkların dışındaki bir doğa-dışı (veya üstü) -güç (DÜG) sisteminin tüm doğal sistemin yaratıcısı ve sahibi olduğu şeklinde bir bilgiyle halkı yanıltmaya başlarlar. Kendilerinin bu DÜG sisteminin toplumdaki temsilcileri olarak, tüm vatanın ve üzerindeki tüm varlıkların sahibi oldukları gerekçesiyle halkın tüm kazançlarına el koyarlar ve ancak ölmeyecekleri kadar bir şeyleri onlara bırakırlar. Halkın buna karşı duracak bir güçleri yoktur, çünkü tüm güç (para-mal-mülk) tepedeki efendidedir ve korumaları ve paralı askerleriyle halkı baskı altına almıştır.

Görüldüğü üzere kutsallık görüşüne dayalı tepeden yönetim tamamen bir sömürü sistemidir. Hem kendi halkını sömürür, hem de komşu devletler istila edilerek ganimetçilik yapılır. Bu sistemin 5.000 yıl önceleri Sümerlerce ortaya çıkarılmasından sonra hızla dünyaya yayılır, çünkü insanlık doğal olayların ve doğal felaketlerin nasıl oluştuğu konusunda bir şey bilmemektedir. Bu sistem ise DÜG sisteminin temsilcilerinin insanlara bu konuda yararlı olacaklarını vaat etmektedirler.

Kuantsal sistem tüm varlıklar arası karşılıklı etkileşimlere dayanır, yani toplum tüm insanların karşılıklı etkileşimleriyle oluşur. Kutsal sistemde ise tüm güç tepedeki bir efendide toplanmıştır. Tepedekinin gücünün ilahi bir kaynaktan kökenlendiğine inanıldığından, onun soyu asil soylu kabul edilir. Irkçılık bu şekilde ortaya çıkar.

Sümerlerde her kentin bir kralı olması, yaratıcının her topluma kendi diliyle bir elçi gönderdiği inancına dayanır. Bu inancın etkisiyle, ırkçılığın yanısıra, dinsel ayrımcılıklar da ortaya çıkar.

Sümerlerdeki gibi kent devletlerinin zamanla birçok kentin birleşmesiyle bölgesel devletlere dönüştürülmesiyle, dinsel anlayışta da değişimler olur ve yaratıcının belli ırkları seçip, onların soylarını desteklediği şeklinde inançlar gelişir. Vs.

At gibi çok hızlı ve güçlü bir hayvanı evcilleştiren Ukrayna-Kazakistan bozkırları toplukları (Yamnaya Göçebeleri) bu görüşe ulaşınca, sömürü ve talanla tüm dünyayı elde etmeye başlarlar. At gibi bir hayvana sahip olmayan Anadolu gibi Akdeniz ve Orta-Doğu toplumları kuzeyden gelen bu talancılar karşısında aciz kalırlar ve onların egemenlikleri altına girerler.

Avrasya bozkırları indo-german (Hint-Avrupa) dil grubunun doğum bölgesidir. Dolayısıyla, hangi kavimlerin dünyada bu talana katıldıkları, konuştukları dillerden anlaşılmaktadır.

Aryan dedikleri asil bir ırka mensup olduklarını iddia eden bu bozkır-göçebeleri, 5 bin yıl öncelerinden başlayarak Avrupa-Anadolu- İran gibi güney ülkelerini istilaya ve kendi kültürlerini istila ettikleri yöre halklarına aşılamaya başlarlar. Tüm Avrupa’da bu çok etkili olmuştur ve eskiden aglütine dil konuşan yerli halklar İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Rusca, Yunanca gibi indogerman (hint-Avrupa) kültürü altına girmişlerdir. Batı Avrupa’da buna direnebilen tek toplum Bask halkı olmuştur. Doğu Avrupa’da Macar’ların durumu karanlıktır, Hun imparatorluğundan sonra mı kaldılar, yoksa Bulgarlar, Anadolu Türkmenleri gibi Atlantis-Ovalı kökenli miydiler, henüz bilinmiyor. Ama Vinça kültürünün Atlantis kökenli olması gerekliliği düşünülünce, Orta-Avrupa’nın ilk yerel halklarının aglütine dilli olmaları beklenir. Nitekim Bulgarlar eskiden Türkçe gibi aglütine dil konuşurken, sonradan kuzeyden gelen Hint-Avrupa kültürünü kabul etmişlerdir. Bulgarlar gibi, diğer bir çok toplumun da aynı şekilde sonradan slavlaştırıldığı veya diğer indo-german diller etkisine girdikleri anlaşılmaktadır.

Günümüz teknolojisiyle insanların soy geçmişlerinin genetik haplogrub analizleriyle belirlenebilmesi, çok ilginç sonuçlar vermektedir. Örneğin Girit adasında günümüzde yunan kültürü egemendir. Ama Girit adasında 4-5 bin yıl önceleri oluşturulan Minos uygarlığı halkının kökeninin Anadolu halkı ile akraba olduğu ortaya çıkmıştır (Hughey, J.R., Paschou, P. et al. 2013). Girit’teki Minos uygarlığını oluşturanların aglütine bir dil kullandıkları daha sonraki şu araştırmayla ıspatlanmıştır: Revesz, P.Z. 2016: A computer-aided translation of the Phaistos Disk. İnternational Journal of Computers. Vol 10, p.94-100. Bu araştırma eski Girit toplumunun dilinin Macarca, Fince gibi aglütine bir dil olduğunu linguistik araştırmalarla göstermiştir.

Yani Avrupa kıtasının ilk yerleşik toplumlarının Gedik 1992 yayını ile ortaya konulan Atlantis-Ovalılar olduğu genetik araştırmalarıyla tamamen desteklenmektedir.

Anadolu’da ve İran’da yaşayan farklı etnik kökeni gruplar için de aynı durum söz konusudur. Birçok genetik araştırma, Sahakyan et al 2017, Shinde et al 2019, Narasimhan et al 2019, insanlığın kültürel gelişim merkezinin Anadolu olduğunu ve oradan hem batıya, hem doğuya yayıldığını göstermektedir.

Bunlardan özellikle Fars kimliğine odaklı Grugni, V., Battaglia, V. et al. 2012 araştırmasında şu yazılıdır:

“Fars kimliği, yaklaşık 4 bin yıl önce İran'a gelen Hint-Avrupa Aryanlarını ifade eder. Fars dili ve kültürünü İran platosunun yerel toplumlarına yaydılar.”

O yayında vurgulandığı üzere, Fars kültürü, kuzeydeki Yamnaya-göçebelerinden koparak güney bölgelerini istila edip, üstün-ırk özellikli olduğunu savundukları kendi kültürlerini yerel halklara empoze eden bir sömürgeci kavimdir. Doğu Anadolu’daki Kürt gibi etnik grupların dillerinin Hint-Avrupa dil grubundan olması, Bulgarların slav kültürü kabul etmelerine benzer. Çünkü tüm komşularında (Gürcü, Azeri, Türk, vs.) aglütine diller konuşulmaktadır. 


Biz Anadolu insanları, en az 12 bin yıldan beri bu topraklarda yaşaya gelmiş binlerce farklı kavmin karışımından oluşan bir nesiller karışımıyız. Her bir- kaç asırda bir bu topraklardan farklı kavimler geçmişler ve yerli kavimlerle karışmışlar-kaynaşmışlardır. Makedonyalılar, Persler, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar, vs. Bu kavim etkileşimlerinde, savaş nedeniyle erkekler genellikle karşılıklı olarak öldürüldülerse de, çocuk ve kadınlar hep korunmuşlardır. Kadınlar genetik bilgi aktarımlarında aslan payına sahiptirler. Bu nedenle bizler soy olarak babalarımızın isimlerini taşıyarak onları aktarmış olsak dahi, kalıtsal olarak analarımızın soyunu baskın bir şekilde devralmış ve devam ettirmişizdir. Hele erkeklerin cariye vs. şeklinde yabancı kadınlarla ilişki kurmaları, soyumuza yüzlerce farklı kavmin kalıtsal değerlerini sokmuştur. Osmanlı hanedanlarının saraylarındaki cariyelerin ırklarındaki çeşitlilik bunun güzel bir örneğini oluşturur.

Genetik analiz sonuçlarını gösteren şekilde bu durum çok net olarak görülür.

Hindistan, Afrika gibi insanlık göçlerinden az etkilenen ülke insanlarının genetik profilleri oldukça basit ve sadedir.

Ama Anadolu ve çevre ülkelerinde durum tamamen farklıdır. Ve en fazla çeşitlilik de Anadolu halkında görülür.

Günümüz Türkiye’sinde 40’a yakın farklı etnik kökenli insan bir arada yaşamaktadır. Bunların hepsinin kanlarında (yani gerçekte genomlarında) Anadolu’da tarih boyunca yaşamış binlerce farklı ırk ve dinsel görüş sahibinin kalıtsal verileri vardır. Yani bizler tam bir çorbayız.  Dolayısıyla bizler böylesine karmaşık bir ırksal ve dinsel görüş çeşitliliğinin tam göbeğindeyiz. Öyle bir toplumsal hayat modeli önermeliyiz ki, tüm bu farklı ırksal ve dinsel öğelerin hepsini kapsasın ve hiç-birine ters gelmesin. Hepsi kabul edebilsin ve ortak bir hayat görüşü çerçevesinde birleşerek, mutlu bir toplumsal birlik oluştursun ve dünyaya örnek bir model ortaya koysun.

İnsanlığın Gelişim Tarihi-22. Bölüm

Dünyada uygarlığı başlatan bir ulus, tarihsel geçmişini nasıl unutur hale sokulmuştur?    

İnsanlık her birkaç asırda bir gerçekleşen istilalarda kral soyunun değişmeleriyle sürekli bir çalkantı içinde yaşamıştır. Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumunda olan Anadolu halkı bu istilalardan en çok etkilenen insanlardan oluşmaktadır. İstilacılar tepedeki efendi kesimini oluşturduklarından, halk ister istemez tepedekilerin kültürü etkisi altında kalmış ve kendi öz-benliğinden uzaklaştırılmış olmalıdır.

MÖ. 2binli yıllarda Hitit’lerin Hatti’leri istilasıyla başladığı belgelenen bu Efendi-değişimlerinin daha eskiden kaç defa gerçekleştiği hakkında bilgi-belge henüz yoktur. Ancak ondan sonraki yıllarda her birkaç asırda bir tekrarlanmıştır.

Benzer şekilde tüm Avrupa ve Anadolu bu şekilde zaman içinde farklı yönlerden gelen kavimlerce işgal edilerek, yerel halk kontrol ve baskı altına alınmıştır. Basklar bunun en batıdaki örneğidir. Anadolu halkı da, Truva savaşları, Pers-Yunan savaşları, İskender imparatorluğu, Bizans imparatorluğu gibi bir çok devlet istilası altında kalarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

İlk-Alevilik diye bir kavram oluşturmamın nedeni budur. Çünkü ilk-Alevilik animizm olarak bilinen ve doğal sistemin canlı olduğu, ve insanın da bu canlılık sisteminin bir parçası olduğu şeklindeki çok eski bir hayat görüşüne sahiptir. Yani efendi-kul ayrımı ve öteki dünya hayatı diye bir anlayış yoktur. Bunun en güzel delilini, tüm yerleşim yerlerinin höyükler şeklinde olması oluşturur. Höyüklerde tüm eveler birbirlerinin aynıdır ve efendi gibi birilerine ait bir saray benzeri yapı bulunmaz.

Anadolu’da Yörük ve Türkmenlerin çok eski zamanlardan beri yaşadığını destekleyen altı  delil aşağıda sunulmuştur.

Birinci Delil: “Şartamhari Metinleri” veya “Shamsahara tableti”

MÖ. 2291 ile 2255 arasında Akad imparatoru olan Naram-Sin, tahta geçtikten sonra imparatorluğunu genişletmeye başlar ve bunun için Anadolu’daki 17 kral ile savaşarak onları yener ve imparatorluğuna katar. Bu galibiyeti anlatan bir yazılı tablet oluşturularak önemli krallık merkezlerine bırakılır.

Naram-Sin bu savaşla ilgili olarak üç tablet yazdırmış ve bu tabletler tarihe Mücadelenin  Kralı anlamına gelen “Şartamhari Metinleri” olarak geçmiştir. Bu metinler; Mısır Tel El Amarna, Mezopotamya Babil ve Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’de bulunmuştur. Hattuşaş’ta bulunan ve ilk 7 satırı kırıklıktan dolayı okunamayan metin Akad dilinden Hititçeye çevrilmiş bir halde bulunmuştur. Naram-Sin Şartamhari metinlerinde 17 Anadolu Kralından bahseder. Bizim için asıl önemli olan 15. Satırda bulunan “Türki Kralı İlşu-Nail” ibaresidir. Anladığımız üzere “Türki” kelimesi Türk kelimesinden türemiş bir kelimedir.”İlşu” kelimesini ayıracak olursak ;“İl” kelimesi eski Türkçede devlet anlamına gelmekte, “şu” kelimesi ise eski Türk ismidir (bildiğimiz gibi eski Türklerin yazmış olduğu Şu Destanı vardır, destanda Saka Türklerinin hükümdarının adıdır Şu), “Nail” kelimesi ise şu anda da kullandığımız gibi muradına eren anlamındadır. 

İkinci delil MÖ. 64 ile MS. 24 yılları arası yaşayan Strabon’un yazdıklarıdır:

Strabon’un yazdıklarından Anadolu’nun pek çok yöresinde Kimmerler, Partlar ve İskitler gibi türk kavimlerinin de yaşadığı anlaşılmaktadır. Anadolu’da Kataonia , Kilikia Komana, Kapadokya, Galatia, Paflagonya, Frigya, Lidya, Karya gibi bir çok farklı bölge olduğu ve bu bölge halklarının barbarca bir dil konuştuklarını belirtir. Kendisi yunanca, latince gibi indo-german grubu diller konuşan ve Mısırlıların konuştuğu dili bilen Strabon için Anadolu kavimlerinin anlaşılmayan dili aglütine (Türkçe) dilden başka ne olabilir? Malum, 3 farklı dil grubu söz konusu: İndo-german, semitik ve aglütine (Türkçe). Bunlardan ilk ikisini biliyor. Bilmediği ne olabilir? 

Üçüncü Delil Marco Polo Haritası 

Türklerin Anadolu’nun ilk yerleşik kavmi olduğunun diğer biri 1271- 1295 yılları arasındaki ipek yolu seyahatini yapan Marco Polo’nun haritasıdır.

Haritada Anadolu “Turcomania” olarak işaretlenmiştir. Bunun haricinde Orta-Asya’da Büyük Türkiye diye ayrı bir yerleşim bölgesi gösterilmiştir.

Bu bilgiler Marco Polo zamanından önceleri biliniyor olmalı ki, o geçtiği yerler hakkında bilgi verirken o ön bilgileri kullanmış. Bu da demek olur ki, bin yıl öncelerinden beri Anadolu Türkçe konuşan kavimlerin yurdudur.

Dördüncü Delil: Malazgirt savaşını kazandıran faktör:

Türklerin Müslümanlığa geçişini takiben 1037de Büyük Selçuk Devleti kurulur. Horasan-İran yörelerinde egemen olan Selçuklularla Anadolu’da egemen olan Bizanslar arasındaki siyasi mücadele 1071 Malazgirt savaşına götürür. Bu nedenle Türklerin Anadolu’ya 1071 Malazgirt savaşından sonra geldikleri tarih kitaplarına yazılır.

Malazgirt savaşının taraflarından Bizans ordusunun 70 000, Selçuklu ordusunun 40 000 kadar olduğu bilinir. Savaşı Selçuklular kazanır, çünkü Bizans Ordusundan bazı birlikler Selçuklu tarafına geçer. Taraf değiştiren birliklerin Türk kökenli oldukları belirtilir.

Bunun anlamı şudur: Anadolu'da eskiden Türk kökenli kavimler vardır ve Bizans ordusunun önemli bir kısmı Türk kökenli insanlardan oluşmaktadır. Bu Türk kökenliler Alparslan ordusuna geçerek savaşın kaderini değiştirmişlerdir.

Beşinci Delil: Andolu’daki Türk Beylikleri:

Malazgirt Savaşı sonrası dönemde Anadolu’daki durumu görelim. Savaştan hemen sonra Anadolu’da şu Türk beyliklerinin kurulduğu belirtilir:


Anadolu’da Kurulan İlk Türk Beylikleri

1 Saltuklular (1072-1202)

2 Mengücekler (1080-1228)

3 Danişmentler (1092-1178)

4 Artuklular (1102-1409)

5 Çaka Beyliği (1081-1093)

6 Sökmenoğulları (Ahlatşahlar) (1110-1207)

7 Dilmaçoğulları (1085-1394)

8 İnal (Yinal) Oğulları (1098-1183)

9 Çubukoğulları (1085-1213)

10 Tanrıvermişoğulları (1081-1093)

Bu kısa tarihsel bilgilerden sonra şu konularda bir görüş oluşturmaya çalışalım:

1071 yılında Bizans’lılardan alınan bir ülkede hemen 1072den başlanarak, birkaç yılda, Erzurum’dan (Saltuklular 1072), Orta Anadolu’da Selcuklu Devleti,  İzmir’e (Çaka Beyliği, 1082) gibi 10 beylik nasıl kurulur? Bu yöredeki yerel halk nasıl ikna edilir?

Yukarıdaki tarihsel durumlar kesin olarak Anadolu’nun yerli halkının Türkçe konuşan bir kavim olduğunun diğer delilleridir.

Şimdi soru şu: İlk Türkler Anadolu’ya ne zaman gelmiş olabilirler?

Cevabın şu olduğu anlaşılır: Onlar Anadolu’ya 12 bin yıl önceleri geldiler, çünkü daha önceleri Anadolu boştu ve onlar ilk yerleşenlerdir.

 

Altıncı Delil: Trakya adı nerden gelir?

Yukarıdaki haritada Anadolu ve Trakya’da yaşayan toplumların adları verilmiştir. Bugün Trakya diye isimlendirdiğimiz bölgede eskiden “Thrak” halkının yaşadığı belirtilmiştir.

Yazılı tarihsel belgeler 4-5 bin yıldan sonraki insanlık tarihi hakkında veriler sunarlar. Bunların da en eskileri sadece Sümer-Akad-Asur ve Mısır yöresi halkları hakkındadır. Anadolu ve Trakya gibi batı bölgesi halkları konusundaki yazılı tarihsel belgeler  2-3 bin yıl öncelerine kadar uzanan süreçlere aittirler. Heredot ve Strabon gibi tarihçiler Anadolu ve Trakya’da haritada gösterilen toplumların yaşadıklarını yazmışlardır.

Anadolu ve Ege bölgesini Kuzeyden gelerek istila eden Yunanlılar, kendilerini asil-soylu ve uygar, istila ettikleri ülke halklarını “kültürsüz-barbar” olarak gördüklerinden, yerel halkı hiç dikkate almayıp, onlara kendi düşüncelerine göre, Karyalı, Truvalı, Kapadokyalı gibi isimler vermişler ve onların çok farklı diller konuştuklarını belirtmişlerdir. Evet Anadolu’ların hepsi “eklenmeli=aglütine” bir dil konuşmuşlar, Yunanlılar ise, bu eklenmeli dilden türetilmiş “indo-german veya Hint-Avrupa” grubu özellikli “parçalı” bir dil konuşmaktadırlar.

Şimdi konu “Trakya” olduğuna göre, bu sözcüğün o bölge halkı için neden kullanıldığı konusuna dönelim. “Rusya = Rus yurdu”; “Romanya = Roman yurdu” gibi bir anlam taşır. “Trakya = Trak yurdu” anlamına gelir.

Peki “Trak” denilen halk acaba hangi dili konuşuyordu?

Trakya hemen Bulgaristan ile komşudur, hatta eskiden Bulgarların Trakya ile bağlantılı olduğu bilgileri vardır. Bulgarların eskiden konuştukları dilin Türkçe ile yakın akraba (eklenmeli=aglütine) olduğu düşünülürse, Trak dilinin de eklenmeli bir dil olması gerekliliği ortaya çıkar.

Şimdi akla şu soru gelir: Trak diye bir halk hangi kökenden gelir? “TRK” “Turk, türk” gibi bir sözcükten  başka akla başka bir kavim geliyor mu? Benim aklıma başka bir kavim gelmiyor. Kararı sizlerin mantığına bırakıyorum.

 Tüm tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları altında saklı olan geçmişimizden habersiz olarak yetişen bizler, batılılar bize ne dedilerse onlara dayanarak tarihimizi yorumladık. Sonuç ise günümüzdeki kendine güveni olmayan, yabancı hayranlığı içinde yaşayan bir halk topluluğudur.

İnsanlar arasında ayrımcılığa ve bölünmeye götüren böyle bir hayat görüşü dinsel konularda da uygulanmış ve bazı inanç sistemleri sürekli dışlanarak-horlanarak, insanların korku ve tedirginlik içinde yaşamlarını sürdürmeye neden olmuştur. 1993 yılında Sivas-Madımak otelindeki facia bu dinsel baskıların hala günümüzde bile devam ettiğini göstermez m?

 Biz Anadolular tarihsel geçmişimizi ancak yabancıların ülkemizdeki arkeolojik verileri değerlendirmelerinden öğreniyoruz. Yabancılar da değerlendirmelerini kendi bakış açılarına göre yapıyorlar. “Nalıncı keseri hep kendine yontar” misali, bu değerlendirmelerin pek de objektif olmadığı yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir. Biz Anadoluların böylesine aciz duruma düşürülmesinin sorumluluğu kimlere aittir?

Şimdi soru şu: İlk Türkler Anadolu’ya ne zaman gelmiş olabilirler?

Cevabın şu olduğu anlaşılır: Onlar Anadolu’ya 12 bin yıl önceleri geldiler, çünkü daha önceleri Anadolu boştu ve onlar ilk yerleşenlerdir.

Görüldüğü üzere, biz Anadolu insanları 10-12 bin yıl öncelerinden beri bu topraklarda yaşadığımız halde, son 7 asırdır tamamen eğitimsiz bırakılmışızdır. Osmanlı türk ulusuna "etrak-ı bi-idrak" = (aptal türk) muamelesi uyguladığından, halk 7 asır boyunca tamamen bilgisiz bırakılmıştır. Avrupalılar da tam bu süreçte Rönesans - reform yaparak bilgili toplum yetiştirdiğinden, cahil bırakılan halkımız tam aşağılık duygusu içine itilmiş, kendi içinden çıkan değerleri hiç dikkate almaz olmuştur. Çünkü geleneklerine "bizden bir şey olmaz" önyargısı işlenmiştir. Sizlere tanıtmakta olduğumuz DOM-sistemi yazıları bu nedenle mümkün olduğunca çok doğa-bilimsel kaynağa yer vererek, kendine güven duyacak bireyler oluşturmayı ve bu sayede geleneksel zombi durumunu aşmayı amaçlamaktadır. Mevcut önyargı ve aşağılık kompleksi başka türlü aşılamaz.

Halkının bir kısmını "etrak-ı bi-idrak" = (aptal türk), diğer bir kısmını “kavm-i necip = üstün ırk” olarak gören bir yönetici zümrenin akıl ve mantığı ne kadar sağlamdır?

Bu mantıksızlık tipik bir zombi davranışı değil midir?

Beyinlerde böyle bir zombileşmeye neden olan hatalı beyin programı (veya bilgi) hangi bilgidir?

Ve bu mantıksızlığın nedeni nedir?

Bu tarihsel yanlışlığın yapılmasındaki suçun büyük kısmı ise, o zamana kadar dünyada en etkili olan aglütine dilin en yaygın temsilcisi olan Türk-devletleri yöneticilerindedir. Çünkü Avrupalılar Rönesans ve reformla geleneksel hatalarını törpüleyip, halkını bilgi oluşturmaya teşvik ederken, Türk yöneticiler halkın dilini değil, kavm-i necip (asil-ırk) olarak gördüklerinin dillerini kullanmışlar ve halkının tamamen bilgisiz kalmasına neden olmuşlardır. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-23. Bölüm 

Bir jeolog olarak Anadolu’nun bir çok yerinde saha çalışmaları yaptım ve kah bir alevi, kah sünni inançlı bir köyde misafir oldum. Alevi köylerinde gördüğüm uygar davranışı başka yerde görmedim. Peki böyle bir kütür sahipleri neden asırlardır egemen sınıflar tarafından hor görülüp, dışlanmış ve madımak olaylarındaki gibi korkunç cinayetlere uğramışlardır. Ortada bir mantıksızlık yok mu? Bu mantıksızlığın hangi tarafta aranması gerektiğini düşünmeniz dileğimle.

Aleviler Anadolu’ya uzaydan mı geldi?

Atlantis ovalı bir orijine sahip olan Türklüğün dağılım  alanları çok geniştir. En başta, en yakın olan Anadolu ve İran Platosu gibi yakın bölgelere yerleşilmiştir. Bunlar Anadolu’daki Alevi inançlı Türkmenler ve İran platosundaki Azeriler, kaşkaylar, halaçlar, afşarlar gibi topluluklardır.

Ondan sonra İran üzerinden Orta-Asya’ya yayılan Türk boyları gelirler.

Orta-Asya’da İç-Deniz Oluşması ve Türk dilli kavimlerin yerleşmeleri

Son buzul devri 115 ile 15 bin yıl önceleri arasını kapsar. Bu süreç içinde dünya iklimi çok soğuk olduğundan insanların yoğun olarak yaşadıkları yerler yukarıda açıklanan düşük konumlu ve ekvatora yakın ırmak vadileri olmak zorundadır. Orta Asya’da o zamanlar bir iç deniz de bulunmamaktadır. Orta Asya’da iç deniz oluşması olayı, buzul devrinin sona ermesiyle ergimeye başlayan buzulların oluşturdukları bir tatlı su yığışımı olayıdır. Gerek Himalaya dağları, gerekse Altay dağları tepelerinde bulunan buzulların ergimeleri sonucu oluşan sular, Tarım Havzası gibi Orta Asya’nın çukur bölgelerinde toplanarak bir tatlı su gölü oluşturmaya başlarlar. Bu tatlı su denizi yaklaşık 14 bin yıl önceleri oluşmaya başlar ve buzulların ergime oranı arttıkça büyür. Bu iç denizin büyümesi yaklaşık 6-7 bin yıl öncelerine kadar devam eder.


Bundan sonra ise söz konusu iç deniz kurumaya başlar, çünkü dağların tepelerindeki buzulların ergiyip yok olması nedeniyle göle su akışı sona ermiştir. Halbuki buharlaşma düzenli bir şekilde sürmektedir ve bu nedenle, su girdisi azalan iç deniz kurumaya başlar ve göl kuruyup-küçüldükçe, çevresinde ona bağımlı olarak yaşayan toplumlar da göçlere başlarlar. Finler, Estonya’lılar 4-5 bin yıl önceleri kuzey-batıya, Hunlar 2 bin yıl önceleri batıya, Selçuklular, Osmanlılar bin-binbeşyüz yıl önceleri güney-batıya, vs. göçerler. Geriye kalanlar da yerel Orta-Asya Türklerini oluştururlar.

Türki dilli kavimlerin Orta-Asya’ya yerleşmeleri ise Atlantis-Ovasından göç etmek zorunda kalınması sonucu 12-13 bin yıl öncelerinde başlamış olmalıdır.

Öyleyse Orta-Asya “iç-denizi” denilen bu eski göl, sadece 13-14 bin ile 4-5 bin yıl önceleri arasında var olan ve sonra tekrar yok olan bir oluşumdur. Bu nedenle 13 bin yıldan daha önceki zamanlarda Orta Asya’da yoğun bir insanlık barındıracak uygun bir ortam yoktur, çünkü buzul devrinin soğuk iklim koşullarında buralarda hayat sadece mağaralarda mümkündür. Mağaralarda ise sınırlı sayıda insan yaşayabilir. Halbuki Basra-Hürmüz ovası diye tanımladığımız devasa düzlük, deniz seviyesinin bile altındadır ve ekvatora yakın olduğundan buzul devrinin soğuk iklim koşullarında en yoğun insan yaşamına sahne olabilecek bir konumdadır.

Dolayısıyla Orta-Asya Türklerin anavatanı değil, bir ara-vatanıdır.

Arkeolojik bulgular yaklaşık 6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da Sümer denilen bir uygarlığın ortaya çıktığını ve ilk toplumsal kültür sisteminin Sümerler tarafından ortaya konduğunu gösterince, dünya kamuoyu çok sarsılır. Nedeni ise şudur: Sümerlerin kullandıkları dil, ne günümüz dünyasının gelişmiş ülkeleri olan batılı devletlerin sahip oldukları Hint-Avrupalı-(İndo-german) kökenli bir dil, ne de kutsal kitapların yazıldığı semitik bir dildir. Aglütine dil grubu denilen çok farklı bir dil grubuna aittir. Aglütine dil grubunun günümüzde yaşayan temsilcileri ise, Türkçe, macarca, fince, ve diğer orta Asya ülkelerinde konuşulun kırgız, türkmen vs. toplumların dilleridir.

Bu durum, dil-bilimciler arasında tartışmalara yol açar ve Türki-diller grubu olarak adlandırılan Ural-Altay-dil-grubu ile Sümercenin nasıl bir kökende birleştirilebileceği tartışmaları ortaya çıkar. Bu konu hakkında bilimsel verilere dayalı ayrıntılı bir makale şu adreste sunulmuştur:  http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2017/01/atlantis-gercektir.html

Bu makalenin okunması ve bilinmesi çok önemlidir, çünkü sadece Türklerin değil, tüm insanlığın geçmişinin aydınlatılmasını sağlayan jeolojik ve arkeolojik verilere göre hazırlanmıştır.

  


Anadolu iki farklı zamanda yerleşen türk kavmi içerir. İlki 12 bin ile 7 bin yılları arasında Atlantis ovasını terk etmek zorunda olan türklerdir. Sonra gelenler ise, Orta-Asya’daki iç denizin kuruması nedeniyle tekrar göç ederek Anadolu’ya gelenlerdir.

         Devletlerin insanları ve tüm diğer varlıkları sahiplenici davranışı, fetih politikası anlayışına yol açar ve dünya parsellenmeye başlanır.

Sümerler zamanında oluşturulan kent devletleri arasında, büyüme ve diğer devleti ele-geçirme yarışları başlar. Bu hayatı yanlış yorumlamanın bir sonucudur. Hayat karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla daha rahat bir üst sistem oluşturma prensibine göre işlemektedir. Yani tabandaki öğeler (insanlar) karşılıklı uzlaşarak toplum gibi bir üst-sistem oluşturur. Halbuki Sümer inancı, insanın (dolayısıyla hayatın) tepedeki birileri tarafından kendilerine hizmet etmek üzere yaratıldığına dayandığından, halk dahil her şeyi sahiplenici davranılmaktadır. Böyle olunca da, tepedekiler arasında hep daha zengin olabilme yarışları başlar.

Sümerlerin devlet anlayışı çevre toplumlar arasına da yayılır ve 5000 yıl önceleri İran’da Elam denilen bir Devlet kurulur. (Elamlıların dillerinin de tam-aglütine olması, onların Atlantis Ovasında İran platosuna göç eden ilk kavimlerden olduğunu gösterir. Orta-Asya’ya göç eden Türklerin de bu güzergah boyunca göçtükleri, Kaşkay, Afşar, Halaç gibi türki dilli kavimlerin hala İran’da yaşamasından anlaşılmaktadır. Günümüzde farsça konuşan halkın İran’a geliş tarihi yaklaşık 3 bin yıl öncelerindedir.) 

Anadolu’da da 5000 yıl öncelerinden itibaren Truva, Hatti, Luwi gibi birçok topluluk yaşadığı bilinmektedir. Bu topluluk dillerinin de tam-aglütine olması, Anadolu toplumlarının Atlantis-Ovalı kökenli olduğunu gösterir. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 24. Bölüm

Halkın sahiplendiği Toplum mu, tepedeki birilerinin sahiplendiği Devlet mi

Doğada tepeden emir veya buyruk alarak davranan hiçbir varlık yoktur, çünkü her varlık bir işe veya eylem yapması için gerekli enerjiyi içindeki bileşenlerinden alır. Bedenlerin enerjisini hücreleri verirler; hücrelerin enerjisini molekülleri, moleküllerin enerjisini de atomları verirler. Atomlar ise kuantsal sistemle beslenirler. Bu ilişkilerin nasıl olduğu önceki yazılarımızda açıklanmış ve bu nedenle doğada her şeyin tabana dayalı olarak dinamik bir sistemde gerçekleştiği vurgulanmıştı. 

Halbuki günümüz dünyasında insanlara nasıl davranacakları tepedeki makamlarca söylenmekte, yasalar-yönetmelikler hep tepedeki bir makamca hazırlanmaktadır.

Tepedeki makam yaklaşık 2-3 asır öncesine kadar kral-sultan gibi kutsal veya asil soylu olduğuna inanılan birileriydi. Onlar EFENDİ idiler, halk da onların hizmetkarlarıydı. Bu durum 1789 Fransız ihtilalinden sonra değişmeye başlamıştır. Bu değişim ülkemize ancak 1923de gelebilmiştir.

Cumhuriyet gibi, halkın bilinçlenmesi ve kendi kaderini kendisinin belirleyeceği bir anlayışa yükseltilmesinin ilk adımı ise, Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk açılış günü olan 23 Nisan 1920 tarihinin Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarih olarak kabul edilmesidir. Daha sonra 23 Nisan 1921'de.bu bayram Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak adlanmıştır. Çünkü çocukluk bilgi ve bilinçli olmaya başlangıcın ilk evresidir.

Lider toplumları yönetmek için yönetime gelen değil, toplumlara kendilerini nasıl yönlendireceklerini gösterendir. Ve bu konuda dünyaya şimdiye dek tek bir insan gelmiştir. O da Atatürk’tür.

Atatürk’e diktatör diyenler vardır.

Diktatör olan biri,

Kendisine “yeni kurduğu devletin padişahı” olması önerisini reddeder mi?

Halka kendi kendini nasıl yönetmesi gerektiğini öğretir mi?

Halka, “köylü milletin efendisidir” der mi?

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” der mi?

 Tepeden icazet alınan sistemde sahiplik tepedekilere aittir. Yani Devlet’in dolayısıyla tüm vatan topraklarının sahibi padişahtır, aynı zamanda halifedir ve tüm İslam alemini temsil etmektedir.

Kurtuluş savaşı sonrası (1923 Nisan ayında), savaşı yönlendiren 4 komutan arasındaki bir konuşmada Rauf Paşa şöyle der:

“Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik. Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı geldi.”

“Peki Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Rauf Bey: “Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir islam halifesi, ben de müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”.

Gazi’nin yüz hatları gerilmişti. Ev sahibi Refet Paşa’ya döndü;

“Sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu.

“Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!...” deyip kestirip attı Refet Paşa.

Gazi, masadaki Fuat Paşa’ya,“ Senin görüşün Fuat?” diye sordu.

Fuat; “Paşam”, dedi, “biliyorsunuz uzun süredir Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..” Yani o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!...” diyemedi.

Anadolu’ya çıkan ilk 5 komutandan 4ü masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.

O Meclisten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı.

1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidilecekti.

Komutanlar yeniden endişeye düştüler: “Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!”

Bunun üzerine yeni bir plan kurdular.Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler. Erzurum Milletvekili Necati Bey,Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar:

Buna göre;

1. Bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri,Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!.. Atatürk Selanik dışında kalmıştı.

2. Mlletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!.

Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü, değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki..!!

Hedef belliydi...Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından. Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: “Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunan’a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne'de savaşıyordum…Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım. Çanakkale’de, Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım.. Ama ben oralarda olamasaydım,bu efendilerin de doğum yerleri,Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı"

Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum...Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor?!.

Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu...Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bala ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis'e girdi… Cumhuriyeti de kurdu.

Peki “Cumhuriyet Neydi?”

Osmanlının hayat görüşü tamamen statik sistemlidir, Statik sistemde yapma-yaratma erki tepedeki bir sistemdedir. “Hakimiyet Allah’ındır, padişahlar, sultanlar Allah’ın temsilcileridir. Allah kutsal kitabı ile her türlü bilgiyi göndermiştir. Halk şeriat kurallarına uyarak yaşamak zorundadır.”

Ve bu görüş yüzlerce yıllık hakimiyet sürecinde gelenek-göreneklere işlenerek biz Anadolu halkının bilinç-altına yerleştirilmiştir ve etkileri hala da sürmektedir.

Cumhuriyet ise, statik sistemli hayat görüşünden dinamik sistemli hayat görüşüne geçişin ilk adımıdır: Yani “hakimiyet milletindir”, Halkın efendisi yoktur, insanlar özgür ve hürdür.

Yani Cumhuriyete karşı çıkanlar, halkın özgür bireyler değil, tepedekilerin kulu-kölesi olarak yaşamasına devem etmesinden yana olan, zombileşmiş “paşalar- aydınlardı”

Günümüzde statik sistem bilgileriyle zombileşme hala sürmektedir. Günümüzde bazı insanların Osmanlı hayranlıkları ve halifelik sistemini geri getirme çabalarının kökeninde, 1923 yılında Cumhuriyeti savunan Atatürk ile, Halifeliği savunan diğer Paşalar arasındaki bu çekişmeler yatmaktadır.

Şimdi bu tarihsel gerçekten çıkartılacak bazı önemli noktaları görelim:

• İnsanların ortak bir hedefi varsa, birlik ve beraberlik sürüyor. Ortak hedefe ulaşıldıktan sonra, yeni bir ortak hedef oluşturulmuyorsa, dağılma- ayrımlaşma başlıyor.

• Gelenek-görenekler öyle etkilidir ki, insanlar

• İngiliz gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, İngiliz kralını (kraliçesini)

• Japon gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa Japon kralını,

• Osmanlı gelenek-görenekleriyle yetişiyorlarsa, Osmanlı padişahını (halifesini) efendileri ve onun kulu olarak yaşamayı kabul ediyorlar. Hatta bu efendileri, yabancı bir devletten aldıkları borç paraları, halkın yaşam standardını geliştirecek fabrikalara harcayacak yerde, kendilerine ihtişamlı saraylar (örn. Dolmabahçe-sarayı) yaptırmak için kullanıp, halkını hiç düşünmeyen kişiler olsalar bile.

Yani gelenek-görenekler insanları zombileştirebiliyorlar ve zombileşen insanlar da, artık yararlarına değil de, zararlarına olan bir şekilde davranabiliyorlar.

“ŞİMDİ VATAN KURTULDU. BİZE GÖRE ‘EMANETİ SAHİBİNE’ İADE ETMENİN ZAMANI GELDİ.”

“PADİŞAH BİR İSLAM HALİFESİ, BEN DE MÜSLÜMANIM. O MAKAMLAR UHREVİ MAKAMLAR. SENİN, BENİM GİBİ KİŞİLERİN ULAŞABİLECEĞİ MAKAMLAR DEĞİL.” gibi, halkını kul, efendilerini kutsal kişi kabul eden kişilerin davranışları, zombileşmişlik değil de nedir?

“Kutsal-kişi”nin diğer insanlardan farkı nedir? Toplum yaşamı için, vatanı kurtarmak uğruna canlarını ortaya koyarak düşmana karşı savaşan insanlar mı, yoksa devlet adına alınan borç paralarla, kendilerine görkemli saraylar yaptıranlar, yabancılarla iş-birliği yaparak, vatanı kurtarmaya çalışanları “hain” olarak damgalayanlar mı daha yararlıdır?

Özetle: CUMHURİYET, EFENDİLERE KUL OLMAKTAN, ÖZGÜR İNSAN OLMAYA; pasif-tüketici olmaktan, aktif-üretici olmaya GEÇİŞİN İLK ADIMIDIR.

Biz TC vatandaşları, daha yüz yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda çalışır, ürettiklerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu yüzyıl önceki anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul edilmektedir.

 

Kurtuluş savaşından sonra padişahlığın kaldırılmasına ve Cumhuriyet rejimi oluşturulmasına karşı çıkan zihniyet, maalesef yok olmamıştır. Yabancı devletler bu zihniyetin gelişip yeşermesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Osmanlı devletini “Boğazdaki Hasta Adam” durumuna düşüren bu “hastalığının” yeni kurulan TC devletinde de sürmesi elbette yabancı devletlerin çıkarınadır. Ülkemiz içindeki “Osmanlılık hayranlarının”, Osmanlı-hastalığı denilen bu statik sistemli hayat görüşü (tepeye bağımlı, şeriat) sistemine geri dönüş girişimleri günümüzde tam hızıyla devam etmektedir.

 

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 25. Bölüm

 

İnsanlığın Bilgi Düzeyi Zamanla Gelişmiştir.

İnsanların bilgi düzeyinin zamanla geliştiğinin coğrafik örnekleri.

Geçmiş bölümlerde aktarılan tüm bu olaylar ve gelişimler yeryuvarı tarihi yıllıklarında kayıtlıyken ve biz insanlar bu bilgilere ancak son asır içinde ulaşabilmişken; beyinleri henüz yeni yeni gelişen ve doğa ve dünyamız hakkında ilk fikirleri oluşturmaya başlayan insanların ne tür aşamalardan geçtiklerini, yine yeryuvarı yıllıklarından takip edelim.

İnsanlar, doğa ve dünya hakkında fikir üretimine, yaklaşık 30 bin yıl önceleri, kadınların çocuk doğurarak yeni bir canlı dünyaya getirmesini “yaratıcılık” sayıp, hamile kadın heykelcikleri yaparak başlamışlardır. Yaklaşık 15 bin yıl önceleri, “hayat” sorusunu irdelemiş olmalılar ki, ölümden sonra insanların tekrar canlanacakları inancıyla, ihtiyaç duyacakları tüm değerli eşyalarıyla birlikte ölülerini gömmeye başlamışlardır.

İnsanların bilgi düzeyi zamanla gelişmektedir.

Bir toplumun hayat standardı, halkının bilgi ve bilinç düzeyine bağlıdır. Halkı “Bilgili ve bilinçli” olan bir toplum mutlaka iyi bir yaşam düzeyine sahiptir, çünkü hayat için gerekli ürünler sadece bilgiyle üretilebilinmektedir.

İnsanların Dünya Coğrafyası konusundaki bilgi düzeyi değişimleri

Bunu arkeolojik verilerle açıklamak için atalarımızın dünya hakkındaki görüşlerini yansıtan harita tasarımlarına bakmak yeterlidir.

Irak’da bulunan ve günümüzde British Museum’da sergilenmekte olan bu kil tablette dünya hakkında yapılmış ilk harita görülmektedir.

Tablette “dünya” sarı renkteki alanda gösterilmekte ve çevresi mavi halka şeklindeki bir çemberle = denizle gösterilmektedir. Çember “Bitter river= Acı ırmak = tuzlu su” olarak işaretlenmiştir.  Bu “tuzlu-su”nun dışında yıldız şeklindeki oklarla “bilinmeyen sistemler = adalar” tasarlanmıştır.

Çember içinde “bilinen dünya” yerleştirilmiştir.

Peki neler bilinmektedir?

1- numarayla kuzeyde dağlık bölge (Zagroslar ve Toroslar), 2- bir kent?, 3- Urartu, 4-Asur, 6-bilinmiyor, 7-Bataklık, 8-Elam, 9- Kanal (denize bağlantı), 10-Bit-Yakin?, 11- bir  kent?, 12-Habban, 13-“dikdörtgen” Fırat nehriyle ikiye bölünmüş Babilonya, 14-17 Acı-su = Okyanus?Deniz.

3-4 bin yıl öncelerinde insanlar dünya hakkında bu kadar bilgiye sahipti.  Evet, o zamanın insanlarının tüm dünyası bu kadar!

 


Bin yıl önceleri insanlığın coğrafik bilgisi biraz daha artmış ve dünyayı üstteki gibi tasarlamışlardır (Beatus Map):

Haritada Asya – Avrupa ve Afrika kıtaları görülüyor. Doğuda bir noktada “Cennet-bahçesi” var; İngiltere ve İskoçya okyanusta ada olarak gösterilmişler. Kudüs  Babil’in kuzeyinde sanılmış, Fırat ve Nil ırmakları birbirleriyle bağlantılı sanılmış, vs.

Aradan bin yıl geçtikten sonra insanlığın bilgi düzeyi öylesine patlarcasına gelişmiş ki, günümüzde güneş sistemi çevresindeki Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptun gezegenlerine uydular gönderilmiş ve onlar haritalanır olmuşlardır.

Halbuki bu gezegenler atalarımız tarafından birer tanrı olarak görülüyorlardı.

4-5 bin yıl önceki insanlar yaşadıkları dünyayı evrensel sistemin merkezinde düşünmüşlerdir.

İnsanlığın Evren ve Hayat hakkındaki bilgileri nasıl değişim gösterir?

Yukarıda özetlenen şekilde bir coğrafik dünya ve doğal sistem oluşumu bilgisine sahip olan insanları şu şekilde bir evren ve hayat görüşü tasarlamaları normal karşılanmalı:

Sümerlerin doğa ve dünya görüşü günümüz bilgilerinden çok farklıdır. Onlara göre, dünya sabit ve değişmez olarak oluşturulmuş ve evrenin merkezinde ters dönmüş bir tabak şeklindedir. Üzerinde “gök” denilen camsı bir kubbe vardır. Bu camsı kubbenin üstünde tatlı su okyanusu bulunmakta ve kubbede kapılar açıldığında yağmur yağmaktadır. Tabak şeklindeki düz dünyanın altında ise yer-altı dünyası (cehennem) bulunmaktadır. Tüm bu oluşumları yapanlalar ise, bu sistemlerin sahibi olan ölümsüz Tanrılardır. Zaman ise tanrıların ebediliğine dayalı bir sonsuzluktur. 

 Böylesine ebedi bir sonsuzluk sistemi içinde, insanlar neden kendilerinin ölümlü olduklarını anlayamamışlar ve ebedi bir hayat sistemi tasarlamışlardır. Bu şekilde “ ahiret = öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır.

Sümerler doğa ve dünyayı, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde (yani doğum-ölüm döngülü) dinamik bir sistem olarak düşünememişlerdir. Bu nedenle de insanları da iki farklı kökenli olarak tasarlamışlardır. Biri tanrı-soylu, uzun ömürlü asil insanlar, diğeri ise bu asil soylulara hizmet etmek için çamurdan yaratılmış köle insanlar. (Sümerlerin krallar listesinin yazıldığı bir tablette yirmi-otuz bin yıl yaşayan krallardan söz edilir. Kutsal kitaplarda da, ilk on peygamberin dokuz yüz küsur yıla ulaşan ömürleri olduğu yazılıdır.)

Gılgamış destanı veya Enuma Eliş gibi eski arkeolojik belgelerde, kendilerini asıl-soylu kutsal varlıklar olarak gören kral, vs. gibi devlet sahiplerinin, ebedi ömürlü olmak için uğraşma çabaları anlatılmaktadır. Yani atalarımız doğada tanrı dedikleri ama göremedikleri varlıkların ebedi ömürlü olduğuna inanmaktadırlar ve onların soyundan geldikleri için kendilerinin de ebedi ömürlü olmalarını istemektedirler. Bu durum atalarımızın doğa ve dünyanın dinamik bir sistemde oluşup-geliştiği şeklindeki gerçek durumu anlayamamış olmalarından kaynaklanır.

 

Şekil: Sümerlerin Evren tasarımı

Bu tür mantıksal çarpıklıkların temelinde, (1) zaman kavramının yanlış yorumlanması, (2) kuantum fiziğinin bilinmemesi, (3) Dinamik Sistemler Fiziğinin bilinmemesi başta gelir. Bu bilinmezlikler günümüzde de hala devam etmekte ve insanların büyük çoğunluğu, ölümden sonra ebedi bir “ahiret hayatının” kendilerini beklediklerine inanmaktadırlar.

Öteki dünya veya “ahiret” gibi bir kavramın oluşmasına neden olan ilk faktör, yukarıdaki bölümlerde “Atlantis ovası üzerindeki adalarda yaşayanların adalarının batması ve insanların da bir günah işledikleri için yaratıcı tarafından cezalandırıldıkları” şeklinde açıklanmıştı.

Bu olguya dayanılarak, kutsal kitaplar oluşturulmuş ve kutsal kitap emirlerine uyularak yaşanılırsa, ölümden sonra cennet denilen bir mekanda ebedi bir yaşama kavuşulacağı vaat edilmiştir.

Şekil: Kutsal Kitapların Evren tasarımı

Cennet tanrıların ebedi olarak yaşadığı ortam olarak kabul edildiğinden ve tanrıların da gökte (gök-kubbe üzerinde) bir yerde yaşadıkları düşünüldüğünden, ölümden sonra gidilecek cennet Göklerdeki Cennet olarak şekildeki gibi bir ortamda tasarlanmıştır. (Cennet bahçesi Eden insanları kovulmadan önceki yaşadıkları eski dünya ortamıdır. Göklerin cenneti başkadır.)

Gök-kubbe sabit-camsı bir yapı olarak tasarlanmış, yıldızların bu sabit camsı kubbede yerleşik oldukları sanılmıştır. Bu gök-kubbenin üzerinde bir gök-okyanusu (tatlı-su) olduğu ve gök kubbede açılan kapılardan yeryüzüne yağmur yağdırıldığı düşünülmüştür.

Cehennem ise, tabak şeklindeki dünyanın derinlerindeki volkanların yükseldikleri bir yerde tasarlanmıştır.

Görüldüğü üzere atalarımızın dünya ve uzay bilgisi çok sınırlıdır. Kutsal kitaplarda iki suyun birbirinden ayrılmış olduğu yazılı olması, şekilde gösterilen türde bir dünya tasarlanmış olmasındandır.

Günümüzde fizik, jeoloji, astronomi gibi bilimler öyle ilerledi ki, dünyamızın Güneş çevresinde dönen bir gezegen olduğu, uzayda Güneş gibi daha milyarlarca yıldız bulunduğu gibi çok daha fazla bilgilere sahibiz.  Dünyamızın dışında bir gök-cenneti olmadığı kesin bir şekilde bilinmektedir. Uzayın oldukça ayrıntılı haritalanması yapılmış ve ne cennet ne cehennem gibi ahiret ortamları olmadığı kesinlikle saptanmıştır.

Ölümden sonra bir cennet hayatına inanan insanlarımız acaba bu cennetin olmadığını, ebedi ömür gibi bir durumun olamayacağını, çünkü herşeyin sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içinde olması gerektiğini acaba ne zaman anlayacaklar?

Din adamları, ilahiyat profesörleri bu gerçekleri acaba ne zaman kabul edip, insanların kandırılmalarına bir son verecekler? 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 26. Bölüm

Önceki bir bölümde insanlığın bilgi düzeyinin zaman içinde değişip-geliştiği coğrafik bilgiler örneğinde gösterilmişti. Bu durum diğer alanlardaki bilgilerde de aynıdır ve zaman içinde değişip-gelişme söz konusudur.

Şimdi mevsimsel dönülerin eski insanlarca nasıl yorumlandığına bakalım.

Dünyadaki değişim-dönüşüm döngüleri 2-3 bin yıl öncesi insanlarınca nasıl yorumlanmıştır?

Dünyamızda hem karalar hem denizler, hem iklim koşulları, vs. hepsi sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Canlılar da zorunlu olarak, doğadaki bu değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelebilmek için, yapısal durumlarını sürekli değiştirmek zorunda kalırlar. Bunun için de çevrelerinde nelerin değiştiğini, hatta biraz daha uzun vadeli düşünerek, geleceğin hangi yönde olabileceğinin hesapları yapılır. Bu nedenle “BİLGİ” denilen mucizevi bir faktörden yararlanılır ve doğada her şey “information & self-organisation = Bilgilen ve ona göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik-sistemler fiziğine göre işler.

 


Doğada canlılık mevsimsel döngü gösterir. Baharda doğa canlanır, çiçekler açar, yazın meyveler olgunlaşır, sonbaharda solma ve kışın çürüme ve ayrışma başlar.

Peki bu değişim-dönüşüm döngüsü tepeden yönetimli bir güç sistemi inancıyla nasıl açıklanmıştır?

Aşk ve bereketlilik Tanrıçası İnanna evlenmek istemektedir ve kardeşi Güneş Tanrısı Utu’nun önerisi ile Çoban Tanrısı Dumuzi ile evlenir. Evlendikten bir süre sonra İnanna yer altı dünyasının hakimesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider. Ereşkigal, İnanna’nın yer altı hakimiyetini de alacağından korkmaktadır ve yer-altı kuralı olarak onu cesede çevirir. Onun geri dönmediğini gören veziresi Ninşubur tanrılar meclisine giderek onu kurtarmalarını rica eder. Bu ricaya yalnız Bilgelik Tanrısı Enki kulak verip kurtarmak için yol gösterir. 

Tanrıça dirilip tam yeryüzüne çıkacağı zaman ‘yeraltına giren kolay kolay çıkamaz, yerine birini bırakmam gerek’ derler.

İnanna yerine bırakacağını birini düşünürken, kocasının bulunduğu yere gelir. Bir de ne görsün! Dumuzi karısının yokluğunda hiç üzüntü duymadan en güzel giysileriyle tahtında kurulmuş oturuyor. Büyük bir kızgınlıkla cinlere ‘alıp götürün bunu’ der.

Böylece cinler Dumuzi’yi yaka paça yeraltına götürür. Dumuzi, İnanna’nın erkek kardeşi Güneş Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. Onun yardımıyla bir ara yeraltından kurtulsa da tekrar yakalanır.

En sonunda Dumuzi’nin kız kardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi’yi yarım yıl özgür bıraktırır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir. Böylece ülkeye bereket gelir.”

Sümerlerin bu inanç sistemi onlardan etkilenen diğer toplumlarda biraz değiştirilerek devam ettirilmiştir. Attis – Kibele, Demeter – Persephone, Adonis-Aphrodite, Osiris- İsis vs.    

Bu nedenle eski toplumlarda, Tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir baş rahibenin yer aldığı düğün şenlikleri yapılması adet olmuştur. Bu şenliklerin en yaygın olarak yapıldığı zaman ise, kış günlerinden, bahar-yaz dönemine geçişe denk gelen nevruz şenlikleridir. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi-27. Bölüm

Bu yazı dizinini beğenenlerin sayısı beğenmeyenlerden çok olsa da, uzlaşmaya yönelik genel bir duyuru şeklinde bir ara bölüm eklemek gerekti.

Neden uzlaşarak bir araya gelemiyoruz?

Bilgi neden çok önemli?   

Çünkü bilgisiz bir şey yapılamıyor. Peki bizlere ne tür bilgiler öğretiliyor?

Tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, biyoloji, vs gibi birçok faklı konu öğretiliyor. Ama tüm bu farklı bilim dallarının aslında hepsinin birbirleriyle bağlantı içinde olduğu ve birbirlerini etkileyip-tetikledikleri bilgisi verilmiyor. İnsanlar tepedeki bir efendiler zümresinin çıkarlarına göre dizayn edilmiş belli mesleklerde eğitim görüyorlar. Ve onlara iş ve meslek olanağı sunuluyor. Doğa zenginler, kapitalistler, vs. gibi tepedeki bir efendiler zümresinin çıkarlarına göre işlemiyor. Milyonlarca farklı canlı türü arası karşılıklı ilişkiye göre çalışıyor. İnsanlık 4-5 bin yıldır böylesine hatalı bir hayat görüşüne göre yaşayıp, dünyayı hem kedisi hem de milyonlarca canlı türü için cehenneme çevirdiğinden, günümüzdeki virüs pandemisi gibi felaketleri çağrı yapıyor.

İnsan milyonlarca canlının yaşam ortamı koşullarını değiştirip, hayatı onlara çekilmez yaparsa, o canlılar ne yapacaklar?

Bilgiye önem veren hücreler tarafından, doğa ve dünyayı en iyi şekilde anlayıp-yorumlayıcı bir beyinle donatılmış tek canlı türü olan insan, hücrelerin kendisine yükledikleri bu sorumluluğun farkında mı? Ona uygun davranıyor mu?

Hayır.

İşte günümüzde bu acı gerçeğin üzücü sonuçlarını yaşıyoruz ve bu mantıksızlıkla yaşamaya devam edersek, daha da çok ve de sık sık yaşayacağız.

 Neden arılar, karıncalar, mercanlar vb birçok hayvan türü gibi güzel toplumsal koloniler oluşturamıyoruz da her gün birbirimizle kavga- çatışma içinde yaşıyoruz?  

Öğrendiğimiz bilgilerde mutlaka hatalar olmalı ki, o hatalar nedeniyle ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyor olmalıyız.

Tarih bilgisi örneğinde bu konuyu açıklayalım:

Tarih bilgisi, olayların ve oluşumların ne zaman nasıl ve neden oluştukları gibi temel bilgilerden oluşur. Bizlere okullarda verilen tarih bilgisi, sadece devlet denilen ve tepedeki birileri tarafından kurulup-sahiplenilen toplumsal sistem hakkında bilgi verir. Bu tarih kitapları ise devletler 4-5 bin yıldan beri var olduklarından, sadece bu çok kısa insanlık hayatı hakkında bilgiler içerirler. O bilgiler de, tepedeki hanedanların görüşleri doğrultusunda, ona bağımlı kişilerce yazıldıklarından tarafsız-objektif değildirler.

Yani tarih kitapları deyince akla gelen tek kitap, bu devletler tarihi kitaplarıdır.

Halbuki insanlık 2.5 milyon yıldan beri var, ve insanlara bu 2.5 milyon yıllık geçmişinin ana hatlarını anlatan bilgileri içeren “insanlık tarihi bilgileri” kitabı da gerekir.

İnsanlar hücrelerden oluşurlar. Öyleyse insanlara hücrelerin ne zaman ve nasıl insan denilen canlıyı oluşturdukları, insandan önce başka hangi canlıların içlerinde bulundukları gibi tüm canlılar alemi gelişimini anlatan bir tarih kitabı da gerekir.

Hücreler atom ve moleküllerden oluşurlar, öyleyse atom ve moleküllerin ne zaman hücreleri oluşturduklarını anlatan kitaplar da gerekir.

Atomlar atom-altı-öğelerden oluşurlar, öyleyse atom-altı-öğelerin atomları nasıl oluşturdukları bilgilerini içeren kitaplar gerekir.

Gördüğünüz gibi doğadaki tüm olay ve oluşumlar birbirleriyle ilişki ve bağlantı içindedir ve bu şekilde öğretilmesi gerekir. Ama bizlere bu şekilde tüm bilim dallarının birbirleriyle ilişki ve bağlantılı olduğu şeklinde bir bilgi yerine, birbirlerinden kopuk bilgiler veriliyor. Bizler de bu kopuk bilgileri farklı şekillerde yorumlayıp, ortak bir hayat görüşünde bir araya gelemiyoruz. 

Böyle bir temel yanlışlığı ne zaman fak ettiğim konusuna gelince:

Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”

Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındır ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade edilir. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya tabandan yönetilen bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.

Bunun üzerine:

- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.

- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.

- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.

- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.

- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.

Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.

Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. 

Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve

- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).

- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün hücrelerin kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),

- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken  2000) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.

Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü

- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran ve bu vesileyle 500 milyon yıl öncelerinin dünyasının Hadimopanella adını verdiğim cinsini bulan biriydim,

- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.

Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım.

Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.

HAYAT = Ömür; ömür ise ZAMANın bir dilimidir. Zaman kavramının sırrını çözen, hayatın sırrını da çözmüş olur. Mesleğim gereği ZAMAN’nın ne olduğunu çözen bir bilim adamı olarak, atalarımızın bu kavramı tamamen yanlış yorumladıklarını ve bu yanlış yorumu geleneklerle nesilden nesile aktararak, insanlığı hatalı bir hayat anlayışına sürüklediklerinin farkına varan biriyim. Ve o zamandan beri DOM olarak kısaltılan “Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması” konusunu işleyip-geliştirmeye çalışmaktayım.

 

      İnsanlığın Gelişim Tarihi-28. Bölüm  

Önceki bölümlerde insanlığın bilgi düzeyinin zaman içinde değişip-geliştiği gösterilmişti. Bu durum özellikle bedenlerimizi tanımak, davranışlarımızın nasıl kontrol edildiğini anlamak gibi konularda çok belirgindir.

Beden davranışımızın hücrelerce ayarlanıp-yönlendirildiğini gösteren bir örnek

Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, insanların düşünce ve davranışları, kalıtsal devreler yanı sıra ana-babalardan (ve çevreden) aktarılan görsel ve sözel bilgilerle (hikayeler, gelenek ve görenekler, vs.) şekillenmektedir. Aktarılan bu bilgilerin çoğunluğu sözlü olarak aktarılmaktaysa da, yaklaşık 5 bin yıldan beri yazılı aktarımlar gittikçe ağırlık kazanmaktadır.

    


Beynimizin üç temel bölümü vardır. Bu üç bölüm ayrı adlandırılmalarına rağmen, hepsi birbirleriyle bağlantı içindedirler.

 En içte en eski atalardan aktarılan bilgilere göre davranan kök beyin bulunur. Organların genel olarak hangi bilgilere göre işleyecekleri gibi çoğu hayvanla ortak olan solunum-sindirim-boşaltım sistemleri gibi organların işleri düzenlenir. Örneğin kan dolaşımı sisteminde kirli kanın akciğere taşınması ve oksijen yüklenerek tekrar kalbe dönmesi, kalpten tüm diğer organlara pompalanması birçok hayvan grubunda aynıdır.

Kök-beyin üzerinde limbik beyin denilen orta beyin kısmı bulunur. Daha çok bilinç-altı ve diğer duygusal konuların işlendiği kısımdır.

En üstte ise korteks bulunur. Bu kesim güncel olayların değerlendirilip karara bağlandığı bölgedir. Bir örnek vererek nasıl işlediğini gösterelim.


Beyinde beden hareketini kontrol eden korteks kesimi şekilde Motor-korteks olarak işaretlenen bölgedir. Bu bölgenin el-kol-ayak-yüz-dil gibi farklı organları kontrol eden kesimleri de şekilde gösterilmiştir. Örneğin, beyinde bir kanama olduğunda, kanama olan yerin altındaki beyin hücrelerinin kontrol ettikleri organlar felç olurlar. 

Beynimizin davranışımızı nasıl yönlendirdiğini bir oyun örneğinde açıklamak, hücrelerimizle ilişkimizi anlamamızı kolaylaştıracaktır. Elinize aldığınız bir taşla bir hedefi vurmaya çalıştığınız bir duruma bakalım. 

Taşı hedefe isabet ettirmek için sürekli çabalarsınız. Birinci atışta taç sağa gittiyse, ikincisinde sola kaydırmaya çalışırsınız.

Beyinde her farklı işlev için farklı hücreler görevlendirilmiştir. Konum hücreleri çevredeki eşyalara göre sizin (veya bir şeyin) konumunu belirler; grid hücreleri farklı şeylerin birbirlerine göre kaç derecelik açılarda ve ne kadar uzakta bulunduklarını saptarlar, vs.


Her atışta hedef konumu, hedefin uzaklığı, rüzgar yönü ve hızı, kolunuzun ne kadar gerilerek atış yaptığı gibi binlerce veriyi değerlendirip, atış için kaslara emir verilir ve atış yapılır. Çok sağa gittiyse, gelecek denemede, grid hücrelerinde sola kayacak şekilde değişiklik yapılır. İkinci deney daha başarılı ise, ilk denemedeki akson bağlantısı iptal edilir. Denemeler günlerce tekrarlanır ve elinizi-kolunuzu hareket ettiren hücrelerin sayıları ve diğer göz, kulak vs. gibi organ hücrelerinin kontrol eden beyin noktalarıyla ilişkileri hakkında gece-gündüz bir sürü işlem yapılır. Hedefe isabeti kolaylaştırmak için yeni kas hücreleri oluşturularak, hedefe yapılacak bağlantı için yeni dendrit noktaları oluşturulur, vs. İşe yaramayan bağlantılarda enerji kaybı olmaması için sürekli olarak sinaps budaması yapılarak, gereksizler kaldırılır. Gece uykunuzda, işe yaramayan veriler silinir, işe yarayan bağlantılar miyelinleşme gibi destekleyici işlemlerle geliştirilir. Bu şekilde her defasında daha başarılı olan akson bağlantılarının çevresi daha kalın bir miyelin tabakası ile kaplanarak, işlemlerin o hat üzerinden yapılması sağlanır. Böylelikle hedefe isabetli atış yapma yeteneği gittikçe geliştirilir.

Hücreler değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde ve hep karşılıklı etkileşimlere dayalı sinyal alışverişlerine göre oluşup-geliştiklerinden, yorumlamaya dayalı beyin bölgesi gelişimde de aynı taktiği uygulamaktadırlar. Çocuk doğduktan sonra oluşturulmaya başlanan neo-korteks denilen beyin kesimindeki hücrelerin örgütlenmeleri, tamamen bizlerin çevremiz hakkında hücrelerimize aktaracağımız verilere ve bilgilere göre düzenlenmektedir. Bizler çocuklarımızı doğa ve dünyaya uyumlu, sorunlarını kendi aralarında konuşup-anlaşarak çözecek bir şekilde de yetiştirebiliriz, başkalarından gelecek emirlere uyarak ve bu emirler doğrultusunda başkalarıyla kavga edecek ve savaşacak şekilde de!

Çocuklarımıza vereceğimiz bilgilere ve göstereceğimiz hedeflere göre, onların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları da değişik oranlarda oluşmaktadırlar. Çocukluk evresinde onlara hangi konu ile ilgili bilgiler aktarıyorsak ve onlara nasıl bir hedef gösteriyorsak, çocukların beyinlerinde görevlendirilecek hücre sayıları, o konularda daha fazla olacak şekilde ayarlanırlar ve çocuklarımız o konularda daha başarılı olurlar.(Elbette çocukların genetik olarak daha yetenekli oldukları alanlar vardır ve bizler çocuklarımızın o genetik yetenekli oldukları alanları keşfedip, onların o yönde kendilerini geliştirmelerini sağlarsak, o zaman çok daha yetenekli, hatta “dahi” denilecek elemanlar yetiştirebiliriz).

Ölüm diye bir kavram oluşturulması, atalarımızın hayatı tam anlayamamış olmalarının bir sonucudur. Ölüm bir “yok olma” anlamında kullanılmıştır. Halbuki doğada “yok olma” diye bir şey söz konusu değildir, değişim-dönüşüme uğrama olayı söz konusudur. Ölen bir beden atomlarına, moleküllerine ayrışır. Ama ölen bedenin ayrışmış olduğu atomların bilgi potansiyelleri diğer çevre atomlarınkinden farklıdır. Bu nedenle aralarında bir karışma-harmanlanma gerçekleşir. Yani bizler öldüğümüzde atomlara kadar aktarılmış bilgilerimiz yok olamaz, doğal sistemle harmanlanır ve ether okyanusunda değişimler olur. Atalarımız hayatın doğum-ölüm döngüsü (yani değişip-dönüşme) üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarından, hayatın başka bir dünyada devam edeceğine ve o dünyada ebedi olarak yaşanacağına yönelik bir tasarım yapmışlardır. Halbuki doğada ebedi olarak kalan, yani değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur. Ama hiçbir şey yoktur! Bu nedenle geleneksel inanç sistemleri kökten hatalıdırlar. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 29. Bölüm

Hücreselliğimiz en az bilgi sahibi olduğumuz bir konudur. Corona virüsü pandemisine bu açıdan bakacağız.

Bizler kendimizi öylesine “özel bir canlı” olarak görmeye şartlandırmışız ki, bedenlerimizin mimarı ve bakımcıları olan hücrelerimizi bir et-kemik yığını olarak görme hatasını yapıyoruz. Hücrelerimizi bilgisiz, sorumsuz birer öğe olarak görmekle, doğadaki iş-eylem yapıcı, olayları ve gelişimleri tetikleyici güç sistemini hücrelerde (atomlarda, vs.) arayıp, onlara dikkat vereceğimiz yerde, biz o güç sistemini dışarıda, göklerde arar duruma düşşüz. Biz insanlar bu bakış açısına göre kurallar oluşturunca, o kurallar bizi ona göre köleleştirmiş ve bu günkü çıkmaz sokakta kendimizi bulmuşuzdur. Bu çıkmaz hem bireysel sağlık sorunlarımızın, hem de toplumsal sorunlarımızın temel nedenidir.

Bilgi düzeyimizin zamanla değişip-geliştiğini farklı yaklaşımlarla gösterdik.

Peki bedenimiz içindeki hücrelerin bakış açısıyla hayata bakabiliyor muyuz?

Hücrelerimiz ne tür sorunlarla karşılaşıyorlar?

Biz hücrelerimizi dikkate alarak yaşıyor muyuz?

Bedenimizde her gün binlerce hücre bedenimizi ayakta tutabilmek için moleküllerine ayrışıp yaşamlarına son veriyorlar. Biz onların bu fedakarlıkların farkında mıyız?

Bilgisiz bir şey yapılamıyor. Bizlerin bilgisiz bir şey yapamadığımız gibi, hücreler gibi varlıklar da bilgisiz bir şey yapamıyorlar. Örneğin bedenlerimiz, virüs gibi parazitik bir varlığın yapısındaki bilgiyi çözecek bir formül oluşturamıyorlarsa, o virüs hücrelerimizi kandırarak, kendisinin çoğalmasını hücrenin (ve bedenin) ölümünü, kendilerinin çoğalmasını sağlıyorlar.

Şimdi günümüz hayatını cehennem çeviren Corona virüsü örneğinde hücrelerimizin yaşam savaşını özet bir şekilde anlatmaya çalışacağız.

Corona virüsü bedendeki hücrelere ACE2 adı verilen bir proteini kullanarak bağlanabilmektedir.

Peki ACE2 proteini nedir ve bedenimizde nerelerde bulunur?

 “Angiotensin-Converting Enzyme 2” sözcüklerinin kısaltılmışı ACE2 olur. Yani Anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 anlamına gelir.

Peki anjiyotensin nedir ve neden onu dönüştüren bir enzim oluşturulmuştur?

Anjiyotensin, damarların daraltılarak kan basıncında artışa neden olan bir peptid hormonudur. Yani kan basıncı (tansiyon) sisteminin düzenlenmesinde kullanılan bir hormon. ACE2 bu hormonu değiştirerek kan basıncının düşmesine sağlayan bir başka protein.

Anjiyotensin dönüştürücü enzim ACE2; akciğerler, arterler, kalp, böbrekler ve bağırsaklardaki hücrelerin dış yüzeyine bağlı bir enzimdir. ACE2, damar daraltıcı olan anjiyotensin II hormonunun anjiyotensin'e hidrolizini hızlandırarak kan basıncının düşmesini sağlar. Yani tansiyon düzenlenmesi söz konusudur.

(A)      şeklinde corona virüsünün bedenimizdeki bir hücrenin çeperindeki ACE2 reseptörüne nasıl bağlanarak hücre içine girdiği ve sonra da kendisini orada nasıl çoğaltıp, çevresine yayıldığı gösterilmiştir. (B) şeklinde ise, virüsün farklı organlardaki zararları vurgulanmıştır.

Bu ACE2 reseptörlerinin sayısının, çocuklarda az ama büyüklerde daha fazla olduğu biliniyor. Yani insan bir şeyleri doğaya uyumlu yapmıyor olmalı ki, zamanla ACE2 sayısını artırıyor. İnsanın neden ve ne zamandan beri doğal sisteme uygun yaşamdan saptığı, önceki paylaşımlarda gösterilmişti.

Tansiyon strese bağlı bir sağlık sorundur. O zaman “insanlık ne zamandan beri sürekli bir stres etkisi altına girdi” sorusunu irdelemek gerekir: Bu konu DOM-sistemi bilgileri içinde her yönüyle ele anmıştır.

Korona virüsü neden çok hızlı bulaşabilmektedir?

Virüsün, akciğer alveolü içerisindeki ACE2 isimli reseptöre anahtar-kilit uyumu gibi uyumlanarak hücre içine girdiği bilinmekte. Korona virüsü bu ACE2 reseptörüne bağlandıktan sonra kullandığı bir ‘protein dönüştürücü’ var. Adı FURİN. Virüs ACE2’ye bağlanırken FURİN isimli bir maddeyi kullanarak kendini hücreye ÇOK SIKI bağlar. Bu FURİN aracılı bağlanma diğer virüslerden 1000 kat daha hızlı bulaştırır.

Bedenimizdeki furin sayısının artması oksijen azalmasıyla ilişkilidir. Oksijen oranı azalan ortamlarda bedendeki Furin sayısı artar. İşte bu nokta, insanlığın neyi yanlış yaparak, bedenimizdeki hücrelerin yaşamını gittikçe zorlaştırdığını anlamamızı sağlar.

İnsanlık yaklaşık 4 bin yıldan beri, tepedeki bir efendiler zümresinin ihtirasları uğruna doğadaki diğer canlıları hiç önemsemeden, ormanlık alanları azaltmış, denizlerdeki ekolojik dengeyi bozmuş, her yeri betonlarla kaplayıp, yeşil alanları daraltmıştır. Orman, yeşil alan, denizlerdeki fitoplankton dünyamızın oksijen üreticileridir. Bunlar binlerce yıldan beri sistematik şekilde azaltılınca, o oranda furin sayısı artmıştır.

İnsanlık 4-5 bin yıldan beri tepedeki bir efendiler zümresinin yönetimi altına girince, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” duyguları körleştirilmiş, insanlar birbirlerine düşman kamplara bölünmüştür. Bu ise, stresin temel nedenidir. Stres artınca, organlardaki ACE2 reseptörler de gittikçe artmıştır.

Doku veya kanda oksijen nasıl az olur?

Nefes ile ilgili sorunlar: astım, koah, panik atak, anksiyete, havasız ortam, metabolik bozukluklar, :böbrek hastalıkları, tansiyon sorunu, kalp hastalıkları, diabet gibi hastalıklar oksijen alımını azaltır. Tüm bu hastalıkların kökeni ise, insanın doğadan kopup, beton yığınları içinde yaşamaya başlaması yanlışlığındandır.

Beslenme yanlışlığı da hücrelerde oksijen oranını etkiler. Örneğin obezitede kilo hacimsel olarak akciğere baskı yapar ve derin nefes almak zorlaşır.

Diğer taraftan Hemoglobin, kanın oksijen taşıyan kısmı olan ‘hem‘ grubunu içerir. Hem , vücutta oksijeni taşıyan en temel maddedir. HbA1c testi, 3 aylık şeker ortalamasının vücuttaki zararının izdüşümü ölçülür. Yüksek şeker, kanda dolaşırken gider bu hem-oglobulini şekerlendirir. HBA1c testi ‘şekerlenmiş hem-oglobin’ demektir.

Hemoglobin şekerlenirse ne olur: Şekerlenmiş hemoglobinin oksijen taşıma kapasitesi düşer. Yani oksijenin organlara iletilmesi zorlaşır, insan artık nefes alamaz olur.

Görüleceği üzere, bitkisel ağırlıklı doğal beslenmeden, sanayi ürünlerinin ön plana çıktığı beslenme tarzı, bedenlerimizdeki dengeyi tamamen bozmaktadır.

 

Son üç uyarı:

Birinci uyarı:

Bir insana her gün ölmek sırasının ona geldiği mesajını verin, o insan birkaç ay içinde ölür. İnsanlara “kanser insanı 2-3 ay veya 1-2 yıl içinde öldürür görüşünü belletin ve bir insan da kansere yakalandığını öğrenmiş olsun, o insan belli bir süre sonra ölür. Hatta yanlışlıkla kanser hastalığı konmuş bile olsa. 

Stres ve korku (anksiyete) immun = bağışıklık sistemini perişan eder. Bu durumu şu fıkra güzel açıklar.

''Tüccarın biri bir gün yolda Veba'yla karşılaşır. Endişeyle Veba'ya bakar ve "Nereye gidiyorsun?" diye sorar. Veba, "Bağdat'a" diye yanıtlar. “Kaç kişinin canını alacaksın?” diye tekrar sorar Tüccar. Veba, “Çok değil, sadece 5 bin kişi” der. Aradan zaman geçer ve Tüccar yolda yine Veba'yı görür. Fakat duymuştur ki Bağdat'ta vebadan dolayı 60 bin kişi ölmüştür. “Bana 5 bin kişiyi öldüreceğini söylemiştin. Oysa sen 60 bin cana kıymışsın” diye hiddetlenir Veba'ya. Veba ise gayet sakin ve kendinden emin, “Ben 5 bin kişi öldürdüm. Geriye kalanı korkudan öldü” der.''

 

İkinci uyarı:

Hem insan hücreleri, hem virüsler aynı harf ve hecelerden oluşan bir dil kullanırlar. Onlar birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu etkileşim öylesine derindir ki, hücrelerimizin genetik bilgi kayıtlarında virüs-genlerinden kökenlenen birçok bilgi vardır. Hücreler o bilgileri virüslerle etkileşimleri sürecinde kendi genetik bilgi depolarına aktarmışlardır, çünkü o bilgileri kullanarak daha gelişmiş bir düzeye ulaşacaklarını fark etmişlerdir. Viroloji uzmanları [Villarreal, L. P. and V. R. DeFilippis (2000); Mindell, D. P., Rest J S and Villarreal. L.P. (2003); Villarreal, L. P., and Witzany, G. (2010); Villarreal, L. P. (2011); Moelling, K. & Broecker, F. (2019)] cansızlar aleminde canlılar alemine, çekirdeksiz hücreli yaşamdan (prokaryotlardan), çekirdekli hücreli yaşama (ökaryotlara) ve onlardan da tüm hayvanlar alemine geçişin virüsler sayesinde olduğunu göstermişlerdir. Hatta genetik kayıtlarımızdaki bilgilerin yarısı “retrovirus” denilen bir virüs grubuna aittir.

Doğada herşeyin varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle gerçekleştiği genel bilgisi açısından bakıldığında bu görüşün çok mantıklı olduğunu kabul etmek gerekir. Yani bedenimizde, beden hücrelerimizin sayısından kat be kat bakteri ve onlardan da kat be kat fazla virüs bulunmaktadır. Bizler mikrop dediğimiz o çok küçük canlılarla ortaklık kurmuş hücrelerden oluşuyoruz. Bakteriler, virüsler olmasaydı dünyamızda ne bir bitki ne de bir hayvan oluşabilirdi. Hatta memeli hayvanların yavrularını ana karnında besleyip, sonra doğurmalarına yarayan “plasenta” denilen organın Retro-virüsler sayesinde gerçekleştirildiği, yine yukarıda belirtilen araştırmacılar tarafından belirtilmektedir.

Bedenimizdeki bu mikroskobik varlıkların çoğu bedene yararlıdır, bir kısmı zararsızdır. Ama bazen zararlı olanlar da bedenimize girmektedirler. Hayat tüm varlıklar arası etkileşimlerin bir ürünüdür, aynen Kervran (1973)’ün dediği bibi: Life is nothing but chemistry = Hayat sadece kimyadan ibarettir.

Hücrelerimizin genetik bilgi kayıtlarında çok büyük bir yer kaplayan “retro-virüsler” hakkında özet bir bilgi vermek, karşılıklı etkileşimlerle bilgi potansiyellerinin nasıl artırıldığını anlamamızı sağlayacaktır.

Retrovirüs bir RNA virüsüdür, genomunun bir kopyasını istila ettiği bir konak hücrenin DNA'sına ekler ve böylece bu hücrenin genomunu değiştirir. Bu değiştirme hücrenin geleceği açısından şöyle etkili olur.

Hücreler işlevlerini proteinlerle yaparlar. Proteinler genetik kayıtlarındaki DNA bilgilerine göre oluşturulurlar. Protein oluşturmak için DNA bilgilerinin RNA’ya dönüştürülmesi gerekir. Çünkü protein oluşum kalıpları RNA olarak kaydedilen bilgilerle olmaktadır. DNA’ların RNA’lara dönüştürme işlemine normal transkriptaz (dönüştürme) denir.

Virüsler bu işlemi biraz çeşitlendirmişler ve ters-transkriptaz (ters-dönüştürme) adlı ikinci tür bir dönüştürme çeşidi oluşturmuşlardır. Ters-dönüştürme denilmesi şundandır. Dönüştürmeye RNA’lardan başlanır. Ters-transkiptaz ile RNA kayıtları DNA’ya dönüştürülür; bu DNA’lar hücre çekirdeğine sokulur ve bir integraz (dahil etme) enzimi sayesinde hücre genomuna eklenir. Ve ondan sonra da hücrenin normal protein oluşturması yöntemiyle, virüs proteinleri yapılarak, virüsün çoğaltılması sağlanır. Bu şekilde hücre içine alınan virüs genetik bilgileri, hücre için elbette zararlı olmaktadır.

Ama çok uzun vadeli etkileşimlerde, hücre ile virüs arasında karşılıklı bir ortaklı oluşturulduğu da görülmektedir. Örneğin memeli hayvanların plasenta oluşturması virüslerle hücreler arası ortaklık oluşturularak, virüsün bedene bir ortak olarak dahil edilmesi ve bu şekilde virüs bilgisinden yararlanılarak, farklı yeni özellikli bedenler oluşturulması sayesinde mümkün olduğu yukarıda verilen viroloji uzmanları çalışmalarından anlaşılmaktadır.

Bakterilerle ökaryot hücreleri arasında da bu tür ortaklıklar olmuştur. Örneğin mitokondri denilen organel aslında bir bakteridir, bitkilerin fotosentez yapıcı öğeleri olan kloroplast da bir bakteridir. Bu bakterilerle, ökaryot hücreler arası ortaklık oluşturulmasaydı ne bir bitki, ne de bir hayvan oluşumu gerçekleşirdi.

Görüldüğü üzere, hayat tüm varlıklar arası bir etkileşim ve ortaklık oluşturma çabaları sonucu oluşup-gelişmektedir. Ne bir rastgele-zorla çarpışma, ne de dışarıdan bir emir alma durumu söz konusu değildir.

Üçüncü uyarı:

Doğada değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey yoktur. Değişim-dönüşümlerin başlangıç noktası ise kuantum alemindedir. Yaklaşık on-küsur milyar yıl önce kuantsal sistemden atomik-moleküler sisteme geçiş olmuştur ve ondan beri de “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre molekül-hücre-beden-koloni, vs gibi gittikçe daha büyük üst-sistem oluşumları gerçekleşmektedir.

Oluşumlar kesinlikle bilgiye göre yapılmaktadır. Bilgi de önceden var olmadığından, varlıklar kendi aralarında etkileşerek, en ergonomik yapılar ortaya koymaya çalışmaktalar. Bunu yapmaya mecburlar, çünkü en temeldeki kuantsal enerji sistemi, hep en ergonomik yapılara göç eden bir temel özelliğe sahipler.

İşte bedenlerimizde kendi öz hücrelerimizden çok bakteri ve bakterilerden de çok virüs bulunması hayatın tüm varlıklar arası karşılıklı bir etkileşim ve ortaklıklar oluşturulması şeklinde gerçekleştiğinin bir göstergesidir.

Bilindiği üzere, doğada her şey kuantsal sistemle başlamaktadır, Kuantsal sistem canlı olduğu kuntum fiziği deneylerine dayanılarak önceki bir bölümde gösterilmişti. Herşeyin temeli canlı bir sisteme dayanıyorsa, tüm sistemler canlılık özelliği içerir. Dolayısıyla doğa ve dünyamız büyük boyutlu bir canlıdır. Dünyamızın canlı yaşayan bir sistem olduğu da yine önceki bölümlerde gösterilmişti. Dolayısıyla tüm hayat sistemlerinin gelişimleri kuantsal sistemin denetimi altındadır.

Kuantsal sistemin bu denetimi nasıl yaptığı yine kuantum fiziği gözlemlerinden anlaşılmaktadır. Şöyle ki: Atom dediğimiz temel kimyasal elementlerin oluşumları ve dönüşümleri sırasında nötrino denilen öğeler çevreye yayılmaktadır. Bu nötrinolar ise doğadaki herşeyin içinden geçebilmektedirler. Öyle ki, güneşten veya başka bir yıldızdan gönderilen nötrinolar dünyamızın bir yerinden girip, diğer tarafından çıkarak yollarına devam edebilmektedirler. Ama bazı nötrinolar geçtikleri bir varlığın içindeki bir atom çekirdeği ile etkileşime girip, onu değiştirebilmektedirler. Bedenimizin her-bir santimetre karesinden saniyede milyarlarca nötrino geçmektedir.

Dünyada en fazla sayıda bulunan canlılar virüslerdir ve virüslerin etki edemedikleri hiçbir canlı türü yoktur. Virüsler havada dolaşan şeyler değildirler, kesinlikle bir canlıda (hücrede) ortaya çıkarlar ve temas yoluyla diğer canlılara bulaşırlar.

Virüsler hem uzun yaşam evrimi sürecinde üst-sistemlerle ortaklık ilişkilerine girerek canlılar aleminin gelişmesine katkı sağlamışlardır, hem de gerektiğinde bu üst-sistemleri parçalayarak, hayatın yeniden re-organizasyona gidebilmesini kolaylaştırmışlardır.  

Bu nötrinolardan biri bir canlının genlerindeki bir retrovirüs atomuyla etkileşirse, normalde uyku modunda olan bu retrovirüs aktifleşip çevreye yayılmaya başlayabilir.

Nötrinolar evrensel ölçekte enerji dengelemesi yapan öğelerdir. Dünyada işler kuantsal sistemin gerektirdiği en ergonomik gidişattan sapıp, evrensel evrimleşmeye ters davranmaya yönelirse, kuantsal sistemin bunu düzeltmeye yönelik mekanizması bu şekilde işliyor olabilir.  

Dünyada yaşamın çeşitlenmesi ve sayıca artması, jeolojik süreçte bakteri-virüs gibi organizmalara çok çeşitli-zengin ortam oluşturmuştur. Ama insanlar son 3-4 bin yıldır sadece kendilerini düşünüp, diğer tüm varlıkların yaşam ortamlarını zehirleyici tarzda yaşamaya başlamışlardır.

Karalar, ormanlar, topraklar, denizler, atmosfer kirletilmiştir. Bu kirlilik doğadaki organizma sayısını ve çeşitliğini son derece azaltmıştır. Doğal sistemdeki tüm hayat sistemlerinin birbirleriyle ahenkli şekilde gelişmesini sağlayan kuantsal sistemin doğal sisteme uygun davranmayan varlıkları cezalandırması doğal sistemin savunma mekanizmasıdır.  

Yani günümüzdeki Corona virüsü salgını, kuantsal sistemin insanlığa bir uyarısıdır.

Kanser araştırması yapanlar, bir organda kanserli büyüme oluşmasından önce, aylarca-yıllarca o organın o noktasında bir “kronik yangı veya ateşlenme=inflamation” olduğunu saptamışlardır.  Bir noktada “ateşlenme” olması, o noktadaki hücrelerin bir sorunla karşı-karşıya olduklarının ve bu nedenle sürekli bir stres içinde bulunduklarının tipik bir göstergesidir. (Burada sözü edilen stres, bedensel düzeydeki stres değil, bir organın bir yerindeki hücrelerin başına gelen strestir.) Dolayısıyla aylarca-yıllarca süren ve çözülemeyen bir sorunla karşı-karşıya kalan hücrelerin kanserojen olmaları stres denilen faktörün tetiklediği bir sonuç olarak düşünülmelidir.

İnsan dahil, tüm canlıların genomunun büyük bir kesimi endojen (beden-içi) retro-virüs öğelerinden oluşmaktadır. Yani bu virüsler artık bedenin içsel öğeleri olmuşlardır.

Ama şu mutlaka akılda tutulmalıdır. Bir virüs, bir canlının bedeninde onunla uyumlu olarak yaşayabilir. Ama evrende her şeyi delip geçen ve evrensel ölçekte enerji dengelemesi yapan nötrinolar, bir canlının içindeki “uyku” modundaki bir virüsü aktif hale sokabilir ve o virüs çevreye yayılıp diğer canlılara zararlı olmaya başlayabilir. Onun için yaratıcılığın kuantsal sisteme ait olduğunu ve kuantsal sistemin de evrensel ölçekte bir gelişim-ilerleme yönünde geliştiğini unutmayın. EVRENSEL ÖLÇEKTEKİ BU EVRİMLEŞMEYE TERS DAVRANAN HER CANLI MUTLAKA BU YANLIŞLIĞIN CEZASINI ÇEKMEK ZORUNDA KALIR.

 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 30.Bölüm

Amaçları toplumsal sorunların nedenleri ve çözümleri olmayıp, bir dinsel görüşü savunmak için bu sorunların çözümünü içeren bilgilere karşı çıkanlara bir yanıt verilmesi gerekti.

Amacımız nedir? Ne olmalıdır?

Bu yazı dizinine “Neden uzlaşamıyoruz” sorusuyla başladık. Ve yanıt olarak geçmişimiz hakkında hatalı bilgilerle eğitildiğimiz için farklı görüş etkileri altında olduğumuzun bilimsel verilerini sunarak, bu hatalı tarihsel bilgiler nedeniyle de uzlaşamaz duruma düştüğümüzü gösterdik.

Yazılanlarda bir yanlışlık varsa, bilimsel kaynaklarıyla gösterin ki, tartışıp-düzeltelim.

Yazı dizinin başında, bu eserin bir ön-kitabı olduğu ve o kitapta doğa-bilimsel veriler sonucu şu sonuçlara ulaşıldığı belirtilmişti:

Önceki Bölümlerin Bilançosu:

Dünyamızın geçmişinin kaydedildiği jeolojik katmanların okunmasıyla ortaya konulan zaman olgusu ve kuantum denilen en alt-sistem öğelerinin özellikleri şu sonuçları göstermişti:

1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,

2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,

3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,

 ve Dinamik sistemlerde ise,

4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.

5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.

6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.

7) Varlıklar davranışlarını sürekli değiştirilip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak belirlerler.

8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.

9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.

10) Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.

“Şimdi böyle bir bilgi oluşturma yeteneğiyle donatılmış insan türünün zaman içinde ne tür bilgiler oluşturduğunu görelim” denilerek şimdiye dek paylaşılan 28 bölümlük bilgiler sunuldu.

 

Dikkat ederseniz, mümkün olduğunca sadece doğa-bilimsel olgulara dayanılarak, çıkarsamalar yapılmaya çalışıldı. Bu çıkarsamalar sonunda, insanlığın 4 bin yıl öncelerine kadar, yukarıda özetlenen genel ilkelere uygun davranarak

               Birbirleriyle karşılıklı etkileşimlere dayanarak

               Herkesin kendi mesleğinde en iyi şekilde hizmet üreterek

               Karşılıklı bağımlılığa dayalı bir ortak yaşam sistemi içinde yaşadıkları görülmektedir.

               Bu durum hem “Höyük tipi yerleşim ve yaşam” sisteminden hem de insanlığın şekilde gösterilen kültürel gelişim grafiğinden anlaşılmaktadır.

 


Şekilde görüldüğü üzere 5 bin yıldan beri insanlığın kültürel gelişim hızında düşme görülmesinin nedeni ise şu olmuştur:

Toplum hayatı tepedeki birileri tarafından sahiplenilince,

               Halk topluma sahip çıkmamış,

               Kamu malları hor kullanılmaya başlanmış,

               Tepedekilere yağcılık-yalakalık yaygınlaşmış,

               Halk bilgisiz bırakıldığından verimli üretim olmamış,

               İnsanlar arası dayanışma ve komşuluk ruhu kaybolmuş, komşular birbirlerine yabancılaşmışlar,

               Hak ve hukuk sistemi tepedekiler lehine işlemiş, halk sisteme düşman edilmiş,

               “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” sistemi oluşmuş,

Yani günümüz toplumlarında görülen tüm toplumsal hastalıkların ortaya çıkış nedeni, “Devlet” denilen KUTSALLIK anlayışına dayanan tepeye bağımlı hayat görüşünün ortaya çıkarılması olmuştur. Tüm toplumsal sorunların kaynağının Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) olduğu şu adreste tüm ayrıntılarıyla gösterilmiştir: https://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/12/tepeye-bagl-orgutlenmenin-zararlar.html

Bizlerin tek bir amacı olmalı: toplumsal sorunlarımıza bir çözüm bulmak.  Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. İnsan beyninin bu az sayıda veriden muazzam senaryolar üretme yeteneği, insanların milyonlarca farklı senaryo üretmelerine yol açmıştır.

Kuantsal sistemin yaratıcılıkla donattığı insanların bazı uyanıkları, bu yaratıcılık yeteneklerini kötüye kullanarak,

               Yaratıcılığın varlıkların dışında-üstünde kutsal bir sistemde olduğu,

               Yaratıcının kendilerine ilahi mesajlar gönderdiği,

               Sıradan insanlardan üstün kutsal-soylu olan bu kişilerce duyurulan kutsal kitaplara uyularak yaşanmasını,

               Böyle yaşarlarsa, ölümden sonra kendilerini ebedi bir öteki dünya hayatı beklediği şeklinde tamamen hayali senaryolu bir hayat görüşü empoze etmeye başlamışlardır.

               Evrensel sistemin her şeye kadir olan Yaratıcısı, herkesçe okunup-anlaşılır, yok edilemeyen bir kitap göndermez miydi, ki insanlık hala farklı inançları savunan kitaplar peşindeler.

 

Ama tekrar vurgulama istiyorum: İnsan beyninin tüm bu senaryo üretme çabalarının temelinde, nasıl bu dünyada daha rahat yaşanabileceği, ne yaparsa daha rahat bir hayat sistemine ulaşabileceği temel dürtüsü vardır. Bu nedenle Toplumsal sorunların çözümüne yaramayan hiçbir senaryonun, hiçbir görüşün değeri yoktur, onlar beyinlerin oluşturdukları milyonlarca HAYALİ senaryodan sadece önemsiz ve hiçbir değeri olmayan birer hayaldirler.

Bedeni oluşturan hücrelerin her biri, on binlerce farklı faktörü değerlendirerek bir karara varırlar. Toplum oluşturacak biz insanlar da binlerce faktörü dikkate alarak bir toplumsal uzlaşma taslağı ortaya koymak zorundayız. Tek bir yönlü bakış açısıyla oluşturulan öneriler bağımlı olduğumuz ve etkilendiğimiz binlerce doğal faktörü dikkate almadan oluşturulduklarından, insanlığın tüm sorunlarını çözecek bir formül olamazlar.

Dinamik Oluşum Mekanizması (DOM) sistemi jeoloji, paleontoloji, fizik, kimya, biyoloji, arkeoloji, astrofizik, nöroloji, fizyoloji, genetik, sinerjetik gibi onlarca doğa-bilimsel bilgilerin temel noktalarını dikkate alarak oluşturulmuş bir toplumsal uzlaşma metnidir. Bu farklı alan bilgilerinin senteziyle oluşturulan temel sonuç, toplumsal sorunlarımızın nedeninin tepeye-bağımlılık ve tepeye bağlı örgütlenme (TBÖ) olduğunu kesin bir şekilde göstermektedir.

Yazdıklarıma itiraz edenlerden tek ricam şudur: Amaç “toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözüm yoludur”. Din, iman, namus, ahlak, hak-hukuk, vs. hep toplumsal hayatı düzenleme amaçlıdırlar.

Bilimsel veriler bu gerçekleri ortaya koymuşken ve bu yazı dizini bu amaçla hazırlanmışken, bazı katılımcıların sunulan mesajların dinsel inançlarına ters olduğu gerekçesiyle hiç hoş olmayan yazışmalara neden oluyorlar.

Bu tam bir yanlış bilgilendirilme sonucudur. Bu yanlış bilginin nerden kaynaklandığını kısaca özetleyelim:

İnsanlığın kültürel gelişim grafiği 4500 yıl öncesine kadar insanlığın çok hızlı bir gelişim içinde olduğunu ve bu tarihten sonra ise gelişim hızının azaldığını gösterir.

(K) ile gösterilen bu sapma zamanı Sümerlerin “yaratılış” konusundaki görüşlerinin ortaya çıkmalarıyla örtüşür.

  Sümerlerin yaratılış konusundaki görüşleri, onlardan sonraki toplumlarda çok etkili olmuştur. Sümerlerin bu konudaki görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:

               Doğa ve dünya Tanrılar tarafından yaratılmıştır.

               Tanrılar gökte, yeryüzünde ve yer-altında bulunurlar.

               Tanrılar insanları kendilerine hizmet etmeleri için çamurdan yapmışlardır.

               Toplumlar tanrıların dünyadaki temsilcileri tarafından yönetilirler.

               Her topluma kendi dillerinde bir kutsal kitap gönderilir.

               Sümerler MÖ. 4000lerde Mezopotamya’da ilk kent devletlerini kurarlar. Her kentin kutsal soylu bir kralı ve ona gönderilen bir kutsal kitabı vardır.

               Sümer Kent devletlerinin yerini MÖ. 2500lerden sonra, güney-doğuda Elamlılar, kuzeylerinde Akadlar- Asurlular, batıda Amoritler, Anadolu’da Luwiler, Hattiler, Hititler gibi çok farklı etnik grupların oluşturdukları bölgesel devletler alır. Kentlerin birleştirilmeleriyle oluşturulan bölgesel devlet sistemlerinin ortaya çıkışıyla, her kente bir kutsal kral ve kutsal kitap gönderilmesi konusunda da değişimler oluşması kaçınılmaz olur.

               Bu değişimlerin, her toplumsal kente bir kitap ve kutsal yönetici gönderme yerine, yaratıcının belli kavimleri seçerek, onların soylarına kutsal kitap gönderdiği yönünde gerçekleştiği anlaşılmaktadır.

               Bu tarihsel gelişimlerden kutsal kitap kavramının Sümerler zamanında, yani 5 bin yıl önceleri ortaya çıktığı, zaman içinde kentsel devletlerden bölgesel devlet oluşumlarına ve daha sonraları da imparatorluklara evrimleşmeleriyle, daha geniş çaplı olacak şekilde bir kutsal kitap oluşum şekli ortaya çıktığı; günümüz semavi dinlerinin böyle oluştuğu anlaşılmaktadır.

               Semavi dinlerden Musevilik M.Ö. Binlerde İsrail-oğullarına ait devlet oluşumunu, Hristiyanlık MS. 325de  Bizans imparatorluğunun resmi dini olarak kabul edilmesine ve Müslümanlık MS 7. asırda Arap devletlerini örgütleyici faktör olmasına yol açmıştır.

               Görüldüğü üzere, kutsal kitap sistemi, 4-5 bin yıldan beri Sümerlerce ortaya atılan yaratılış görüşü uyarınca oluşturulmuştur. Daha eski zamanlarda yoktur. Bu nedenle Anadolu’da 4-5 bin yıldan önceleri yaşayan toplumlarda animizm temeline dayanan Alevilik gibi kuantsal sisteme yakın bir anlayış vardır, ki “bir ben vardır bende benden içeri” gibi ifadeler bunun kanıtıdırlar.

               Anadolu 1071 yılına kadar Bizans imparatorluğu yönetiminde kaldığından, aleviler Hristiyanlarca sürekli baskı altında tutulmuşlardır.

7. Asırdan sonra gelişmeye başlayan İslam devletinin, Türklerle ilişkisi 670 ile 740 yılları arasında oluşur. Emevilere bağlı Horasan valiliğince Buhara ve Semerkant yörelerine saldırılara başlanır. Yerel Türk beylikleri birbirlerine düşürülerek ortak bir güç oluşturmaları engellenir ve kanlı saldırılarla yüzbine yakın eli kılıç tutan erkek kılıçtan geçirilir (Talkan ve Curcan katliamları). “Türkler 4 fersah (24 km) boyunca sağlı sollu ağaçlara asılır, kuzgunlara, kargalara yem edilir.” Kaynak: Kongar,E.(2006) Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi; Aydın,E.(2010) Nasıl Müslüman Olduk?, Kırmızı Yayınları.

Yani Türkler kendileri istedikleri için Müslümanlığı kabul etmemişlerdir. Tepedeki bir lidere bağlı oldukları ve tepedeki liderlerin de kişisel çıkarlarını düşünerek, halkı daha kolay dize getirme, ezme, köleleştirme, kul yapma fırsatı vermesi nedeniyle bu inanç sistemini kabul etmeleri nedeniyle onların izinden gitmişlerdir. Ve böylece Türk-İslâm Devletleri kurulmuştur.

Burada tekrar bir konunun altını çizmek istiyorum: Bizlerin amacı toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözümü müdür, yoksa bir dinsel inancın savunulması mıdır? Hangisini ön plana alarak yazışıp-tartışacağız?

Benim temel amacım toplumsal sorunlarımızın nedenini bulmaktır. Tüm toplumsal sorunların nedenin tepeye bağımlılık, tepeden yönetim olduğu açık ve net olarak gösterilmiştir.

Öyleyse “kutsallık” gibi tepeye bağımlığın kökeni olan inanç sistemlerinde ısrar etmenin mantıkla bağdaşır bir yanı var mıdır?

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 31. Bölüm

Doğada varlıkların sahipleri ve oluşturucuları, onların bileşenleri iken, geleneksel düşünce sisteminde bu sahiplik ve yönlendiricilik, varlıkların dışında-üstünde varsayılan bir şeye atfedilmiştir. Böyle olunca varlıklar arası denge, iklimsel bozulmalardan tutun, toplum ve kişisel sağlığımızın bozulmasına kadar tüm alanlarda kendini göstermektedir.

“Su Başlarını Devler Tutmuş”

Devlet denilen toplu yaşam sistemi doğadaki olağan koşullarda örgütlenmiş olsaydı asla tepedeki bir kişi veya zümreye teslim edilmezdi. Nitekim normal doğal koşullarla oluşturulan toplumsal örgütlenmelerde toplumun tepesine yerleşmiş bir efendi veya hanedanlık yoktur. Bunun böyle olduğu DOM ve OO-15 bölümünde gösterilmişti. Yaklaşık 4 bin yıl önceleri bu doğal gidişattan sapılarak doğadaki yaratma ve yönetme erkinin gökteki bir EFENDİde olduğu, dolayısıyla toplumların da tepedeki efendilerce yönetilmesi gerektiği gibi bir inanç sistemi halka empoze edilmeye başlanmış ve ondan sonra da günümüze kadar devam ettirilmiştir. Ve tepedeki efendiler de bu düzen bozulmasın, ağalar-efendiler hep rahat yaşayabilsinler diye halkı yanlış hayat görüşleriyle zombileştirmişlerdir.

Yukarıda sunulan 15 bölümde, evrenin oluşumundan, insanlığın gelişimine ve günümüze kadar gerçekleşmiş temel olaylar sunulmuştur. Bunlarda bir veri veya mantık hatası varsa, gerekli bilimsel argümanlarıyla ortaya koyulsun ki, yanlışlıklar düzeltilebilsin. Ama yok ise, o zaman kafalarınızdaki tüm eski bilgileri tekrar gözden geçirip, gerçek hayata dönmeniz gerekir.        

İnsanların dünya hakkındaki görüşleri böyle olan bir geçmişimiz var. Böyle bir bilgiye göre oluşturulan yaşam modeli ise şekildeki gibi olmuş ve tepedekilerce sahiplenilen ve yönetilen devletler olmuştur. Böyle bir sistemde, toplumun sahipliğinin bizzat halka ait olduğu bilgisi çeşitli yöntemlerle engellenmiştir.

 Hak-hukuk hep tepedekileri koruyacak şekilde düzenlenmiştir, çünkü yasalar hep tepedekilerce yapılır. Doğal sistem hayatı hiç dikkate alınmaz ve ekolojik sistem alt-üst olur. Kazanç artırmak uğruna zirai ilaçlar kullanımı nedeniyle topraktaki canlılar zehirlenir ve genetiği değiştirilmiş ürünler yetiştirilerek, hem insan sağlığı, hem diğer canlıların sağlığı bozulur, iklim değişikleri öngörülemez olur, vs. vs.

Son 50-60 yılda ortaya konulan bilimsel araştırmalar ve deneysel çalışmalar ise, doğa ve dünyanın kuant denilen alt-sistemlerden başlanarak, kuantizasyon denilen eklenmeli artırımlarla gittikçe büyüyen üst-sistem oluşumları şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Bu oluşumları tetikleyip yönlendiren güç sisteminin ise, Doğa-Dışı kaynaklı değil Doğa-İçi kaynaklı olduğu ve bilgi denilen faktörün de, zamanla geliştirilerek, gittikçe daha ergonomik üst-sistemler oluşturucu bir tarzda evrimleştiği anlaşılmaktadır.

Böyle bir tabana dayalı ve tabandaki öğelerin bilgi oluşturarak doğa ve dünyayı gittikçe evrimleşen bir düzen içinde oluşturdukları görüşü ise günümüz insanlığına çok ama çok yabancıdır.

Yani sözün kısası, Devlet denilen sistemi başlatanlar, toplum hayatının sevk ve idaresini, asil-soylu olduklarına inanılan kişilere bırakmışlardır. Sıradan insanlar ise bu asil soylulara hizmet etmek üzere yaratılmış köleler olarak kabul edilmişler ve ticari mal gibi alınıp-satılmışlardır.

Bu şekilde başlayan Devlet yönetimi, orta çağa kadar ufak değişikliklerle sürmüştür. Nitekim bizde de 1-2 asır öncesine kadar padişahlık vardı. Ülke ve topraklar padişahın mülküydü ve padişah bu mülkünü ağalık- beylik gibi belli unvanlı kişilere bir fermanla veriyor ve o ağalar-beyler fermanda belirtilen tüm toprakların ve de üzerindeki tüm canlı-cansız varlıkların sahibi oluyorlardı. Dolayısıyla, o topraklarda yaşayan insanlar da o ağanın uşakları-hizmetçileri oluyorlardı. Böyle bir toplumsal hayat sisteminde bürokrasi çarkı tüm malların sahibi olan kişi (padişah, kral, sultan, vs.) için çalışıyorlar, tüm işlemleri onun çıkarları doğrultusunda yapıyorlardı. Bu nedenle devletlerin adları da bu sahip-ailelerin adlarını taşıyordu: Frank-Reich (Frank’ın egemenlik bölgesi), Osmanlı-İmparatorluğu, vs. gibi.

Yukarıda açıklandığı üzere, doğadaki bağımlılık yönünün hatalı yorumlanmış olması nedeniyle toplumsal hayat sisteminin temeli, tepedeki bir kişi veya zümreye bağımlılık içinde oluşturulacak şekilde atılmış olunur ve günümüze kadar hep bu şekliyle devam eder. Tepedekilerin biri gelir, diğeri gider; tepedekilerin görüşlerindeki değişikliklere göre, çeşitli toplumsal hayat modelleri ortaya atılır: çeşitli teokratik hayat görüşleri, çeşitli …izmler birbirini takip eder ve günümüze gelinir.

Hepsinin ortak noktası, doğa ve dünyanın harici bir sahibi olduğu yönündedir. Bu sahiplik, yaratılış görüşünde “Allah”, evrimci görüşte ise doğa olarak kabul edilmiştir

 Doğa ve dünyanın sahibi olarak harici bir varlık (harici bir güç sistemi) ve zaman da bu harici varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk kabul edilince, bireysel hayatların neden doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu çözülemez bir sorun olmuştur. Bu nedenle insanlık hayata bir anlam veremez duruma düşmüş ve başka dünyalarda ebedi yaşam senaryoları üretmeye başlamıştır.

Gerçek doğada varlıkların sahipleri ve oluşturucuları, onların bileşenleri iken, insanlığın geleneksel düşünce sisteminde bu sahiplik ve yönlendiricilik, varlıkların dışında-üstünde olduğu sanılan hayali bir şeye atfedilmiştir.

Böyle olunca, içlerimizdeki ve çevremizdeki hücrelere ve diğer küçük öğelere karşı duyarlı davranmak yerine, (hayali) harici bir seçici veya yaratıcı güç sistemi öğretilerine göre davranmaktadırlar. Bunun sonucu, doğadaki varlıklar arası ilişkilerde eskiden beri süregelen doğal denge bozulmakta ve bu bozukluklar iklimsel bozulmalardan tutun, toplum sağlığının ve kişisel sağlığımızın bozulmasına kadar tüm alanlarda kendini göstermektedir.

Bu durumun toplum hayatımızdaki negatif etkileri önceki bölümlerde özetlenmişti.

Bireysel sağlığımızdaki negatif etkileri ise şunlardır:

Hücrelerin genetik bilgi depolarında, değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadıklarının ve doğada her an her şey olabileceğinin kayıtları vardır ve bu nedenle tüm canlılar nelere bağlı olarak, ne zaman neler yapmaları gerektiği konusunda sürekli veri toplarlar. Hücreler bedenleri bu verilere göre tasarlayıp-oluşturuyorlar. Duyu organları bunun için oluşturuluyor.

Bir bedeni oluşturan hücreler, bedenin sahibinin kendileri olduğunu bilirler. Bunun kesin delilleri şunlardır:

i- yaralandığımızda hücreler kendi eserleri olan bedenleri hemen tamire koyulurlar;

ii- Ortam değiştirdiğimizde, ortamdaki değişimleri algılayıp, sahibi oldukları bedende gerekli değişiklikleri yaparlar, örneğin deniz kenarından kalkıp yüksek bir dağın tepesine çıktığımızda, hemen bedendeki alyuvar sayısını artırıp, bedende yeterli oksijen bulunmasını sağlarlar;

iii- Bedende bir yer hasar görmeye başladığında, hücreler bedeni “acı” duygusu ile uyarırlar ve acı duyulan noktada sorun olduğunu bildirirler. Acı duygusu gelişmeyen bedenler de olabilmektedir ve yaralanmalar olduğunda, bedenin acı duygusu olmadığından, kan kaybından beden ölmek zorunda kalmaktadır.

 iv- Bu olgulara ek olarak şu durum hücrelerimizin, oluşturdukları bedenlere ne denli sahip çıktıklarının bir başka delilidir: Tabana bağımlılık olgusu, yani bedenlerimizin sahipliğinin hücrelerimize ait olduğu gerçeği, kişisel sağlığımızın düzenlenmesinde bizlere çok önemli ip-uçları verir. Şöyle ki: Hücreler bedenlerimizi, yaşanılan doğa ortamına uyum sağlamak üzere oluştururlar. Bizlerin hayat görüşleri bu açıdan çok önemlidir. Bizler yaşadığımız toplumda ve çevrede işlerin iyiye doğru gideceği, doğa ve dünyamızın iyi ve güzel olduğu şeklinde düşünüp, öyle davranırsak, hücreler oluşturdukları bedenlerin amaçlarına uygun olduğu yönünde davranırlar ve bu bedenleri bu durumda tutmak için çabalarına devam ederler. Sonuç şu olur: Hücreler bedenlerin hep sağlıklı şekilde çalışmasına devam ederler, sağlıklı ve mutlu bir beden oluşumu ortaya çıkar. Tersi durumda, dünyanın çekilmez bir yer olduğu, toplumun hayatının berbat olduğu, yaşanılan ortamın çok kötü (sıcak, nemli, bunaltıcı, vs.) olduğu şeklinde bir hayat görüşü (yaşam felsefesi) ile yaşıyorsak, hücreler oluşturdukları bedenin başarısız bir deneme olduğu ve o ortama uygun olmadığı şeklinde bir değerlendirme yaparlar. Sonuç şu olur: bedenin sağlıklı şekilde işletilmesinde pek istekli ve aktif davranmazlar, her şeye boş-vermeye başlarlar, beden sık sık hastalanır vs.

Hücre-beden ilişkilerinin bu şekilde gerçekleştiği tıbbi araştırmalarla da saptanmıştır.  Sheldon ve diğ. 2003’nin gösterdikleri üzere, pozitif insanların soğuk algınlığı ve benzeri hastalıklara yol açan virüslere karşı daha dayanıklı oldukları, hastalık kapma olasılığının düşük olduğu, hastalığı kapanlarda da semptomların daha az şiddetli olduğu saptanmıştır. Bu nedenle, doğa ve dünyamızın sahipleri, onların bileşenleridir. Harici bir sahiplik söz konusu değildir.

Doğada hiçbir varlık yok olmaz, değişim-dönüşüme uğrar. Değişim-dönüşüm olmasaydı, bizler hala bakteriler olarak yaşamaya devam ederdik.

Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve her şey zaman içinde doğum-ölüm döngüsüne uğramak zorundadır. İnsanların ebedi bir hayat özlemi, doğal sistemin tamamen yanlış yorumlanmasından kaynaklanır. Nedir bu temel yanlışlık?

İnsanın ebediyet diye bir kavram oluşturmasının tek nedeni doğadaki bu tabana dayalı oluşumculuğu bilmeyip, bu oluşumculuğu varlıkların dışındaki Doğa-Dışı-bir-güç sisteminde varsaymalarıdır. Bilim insanları doğadaki oluşumların, varlıkların bilinçli davranışlarıyla değil, rastgele çarpışmalarla oluştuğu ve Doğa-Dışı bir güç sisteminin de en iyi olanları seçtiği yönündedir. Zaman kavramının başı-sonu olmayan bir sonsuzluk olarak algılana gelinmesinin de nedeni budur. Zaman olgusu Doğa-Dışı bu güç sisteminin ömrüne endekslenince, bu Doğa-Dışı gücün ebedi olması gerektiği kabul edilmiştir, yoksa doğada hiçbir şey oluşup-gelişemez.

Neden gelişemez? Çünkü oluşumların tepeden yönlendirildiği varsayılmıştır. Tepedeki ölecek olursa, oluşumları kim yönlendirecek?

İşte ebediyet kavramı bu nedenle oluşturulmuştur. Halbuki doğada ebedi olan hiçbir şey yoktur, çünkü oluşumlar tepeden değil, tabandan yönlendirilmektedir. Her şey enerjisini tabandaki (içlerindeki) öğelerden alır. En temeldeki atom-altı-öğeler (kuantsal sistem) hep en iyi bilgiye göre oluşturulan en verimli yapıları tercih edip, onlara "tünelleme" yaparak göçtüklerinden- bedenlerin sürekli yenilenmeleri gerekir. Bu nedenle bizlerin bedenlerindeki hücreler birkaç ayda bir hep yenilenirler ve yerlerine yenileri oluşur. Bu yenilenme moleküllerde daha kısa sürede, atomlarda daha da kısa sürede hep olmaktadır. Bu nedenle doğal sistemde ebediyet diye bir şey mümkün değildir.

Bedenlerimizi hücrelerimiz oluşturur ve yönlendirir. Biz hücrelerimize bağımlıyız, onlar bizim yaşamımızı düzenlemektedirler. Tüm öğrendiklerimiz ve düşündüklerimiz hücrelerimize aktarılır ve onlar tarafından işleme konur. Bizlerin çevremizle etkileşerek oluşturduğumuz tüm bilgiler hücrelerimize aktarılır ve onlar atalarından kendilerine miras kalan kalıtsal bilgilerle, bizim onlara aktardığımız verileri harmanlayarak hayatımızı yönlendirirler. Bedenler yaşlanıp hücrelere-atomlara ayrıştığında, onlarda depolanan bilgiler doğal sistemle harmanlanır, onlarla kalibre edilir ve aralarında karşılıklı bilgi aktarımları gerçekleşir. Bu yeni bilgi harmanlamasına dayanılarak varlıklar yeniden birbirleriyle etkileşerek, doğal sistemi yeniden inşa etmeye başlarlar. Ve bu döngü böylece devam eder. Doğa ve dünya zaman nedir konusunda açıklandığı şekilde evrimleşerek yaşamın devamı ve sürekliliği sağlanır. Yani doğada ölüm denilen bir şey yoktur, geri-dönüşüm = recycling vardır.

Bu “geri-dönüşüm = recycling” olayını sindirim sistemimizin işleyişinde net olarak görürüz. Şöyle ki: Tüm canlılar yedikleri besinleri sindirim sisteminde parçalarına ayırırlar ve amino-asit denilen temel moleküllere dönüştürürler. Amino-asitler hayat sisteminin en başlangıcındaki temel moleküllerdir. Yani geri-dönüşüm 3-4 milyar yıl önceki temel öğelere kadar geri gitmiştir. Her canlı bu temel amino-asit moleküllerini, kendi genetik bilgi kayıtlarına göre tekrar düzenlemeye başlarlar; bazı canlılar midye gibi sert kayalıklara tutunarak yaşayacak bedenler, bazıları bir örümcek gibi dayanıklı iplicikler, bazıları da kıl, kanat gibi organlar yaparlar. Ve tüm bu oluşumlar bir geri-dönüşüm ve tekrar düzenleme olayıdır.

Gerçekte durum böyledir ve hayat sürekli değişim-dönüşüm içinde devam eder. Bedenler yaşlanıp, değişen doğa koşullarına uymakta zorlanmaya başlayınca, geri-dönüşüm başlatılır ve beden tekrar hücrelerine ve moleküllerine ayrışır. Doğal sistemle kalibrasyon gerçekleşir ve dünya her gün yeniden oluşturulur.

Ölüm ve ölüm korkusu, tamamen yanlış bir hayat görüşünün gelenek-göreneklere aktarılması sonucu, bilinç-altımıza yerleştirilmiş hatalı bir programdır.

Tüm toplumsal sorunların nedeni şudur: Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisi halka verilmemiştir. Halk sürekli eğitimsiz bırakılmış ve tepedeki eğitilmiş kesim karşısında aciz ve ezik kalmıştır. 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 32. Bölüm

Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, insanlara bu bilgiyi vermektir.

Bir Değerlendirme

Bilgisiz bir şey yapamıyoruz ve bilgiye hasretlik çekiyoruz. Bilgiye hasretimiz ise tepedekilerce sömürülüyor.  Bu sömürme sistemi yaklaşık 4 bin yıldan beri uygulanmakta olduğu geçmiş bölümlerde açıklandı. Tepedekiler “Doğa-Dışı-bir-Güç” sisteminin nasıl davranılması gerektiği bilgisini doğa-yasaları olarak verdiğini ve bizlerin birer robot gibi bunlara uyarak yaşamamızı söylüyorlar. Bazıları ise başka bir yaklaşımla yaratıcının kutsal kitaplar şeklinde her tür bilgiyi insanlara gönderdiğini, bunlara uyarak yaşanırsa, bu dünyada her şeye ulaşamamış olsa da, öteki dünya hayatında ebedi ve mutlu olarak yaşayacağını söylüyorlar.

Yazı-dizinin ilk 13 bölümünde ise, doğadaki oluşumların “DOĞA-İÇİ-BİR GÜÇ” sistemince tabandan başlanarak gittikçe büyüyüp geliştirilen bir sitemde gerçekleştiği görülmektedir. Ama bu bilgiler insanlara verilmemektedir.

Toplumun sahipliğinin kendilerine ait olduğu bilgisiyle yetişen insanlar asla topluma zarar vermezler. Öyleyse toplumsal sorunları ortadan kaldırmanın en basit yolu, insanlara bu bilgiyi vermektir.

Peki bu BİLGİ insanlara neden verilmiyor? Nedeni “su başlarını devlerin tutmuş” olmalarıdır.

 

Tarih dersinde sadece insanlık tarihi bilgileri verilmektedir. İnsanları hücreleri oluştururlar, dolayısıyla hücrelerden de etkilenmekteyiz.

Bu nedenle bedenimizdeki hücrelerin 3.5 milyar yıllık hayat tarihi verileri hakkında da bilgi sahibi olunması gerekir. Hücreler atom ve moleküllerden oluşurlar ve onlardan etkilenirler.

Bu nedenle atom ve moleküllerin oluşum ve gelişim tarihleri konusunda da bilgi sahibi olunması gerekir.

Dolayısıyla bizlerin düşünce ve davranışlarını belirleyen hücrelerle uyumlu olabilmemiz için sadece insanlık tarihini değil, doğa ve dünyamızın tarihsel geçmişi hakkındaki bilgileri de öğretmeliyiz.

Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem yapılaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem = alt-düzey – üst-düzey” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

I- Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.

II- Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.

III- Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.

IV- Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

“Hedef gösterme” konusunda bir açıklama gerekir.

Biz hücrelerimize nasıl hedef gösteririz? Hücrelerin anlayacağı dil ile. Hücreler nelerle anlaşırlar? Moleküllerle, proteinler, şekerler vs. Biz şekerli şeyleri seversek, hücreler onları ödüllendirme listesine alırlar ve hep isterler; alışkanlık denilen davranış böyle oluşur.

Hücreler atomlara nasıl hedef gösterebilir?

Atomların nasıl davrandıklarına bakarak.

Atomlar nasıl davranırlar?

Enerji gradyanlarına uyarak hareket ederler.

Öyleyse bir protein yapmak isteyen hücre, o protein oluşumunda yer alacak atomları oraya çekecek şekilde özel mikro-ortamlar hazırlarlar. O ortamdaki enerji koşullarına uygun proton-nötron kombinasyonlarına uygun olacak şekilde atom-altı-öğeler orada yığışırlar. Yani “kuvvet-alanı” dediğimiz bölgeler, çok büyük veya çok küçük boyutlu olabilirler.  

Yeryuvarı katmanlarında ve hücrelerimizin genetik kayıtlarındaki bilgiler bu 15 bölümlük yazı dizininde bilgilerinize sunulmuştur.  İnsanlık bilgiye hasrettir ve insanlara öğretilmesi şart ve gerekli olan bilgiler doğal sistem kayıtlarındaki bu bilgiler olmak zorundadır.

Bilgisiz bir şey yapamıyoruz. Hücreler de bilgisiz bir şey yapamıyor. Yani doğada her şey bilgi temeline dayanarak davranmak zorundadır. Doğa yasalarının en temel kuralı da “enerjinin korunması yasasıdır” Doğal sistemin bu yasasına uymayıp, doğa yasalarına ters işlemler yapmaya başladığınızda, içlerimizdeki kuantsal öğeler devreye girerler ve evrensel ölçekte etkileşerek (nötrino effect) sizi cezalandırırlar. 

Bu bilgilerle, gelenek ve göreneklerinize yerleştirilerek sizlere aktarılmış ve öğretilmiş bilgileri kıyaslayarak, bilgiye hasretliği sömürenlerin asırlardır bizleri nasıl sömürdüklerini anlayıp-değerlendirmek artık size kalmıştır.


İnsan Olmanın sorumluluğu vardır ve o da bilgi edinerek o bilgilere uygun davranmaktır

Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısına gittiklerini anlamak kolaylaşır.

 Şimdi bunu görelim.

Yani insanı oluşturan hücreler çok bilinçli olarak, “bilgi oluşturmaya” yönelik bir beden tasarımına yatırım yapmış bir hücreler topluluğudur.

Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır. Az sayıda veriden yola çıkarak çok çeşitli senaryolar üretme yeteneği, verilerin çok güvenilir olmasını gerektirmektedir. İşte dikkat etmemiz ve üzerinde önemle durmamız gereken en önemli nokta budur.

Dünyamızda gittikçe gelişen-büyüyen bir sistem oluşumu söz konusudur. Toplum-hayatı da bunun başında gelmektedir. İnsanlık, kabileler, küçük devletler, büyük devletler, devlet toplulukları aşamalarından geçerek günümüze gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünyadaki tüm insanlığı "aynı gemide" yaşayan bir kalabalığı dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmeler dünyamızı küçülttü, artık her dinden-dilden-ırktan insan bir arada yaşamaya başladı. İnsanlık, ortak bir dünya-toplumu oluşturmak zorundadır. Günümüzde, dünya genelinde bir “insan-toplumu” oluşturma evresinin sancılarını çekmekteyiz.

İnsanlara, doğa ve dünyanın sahipliğinin hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi veriliyor. Doğa tepedekilerce parsellenip sahipleniliyor ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin mülkü olduğu görüşü halka empoze ediliyor. Halk efendilere ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalacak şekilde bir görüşle toplum hayatına başlıyor.

Tepedekilerin gücü, tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Bu şekilde, parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “işveren” sınıfı ve boğaz tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı doğup-gelişmiş olur. Yine Tepe’den yönetimli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle) kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir.

Halbuki doğa tabandan yönetilen sistemde çalışmaktadır ve her şey karşılıklı etkileşimle oluşmaktadır, her şey tabana dayalı olmak zorundadır, çünkü enerji denilen faktör, hep tabandadır, tepede bir enerji gücü yoktur. Her varlık çevresiyle bağımlılık içinde olduğu için etkileşim gereklidir. İnsanlar arası etkileşim ise, sundukları hizmete endekslidir. İnsanlar sundukları hizmetin karşılığının belirlenmesinde (yani takas işleminde) bizzat devrede olurlarsa, gerçek bir toplumsal ortaklık oluşur. Tüm geleneksel sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından, kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır. Kral-sultan vs. insanların uydurmasıdır, asil-soylu, adi-soylu gibi bir ayrım yoktur

Günümüz dünyasında egemen olan durum kısaca yukarıda özetlendiği gibidir. Gelişmiş ülkeler bu konuda biraz daha mantıklı davranarak, halkına özgür düşünme ve davranma hakkı tanımışsa da, doğada tabandan yönetimli bir hayat görüşünün egemen olması gerektiği, ve tüm insanların, ortak bir hayat görüşünde anlaşıp-uzlaşmalarının zorunlu olduğu gerçeğini hiçbir devlet savunmamakta, hala kendilerinin durumunun iyi olması, diğer geri kalmış toplumların da kendi başlarının çaresine bakmaları gibi pasif bir davranış içindedirler.

Gelişmiş ülke halkları, geri kalmış toplumların geri-kalmışlıklarının nedeni konusunda fikir, çözüm üretmek zorundadırlar, yoksa “dünya batarsa, onlar da batacaklardır.”

Ve bu kaçınılmaz olmuştur, çünkü bilim-ve-teknolojik gelişimler dünyadaki tüm insanlığı “aynı-gemide-giden” bir kalabalığa dönüştürmüştür. Çünkü Afrika'da yaşayan bir kişi Amerika'da veya Avrupa'daki bir kişiye cep telefonuyla bir mesaj göndererek o noktada içme suyu şebekesine ölümcül bir mikrop (zehir) eklemesini söyleyip, milyonlarca kişinin sağlık durumunu etkileyebilir. Veya bir insanı bir canlı bombaya dönüştürebilir ve düşman bellediği bir ülkenin en kalabalık noktasında intihar saldırısı yaptırarak yüzlerce masum insanın ölümüne sebep olabilir. Durum böyle olunca, sorunlarımıza dar bölgesel perspektiften değil, tüm dünyamız açısından bakmamız gerekir.

Yani BİLGİ faktörü doğadaki oluşum ve gelişimlerin temelindeki mucizevi faktördür. Ve bilgi üstel (yani eksponansiyel) bir fonksiyon olarak gelişim göstermektedir.

Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen tabandan yönetilen sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların yapılaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcak-soğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını yönlendirir.  Yapılaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır.

Doğadaki her canlı, organları tarafından algılanan sinyallere göre davranır.

Doğada her şey zamanla değiştiği için, canlılar bu değişimleri algılayacak şekilde reseptörler oluştururlar ve onların verilerine göre davranırlar. İnsanlar ise yönlendirici faktörün harici bir efendi sisteminden geldiği inancına göre beyinlerindeki algılayıcıları değiştirdiklerinden, doğal sisteme uygun davranamamaktadırlar.

 Mantığımızın çarpıtılmış olduğunu gösteren bir davranış örneği      

Her varlık nasıl davranacağını duyu organlarıyla alacağı verilere göre kendisi belirler. Dışarıdan veya başkasından gelen bir yönlendirme yoktur. İnsanlar bu kuralı çiğneyen tek yaratıktır. Acaba neden?

Yanıt ararken toplumdaki soygun analizini de hatırlayın:

Sıradan soygun (SS) ile Politik soygun (PS) arasındaki fark:

1. Sıradan Soyguncu sizin paranızı, çantanızı, kol saatinizi, altın kolyenizi vs. çalar...

Fakat, Politik Soyguncu sizin geleceğinizi, eğitiminizi, işinizi, meslekî kariyerinizi ve sağlığınızı çalar...

2. Burada dikkat edilecek nokta şudur: Sıradan soyguncu kimi soyacağını kendisi seçer... Fakat, sizi soyacak olan Politik soyguncuyu bizzat siz kendiniz seçersiniz...

3. Olayın en ironik yanı ise şudur: Polis sıradan soyguncuyu takip eder ve tutuklar...Fakat, polis Politik soyguncuyu korur ve sahip çıkar!


Şu anda dünyamızdaki en yaygın sömürü sistemi böyle işetilir. Dünyada sömürünün sürmesinin nedeni, toplumun sahipliğinin bizzat kendileri olduğu gerçeğinin halktan saklanmasıdır.
 

İnsanlığın Gelişim Tarihi- 33. Bölüm 

Son 50 bin yıllık tarihsel geçmişimizden çıkartılacak ders:

Genetik haplogrup-analizlerine dayalı olarak insanlığın geçmişi epey eski tarihlere kadar tasarlana bilinmektedir. Bu yöntem arkeolojik ve jeolojik bilgilerle birlikte değerlendirildiğinde şöyle bir tarihsel geçmişimiz ortaya çıkar: Günümüz insanlarının atası olan Homo sapiens sapiens 60-70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkar ve oradan Dünyaya yayılır. Doğu Afrikada ortaya çıkan bu atalarımızın konuştukları dilin aglütine bir dil olduğu anlaşılmaktadır, çünkü Afrika’nın o bölgesinde hala Swahili denilen aglütine bir dil konuşulmaktadır ve oradan dünyaya yayılmış olan toplumların çoğunda aglütine dil hala en yaygın dil grubudur. Atlantis ovalıların ve onların Avrupa ve Asya’ya yayılanlarının (Türkçe, Baskça, Fince, Macarca, vs) dilleri aglütinedir. Yaygınlığın derecesini anlamak için Amerika’nın tüm yerli kavimlerinin dili aglütine olduğunu bilmek yeter. Amazon ormanlarının en ilkel toplumu olan Piraha’lar dahil tüm Kızılderililer aglütine dillidirler.

Yayılmanın ilk durağı o zamanlar kara haline geçmiş olan Basra-Hürmüz boğazı arasındaki Atlantis-Ovasıdır, çünkü buzul devrinde dünyanın yaşama en uygun yeri orasıdır. Dünyanın en yoğun ve en zengin petrol bölgesi olan bu ovanın birçok yerinden zift çıkmaktadır. Kamış gibi uzun bitkiler veya uzun ağaç gövdelerinden yapılan sal benzeri araçlar zift ile su geçirmez yapılarak su (ırmak) ve deniz taşımacılığında kullanılmaya başlanılması Atlantis-Ovasındaki ziftler sayesinde olur ve insan kültürünün ilerlemesinde önemli bir rol oynar.

Atlantis ovasının zamanla yetmemesi sonucu, insanlık deniz kenarı boyunca doğuya (Hindistan’a) doğru göçmüş ve 50 bin yıl önceleri de Kara haline geçmiş olan Endonezya bölgesinden Avusturalya’ya ulaşmıştır.

Amerika’ya göç ise yaklaşık 20 bin yıl önceleri Bering-boğazı üzerinden, daha doğrusu deniz kıyısı boyunca olduğu anlaşılmaktadır.

Asya’ya yayılma ise hem Endonezya üzerinden hem Kafkaslar ve İran üzerinden olmuştur. Avrupa’ya yayılma hem karadan Anadolu-Trakya üzerinden, hem de deniz yoluyla Kıbrıs, Girit, İtalya, İspanya, İngiltere üzerinden olmuştur. Haplogrub-analizleri sonuçları, İngiltere- İrlanda, İspanya, Fransa gibi batı Avrupa ülkeleri insanlarının Atlantis-Ovalı kökenli olduklarını kesin bir şekilde göstermektedir. Analizciler Atlantis Ovalılık kökeni hakkında bir şey bilmediklerinden, Batı-Avrupa’nın ilk halklarının Anadolu halkıyla akraba olduğunu söylerler. Anadolu halkının ise, Atlantis-Ovalı olduğu önceki bölümlerde gösterilmişti.

Şimdi akla şu soru gelir: Günümüzde Avrupa’daki toplumlar indo-german (veya hint-Avrupa) dil grubuna ait German, Romen, slav, vs. diller konuşmaktalar. Bu dil grubu nasıl, nerede ve ne zaman ortaya çıktı?

Sorunun yanıtını yine haplogrup analizleri ve arkeolojik veriler ortaya koymuştur. Bu veriler yaklaşık 5 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arası bozkırlarda Yamnaya-göçebeleri – denilen özel bir kültürün geliştiğini ve kültür mensuplarının proto-indo-european yani ilk-hint-avrupa-dilini oluşturduğunu belirtirler. Tam bu yıllarda Yamnaya bozkırlarında At evcilleştirilmiş ve göçebe kavimlere muazzam bir hızlı hareket etme olanağı sağlamıştır.


Krallıkların ilahi sistemden kökenlendiğine inandırılan halk, kazandıklarının çoğunu onlara vererek onları mutlak bir güç sahibi yapmışlardır. Ellerindeki bu muazzam kaynakla paralı askerler ve korumalar tutan bu efendiler sınıfı, at gibi çok hızlı hareket saldırı ve savaş yeteneğine de kavuşunca, güçlerini daha da artırmak için istila savaşlarına başlarlar ve insanlığın kaderi normal güzergahından sapmış olur. Böyle bir olanağı olmayan çevre topluluklar istila edilmeye başlanır. 

Hititler denilen bir kavim Anadolu’ya saldırır, Hatti toplumunun arazisine yerleşir. Anglosaksonlar, germenler, slavlar, romenler (latinler) vs. Avrupa’yı istila ederler. Yunanlar Ege bölgesini istila eder, Persler İran’ı istila eder.

Bu istilaların trajik ve komik yönü şudur: Hint-Avrupa kültürlüler kendilerini “aryan” yani üstün ırk olarak görmüşler ve istila ettikleri ülke halklarını “barbar” olarak nitelemişlerdir. Bunun gerçekten böyle olduğunu Homer tarihi ve Strabon’un Coğrafya eserlerinde görebilirsiniz. Şimdi objektif olarak düşünün: Kim saldırgan, kim sömürüyor, kim köleleştiriliyor?

Avrupalıların bu sömürgeci davranışı, günümüzde hala tam gaz devam etmektedir. Sizler Atlantis-gerçektir makalesini bir türk vatandaşı yazdı diye önemsemeyip, bu makalenin bir Avrupalı-Amerikalı gibi “aryan” ırklı birinden gelmiş olması durumunda kabul edecek kadar kendine güveni olmayan birileri olduğunuz sürece, (Devamı yok)


Son-Bilanço

Dünyamızın ve hayatımızın geçmişinin kayıtlarının bulunduğu jeoloji- astrofizik-  arkeoloji- fizik – kimya- genetik gibi kaynaklardan elde edilen verilerin okunmasıyla ortaya konulan verilerin değerlendirilmesi şu sonuçları ortaya  koymuştur:

1)-Doğa alt-sistemden üst-sistem yapılarına doğru gelişmektedir,

2)-Oluşumları tetikleyici faktör (yani kuvvet oluşturuculuk) alt-sistemlere aittir,

3)-Oluşumlar “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemlere göre gerçekleşir,

 ve Dinamik sistemlerde ise,

4)-Bilgiler (kurallar) karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur ve bu sayede doğal zorluklar aşılır.

5)- Evrenin, Güneş-sisteminin ve Hayatın gezegenimizdeki gelişimi, evrensel ölçekte bir bilgi artışına dayalı evrimleşme olduğunu, ancak bu evrimleşmenin nereye doğru gittiğinin bilinmediğini göstermektedir.

6)- Bilgisiz bir şey yapılamadığı, bilginin ise varlığın çevresindeki dönüşümleri algılayarak daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları sonucu gerçekleştiği görülmektedir.

7) Varlıklar davranışlarını sürekli değiştirip-yenilenen ether okyanusu içindeki sinyallerden yararlanarak belirlerler.

8)- 1960lı yıllarda “Life is nothing but chemistry” diyen fizikçi Kervan’ın öngörüsü sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla doğrulanmıştır. Varlıkların içsel bileşenlerinin kimyasal değişimleri sonucu yaşam formları değişmekte ve geliştirilen bilgilerle daha ergonomik yeni sistem oluşumları şeklinde sürekli evrimleşmektedir.

9)- Zamanın ilerlemesi bilgi düzeyine koşut gelişir. Zaman ilerledikçe varlık çeşitliliği artar. Bilgiler atom gibi temel öğelerde depolanıp işlendiğinden, atomların da yaşayan öğeler olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bedenler içinde atomlar birbirlerine dönüşebilmekte, hücreler içinde bir yaşam sergilenmektedirler.

10)- Doğada her şey bilgi ile oluşturulur, ama doğal sistem de sürekli değiştirilip-dönüştürülür. Böyle olunca, bir hücre grubu da, doğadaki tüm bu değişim-dönüşümler nasıl oluyor, nereye doğru gidiliyor gibi sorular sorup araştıran insanı oluşturur.

11)- Bu araştırıcı insan yaklaşık 4500 yıl öncelerine kadar, “bilgi”nin kafası içinde oluştuğunu hissederek, kafatası-kültü (skull-cult) denilen geleneği ve doğadaki tüm varlıkların karşılıklı ilişki içinde olduğuna dayalı bir hayat görüşü içinde yaşamıştır. İnsanlığın bu doğal hayat görüşünden saptırılıp, yanlış bir hayat görüşü içine sürüklenmesi yaklaşık 4500 yıl önceleri olmuş olmalıdır.

12)- Bu araştırıcı insan ise doğadaki yapıcılık-yönlendiricilik erkini kendi içindeki bileşenlerinde (hücrelerinde-atomlarında) değil de dışında-üstünde bir makamda tasarlayınca, tepeden yönetilen ve tepedekilerce sahiplenilen devlet sistemli bir yaşam ortaya çıkmıştır.

13)- İnsanlık bilgiye hasrettir, ama 4-5 bin yıldan beri toplum genelinin çıkarlarını değil, tepedeki yönetici (efendiler) kesiminin çıkarlarını dikkate alacak şekilde bilgiler halka aşılanmaya çalışılmaktadır. Bu da insanları zombileştirmektedir.

14)- Kral gibi tepedeki bir otoritenin yönlendirdiği kalabalıklar at-gibi hızlı hareket ve savaş üstünlüğüyle 5 bin yıl önceleri Ukrayna-Kazakistan arasında Yamnaya-göçebeleri olarak ortaya çıkarlar. Böyle bir olanaktan yoksun olan komşu toplumları istila etmeye koyulurlar. Bu sömürgecilik anlayışı hala devam etmektedir.

15)- İnsanlığın uygar gelişimine öncülük ettiği iddia edilen Yunan ve Latin kültürleri, indo-german dilli Yamnaya-Göçebelerinden kökenlenirler ve tamamen sömürü ve istilacılığa dayanarak, barışçıl yerel halkaların oluşturduklarının üzerine konarak gelişmişlerdir.   

16)- Bilgi oluşturma ve yorumlamaya ağırlık verici insanın bilgiye hasretliği, tepedekiler tarafından yanlış hayat-görüşü bilgileri verilerek sürekli olarak sömürülmektedir. Çocukluk evresinde aşılanan bu yanlış bilgilerle zombileşen insanları uyandırmak için gerçek doğal sistemli hayat görüşü bilgilerinin ortaya konulup yaygınlaştırılması şart ve gereklidir.

17)- Tarih kitaplarının hepsi yeniden yazılmak zorundadır. Çünkü mevcut tarih bilgileri hem çok hatalı hem de çok eksiktir.

74 bin yıl önceleri Sumatra’da patlayan Toba volkanının dünyadaki insan nüfusunu yaklaşık 15 bine indirdiği hesaplanmaktadır. Dolayısıyla Basra-Hürmüz Ovası da çok tenhalaşmış olmalıdır. 70 bin yıl önceleri Doğu-Afrika’da ortaya çıkan ve günümüz insanlarının atalarını oluşturan aglütine dilli insanlar bu ovayı tekrar yoğunlaştırmışlardır.

KAYNAKÇA

Kaynak eserler çok yer tuttuğundan, kitap çok kalın olmasın diye şu blog-adresinde sunulmuştur: https://tanriyianlamak.blogspot.com/p/english.html

 

 DEVAMI


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder